yıl 2015 |
Gül
yüzlüm; ışık gözlüm; yaşadığım sürece dinmeyecek, yüreğime dokunan “o sızının,
o ağrının adı hep “Can” yavrum,
hep Can... gerisi yalan be yavrum; gerisi gözyaşı, gerisi acı,
gerisi boşuna geçecek yıllar. Bütün ev, sokak; sen; bazı şeylerin insanı
teselli edecek “birazı” olmuyor ki; hayatın,
ölümün, aldatmanın, ihanetin “biraz”ı olmuyor yavrum. Tüm bildiklerimi
unutturan ölümünün gerçekleştiği o günün 2 Temmuz’un
içinde hapsoldum, kayboldum ben,
dönüp duruyorum ta ki yanına gelene kadar.
İyi misin diyorlar; seni toprağa gömdüğümüz günden bu yana ayna da
o eski Gülsen’den tek bir izin
kalmadığını gördüğüm sapsarı yüzüme bakıp. Bilmiyorlar mı, sen benim kalbimdin
oğlum, kalbi gömülen biri nasıl olur? Yaşamayacak kadar iyiyim demek geliyor
içimden ama biliyorum onun ne ifade ettiğini bile anlamayacaklar. Ne yazık, ne
yazık ne kadar da çabuk bitti her şey, yok yok yavrum insan eliyle bitirildi hayatın.
Videolarına,
fotoğraflarına... bakıyorum... bakıyorum
o güzel yüzüne, canlı muzip gözlerine...sesini dinliyorum ama nafile;
bedenin olmayınca yanımda, elini tutmayınca, konuşmayınca seninle; içimi
parçalayan ufak bir avunma kalıyor videoların,
fotoğrafların.... niye, nasıl yaşıyorum; kahroluyorum yaşıyorum diye. Allahım
diyorum nasıl olurda o ölüm yolculuğuna karar verirken; ben duyduğumda seyahate gideceğinizi; babanın şehirlerarası
yolda araba kullanamayacağını bildiğimden içime bir korku düşmüşken, nasıl olurda bir kaza ihtimalini hiç düşünmediler,
emniyet kemeri takmadılar sana da hiç yere bitti hayatın... hiç yere bitti.
“Gün gelip bitecek bir masaldır. Ne kadar
severseniz o masalı, o kadar üzülürsünüz” yazmışım bir yerlere seni kaybetmeden
önce. Seni bana göstermedikleri bir dönemde F.’ye çektiğim bir mailde, senin
yokluğunun acısı yazdırmış bana o sözleri de. Ahhh oğlum ahhh; ben o sözü hayatında bir
gereği büyüdükçe sen de diğer yeğenlerim gibi kendine ait dertler, dersler,
işlerle uğraşacağından; okula hayatın
başlayınca eskisi kadar sık göremeyeceğimi ve o görmeyişin beni yaralayacağını ifade için
o cümleyi kurmuştum. O zaman senin de aile
üyeleri gibi uzun ömürlü olacağını sanıyordum.
Saat ;11.44 hiç halin yok, süzgünsün, hastasın yine
Tanrı
niye Türkiye’de; Ortadoğuda trafik kazalarında, savaşta yitip gidecek çocukların
doğmalarına izin versin ki...niye? Onların ölümünden zevk
mi alıyor? Olacak şey değil bu tür kazalar, savaş sonrası konuşulanlar, yazılanlar. Yaşasaydın
sende bilirdin; Tanrı; kulu kadar; seni ;trafikte,
savaşta yiten çocukları daha başındayken bir fideyken hayattan edecek ; seni bizden, benden ayıracak
bir kader yazacak kadar acımasız, merhametsiz değildir. Tanrı kulları kadar vicdansız olamaz.
“Haydi hazırlan, şuraya gideceğiz” dediğinde
ebeveyn, hayatını onlarsız sürdüremeyecek
kadar küçük çocuk olduğundan “hayır gitmek istemiyorum, oraya değil buraya gidelim
ya da gitmeyelim” deme, seçme, tercih etme hakkı bulunmayan onca çocuk gibi senin
de güzelliğinin, mutluluğunun, hayallerinin kör bir inada, bir ukalalığa, “bir şey olmaz” bilmişliğine, bir ihmalle,
bir emniyet kemerine kurban edildiği bir ülkedir burası.
28.12.2015
Saat 13;10; mutluyduk biz
Benim,
güzel yavrum, teyzoşummm, bazen İbrahim Tatlıses’in şarkısındaki gibi “bir
tanem, deli gibi severim seni ben”le seslendiğim bir tanesi; bir çocuk kendi tercihini yapma yaşına gelmediğinden, karar verici
durumda olmadığından hayatıyla ilgili ebeveynlerinin kararına uyacaktır. Çünkü
ufacıktır tek başına hayatını sürdüremez, bir yere gidemez, ne boyu, ne aklı ne
deneyimi buna izin verir. Onun içinde insanların kaderi karar vereceği yaşa gelen kadar ebeveynlerin elindedir.
O yüzden de Antalya’da 2 katlı bir gecekondu
da çıkan yangında ölen 1, 5 yaşındaki Abdülkadir Aksoy’un; okul servisinde havasızlıktan yaşamını yitiren 3 yaşındaki
Alperen Şahin’in; kaza sonrası "uyumasaydım olmazdı" diyen arabanın şoförü
baba Hafız Fındık'ın hatası yüzünden hayatını
kaybeden 15 yaşındaki Zeynep, 7 yaşındaki Muhammed Fındık’ın; kaldırımda
yürürken bir şoförün çarparak öldürdüğü Meryem Cize’nin hayatları hiç yere heba olmadı mı? Alınacak basit bir önlem, bir dikkat sayesinde ölümün elinden kurtulabilecekken;
ihmaller yüzünden onlarca çocuğun hayatı
da senin hayatın gibi boşu boşuna yitti
gitti.
