28 Mart 2009 Cumartesi

Saçlarına yıldız düşmüş, kopar anne


Kuytu mağaralardan kurtarılan türkülerle yakıldığında Newroz ateşi, kapıya dayanan; kirpiklerinize konup erimemekte direnen kar taneciğinin ömrü kadar kısa günlerin uzadığı, işporta tezgahlarına çağlanın, havaya cemrenin düşeceği, insanlarınsa nedensiz mutluluk moduna sürükleneceği bahardır.

Size, liderlerin, adayların resimleriyle süslü minibüslerden, broşürlerden geçilmeyen caddede, önündeki 1.99 TL. etiketli çilekleri “Sudan ucuz, meyvede değişim an meselesi. Hormonsuz bunlar. Karar senin. Ama sen Ankara’sın büyük düşün”lü parti sloganlarıyla satmaya çalışan satıcıya ufacık bir tebessümü esirgeyenlere, “bak kuşlar cıvıldıyor, hava günlük güneşlik, bir seni mutlu edemedik”le eleştirilenlere, bahar, daha uğramamıştır.

Ajandanıza çam ağaçları karalarken, hani her adımda, bazen akşama kadar bir söz, bir bukle şarkı dökülür ya dudaklarınızdan, dilinize takılan “bunun adına yaşamak diyorlar öyle mi”dir.

Her şeyin kontrol altında göründüğü o anlarda, sizin için sıradan, bir başkasınınsa her şeyini alt üst edip, “saçlarına düşmüş yıldızlarını kopartacak” bir trafik kazası, karakol baskını, bir hastalık, bir ölüm haberidir, öncesini ve sonrasını birbirinden farklı kılacak.

İşte, öyle bir haberdir “.., o kadar kolay söyleyip” o kadar da kolay yazacakları “HAYALOĞLU öldü”.
Demek, evde, büroda, yemek, iş yapar, yazı yazarken dinlediğiniz müzikle hep yanınızda olmalarına, hayatınızın akışını değiştiren o günden sonraysa yokluklarına alıştığınız “kancık pusuların belası“ Bedirhan’la, Nazlıcan’a ağıtlar yakan Suphi hastaymış, duymamışsınız.

Üstünüze üstünüze gelir duvar, eşyalar. Devam etse de hayat, yakınlarınızı, dost belediklerinizi kaybettiğinizde, kendinizi kaybetmiş gibi olacağınızdan, sığamazsınız odalara, sokaklara. “Ah ulan edepsiz dünya”yla dolanır, durursunuz. Zaman aşımına uğramış hatıraların, olayların hepsini bir anda zihninize üşüştüren biricik olay ölüm müdür ?

Galiba. Öyledir ki uykusuz gençliğinizden tanıdığınız dostlarınızdan ayrıldığınız, garip ama onca tahlile, biyopsi raporuna hala “hakikaten kanser miyim“ ikileminde komadayken, çevrenizdekilerin niyeyse neşeli davranış, konuşma beklemesinin baskısında “tek isteğim türkü, Ahmet KAYA, ….., Mahsuni’yi ve Özgür Radyo’yu dinlememeniz.” olası itirazları “ hak bana bir ömür vermiş, boşu boşuna….”, “….., yorgun alnımda şafaklar, ….,” ne hale getirir beni”yle engellediğiniz o gündür, gözünüzde canlanan.

Ertesi gün derdi de yokken, bir başınıza, öylece, sessizce oturup, kendinize şöyle adamakıllı acıyamadığınız o gün, yoksul evlerin değişmeyen menüsü bol soğanlı, salçalı patates yemeğinin, bulgur pilavının, “hiç yoktan susturulan şarkıların”, tankların ezdiği devriminizin, gençliğinizin tanıklarını da terk etmişsinizdir.
Bağımlılık etkisi yapan, merhabalaştığınız ilk gün mü ? Üniversite bitmiştir. Tek kelime, çalışmak zorundasınızdır. Sınavını kazandığınız Devlet Memurluğu için gerekli ikametgah belgesi, sabıka kaydı, ….., 8 adet vesikalık resmi, sevinci tavana vurmuş babanızla birlikte daireye teslim etmişsinizdir.

İlk maaşınızla kardeşlerinize tüpte şokella (Chokella), sert derisi ayaklarını yaraladığından, büyüdüğünde “Sümerbank’ı kapatacağım” yeminini edene de ayakkabı alacak, belki evi apartmana taşıyacaksınızdır.

