4 Mart 2018 Pazar

Kim derdi ki...bu hikaye böyle bitecek, kim..(I)





yıl 2015



Gül yüzlüm; ışık gözlüm; yaşadığım sürece dinmeyecek, yüreğime dokunan  “o sızının,  o ağrının adı hep  “Can” yavrum, hep Can... gerisi yalan be yavrum; gerisi gözyaşı, gerisi acı, gerisi boşuna geçecek yıllar. Bütün ev, sokak; sen; bazı şeylerin insanı teselli edecek “birazı” olmuyor ki; hayatın,  ölümün, aldatmanın, ihanetin “biraz”ı olmuyor yavrum. Tüm bildiklerimi unutturan ölümünün gerçekleştiği o günün  2  Temmuz’un  içinde hapsoldum, kayboldum  ben,  dönüp duruyorum ta ki yanına gelene kadar.

 İyi misin diyorlar;  seni toprağa gömdüğümüz günden bu yana ayna da o eski  Gülsen’den tek bir izin kalmadığını gördüğüm sapsarı yüzüme bakıp. Bilmiyorlar mı, sen benim kalbimdin oğlum, kalbi gömülen biri nasıl olur? Yaşamayacak kadar iyiyim demek geliyor içimden ama biliyorum onun ne ifade ettiğini bile anlamayacaklar. Ne yazık, ne yazık ne kadar da çabuk bitti her şey, yok yok yavrum insan eliyle bitirildi hayatın. 







Videolarına, fotoğraflarına... bakıyorum... bakıyorum  o güzel yüzüne, canlı muzip  gözlerine...sesini dinliyorum ama nafile; bedenin olmayınca yanımda, elini tutmayınca, konuşmayınca seninle; içimi parçalayan  ufak bir avunma kalıyor videoların, fotoğrafların.... niye, nasıl yaşıyorum; kahroluyorum yaşıyorum diye. Allahım diyorum nasıl olurda o ölüm yolculuğuna karar verirken; ben  duyduğumda seyahate gideceğinizi; babanın şehirlerarası yolda araba kullanamayacağını  bildiğimden  içime bir korku  düşmüşken,  nasıl olurda bir kaza ihtimalini hiç düşünmediler, emniyet kemeri takmadılar sana da hiç yere bitti  hayatın... hiç yere bitti.

 “Gün gelip bitecek bir masaldır. Ne kadar severseniz o masalı, o kadar üzülürsünüz” yazmışım bir yerlere seni kaybetmeden önce. Seni bana göstermedikleri bir dönemde F.’ye çektiğim bir mailde, senin yokluğunun acısı yazdırmış bana o sözleri de.  Ahhh oğlum ahhh; ben o sözü hayatında bir gereği büyüdükçe sen de diğer yeğenlerim gibi kendine ait dertler, dersler, işlerle uğraşacağından; okula  hayatın başlayınca eskisi kadar sık göremeyeceğimi  ve o görmeyişin beni yaralayacağını ifade için o cümleyi kurmuştum. O zaman senin de  aile üyeleri gibi uzun ömürlü olacağını sanıyordum.




                                            30.12.2015 ;  saat 11.40  Panora




Bu gerçeği kim bilmez ki yavrum, bir çocuğa bakan bakıcısı dahil,  evladı olan herkeste  bilir; gün gelecekti senin de belki içinde benim, bizim olmayacağımız  kendine ait bir hayatın olacak; yetişkin  bir erkek  olduğunda  da   bir yuva  da kuracaktın. İş arkadaşım E.  21 yaşındaki evladını U.’yu  trafik kazasında kaybettiğinde  yaşadığı acıyı , delirdiğini görmüştüm  “Allah kimseye vermesin” sözlerini dinlerken bir gün bizim de , benim de başıma böyle bir şey  gelebileceğini hiç düşünmemiştim. Hayatımda hesapta olmayan tek şeydi yavrum seni yaşlanmadan daha çocukken  bir trafik kazasında yitirmek.

O kazanın; senin kaderin olduğunu söyleyerek  kazayı yapanı aklayanlar da biliyor Tanrının hiç suçu yok; Tanrı sana niye böyle bir kader yazsın? Yasaları emniyet kemeri takılmadan içinde çocuk olan bir  arabanın hareket  etmesine izin vermeyen  Avrupa’da; ABD’de, Japonya’da   yaşayan  milyonlarca çocuğa;  trafik kazasında hayatını kaybedeceği   bir kader yazmayan Tanrı;  niye bu ülkenin çocuklarına;  sana böyle bir kader yazsın ki.

Çocuklara emniyet kemeri takmadan, arkada oturması gereken çocukları ön koltukta oturtarak arabaları süren her biri bir trafik canavarı olmuş şoförlere caydırıcı cezalar vermeyen  bu ülkenin yasalarının böyle olmasını Tanrı mı istedi.





                                   Saat ;11.44  hiç halin yok, süzgünsün, hastasın yine



Tanrı  niye  Türkiye’de; Ortadoğuda  trafik kazalarında, savaşta yitip gidecek çocukların    doğmalarına  izin versin ki...niye? Onların ölümünden zevk mi alıyor? Olacak şey değil bu tür kazalar, savaş  sonrası konuşulanlar, yazılanlar. Yaşasaydın sende bilirdin; Tanrı; kulu kadar;  seni ;trafikte, savaşta yiten çocukları daha başındayken bir fideyken hayattan edecek ;  seni bizden, benden  ayıracak  bir kader yazacak kadar acımasız, merhametsiz değildir. Tanrı  kulları kadar vicdansız olamaz.


 “Haydi hazırlan, şuraya gideceğiz” dediğinde ebeveyn,  hayatını onlarsız sürdüremeyecek kadar küçük  çocuk olduğundan   “hayır  gitmek istemiyorum, oraya değil buraya gidelim ya da gitmeyelim” deme, seçme, tercih etme hakkı bulunmayan onca çocuk gibi senin de güzelliğinin, mutluluğunun, hayallerinin  kör bir inada, bir ukalalığa, “bir şey olmaz” bilmişliğine,  bir ihmalle,  bir emniyet kemerine kurban edildiği bir ülkedir burası.





