Size“keşke”yle
başlayan cümleler kurdurturmuş hayat denilen şey, belki de“ sen bu kurşunu yine mi yedin Türkiye”
hüsranlı kaybedişlerle ordan oraya savrulmaktır. Peki ya bu savrulmalarımız,
acılarımız hiç bitmezse? Süre...akıyor mu? Yoksa yeni mi başladı?
Sonra bir gün, dahahiç bir şeye başlamamışken zamanın, yılların akışındaki sinsiliği fark
edip “geç kaldı(k)m her şeye, belki...”
dargınlığında, baka kalırsınız bıçkın takvimlere.
Takvim, zaman pervasızca geçip giderken; medeni ülkelerin
gelişimi incelenerek, hayatı çekilmez kılansorunların çözümünün keşfe ihtiyaç bırakmayacakkolaylığı, sıradanlığıda anlaşıla bilinirdi; eğer yaşadığınız
ülkedekarşıtına, ötekine nefretin
obsesifleştirdiği zihniyet egemen olmasaydı.
Yıllardır belki de bilerek çözülmeyen savaş, şiddet, taciz,
işsizlik, hukuksuzluk, gelirde eşitsizlik benzeri devasa sorunların devamının
yoldaşı, her kesimi etkisine almışkarşıtsaydırılanın, saydığının
ortadan kaldırılmasını istetecek büyüklükteki nefret;uzlaşma,şefkat, ahlak vevicdanı da örseleye, örseleye tüketeceknoktaya taşımıştır.
Böylesi bir ortamda; son 16 yılda Türkiye’de, istenen biçimde
sonuçlanmama olasılığını taşıyan, partilerin katılarak meşru kıldıkları
seçimleri desteklemediği, hoşlanmadığı liderin, partinin kazanması karşısında
takınılan “oy vermedim, benim hükümetim, Cumhurbaşkanım değil, ne tebrik
ederim, ne de tanırım” tavrı,artık
mızıkçılığıyla illallah dedirten çocuk şımarıklığını dahi aşan bir vakadır.
Yıllardır sürdürülen,“belki şehre bir film gelir. ..., ”iliteratürden silerek depresyona davetiye çıkaran bu tavır,var ettiği; her olumsuzlukta kendisiyle aynı
partiye oy vermeyenleri “oh olsun! hakediyorlar”la yargılayarak duygularını
tatmin eden, umutsuz, çelişkilerle dolu kitlenin bloklaşmasını da beraberinde
getirmiştir.
B.Obama’nın”dünya
çapında tek adam politikalarının yükselişine“ dikkat çektiği bu konjonktürde;
insanların otoriter, ötekileştirici bir lideri tercihlerinin nedenini
araştırarak bir sonraki seçimi kazanma içinçalışma, değişme zahmetine de girmeyen; Meclis başkanlığı seçiminde oy
verirken karşılaştığı B.Yıldırım’ınelinisıkan P.Buldan’a“dünden beri sosyal medyada linç kampanyası
başlatanlar ....belki utanırlar” tweetini attırtan o kitlenin,karşıtına nefretininçığırından çıkmışlığıysa ,artık
gizlenemeyecek bir durumdur.
Ötekileştirilmenin her türlü melanetine maruz kaldığından
herkesten çok diyaloğu, barışı savunması gereken HDP’nin eş başkanı
P.Buldan’nın;her medeni, normal insanın
yapacağı gibi karşılaştığı kişiyi selamlama, elini sıkma davranışını Yıldırım’a
göstermesinin,isteği dışında
gerçekleştiğini o âna ait videoyu yayınlayarak ispata çalışması da, nerdeyse kendisine
tepki gösterenlerin kabalığına, uzlaşmazlığına onaydır.
Acaba hiç bir şeyin
bir insanın yaşamından daha değerli olamayacağını kavratacak; çıkarılacak birkaç
yasayla önlenecek iş, trafik kazası, savaş, şiddet, taciz, tecavüz yüzünden
evladını, sevdiğini yitirenleri diri diri toprağa gömdüren şivan; P.Buldan’a
tepki gösterenlerin evlerine de düşseydi, ölümleri durduracak ufacıcık bir
ihtimal karşısında uzlaşmazlığı, gerginliği tırmandıran tavırlarında yine de
ısrar edebilirler miydi?
Üstelik muhatabı iktidar olan gerçekleşmiş bir “çözüm, açılım
süreci”, binlerce Türk’ü, Kürd’ü hayatından ederek can yaktığından kanlı, zor
mesele“Kürt sorununun”çözümünün baş düşmanının; barışı boğan
uzlaşma kültüründen yoksunluk olduğunu göstermişken.
Ne yazık ki uzlaşmazlıkta ustalaşmış liderlerin, partilerin,
destekçilerinin birbirlerini ötekileştirip kutuplaşmayı sürdürülebilir
kılmaları, Kürt sorunu dahil tüm sorunların çözümünü öteletirirken, yalnızca
ülkedeki otoriter, mafyatik, ayrımcı müessese nizamın kalıcılığını sağlamakla
kalmamış; belirli bir oy oranını tutturmayı başarı sunan parti liderlerinin,
örgüt yöneticilerinin konumlarını güçlendirmelerine de neden olmuştur.
İşte O kutuplaştırıcı liderlere biat ederek uğruna ölümü göze
almış bireyler de;analitik, süzgecçi
bakışı önleyen manipülatif hareketler, haberler, komplo teorileriyle
beslendiklerinden, karşıta tahammül yerine kin güderek,sorunları çözecek tek seçeneğe; uzlaşmayla
gelecekbarışa dakapıyıkapatacaklardır.
Böylece her kötülüğü, şiddeti, terörü, ..., ...,karşıtına yükleyip“haklı, doğru olan, düşünen benim, partim,
örgütüm ,..., ...., dür “ vurgulu aklayıcı yandaşlık; yaşamı renklendiren,
anlam kazandıran farklılıkların değerinin anlaşılmasını geciktirirken, köhnemiş duygulara, düşüncelere
boyun eğmeğierdemle, onurlabağdaştıran;birey, parti ve örgütler de değişimi, dönüşümükilitleyeceklerdir.
Hal ve amaç kardeşçe yaşamak değilde “buralarda benim dediğim
olur, ben hakimim” olunca da, sokaklarda birlikte körebe, top oynayan çocuklarını
40 yıldır birbirlerine kırdırtan nefret, intikam içindeki bu katil topraklarda;
dünün mazlumunun bugünün zalımlarından olması da kimseleri şaşırtmayacaktır.
Öyle ki Osmanlı dahil görevi vatandaşına iyi bir yaşam,
hizmet sunmak olması gerekirken, JİTEM vari çeteci örgütlenmelere infaz
listeleri hazırlatarak, Ali Şükrü Bey’den öncede,sonrada nice Sabahattin Ali, Taylan Özgür,
nice Vedat
Aydınları faili meçhul cinayetlerde,
işkencelerde öldürten devlettin; terörüne, karanlığına karşı savaşanların, bir
günaynı şeyleri insanlara dayatmalarıyalnızcasözü bitirecektir.
Sözü bitiren;sırf
1990’larda
cinayet ve infazlarla hayatından edilen 17 bine
yakın Kürdün faillerinin hesap vermek bir yana, saygı görmeleri
mağdurları kahretmişken; kendini Kürtlerin temsilcisi sayan PKK’nın “sen niye o zalımlardan oldun ki” dedirtecek
yargısız infazlara, pusulara tevessül etmesinden daha acı, daha yaralayıcı bir şeyin olmamasıdır.
Hem kim derdi ki gün gelecek, devletin mezhebi, dini, kökeni,
dili, memleketi farklı vatandaşlarını ötekileştirmek; onlarca Şeyh Bedrettin,
Seyit Rıza,Menderes, üç fidan, Erdal
Eren’i darağaçlarında sallandırmak için kullandığı; “hain”, “anarşist”,
“terörist”, “ajan”, “mürit”, dinci”, “isyancı”, “ihanet etti” argümanlarıyla
insanları katletmesine karşı mücadele verenler, o argümanlara sarılarak
insanları katlettirecekler.
Ki katlettirenin istediği gibi düşünse, yaşasa, davransa;devlet, örgüt, parti veya cemaatin kıstasını
neye göre belirlediğini bilemediğimiz “hain, ihanet etti” bahanesiyle,katledileni suçlamayacağı dagün gibiaşikârdır.
Daha
onlarca Derya Koç, Taybet İnan, yüzbaşı Fatih
Yaşar’ın katledilmesine zemin hazırlayan, nedendir de bilinmez aniden“özerlik“ ilan ettiren, hendek
kazdırtan, barikatlar kurduran stratejik,
politik hatalar tazeliğini korurken; PKK’nın JİTEM’in taktiklerini kullanarak
Mevlüt Bengi,Remzi (50) ve Mahmut (27)
Güler’e reva gördüğü ( infaz sonrası ha devletin yaptığını yapıp asit
kuyularına, derelere atmışsın, ha elektrik direğine bağlayıp fotoğrafını servis
ettirmişsin) gaddarlık karşısında suskunluksa; insanı insan yapan değerlere
saplatılan hançerdir.
Görüşü, kökeni, mezhebi, dinifarklı bir insanın,her koşulda savunulması, korunması gereken
yaşam hakkını elinden alan ister devlet, ister desteklenenörgüt kim olursa olsun; niye infaz, tehdit
ettiğinin, niye şiddete başvurduğunun kendisine göre haklıgerekçesinihiçleyen, sıfırlayan şey de;ortadaki katledilmişinsanların
varlığıdır.
Şimdi,
dün çözüm sürecinde Erdoğanın bilgisi, devletin
imkanlarıyla İmralı’da Serok Apo ile görüşülmesinde sorun teşkil
etmeyen, kimseye rahatsızlık vermeyen tersine sürecin lehine sayılan PKK’nın
HDP’yle bağını, Kürtlerin meşru yollardan siyaset yapacakları TBMM’de temsilinin
silahları susturacak barış için vazgeçilmezliğini bilerek, her türlü
karalamayıda göze alarak HDP oy
verenleri; kendilerini sorgulamak zorunda bırakan infaz, tuzak kurma benzeri
eylemlerin özgürlüğe, demokrasiye,
kardeşliğe katkı sunması mümkün değildir.
Onca
F.Gülen, A. Oktar, A.Hulusi, ..., ...,liderliğindeki cemaatlere girmenin“trendy”liğiyüzünden“şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar
memleketi”yolunda dahızla ilerleyen Türkiye’de;partisi, örgütü, cemaatikendi arasındayüzleşmeye de yanaşmadığından ;
hep vurgun yiyecek sevgi de, barış da, uzlaşma dayaşanmışlıklıklar, yaşanamamışlıklar arasındasendeleyip dururken; keşke bir terk ediş
masalı olabilseydi savaş, nefret hayalinize nispet gün de... gece de solar...
Hevalım! öyle bir masal yaz
ki, bir Ahmet Kaya şarkısı gibi kalbin sesidile düşsün; özgürce...yazarken, Stockholm sendromu kıskacındakiTürkiye’de,belki sonu barışa varacak öylebir masalı yazmanınhenüz vakti de değildi.
Ama 24 Haziran seçim sürecinde, bir
süreliğine de olsa, öyle bir masalı yazabilme ihtimalinin eşsizliği, seni mutlu
kılarken Hevalım, seçimin sonuçlanmasıyla yaşadığın hayal kırıklığı; neilk,ne desondur; bu diyarda.
Her seçimde yaşandığı üzere
iktidaramuhalif kesimlerin beğenmediği
sonuçlar ekranlarda aktığında “ 16 yıl yetmedi, bir 5 yıl daha Tayyib’e
katlanmamıza neden bu cahilleretahammül
edemiyorum. Tası tarağı toplayıp doğru Ege’ye ...Avrupa’ya...” sitemli
telefonların, açılan biraların, şarapların yoldaşı da “döviz 5 TL, bir kilo
soğan5,95 TL’yi görmemişgibi yine seçtiler diktatörü....”sözcükleridir.
Sonra günlerce sürecek “ kültür düzeyi
yüksek bizler; bu cahillerdaha iyi bir
hayat yaşasınlar diye çırpınırken meğer onlar hayatlarından memnunlarmış,
....dip dalga denilen deTayyip
dalgasıymış.......”lı tahliler... tahliler...Paylarınahepdüşmesinden yakındıklarıkaybetme
fırtınalarının ortasında “bir kere ya bir kere de yenildiğini görseydik şu
Tayyip’in ne vardı....” burukluğunda, kendilerini “suskunluk sarmalı”nı
aşamayan toplumun mağduru hissiyle doldurupdaha...daha kızarken, sığınacakları sayısız nedenler,bahaneler bulmayı da ihmal etmeyeceklerdir.
Oysa aylardır sabah, akşam birlikte
yatıp kalktıkları seçimi destekledikleri partinin, ittifakın kazanma hayalini
dalından koparıldığı ân solan hanımeliye dönüştüren, seçim sonuçlarının
muhaliflere yaşattığı yas,gerçeğin ta
kendisidir.
O
gerçek; Ortadoğu’da ideolojisi faşist devletleri yönetenlerin yalnızca yaşam
biçimine, davranışına, düşüncesine müdahale etmekle kalmayıp;her alanda tek tipçiliği, devlete,lidere biatı kurumsallaştırmaları yüzünden,
süreklikavga,savaş,şiddet, yoksulluk altında bırakarakparanoyakruh edindirdikleri
bireyler sayesinde, yıllarcaiktidarda
kaldıklarıdır.
Öyle ki partileri, bürokrasiyi,
STÖ’lerini, sendikaları, ..., ..., yönetenler; kazanma,kaybetme olasılığını taşıyan her olguda
konumlarını garantileyeceğinden,planlıbiçimde başta asparagas haberlerin mekanı
yapılmış sosyal medya, her biri bir partinin sözcüsü kesilmişanchorman’lı TV’ler, yazarlar,troller, anket firmaları eliyle,kendisini sahiplenmiş biatçı kitleyi; bol
saplantılı, takıntılı bir halekoymaktan
çekinmemişlerdir.
