Çaresizce
öyle akıyor… öyle gidiyor hayat… kaybettiklerimizi de alıp yanına… bıraksalar
kendi hayatımızın kahramanı olacağız da… Yaz mı? O da geçer, gider. Yine gelir.
Bak, Eylül’de hazan; dolana dolana hüzünle geldi yine, sektirmeden; sen
facebook’ta profilini değiştirir, kazıklandığını bilerek Nusret’te, Günaydın’da
2,3 küşlemeye 250 TL öder, kışın geyikli tayt, bıyıklı kolye konseptinin yerini
alan ayağında babet, iki yandan yırtmaçlı dar kesim enine, boyuna çizgili uzun
etek, şortla Bodrum’da salınırken.
Bodrum’da
öyle salındığında sen; beyaz Türküm, kana doymayan Ortadoğu’ya da kan içirdiğinde
darbeciler, diktatörler; elit değerlendirmen
“yesinler birbirlerini, yobaz Araplar”, “şeriatçılara mı acıyacağız,
onlar bize acırlar mıydı” tweetini atmayı da ihmal etmeyeceksindir.
Daha
üç ay önce Gezideki devlet terörünü dünyaya yayalım diye canla başla çalışıp,
AB’den, ABD’den kınama duymak için dua eden, Times’e ilan bile veren senin;
konu Mısır, Suriye olunca “kendi iç
işleri bize ne. Hem Araplar ne anlar demokrasiden” hissiyatın da, Suriye için
“insanlar ölüyor sesiz mi kalalım”la savaş narası atanların Rojava’daki
sessizliğine karışır, yek vücudlaşır.
Kendini
seküler, beyaz Türk, ulusalcı ile mütedeyyin tanımlayan bu iki görüşün
katliamlar karşısındaki duruşlarında aslında en ufak bir fark yoktur;
dillerinde insanları küçümseyen nefret; ikisi de yobazdır, ikisi de kıyıcıdır.
Soylu merhametlerini yandaşına saklama çürümüşlükleriniyse, devlet terörüyle
katledilen çocuklardan;17’sindeki Esma’yla, 19’undaki Ali İsmail Korkmaz’ın
naaşlarını birbirine vuruşturma ilkelliği bile örtbas edemiyordur.
Birbirine
güya karşıt bu iki kesime bakıp ta; ne
ara bu kadar düşman olduk kendimiz dışındaki herkese, ne ara, ne ara bu kadar düştük birbirimize
demeyin. Zira bunun müsebbibi; vatandaşı
azınlıklara 1923’den beri gizli soy kodu vermeyi akıl etmiş ulus devletin,
Kemalist paradigmayla aşıladığı asırlık nefretin artısı bağnaz düşünceler,
önyargılı duygulardır. Ne yaparsanız yapın “terörist”, “anayasal düzeni
parçalama”, “bölücü”, “irticacı”
iddianameleriyle düşman yaratmaktan bezmeyen bu paradigmanın bağnazlığını
delipte, nakşedemiyorsunuz kalplere hoşgörüyü.
1920’lerde Hüseyin Avni Ulaş’ın
“ben devletin gücünden değil, en çok fitnesinden korkarım”ında ki fitneliğinden
dolayı hep teyakkuzdaki devlet; düzene, aileye bir itirazı bulunmayan
gençliğin, gençlik sayılmayacağını bile bile 15,16,17 yaşındakileri düşman ilan
edecek vehimdeyken bir ânda; düşmanlıklar, katliamlar, darbelerle dolu geri
dönüşüm kutusunda bekletilen geçmişi Ortadoğu’ya
zulüm getiren Eylül geri yükleyiverir.
Kurşun
altındaki 1 Mayıs 1977’nin Taksim Meydanı,
bir günde 1000 kişinin öldürüldüğü Adeviye’dir, Nahda’dır. Ölü çocuk
bedenlerin yan yana dizildiği Guta, Halepçe’dir. 111 kişiyi katleden Maraş’ın
faşist paramiliterleri Rojava’da El Kaideci Nusra’dır. Yurtlarını, eşyalarını
bıraktırıp yad ellere göç ettirtecek mezalimin mağduru Ermeniler, Dersimliler,
Trakya Yahudileri, bugünün Suriyelileri, Kürtleridir.
Bununla
da kalmaz Eylül; gecekondunuzda kaysı ağacı altına atılmış somya üzerindeki
yırtık döşekte yudumlanan niyeyse koyu çaya, sigaraya tayınınız; Devrimi de
üfler kulağınıza. Gördüğün, yaşadığın büyüklüktedir ya düşler, umutlar; Devrim,
eğitim çalışmasında “Felsefenin temel ilkeleri”ni, forumda “Materyalizm ve Ampiryokritisizmi“
kavrama uğraşında patlayan genç kafanızda yiyemediği “çikolatadan istediği
kadarını devrim gelince bakkaldan parasız alabileceğini” muştuladığınız
kardeşinizin bakışındaki kocamanlık; belki
o yerler önceden rezerve edildiğinden partinin, fabrikaların idareci katında
değilde “Ve çeliğe su verecek” bir
Komsomol olarak, başınızda çiçekli eşarp kolhozda ara, sıra bakışacağınız
Pavel’le güle, oynaya hasatınızdır.
Söylediğiniz, anlatılan kadar
kolaylığına öyle inanmışsınızdır ki ha oldu, ha olacak Devrim için dernekte;
yasak 1 Mayıs, 8 Mart Kadınlar günü pullamalarında, afişlemede kullanılacak
sudkostiği, uçtu uçtuları hazırlar, korsan mitingde kimin, nerede, nasıl
bekleyeceğini dinlerken, üniversiteyi bitirip büyük adamlığınızı bekleyen
burjuva yardakçısı ailenizin beklentisi nasıl da boştur.