Ve
seni, diğer çocukları hayatından eden ihmalinin müsebbiplerinin vicdan azabıyla, utançla kuytularda
saklanma yerine; suç ölende, öldürdüğündeymişçesine Rüzgar Çetin gibi;
Antalya’da yolda yürüyen kadına saldırıp dakikalarca taciz eden onlarca 49 yaşındaki H.V gibi; iyi halden dışarı salınan onlarca can
almış şoför, tacizci, tecavüzcü gibi; ortalıklarda hiç bir şey olmamışçasına,
fütursuzca ve de arsızca dolaştıkları bir ülkedir burası.
16.11.2015
saat;11.12 Lozan parkta yeni açılan spor bölümünde
İnternette
“İslam’a göre kusurlu şoför katil mi” diye bir yazıya rastladım tesadüfen
“Trafik kazasını ki kaza demem ben hele de yukarıda örneğini verdiğimiz sürücünün % 100 suçlu
olduğu kazaya uyguladığımızda ister kasd'a isterse kasda benzer öldürmeye
girsin, neticede sürücü katil adını alır. Çünkü araba kurallara riayet
edilmediği takdirde 7.65'lik bir silahtan çok daha öte öldürücülük özelliğine
sahip değil midir? 40 km hızla yol alınabilecek bir ara yolda, 120 km hızla
giden bir sürücünün karşıdan karşıya geçen bir yayaya çarpması örneğini düşünün
ve kararı kendiniz verin.”
İnsanı
canından edene neden “katil” denileceğini
bundan daha iyi anlatacak bir yazı yoktur. Seni bu hayattan koparana kadar her
akşam televizyonlarda öylesine dikkate almadan izlediğim, gazetelerde göz
ucuyla baktığım; okumadığım “cinayet gibi kaza” haberlerine kayıtsızlığımı düşünüyorum da, bu
kazaların yapılmaması, olmaması için farkındalık yaratacak bir sosyal sorumluluk projesinin başlatılmamasına
ya da “ bir kaza; değiştirmesin hayatınızı; almasın elinizden çocuğunuzu “
kamu spotuna rastlamadığıma nasıl kahr
ediyorum nasıl ... Belki bu dediklerim olsaydı; bir emniyet kemerine kurban edilmezdin; her an yanında olmadığımdan seni korumam
mümkün olamazdı; en azından annenin dikkatini çeker, bu felaket başımıza
gelmezdi diye düşünmeden edemiyorum
31.12.2015 saat 19;53 yılbaşı kim bilir ne var aklında, dalgınsın
“Aman ha Can önce sağa, sonra sola bak! benim
gibi, araba a yok haydi geçelim”, “yeşil
yanınca geçeceğiz, kırmızı arabalara geç demektir”le trafik kurallarını
öğretmeye başlamıştım ben sana daha 2 yaşındayken, trafik ışıklarının olmadığı
yerde sen 3,5 yaşındayken dahi kucağıma alarak karşıdan karşıya geçerdim. Sen de zaten mahalledeki
Nurçin Sayan ilkokulunun bahçesine inen
merdivenleri olan o üst geçitten geçmeye bayılırdın. Dik merdivenleri küçücük ellerinle bacaklarını
tuta tuta “ahh, ahhh” diye, diye
çıkardın tabii ki teyzoşun dayanamaz kucağına alırdı seni....
2014-2015 döneminde Tevfik Fikret’te anaokuluna başlamıştın bir gün “bugün trafik polisleri geldi sınıfa; biri de abla
vardı” diyerek o günü heyecanla anlatan sen, nerden bilecektin bir trafik
kazasının kurbanı olacağını; elini sağa, sola uzatarak trafik
polisini taklit eden sen yavrummm ahhh sen yavrum...Polisleri severdin korkmazdın
, en sevdiğimiz oyunlardan olan çiftçilik oyununda “Alooo polis yardım edin “ diye telefon ederdin.
512
sokağı kesen Layoş Koşut caddesinin köşe
başındaki evimize doğru yürürken ki ne çok
yürümüşüzdür seninle ne çok, her seferinde illaki sen koşardın sokakta
kaldırımda; ben arkanda kalırdım tam o
kesişme noktasına gelmek üzereyken bağırırdım “Can yavaşla,” duymadın sanırdım
“Can, Can dur ! dikkat et, araba, araba çıkar” derken koşar yakalardım seni,
çok nadiren de öyle panikle bağırırdım
ki sen köşede dururdun, elinden tutar
karşıya geçerdik birlikte.
22.09.2013
saat 13;55
Anneciğim önceleri aileden
birinin anne, baba, kardeşimi sonraları da yeğenlerimi kaybetme korkusu bende hep vardı,
hep ta çocukluğumdan kalma. Geceleri kardeşlerimin nefeslerini kontrol eder,
dinlerim o derece. İlk yeğenim İ. doğduktan sonra bu defa da yeğenlerimle
ilgili kaygılar aldı başını gitti, akşamları yanımda olmadıklarından, kontrol
edemediğimde uyuyamıyordum. Bir gece
kalkıp anneme “ya F. dikkat etmezde İ. balkondan düşerse, ona bir şey olacak diye çok korkuyorum, uyuyamıyorum “ demiştim annem de “bir doktora gidelim “ demişti haklı olarak, sonra geçti o korkum. Ve aileden
birinin hayatını kaybetmesinden
korkardım.
Bu
korkuyu sende de yaşadım. Özellikle
baban 2015 yılında home ofis çalışmaya başlayınca; servisten o seni alırdı eğer işi çıkarsa da ben. O seni
almaya başladıktan sonra gözüm hep saateydi;
saat
19 olsun da annen bir an önce eve gelsin diye.19 olunca saat
“ohh derdim tamam artık korkma, şimdi L. girdi içeri”
31.12.2014 yılbaşı keşke gelmeseydim der gibi baban
Babana
asla güvenmezdim asla...Benim gözümde o babalık nedir tam kavramış biri değildi;
hele de senin omzunu kırdıktan sonra..