                                               28.12.2015 Saat 13;10; mutluyduk biz




Benim, güzel yavrum, teyzoşummm, bazen İbrahim Tatlıses’in şarkısındaki gibi “bir tanem, deli gibi severim seni ben”le seslendiğim  bir tanesi;  bir çocuk kendi tercihini  yapma yaşına gelmediğinden, karar verici durumda olmadığından hayatıyla ilgili ebeveynlerinin kararına uyacaktır. Çünkü ufacıktır tek başına hayatını sürdüremez, bir yere gidemez, ne boyu, ne aklı ne deneyimi buna izin verir. Onun içinde insanların kaderi  karar vereceği yaşa gelen kadar  ebeveynlerin elindedir.

 O yüzden de Antalya’da 2 katlı bir gecekondu da çıkan yangında ölen 1, 5 yaşındaki Abdülkadir Aksoy’un;  okul servisinde  havasızlıktan yaşamını yitiren 3 yaşındaki Alperen Şahin’in; kaza sonrası "uyumasaydım olmazdı" diyen arabanın şoförü baba Hafız Fındık'ın  hatası yüzünden hayatını kaybeden 15 yaşındaki Zeynep, 7 yaşındaki Muhammed Fındık’ın; kaldırımda yürürken bir şoförün çarparak öldürdüğü Meryem Cize’nin hayatları  hiç yere heba olmadı mı? Alınacak basit bir  önlem, bir dikkat  sayesinde ölümün elinden kurtulabilecekken; ihmaller yüzünden  onlarca çocuğun hayatı da  senin hayatın gibi boşu boşuna yitti gitti.

Ve seni, diğer çocukları hayatından eden ihmalinin müsebbiplerinin  vicdan azabıyla, utançla   kuytularda saklanma yerine;  suç ölende,  öldürdüğündeymişçesine Rüzgar Çetin gibi; Antalya’da yolda yürüyen kadına saldırıp dakikalarca taciz eden onlarca  49 yaşındaki H.V  gibi; iyi halden dışarı salınan onlarca can almış  şoför,  tacizci, tecavüzcü  gibi;  ortalıklarda hiç bir şey olmamışçasına, fütursuzca ve de  arsızca dolaştıkları  bir ülkedir burası.






                    16.11.2015 saat;11.12 Lozan parkta yeni açılan spor bölümünde







İnternette “İslam’a göre kusurlu şoför katil mi” diye bir yazıya rastladım tesadüfen “Trafik kazasını ki kaza demem ben hele de yukarıda  örneğini verdiğimiz sürücünün % 100 suçlu olduğu kazaya uyguladığımızda ister kasd'a isterse kasda benzer öldürmeye girsin, neticede sürücü katil adını alır. Çünkü araba kurallara riayet edilmediği takdirde 7.65'lik bir silahtan çok daha öte öldürücülük özelliğine sahip değil midir? 40 km hızla yol alınabilecek bir ara yolda, 120 km hızla giden bir sürücünün karşıdan karşıya geçen bir yayaya çarpması örneğini düşünün ve kararı kendiniz verin.”

İnsanı canından edene neden  “katil” denileceğini bundan daha iyi anlatacak bir yazı yoktur. Seni bu hayattan koparana kadar her akşam televizyonlarda öylesine dikkate almadan izlediğim, gazetelerde göz ucuyla baktığım;  okumadığım  “cinayet gibi kaza”  haberlerine kayıtsızlığımı düşünüyorum da, bu kazaların yapılmaması, olmaması için farkındalık yaratacak  bir  sosyal sorumluluk projesinin başlatılmamasına ya da  “ bir kaza; değiştirmesin  hayatınızı; almasın elinizden çocuğunuzu “ kamu  spotuna rastlamadığıma nasıl kahr ediyorum nasıl ... Belki bu dediklerim olsaydı;  bir emniyet kemerine kurban edilmezdin;  her an yanında olmadığımdan seni korumam mümkün olamazdı; en azından annenin dikkatini çeker, bu felaket başımıza gelmezdi diye  düşünmeden edemiyorum







                    31.12.2015 saat 19;53  yılbaşı kim bilir ne var aklında, dalgınsın



 “Aman ha Can önce sağa, sonra sola bak! benim gibi, araba a yok  haydi geçelim”, “yeşil yanınca geçeceğiz, kırmızı arabalara geç demektir”le trafik kurallarını öğretmeye başlamıştım ben sana daha 2 yaşındayken, trafik ışıklarının olmadığı yerde  sen  3,5 yaşındayken dahi  kucağıma alarak karşıdan karşıya geçerdim.  Sen de zaten   mahalledeki  Nurçin Sayan ilkokulunun bahçesine inen merdivenleri olan o üst geçitten geçmeye bayılırdın. Dik  merdivenleri küçücük ellerinle bacaklarını tuta tuta  “ahh, ahhh” diye, diye çıkardın tabii ki teyzoşun dayanamaz kucağına alırdı seni....

2014-2015  döneminde Tevfik Fikret’te    anaokuluna  başlamıştın bir gün  “bugün  trafik polisleri geldi sınıfa; biri de abla vardı” diyerek o günü heyecanla anlatan sen, nerden bilecektin bir trafik kazasının kurbanı olacağını; elini sağa, sola uzatarak   trafik  polisini taklit eden sen yavrummm ahhh sen yavrum...Polisleri severdin korkmazdın , en sevdiğimiz oyunlardan olan çiftçilik oyununda  “Alooo polis yardım edin “ diye  telefon ederdin.


512 sokağı kesen  Layoş Koşut caddesinin köşe başındaki  evimize doğru yürürken ki ne çok yürümüşüzdür seninle ne çok, her seferinde illaki sen koşardın sokakta kaldırımda; ben  arkanda kalırdım tam o kesişme noktasına gelmek üzereyken bağırırdım “Can yavaşla,” duymadın sanırdım “Can, Can dur ! dikkat et, araba, araba çıkar” derken koşar yakalardım seni, çok nadiren  de öyle panikle bağırırdım ki sen köşede dururdun,  elinden tutar karşıya geçerdik birlikte.