Bireylerin nasıl
şizofrenik bir hale getirildiğinin kanıtı da; karşılığı olmayan ama istedikleri
bir durumu algı yönetimiyle var eden, besleyenlerin “CHP’nin %25 oyucepte, SP’nin AKP’de gizli en az %5 oyu,İP, HDP’debarajı aşar, bu iş tamam, RTEThe
End” propagandası yüzünden; anketçi H. Bayrakçı’nın “çarmıha gerilmekten
korktuğu”, gazeteci H.Mahalli’nin de“kitleyi motive etmek için...” manipülasyon yaptıklarını, seçim sonu itiraf etmelerinde saklıydı.
Bu şizofrenik hal; her seçimin sonucunun
muğlaklığına,İnce’nin “oyumu %30-35
bandında hesaplıyorum” demesine rağmen elde somut veri de yokken,mitinglerdeki toplama kalabalığa bakarak
“seçim 2. tura kalıyor” saptamasını gerçek algılattığından; seçimin sonucunu
“İnce kaçırıldı,tehdit edildi”yle
yadsıyacak kadar özdeşleştiği lidere,partiye aklını, vicdanını armağan etmiş bireylerin denedenidir.
Böylece bireyler; aynı
partiyi destekledikleri, aynı düşünceyi, tavrı, yaşantıyı paylaştıklarıyla kurdukları sanal
ortamın gerçekliğinden şüpheye düşmeden, olamayacak;
“doların yükselmesi Reis’i yıkmak isteyen dış mihrakların komplosu”; şehir
efsanesi “oy çalarak yine kazanacaklar”lı onlarca olayı olduran obsesiflikte, ülkeyi
iç savaşa sürükleyebilecek eylemlere hazır, nazır bir psikolojide debelenip
duracaklardır.
Kaybetme olasılığını da dışlamış bu
bireylerin; adaylarına
oy vermeyenin tercihini“sürü mantığı
yoksa İnce dururken niye Erdoğan’ı seçsin...”,“...PKK’nın koluHDP’ye baraj
aştıran CHP’ninihanetini...”yla yerden yere vurmalarından taşan öfke;
karşıtında varlığını eleştirdiği ötekileştirmeyi yaygınlaştırarak, her seçimi bir adayın kazanmasına, kaybetmesine endeksleyip; hayatı boğan işsizlik, eğitim,
taciz varisorunların gündeme
getirilmesini deötelettirecektir.
İşte bu paradoksu
aşamadığından “ülkeyi yöneteceğim kadro, çözüm önerilerim” somutluğunu
iteleyerek “hakkından gelse gelse bu gelir” imajını güçlendirecek rakibi
Erdoğan’la aynı kavgacı“eyyyy Recep
”li; aynı intikam yüklü “yıkacağım, canlı yayında yargılayacağım”lı dille
tabanını tatmin ederek keyiflendiren İnce’de, istemeden,oy devşirmeden seçimi kazanamayacağı
mütedeyyin seçmeni “en azından Reis’in icraatını biliyorum”la bloklaştıracaktı.
Üstüne “adam ne derse
o, çıt çıkıyor mu? biz maşallah, hemen çen, çen; yok bu nasıl milletvekili
listesi, niye önseçim yok” söylemleriyle diktatör ilan ettikleri RTE’nin
otoriter idaresine öykünme, bireylerin eğer istedikleri kişi ülkeyi yönetirse,
yapılacak baskıları, haksızlıkları meşru sayacaklarının da göstergesi olacaktı.
Tablo
buyken insanları ürküten de, istisnasız herkesi etkisi
altına almış faşizme, otoriter liderliğe sevdanın varlığını müesses nizamı
yerine lidere, kişilere bağlayarak o liderin, kişilerin seçim kaybetmeleriyle
tüm olumsuzlukların düzeleceği pompalandığından; destekledikleriittifak zarar görmesin diye 37 aydının yakılmasını “...pencereleri
açmadıklarından dolayı öldüler”leizah
eden dâhilikteki T.Karamollaoğlu’nu; “önce Erdoğanı devirelim, sonra...”yla
sineye çekecekkadar kişiliğinden,
ilkelerindenödün verdiren bir nefreti
barındıran bir zihniyetindamarlarda çağıl çağıl akmasıdır.
Vicdanı,
erdemi çıkara göre tırpanlayarak şeytan’la işbirliğini dahi yadırgatmayan bu
zihniyet;yalanın alkışlandığı, emeğin, liyakatin
hiçlenerek dolandırıcılığın ticari başarı sayıldığı bu savruk; İçişleri
bakanının “HDP’li P.Buldan’ı”, Bahçeli’nin “kader mahkumu” nitelediği mafya
lideriyle gazetecileri alenen tehdit ettiği bu çeteci; Cumhurbaşkanı adayını hapiste tutan bu adaletsiz; müesses nizamı
da kalıcılaştırmıştır.
Böylesi bir ortamın kapana kıstırdığı
Türkiye’nin bahtsızlıklarındanbiri de;
gel gitli uygulamalarıyla bezdiren AKP’yi iktidardan etmenin yolunu16 yıl sonra ancak AKP’nin milliyetçi,
muhafazakar çizgisine yaklaşmada bulduğundan; faili meçhullerle anılan Akşener,
“Madımak’ı
katliam vasıflandırmayan....”Karamollaoğlu’yla ittifaktan çekinmeyen,
vizyonsuz bir ana muhalefet partisine sahipliğidir.
Şimdi sizce de bireylerdeki“niye
Tayyip’e oy veriyorlar”saplantısını“Kılıçdaroğlu’na
hangi nedenle oy veriliyorsa o yüzden”le noktalayarak,seküler, demokratik birülkenin müesses nizamın değiştirilmesiyle
mümkünlüğünü açığa çıkarmış bu seçimi kaybedişi;
yarını kazanacakbaşlangıca çevirmenin
vaktideğil midir?
Geleceği, yılları yine heba etmemek
adına uzlaşmanın, diyalogun sihrini
hatırlayarak, ön şartsız bir ateşkesin
adımını atanın tek bir Kürt, Türk
gencininhayatını yitirmesini önlediğinden“kazanan” sayılacağı o vakit de; farklığına
dokunmadan vicdanlı, adaletli iyiinsanlarla kurulacak; hep de yeni şeyler söylemiş “Sol”bir ittifak ancak geçmişe dair yaralayıcı her
şeyi de yerle bir edebilecektir.
Bavê min, bir
zamanların “çözüm
sürecinin” mimarı Reis’in meydanlarda
“....Kandil’de .....terörist etkisiz
hale getirildi”yle yurttaşlarının öldürülmesini kutlamasıyla adı bilinmeyen o evlatları
kaybedenlerin yüreklerine vurduğu hançerin akıttığı oluk oluk kan
“gözyaşlarını, acıyı dindiremiyorsa kazanmak neye yarar ki “ kederini
savururken havaya,gece desolar.
Size yine “keşke”yle başlayan cümleler kurdurturmuş hayat
denilen şey de, belki de“ sen bu
kurşunu yine mi yedin Türkiye” hüsranlıkaybedişlerle ordan oraya savrulmaktır. Peki ya bu savrulmalarımız,
acılarımız hiç bitmezse? Süre...akıyor mu? Yoksa yeni mi başladı?
Güzel
oğlum, teyzesinin yakışıklısı, prensi....ben yavrum ben; şu yukarıdaki fotografa bakan her kim olursa olsun, o canlı gözlerine bakan her kim olursa olsun, senin bu dünyada olmadığına, yaşamadığına inanır mı; fotoğrafın bu kadar yaşıyorken;inanır mı öldüğüne?
Ahhhhh... ahhhhh Can, ahhhhh gurbet denilenin bir
mahal, mekan değil de bir hal olduğunu öğrendim, sensizlikte. Sen yoksun ya
gurbetteyim, hani ne tanıdık olur yanında,
ne dilinden anlayan ya da
anladığını gösterir tavrında birisi...yalnızca seni anlamadığını anladığın ama
yine de anlattığın birileri vardır...uzaklardasındır
özlersin; merdivenleri inleten ayak seslerini, kapıyı açtığımda apartmanın dik merdivenlerinin seni yorduğunu gösteren iki büklüm ellerinin boşlukta sallanırken "ayyy ayyy " dediğin anları, anneannenin kelimeleri
telaffuzundaki hatalarını, babanın “day
beterde” deyişini, özlersin işte bilirsin de annen yine o hataları yapacak, baban yine o
sözü kullanacak....
Lakin
benim güzel, tatlı oğlum lakin hasretlik gurbet gibi değildir işte. Sevdiğini göremezsin,
sarılamazsın, elinden tutamazsın, saçlarını dağıtıp okşayamazsın... geçmişe,
dünde yaşadığın güne gidememek, yaşayamamaktır; hasret. Ben yavrum ben, senin elinden tutmaya, gıdından öpmeye, parklara gitmeye, sohbetlerimize,
yaptığımız her şeye hasretim yavrum...
hasret... biliyorum bir daha hiç olmayacak, hiç yaşanmayacak o anlar; kayıp zaman o anlar. Ama kalbe , akla söz geçmiyor işte; seni görmek istiyorum,
seni arıyorum her Kahire caddesine çıktığımda, Turan Güneş’te her yürüdüğümde, Nurçin Sayan ilkokulunun
önünden her geçişimde, yanımda sen
varsın..sen. kaç bin kez yürüdük seninle o cadde...sanki buralarda hiç yürümemişsin, hiç koşmamışsın gibi olması
aklımı döndürüyor, gerçekle, yaşanmışı karıştırıyorum; masal mıydın yavrum? Yoksa rüya mıydın? Nasıl olur nasıl,
nasıl olur da bir anda yok olursun ?Aklım kavrayamıyor...
09.07.2015 Perşembe saat; 18;26 İstanbul
Benim
sevgi dolu yavrum, İstanbul’da bu fotoğraf çekilirken o an kimin aklına gelirdi
ki daha doğanın kanunu yerine gelmeden; ölüm getirecek yaşa ulaşmana fırsat
verilmeden ışıltın söndürülecek, hayatından edileceksin.. Canım yavrum bir
insanın hayatının son noktası; illaki
bir gün gerçekleşek ölüm değil; hayatının baharında, daha bir şey
tadamamış bir çocuğun, bir gencin ölümüymüş korkunç olan, insanı bitiren.
Bir
anda yoksun, bir anda yaşanan her şey
geçmiş oluyor... hani baban ya da annen sabahları bırakırdı ya bize işte sokağı
gören mutfak penceresinden her baktığımda bizim eve dönen köşede yine sen ol istiyorum...sen. Birlikte mutfaktaki cam masanın başında sokağa bakmak , birlikte omlet, makarna yapalım istiyorum...her
gün sesini duyuyorum oğlum “Güşen haydi”...gayri ihtiyarı bakıyorum etrafıma
ahhhhhhhhh Can’nnnn, ahhhhhh...parktaki onlarca çocuğun sesi içinde bir tek
senin sesin açık pencereyi aşıp odaya dolsun istiyorum, bir tek senin sesin.
Binlerce
göz bakıyor ama ben bir tek göz arıyorum; senin gözlerini, onlarca çocuk
koşuyor Lozan’da önümde koşan sen ol istiyorum; azıcık
koştuktan sonra arkana dönüp “sahiden koşuyor mu, bana yetişecek mi”yle beni kontrol ettiğin o tüm gücünü kullanıp
koşman vardı ya yeniden onu görmek istiyorum. Biliyorsun değil mi; imkânsızı
istiyorum...işte bana bu imkansızlığı, sensizliği ihmaliyle yaşatan, hayatımızı
seninle gömdüren, bu sonu sana reva görenin
de cezasını bulmasını istiyorum; “adalet” istiyorum...adalet
09.11.2014 saat;11;42
Biliyor
musun Can’o bu fotoğraftaki yeleğine, eşofmanına sarılıyorum
geceleri, onlarla uyumaya çalışıyorum...kokluyorum... kokluyorum kokunu çekiyorum içine...inanmazdım ama her
insanın bir kokusu varmış yavrum, anneannen
“ölürsem, benimle mezara koy bu yeleği dedi”. Yalannn dünya değil kuzum,
yalannn insanmış.. yoksa sana dair her şey canlı, yerinde duruyor işte. Fotoğraflarına
bakarken ne kadar boy atmışsın yıldan yıla 2014’den 2015’e geçerken, 2016 yılında da
boyun yaşıtlarına göre uzamıştı “anne
Can çok zayıf” derdim annem de “boya veriyor, baksana nasıl boy atmış” demişti.Anneannen o boyuna kurban olsun derdi..derdi de ne oldu yavrum...
İşte
böyle ölüm senden o kadar uzakta, güzel güzel büyürken bize sensizliği yaşatan,
seni bu hayattan koparan kazayı yapanın baban olması yokluğunun getirdiği
felaketi, acıyı hafifletemiyor yavrum; daha çok artırıyor. Biliyorsun; seni emniyet kemeri bağlanmadığından, bu kadar
basit bir şeyden hiç yere yitirmemize neden olan kazayı yapan kim olursa olsun aynı şeyi düşünür, aynı şeyleri yapar, aynı
şeyleri yazardım? Beni anlıyorsun değil mi? Anladığını biliyorum çünkü sen
benim seni ne kadar çokkk sevdiğimi biliyordun; o yüzden sen olmayınca hayatımın
nasıl biteceğini de o küçücük
kalbin, aklınla tahmin ederdin . Ki bize
bunu, birbirimizi görmememin bizi nasıl yıktığını daha önce yaşatmışlardı, zamanı gelince
yazacağım...