Aklı havada, kendiyle çok ilgili ama
etrafındakilere ilgisiz ve çokkk dikkatsiz bir insandı. Senin onunla yalnız
kalman; beni hep huzursuz ediyordu. Çünkü
pek çok olay yaşıyorduk.
Evsizin bir anahtarı da bizdeydi, bir sabah sabah seni
almak için evinize geldim; 3,5 yaşındaydın, baban üst katta uyuyor sen çizgi film açılmış televizyonun
karşısında; sehpada bir meyve suyu; belki pizzaya benzettiğinden çok sevdiğin annenin de sıkı sık yaptığı üzerine peynir,
domates, yumurta karışımı sürülerek fırına atılmış bir dilim ekmek .Sana mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlayan
“bak bu zeytin var ya ömrü uzatır” la çekirdeğini çıkararak yediren ben
ve annen için babanın sana verdiği
kahvaltı.... Ayrıca biz seni masada yemeğe
alıştırmak için yemeğini masada
yedirmeğe özen gösterirdik baban gibi
“görevimi yerine getireyim de, nasıl olursa olsun” modunda değildik ki sağlıksız, özensiz bir sofra hazırlayalım.
Senin
hayali arkadaşların olurdu kapıyı açar birden kapatırdın “aaa kapı mı çaldı
Can, niye açtın “derdim senin “evet, gelin, gelin içeri” şu anda aklıma
gelmeyen
isimleri
söyleyişini duyardım “bak
geldiler; haydi geçin” ben “kim derdim “ demesine de hayal dünyandan ürkerdim. Bazen Teoman Erel
parkında bir gün önce gördüğümüz senin uzaktan uzağa seyredip sonra ben
sahibinden isimlerini sorup sana da söyleyince peşlerinden koştuğun “ kral
ve ateş” olurdu eve gelen hayali arkadaşların adı, bazen “kio” bazen “...yogi” ,
bobo” aklına o an ne gelirse uydururdun.
İşte bu yüzden çok korkuyordum sen babanla yalnızken; o üst kattayken kapıyı
açıp hayali arkadaşların peşinden gidebileceğini düşündükçe.....Tabii bunu
engellemenin tek yolu annene iletmekti, iletmiştim “olacak şey mi Can aşağıda
tek başına küçücük bir çocuk o ....”.
31.12.2014 yılbaşı mahsunsun bilmem niye
Çok
dikkatsizdi baban öyle böyle değil; annenin
morali bozuk “ne oldu” “ az daha ev
yanacaktı , C. ocağın üstünde demliği unutmuş, gece biz de
yatıyoruz...sonra fark ettim, bak demliğin haline”. Böyle kaç şey unuttu o
ocağın üstünde bu annenin bize anlattıkları ya anlatmadıkları...Ev home ofis, işi yoksa seni servisten onun aldığı
zamanlar, Turan Güneş’te babanın keyf mekanı Starbucks’ta otururken kuzenin T.
görüyor, sohbet ediyorlar birden baban “eyvah” diyor “ Can’ı unuttum
servis gelmiştir”. Dahası mı elbette var, vardır....
2015
yılı akşam saatleri telefon “ koş
gülsen, ocağın üstünde unuttum fasulye tenceresini, kapıyı da çekmişim, ev yanacak” ben bir telaş
telefon elimde iniyorum “Allahım,
Allahım sen yardım et”
çilingirci; apartman kapısında
biri adresini yapıştırmıştı biliyorum hemen alıyorum telefonu bir koşu az daha
bayılacağım. Sen babanla kapıdasın nasıl da kaygılı, heyecanlısın baban “ hani
anahtar diyor” “ne anahtarı, çilingirci çağırdım, anahtar içerde kalmadı
mı” “yok almayı unuttum” haydi tekrar
eve , atlet halt etmiş o kadar kısa sürede giidp, dönüyorum ki ...Neyse elin
elimde önde baban açıyor kapıyı
kurtarıyoruz evinizi tencere kavrulmadan, yangın çıkmadan.
Güzel oğlum benim...kim derdi ki...bu hikaye
böyle bitecek kim..
Seni
kaybetme korkusu, beynim, kalbimi hep
tetikte tutan, huzursuz eden; ya düşerse
merdivenlerden, kaydıraktan, ya geçmeyen
öksürüğün kan kanseri, lösemiyse
... Bir keresinde yürüyemedin evet yürüyemedin; çok kötü şişmişti bademciklerin
hastalanmıştın tabii tadı ve
kokusundan nefret ettiğin, iki elinle içmemek için ağzını kapattığın meşhur
antibiyotiğin Augmentin kullanmıştık yine,
öyle alışmıştık ki doktorların sana Augmentin vermesine buzdolabın üstünde bir sepette
sonraları mutfak dolabının üst çekmecesine koyduğumuz ilaçlarına arasında illaki yedek bir Augmentin olurdu.
İşte senin kullandığın vazgeçilmez ilaçların
İşte daha Augmentin’in bitmemişken öyle
birden yürüyemeyince tabii akşam hemen Güven hastanesine götürmüşler, doktor
antibiyotik birikim yapmış yalnızca Calpol verin geçer demiş. Mor ambalajlı
Calpol çilek tadı bıraktığından içmeyi
severdin “ııımmm, tadı çok güzel “
ağzını kapamaz açar “ bir daha ver “ derdin Ibufen’i de severdin. Annen “Can hasta yürüyemiyor” diye
haber verince soluğu sizde aldık. Gerçekten kanepede oturmuş kalkamıyordun.
Senin öyle oturman vaki değildi demek ki durum ciddi. O gün sizin evde baktık
sana.