Böyle yeni hayallere sarılmış işe başlamayı beklerken, postacının getirdiği sarı zarf içindeki T.C mühürlü sarı kağıda yazılı “….güvenlik soruşturması sonucunda, işe başlamanız uygun değildir”in kelebek etkisi; “fişlenmişim, adım-eşkalim bilinmekte”nin, hakkınızı gasplayıp sizi açlığa mahkum etmekten zevklenen sadist bir devletin varlığının, sersemlettiği bedeniniz, yere kapaklanmaktan annenize dayanarak kurtulmuştur.

Artık manada mutluluk arayacak haldeyken, içinde sizin de olacağınız 1 milyonu aşkın kişiden çoğu sudan sebeplerle tutuklanmamış, 1402’lik sayılmamış, ….., gençler asılmamış, hiçbir şey olmamışçasına yaşanmışlık olağanlaştırılmış, herkesler susmuşken, “dinle”yle elinize tutuşturulan “Ağlama Bebeğim” kasetidir, sizi her dem ağlatacaklarla tanıştıran.

Üç somya, yerde Isparta halısı, tahta sandalyeye konmuş teyple dekore edilmiş odada “.., o yerlerde mutluluk var “ı söyleyen o sesi duyduğunuzda, içinizden sadece dinlemek, dinlemek ve dinlemek gelmiştir.
Kasetteki her şarkı size bir şeyler ifade edecek, işsizliğinize, mahpustakilere, dağıtılan hayallerinize, sevdanıza içerlendikçe, bez mendiller de yetemeyecektir gözyaşlarınıza.

Kaset biterdi. Siz, durmadan çevirirdiniz A, B yüzünü. “Hala mı komünist şarkılar. Yok, akıllanmayacaksınız.” azarınaysa lamba sönmüş, teybin sesi de kısılmıştır.

“Öyle bir yere” uzaklığın derbederliğinde, hiç kimse onun kadar içten, bir o kadar da güzel “anne” deyişiyle titretememiş, hiç bir ses de O’nun ki gibi dokunamamıştır yüreğinize.

Nerden de bilmiştir “Acılara Tutunarak” yaşandığını. “Beni benden değil de, beni elden sormuşsun”lu incinmişliği. Ve nasılda zalım bir kurşundur; mahpuslarda, anılarda yitirilenlerin anılacağı “ Şafak Türküsü.”
Başlayan yasak kasetleri takas günleridir. “Kimdir böylesine bizden olan” güdüsüyle şarkıların söz yazarını araştırdığınızda, yeryüzünde herkes için bir tane olacak ruh eşini bulan Ahmet’te dinlediğinizin Yusuf’luğuna inanırsınız.

Ahmet’le Yusuf da ben, sen, biz olmuş, balolara çağrılmayan kibritçi kızların, “bir asi rüzgarın”, “mavi gökyüzünü…. dar ettikleri” Bahtiyarların hikayelerini dökmüşlerdir notalara.

Dünyada yapılanlar belleklerden silinmesin diye savaşların, faşizmin vahşetini konu alan binlerce film, belgesel çekilirken, resmen, unutulsun diye yıldönümlerinde üçüncü sayfada dahi yer bul(a)mayacak “…saksımızı çiğneyip” geçenleri, her türlüsü, her biçimi “… kendi buruk kanımızı içirten” darbenin kötülüğünü de anlatacaklardı, anlatmayanlara inat.

İçerdekiler, ölen yoldaşlar için kaldırılan kadehteki rakıya, ard arda yakılan sigaraya doyumsuzluğun, arabayla yapılan seyahatlerde “şehirlere bombalar yağardı her gece“ye bağıra bağıra eşlik edilirken aşılan hız limitinin, nedeni onlar, gözlerden akan hüznün de sahipleriydiler.

Sonrası. Sonrası bu kadarcık mutluluğu bile çok gören gözünü sevdiğimin coğrafyasının bildik öyküsünün, 20. yüzyılda da tezahürü, “göbeğini kaşıyan adamların“ alınmadığı salonda “bir insanı linç nasıl planlanır, uygulanır”ı vizyona koyan sekçin ve medeni ve de aydın davetlilerin “asil devletlumun yasaklarına başkaldırmak ha, hu ”yla zikre dalıp nirvanaya ulaştıkları, 1999’da ki o gecedir.

Bu saatten sonra, sık kullanılanlar listesindeki “vatan haini”liğini yükleyecekleri birini ortaya çıkarıp, “gururlu duruşumuzu, bağımsızlığımızı, onurumuzu kurtardık”ın mestinde, onu hiç ama hiç hak etmediği sürgüne yollayanların, doğru sözlerini yalanla, fotomontajla soslayan sözde hür gazeteleri, televizyonları yönetenlerin adı her geçtiğinde, temiz sesi her duyulduğunda insanlıklarından utanıp, yüzlerinin kızarmasını beklersiniz değil mi? Boşuna beklemeyin.