Ne
diyordum sana Can...ne diyordum “ Can sana bir şey olursa ben sensiz yaşayamam”
sen ne diyordun bana “ biliyorum” Konuştuklarımızın
gerçekliğinin hızlılığı, hayatı yadsımamın da nedeni. Anneciğim sanki biri her şeyi alt üst etti; bu yaşıma kadar
bildiğimi, gördüğümü sandığım her şeyin yalanlığı senin kaybınla ortaya çıktı Ne
kadar çok şey yalanmış yavrum...ne kadar
çok şeyyy; öğretilmiş onca duygu, onca söz...Bak sen yoksun ben yaşıyorum işte
tamam bu yaşamak değil belki ama yaşamak dedikleri nedir ki? Yaşamak dedikleri herkesin yaptığı
şeyler; yine kahve içiyorum, yine Lozan’a gidiyorum, yine yazıyorum, alışveriş
yapıyorum, cafe de oturuyorum sen yaşadığındaki ki gibi aynı “faaliyetler” ahhhh “faaliyet “ derdin sende “kreşte faaliyet
yaptım” ya da evde oturuyoruz “faaliyet yapalım mı” koşardın yazıcıdan kağıt,
kalemlikten kalem alır gelirdin, yatağın üzerine koyar çizerdin ya da makas isterdin(
tabii küçük bir makas alınmıştı sana) gazetedeki, evdeki bir dergideki resimleri
keserdik...
Hiç
mi değişen yok; elbette bir kere sen yoksun Can’o. Ve yaşama dair aynı şeyleri sen olmadığında da yapmaya devam
ederken yaşadığın zamanlardaki hayattan aldığımız o tat, keyif o yok yavrum...bitti gitti.... ne ben, ne anneannen, seninle birlikte keyifle
yediğimiz kapuzdan, duttan o zevki, o
tadı alamıyoruz yavrummm, ne güneş, ne o çok sevdiğin kar, ne de pencereden
seyrettiğimiz yağmur umurumuzda değil ki artık.Her gün yapmak zorunda
kaldığımız yaşadığın zamanlardaki keyfi,
heyecanı, mutluluğu vermeyen işler yerli
yerinde duruyor da; ne kahve, ne çay, ne makarna, ne filmler, ne sokak, ne parklar senin yaşadığın
zamanlardaki gibi değil; hepsinin ortak
bir tadı; acıtan yanı var artık...Sen
yoksun ve ben seninle yaptığımız şeyleri; tüm bunları sensiz yapıyorum ya kalbim acıyor bir tanem
kalbim...kalbime inan bir bıçak saplanıyor her sokağa çıktığımda, her parkın önünde
geçtiğimde, televizyonda her çocuk kanalı gördüğümde, çocuk şarkısı duyduğumda,
her Galatasaray forması...her “Luppo’mu bana ver “ reklam cıngılı, yaşama dair
her... her...her...
Suç
niteliğinde bir ihmal seni aldı götürdü seni
“okulumu seviyorum” dediğin
Tevfik Fikret’ten, evinden, teyzenden, anneannenden bu daha çok başında olduğun;
çok şey belki de hiç bir şey yapmayacağın hayattan. Diyorum ki sade güzel bir
defter hayır güzel oğlum “anket defteri” değil, defter alsam defterler dolusu
iç dökmelerimi doldursam...kimse bilmeden, kendim dahi okumadan
yazsam...yazsam...seni yazsam...seni
Yılbaşından 6 gün sonra 06.01.2014 pazartesi saa:t 15:45
Birlikte
geçirdiğimiz yılbaşı sonrası 6 Ocak 2014 pazartesi; Kuzenin İ. İstanbul’dan
gelmiş, dışarda kar, sizin evdeyiz sana bakıyoruz; masada sana aldığım yılbaşı
hediyesi kar spreyi, küçük oyuncak köpekçiğin ve derece; yine hastasın ama bu
senin yaramazlığına, oyun oynama isteğine asla engel değil ki..39 derece ateşin
var yatıramazdık seni, o halinle gözlerin ateşten kayık oyun oynamak isterdim, oynardık da sonra
yorulur bu kırçılı kanepeye uzanır, televizyon seyrederdin ama uyuduğun an o kadar azdı ki.. Bir de annenin özenerek
aldığı beyaz abajur; az çekmemişti bizden; top, araba yarışı oynarken kaç kere
devrildi, kaç kere düştü “ahhhaa” derdin “mahvolduk” hemen kaldırır düzeltirdim,
bir keresinde zorlandık “Can bu defa
hapı yuttuk” “gülerek yeni duyduğun
hoşuna gitmiş sözü tekrarlardın “hapı yuttuk” akşam annen gelince bazen unutur, bazan de söylerim
“abajuru düşürdük”
Yıl
2018 oldu bir tanem düşünsene, üçüncü sınıfta 3B de olacaktın, sensiz yeni bir
bahar, cıvıl, cıvıl çocuklar, montlarının önünü açıp “terledim, çıkar” diyorlar senin gibi.
Terledim der demez ya da terlediğini hissettiğim an ki çok terlerdin alnına
yapışırdı o güzel düz siyah saçların hemen havlu kağıt alırdım, alnını siler elimi
de sırtına koyardım “ ooo,offff, off yine terlemişmişsin” panik olurdum, olurduk. Öyle ki dışarı
çıktığımız zamanlarda 6 yaşındayken dahi yanımıza atletini alırdık, küçükken daha kolaydı sana gerekli onlarca şeyi
çocuk arabanın alt kısmına koyardık, arabanı sürerdik annen, ben sırayla.
Yavrum
o kadar çok terlerdin ki anlam veremezdim, “terleme” bir hastalığın belirtisi mi diye Google da dahi araştırmıştım zira gece yatarken
illaki terlerdin, gündüz de; geceleri su
içinde kalırdın özellikle de boynun, saçların ıslanırdı, ensene yapışırdı güzel
siyah saçların. Gece ve de küçükken yatırdığımız öğlen uykularında aletini çıkarır onunla vücudunu
boyunu, gövdeni silerdim, uyumaya devam eder uykulu uykulu yapılmasından hoşlanmadığından
“yyaaa, yokkkk, yapmma” der, kendini
yatağa atmaya çalışırdın yine de gözlerini açmazdın “tamam oğlum bitti, bak çok
terlemişsin ”derdik, değiştirir yatırırdık.
Eğer
uyanıksan, hele de evde oyun oynarken terlemişsen sana gün doğardı, üstündekileri
çıkarır çıkarmaz üzerinde atletin kalınca koşmaya başlardın, bazen üstünü değiştirirken
de yapardın bunu don atlet koşardın; seni yakalamak zorundaydım; odadan odaya
koşar salondaki büyük kahverengi sehpanın etrafında dolanır babamın odasındaki
bitişik iki yataktan diğerine atlar “haydi geelll” derdin. Eğer sizin
evdeysek aynı şey salondaki sehpanın
etrafında dolanır, mutfağa merdivenin
altında ıvır zıvırın konduğu bir boşluk vardı sonra annen oraya IKEA’dan dolap
gibi bir şey aldı eline geçen tüm ıvır zıvırlar oraya koydu bizim yerden
tozları topladığımız o tüy toplayıcı rulolardı koymuş; bir gün halının üzerinde
toz; ara ara yok sonunda aklıma geldi açtım baktım orda “şu annen yok mu”
tekrarladın “annem yok mu” işte koşarken o boşluğa da girmeye çalışır
büyüdüğünde bana kalp krizi yaşatacak biçimde yukarı katta merdivenlere doğru koşardın.
Ahhh
annem ahhhh; ana sınıfına giderken 6 yaşında dahi bu koşma, söz monoloğu sürdü
gitti hepp. Sonunda atletinden yakalardım seni “offf bu ne Allahım çabuk çabuk, yavrum ya bir
dur, kıpır kıpır, köpek, kurbağa bacağı mı yedin, hemen değiştirelim yoksa
hasta olursun” dışardaysak ya da evde oyun oynamaya başlamadan önce kağıt havlu
ya da peçetede koyardım sırtına, göğsüne terini alsın diye. Özellikle de
baharda ki hiç unutmam köfte ekmekle
resimlediğim ilkokul birinci sınıfa gittiğin 2016 baharında, sömestr
tatilinde hava birden sıcak olduğundan kaç
kez terleme diye montunun altında yalnızca atlet giydirerek götürürdüm parka
seni. Kaç kezz...
06.01.2014 anneanneni boğuyorsun yine
Bebek
ve de 2 yaşına gelinceye kadar terleme ve de diğer ihtimaller için sana gerekecek onlarca şeyi çocuk arabanın
alt kısmına koyardık, arabanı annen, ben
sırayla sürerdik. Mavi renkliydi çocuk araban sonra o araba Duru’ya verildi,
Dikili’ye tatile gittiğimizde arabanı da götürmüştük, denize, Tansaş’a, gece panayıra
gittiğimizde, gezmeye çıktığımızda en büyük yardımcımız arabandı, alışveriş poşetlerimizi, giysilerimizi alt
katına koyardık. Ve sen uzun sürede arabada kalınca sıkılır, bebekken iki elini
uzatır “aaa, ıııh “alın beni” derdin, sonra büyüdüğünde senin deyiminle “bebekçe” yarım yamalak konuştuğundaysa
“al, al “ derdin, yürümeye başlayınca da
bazen kendi arabanı sürer bize yardımcı olurdun.
Bir
defasında da Duru’nun arabasını da sürdün “aman dikkat” dedim “düşürürsün” birlikte
sürmeye güç bela razı oldun, iki yaş
büyük olduğun Duru’nun her hareketini, her yaptığını büyük bir merakla gözlerdin,
konuşmazdın çok, gözlerdin ” şu topları versene anne, Duru oynasın”
dediğimde “ben yaparım” derdin, evde her zaman ve hala
da masa üzerinde süs olarak bulunan yılbaşı toplarını koşar getirirdin hemen.
En
çok kullandığın sözdü, “ben yaparım” der koşardın su, bardak, oyuncak,
kitap getirmek gibi işleri yapardın,
eğer top oyun alanının dışına çıkmışsa
“ben getiririm topu“ diye topun peşinden ilk koşan sen olurdun ...maç
yapıyoruz top bazen demirleri aşıp bizim bahçeye, bazen caddeye
sizin evin parktaysak basket sahasının dışına, Minik İkizler kreşinin
bahçesinde Emir Efe’yle maç yaparken yan
tarafa düşerdi “ben alırım” der demez çoktan fırlamış olurdun
ya da Lozan’da M. dayının çalıştığı spor
merkezine doğru yokuş aşağı topun
peşinden koşar, koşardın. Bir şey lazım olduğunda hemen atılırdın yardımcı
olmak isterdin “ makas, bant, kalem, şişede su mu gerekiyor “ben getiririm” yerlerini
de bilirdin...
Duru salonda yılbaşı toplarıyla oynadığında
dayanamaz, gözlemeyi bırakır sende oynardın, top masanın altına ya da hole kaçtı mı koşar getirirdin, o kadar sevmene
rağmen o kadar da az gördün ki Duru’yu,
bırakmadılar... Benim gücümde ancak
birkaç kez görüşmenizi sağlayacak ortamı ayarlamaya yetti, birinde iki
yaşındaydı Duru, 23 Nisan çocuk bayramı
o gün Duru’nun babasının arabasıyla gitmiştik IKEA’ya. Bir karnaval havasındaydı
İKEA, şarkılar, palyaçolar; az biraz baktık sonra annen sana Mango’nun outletinde giysi almak istedi, senle bende mağazada oyuna daldık, askıdaki elbiselerin
arkasına saklanıyorduk, tabii ki koşuyordun da koridorlarda, arada annen aldığı
bir tişörtü getirip sana tutuyordu, Duru yanımızda değildi annesi onu oyun
alanına götürmüştü ikide bir soruyordun “Duru nerde”...Yemek salonuna geçtik,
az sonra Duru gelince pek bir sevindin “hapur, hupur” yedin patates kızartmanı,
İsveç köfteni....
Kocaman abisin Duru'yu koruyan topumuzun kaçtığı cadde, oto park
Alemdin
ya Oğlum; her çocuk gibi “hamburger, patates canavarıydın” anneannen yağlı
kâğıdın üzerine patatesleri doğrar, doğru fırına , dışarıda McDonalds, Burger King ya da başka bir yerde patates
kızartması ve hamburger istediğimizde ki giysimi çekiştirir eğilirdim kulağıma “çocuk
menüsü” derdin, kazara verilen minik poşetlerdeki ketçap, mayonezi açıp
karıştırsaydım ki unutur karıştırırdım verilen tepside; ağlardın “niye yaptın”
, “yapma” ağlardın... “tamam, tamam bilmedim” ağlamaya devam, ben gider yeni bir mayonez,
ketçap ister karıştırdığımın biraz ilerisinde ayrı ayrı dökerdim mayonez ve
ketçabı.
Kanser
olduğumdan hazır gıdalardan uzak durmam gerekirdi o yüzden kendime söylemezdim
ama canımın çektiği patates kızartmandan bir tane almaya göreyim kıyameti koparırdın
oysa tamamını bitirmeyeceğini bilirdim zira öyle bir huy edinmiştin ki hiç bir
yemeği sonuna kadar yemezdin illaki tabağında bırakırdın bir kaşıkta olsa
bırakırdın. Doyduğunda önüme sürerdin patates kızartmanı son zamanlarda 2015
yılından itibaren soğan halkasını sever olmuştun, evde sipariş versem “soğan halkası” derdin ilk
söylediğinde “aaaa sen soğan halkası seviyor musun” , “evet” yanıtını alınca
anladım ki annen ya da baban istemiş, sende her şeyi denediğinden yemiş ve çok sevmişin.
Eve
sipariş verdiğim bir gün gelen soğan halkandan bir tane yedim diye yine bir ağlama tutturdun “Can saçmalama bir tane yedim, 10’lu değil
20’li istedim bak iki kutu, bitiremesin bile” nitekim bitiremedin, hamburgeri
de sade severdin içindeki turşuyu, domatesi, marulu çıkartırdın sonraları turşusuyla
yemeye başlamıştın.
Aşkım
benim karşıma ne zaman bir hamburger
dükkanı çıksa aklımda sen, soğan halkası....bir keresinde soğan halkanı hardala
batırarak yemiştin “sevdin mi hardalı” başını sallamıştın ağzın dolu. Yazarken
seninle ilgili yaşanmışlıkları dikkat ettim de Can, çocukluğa dair her olayda, olgu da ne
çok yer edinmiş yemek, içmek, sağlıklı beslenme trendi yüzünden belki de.