Bu
ilk defa başımıza gelen bir şeydi, Allahım!!!! annem ve ben üzüntüden bittik o
gün. Kucağıma alıp gezdiriyorum, tuvalete kucakta götürüyoruz bazen yere
koyuyorum yürümeye çalış diye topallıyorsun hemen kucaklıyor, oturtuyorum,
annen arıyor “valla daha düzelmedi, doktorun
teşhisi doğru mu acaba, olur mu böyle bir şey”. Ne korkmuştum ne..ya bir
şey olursa ya yürüyemezse, ya felç kalırsa, ya daha başka bir şey varsa.. “Can bir
daha deneyelim mi yavrum “ tek ayağını yataktan yere indirdin sekerek
yürümeye çalışıp mutfağa doğru sonra “yok yok acıyor”
O
gün de yürüyemedin annen doktora sormuş Calpol’e devam yarın da bekleyelim valla güven hastanesi doktoru
olmasa çoktan başka bir hastanede
soluğu almıştık. Ertesi gün baban getiriyor kucakta bize, kucağıma alıyorum odaya
götürüyorum “ daha acıyor” dedin. Hemen
yatağa yatırıyoruz, “deneyelim mi oğlum” elin elimde “korkma” diyorum bacağını indir bak acımayacak “ sonunda yürüdün “yürüyorum” diye bir sevinç “annemi
ara söyleyelim” , “ anişko yürüdüm,
valla” ; bir de böyle beni gülümseten
“valla” yı kullanırdın. Bir kez daha öyle oldun yine Calpol ve Ibufen verildi 4
saatte bir ama ilki kadar kötü olmadın çabuk yürüdün.
Genellikle
boğazın şiştiğinde ki sık sık şişerdi hata bademcik ameliyatı yapmayı bile
düşündü annen sonra vazgeçti çünkü bademciğin mikropları tutuğunu söylemişler
bir yerde. Ama boğaz kültürü almak senden ölümdü Medicana ’da bir keresinde
ortalığı yıkmıştın. Hatırlıyorum da hiç Beta olmadın hayır hayır baban Beta
oldu sende de bir keresinde beta çıktı. O kadar sık hastalanırdın ki...şaşardım
“L. derdim mikrop sizin evde, önce onu temizlemen lazım” meğer
pek çok şeyi bilmeden o
kadar doğru bir teşhis te bulunmuşum
ki.
İlaç
içmeyi bile oyuna çevirirdin; tadını sevmediğinden içmemek için odalar arası parkurda
elimde ilaç şişesi “ Can koşturma beni,
gel, eninde sonunda içeceksin, iyileşmen için” peşinden koştursam da yine de pek sorun çıkarmadan içerdin. Burun,
boğaz spreylerinden nefret ederdin;
acıtırdı çünkü. Bıkmıştın sende doktora gitmekten onun içinde ne zaman
çocuklara rahat nefes almayı
sağlattığını iddia eden “Breathe Right”
burun bandının reklamına denk
gelsek bak “daha rahat nefes daha iyi
uyku diyor bu çocuklar içinmiş bana da al” derdin.
Zaten
reklamlarda özelliklede çocuk kanallarında ne görsen oyuncak, dondurma “ bunu al, bunu da alarmısın ”derdin. Büyünce
bu defa da filmleri gösterirdin arada “
babamla gittik “ derdin “aaa ne zaman” “ dün” dün dediğin ya cumartesi ya
Pazar. Annen o da geldi Panora ’da
dolaştı biz seyrederken.
Birde
annenin bir keşfi oldu nefesin açılsın, burnun tıkanmasın diye Cold-Mix, yastığına, elbisenin yakasına,
omuzuna 2,3 damla sürüyor, evdeysen ben
sürüyorum. Faydası mı? Yoruma açık. Bu
dünyada ilaçlarla sınavın o kadar yer tutu ki hayatında; burunun o kadar çok
tıkanıyor, boğazın şişiyor, kızarıyordu ki
denemediğimiz bir şey kalmamıştı, ilaçlardan nefret ediyorduk o yüzden doğal ilaç yapıyorduk. Burun
spreyini boşaltıp içine karbonat, tuz koyuyordum; azıcıkta sirke, kendime de
hazırlamıştım ki birlikte yapınca o kadar mızmızlanmıyordun. Benim beyaz, senin
kahverengi şişedeydi ilacın. Ne eziyeti onu burnuna çekmen; çeker çekmez akardı
burnun yanımda peçete “oğlum bak burnunu
böyle kapat, iyice çek, dolansın diğer
burnundan aksın” Acırdı biliyorum bende yapardım çünkü “haydi 1,2,3 başla....” Hala odadaki o
kahverengi sehpanın üzerinde duruyor ikimizin spreyi.
Ve boğaz için gargara; ada çayı, İbrahim
Saraçoğlu’ndan duyunca boğazın şişmeden önce hazırlardım tabiiki bana da; iki çay bardağına koyardım birlikte banyoya giderdik.
Bak derdim “ yelkovan tam 12’nin üzerindeyken, bu tam şuradan, şuraya gelinceye kadar
yapmalıyız” sonra nasıl yapman gerektiğini
gösterir “böyle boğazının dibine kadar, sakın yutma, tükür”. Gerektiği kadar
yapmanı sağlamak için, sıkılma diye
de duvardaki saatin “tik tak” larına
dikkatini çekerdim, 1 dakika ya da 30 saniye gargara yapmak en iyisi olduğundan
“Can, bak bu yelkovan buraya gelene kadar yapacağız, haydi” başlardık sen
işaret parmağını sallardın, yelkovan her saniyenin üzerine geldiğinde ve “hııı,
hııı” diye ses çıkarır bir yandan da ayaklarımla dans ederdik. Ama sen ancak 30
saniye dayanır tükürürdün “ayyy, ııııı” “aferin
yeter zaten ama yarım saat bir şey yemek
yokk. “ Bir çocuk ne kadar saniye dayanır ki bir şey yememeye...
