22 Aralık 2006 Cuma

Her zaman sen yalancı, ben şahit

Yine çobanlar, Prenseslerin baş belalıları, masalların kötülüğü tescilli değişmeyen starı kraliçeler gibi, performanslarını sergileyip suçlarını yükleyecekleri operasyonlarının haklılığını “ayna, ayna, benden güzeli yoktur”la tebliğleyeceklerdi.

Yine ideolojik ayartıcılar, baştan çıkarmanın bin bir yolunun virtüözlüğünde egolarını tatminleyecekleri baştan çıkardıklarında varlıklarını, baştan çıkarılmışta da bir demet kır çiçeği, bir tatlı sözün kapatacağı ezikliğinde, sevilmeye değer imgesini buldururken, eline el değmemiş bakirliğindekilerin sevgiye, güvene açık yüreklerine ilk gün atacakları, ilk çizik Ecstasy rejime bağlılık yeminiyle, çocukluklarını ellerinden alıp, marş marş komutuyla alelacele büyüteceklerdi.

Eğer varsa kendileri için çalışmayacak kaderleriyle, nasıl bir eğitim sistemiyse dershaneye de gitmeleri gereken, kalabalık sınıflarda, boş geçecek derslere sahiplerle, okul yüzü görmeyecekleri,   özel okulda okuyan, özel ders alan olmadı özel, yurt dışı üniversitelerde okutulanların yüz adım önde bitirdiği yarışmalara, birlikte sokup biraz eksik, biraz fazla’yla ebeveynlerinin hayatlarını devr edeceklerdi.

Daha başlangıçta, bilimsel düşüncenin toplumun bir bütün olmasıyla sağlanacağını bildirdiklerinden, kendileriyle tanışamadan, kendilerini feshedeceklerin dışlanmaktan delice korkularını “sürüden ayrılanı kurt kaparla” yem yapıp, etraflarına örecekleri ‘çimenlere basmayın’lı duvarlar, ayartıldıklarını anlayamayacakları senaryolarla ehlileştirip ‘biz usta çobanlarız, koyunlarımızı tanırız’la istedikleri yana seğirteceklerdi.

Partilerden, sivil toplum örgütlerine, sendikalara her kurumda yukarıdan aşağıya doğru var olan ayrıcalıklı kast sisteminde, “kendi omzuna tırman, başka nasıl yükselebilirsin ki”nin geçersizliğindeki ‘hamili kart yakınımdır’lı mekanizmada,  afrodizyak ”gelecekte bir gün gelecek” jingle’larıyla oyalayacaklarına bir lokma, bir hırka uğruna ruhlarını satmaktan başka yol bırakmayacaklardı.

Baştan çıkmayacakta boşa çaba olacak ayartılmaya direnseler de,  direnmeseler de, Anayasa askıya alınsa da, alınmasa da, Cumhurbaşkanının adını bilseler de, bilmeseler de,  teknolojik devrim olsa da, olmasa da, Kopenhag ve Maastricht kıstaslarını uyguladıklarından değiştirilmeyen yoksulluk döngüsünde yıllar, yılları izlese de kiradan, faturalardan arta kalan maaşla, ne, nerede daha ucuzu araştıran, ailece bir restoranda yemek yiyemeyen, tiyatroya, sinemaya, kitaba para ayıramayanlar, dünyaları olacak iki oda, bir salon arasındaki hayatlarının eğlencesi sabah akşam yetmezmişçesine, ana haber, magazin programlarında da fragmanları tekrarlanan dizilerle, geçim dertleriyle baş başa kalacaklardı.

Seçildikleri ya da atandıkları makamı ar damarlarını çatlatarak “bir daha mı geleceğizle” kullananların; devalüasyon öncesi parasını dolara yatıran Merkez Bankası Başkanının, Karun hazinesini çalan kültürel mirası kollamakla görevli müze müdürünün, organize çete üyelerini silahlandıran, ölüler konuşmadığından vicdanların sızlamayacağını bilecek faili meçhullerin mimarlarından yüksek mimarın, yolsuzlukları aşikarların, güvenilir, muteber vatandaş sayılıp, önlerinde ceket iliklendiğini de göreceklerdi.