Mutluydun biliyorum ....
Düşünüyorum da
şimdi ebeveynler çocuklarının hayatlarında nasıl bir rol oynadıklarının
farkında değiller zira hara, güre aman
da benim çocuğum piyano çalsın, iki dil bilsin,
baleye gitsin hep görünüşe, hep imaja
yönelik bir koşuşturma peşinde olduklarından cidden farkında değiller.
Neyin mi? Çocuklarının hayatlarını nasıl yönlendirdiklerinin, onları nasıl
biçimlendirdiklerinin. Belki bazıları farkındadır ama onlar dahi çocuklarının
kendi istedikleri ilişkiler içinde olmalarından, istedikleri insanlara görüşmelerini
istediklerinden...çocuklarının hoşlandığı kendilerininse hoşlanmadıkları insanlarla,
çocuklarla görüşmelerine engeldirler. Oysa
genelde çocukları onların hoşlanmadıklarıyla mutludur. İşte sende o çok
sevdiğin Duru’yla annenin nedenini kendisinin dahi bilmediği demeyeyim bildiği tercihi
yüzünden arzuladığın kadar birlikte olamadın. Duru’nun hayatın da olduğu 5 yıl
içinde ancak 8 bilemedin, 12 defa görüştün.
Bende yeni
anladım küçük bir çocuk hayatını ancak ebeveynleriyle uzlaşmak yoluyla sürdürebilir. Ebeveynlerle uzlaşmak
aslında bir varoluş sorunu, yaşama içgüdüsünün dayatması. Çocuğunun ağlamasını,
acıkmasını, uykusunu, “yaramaz” davranışlarını denetiminde isteyen ebeveynler,
çocuğunun davranışlarını onu bir takım şeylerden mahrum ederek kontrol eder. Bu
ise çocukta bir kaygı, bir tehlike duygusu geliştirir ister istemez. Ve çocuk hayatta kalabilmek için ebeveyniyle
uzlaşır. Bu uzlaşma sırasında ebeveynin istemediği kendisininse yapmak istediği
ama yapamayacağı davranışa yabancılaşmak zorunda kalır; kendine yabancılaşır. Hayatını
sürdürebilmek uğruna içinden gelen davranışları bir kenara iter, isteklerine
yabancılaşır. Karşısındaki insanın, ebeveynlerinin, yakınlarının, öğretmenlerin
dayattığını benimser.
Bu benimseme kuşaktan kuşağa aktarılarak itaatkâr
bireylerin, biatçı toplumun temeli
atılır. Aslında özgür birey olunmasını çocukluktan engelleyen bu yapıda çocuk 6
yedi yaşlarında dahi bir tercihini, isteğini ebeveynlere benimsetemez, onların gözünde
“çocuk aklı” dikkate değer bir şey değildir.
Ebeveynler böylece çocuğun kaderini, geleceğini belirleyecek kararları
verirken çocuk bunun dışında tutulur.
Anneannen senin vefatından sonra “neye yanarım biliyor musun,
ben gördüm, ben biliyorum, hiç bir sorunu yoktu Can’nın, öyle mutluydu ki orda. Çiçek topluyor,
tabletiyle oynuyor, denize gidiyorduk, yüzmeye başlamıştı, çok seviyordu denizi,
güzel güzel oynuyordu, niye araba tuttu
yola çıktı niye, niye kıydı Can’a
hiç anlamadım” diye ağıt yakarken acaba
diye düşündüm sana “Can yarın Ayvalık’a,
Assos’a gezmeye gidelim mi, ne dersin, sen ne dersen onu yapacağız” deselerdi
acaba hayatını belirleyecek cevabın ne
olurdu? Gitmezdin değil mi? Denize gitmek dururken, gitmezdin....
Küçücüksün bebeğim; 07.07.2013 pazar saat:14:27 tatil de Dikili'de
Carl Jung ”çocuk üzerinde en güçlü psişik etkiye sahip olan şey,
ebeveynlerin yaşamadığı hayattır” saptaması bu dikkate alınmayan istekleri göz
önüne alır bence ki Jung; yıllar yıllar önce onlarca deneyim sonucunda bu
yargıya varmıştır. Ki ebeveynler eğer bale yapmayı, piyano, keman çalmayı çok
istemesine rağmen koşulları yapmasına
izin vermemişse bir bakarsınız ki gidemediği, yapamadığı ne varsa onu yapması için zorlarlar çocuklarını.
Ben
de piyano çalmayı çok istemiştim, gençliğimde
hayranı olduğum Hollywood filmlerinde misal High Society de bir prenses havasında beyaz elbisesi içinde piyano çalan Grace Kelly’e bayılmıştım, içimde bir ukdeydi piyano çalmak, 20 yaşımda devletin verdiği krediyle
halkevinde kursuna gitmiştim. Ahhh güzel oğlum, yaşasaydın sana
da anlatacaktım diğer kuzenlerine anlattığım gibi bu piyano maceramı. Kim bilir
belki “Güşen, kanka uçmuşsun ya “, “ne
kadar alemmişsin o yaşta hiççç “, belki de “bende aynısını yapardım” diyecektin,
kim bilir...kim.
Annense
nerden kalmaysa ki ailede, çevremizde öyle seven, çalan kimsede yoktu, keman
hayranıydı, “Damdaki Kemancı” filmi belki de önce keman kursuna göndermeyi
düşündü seni. Bir gün birlikte yürüyüş yaptığımız A. bana “ benim torun piyano
kursuna gidiyor F. nin kocasından ders alıyor, fiyatı gayet makul, çok iyi bir
hoca, asker kökenli” deyince aklıma tabii ki sen geldin. Hemen anneni aradım;
olur dedi siz gidin, hoca bir baksın. F. mahalledeki seninle sık sık
uğradığımız benim sayısal loto oynadığım özellikle de dut zamanı dut, taze fındık
aldığımız Yıldırım süpermarketin yanındaki Başkent sitesinde oturuyordu.
Başkent sitesi
Ahhhh
Can’o ahhh ne çok severdin Ayaş dutunu, eve varmadan yolda bitirdik. Sadece 2016 yılı
hariç ki sen Dikili’ye erken gittiğinden o yıl hiç uğramadığımızdan alamadık, mahalleye taşındıktan sonraki her sene oradan dut aldık seninle. İşte birlikte
Başkent sitesine gittik, daha önce hiç gitmemiştim ben de, o kadar beğendik ki
oradaki çiçekleri, ağaçları bayağı gezdik sitenin içinde sonunda apartmanın
kapısını çaldık ama açan yok. Bahçe duvarında oturduk ki duvar üzerinde oturmaktan
hoşlanırdın, eve döndük.
10.7.2013 Çarşamba Ayvalık saat:5:48
Ertesi
gün yürüyüşteF.’yi gördüm geldik, kapı
açılmadı dedim anlaşıldı ki yanlış numarayı çalmışım. Cumartesi gününe randevu
verdi. Bu defa sen, ben, annen gittik, sen pek anlam vermiş değilsin, hoş beş derken
hoca “haydi bakalım Can gel şuraya otur” dedi. Piyanonun başına oturdun,
parmaklarını gelişi güzel tuşların üzerinde dolaştırdın birkaç tuşa basmanı
istedi bastın sonra seni yalnız bıraktı piyano başında sen tuşlara elişi güzel
basıp melodik sesler çıkarmaya uğraştın yani
hoca bıraksa resital vereceksin”parmakları
piyano ’ya yatkın, yaşı da uygun, başarılı olur, karar
sizin “ dedi. “Sevdin mi” dedik “evet”, “ piyanoyu öğrenmek ister misin”, “isterim”.
“İster misin Can iyi bir piyanist olsun” dedim annene, güldük.
Sonra
ne mi oldu, F. teyzen devreye girdi tabii,piyano çok pahalıymış, haydi aldınakordu bozulmasın diye taşınırken özel bir sistem gerekirmiş, asansörle
camdan içeri alınırmış türünden onlarca caydırıcı şey kafasını karıştırmış annenin,
tabii ki annen her zamanki gibi ikna
edildiğinden F tarafından vaz geçti. Zaten baban da piyano konusunda olumsuzdu.
Yıllar sonra insan farklı bakıyor olaylara annen yapmak istemediği şeylerin kılıfını bulmada
ustaydı, F.’nin olumsuz bakış açısıyla mı kapatıyordu. Belki de öyledir.
Annen
bu kurs konularında bir türlü karar veremezdi“ hiperaktif midir ne, enerjisini boşaltsın diye atletizm kursuna mı yollasam”,“acaba bedenin gelişmesi için jimnastik
kursuna mı yazdırsam” önerilerini “aman boş ver”letaca çıkaran yine kendisi olurdu. Bir keresinde
benimde annen babanla birlikte seni götürdüğümüz Tunalı’da galiba Bestekar sokaktaki
drama kursuna da gönderdi seni ki o zaman ana sınıfına başlamıştın.
Ahhh
benim talihsiz yavrum ahhhh.... halbuki seni çok şanlı buluyordun “anne Can
okumasa da olur, yeter ki babası kadar şanslı
olsun, L. gibi biriyle de evlenirse oohhh keyf keko, inşallah ta öyle olur”nereden bilirdim, nerden... yaşasaydın belki
çok da şanslı bir çocuk olacaktın.
Kimseye
bir şey olmadı yavrum kimseye...“olan ölene olur” doğru ama eksikmiş. Bir de ardında
bıraktıkları arasında yaşanmışlığı
kiminle çoksa; bir yaşamı öyle ya da böyle paylamış insanı da beraberinde
götürüyor; hayatını kaybedenle o insan da gömülüyor. Hele de her konuda sen
olmasan yemek hazırlayamayacak, parka, tuvalete, markete gidemeyecek, su dahi içemeyecek
kadar yani hayatını idame edecek kadar büyümemiş ; ihtiyaçlarını karşılamak
için varlığınıza muhtaç hep sizin
yanınızda olan, bir çocuksa yitirilen...
bazen bütün gününüzü birlikte geçirdiğiniz bir çocuksa....zaten ölürsünüz
onunla sizde.
Birlikte sokağa baktığımız mutfak penceremiz
Güzel
oğlum, teyzesinin yakışıklısı,
prensi yaşadığım her alanda, her yerde senden izler; Madam Coco’dan
aldığımız pembe örtüyü örttüğümüz bu yatakta yattın, bu çekmeceyi açtın, bu
holde yürüdün, bu dolapta saklandın, çalışma masası üzerindeki bu bantları, uhuyu koyduğumuz kutuyu açtın, ne zaman önünde durup sokağa
baksak balkonu mutfağa katarken
yapılan boydan boya pimapen pencerenin açma kapama yerindeki inan tarif dahi edemediğimden resmini çekeceğim
o ip gibi zinciri o yandan bu yana onlarca kez salladın ve her
defasında benden, dededen, annenden ya
da anneannenden “yapma, camı kıracaksın“ uyarısını dinledin şimdi her
mutfağa girdiğimde.....
Bir çocuk sesi, manav tezgahındaki bir meyve, önünden
geçtiğim bir okul, bahçesinde teneffüste oynayan çocuklar, bir reklam cıngılı,
bir çizgi film, kar, yağmur, açan çiçekler
çocukluğa, hayata dair herhangi
bir şey, her şey seninle yaşanmış anı, seni getiriyor... gökyüzündeki bulutlar “bak gidiyorlar Can gördün mü”, “ evet, kayıyorlar” “evet yavrum kayıp gidiyorlar”, “nereye” “
uzaya, Mars’a çok uzaklara” “çok mu uzak
“, “çokkk” sonra seninle bindiğimiz uçakta bulutların arasındaki heyecanın “bulutların
ortasındayız; çok güzel, bembeyazlar”
Ya sen nasıl bir çocuktun nasıl yaşam dolu, heyecanlı;
yağmuru, karı, rüzgârı seven. Bizim mahalleye 2013 yılı baharında taşındıktan sonra sizin evdeyiz sana bakıyoruz
nasıl bir rüzgar resmen tufan tarif
edilmez, pencereden sokağa bakıyoruz ki hem sizin ev hem de bizim ev
pencereleri sokağa bakardı, rüzgar
havada yerde ne var ne yoksa, kâğıtları,
poşetleri, çöpleri savuruyor ordan oraya hava kararıyor “Can!! koş, bak “ elindeki oyuncağı bırakır yanıma gelirdin ” dur
bakayım, bakayım “ beni itelerdin cam önünde; “oooo kıyamet, korkma sakın” kucağıma alıyorum pencere
kenarındayız, şimşek irkiliyorsun öpüyorum ensenden sonra bir gök gürültüsü ki
koca insanı bile yerinden edecek kadar kötü, titriyorsun, sıkıca sarılıyorum
“korkma annecim gök gürültüsü bu, böyledir”, “korktum çokk, çookkk” sarılıyorum ”bırakma
beni” “bırakmam oğlum, birazdan geçer, bak Can iki yaramaz bulut birbirine yol
vermiyorlar çarpışıyorlar bu ses çıkıyor” “nasıl” “ önce ben gideceğim bu
yoldan diyor biri diğeri de hayır ben
diyor sonra kavga edince yolda birbirlerine çarpıyorlar, anladın mı” anlamasan da “hıı, hııı”.
Ardından bir yağmur ki yıkılıyor ortalık, bardak değil
tencerelerden boşalıyor sular pencere pervazında dikiliyorsun ayakta, arkanda sırtımı
kanepenize yaslamış ben seni tutuyorum; cama yapıştırıyorsun yüzünü “yağmur
yağınca söylenen bir şarkı var; dur öğreteyim sana yağmur yağıyor seller akıyor, Arap kızı
pencereden bakıyor ....” “Arap kızı ne” sonraları yağmur yağınca hep bu şarkıyı
söyledik.