30.12.2015 ne kadar masumsun yavrum...ne kadar
Korkardım
seni kaybetmekten hele de hastalandığında. Elimi bırakıp caddeye fırlamandan,
bir arabanın altında kalmandan, bayat bir yemeği, dünden kalmış bir hamsiyi ben
yediğimde sende isterdin yerdik ama sen gittikten sonra korkardım ya zehirlendiysen “ saçmalama sen de yedin bir
şey olmadı” nafile korkardım Sallarken
salıncaktan düşmen, salıncağın kırılması gibi olasılığı en düşük şey bile aklıma
gelirdi. Ama içinde senin olduğun bir arabanın kaza yapması.. oysa babanın
nasıl berbat araba kullandığına, iki sokak öteye gidene kadar kaç trafik hatası
yaptığına tanık biri olarak en çok bundan tedirgin olmalıydım ya o konuda annene güvenmiştim ben; bana
verdiği söze “, C.in kullandığı bir
arabayla şehirlerarası yola çıkmam, gitmem İzmir’e, İstanbul’a, bizi öldürür”
dediğinden Ankara dışında bir yere “aslında C. bizi götürse hafta sonu İstanbul’a”
arabanızla gitmek istese; ben “aman ha sakın sakın
derdim” o da “yok yaparmıyım”ı öyle
kesin bir dille söylerdi ki... inanmıştım ben annene
Nerden
bilirdim araba kullandığı günden itibaren
49 yaşına gelen kadar şehirlerarası
yolda hiç araba sürmemiş, daha kendi arabasını doğru düzgün kullanmayan
babanın bir araba kiralayarak
şehirlerarası yolda araba kullanmaya kalkışarak senin hayatını, o kara
gözlerini, o heyecanını, hayallerini o
arabada sonlandıracağını....
Korkuyordum
yavrum ve bu korkum sadece seninle ilgiliydi, kendimi ikna için “Gülsen bak sen
İ. içinde böyle düşünürdün, gecelerce
uyumadın, korktun ne oldu? Hiç bir şey
okudu, üniversiteyi bitirdi, işe bile girdi, çalışıyor yahu, yakında evlenecek. Yine yersiz
bu korkun” Seni servisten alınca hep
yaptığın gibi kucağıma atladığında neredeyse ciğerime sokup ordan hiç çıkarmayacağım. Öyle
garip bir duygu sarmıştı beni.
Ahhh....
benim yavrum... ahhhh inan “arı “ diye
paniklediğini söyleyen “Can arıyı görünce öyle bir panik yaptı ki” diyerek; senin çocuk olduğunu
unutturup, direksiyonun hakimiyetini kaybetmesinin,
fren yerine gaza basmasının suçunu hayatını bitirdiği senin üstüne atacak kadar
vicdansız o adını anmak bile istemediğim
zatla, yanındakiler; kendilerini cahil
diye küçümsedikleri sıradan insanlardan üstün gören koca koca okumuş adamlar, kadınlar utanmasalar açık açık suçlayacaklar seni.
Hangi
çocuk panik yapmaz ki...hangi çocuk... ayrıca ben asla inanmıyorum yavrum senin
“arı” dan korktuğuna çünkü senin gibi
bir “arı maya” fanatiği,
parklarda arıların peşinden “ bak arı maya ve arkadaşı Willy ” diye koşuşturan, koşturduğumuzun
şahidi benim; ben. O arabada ne olduğunu da yalnızca sen ve diğer iki kişi
biliyorsunuz yavrum ve sen hiç yalan konuşmayacak, yalana yeltensen bile
çocukluğun mühtezi gülümsemesiyle kendini ele verecek sen, yoksun ki isteyen
istediği senaryoyu yazabilir “böyle
oldu” diyebilir ama o kusurun yüzde
yüz şoförde olduğunu belirten
devletin kaza raporunu ortadan
kaldıramazlar değil mi?
28.12.2015 yeni yıla hazırlık
Beni,
bizi senden mahrum bırakanı “babasıydı
diye” aklamaya çalışanların niye yürekleri
sızlamaz, acımaz biliyor musun çünkü emek vermemişler ki sana. Çünkü
bebeklikten çocukluğuna geçişine tanık değiller ki. Yaşanmışlıkları yok yavrum, anıları, bu evin
her yerinde, kapılarda, pencerelerde, çekmecelerin kulplarında el, parkelerdeki
ayak izlerini kim silebilir kim? Onlar kaç kere sana mama yedirdiler, kaç kere
poponu sildiler, Sudocrem sürdüler, ninni
söylediler ? Kaç kere ateşini düşürmek için çırpındılar, telaşla ılık duş aldırdılar , ıslak pamuk koydular
alnına? Kaç kere maçta takım arkadaşı oldular, top oynadılar, birlikte masal yazdılar, kaç kere masada
birlikte oturup sohbet ede ede yemek yediler, birlikte yemek yaptılar. Kaç
kere buzdolabını açıp “ne var” diye önünde dikildiğinde “kapat Can, üşütecek
hasta olacaksın” dediler sana.
Mutfak kapısının arkasında hala sen yaşadığındaki gibi dizili paket paket küçük
sular, “su” koşar alır gelirdin “su çok
faydalıdır hadi oğlum iç, ateşin düşsün”
Küçük pet şişeden suyu nasıl içiyordun bilmezler. Niyeyse kapağından
açmaz, altından delik açarak içer olmuştun son aylarda. Bu benim suyum der
sehpaya bırakırdın şişeni, sen evine gidince ben kaldırırdım bazen de unuturdum
sen gelince orda bulurdun şişeni “bu oğlan bu suyu niye böyle içiyor anne
anlamıyorum “ derdim. Bunu sana da söyledim “oğlum kapağını açıp içsene” “böyle içmek istiyorum”, “böyle içiyorum”
İnsanların
hayatını allak bullak eden bir ölümü getiren olayın sorumlusu kişiyi cezalandırarak bir daha aynı trajedinin
yaşanmaması isteneceğine “nasılsa Can,
nasılsa o kaybedildi; bari geride kalanları kurtaralım” saçmalığıyla
örtülen merhametsizlikte; olayın müsebbibini aklamak için gerçeği ters yüz eden bir mantığı
genelleştirerek kötülüğü, vicdansızlığı normalleştirdiklerin farkında olamayan bu
insanlar; kendi hayatlarını alt üst etmediğinden başkasının trajedisini anlamak
bir yana ölümü çok kolay bir
şeymişçesine sunmaktan da çekinmezler.