                                        22.09.2013 saat 13;55



Anneciğim  önceleri   aileden birinin  anne, baba,  kardeşimi  sonraları  da yeğenlerimi kaybetme korkusu bende hep vardı, hep ta çocukluğumdan kalma. Geceleri kardeşlerimin nefeslerini kontrol eder, dinlerim o derece. İlk yeğenim İ. doğduktan sonra bu defa da yeğenlerimle ilgili kaygılar aldı başını gitti, akşamları yanımda olmadıklarından, kontrol edemediğimde  uyuyamıyordum. Bir gece kalkıp anneme “ya F. dikkat etmezde İ. balkondan düşerse,  ona bir şey olacak  diye çok korkuyorum, uyuyamıyorum “ demiştim  annem de “bir doktora gidelim “ demişti  haklı olarak, sonra geçti o korkum. Ve aileden  birinin hayatını kaybetmesinden korkardım.

Bu korkuyu sende de  yaşadım. Özellikle baban  2015 yılında home ofis  çalışmaya başlayınca; servisten o  seni alırdı eğer işi çıkarsa da ben. O seni almaya başladıktan sonra  gözüm hep saateydi;  saat  19  olsun da annen  bir an önce eve gelsin diye.19 olunca saat “ohh derdim tamam artık korkma, şimdi L. girdi içeri”




                           31.12.2014 yılbaşı keşke gelmeseydim der gibi baban



Babana asla güvenmezdim asla...Benim gözümde o babalık nedir tam kavramış biri değildi; hele de  senin omzunu kırdıktan sonra.. Aklı havada, kendiyle çok  ilgili ama etrafındakilere  ilgisiz ve çokkk  dikkatsiz bir insandı. Senin onunla yalnız kalman; beni hep  huzursuz ediyordu. Çünkü pek çok olay yaşıyorduk.

 Evsizin  bir anahtarı da bizdeydi, bir sabah sabah seni almak için evinize geldim; 3,5 yaşındaydın, baban  üst katta uyuyor sen çizgi film açılmış televizyonun karşısında; sehpada bir meyve suyu; belki pizzaya benzettiğinden çok sevdiğin  annenin de sıkı sık yaptığı üzerine peynir, domates, yumurta karışımı sürülerek fırına atılmış  bir dilim ekmek .Sana mükellef  bir kahvaltı sofrası  hazırlayan  “bak bu zeytin var ya ömrü uzatır” la çekirdeğini çıkararak yediren ben ve annen için  babanın sana verdiği kahvaltı.... Ayrıca biz seni masada  yemeğe  alıştırmak için  yemeğini masada yedirmeğe özen gösterirdik  baban gibi “görevimi yerine getireyim de, nasıl olursa olsun” modunda değildik ki  sağlıksız, özensiz bir sofra hazırlayalım.

Senin hayali arkadaşların olurdu kapıyı açar birden kapatırdın “aaa kapı mı çaldı Can, niye açtın “derdim   senin   “evet, gelin, gelin içeri” şu anda aklıma gelmeyen
isimleri  söyleyişini duyardım   “bak  geldiler; haydi geçin”  ben   “kim derdim “  demesine de  hayal dünyandan ürkerdim. Bazen Teoman Erel parkında  bir gün önce gördüğümüz  senin uzaktan uzağa seyredip sonra ben sahibinden isimlerini sorup sana da söyleyince  peşlerinden koştuğun  “  kral ve ateş” olurdu eve gelen hayali arkadaşların adı, bazen “kio” bazen “...yogi” , bobo”  aklına o an ne gelirse uydururdun. İşte bu yüzden  çok korkuyordum  sen babanla yalnızken; o üst kattayken kapıyı açıp hayali arkadaşların peşinden gidebileceğini düşündükçe.....Tabii bunu engellemenin tek yolu annene iletmekti, iletmiştim “olacak şey mi Can aşağıda tek başına küçücük bir çocuk o ....”.  





                                            31.12.2014 yılbaşı mahsunsun bilmem niye 




Çok dikkatsizdi baban öyle böyle değil;  annenin morali bozuk “ne oldu”  “ az daha ev yanacaktı ,  C.  ocağın üstünde demliği unutmuş, gece biz de yatıyoruz...sonra fark ettim, bak demliğin haline”. Böyle kaç şey unuttu o ocağın üstünde bu annenin bize anlattıkları ya anlatmadıkları...Ev home ofis,  işi yoksa seni servisten onun aldığı zamanlar, Turan Güneş’te  babanın  keyf mekanı Starbucks’ta otururken  kuzenin T.  görüyor, sohbet ediyorlar birden baban “eyvah” diyor “ Can’ı unuttum servis gelmiştir”. Dahası mı elbette var, vardır....


2015 yılı  akşam saatleri telefon “ koş gülsen, ocağın üstünde unuttum fasulye tenceresini, kapıyı  da çekmişim, ev  yanacak”  ben bir telaş  telefon elimde iniyorum “Allahım,  Allahım sen yardım et”  çilingirci;  apartman kapısında biri adresini yapıştırmıştı biliyorum hemen alıyorum telefonu bir koşu az daha bayılacağım. Sen babanla kapıdasın nasıl da kaygılı, heyecanlısın baban “ hani anahtar diyor”  “ne anahtarı,  çilingirci çağırdım, anahtar içerde kalmadı mı” “yok almayı unuttum”  haydi tekrar eve , atlet halt etmiş o kadar kısa sürede giidp, dönüyorum ki ...Neyse elin elimde önde baban açıyor kapıyı  kurtarıyoruz evinizi tencere kavrulmadan, yangın çıkmadan.




                      Güzel oğlum benim...kim derdi ki...bu hikaye böyle bitecek  kim..





Seni kaybetme korkusu, beynim, kalbimi  hep tetikte tutan,  huzursuz eden; ya düşerse merdivenlerden, kaydıraktan, ya geçmeyen  öksürüğün  kan kanseri, lösemiyse ... Bir keresinde yürüyemedin evet yürüyemedin; çok kötü şişmişti bademciklerin hastalanmıştın tabii  tadı ve kokusundan  nefret ettiğin,  iki elinle içmemek için ağzını kapattığın meşhur antibiyotiğin Augmentin kullanmıştık yine,  öyle alışmıştık ki doktorların sana Augmentin  vermesine buzdolabın üstünde bir sepette sonraları  mutfak dolabının üst  çekmecesine koyduğumuz  ilaçlarına arasında illaki  yedek bir Augmentin olurdu.