Yağmur diniyor, yeşil montunu giydiriyorum “haydi dışarı çıkalım ıslak ” havada toprağa karışmış çimen, çiçek, yaprak kokusu, ayağımızın altından az önceki selin suları akıyor, Beğendiğe gideceğiz bir şeyler almaya ama tam evinizin bulunduğu 553’üncü sokağın köşesine geldiğimizde yön değiştiriyoruz. Tiflis caddesinden yukarı Oran’a doğru yöneliyoruz; ip gibi kaldırım kenarından akan suyun üzerinde ufacıcık kâğıtlar, iğne uzunluğundaki çam dalları yüzüyor. Sen “bu su nerden geliyor” diyorsun, “ haydi gel takip edip kaynağını bulalım” büyük bir heyecanla “haydi takip edelim” başımız önde suyun akışının ters yönünde ilerliyoruz.
Meşhur Peynirciye az kala Şahinler sitesini geçince iki üç ağaçtan oluşmuş minik bir koru var orada buluyoruz birikmiş su birikintisini. ”Bak buradaymış, buradan akıyormuş” haydi dönelim dönerken tam sitenin önüne yanaşan ambulansın sesini duyuyoruz tabii, merak bu. Ambulans diyorum kim bilir kim hasta. Dikkatle bakıyorsun ambulansa, sesi ürkütmüş elimi sıkışından anlıyorum. Anlatıyorum içinde doktor var, 3 yıl sonra o minicik bedeninin şehirlerarası bir yolda ambulansa konarak morga götürüleceğini bilmeden anlatıyorum..
İşte böyle başladı senin keşif merakın, o günden sonra
hava güneşli olduğunda dahi yürüdüğümüz sokaklarda misal bizim
sokakta Turaş Güneş'e doğru yürüyorsak balkonlar, bahçeler
yıkanıyorsa kaldırımların altına konmuş borulardan su akardı caddeye, yukarıdaki
videoya aldığım görüntüdeki akan suyu görür görmez eğilir
dizlerinin üzerinde oturur, bakardın anlamaya çalışırdın suyun nerden geldiğini.
Güzel oğlum adını unuttuğundan
bana “neydi adı” diye defalarca sorduğun Minik İzler kreşine başlamışsın yıl
2014, daha seni kreşten almama bir, iki saat var ki erken alırdım seni en geç
16’dıydı ancak özel bir günse, bir yere tiyatro, piknik gibi gidilmişse geç
alırdım; birden hava karardı; ikindi yağmurları zamanı, anneme “Can diyorum hemen” annem panik biriydi
üstüne kulağı da çok iyi duymadığından hemen bağırırdı “ne oldu”“yağmur yağacak, Can çok korkacak gök gürlerse, Gülay hanım bilmez
ki Can’nın korktuğunu, yağmur yağmadan yetişmeliyim”. Elimde şemsiye koşuyorum,
koşuyorum ki gök gürlemeden senin yanında olayım. Bir iki yağmur damlası atıştırıyor
daha gök gürlemesi yok, nefes nefese zili çalıyorum, Gülay hanım “Can diyorum”,
“ hayrola niye erken alıyorsunuz”, “gök gürültüsünden çok korkar da“ getiriyor
seni, koşuyorsun bana boynuma atlıyorsun, öpüyorum yanaklarından, çok şükür yetiştim
diye seviniyorum.
Annem bakıyor sana 2013 sizin evde; sabahleyin erkenden annem
geliyor sonra da ben, o gün seni
yatırdıktan sonra eve dönmüşüm. Bir baktım elektrikler kesildi, kış hava erken
kararıyor. Allahım Can uyanır karanlık, o günlerde sık sık Hacı Bektaş’a gittiğimizden
ev mum dolu, az sonra sizdeyim annem “iyi ki geldin bende ne yapacağım diye
düşünüyordum diyor, annenin masadaki kahverengi
tabağa koyduğu süs mumları, benim getirdiklerimi yakıyorum yukarı çıkıyorum yanına
uzanıyorum o güzel saçlarını okşuyorum “Can, Can oğlum, kuzu haydi uyan bak geç oldu, yav ne çok uyudun bugün, haydi bak elektrikler kesildi” O an vurucu cümle “elektrikler kesildi”
oluyor, gözlerini ovuşturuyorsun, açıyorsun “nee” bak
diyorum konsolun üzerine çay tabağında koyduğumuz mumu gösterip “mum yanıyor” mumun duvardaki yansımasına bakıyorsun senin
için yeni bir şey bu, “hep böyle mi kalacak”
gülüyorum “birazdan gelir” Dünyanın
en muhteşem görüntüsü bir çocuğun uyandıktan sonraki halidir, sıcacıktır,
masumiyet kokar, sarılıyorum yatakta “haydi bebek” çoraplarını giydiriyorum,
sıkı sarılır bana düşmeyelim merdivenlerden..
Salona giriyoruz onlarca mum yakmışım, sana gün doğuyor, bu durum yeni
bir oyun senin için; anneannen yoğurdunu getiriyor, sen eriyen mumlarla oynuyorsun
“ayyyy” yaktın parmağını, bak böyle yap mumla şekiller yapıyorum, ben de yakayım
dikkat et , yaktığım kibriti eline veriyorum mum yakıyorsun, pek hoşuna
gitmişti o durum. Can diyorum şimdi üçe kadar sayacağım ve hoopp elektrikler
gelecek, hazır mısın? Bağırıyorsun “hazırım” sayıyorum ama.....Dur ben sayacağım, gelecek. Sayıyorsun
cidden elektrikler geliyor.. ben dedim
geldi, gördün mü diyorsun birbirimizin ellerinden tutup sevinçle zıplarken.
Düşünsene yavrum, senin kendini güvende hissetmemenden
endişelenen, korkacaksın diye aklını yitirecek kadar panikleyen...seni gözümden,
kendimden sakınan ben, seni nasıl ve ne yüzünden yapılmış bir kazada
kaybediyorum. Bu bile kahrolmaya yeter...En az on kez okuduğum “Can ve arkadaşları” kitabında yağmurdan sonra
çıkmış bir gökkuşağı resmi vardı işte o hikayeyi ve resmi öylesine kazımıştın
ki aklına yine bir gün yağmur yağıyor, sonrasında güneşle bir gök
kuşağı “bakkkkk bakkkk gökkuşağı” “Can derler ki gökkuşağının altından geçersek
her isteğimiz olur, şans getirir” “haydi gidelim” “yavrum bulamayız böyle yakın gözüküyor
ama...”
Bazen gayri ihtiyari Can diyor, seninle konuşuyorum sonra evde
olmadığını görüyorum. Kalbim yavrum kalbim o
an eziliyor, anlamı kalmıyor ki sensiz hayatın, dağın, taşın, ormanın,
yağan yağmurun, karın....Ahhhh diyorum ahhhh
acıyan dizlerimi tutuyorum iki büklüm olup, o an, her an;sen...sen..sen yoksun, öldü
diyorum, ölmüş Can öyle diyorlar, kafamın içini sis, pus kaplıyor, yumrukluyorum dizimi ”Can’ooo”
ahhhhh ...ahhhh Can’o..bilseydim...bilseydim diye başlıyor cümlelerim. Bilseydin seni tatil yerine ölüme
götürüyorlar... hiç bir şey yapamazdın,
kimse seni dinlemezdi, dinleselerdi zaten bugün Can’o yaşıyor olurdu
diyorum. Can sakın Dikili’ye Gitme deseydim annesi, babası duysaydı “Allah,
Allah delirmiş bu, hangi hakla
hayatımıza karışıyor “derlerdi. “Bu çocuk bizim, istediğimizi yaparız” sahiplenmesi ya da “sana ne” yüzünden değil mi yaşanan onlarca trajedi.
Bu çok bilmişlik, bir başkasının önerisini, uyarısını belki insanların
bizden çok önce bildiklerini çöpe atarak “doğrusunu ben bilir, yaparım kime ne”
tavrı, önceden yaşanmış olaylardan, deneyimden faydalanılmaması yüzünden
değil mi felaketlerin kapıları çalması.
Madem öyle madem aile yalnızca; anne, baba,
çocuktan oluşan çekirdek aile; bir teyze, bir hala, amca, annesi, babası
kadar sevemez; vefat eden toruna, yeğenine anne, babası kadar üzülemez
akıldışılığındaki mantık geçerli bu
diyarda; o zaman ne diye çocuklara teyzen, amcan, deden etiketiyle tanıtmalar,
onlarla içli dışlı olmalar....samimiyetsizliği “çocukları en iyi aileden
insanlar bakar”ın ardına gizlemeler.
Bu coğrafyada her hücreye
nakşedilen “seni, senden başkası
düşünmez” Ortadoğu mantığının sonucudur her şeyin bu kadar yalan, samimiyetten
uzaklığıyla alt üst edilmesi. Medeni bir insan
karşısındakini onun kadar düşünür, severe, sayar, onun içinde Avrupa da evlat edinme çocuk
doğurmanın önündedir. Kadın zaten annelik duygusunu DNA’sında taşıyarak doğar.
Çocuk doğurmak değildir önemli olan; önemli olan çocuğu güvenli ortamda yaşatmak,
ona iyi, adaletli insan olma bilinci aşılamaktır. Çocuk içinse aslında kimin
doğurduğu en azından 6, 7 yaşlarına
kadar önem taşımaz. Bir çocuk kendisini düşünen, ilgilenen herkeste anneyi,
babayı görebilir çünkü annenin, babanın yaptığını
yapar ona bakan, onunla ilgilenen. Yani Can! kan bağı ancak bizim gibi
gelişmemiş ülkelerin saplantısı olmakla kalmaz kişilerin en büyük hançeri de olur.
Kıyıdasın hep, henüz denize girmekten kokuyorsun , ama dalgaların içinde o uçsuz bucaksız bu kumsalda 2012 yılında tatil de az koşmadık seninle şarkılar söyleyerek "Ah o gemide ben de olsaydım"
Sen yoksun ya artık ailede, arkadaşlarım arasında kimseye ne
böyle yap, ne de şöyle davran diyor, ne de bir öneri çıkıyor ağzımdan
“değiştirseydim ben Can’oo nun kaderini değiştirirdim, kimse dinlemeyecek nasılsa,
boşuna konuşacaksın”. Yavrum sen
bilmiyorsun tabii geçmişe dönüp baktığımda eğer annen benim ufacıcık bir uyarımı dikkate alsaydı, dediğimi
yapsaydı bugün yaşayacaktın. Bunun kanıtı 2015 yılı Mayıs ayının 5’inde ona
çektiğim hala bilgisayarımızda duran “
sen Can’ı benim kadar düşünseydin” başlıklı mesaj. Bana verdiği “asla Cem’in
kullandığı bir arabayla şehirlerarası yola çıkmam, saçmalama Gülsen deli miyim ben, İzmir’e İstanbul’a gider
miyim hiç, bizi öldürür “ sözünü tutsaydı bugün sen yanımızdaydın. Arabayı
kiralamaya karar verildiği an bile bile,
göz göre göre Azrail’e davetiye çıkarıldı.
Biliyor musun Rusya’da bir AVM’de çıkan yangında tam 41 çocuk
öldü ve Putin basının karşısına geçti “bu kadar insanı bir savaşta, afette kaybetmedik...suç niteliğinde bir ihmal yüzünden
kaybettik” dedi. Ahhh bir tanem ahhhhh bir ayda en az 100 insan ölüyor trafik
kazalarında, savaşta bile bu kadar insan ölmüyor ama önlem, tedbir hala yok.
Hepsi birer trafik teröristi, magandası sürücüler uğruna; bir emniyet kemerine,
aşırı hıza kurban ediliyor onlarca insan ve o trafik canavarları kazayı yapanlar
“kader”in ardına sığınıp, suçu da Allah’ın üzerine atıp bir iki yıl cezayla
kurtuluveriyorlar. Senin canının bedeli bu kadar işte yavrum..bir iki yıl hapis,
para cezasına çevrilecek o da.
Öldürdükleri insanların geride bıraktıkları yakınlarının hayata
ne halde devam ettikleri umurlarında
değil ki ne devletin, ne kazayı, ihmali yapanların...Bir daha senle yaşanan zamanlardaki gibi yaşanmıyor, gülünmüyor yavrum;
sen hayatımızı, yaşam sevincimizi,
gülüşümüzü de yanına alıp gittin yavrum.
Yok ya yokkk yapamıyorum ben, yapamıyorum yavrumm, beceremiyorum sensiz yaşamayı,
o gülümseyen bazen 1, 2 yaşlarındayken “Can kızgın bak” la bakmandan keyiflendiğimiz kara gözlerin bakmıyor ya bana, dünyaya, işte
o dünya silikleşiyor sen bakmadığından. Ölümünle başa çıkamıyorum, hayal gibi
geliyorsun hayal, ne çok severdin Casper’i evdeki beyaz çarşafı üstüne örter,
bir hayalet olur peşime düşer beni
kovalardın, peşimde koştururken çarşafın içinde ileri doğru uzatırdın ellerini “ben bir hayaletimmmm,
yakalayacağım”.....genellikle eline tül perde ya da ince beyaz bir çarşafı
vermeme rağmen içimde hep bir korku
olurdu, önünü görmez takılır da düşersin diye.
Casper’ı
oynarken aklıma gelir miydi ki, senden önce ölmesi gereken yaştayken ben bir
gün Can olmayacak ta onunla geçirdiğim anları yazacağım....Bu nasıl bir
dünya ya, nasıl; çok özel bir mezar taşı yapmak isterdim, ama haberim bile olmadı benim ne mezar taşının
seçiminden, ne de yapıldığından. On gün önce gitmiştik mezarına anneannenle, on
gün sonra gittiğimizde bir baktım üzerinde sadece toprak olan bir mezar taşı...
o gün yaşadığımız travmayı sonra yazacağım...Mezar taşına yavrum: “olmuyor!
sensiz olmuyor!” yazmak isterdim, ama
bana kim izin verirdi ki , kimmm.
Teyzesinin
bir tanesi, bir şeyi öğrenmekte çok geç kalmışım “yalnızlık,
insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği
şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu
görüşlere sahip olduğu zaman kendini yalnız hisseder”miş. İşte ben meğer hep bunu yaşamışım, hep
yalnızmışım. Gerçi daha önce yaşadıklarımdan öğrenmiştim eğer anne, baba aileden
birine ya da bana kızmışsa, benim yeğenlerime annemin de
torunlarına düşkünlüğümden o kadar emindilerdiki, ilk iş çocuk silahını çektiler,
çocuklarını göstermediler bize. Sırf sizlerden senden, kuzenlerinden ayrı
bırakılmamayım, dışlanmayayım diye bazı konularda düşüncelerimi gizledim, söyleyemedim.