Torpil, rüşvet kol gezdiğinden “haram parayla kurban kesilir” fetvasıyla karaktersizliklerinde ahlaksızlığı, Tanrıyı da suçlarına ortak edecek arsızlıkla yasallaştıranların yükseltecekleri piyasanın, yükselen değeri ‘nasıl çok para kazanırım’ın girdabındakiler,  fırsat bulduklarında neyimiz eksikle,  haksız kazanç elde etmektense, sakınmayacaklardı.

Makamı,  ki o makamdakiler üniversite mezunu, yabancı dil bilen hatta masterlı olacaktı, yetkisi oranında birbirlerini soyup sonra, birbirlerine “babana bile güvenme”, “ne mutlu Türk’üm” diyecekler, Thomas’da Cem, Cavit kılığında hortumladığından, dış güçler ekonomimizin gelişmesini istemiyorla mal varlıklarında, diğer giderler kaleminde eritecekleri milli geliri, ne bitmez kaynak varmışın ardındaki dış borçları, ödenen faizleri, IMF’e bağlığı gözlerden kaçıracaklardı.

Mahşerin gizli atlıları, algılarını ezberle zayıflatarak kıvama getirdiklerine, patikalar arasındaki mülteci yolculuklarında dinletecekleri kavalın, mecnuna çeviren, ciğer parçalayan iksir nağmeleri acımayacak hiç acımayacakla haksızlıklara karşı efsunlayıp, hayata tutunmalarını üstlerine geçirdikleri kimlik, ellerine tutuşturdukları sloganlar, diplomalarını alsalar da kurtulamayacakları History of Turkish Revolution’la sağlayacaklardı.

Seks IQ’ları bilinen, yüksek IQ’larıysa saptanamayan onlarca görüşün, projenin kompetanları masalarına meze yaptıklarını elde tutmanın şuurlu müdahilliğinde kesinlikle,  kör satıcı değillerdir. Ortalıksa, nedense cüzdanla vicdan arasında kalmış adaletten de fayda görmeyecek, çok şükür ki, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi zorunlu ders konmadığından bunalmayacak,  yarısı boş şeylere harcatılacak iadesiz, promosyonlu hayatların alıcılarıyla doludur.

Ortaya çıkmaması yeni yalanlara gebe yalanların mühendisleri, bu serbest rekabet koşulsuz alışverişin interaktifliğinde, ayartanları nasıl mutlu edebilirim sorunsalında enerjilerini tüketen alıcılarının ayarlarıyla sürekli oynarken, tüm olumsuzlukları sırtlatacakları, kendilerini savunacak köşeli yazarlardan yoksun, potansiyel suçluda   “koyun, cahil,  halkta” buluşacaklardı.

Yine yasaların ayrıcalıklıları, yeşil, kırmızı pasaportçular, muasır ülkelerin sokaklarının, cafe’lerinin, mağazalarının, ….., müdavimliğinde medeniyetin zirvesindeyken “Halkı da halk,  kültür, birbirine saygı, hakları gasp edilmeye görülsün, ayaktalar. Bizimkiler, tık yok”la kızdıklarında, ulaşılmaz, üstün saydıkları yüzlerini, beni, seni, onu görmenin hoşnutsuzluğunda “Yine koyunlar. Bir çobanın peşine takılmış gider de gider davar sürüsü. Soru yoktur "sürü" olmanın felsefesi”yle dertlenip, arsız güçlü olunca haklının suçlu olacağını da göstereceklerdi.

Sanki, yaratıkları fırsat eşitliğinde bir sistemdir de şanslarını kullanıp yeteneklerini geliştirmemişçesine sanki, sorduklarına cevap almışlar ya da tavsiye kararlarıyla cevapların şıkları değiştirilmemişçesine sanki, istedikleri bireysel özgürlükte yaratıcılığın ön plana çıkacağı bilinçli toplumdur da, hükmü kendilerine dahi geçemeyen zavallı koyunlar yüzünden geri kalmışlarcasına, anında dramdan komediye geçip, kendilerini sütten çıkmış ak kaşıkta ilan edivereceklerdi.

Halbuki, zor ekonomik koşullarda yazılı sorumluluklarını yerine getirmekten başka bir şey düşünemeyeceklerin sürü psikolojine yasladıkları, geçim kaynağına dönüştürdükleri cehalete dayalı düzenin bitmesinden ölesiye korkan neo cahillerin, sıradanlıkları, aşırmaları cahil bıraktıkları sayesinde anlaşılmayacaktı.