                      İşte senin kullandığın vazgeçilmez ilaçların


İşte  daha Augmentin’in bitmemişken   öyle birden yürüyemeyince tabii akşam hemen Güven hastanesine götürmüşler, doktor antibiyotik birikim yapmış yalnızca Calpol verin geçer demiş. Mor ambalajlı Calpol çilek tadı bıraktığından   içmeyi severdin  “ııımmm, tadı çok güzel “ ağzını kapamaz açar “ bir daha ver “ derdin Ibufen’i de  severdin. Annen “Can hasta yürüyemiyor” diye haber verince soluğu sizde aldık. Gerçekten kanepede oturmuş kalkamıyordun. Senin öyle oturman vaki değildi demek ki durum ciddi. O gün sizin evde baktık sana.


Bu ilk defa başımıza gelen bir şeydi, Allahım!!!! annem ve ben üzüntüden bittik o gün. Kucağıma alıp gezdiriyorum, tuvalete kucakta götürüyoruz bazen yere koyuyorum yürümeye çalış diye topallıyorsun hemen kucaklıyor, oturtuyorum, annen arıyor “valla daha düzelmedi, doktorun  teşhisi doğru mu acaba, olur mu böyle bir şey”. Ne korkmuştum ne..ya bir şey olursa ya yürüyemezse, ya felç kalırsa,  ya daha başka bir şey varsa.. “Can bir daha  deneyelim mi yavrum “  tek ayağını yataktan yere indirdin sekerek yürümeye çalışıp mutfağa doğru sonra “yok yok acıyor”


O gün de yürüyemedin annen doktora sormuş Calpol’e devam yarın da  bekleyelim valla güven hastanesi doktoru olmasa çoktan   başka bir hastanede soluğu almıştık. Ertesi gün baban getiriyor kucakta bize, kucağıma alıyorum odaya götürüyorum “ daha acıyor” dedin.  Hemen yatağa yatırıyoruz, “deneyelim mi oğlum”  elin elimde “korkma” diyorum  bacağını indir  bak acımayacak “ sonunda  yürüdün “yürüyorum” diye bir sevinç “annemi ara söyleyelim” , “  anişko yürüdüm, valla” ;  bir de böyle beni gülümseten “valla” yı kullanırdın. Bir kez daha öyle oldun yine Calpol ve Ibufen verildi 4 saatte bir ama ilki kadar kötü olmadın çabuk yürüdün.


Genellikle boğazın şiştiğinde ki sık sık şişerdi hata bademcik ameliyatı yapmayı bile düşündü annen sonra vazgeçti çünkü bademciğin mikropları tutuğunu söylemişler bir yerde. Ama boğaz kültürü almak senden ölümdü Medicana ’da bir keresinde ortalığı yıkmıştın. Hatırlıyorum da hiç Beta olmadın hayır hayır baban Beta oldu sende de bir keresinde beta çıktı. O kadar sık hastalanırdın ki...şaşardım “L. derdim mikrop sizin evde, önce onu temizlemen lazım”  meğer  pek çok şeyi bilmeden  o kadar  doğru bir teşhis te bulunmuşum ki.  





 30.12.2015 Çarşamba; güzel yüzüne kurban olduğum yavrumm..nerdesin ahhhh nerdesin...



İlaç içmeyi bile oyuna çevirirdin; tadını sevmediğinden içmemek için odalar arası parkurda elimde  ilaç şişesi “ Can koşturma beni, gel, eninde sonunda içeceksin, iyileşmen için” peşinden koştursam da  yine de pek sorun çıkarmadan içerdin. Burun, boğaz  spreylerinden nefret ederdin; acıtırdı çünkü. Bıkmıştın sende doktora gitmekten onun içinde ne zaman çocuklara  rahat nefes almayı sağlattığını iddia eden “Breathe Right”  burun bandının  reklamına denk gelsek  bak “daha rahat nefes daha iyi uyku diyor  bu çocuklar içinmiş  bana da al” derdin.




Zaten reklamlarda özelliklede çocuk kanallarında ne görsen oyuncak, dondurma  “ bunu al, bunu da alarmısın ”derdin. Büyünce bu defa da filmleri gösterirdin arada  “ babamla gittik “ derdin “aaa ne zaman” “ dün” dün dediğin ya cumartesi ya Pazar.  Annen o da geldi Panora ’da dolaştı biz seyrederken.


Birde annenin bir keşfi oldu nefesin açılsın, burnun tıkanmasın  diye Cold-Mix, yastığına, elbisenin yakasına, omuzuna 2,3 damla sürüyor, evdeysen  ben sürüyorum. Faydası mı? Yoruma açık.  Bu dünyada ilaçlarla sınavın o kadar yer tutu ki hayatında; burunun o kadar çok tıkanıyor, boğazın şişiyor, kızarıyordu ki  denemediğimiz bir şey kalmamıştı, ilaçlardan nefret ediyorduk  o yüzden doğal ilaç yapıyorduk. Burun spreyini boşaltıp içine karbonat, tuz koyuyordum; azıcıkta sirke, kendime de hazırlamıştım ki birlikte yapınca o kadar mızmızlanmıyordun. Benim beyaz, senin kahverengi şişedeydi ilacın. Ne eziyeti onu burnuna çekmen; çeker çekmez akardı burnun yanımda peçete “oğlum bak  burnunu böyle  kapat, iyice çek, dolansın diğer burnundan aksın” Acırdı biliyorum bende yapardım çünkü  “haydi 1,2,3 başla....” Hala odadaki o kahverengi sehpanın üzerinde duruyor ikimizin spreyi.