Hep
olur, akladıkları insan aynı suçu
işlesin ya da kefil oldukları insanın bilmedikleri nahoş, sinsi yüzü ortaya
çıksın bu defada sanki onun arkasında durmamış , aklamamışlar gibi “
aaa demek öyle bilmiyordum, bildiğin kasıt var, dikkat edeceksin bir çocuğun
canı emanet sana, olur mu kemer takacaksın ”la kendilerini sıyırıverirler;
akladıklarından.
Bir
tek kendisine söylediğinden annenin;
anneannen ve deden hakkındaki olumsuz fikirlerini bile bile anneni
Dikili’de tatil yapmaya yönlendiren “aman boş ver önemli olan Can. İdare
edersin on gün ne var, denize girer çıkarsın. Çocuklu biri için evde tatil
yapmak daha akıllıca bir şeydir; daha
rahat edersin hem Gülsen’de bahçeye bir sürü sebze hatta karpuz bile ekti taze taze yer yedirirsin Can’a. Annem de
yardımcı olur, baktın olmuyor dönersin” lafazanlığıyla ikna eden oyun kurucu F. ; bugün asla bu iknasının anneni Dikiliye yolladığını kabul etmez, tüm diğer hayatları etkileyen
yönlendirmeleri yapan ufak tefek cinayetler dizisindeki hayatın içindeki onlarca Merve’ler, Pelin’ler
gibi.
Bunları
yazmak bir şeyi değiştirmez, seni geri getirmez, ben rahatlatmaz belki bunları okuyanlar başkalarının yaşamına
gerekli, gereksiz müdahalenin; birini bir yere yönlendirmenin, birine tavsiye
verirken, konuşurken söylediklerinin karşısındakini nasıl etkileyebileceğini anlar da ona göre hareket ederler diye yazıyorum bunları.
Bu belki senin gibi masum başka bir
çocuğun hayatını da kurtarır. Belki bunu okuyan anneler, babalar bir çocuğun
kaderinin nasıl ellerinin altında olduğunu görerek karar verirken iyice düşünür taşınır, bir şeyi aceleye getirmezler.
Can
!!!! Bugün 25 Şubat 2018, e-devletten soyağacıma baktım, benle biten yarım sayfa
bir soy. Babamın soy ağacını baktım, herkesin karşısında sağ sağ diye yazarken
birden torun Can Kocataş ölüm; 2/07/2016. Oyyyyyy oyyyyyy o an...o an.... anlatacak bir kelime bulamıyorum,
yokkkk. Bu nasıl bir çaresizlik, nasıl bir adalettir hayatın.
Güzel
oğlum....bu karşısında “ölüm” yazsının olduğu sayfa yıkmaz mı bir
insanı, ahhhh dedirtmez mi? O kadar
kısaydı ki hayatın yalnızca birkaç
kişinin belleğinde bir anı olarak kalmana gönlüm razı değil, yaşadıkların
bilinsin istiyorum; ki insan ömrünün yarısı bile değildi ki yaşadıkların.
Bu
acının, bu sen yoksun diye bir ceset gibi ardımdan sürüklediğim hayatın
canlanması için hiç gerçekleşmeyecek, olamayacak bir şeye bağlı; senin yaşamana, senin yanımda olmana, elimi
tutmana, benimle oynamana... derdimin tek ilacı; sensin; yoksun..Bu saatten
sonra yavrum; benden ne kimseye yar, ne kardeş, ne teyze, ne de hala olur.
Biliyor
musun aşağıdaki resimdeki gibi birlikte bilgisayar oyunu oynadığımız, resim
yaptığımız şu satırları yazdığım masanın üzerindeki her şey aynı. Bu resmi çok
güzel bir çerçeveye yerleştirdim masanın üzerine koydum, her gün
yazarken bakıyorum “Allahım diyorum her şey aynı; aynı
bilgisayar, aynı oyuncak zürafa, aynı maus ki sen maus kullanmazdın, o küçük
not defteri...
07.08.2015 saat:18,30
Bizde
uyuduğun bir gün ki uyku problemin vardı bu bir, bir de ben alışkın olduğun mekandan uzak kalmak
seni zorlayacağından istemezdim akşam
bizde uyumanı ama annen
bir iş toplantısına gitmek zorundaydı iki günlüğüne, o zaman başkasına emanet
edemezdim seni ve saat o kadar geç oldu
hala uyumadın “uyuyamıyorum kediciğim yok” dedin.
ipe bağlı gezdiriyorsun kediciğini
Belki
erken bir saatte söylesen koşar
evinizden alır gelirdim ama saat geç,
gece 11,30, gözünden uyku akıyor ; uyuyamıyorsun “kedicik yok ama bak ne
var zürafa” “o da olur Can, kediciğin arkadaşı” diyerek seni ikna etmiş,
zürafaya sarılarak uyumuştun, o zürafa bile yine masanın üzerinde aynı yerde bir tek Can yok “ .