Herkesten önce onlar, 18 inci yüzyılda yazılmış "cehalet, ayrıcalıklı sınıfın elinde ustaca kullandığı bir silahtır"ı bileceklerinden, istikballerini iç güveysiden hallicede durdurdukları, dinle, milliyetçilik arasında tercih yaptırıp savaştırdıkları, çatıştırdıklarıyla paylaşmak istemedikleri yaşamları, cehaletle bağdaşı yoksulluğun, varlığındandır.  

Bıraksalardı, soru soranların başına örüleceklerden habersizliklerinde, daha “her zaman sen yalancı, ben şahit” ilişkisine itelenmedikleri o, ilk gün, üstelik parmak kaldırmadan, külkedisi büyü bozulmadan sarayı terk ettiğinde, her şey normale dönerken neden, bir tek,  merdivenlerde yitirdiği ayakkabılardaki büyü bozulmamıştır? sorusunu soruyor olacaklardı.

Kaldı ki, dünyada çobansız yapılamayacaksa da, en azından işine metro yerine taksiyle giden Bakana soruşturma açılmasına izin veren, dokunulmazlıktan uzak profesyonel çobanlar,  çobanlığın da var olacak klasını yerlerde süründürmeyecek kalitedeydiler.

Ladies and gentlemen, “çürüyen bir şey var Kral’ın, Krallığında” denkleminde,  bilinmeyenlerin en bilineni x, eşittir efendisiyle tanımlanan koyun artı çürüyen Kral’da x aynı x’ken, bu ikisinin birlikteliğinin aynı pozisyonda devamına, itirazı olan ya şimdi konuşsun ya da sonsuza kadar sussun.
 