 Ve boğaz için gargara; ada çayı, İbrahim Saraçoğlu’ndan duyunca boğazın şişmeden önce hazırlardım  tabiiki bana da; iki  çay bardağına koyardım birlikte banyoya giderdik. Bak derdim “ yelkovan tam 12’nin üzerindeyken, bu  tam şuradan, şuraya gelinceye kadar yapmalıyız”  sonra nasıl yapman gerektiğini gösterir “böyle boğazının dibine kadar, sakın yutma, tükür”. Gerektiği kadar yapmanı sağlamak için,  sıkılma diye de  duvardaki saatin “tik tak” larına dikkatini çekerdim, 1 dakika ya da 30 saniye gargara yapmak en iyisi olduğundan “Can, bak bu yelkovan buraya gelene kadar yapacağız, haydi” başlardık sen işaret parmağını sallardın, yelkovan her saniyenin üzerine geldiğinde ve “hııı, hııı” diye ses çıkarır bir yandan da ayaklarımla dans ederdik. Ama sen ancak 30 saniye dayanır tükürürdün “ayyy, ııııı”  “aferin yeter zaten ama yarım saat  bir şey yemek yokk. “ Bir çocuk ne kadar saniye dayanır ki bir şey yememeye...







                                    30.12.2015  ne kadar masumsun yavrum...ne kadar



Korkardım seni kaybetmekten hele de hastalandığında. Elimi bırakıp caddeye fırlamandan, bir arabanın altında kalmandan, bayat bir yemeği, dünden kalmış bir hamsiyi ben yediğimde sende isterdin yerdik ama sen gittikten sonra korkardım ya   zehirlendiysen “ saçmalama sen de yedin bir şey olmadı”  nafile korkardım Sallarken salıncaktan düşmen, salıncağın kırılması  gibi olasılığı en düşük şey bile aklıma gelirdi. Ama içinde senin olduğun bir arabanın kaza yapması.. oysa babanın nasıl berbat araba kullandığına, iki sokak öteye gidene kadar kaç trafik hatası yaptığına tanık  biri  olarak en çok bundan tedirgin olmalıydım  ya o konuda annene güvenmiştim ben; bana verdiği söze “,  C.in kullandığı bir arabayla şehirlerarası yola çıkmam, gitmem İzmir’e, İstanbul’a, bizi öldürür” dediğinden  Ankara dışında bir yere  “aslında C. bizi götürse hafta sonu İstanbul’a”  arabanızla  gitmek istese; ben “aman ha sakın sakın derdim”  o da “yok yaparmıyım”ı öyle kesin bir dille söylerdi ki... inanmıştım ben annene


Nerden bilirdim araba kullandığı günden itibaren  49 yaşına gelen kadar   şehirlerarası  yolda hiç araba sürmemiş, daha kendi arabasını doğru düzgün kullanmayan babanın  bir araba kiralayarak şehirlerarası yolda  araba  kullanmaya kalkışarak senin hayatını, o kara gözlerini, o heyecanını, hayallerini  o arabada  sonlandıracağını....  







                                        04.09.2011 saat :16;11


Korkuyordum yavrum ve bu korkum sadece seninle ilgiliydi, kendimi ikna için “Gülsen bak sen İ. içinde böyle düşünürdün,  gecelerce uyumadın, korktun  ne oldu? Hiç bir şey okudu, üniversiteyi bitirdi, işe bile girdi,  çalışıyor yahu, yakında evlenecek. Yine yersiz bu korkun” Seni servisten alınca  hep yaptığın gibi kucağıma atladığında neredeyse  ciğerime sokup ordan hiç çıkarmayacağım. Öyle garip bir duygu sarmıştı beni.

Ahhh.... benim yavrum... ahhhh inan  “arı “ diye paniklediğini söyleyen “Can arıyı görünce öyle bir  panik yaptı ki” diyerek; senin çocuk olduğunu unutturup,  direksiyonun hakimiyetini kaybetmesinin, fren yerine gaza basmasının suçunu hayatını bitirdiği senin üstüne atacak kadar vicdansız o adını anmak bile  istemediğim zatla,  yanındakiler; kendilerini cahil diye küçümsedikleri sıradan insanlardan üstün gören  koca koca okumuş adamlar, kadınlar  utanmasalar  açık açık suçlayacaklar seni.



Hangi çocuk panik yapmaz ki...hangi çocuk... ayrıca ben asla inanmıyorum yavrum senin “arı” dan korktuğuna çünkü senin gibi  bir “arı maya” fanatiği,    parklarda arıların peşinden “ bak arı maya ve arkadaşı Willy ” diye koşuşturan, koşturduğumuzun şahidi benim; ben. O arabada ne olduğunu da yalnızca sen ve diğer iki kişi biliyorsunuz yavrum ve sen hiç yalan konuşmayacak, yalana yeltensen bile çocukluğun mühtezi gülümsemesiyle  kendini ele verecek sen, yoksun ki isteyen istediği senaryoyu  yazabilir “böyle oldu” diyebilir ama o kusurun  yüzde yüz  şoförde olduğunu belirten devletin  kaza raporunu ortadan kaldıramazlar  değil mi?






                                                 28.12.2015 yeni yıla hazırlık



Beni, bizi senden mahrum bırakanı  “babasıydı diye”  aklamaya çalışanların niye yürekleri sızlamaz, acımaz biliyor musun çünkü emek vermemişler ki sana. Çünkü bebeklikten çocukluğuna geçişine tanık değiller ki.  Yaşanmışlıkları yok yavrum, anıları, bu evin her yerinde, kapılarda, pencerelerde, çekmecelerin kulplarında el, parkelerdeki ayak izlerini kim silebilir kim? Onlar kaç kere sana mama yedirdiler, kaç kere poponu sildiler, Sudocrem sürdüler,  ninni söylediler ? Kaç kere ateşini düşürmek için  çırpındılar, telaşla  ılık duş aldırdılar , ıslak pamuk koydular alnına? Kaç kere maçta takım arkadaşı oldular, top oynadılar,  birlikte masal yazdılar, kaç kere masada birlikte oturup sohbet ede  ede  yemek yediler, birlikte yemek yaptılar. Kaç kere buzdolabını açıp “ne var” diye önünde dikildiğinde “kapat Can, üşütecek hasta olacaksın” dediler sana.