Burası emekli Deniz Kuvvetleri Komutanının “Kürt sorunda yanlış yaptık” demesi için (yine de bu öyle bir değişimdir ki mide bulandıracaktır.) 100 binden fazla insanın ölmesinin gerektiği, idam edilen Ramazan’ın son mektubunun niye 26 yıl gecikmeyle ailesine verildiğinin açıklamasının yapılmayacağı, “ yıkılası evlerin” memleketidir.

Şimdi çoğu yazımın başlığını, içimizi yakan, acıtan dizeleri kim yazacak, kim okuyacak ? Kim, kim ? Sorusundaki boşluk dokunuyorken, bedel ödemenin hep bize düşmesinin sindirilemeyeceği bu çağda, acaba ıslak bir meltem “olup ta mı yola devam etmeli ?” Ne dersin?

Söz sende Ertuğrul ÖZKÖK. Netekim, sizler bilirsiniz, gerçekten yeşerecek miydi “dağlarımız, ağladıkça, ağladıkça”.

14 Mart 2009 Cumartesi

Annen Varto’da cheese cake yaparmış, he mi ?

Yorgun günün yerini alacak, kararmaya yüz tutmuş deli soğuk bir Ankara akşamında, büyük kısmı iş yerinin, evin, alışveriş merkezlerinin, …., cafe’lerin duvarları, pencereleri ardında geçen, bir nevi modern kölelik halindeki acınası yaşantılara bakıp, adını koymaya çekinseniz de bir tür çaresizlik içinde, üşüyen ellerinizi  radyatörün üzerine koymuşsunuzdur.
Büyüyünceye kadar evlerdeki masalın baş kahramanı olacaksa www.minisler.comu kapatırken, açık Word dosyasındaki yazınızı okumaya çabalayıp “bu kelimeleri nereden buluyorsun”na eşlik eden bakışlarını,  size çevirecektir.
İzlemesini engelleyemediğiniz “morgdaki cesedin kolu çalındı”, “Ataşehir’de korkunç vahşet” benzeri haberler karşısında “nasıl oluyor da her gün, bu kadar çok olay oluyor”u küçük dünyasına sığdıramayana hak veren, delirmeden geçirdiğiniz her saat için minnet duyacağınız aklınızsa, gelecekte karşılaşabileceği “ailede kanser hikâyesine” örnekliğinizden dolayı, risk grubunda olduğuyla meşguldür.
Parmaklarını birbirine dolayıp, ağzını buruşturarak çizgi filmlerden aşırdığı   “ hava bükücü Aang, dünyanın tanrıları çıldırmış olmalı”yla masadan kalkarken “ Bilmiyorsun. İstiklal Marşını öğrendik. Sorsana, ne zaman geleceksin ?”
Ona bakar, konuşurken herkesin hissettiği  o duygunun, karşınızda bir çocuk yokmuşun  etkisindesinizdir. Ta ki sorularındaki çocuksulukla silkelenip, ana belleğinize kazılı topraktan fışkıran şühedalar,  cesetler, cerihamdan boşalan yaşların ürpertisiyle kendinize gelene kadar.
Sorarsınız. “Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın” cevabıyla kavrayabildiği tek satırı soru haline getirdiğini anlarsınız da, ezberletilen Marşı ciğerleri yırtılırcasına okuyanlar “zeki çocuk”la lanselendiğinden, hani içinize bir kuşku da  düşecektir ya, neyse.
O’ysa kaşla göz arası açtığı pencerenin pervazında biriken karı ağzına atıvermiştir. Bir an sanki çocuksunuzdur. Odada yankılanansa,  üzerindeki grimsi tabakayı bir yana itip, alttaki kristale dönüşmüş kara  ulaşmanın keyfini, ağzınızda bıraktığı tadı bozan “sürme elini, atma ağzına, mikrop” sesidir. Siz, sarf etmezsiniz.
O’da herkes gibi halen şarkı yerine marşı tercihleyen,  yasama+yürütme+yargı+sanat+…+ medyanın =  devletin sahiplendiği köhne “ein volk, ein reich, ein fuhrer / tek halk, tek fuhrer, tek ülke”li  “izm”le geçecek yaşamında, varlığının Türk’e armağanda yok edilmesi  için gerekecek ağır ideolojik eğitime (e,varlığı kendinin olunca kızlar davulcuya, zurnacıya, erkeklerse aşifteye kaçacağından) tabi tutulacaktır.
 Bu “izm”nin  ne istediği  değil,  ne istemesi gerektiğiyle,  “amcana pipini göster oğlum”lu maço kültüründe gizlediği faşist dilin “ etme, sus, sakın “lı  iz düşümleri  evde, okulda, kışlada, …., sokakta, ofiste, dört bir yanında olacağından, siz  “yapma”yı sarf etmemişsinizdir.
Kendinizden bilirsiniz, “koşma, düşersin”le aktivitenizin daraltılmasıyla başlayacak,  cevaplarından tatmin olmadığınız sorular karşısında “öğretmeninden, benden daha mı iyi bileceksin”le büyüklerin dokunulmazlığının tebliğiyle devam edecek “düşünme, delirirsin”le de zekayı kısıtlamakla sonlanacak bu faşist dili, kuşaklar boyu az bir rötuşla benimseyecekler sayesinde istiklalin hürriyet, hürriyetinse ne olduğunu ancak sözlüklerde bulacağından, çocukluğunu hiç olmazsa yanınızdayken yaşasın istersiniz.