15 Kasım 2006 Çarşamba

Yeşil zeytin tanesiydim, sofranızda kara oldum


Klavyede ‘k’ harfinin üzerine basarak yazdığınız yazının, pazarlamacı taktikli slogansal haberlerin yanında, beş bin kelimeyi geçmemesi istenen yorumlara alıştırıldığından sıkılacakların,  ilk kelimesi klavye’yi okuyacaklarında, geçen bir saniyedir, an.
Ülke sınırları dahilinde, nerede olursanız olun, devlet büyüklerinin herhalde, kaybolmayı önlemek adına mimarisi, alt, üst geçidi, fıskiyesi, cadde ve sokaklarıyla, vatandaşlar gibi birbirine benzemesini istedikleri şehirlerin, her kazma vuruşta tanınamaz hale gelinen yollarında, geç kaldım’la sokağı hızla adımlarken, harcanan an’ları, guguk kuşlarının gözetimine bırakmışsınızdır.
Yeşil ışığın yanmasını beklerken, asık suratlarıyla üstünüze üstünüze gelecek  necip milletinizle az sonra, girişeceğiniz  meydan muharebesinde,  keşmekeşliğe  söylendiğinizi duyacak; bölücüyü, teröristi, gözünden tanıma bilirkişiliğindeki çalışan, çalışmayan  birinin, suç delili L’oreal’le boyanmış saçlarınızı göstererek, ‘ ….. hakaret etti’ haykırışıyla hedeflenip, katmerleşecek hainliğinizle, linç ihtimaliniz %99’ ken, o an’da, ömrün yavuz hırsızı, an’la ilgili değilsinizdir.
O an, belirlemedikleri ama, saplandırıldıkları milli, dini hassasiyetlerin pençesinde, hoşlanmadıkları bir yorumu, el âlemin asırlar önce yazdığını, düşündüğünü, tartıştığını, beş yüz yıl sonra tartışabileni, yazanı bertarafta kullanacakların ürküntüsünde, düşünceniz durakta birikecek kuyrukta,  can güvensizliğin açık ibaresi çantayı öne alma etkinliğine katılıp, yolunuza devam edeceksinizdir.
Bilirsiniz ki, geçmişin sıkıntıları, geleceğin kaygıları arasında sersemletip, mutluluğu alo mutluluk hattında arattırdıklarının sayesinde, zengin, mesut yaşayanların kışkırtmasıyla, hırpalanmakla, yoksullukla geçen an’ların hıncını, parçaladıkları giysilerden, bedenlerden damlayan kandan çıkarıp ferahlayacaklara, doğal tepki lansesiyle müdahale etmeyenler, ‘başka türlü bunlarla baş edilmez’le güçsüzlüklerini,  ölüme methiyede de ilkeliklerini kapatacaklardır.
Cansiperane savunduklarının yalana bulandırıldığına içten içe inanmalarına rağmen,  bir’ken on, yirmi olup,  topluca saldırdıkları o an’da,  atıkları her yumruk, her tekme, mahzenlerde saklandığından gün ışığına ancak,  çıkabilen gerçeğedir.
Suçlu da, Kuşadası’nı dolandıran, yöneten sahte kaymakamı, 1944 km. boyunca eşkali belirlenmiş katiller yerine, cezaevlerini protesto edenleri, gençlerini, 500 metrede yakalayanları, “ya Allah Bismillah, Allahü Ekber’le  Türk”lük adına vatandaşlarını dövenleri, hepimiz kardeşiz’li katliamları yapanları, tacizcileri, başka bir ülkenin vatandaşıymışçasına görmezden gelemeyenlerdir.
Öldürenin, bombalayanın, kahramanlıkla şereflendirileceği, katillikle suçlanmadan cinayet işlenecek savaş gibi, imece usulü aktivite linçten, Standartlar Enstitüsünün ne düşünmeniz, ne hayal etmeniz gerektiği standardından sapıp, sevilmeyen kullar top on listesinde muhtemelen birinciliğe yerleştirileceğiniz ironi bu ya, düz mantıkla,  bunları yapan torunların dedeleri neleri yapmıştır’ı düşünmeyerek, çağdaşlığın ‘…durmak yaraşmaz’ eşliğinde yürümekle yakalanamayacağını yazmayarak,  geleneklere uyup susarak, kurtulacaksınızdır.
Tüm toplumlarda bugünse devletin, hukukun sözdeliğinde vuku bulan, artınıza, eksinize bakmanızı erteleten,  yaşaması bağnazlığın ikizi sevgisizlikle mümkün kılınacak linçin, kendine saygısızlığa evet dedirten kör ediciliğinde, gerçekten kaçma sendromunda debelenenlerle bir arada bulunma talihliliğinizde, ayna değişse de değişmeyen cehreleri seyretmekle yetineceksinizdir.
Günü badiresiz atlatma becerisinde, planladığınızı bir yerlerde okuyup, yazamadın, fırsatın olmadı diye beklenecekmiydin’le kendinizle eğlendiğiniz  bir an’da, aklınıza düşecek,  üzerine büyük anlamlar yüklenen, soyutluğunda örneklenemeyen,  Carpe Diem; anı, günü, hayatını  yaşa’nın gülümseten çelişkisinde,  an’da yaşanan, doyasıya özümsendiğinden  unutulamayan ilk’ler, ilk aşk, bakış, okula başlama, horlanma, ……, değil gündelikse,  caddeyi kaplayan pastel tonlardaki yapraklarla savrulan, toplu taşım araçlarına mahkum yaşamda,  keyfini çıkarıp sahiplenemediğiniz an’ı  belki,  kimseler de  yaşamamıştır.