 Mutfak kapısının arkasında hala  sen yaşadığındaki gibi dizili paket paket küçük sular, “su” koşar  alır gelirdin “su çok faydalıdır hadi oğlum iç, ateşin düşsün”  Küçük pet şişeden suyu nasıl içiyordun bilmezler. Niyeyse kapağından açmaz, altından delik açarak içer olmuştun son aylarda. Bu benim suyum der sehpaya bırakırdın şişeni, sen evine gidince ben kaldırırdım bazen de unuturdum sen gelince orda bulurdun şişeni “bu oğlan bu suyu niye böyle içiyor anne anlamıyorum “ derdim. Bunu sana da söyledim “oğlum kapağını açıp içsene”  “böyle içmek istiyorum”, “böyle içiyorum”


İnsanların hayatını allak bullak eden bir ölümü getiren olayın sorumlusu kişiyi  cezalandırarak bir daha aynı trajedinin yaşanmaması  isteneceğine “nasılsa Can, nasılsa o  kaybedildi;  bari geride kalanları kurtaralım” saçmalığıyla örtülen  merhametsizlikte; olayın   müsebbibini  aklamak için gerçeği ters yüz eden bir mantığı genelleştirerek  kötülüğü, vicdansızlığı  normalleştirdiklerin farkında olamayan bu insanlar; kendi hayatlarını alt üst etmediğinden başkasının trajedisini anlamak bir yana  ölümü çok kolay bir şeymişçesine sunmaktan da çekinmezler. 




                                               30.09.2011  büyüyorsun




Hep  olur, akladıkları insan aynı suçu işlesin ya da kefil oldukları insanın bilmedikleri nahoş, sinsi yüzü ortaya çıksın  bu defada  sanki onun arkasında durmamış ,  aklamamışlar  gibi  “ aaa demek öyle bilmiyordum, bildiğin kasıt var, dikkat edeceksin bir çocuğun canı emanet sana, olur mu kemer takacaksın ”la kendilerini sıyırıverirler; akladıklarından.

Bir tek kendisine söylediğinden annenin;  anneannen ve deden hakkındaki olumsuz fikirlerini bile bile anneni Dikili’de tatil yapmaya yönlendiren “aman boş ver önemli olan Can. İdare edersin on gün ne var, denize girer çıkarsın. Çocuklu biri için evde tatil yapmak daha akıllıca bir şeydir;  daha rahat edersin hem  Gülsen’de  bahçeye  bir sürü sebze hatta karpuz bile ekti  taze taze yer yedirirsin Can’a. Annem de yardımcı olur,  baktın olmuyor  dönersin” lafazanlığıyla ikna eden  oyun kurucu  F. ; bugün asla bu iknasının anneni  Dikiliye yolladığını  kabul etmez, tüm diğer hayatları etkileyen yönlendirmeleri yapan ufak tefek cinayetler dizisindeki  hayatın içindeki onlarca Merve’ler, Pelin’ler gibi.

Bunları yazmak bir şeyi değiştirmez, seni geri getirmez, ben rahatlatmaz  belki bunları okuyanlar başkalarının yaşamına gerekli, gereksiz müdahalenin; birini bir yere yönlendirmenin, birine tavsiye verirken, konuşurken söylediklerinin karşısındakini nasıl etkileyebileceğini  anlar da ona göre  hareket ederler diye yazıyorum bunları. Bu  belki senin gibi masum başka bir çocuğun hayatını da kurtarır. Belki bunu okuyan anneler, babalar bir çocuğun kaderinin nasıl ellerinin altında olduğunu görerek  karar verirken  iyice düşünür taşınır, bir şeyi aceleye getirmezler.

Can !!!! Bugün 25 Şubat 2018, e-devletten soyağacıma baktım, benle biten yarım sayfa bir soy. Babamın soy ağacını baktım, herkesin karşısında sağ sağ diye  yazarken  birden torun Can Kocataş ölüm; 2/07/2016. Oyyyyyy oyyyyyy o an...o  an.... anlatacak bir kelime bulamıyorum, yokkkk. Bu nasıl bir çaresizlik, nasıl bir adalettir hayatın.










Güzel oğlum....bu  karşısında  “ölüm” yazsının olduğu sayfa yıkmaz mı bir insanı, ahhhh dedirtmez mi?  O kadar kısaydı ki hayatın  yalnızca birkaç kişinin belleğinde bir anı olarak kalmana gönlüm razı değil, yaşadıkların bilinsin istiyorum; ki insan ömrünün yarısı  bile değildi ki yaşadıkların. 


Bu acının, bu sen yoksun diye bir ceset gibi ardımdan sürüklediğim hayatın canlanması için hiç gerçekleşmeyecek, olamayacak  bir şeye bağlı;  senin yaşamana, senin yanımda olmana, elimi tutmana, benimle oynamana... derdimin tek ilacı; sensin; yoksun..Bu saatten sonra yavrum; benden ne  kimseye  yar, ne kardeş, ne teyze, ne de hala olur.
                                
                                          
Biliyor musun aşağıdaki resimdeki gibi birlikte bilgisayar oyunu oynadığımız, resim yaptığımız şu satırları yazdığım masanın üzerindeki her şey aynı. Bu resmi çok güzel bir çerçeveye yerleştirdim masanın üzerine koydum,  her gün  yazarken  bakıyorum  “Allahım diyorum her şey aynı; aynı bilgisayar, aynı oyuncak zürafa, aynı maus ki sen maus kullanmazdın, o küçük not defteri...





07.08.2015 saat:18,30



Bizde uyuduğun bir gün  ki  uyku problemin vardı  bu bir,  bir de ben alışkın olduğun mekandan uzak kalmak seni zorlayacağından istemezdim  akşam bizde uyumanı   ama  annen bir iş toplantısına gitmek zorundaydı iki günlüğüne, o zaman başkasına emanet edemezdim  seni ve saat o kadar geç oldu hala uyumadın   “uyuyamıyorum kediciğim yok”  dedin.




                                             
                                                               ipe bağlı  gezdiriyorsun kediciğini



Belki erken bir saatte söylesen  koşar evinizden alır gelirdim ama saat geç,  gece 11,30, gözünden uyku akıyor ; uyuyamıyorsun “kedicik yok ama bak ne var zürafa” “o da olur Can, kediciğin arkadaşı” diyerek seni ikna etmiş, zürafaya sarılarak uyumuştun, o zürafa bile yine masanın üzerinde aynı yerde   bir tek Can yok “  . 