Boynu bükük kaldı zürafanın
Şimdi
o masanın üzerinde senin bahar gülüşlü resimlerin ve kalemliklerin var.Onlarca
kalem olurdu masada kahverengi küçük bir vazonun içinde, simli, renkli, yazdığım bir şeyin altını çizmek için
kullandığım fosforlu kalemler, denerdin resim yapardın “aaa bu kalemin rengi
çok güzel mavi” “simli kalem o Can farklı”. Bantların, uhu’nun, yapıştırıcının,
cetvel ’in kalemtıraşın, silginin, metrenin, hemen hemen her şeyin suyun,
ekmeğin, meyvelerin, çikolatanın, patatesin, soğanın yerini bilirdin “dur ben
getiririm “. Öyle ilgiliydin evle, eşyalarla “Can koş
bant “der demez fırlardın, “Can,
interneti tak” dediğimde hele bunun bir oyun, çizgi film seyretme sinyali
olduğunu bildiğinde ok gibi salona fırlar yerdeki kabloyu takardın fişe.
senden sonra senden geri kalanlar masada
2016
Nisan sonu Mayıs başı Dikili’ye gittim F. ve annemle gitmez olaydım. Evdeki
kahve makinası götürdüm orada bulunsun
diye, dönünce siyah renkli bir kahve makinası aldım, sen eve geldin “bak
bakalım dedim yeni bir şey var mı” şöyle
bir baktın “kahve makinası “ dedin. Çorap giymişim bir gün mavi, pembe desenli; şimdi yırtıldı ama atamadım sen “aaa çorabın ne güzelmiş” dedin
diye “ Öyle ilgiliydin işte bu evle, eşyalarıyla.
Sırf
silgiyi kullanmak için karalardın masanın üzerindeki yazıcıdan aldığın kağıdı
sonra silerdin.Bak demiştin okula başladıktan sonra “bende de aldım simli kalemden
“ çantandan çıkardığın kalemliğini masanın
üzerine koyup tek tek göstermiştin. Şimdi masada senden geride kalan; araba resimli iki kalemliğinde
üzerinde Can K. yazılı minik etkilerin
yapıştırıldığı renk renk boya kalemlerin,
simli kalemlerin.
Elime
alıyorum kalemlerini; Can’nın küçük
elleri dokundu bu kalemlerle okşuyorum, öpüyorum senden bir
parça, bir koku var onlarda biliyorum. Eriyorum ben böyle eriyorum, ölene kadar her şey sen olduğun zamanlardaki
gibi kalsın istiyorum bu evde.
Diyorum
ki keşke çokk yıllar önce insanlar “#metoo-ben de” diyerek aileleriyle ,
yapıklarıyla da yüzleşsebilselerdi.İdeal olmasa bile ideale yakın bir çocuğun idolüm diyeceği baba, anne dışında kalan akrabalar nasıl olmalı yazıları dolansaydı Net’te. Niye mi ? “Aman aileye zarar vermeyelim milletin
evinde neler oluyor, hiç kimse duyuyor mu”yla saklanan her şey canına okudu
hepimizin, bu toplumun. Her olumsuzluğun hasır altı edildiği öylesine dışa
kapalı bir aile yaşamı var ki “Gerçek
ailesini aramak için yayına katılan Hasancan isimli genç, babasının öz dayısı
olduğunu ve bu kişinin yıllar önce annesine tecavüz ettiğini öğrendi. Gerçek
babasının aslında öz dayısı olduğunu öğrenen genç adam şoka girdi.” vari
onlarca etik olmayan olay, aile içi şiddet, taciz, ensest ilişki daha yeni yeni
sorgulanır hale geldi.
Eğer
bir çocuğun nasıl korunacağına, güvenliğinin nasıl sağlanacağına dair bilgilendirmelere
önem verilse; yalnızca iyi eğitim alması, güzel şık giyinmesi, sağlıklı
beslenmesi değil, deprem, afet, trafik, oyun ortamının tehlike barındırması, hastalıklara geçit vermeyecek hijyenin
sağlanması vari hayatı sonlandırabilecek onlarca konu gündeme
taşınsaydı; onlarca çocuk sende dahil yavrum bugün yaşıyor olacaktın. Çocukları
her an hayatından edecek onlarca olgu, ihmal, tehlike ortadayken iyi bir okula
gitmenin, yabancı dil öğrenmenin, organik beslemenin, organik külot giymenin tehlikeler
önlemeye ne faydası olur ki.
30.12.2015
Zaten
doğduğumuz coğrafya şiddetin, saygısızlığın, kaba davranışın diz boyuna ulaştığı bir yer. Bizler kendimizi koruyacak yaşa gelene kadar ölmemizi şansa ve de teknolojinin bu denli gelişmemiş
olmasına borçluyduk; bir yerden bir yere gitmeye araba bulmazdık ki trafik
kazasında ölelim. Araba sahibi olmak bir üst sınıfa burjuva ait bir konfordu. Çok çocuklu ve de çocuk gelin
annelerin evlatları için hayat hep zor geçmiştir; zira daha
ergenliğine girmemiş, 14-15 yaşında ilk çocuklarını doğuran bir çocuk; ne bilirdi çocuk yetiştirmek ne, nasıl olmalı;
ezim ezim ezilirken kendinden on yaş
büyük; hizmetçisi yapıldığı kocası
tarafından. O yüzden çokta suç bulmam ben o çocuk gelinlerin yetiştirdiklerinin
doğru olmayan davranışlardan, ruhsal
kasırga yaşamalarından.
Yaşadığımız
bu toplum öylesine de acımasızdır ki; senin,
kardeşinin, akrabanın bir başkasının başına gelen bir felaketi, ölümü, iflası,
hastalığı “ohhh”la karşılayabildikleri gibi hemen de “ kim bilir kimin ahını aldı” yı yapıştırlar.
Birinin; bir insanın ölümü karşısında anne, baba, kardeş kadar aynı üzüntüyü,
acıyı çekeceğine, onlar kadar üzülebileceğine inanmazlar. Ki oğlum, düşünsene
senin ölümün karşısında, o acının ortasında, darmadağınıkken ben; kendi ailem,
annem hariç çünkü o da aynı duyguları yaşıyordu; bana “ sen annesi değilsin“ diyerek sana ne kadar üzülmem, ne kadar yanmam gerektiğini
tebliğ edebildiler.