Baylar, bayanlar,  yukarıda yazdıklarım moralinizi bozmasın. Unutmayın sizler, Fransa ve Japonya’yı bile geride bırakıp, Forbes dergisinin milyarderler listesine 2008’de tam tamına 13 kişi daha katarak 35 milyarderiyle, dünya sıralamasında 6’ncılığa yükselen bu müthiş ülkenin vatandaşlarsınız.(Doların TL karşısında yükselişinin, 2009 listesinde bu sayıyı bir süreliğine 13’e düşürdüğü dergi yönetimince açıklanmıştır.)

Yalnız bu “izm”in ezenleri,  batık bankalarda yok olup ta  epeycesi Avrupa bankalarında hesap, ev , yat, yalı,  uçak, giysi,…, mücevher olan 46 milyar doları ödeyen,  servetleri 60 milyar doları bulan milyarderlerini hayranlıkla seyretmekle kalmayıp, artması için gece gündüz  dua eden, krizlerde dahil bütçeden en büyük payın savunmaya, diyanete ayrılmasına ses çıkarmayan bu yoksul halkı, yarattıklarının farkında değiller mi sanıyorsunuz?
Tersine bu yaratma “uğruna Ya Rab” şeytanla dahi  ilişki kuracaklar, başka sözcükler keşfedecekleri, ayarlayacakları  “seni, sende odaklı herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde durmaya davet ediyorum”lu muhtıralarla dolu kristal kürelerini ovalarken  “abra kadabra” yerine  “laik”, “Cumhuriyet”, “karşıtı karanlık güçler”, “Avrupa, dünya, emperyalistler ülkemiz hakkında biteviye yıkıcı planlar yapıyor”u  kullanıp, büyülediklerinin düşünme, yargılama, algılama yeteneğini körleştirerek, en mantıksız şeyi bile gerçekleştirebilecek duruma getirirler.
O yüzden sağından soluna, Türk’ünden, …., Kürt’üne tüm partilerin, tüm  seçimlerde   genellikle  eş, dost,  akrabanın yanı sıra yolsuzlukları belgelilerden  oluşturacakları adayları merkez yoklamasıyla belirlediği, inanılmaz demokratik haniyse demokrasinin beşiği bir ülkede yaşıyormuşçasına davranacak bu halk, kudretini sonsuz yalandan alan büyücü Leydilerin, Lordların etkisinden çıkmak istemeyecektir.
 Öylesine ki bugün  Ergenekon soruşturmasını “iktidarın muhaliflerini ekarte  operasyonu” sayacak insanlar, dün de eğitimli provokatörleri, asit kuyularına, yol kenarlarına, nehirlere atılan cesetleri,  köyleri yakanları,  boşaltanları görmeyeceklerdi.
İşin esprili yanıysa; din, milliyetçilik, orduya dayalı sol üçgeninde şekillendirilmenin gereğini yapıp muhafazakar, İslamcı öğeleri barındıran partiyi seçtiklerinde hep aynı katakuli “ bidon kafalılar, demokrasi neyine bunların”la  “darbe”yi tezgahlayanlara ilk defa karşı çıkacakları, taze numaraları  “F tipi örgütlenmenin” yandaşlığıyla gözden düşürme gayretkeşliğidir.
Ne hoş, ne harika değil mi? Hem The Guardian’da da yayımlanan KONDA’nın araştırmasına göre  %70’e yakınının  hiçbir zaman kitap okumadığı, okuyanlarınsa yeni fikirleri, yazarları takip etmeyerek yıllardır olayları aynı köşe yazarlarının, kanaat önderlerinin, generallerin; Bekir’in, Ertuğrul’un, Fatih’in, Serdar’ın, …., Ömer’in, Veli’nin algısıyla yorumladığı toplumu yarat, sonra da yerin dibine batır.
Halbuki yazılanları kıyaslayamayan, aşırdıklarını anlamayan,  atıldığı yoksulluğunun nedenini merak edip hesap sormayan  “sanatçısının Belediye Başkan adayı sıfatıyla  katıldığı TV programında, işte kirli çamaşırlarım diyerek bir dosyaya yapıştırdığı donunu gösterme” cıvıklığını komedi,  basitliğini “aydın”lıkla bağdaştıran “göbeğini kaşıyan adamlar” olduğundandır saltanatlarının devamı.