                                                 Boynu bükük kaldı zürafanın




Şimdi o masanın üzerinde senin bahar gülüşlü resimlerin ve kalemliklerin var.Onlarca kalem olurdu masada kahverengi küçük bir vazonun içinde, simli, renkli,  yazdığım bir şeyin altını çizmek için kullandığım fosforlu kalemler, denerdin resim yapardın “aaa bu kalemin rengi çok güzel mavi” “simli kalem o Can farklı”. Bantların, uhu’nun, yapıştırıcının, cetvel ’in kalemtıraşın, silginin, metrenin, hemen hemen her şeyin suyun, ekmeğin, meyvelerin, çikolatanın, patatesin, soğanın yerini bilirdin “dur ben getiririm “. Öyle ilgiliydin evle, eşyalarla   “Can koş bant “der demez fırlardın,  “Can, interneti tak” dediğimde hele bunun bir oyun, çizgi film seyretme sinyali olduğunu bildiğinde ok gibi salona fırlar yerdeki kabloyu takardın fişe. 







senden sonra senden geri kalanlar masada
                                    
                               

  2016 Nisan sonu Mayıs başı Dikili’ye gittim F. ve annemle gitmez olaydım. Evdeki kahve makinası götürdüm  orada bulunsun diye, dönünce siyah renkli bir kahve makinası aldım, sen eve geldin “bak bakalım dedim yeni bir şey  var mı” şöyle bir baktın “kahve makinası “ dedin. Çorap giymişim bir gün  mavi, pembe desenli; şimdi  yırtıldı ama  atamadım sen “aaa çorabın ne güzelmiş”   dedin diye “ Öyle ilgiliydin işte bu evle, eşyalarıyla.

Sırf silgiyi kullanmak için karalardın masanın üzerindeki yazıcıdan aldığın kağıdı sonra silerdin.Bak demiştin okula başladıktan sonra “bende de aldım simli kalemden “ çantandan  çıkardığın kalemliğini masanın üzerine koyup tek tek göstermiştin. Şimdi masada  senden geride kalan; araba resimli iki kalemliğinde üzerinde Can K. yazılı  minik etkilerin yapıştırıldığı renk renk boya kalemlerin,  simli kalemlerin.













Elime alıyorum kalemlerini;  Can’nın küçük elleri  dokundu bu  kalemlerle okşuyorum, öpüyorum senden bir parça, bir koku var onlarda biliyorum. Eriyorum ben böyle eriyorum,  ölene kadar her şey sen olduğun zamanlardaki gibi kalsın istiyorum bu evde.








Diyorum ki keşke çokk yıllar önce insanlar “#metoo-ben de” diyerek aileleriyle , yapıklarıyla da yüzleşsebilselerdi.İdeal olmasa bile ideale yakın  bir çocuğun  idolüm diyeceği  baba, anne dışında kalan akrabalar  nasıl olmalı yazıları dolansaydı Net’te.  Niye mi ? “Aman aileye zarar vermeyelim milletin evinde neler oluyor, hiç kimse duyuyor mu”yla saklanan her şey canına okudu hepimizin, bu toplumun. Her olumsuzluğun hasır altı edildiği öylesine dışa kapalı bir aile yaşamı var ki   “Gerçek ailesini aramak için yayına katılan Hasancan isimli genç, babasının öz dayısı olduğunu ve bu kişinin yıllar önce annesine tecavüz ettiğini öğrendi. Gerçek babasının aslında öz dayısı olduğunu öğrenen genç adam şoka girdi.” vari onlarca etik olmayan olay, aile içi şiddet, taciz, ensest ilişki daha yeni yeni sorgulanır hale geldi.

Eğer bir çocuğun nasıl korunacağına, güvenliğinin nasıl sağlanacağına  dair  bilgilendirmelere önem verilse; yalnızca iyi eğitim alması, güzel şık giyinmesi, sağlıklı beslenmesi değil, deprem, afet, trafik, oyun ortamının tehlike barındırması,  hastalıklara geçit vermeyecek hijyenin sağlanması   vari hayatı sonlandırabilecek onlarca konu   gündeme taşınsaydı; onlarca çocuk sende dahil yavrum bugün yaşıyor olacaktın. Çocukları her an hayatından edecek onlarca olgu, ihmal, tehlike ortadayken iyi bir okula gitmenin, yabancı dil öğrenmenin, organik beslemenin, organik külot giymenin tehlikeler önlemeye ne faydası olur ki. 





30.12.2015 




Zaten doğduğumuz coğrafya şiddetin, saygısızlığın, kaba davranışın  diz boyuna ulaştığı bir yer.  Bizler kendimizi koruyacak yaşa gelene kadar ölmemizi  şansa ve de teknolojinin bu denli gelişmemiş olmasına borçluyduk; bir yerden bir yere gitmeye araba bulmazdık ki trafik kazasında ölelim. Araba sahibi olmak bir üst sınıfa burjuva ait  bir konfordu. Çok çocuklu ve de çocuk gelin annelerin evlatları için hayat hep zor geçmiştir; zira   daha ergenliğine girmemiş, 14-15 yaşında ilk çocuklarını doğuran  bir çocuk;  ne bilirdi çocuk yetiştirmek ne, nasıl olmalı; ezim ezim ezilirken  kendinden on yaş büyük; hizmetçisi yapıldığı  kocası tarafından. O yüzden çokta suç bulmam ben o çocuk gelinlerin yetiştirdiklerinin doğru olmayan  davranışlardan, ruhsal kasırga yaşamalarından.  

Yaşadığımız bu toplum öylesine de  acımasızdır  ki;  senin, kardeşinin, akrabanın bir başkasının başına gelen bir felaketi, ölümü, iflası, hastalığı “ohhh”la karşılayabildikleri gibi hemen de  “ kim bilir kimin ahını aldı” yı yapıştırlar. Birinin; bir insanın ölümü karşısında anne, baba, kardeş kadar aynı üzüntüyü, acıyı çekeceğine, onlar kadar üzülebileceğine inanmazlar. Ki oğlum, düşünsene senin ölümün karşısında, o acının ortasında, darmadağınıkken ben; kendi ailem, annem hariç çünkü o da aynı duyguları yaşıyordu;  bana “ sen annesi değilsin“ diyerek sana  ne kadar üzülmem, ne kadar yanmam gerektiğini tebliğ edebildiler.