“İleri işçiler/ Yoldaşlar ileri/Kızıl
bayrağımız sınırlar aşıyor” marşıyla doruklaşan Devrime inanmışlık, her şeyi de
devrim sonuna ertelettiğinden aşkı zül
saydıksa da çok sevdik biz, sevdiğimizi söyleyemediklerimizi. Olsundu,
nihayetinde “Yarın, bizimdi yoldaşlar.”
Ve o yarında temel çelişki; bir sınıfın; proletaryanın diktatörlüğünde
özgürlüğün doyasıya yaşanıp yaşanamayacağı hiççç değildi.
Başımızda
uçuşan revizyonizm, oportünizm, Lenin, Marx, Mao, Kautsky…,…,
sosyal faşist, pasifist, metafizik, diyalektik, oligarşi, klik,…,
…, körpeliğimizin masumiyetini
bıçaklayacak şeytani planlara yem
saflığımız; silahları, bombaları
ülkücülere, devrimcilere devşireceğini tasavvur edemediği gibi gazete kâğıdı üzerindeki peynir ekmek, üzümü bölüştüğün yoldaşın
istihbaratçılığına da inanamazdı.
Devletin vatandaşını katletmedeki ustalığını “Yusuf’u
vuran çavuşa madalya gönderen Ordunun”
Başbakanını, Denizleri asmış
darbelerinin gaddarlığını milyon kez dinleseniz, okusanız, hayal meyal
hatırlasanız da, devrimci mücadelede “ben yanmasam, sen yanmasan, …,” yalnızca bir şiirdir, ta ki sokaklarda, okullarda vurulan
yoldaşlarınızın kanlı bedenlerini
görünceye kadar.
Her hikâye bir gün biter, değil
mi? Dokunuşları hançer, rüzgârları fırtına
yapan 1980’nin 12 Eylül gecesinde, bir hışımla hikâyemize dalıp daha başında
bitiren darbeci ordudur, yine.
Sonrası, tek kişilik hücrenin penceresinden sırıtan polisin sararmış dişleri,
demir kapının tiz gıcırtısı. Gümmm. Sorguda “Çözülme, düşmana inat… “la işkencelerde
direnenleri düşünerek kendinizi
bileseniz de, “Demir Ökçe”yi, “Tütün”nü …,, aklınızdan okusanız da
korkarsınız, korkarsınız işte; belki ailenizi,
sevdiklerinizi bir daha göremeyecek olma ihtimali ihtimalikten
çıktığından, belki başınıza daha ne getirileceğini bilmediğinizden, belki “bu da o..“ hakaretine tecavüzde eklenebileceğinden, korkarsınız, insanlıktan çıkmışlardan.
İşkencecinin ”
ya kan kustu şerefsiz, kan kustu” sesine karışan
inlemelere, yeni yoldaşlarınız; “Dört bir yana haber saldım”, annenizin türküsü “Yeşil ördek gibi”yle
ağlarsınız. Sık sık elinizi üstüne koyarak yatıştırdığınız kalbinizle bir
başınalığınızda beklemek… beklemek… geçmeyen zaman…zamanlar. Bağrışlar, küflü
hücreniz, çaresizliğiniz; Tanrının yokluğudur.
“Koru beni ”yle yardımını istediğinizse anneannenizin “Ya Hz. Ali “si,
“Ya Şehidi Merge”sidir. Şayet…buradan çıkarsanız…….???? Gökyüzünün rengi hâlâ
mavi midir ki?
Bugün, 33
yıl sonra insan düşünmeden edemiyor; ne istenmişti? Hükümranlıksa zaten hep, hâlâ hükümrandılar. Asıl, alıştırıldıkları
darbelerin gerekliliğine inandıklarından en ufak bir vicdan azabı çekmeden
idamları, işkenceleri, hukuksuzluğu muhbirlikleriyle de onaylayan çoğunluk,
beyaz Türkler bir yana da, işkence çıkışı
çocuklarıyla güle oynaya yemek yiyebilen işkencecilerden, darbecilerin atadığı
mevkileri hak görenlerden sorulmayan o hesaplar var ya o hesaplar sorulmadıkça
iflah olamıyoruz hiçbirimiz.
Hiç bir
acı da yoktur ki zamanın döngüsünden kurtarsın kendini. Her yitirişte, ilk ânda; hayatın sabahı olmaz bir daha
sanılır, unutulmayacak, unutmam denir ya büyük harflerle. Ne, neler unutulmadı
ki. Bahri Gülpınar, Ali Güvercin, Hatice
Özen; sizden önce katledilen nice Nuray Erenleri, nice Oğuz Bengileri toprağa verdiğimizde
birlikte “Vaktimiz yok, onların matemini tutmaya.” demiştik . Mücadele, darbe, okul, iş, güç,
faturalar, çoluk çocuk derken,
sen yoldaş Bahri, sen heval
Hatice, sen de unutmuştun senden öncekileri. Senden sonrakiler de seni unuttu.
Sakın kızma insanlara seni unuttular diye. Yanından geçip gitmişlere de
kızma, sende geçtin, gittin. Ahh
yoldaşım, ah hevalım kim bilir,
şimdi “kimin ismini koyduğu mevsimdesiniz.”
Gecenin karanlığına bu Eylül’de
DE bir damla gözyaşı bırakılır. Belki… oysa ne kadar da az kalmıştı eve, ne kadar da az.