Bu duruşun bu gülüşün kalbime ok gibi saplanıyor
Düşünsene
Can’o yaşarken sana “ eğer sana bir şey olursa ben yaşayamam “ diyen teyzen,
“hey dostum”, “biz arkadaşız Güşen”nin senin kaybına annen kadar üzülemezmiş...Duygunun, yaşadığın
acının derecesini ayarlayacak kadar akıldan izandan yoksunlardan oluşan bir
topluluk için ne denir ki.. Neymiş ben seni doğurmamışım, evet doğurmadım ama
doğursaydım da bu kadar olurdum; kendi
evladımla da bu kadarını
yaşardım.
Annen
sabah 9.00 bazen 8,30 akşam 17.30; 18.00 arası haftanın 5 günü işteyken; seni kreşe götüren, kreşten alan,
ne yemek yapayım Can’o ya bugün diyen hastalandığında, ateşin çıktığında sana bir şey olacak diye
aklını kaçıran, doktora götüren teyzoşun; sen eve gidince de on kez anneni
arayıp “ yemek yedi mi, ne yedi”, “ilacını içti mi, ateşi var mı”, “ ne yapıyor
şimdi bir versene konuşacağım”, “Can’o biliyor musun sana o köpekleri çektim
yazıcıda” , “ bilgisayar düzeldi yarın Hazal bebek oyununu oynayabiliriz ” diyen
ve Tanrı şahittir eğer sen hastaysan bütün gece
“ yeniden ateşi çıktıysa L. fark
etmediyse,” gibi onlarca düşünceyle dolan
beynim sabaha kadar uyutmazdı beni.
Ben
annene bile güvenemiyordum çünkü bir keresinde sabah kalktığında yastığında kan
görmüş burnun kanamış meğer. Buna takmıştım ben ya kan boğsaydı seni “gece yatarken arada kontrol
et, yine burnu kanar da Allah
korusun” Çoğu gece takıntı yapardım seninle
ilgili eğer o gün sana kızmışsam, dediğin bir şeyi yapmamışsam sen gittikten
sonra kafama takardım o gece ölürdüm ben “çocuk unutur” tesellisi boş çokkk üzülürdüm çokk.
Şimdi
yavrum diyorlar ki sen annesi kadar
üzülemezsin, niye bunu diyorlar anlamıyorum, ne gereği var, acı mı yarıştırıyorlar, herkesin bir olaydan
etkilenme derecesi yaşanmışlığı kadardır. Ben hiç diyor muyum annesi belki de
benim kadar üzülmez diye. Kimsenin üzüntüsünü tartma, yargılama hakkım var mı?
Gecelerce
sana bir şey olacak diye uyumayan ben annen kadar üzülemezmişim, ellerinde
termometre ölçüyorlar acıyı...düşün yavrum sen buna şahit olsaydın ne derdin.
Hastasın bütün gece ben evimde uyumamışım sabah daha 7 olmadan erkenden annenin bana söylenmesini göze alarak arardım “ nasıl
oldu, nasıl” “ bir kere uyandı, mışıl,
mışıl uyudu, ateşi de düştü” ; “salak
derdim bütün gece Can için ayaktaydı bak
o düzelmiş, keşke L.nin kızmasına katlanıp gece 11’de arasaydın” diye azarlamışımdır
kendimi. Çekinirdim yavrum annenden ,
babandan “ne diye zırt pırt arıyor demelerinden” de arayamazdım.
İnsanlar “ annesi bile bu halde değil” le ne hissetmen
gerektiğine karar veriyor; duygularımı yargılıyorlar; olacak şey mi? Ben
kimseye benimle üzülün, kahrolun mu
diyorum, size ne benim acımdan, size ne benim duygularımdan, üzüntümün
derecesinden? Ben belki değil kesinlikle o insanlar gibi değilim. Can,
kalbim dayanmıyor senin yokluğuna, sesini duyuyorum hep, her duyduğumu sandığımda sesin kırılıyor içimde, hayatımla
beraber...sesin kırılıyor.
İnsanın
ne hissettiğine bakmayıp, ne hissetmesi gerektiğini dikte etmek akıldışılıktan başka nedir ki yavrumm....
bazen bana kızıp ağladığında, bazen “anneme
götür beni” dediğinde “teyze anne yarısıdır, bak annen karşında işte yavrum; yarısına sarılabilirsin” derdim seni
güldürmek, acını hafifletmek için, gözyaşlarını silerek kucakladığım teyzene; özellikle senin vefatından sonra annenin; bana
ve anneme reva gördüklerini.... yazacağım yavrum çünkü...
Kime
ne yavrum, kime ne ? Yalnızca posası
elimde kalmış bu hayat benim; herkesin
benimle ilgili ne düşündüğüyle mi uğraşacağım; bu kadar önyargılı, kötü niyetli
insanlar arasında. Sen yoksun ya umurumda değil artık ne kardeşlerimin, ne
yeğenlerimin, ne de başkalarının benim
için düşündükleri, sen varken önemliydi belki ama şimdi... tek başınayım;
seninleyim; o kadar.
Sanki sen yaşıyorsun da ben annenin elinden
seni almışım gibi ki kim bir annenin elinden yavrusunu alabilir; nasıl oluyor da “annesi değilsin”
diyecek kadar korkunç düşünebiliyor insanlar yavrum...nasıll....
üstelik sen yaşamıyorken. Sensizliğin yasını tutacaklarına daha kırkın dolmadan
bunları konuşulmuş yavrum, Velev ki ben
seni evlat, sen de beni “anne “ saydın
ya da yalnızca ben seni evlat gördüm ne var bunda; bu kadar konuşulacak. Yahu ablamız bekardı, Can
hakkında böyle düşünüp, davranmışsa daha iyi olmadı mı annesi kadar düşkündü,
baktı, gezdirdi, yedirdi, bakıcının eline bırakmadı; acıyı en derinden yaşıyor
annesi gibi diyeceklerine. Seni elinden mi aldım annenin. bu ne kadar haksız ve
kadar korkunç bir itham sen bir mezar taşının altındayken...