O zamanlar farkında bile değilmişim hep
yalnızmışım, ne yaparsam yapayım; sürüden ayrılmamak için çırpınsam da yine yalnızmışım...o kadar çabaya hiç gerek
yokmuş, yazık etmişim. Ötekileştirme
denilen şey yalnızca devletlerin değil insanlarında elinde, delen,
yaralayan bir mermiymiş yavrum.
Şimdi ne keşkelerim,
ne pişmanlıklarım hiççç bir işe yaramıyor, geç evet geç diye bir şey var
geç kalmışım yavrum ben. “Hiç bir şey için geç değil” deniyor ya hayır geç
kalınan şeyler var, olacak. Bir kere geçen giden zaman, anlar var, geri gelmesi
imkansız. Bazı şeyler zamanında, yaşında yapılırsa anlamı var. Hem yeniden başlayacak halin yoksa, vücudun seni
taşımıyorsa zaten geç kalmışsındır. Eğer
geri getiremiyorsan sevdiğini, onunla ilgili yapmak istediklerini daha
yapamamışken kaybetmişsen; gerekliliğine inanıp kızmışsan mesela; bazen sana da kızardım ya oğlum “yapma Can” diye
şimdi beni kahreden sana kızdığım o anı
geri almanın imkanı, telafisi yookkk
işte...deme ki geç kalınıyor.
Geç kaldım yavrum ben, her şeyde geç kaldım, hayatı
algılamada, herkese
vurulan “kan bağı, kardeşin, akraban” prangasının hayatı nasıl alt üst ettiğini
fark etmede. Aynı kanı taşıdığın insanların yaptığı her yanlışı, her kötülüğü
“ne yaparsın kardeşinle “ sineye çekmenin insanı nasıl taru mar edip altından
kalkamayacağı çıkmazlara koyabileceğini görmede geç kaldım. Bu toplumun “ sonuçta kardeşin, annen, baban” yalanlığını ifşa eden “babana bile güvenme” ,“kardeşin duymaz el
oğlu duyar”a itibar etmek gerektiğini
anlamakta da geç kaldım. Etrafındaki insanlarla kan bağının ... kardeşin ...akraban
olmasının önemi yokmuş. Yeter ki ilişki kurduğun insanlarda vicdan, merhamet, adalet bulunsun
inan kardeşinden, akrabandan daha iyi
gelecektir insana.
Her şey gibi geç kaldığımdan
bugün senin tanık olduğum yaşadıklarını yazarken elimde onlarca videon, resimlerin,
söylediğin onlarca söz yok, bir yerlere
kaydetseydim, günlük tutmaya devam etseydim diye yiyorum kendimi ama nafile. Ve
ne
kadar da yalanmış asla zamanla kabuk bağlamıyor senin olmayışının acısı, kalbimdeki
o kanayan yara. O yara, o acı sanki her gün derinlere...daha derinlere iniyor kanayarak.
Senin gibi yürüyen bir çocuk, havada sevdiğin iğde, hanımeli, çileğin kokusu, bir
resim, bir ses çarptığında kanayacak, sızlayacak...hiç geçmeyecek o yara, o
sızı...anladım ölene kadar hep bir parçam kalacak. Keşke bunları öğrenmeme yol
açacak sensizliği hiç yaşamasaydım da bunları öğrenmeseydim..
Neden üzgündün yavrummm neden?
Her gün gözlerimi açtığımda bize geldiğinde ortak
kullandığımız odamda ilk senin gülen
gözlerinle karşılaşıyorum. Her yerde senin resimlerin, salonda, buzdolabının kapısında. Bakıyorum resimlerine
yavrum... bakıyorum...bakıyorum.., bilgisayar masasına koyduğum senin resimlerine...bilgisayarda
oyun oynarken üzerinde külot atlet, elinde Lozan’daki çiçeklerden yaptığım tacı
tutuğun resimlerin zamanımızın büyük
kısmını geçirdiğimiz masada artık senin anılarda kalan resmilerin. Böyle mi
olacaktı Can’oo, resmilerde mi kalacaktın yavrum, anı mı olacaktın...anı mı?
Hep yanımdasın, başımı
çevirdiğimde o güzel yüzün, muzip bakışların. Bir keresinde baban demişti ki ”
Gülsen, farkında mısın Can sana benziyor”. Zaman zaman bende sende benden bir
şey bulurdum bir sözüm, bir davranışımın tekrarını “yani”, “valla” , “he, he,”
“galiba” kullanmışsam bakardım sende
“yani, valla, “ kullanıyorsun.
Hele de “galiba”yı kullanışın, 2016 Nisan ayı sonuydu galiba, iki kuzeninde oradan
mezun olduğundan okumayı söktünüz diye gösteriniz olacak biliyorum benim sesini
kaydettiğim “6 yaşı bitirdik , girdik yedi yaşına sormayın ....” repliğini tekrarlıyordun bizim evin
önündeki parkta “Can beni niye davet etmedin gösterine” ki nasıl da bekliyordum, ne olursa
olsun annen benimle konuşmasa dahi gelecektim, içime doğmuş gibi anneme dedim ki “bu kız bırakmayacak, haber
vermeyecek ben Can’nın gösterisine gideyim”.
Ya insan biriyle küsebilir
ama eğer o küstüğünün biriyle ilişkisi varsa hele bu bir çocuksa ve o çocuğun sevdiği biriyse diyelim ki teyzesi değilde bakıcısıysa ki
hikâyeni yazdıkça görüleceği üzere
annen, baban benimle 2015 yılı Mayıs ayından sonra konuşmamalarına rağmen seni
yine bize getiriyorlardı bakmamız için, yine servisten alıyordum seni babanın
işi olduğunda, yine Cumartesi ya da
Pazarını geçiriyordun bizimle, yine kış ya da yaza tatillerinde biz bakıyorduk...
böyle bir durumda; insan çocuğunun ilişkisinin bulunduğu insanları çocuğun özel gününe çağırmaz mı?
Çağırmaz bir koşulda çağırmaz eğer aileyi bir prenses edasında küçümsediğini gizlemeye
gerek duymadan sadece kendine hizmet
edildiği müddetçe bir ihtiyaç konumuna indirgediğinden değer vermediğin,
önemsiz kıldığın olsa da olmasa moduna dönüştürürsen;
incir çekirdeğini doldurmayan, dolduran onlarca şeyi ailenden uzaklaşmak için bahane sayarak
biriktirir, biriktirirsen; bir gün bir bakasın ailenden, seni doğuran annenden
bile düşman gördüklerinden daha çok nefret eder haldesindir. Aslında bu durum ruh
hastalığına dalalet etse de farkına varılması çok uzun yıllar gerektirdiğinden
normal bir insan gibi yaşamını sürdürürken ailendeki hiç bir insanın duygularının senin
için anlamı da olmaz, yoktur.
İşte yalnızca annen değil ülkedeki pek çok insanda var olan
biriktirilmiş bahanelerin kabarttığı nefret gören duyanda arada kan
davası var sandıracak hatalara geçir veriri. Yavrum etrafında olup, biteni
anlayacak yaşta değildin ki sana
yansıtılmamaya çalışılan onca saçmalığın içinde tek günahsız, tek mutlu, tek
masum sendin... sendin.
Uğranılan haksızlıkla yaşamak zorunda bırakılmanın, o
haksızlığı bertaraf edememenin insanı nasıl erim, erim erittiğini bilirim yavrum. İnsan
kendisine yapılan haksızlık, haksız
itham karşısında cidden bir şey yapamıyor. Hele de haksızlığı yapanlar, yaptıklarına rağmensanki hiç o haksızlıkta payları, suçları
yokmuşçasına pişkince dolaşıp ta haksızlığı meşrulaştırmıyorlar mı işte o tavır,
hal insanı yavaş, yavaş eritmeye de, öldürmeye de yeterde artar. Bu her şeyde
böyle faili meçhul cinayetlerde, katliamlarda, iş, trafik kazalarında, savaşta,
aile içinde, işyerinde yaşanan olaylarda üstüne haksızlığı bir gün kanıtlanınca
da “aman canım kim hatasız ki, herkes
hata yapar” genelleştirmesinin içinde kendini yanlışını kamufleyerek, adını,
sanını bilmediğin herkesi, başkalarını da muğlaklığın içine çekerek ki ; nerden biliyorlar o insanlar
senin, sizingibi olduğunu; yaptıkları haksızlıkların üstünü de bir güzel örterler.
Doğrudur herkes hata yapar, kimse mükemmel değildir ama acaba
herkes aynı hatayı mı yapar? İnsanın hayatını
yok eden, parçalayan bir hata, haksızlıkla sadece ruhsal bir kırıklığa yol
açan, ağlatan bir hata, haksızlık aynı kefeye kona bilinir mi?
Hayatı mahveden haksızlığı yapanla, telafisi mümkün kırıklığa
yol açan kişi aynı yargıya maruz kalmamalıdır. Benim açımdan yavrum, senin
gösterine çağrılmamak bana, anneannene yapılan haksızlıktı, işte o bizim evin karşısındaki
parkta “babaannem, Mustafa dedem’ de
geldi, video da çektiler gösterimde” anlatınca
bana “Can beni niye çağırmadın oğlum, demedin mi teyzem de gelsin yazıktır”
diyerek küçücük omuzlarına nasıl bir yük yüklemişsem asla unutmuyorum elin
elimdeydi bana döndün ve“galiba annem teyzelerin de gösteriye
çağırıldığını bilmiyordu... teyzelerin de geleceğini bilmiyordu... “dedin...beni
üzememek için kurduğun bu cümle var ya...üzülmemi istemezken anneni de korumaya
çalışan küçücük yüreğinin iyiliği, masumiyeti bir yana senin büyümeye başladığını
ortaya çıkara bu cümle; üzülmemen için sana sarılmama nedendi “zırto seni,
bilmiyormuş bilse çağırırdı Can’o”.
Ahhhh kuzum ahhhhh sen
işte böyle büyüklerin pabucunu dama atacak kadar iyi yürekli bir çocuktun.... Sen
küçükken de böyle anlamlı, büyük insan kelimeleriyle konuşurdun içimden “bu çocuk niye böyle
konuşuyor, bu kelimeleri nerden buluyor, büyük insan gibi” der tanımlayamazdım
ama bazen çizgi film izlerken bir bakardım o filimdeki kahramanın kullandığı
bir kelimeyi sen dün bana söylemişsin.
Geçenlerde biri “ ben ne öğrendim, çocuklar senin dediğini
yapmıyorlar, yaptığını yapıyorlar, istediğin kadar şöyle davran
kibar ol elini yıka, hapşırıkken ağzını tut de. Eğer sen o dediklerini
yapmayan biriysen, çocuğun da yapmaz, çocuğun sende gördüğünü yapar.” dedi.
Doğru bir tespit bir insanı değerlendirirken ölçütte bence söylediği değil
yaptıkları. Senin nasıl bir karaktere bürüneceğini, akrabalarından, ebeveynlerinden
hangi izleri taşıyacağını bilemeyecek kadar az bir ömürdü senin ki.
Bildiğim yaşasaydın yavrum inan kötülüğün zerresini
taşımayacak diyemem her insan kötü
düşünceler taşır ama senin belki o zerreyi dahi taşımayacak bir birey olacağındı....çekingendin,
çokk hem de annen, baban gibi kolay ilişki kuramıyordun sende. Diğer çocuklarla
parklarda ilişkiyi ben, annen ya da anneannen kuruyor, tanıştırıyorduk yaşıtlarına
seni. Sana arkadaş bulma konusu başlı başına bir hikâyedir yavrummm
anlatılacak.
Şimdi bu satırları yazarken başımı çevirdiğimde ikimizin güldüğü
fotoğraf karşımda öyle canlısın ki sanki okuldasın az sonra eve geleceksin, şu
an ben bunları yazar, resimlerine bakarken o kadar uzak ki ölümün...akşam
servisler görününce cadde, o servisten inmeyeceğini bilecek kadar da yakın...
Hani ben bilgisayarda yazı yazarken sen de yanımdaydın ki o zamanlar daha
bilgisayar koltuğumu ele geçirmeyecek kadar miniktin o yüzden çoğunlukla kucağımda oturur ya da koltuğu
çeker üzerine yastık koyardım boyun yetişsin diye ya tabure, sandalye
getirirdim. Büyüyünce diye başladığımda bu satıra elim titredi büyüyünce ne
demek Can’o? 7 yıllık bir ömrün hangi yılı, hangi ayıdır büyümek Can.
Büyünce Can’o bilgisayar koltuğunu hiç bana bırakmadın ama
sana İ.’nin yarım saatte bir kapanan bilgisayarını verdiğimde, sen artık televizyonun
karşısındaki yatakta, bilgisayarın da IKEA’dan
aldığım beyaz laptop destek yastığı üzerinde, arkadan en az iki yastık, birbirimiz rahatsız
etmeden çalışırdık ta ki sen oynadığın oyundan sıkılana, benimde seninle
oynamamı isteyene kadar.