 Onun içindir TÜSİAD Başkanının düet,  SABANCI’nın tango yapması.Yazarının şarkılar söyleyip,  KOÇ’un  da Konga çalması.
Bir üst tarafından tacizle insanların incitildiği mevcut düzeni, yalan, doğru bilmem, refere aldıklarını söyledikleri gelişmiş ülke düzeyine çıkaracak adımları atabilecek güçteyken, sürekli değişen “Yes, We Can”lı evrende, saçlarını beyazlatan bir ömür geçiripte, bir gıdımlık bir şey koyamadılar mı milyarderlerimiz,  generallerimiz, yazarlarımız bu “izm”in üzerine diye hayıflanma anacığım.
Görmüyor musun insanlar nasılda her şey yolundaymışçasına ortalıkta dolanmakta. Bir şekilde kapsama alanı dışına çıkanlar da olmasa. Sormasalar  mesela Kürt kökenli vatandaşları öldürme karşılığında vaat edilen ….. milyar yerine 100 dolar aldığında “1000, 94 kişi öldürdüm”ü itiraf eden oğulların  saçını okşayan  annelerin, eşlerin  ellerinin kime aitliğini.
Ey en sayın Generalim, Komutanım  …….Elleri ve gözleri arkadan bağlandı. Abdülkerim Kırca gençlere diz çöktürttü ve tam enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti” de  tetiği çeken el, aslında senindir.
Ey en sayın mavi gözlü ana haber sunucusu,  bülteninde kırmızı büyük puntolu alt yazı “özürlülerin kampanyası”yla   hedef gösterdiğinErmenilerden özür dileyenleri” (ki özür dileyen benim, bundan size ne)  Glock marka silahın tek kurşunuyla “direkman” vuracak yeni  Ogün, Yusuf, Emre, …., Salih’leri  azmettiren el, aslında senindir.
Ey bir felsefesi yokmuşçasına olmak için devletten bir şirket kapmanın, üretmeden kazanmanın yeterli sayıldığı en sayın burjuvazi,  milyarlık kredileri hazineye görev zararı yazdırdığını, 2001 krizinden bir gün önce bankadaki mevduatını Merkez Bankası Başkanıyla birlikte dolara çevirdiğini unuttursan da, Tunceli’de dağıtılan bedava eşyaları tutan eller de  aslında senindir.
Devir “bana işlemcini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” devriyken, bu ezik çocuk, toplum “niye böyle” demeyin. “Ne verdim, ne bekliyorum”la karşısına geçip eserinizi seyrettiğinizde göreceğiniz, kendinizsinizdir.
Gelelim size en sayın bayan. Allah aşkına, oturup CANETTI’nin  “Kitle ve İktidar”ının eleştirisini yazacağına, üst makamlardan onay da almadan, kimseyi de ilgilendirmeyecek  bir mevzuyu yazmanın ne gereği vardı?
Tamam da sayın insanlar,  yeri yerinden oynatamayan Silopi’de kuyulardan çıkan kemik parçalarını, saç tellerini gördükçe de ne yaparsam yapayım, olmuyor. İkiyüzlülük yapıp, bilinçsizce sevemiyorum bu “yalnız ve güzel” ülkeyi. Olmuyor işte.
Kaç kere ellerimi açıp Rabimme de “madem bu halk BAYKAL’ı, ….,  ÖZKAN’ı , PERİNÇEK’i seçerse halk olacak, o zamana kadar huzur bulacağım yeri göster”  diye sorup durdum da. Kayıtsızlığına inanmazsınız.
 Zaten annem de Varto’da, dondurmayla servis edeceği, üstü yaşamı mutlu kılan çikolata parçacıklarıyla süslü cheese cake’i hazırlarken “kanma sen öyle öldüm, bitim laflara. Aslında aşkta sağlıklı bir şey değil” demişti. Ne o, inanmaz oldunuz kuzum? Hem, eskiden kibardınız. Tanıtırdınız kendinizi.