Bu duruşun bu gülüşün kalbime ok gibi saplanıyor




Düşünsene Can’o yaşarken sana “ eğer sana bir şey olursa ben yaşayamam “ diyen teyzen, “hey dostum”, “biz arkadaşız Güşen”nin senin kaybına  annen kadar üzülemezmiş...Duygunun, yaşadığın acının derecesini ayarlayacak kadar akıldan izandan yoksunlardan oluşan bir topluluk için ne denir ki.. Neymiş ben seni doğurmamışım, evet doğurmadım ama doğursaydım da bu kadar olurdum; kendi  evladımla da  bu kadarını yaşardım.

Annen sabah 9.00 bazen 8,30  akşam 17.30;  18.00 arası haftanın 5 günü  işteyken; seni kreşe götüren, kreşten alan, ne yemek yapayım Can’o ya bugün diyen hastalandığında,  ateşin çıktığında sana bir şey olacak diye aklını kaçıran, doktora götüren teyzoşun; sen eve gidince de on kez anneni arayıp “ yemek yedi mi, ne yedi”, “ilacını içti mi, ateşi var mı”, “ ne yapıyor şimdi bir versene konuşacağım”, “Can’o biliyor musun sana o köpekleri çektim yazıcıda” , “ bilgisayar düzeldi yarın Hazal bebek oyununu oynayabiliriz ” diyen ve Tanrı şahittir eğer sen hastaysan bütün gece  “ yeniden ateşi çıktıysa L.  fark etmediyse,”  gibi onlarca düşünceyle dolan beynim  sabaha kadar uyutmazdı beni.

Ben annene bile güvenemiyordum çünkü bir keresinde sabah kalktığında yastığında kan görmüş burnun kanamış meğer. Buna takmıştım ben ya kan boğsaydı seni  “gece yatarken arada  kontrol  et, yine burnu kanar da  Allah korusun”  Çoğu gece takıntı yapardım seninle ilgili eğer o gün sana kızmışsam, dediğin bir şeyi yapmamışsam sen gittikten sonra kafama takardım  o  gece ölürdüm ben  “çocuk unutur”  tesellisi boş  çokkk üzülürdüm çokk.


Şimdi yavrum diyorlar ki sen  annesi kadar üzülemezsin, niye bunu diyorlar anlamıyorum, ne gereği var,  acı mı yarıştırıyorlar, herkesin bir olaydan etkilenme derecesi yaşanmışlığı kadardır. Ben hiç diyor muyum annesi belki de benim kadar üzülmez diye. Kimsenin üzüntüsünü tartma, yargılama hakkım var mı?










Gecelerce sana bir şey olacak diye uyumayan ben annen kadar üzülemezmişim, ellerinde termometre ölçüyorlar acıyı...düşün yavrum sen buna şahit olsaydın ne derdin. Hastasın bütün gece ben evimde uyumamışım  sabah daha 7 olmadan erkenden annenin  bana söylenmesini göze alarak arardım “ nasıl oldu, nasıl” “ bir kere uyandı,  mışıl, mışıl uyudu, ateşi de düştü” ;   “salak derdim bütün gece  Can için ayaktaydı bak o düzelmiş, keşke L.nin kızmasına katlanıp gece 11’de arasaydın” diye azarlamışımdır  kendimi. Çekinirdim yavrum annenden , babandan “ne diye zırt pırt arıyor demelerinden” de arayamazdım.

İnsanlar  “ annesi bile bu halde değil” le ne hissetmen gerektiğine karar veriyor; duygularımı yargılıyorlar; olacak şey mi? Ben kimseye  benimle üzülün, kahrolun mu diyorum, size ne benim acımdan, size ne benim duygularımdan, üzüntümün derecesinden? Ben belki değil kesinlikle o insanlar gibi  değilim. Can,  kalbim dayanmıyor senin yokluğuna,  sesini  duyuyorum hep, her duyduğumu sandığımda  sesin kırılıyor içimde, hayatımla beraber...sesin kırılıyor.

İnsanın ne hissettiğine bakmayıp, ne hissetmesi gerektiğini dikte  etmek   akıldışılıktan başka nedir ki yavrumm.... bazen bana kızıp ağladığında, bazen “anneme  götür beni”  dediğinde  “teyze anne yarısıdır, bak  annen karşında işte yavrum;  yarısına sarılabilirsin” derdim seni güldürmek, acını hafifletmek için,  gözyaşlarını silerek kucakladığım teyzene;  özellikle senin vefatından sonra annenin; bana ve anneme reva gördüklerini.... yazacağım yavrum çünkü...







Kime ne yavrum, kime ne ? Yalnızca  posası elimde kalmış bu  hayat benim; herkesin benimle ilgili ne düşündüğüyle mi uğraşacağım; bu kadar önyargılı, kötü niyetli insanlar arasında. Sen yoksun ya umurumda değil artık ne kardeşlerimin, ne yeğenlerimin, ne de başkalarının  benim için düşündükleri, sen varken önemliydi belki ama şimdi... tek başınayım; seninleyim; o kadar.

 Sanki sen yaşıyorsun da ben annenin elinden seni almışım gibi ki kim bir annenin  elinden yavrusunu  alabilir; nasıl oluyor da “annesi değilsin” diyecek  kadar  korkunç düşünebiliyor insanlar yavrum...nasıll.... üstelik sen yaşamıyorken. Sensizliğin yasını tutacaklarına daha kırkın dolmadan bunları konuşulmuş yavrum,  Velev ki ben seni evlat,  sen de beni “anne “ saydın ya da yalnızca ben seni evlat gördüm ne var bunda;  bu kadar konuşulacak. Yahu ablamız bekardı, Can hakkında böyle düşünüp, davranmışsa daha iyi olmadı mı annesi kadar düşkündü, baktı, gezdirdi, yedirdi, bakıcının eline bırakmadı; acıyı en derinden yaşıyor annesi gibi diyeceklerine. Seni elinden mi aldım annenin. bu ne kadar haksız ve kadar korkunç bir itham sen bir mezar taşının altındayken...