Hayallerimiz vardı bizim yavrumm hayallerimiz...cidden vardı; ikimizin
bildiği; evlenecektin sen “aaaa çok
küçüksün evlenemezsin, bırakmam”, “evleneceğim bu apartmana geleceğim” karşı apartmanı
Limon’un oturduğu daireyi gösteriyorsun “ama sen yemek yapamazsın ne yapacaksın
evlenip” bir yandan tarhana çorbanı içiyor, bir yandan da sohbet ediyoruz ve gerçekten de
küçüksün 4 yaşında var ya da yoksun “ip atarsın (balkonu gösteriyorsun) buradan
oraya köfterleri koyarsın tabağa ip
üzerinde hooppp, bende alır hapur hupur yerim” yalancıktan bağırıyorum “hayır!!!! yine mi sana bakacağım“, “hep bakacasın,
evlensem de senin yanında olacağım hepppp”, ” Ohhh valla çok iyi buldun benim gibi
hizmetçiyi, çalıştır dur “
ip üzerinde sana köfte yollayacağım balkon sağdaki beyaz çamaşır serili balkondu
Seninle yaşamamış biri aklına niye “ip”in geldiğini anlayamaz yavrum, sen
anneannenin örgü ördüğü yumaklara dadanmıştın bir kez. Ve bu yumak mevzusu en
az bir yıl sürdü öyle ki akşam seni almaya geldiklerinde koşar, çekmeceden
poşet alır “bunları eve götüreceğim” diyerek kırçılı, renk renk yumakları
poşete koyardın. Yumakla ne mi
yapıyorduk? Sırası gelince... 4 yaşındasın belki 4,5 bizdesin anneannen koltukta
örgü örerken önüne dikilir “ver bana,
ben de öreyim, “oğlum sen erkeksin, erkekler örmez hem bilmiyorsun “ “aşlında sen bilmiyorsun”
diyerek şişleri elinden almaya çalışırdın, anneannen bir yerine batar diye korkar
“tamam otur eline vereyim”le seni yatağa oturtur eline verirdi, koca şiş “ Can,
bak ne diyeceğim sana küçük bir örgü
başlayayım ne dersin, senin olsun” ben
de sana meyve getirmek için mutfakta tabii olanlardan haberim yok elimde meyve
dalıyorum odaya “bak Güşen anneanne bana
örgü başlıyor” annem evdeki küçük şişlere beş on ilmekli bir örgü başlayıp eline veriyor “hadi al bakalım”. Sen sırtını
duvara dayıyorsun ben yanında ilmek atmaya çabalıyorsun biz anneanneyle
gülüyoruz gözümüz sende. Bir sıra öremedin tabii ama “ eve götüreceğim örgümü,
anneme de görsün” diyerek poşete koydun.
Seni almaya gelen annene daha kapıda
“bak dedin benim örgüm” “yok
ya...”
Bazen de “bana ne
örüyorsun “ ya da “bana değil mi” derdin “bu çorap, ayakların üşümesin diye, bir de eldiven yapacağım” ki anneannen sana ne
çok yelek ördü ne çok..Yol üstünde bir tuhafiye dükkanı vardı şimdi kapandı Maxmara; üstünde de 365 gün asılı “yahu yine mi boşalta boşalta bitiremediler”
esprisi yaptığımız bez pankart “depoları boşaltıyoruz, indirim”. İşte o mağazanın
önüne sepetler içinde renk renk yumaklar konurdu istisnasız her önünden
geçimizde ki sende yanımızdaydın sepet içindeki yumakları eller
“aaa bu ne güzel renk bunu alalım” diyerek mor bir yumağı gösterirdin “Can’a
yelek, çorap öreceğim” diyerek alırdı anneannen “ya yazık parmaklarına, hazır
durukken örmek niye “ itirazlarıma rağmen, alırdı.
Şimdi uykudan kalktığında, terlediğinde hava soğuk
olduğunda “üşüme” diye tişörtlerinin, kazaklarının
üstüne giydirdiğimiz sayısını tam hatırlayamam ama en az 7, 8 yelek ördü anneannen
ki bunlardan üçü şu anda benim yatağımda. Öyle inanmıştın ki anneannenin elindeki her örgünün senin için
olduğuna bir gün “bana değil mi”
sorusuna cevap “Duru”ya olunca “yaaaa bana yap anneanne banannn diye kulağının
dibinde bağırdın zira anneannenin duymadığına
inancını yıkamazdı kimse,tıpkı birlikte yolda yürükken
kaldırımlara monte edilmiş sarı bantların çocukların yürümesi için yapıldığına
inancın gibi kibirlikte dışarı çıktığımız
da anneannenin üzerinde yürüdüğünü görür görmez “anneanneeeee orası çocuklar
için yürrümee, çekil” diye bayağı
kızardın.
Yıl 2018 Can...bahar gelmiş
senin o çokk sevdiğin çiçekler topladığın bahar...Lozan’da çiçeklerin açmış...o sarı çiçekler, tohuma
kaçınca bembeyaz bir topa benzeyen, bir keresinde yerden alıp üfledim havaya
kar gibi uçuşan tüyleri öyle hoşuna gitti ki zıplayıp onları yere düşmeden
yakalamaya çalıştın, ben peş peş
üflemeye başladım her tarafın tüy oldu,
karı çokkk sevdiğinden “aaa kar gibi Güşen ne güzel, kar yağdır bana”.
İşte o günden sonra ne zaman o çiçeği
tohuma kaçmış görsen illaki koparır
sonra derin bir nefes alır tüm gücünle üflerdin. Aşağıda videosunu çektiğim o
çiçekler açmış yine Can...sen sen yoksun bir tek
Tezgahlarda
sevdiğin meyveler çilek, erik... illa da çilek isterdin hormonlu diye vermekten kaçındığımız çileği;
babaannen çekiniyor annenden o görmeden gizlice alıyor “dayanamadım aldım, hormon her şeyde var” hani bir test yapmıştık
ya intolerans testi o zamanda annen ne yemen, ne yememen lazım listeyi babaannene göstermişti “ne yiyecek bu çocuk, daha gelişme çağında “ diye tepki vermişti. Bende
“ ya çok canı çekiyor, her şeyi denetleyemiyoruz ki, en basitinden kreşte
veriyorlar” diye düşündüğümden bende çilek alırdım; pudra şekerini çay tabağına
boşaltır, yanında çilek “ııımmmm çok
güzel, hepsini ben yiyeceğim, yok dedo sana yok ” Bir keresinde ayrancıda ki organik pazara
gittik annene, sen ben, orada çilekte vardı gönül rahatlığıyla yedin ve tabii oradaki
parkta da oynadın. Zaten sen daha çok küçükken
İpek hanımın çiftliğinden getirmeye başlamıştı annen gıdalarını.
Hem
annen, hem de ben ipek hanımdan
getirmeye başlamıştık yiyeceklerimiz ama yaşadığımız ülkede en küçüğünden en
büyüğüne insanlar birbirlerine o kadar yalan söyleyip kazık atıyorlar ki kimse
içlerinden birinin buna tenezzül etmeyeceğini tahayyül dahi etmediğinden başta aile efradı ki babaannen bir gün bana”
bu kadar para yazık valla, nerden biliyorsunuz organik olduğunu” diye sitemini
iletmişti bu sözü yıllarca dedenden,
teyzelerinden bir tek annem hariç herkesten duyduk
“nereden biliyor, nasıl güveniyorsunuz”
annen de benim gibi kulak tıkayıp
almaya devam etti. Ki çiftliğin sahibi
Pınar Kaftancıoğlu hakkında epey araştırma yapmıştık buna ekşi sözlükte dahildi;
yazılan olumsuz fikirler dahil hiç kimse
güvenimizi sarsmadı ne babaannen, ne babam, ne de teyzelerinin “ne kadar
güveniyorsunuz, insan oğlu bu, ne organiği bu kadar çok şeyi nasıl tedarik ediyor” konuşmalarına
ya da evlerine gittiğimizde sundukları şeyleri “bu da organik” diye servis
ederek alay etmelerine rağmen vazgeçmedik. Babaannen elma getirirdi Seben’den
ya da vişne kompostosu yapardı “bunlar organik “derdi. Babaannenin getirdiği
elmalar tabii bize dedo’ya gönderilir ama yaptığı vişne sularını çok içtin sen
çokkk .Babişkon sana mantı yapar, kışın ye diye
vişne dondurur getirip sizin evde
dipfrize atardı.
Annenle
konuşurduk “takmışlar organik, size ne ”.Annen 2014 yılıydı sanırım ipek hanım
da fiyatlar yükseldi ama bayağı bir yükselme, ben de o da mail attık çok zam
yaptınız diye annen “çok param olmasını isterdim sizden her şeyi almak için” diye de
eklemiş o da zarif bir yanıt vermiş”
para önemli değil, istediğiniz ne varsa alın lütfen”.
İpek
hanımdan size ya da bize gelince kargo
ki o kargonun geleceği gün bir stres başlardı zira kargonun hangi saate
getirileceği muamma bütün gün ziyan
olurdu kargo beklendiğinden annende, bende ya kargo gecikir ya da yiyecekler
kargoya verilmemiş olabilir diye telaşlanırdık. Bir keresinde kargo aynı gün
ulaştırılmadı annen almadan iade etti bir iki kez de yurt içi Kargo’nun bayisine
gidip almak zorunda kaldı. Kısacası bütün bir gün kargoyu beklemek, gelen
yiyecekleri yerleştirmekle geçerdi. Fakat okula başlayıncaya kadar geçen yıllarda
kargo geldiğinde genellikle sende evde olurdun, bir telaş sorma, önce büyük mukavva kutuları antreye alırdık sonra makasla
keserdim bantları sen küçücük ellerinle çıkarırdın kese kâğıdına konmuş bir sebzeyi ya da meyveyi
“ayyyy çok ağır çokkkk, tut, tut” alırdım elinden, ben yerleştirmeden koşardın antreye anneannenin verdiği poşet
elinde buzdolabını açmış bana uzatırdın eğer baharsa mevsim; salatalık, erik
canavarı olurdun,duk. Yiyecekleri yerleştirme devam ederken bir yandan da mevsimine
göre alınmış senin sevdiğin şeyleri
yıkardım salatalık, kiraz, kayısı, erik, portakal, lahana; sevmediğin bir şey
yok..
Tuzu
çay tabağına koyuyoruz salatalık, erik,
lahana, turp tuzlayıp yiyoruz. İlk
başlarda salatalığı soymadan yemezdin sonraları kabuklarıyla yemeye başladın ama
şeftali, elma, armut, ayva kabukları
illa ki soyulacak bir de mandalina ya da
portakalın içindeki o beyaz
lifleri temizlememi isterdin. Yavru mandalinalar, portakallarımız vardı. Hani
bazı mandalina, portakallarda bir dilim arasına sıkışmış gelişmemiş ufak
dilimler olurdu ya ” aaa Can bak bu yavru mandalina, senin gibi minnacık”
dediğimde genellikle sen doyduğundan ağzını sıkı sıkıya kapamış olurdun “yazık
oğlum, bak şimdi annesi miden de arıyordur yavrusunu, ayırmayalım annesinden bebeğini, haydi bu son aç ağzını”. Çok ama çok korkardım mandalina
ya da yediğin bir şey havuç, leblebi boğazına kaçar da ... Mandalina, portakal
dilimini bütün olarak ağzına atmazdın,
dilimlerim üzerindeki beyaz lifleri, zarlarını soydurur öyle atardın
ağzına ya da kestirmeden dilimin suyunu emer zarı bırakırdın tabağa.
Şimdi
her kargo geldiğinde yavrum benim çalışkan “yardımcım Can nerdesin” diye sızlıyor kalbim, koliler açıldığında sevdiğin yiyecekler göründüğünde.....geçenlerde
annemle “Can her şeyi yemeyi severdi”
diye konuşuyorduk; brokoli dahil. Kırmızı kaypa biberi, havucu uzunlamasına yani jülyen keser ama illaki çay tabaklarına koyar verirdim öyle
yerdin...limon kestim yiyorum ağzın sulandı “bana da ver” “ çok ekşi yiyemezsin
annecim” “yerim” yedin, bir tane daha istedin, limonu da bazen
tuzlardım, sende tuza batırarak yerdin.
Ekmeği
pek sevmez, yemezdin tam Canan Karatay’ın istediği bir bireydin ramazanda çıkan
pide hariç. Bazen Gümüşhane ekmekten, BİM’den, Fırıncı Orhan’dan taze ekmek,
uzun pide alırdık, en kızarmışını seçerdim ucundan keser verirdim, yolda yiye
yiye gelirdik, eve gelen kadar yarılardık ekmeği.
Annen
bazlama, ekmek, pirinç, erişte, tarhana, karışık kuru yemiş, dut, bulgur, dahil hemen hemen her şeyi İpek hanımın çiftliğinden alırdı Bunları niye
yazıyorum çocuk büyütülürken en çok yiyecek, içecekle uğraşılıyor “sağlıklı
büyüsün aman hastalanmasın diye beslenmeye apayrı bir yer ayırılıyor, özel bir
önem veriliyor; gelişirken vitamin, mineral konusunda bir eksiklik olmasın diye
.O yüzden de bir çocuğun büyüdüğü her evde
günün büyük bölümü “Can’a, ..., ...,
bugün ya da yarın ne yapsam, ne
yedirsem, ne içirsem” ayarlamakla, düşünmekle geçiyor.
Bayılırdın cevizli sucuğa, doğal olmadığından
sana marketten almak istemediğimiz ama kreşten, okuldan verilen yemek
listesinde en az hafta da bir gün verildiğini gördüğümüz çok sevdiğin şokella-nutellayı da ordan alırdık. “Gülsen
bir ye, muhteşem, buzdolabına koydum, eve gidince dene, kim ne derse desin kadın her şeyi çok iyi
yapıyor “ denerdim tabii, cidden de annenin anlattığı kadar güzel bir tadı vardı. Sana evinizde baktığımız
dönemlerdi, buzdolabını açtığımda çikolatalı kremayı yani nutellayı görünce dayanamazdım bir tatlı kaşığını daldırdığımı gördüğünde
sen “hayır ,yeme” ya da “bana da, bana
da” derdin eğer azaldığını fark ettiğindeyse “bak bitirdin “ diye ağlardın “oğlum alırım “
derdim nafile.. piyasaya yeni çıkan Sarrella’nın bitter çikolatalı gofretinden almıştım, öyle
hoşuna gitmişti ki canın gofret
istediğinde buzdolabını açar okuman yoktu ama paketinden tanırdın “ bunu ben
yiyeceğim, bu benim”le alır, koşardın
odaya doğru. Bir markete gitsem katkısız şeyleri arardım, Torku’nun bitter
“Banada”, Fiordifrutta’nın “Nocciolata organik fındık kreması” ekmeğin üstüne
sürerdim yerdin ama bir iki dilim sonra ekmeğin üzerinde değilde öyle yemekten
hoşlanırdın.
Sana
aldığım Oreo, gofret ve çikolataları buzdolabında yumurtaların altındaki
raflarda sakladığımı bilir eve gelir gelmez buzdolabını açardın “yiyecek ne
var”. Doymuyor bu çocuk derdi annen, gülerdik “yataktayız birden açım diyor haydi ama çok
geç uyuyalım, bu saate yemek olmaz diyorum, ağlıyor ama açım mecburen aşağıya
iniyorum ya bisküvi ya muz veriyorum” Cidden
de akşam pijamalarını giydirmişim, yatacağız “açım, karnım acıktı “ diyorsun “Can’ooo”
“ haydi, haydi açım” birlikte
mutfağa yöneliyoruz “gel bakalım ne
istiyorsun” genellikle çubuk kraker ki annem sevdiğini bildiğinden hep alır poşetten
çıkarınca da “Can’a aldım Kemal bey yeme”
derdi bisküvi, gofret, ekmek, peynir, kurabiye, börek verirdim.
“Gülsen
bu sefer tahin helvası istedim Can bir
yedi inanamazsın, yufka ekmeğin içine koydum ” ya da “kayısı reçeli ne kadar da güzelmiş” “ dut
pestili istedim koparıp, koparıp yedi Can” “Allah, Allah bu çocuk her şeyi yiyor” diye konuşurduk
annenle. Ki bir şeyi yemek istemeyince derdim ki” Can önce dene beğenmesen söz
vermeyeceğim” sen yer “ııh beğenmedim “ der demez bir daha o şeyden vermezdim. Annenin ya da
benim birbirimizden habersiz sipariş
ettiğimiz senin sevdiğini gördüğümüz bir
şeyi sonraki sipariş listesine eklerdik.
Ama ikimizin favorisi “mayhoş kızılcık marmelattı” ki sen bunu ilaç bilirdin, kavanozdan iki tatlı kaşığına bir
sana, bir de bana doldurur televizyonun
karşısında ya da ayakta pencere önünde yalayarak yerdik.
İpek
hanımdan gelen hiç bir şeyi israf etmezdik ayvanın kabuklarını, fazla gelen lahanaları,
bezelyeleri ne var ne yoksa dipfrize koyar ya da kuruturduk. Annen
çalıştığından sebzeleri zamanında yapamazdı, ben illaki bakardım “L. akşama
biberleri yapsana çürüyecek o kadar para verildi” annen de
balkabağı, bakla gibi zor sebzeleri “yazık ya ben yapamıyorum, götürün
size, yapın akşam alırım “derdi. Annen evlenen kadar evde bir tek gün bir yemek
yapmadığından zorlanıyordu yemek işinde. Allahtan baban yemek yapmayı
sevdiğinden baban yetişiyordu imdada ki o da en çok bin bir çeşit mantarlı,
sebzeli, domatesli makarna yapıyordu. Canım yavrum benim, 2016 yılı “ne yedin” diye sorduğumda
genellikle makarna dediğinden “yahu sizin evde hep mi makarna pişiyor” demiştim
“evet ya hep makarna” derken gülümsüyordun” öyle ki “noodle“u bile biliyordun.
Annende
pek bir överdi babanı yemek konusunda “Cem bir karnabahar yaptı efsane, resmen
efsaneydi. Değil mi Can “ “evet “
tasdikinin arkasından tekrarlardın “efsane, efsane”. Ama “tamam güzel yemek
yapıyor bir de kirletmese mutfağı, ocağı. Mutfağı o halde, tezgah, ocak yağ içinde
görünce yapmasa diyorum, saatlerce mutfak temizliyorum.” Kıymalı patates,
börek, dolma çok sık yapılan yemeklerdendi. Sen bir de kuru fasulye, nohut ve pilavı da severdin tabii ayrı ayrı olacak
pilav üzerine kuru fasulye, nohut aslaaa. Annen cumartesi, pazar günleri sana
kurabiye, börek yapardı. G.teyzenden
aldığı bir tarif vardı üzümlü kurabiye bazen üzeri hafifi tırtılı ve
uzunlamasına olurdu kurabiyeleri.
Pazartesi
işe gittiğinde eve geldiğimizde bende yerdim seninle, bazen iki gün sonra artık hiç birimiz yüzüne
bakmayınca “babama götür” derdi annen. Annen yemek yapmaktan üşendiğinden menemen,
türlü’nün konservelerini de isterdi İpek
Hanım’dan. Ama son yıllarında daha çok dışarıdan yemek söylüyordu özellikle
pizza, karışık isterdin sen “patlıcanlı pizza da çok güzelmiş” derdi annen. Aramızda
soğan, patates, bakliyat alışverişimiz olurdu “sende var mı, ben daha sipariş
veremedim de.” bazen de anneni arar “ soğan, armut aldım sizden haberin olsun
“derdim.
Duru banyo yapmaya size gelmiş
Benim
bir tanem, bir tanem; sen Dikili’ye gitmeden önce ipek hanımdan gelen
yiyecekleri yerleştirdim bir de karanfil fidesi istemiştim niye istemiştim
bilmem. Siyah plastik bir vazoya diktim,
sen geldin balkonu yıkadım her zaman
eline süpürge alır yıkmaya yardım ederdin bu defa “Can üstün ıslanmasın, uzak
dur“ balkon kapısında beni seyrettin sonra
içeri girdin sen ben vazodaki karanfili elime aldım “Can” diye seslendim “gel bak sana ne göstereceğim” “ne, ne “ “ bak
bu karanfile ben ektim, ne güzel kokuyor, koklasana”. Karanfilin hafif pembeye çalıyordu rengi, kokladın “güzel
değil mi?”, “çok güzel, rengi başka” su verdik birlikte. İşte kokladığın o
karanfil sen vefat ettiğinde yemyeşildi bir kaçı da açmıştı, onu mezarına
dikmek istedim, üç gün sonra mezarına dikmek için getirdim ama izin vermediler.
Sonra aylarca solmasın diye çırpındım sonunda zaten mezarına dikmeme de izin
vermemişlerdi soldu gitti o da senin gibi.
Benim
bir tanem, bir tanem; sen Dikili’ye gitmeden önce ipek hanımdan gelen
yiyecekleri yerleştirdim bir de karanfil fidesi istemiştim niye istemiştim
bilmem. Siyah plastik bir vazoya diktim, sen geldin balkonu yıkadım her zaman eline
süpürge alır yıkmaya yardım ederdin bu defa “Can üstün ıslanmasın, uzak dur“ balkon kapısında beni seyrettin sonra içeri girdin sen ben vazodaki karanfili elime aldım “Can” diye seslendim “gel bak sana ne göstereceğim” “ne, ne “ “ bak
bu karanfile ben ektim, ne güzel kokuyor, koklasana”. Karanfilin hafif pembeye çalıyordu rengi, kokladın “güzel
değil mi?”, “çok güzel, rengi başka” su verdik birlikte. İşte kokladığın o karanfil
sen vefat ettiğinde yemyeşildi bir kaçı da açmıştı, onu mezarına dikmek istedim,
üç gün sonra hepimiz birlikte Karşıyaka’ya geldiğimizde mezarına dikmek
için yanımda getirdim, izin vermediler. Sonra aylarca solmasın diye çırpındım
durdum senden hatıra diye sonunda zaten mezarına dikmeme de izin vermemişlerdi
soldu gitti o da senin gibi.
Güzel
oğlum benim; 2015 Mayıs ayına kadar yani
anasınıfına başlayacağın yıl birinci
sınıfa geçtiğin yıla kadar yaşadıklarını, gittiğin kreşleri, oyunlarını, duygularını
tarihsel bir sıralama içinde yazmayacağım.
Zira aynı olayları, aynı masalları, aynı oyunları tekrarlamışız neredeyse her
yıl. Hayatındaki önemli değişiklikleri kreşe başlamalarını, bizim mahalleye
taşınmanızı yıl, yıl tarih vererek yazmaya devam edeceğim.
Güzel
oğlum 7 Eylül 2009 Pazartesi aramıza katılmıştın; hastaneden işte bu eve
gelmiştin.
Annen
seni 6 ay emzirdi sonra da emzirmeye devam etti ama süreklilik yoktu işte o
arada daha işe başlamadan mamaya alıştırmak istediler seni ama daha öncede
yazdığım gibi biberonu sevmedin, bunun üzerine kaşıkla verildi mama sana.
Fotoğraftaki
mavi kutudaki Aptamil mama alındı, arada başka mamada verildi sanıyorum bir kez,
belki de hiç, hatırlayamadım. Mama buzdolabının üstünde ya da aspiratörün
üzerinde bir dolap vardı oraya konurdu. Bebelac’ın ürünleri de kullanıldı bir de Her’o Baby’nin bebekler
için organik püreleri, bisküvileri
alındı, tabii her bebeğe verilmiş “bebe bisküvilerini de unutmamak lazım.
Büyüklerin de tadını sevdiği bebe bisküvisini sütün içinde ezer yedirirdik sana.
O günlerde daha “şeker”in çocuklara
verilmemesi gerektiğini bilmiyorduk, ama balın bir yaş sonrası verileceğini biliyorduk ki bal’a alerjin çıktı sonraları bal ve kaymağa bayılmana rağmen; “ama bunu yiyebilirim
değil mi Güşen bu doğal, sağlıklı alerji yapmaz” masadaki ipek hanımdan
getirilmiş balı gösterirdin altı yaşındaydın bunu söylediğinde.
Sonra
2010 yılı Mart ayında yani sen 7 aylıkken mamalarda GDO çıktığına dair bir
haber, sana mama verilmesini bitirdi.
Onun yerini yarı su, yarı süt pirinç unuyla yapılan muhallebi aldı ki zaten
katı besinlere geçileceğinden kısa bir süre yedin sonra sebzeli, et sulu çorbalar verilmeye başlandı. Annen
seni aldığı siyah pusetine yatırır ya halının üzerinde ya da kanepenin üzerine
koyduğu pusetini sallardı öyle uyuturdu Ki bizde öyle yapardık, üzerine de beyaz bir leçek sererdik uyuyunca, kocaman bir beşiğin vardı tam üç yaşına kadar içinde yattığın, beyaz rengin hakim olduğu; yatağının altına tahta koyduğumuz.
pusetin de
Dışarıya
çıktığımızda da seni içine koyduğumuz puset büyük rahatlık sağlıyordu gülücükler atardın bize
pusetinde, beşiğinde, sesler çıkarırdın “ayy sen tanıdın mı teyzeni” çığlıkları
“artık tanıyor beni”yle sevinmesi yüzündendi. Bebekliğinde aklımda kalan söz
öbeğin “adee..adee”ydi, sık kullanırdın. Büyüdüğünde taklit ederdin Duru’yu, Ali
Ekber’in kızını, bebekleri “bebekçe
konuşuyorum, Duru gibi”, “aguuu, muuuğu”, bak bebekçe ağlıyorum “ınnnga ınnnga”
sonraları oyun oynadığımızda “ınga ıngaa” ben anlamayınca “eee bebek ağlıyor
Güşen”
Annen
bir gün “internette okudum, denedim olmaz
böyle bir şey. Çocuğun anne
karnındayken duyduğu seslere benzettiği kurutma makinesi ya da elektrik
süpürgesini çalıştırıyorum; hemencecik
uyuyor Can” demesin mi? “ Aaaaa, nasıl yaaaa,
yeni nesil teknolojik annelik bu herhalde” dedim daha o günlerde anneannenden sezaryenle doğum yapanlar için
söylediği “naylon anne bunlar, dikkatlice bakarsan görürüsün, ağrı çekmeden doğurduklarından, canlarından
can ayrılmak nedir bilmediklerinden düşkün olmuyorlar çocuklarına” cümlesini
duymamıştım.
Ama kuzum ben ve anneannen asla seni öyle
uyutmadık kollarımız, bacaklarımız kopsa dahi salladık kucağımızda,
bacağımızda, yürüyerek uyuttuk. Annen en
ufak bir zorlukla karşılaşsa hemencecik bunalıma düşecek bir ruh halini her
zaman taşırdı, onun içinde tek işine yarasın aklına yatmaya görsün bulunan,
söylenen yöntemi hemen kullanırdı halbuki o makinaların yaydığı radyasyon çok
tehlikeliydi.
Sonrası
da var tabii sen bir, iki yaşlarında evde elektrikli bir makine çalışmaya
görsün hele de oyuna dalmış ya da çizgi film izlerken çalıştırılmışsa elektrikli bir
alet ki ben öyle öğrendim katı meyve
sıkacağında sana elma sıkıyorum bir
çığlık, ağlama koşuyorum kucağıma atlıyorsun yataktan, sıkı sıkıya boynuma
dolanıyor ellerin “kapatttt, korku yolum” Evet diyor annen şimdi çok korkuyor o
seslerden. Epey bir zaman geçtikten sonra korkmadın makine seslerinden.
Ne kadar mutsuzsun çünkü sevmediğin kreştesin
Sen yoksun ya bebeğim, benim için bu hayat senin
yanına gelene kadar son veremediğimden katlandığım bir yabancı, el şimdi. İnsanı
uykudan uyandıran, sol tarafında hiç geçmeyen bir sızı bırakan bir acının pençesinde senin yokluğunun açtığı boşlukları kapatamıyorum.
Seni
kaybedene kadar kendimi bahtsız saymama neden, acı veren hatta beni yıktığını
sandığım onlarca hadisenin ne kadar basit şeyler olduğunu senden sonra öğrendim.
Tatlı Oğlum benim; akıp geçtiğinden telafi
edilmeyecek tek şey Goethe’nin “geçme, dur zaman!o kadargüzelsinki...”yle
tanımladığı ânların; senin yaşadığın,
seninle yaşadığımız ânlar, yıllar
olduğunu senin vefatından sonra anlamanın canımı nasıl yaktığını
bilemezsin. Sensizlik her an; her
gün parçalanan kalbimden dağılan
parçaların her tarafıma batmasının verdiği acılar... İşte o acı var ya o acı
hep orada duruyor...duracak