Hesap vermeme bahtiyarlığında günü yaşadığından şüphelenmeyeceğiniz tek canlı, ağustosböceğinin sergüzeştliğine tiradınızda, fabl’da ki akıbetini,  yaz bitti, Kanarya adasına yolculuk vaktidir’le değiştirirken,  biriken anlar, dakikaya, saate, totalde zamana dönüşen vakitler, perdeler açılıp, kapandığında hızla akıyorken, karıncalığınızda, yapmıyorum’la her şeyi, bir masanın üzerinde bırakmanın çekiciliğine galip gelecek zorundalıklara kurban  edilen yaşam ve  an,  iç içeliğinde  geçip gitmektedir, gitmiştir de.
Geçip giden, hafızanızda edindiği yeri bilemediğiniz onca andan, kısacık bir an, Richter ölçeğine göre 7,9 şiddetindeki “… verildi”nin çağrışımında,  Nobel almış romancıyı linçleyen, soykırımı inkâr yasasını düşünce katlediliyor’la protesto eden aynı yüzler, geri dönen an’da, aynı karede işte,  yanı başınızdadır.
Otuz yaşına kadar babasından harçlık almanın kaygısızlığında, “gerçek zeka doğru veya yanlış olanı bilmekten çok, neyin uygun olduğunu bilmektir”le istediği yolu seçme hakkı kıskanılacak sevgili kul, apartman kokuları arasında neyimi, kimimi takipteyken, bir gün,  ‘bir milyon Ermeni, otuz bin Kürt öldürüldü’yle tabudaki gize dokunuverecekti.
Dokunduğu canını yakınca, “sevinsek mi, üzülsek mi, bizden biri gibi göremiyoruz”  yazanı, yalanlayacak tutarsızlığına mazeret bulmakta zorlanmayacağınız “demedim”i, yazınına hayran  kulaklar da duyacaktı.
Söylediklerini sevhenle geri alma lüksünde, savını boşlukta bırakması, “ben pamuğa, yumoş derim hep’ teşbihleriyle, sevilmeyen kulların yanına paketlenmesiniyse önleyemeyecekti. 
Ödül sonrası tsunaminin altında kalacakların,  kitaplarının ismini o gün öğreneceklerin, okumadıklarından SATRE’le,  PAMUK’un eserleri arasında ayrımla başlayacak cümleyi yazamayacakların, heyezanlarını sütunlara, Chat’e, Net’e, erkân-ı harbe taşıyacaklarındansa eminsinizdir.
Zira, onca idamdan sorumluya Atatürk Barış Ödülünün verildiği, Nobel barış ödülünün Ku Klux Klan başkanına verilmesinin savunulabileceği ülkede, ödüller, emeğin karşılığında hak edene değil, kayrılana, seçilmişe sunulduğundan, başkalarının da aynı kriterle hareketine inanıp, her olayda görmek istediklerini görecekler, birinin başarısını hak etmişti yaklaşımıyla kutlama nasipsizliğini de, olağan davranış sayacaklardır.
Kendilerini resmi görevli addedip, hasım bellediklerinin yanlışına, doğrusuna göre konumlanarak ikbal arayanlar, yeteneksizliklerinde hasetliklerini,  ulvi değerler  ‘vatan,  lobi, satma’nın altına süpürüp,  ezen daha  ez’sinli, insan olmazsa sorun olmazlı, kendinden olan sübyancıyı hoş görüp, çocuk pornosun da istismar haberini okutturacak special aydın tavrında, post modern darbeyi bağıra basıp,  post modern romancıyıysa dışlayacaklardır.
Bu toprağın havasını soluyan, suyunu içen, aynı müfredatla eğitilen, kökeni, mezhebi ne olursa olsun herkese bulaşabilecek,  anlamlı, anlamsız,  yazdığını kendisi değil de ödülü romancı alsın diye hediye edeceklerin varlığını dahi ileri sürecekleri önermeleri, yoğun beyin fırtınasıyla mantıksal çerçeveye oturtup, hazırlayacakları komploların kurtarıcılığında; ötekini, haini yaratıp, aydınlığı da dibe vurduracaklardır.
            Ödülün, ülkeye verildiği algılamasında, CAMUS, CANETTİ, ….,’yle adı yüzyıllara taşınacağından, el birliğiyle çamura batırdıklarını, ihtiyacı olmadığı halde  kurtarmada çareyi,   faşizme karşı çıkıp, terk ettiği  ülkesinden uzakta ödülü aldığında, ödülünü HESSE’i aklamada kullanmayacakları şaşırtacak müthiş atraksiyonla, üstadın  Türk yanını ortaya koymada bulacaklardır.
Her beş kişiden birinin ruhsal problem yaşadığının açıklandığı Ülkedeyse, toz duman arasında aydınlanma çağını başlatacak devrim oluvermiş, altı okun yanına, yedinci ok özgürlük eklenmiştir de,  kimsecikler fark edememiştir.
Düne kadar düşünceyi yasalarla sınırlayanlar, düşüncenin özgürlüğü için ayaklanmış,  devrimin coşkusunda, kırdıkları televizyonun üzerinde tepişme kusuruna razılıkta, eksik kalansa, Seine’nin kıyısında, Voltaire’in özgür ruhuna dua da, yıllardır söylenen “yeşil zeytin tanesiydim, sofranızda kara oldum” Chanson’udur.
Onca kavganın sebeb-i müsebbibi,  tarihçiler yazdığından mıdır ki, ayak bağı tarihiniz, geçmişinizle artık, yeni bir hayat almanın an’da zamanıyken, acaba, tarihi,  kazananlar mı, kaybedenler mi yazmıştır sorusunun cevabı,  dört yanlış bir doğruyu silerde mi gizlenmiştir?

                                                                                              Gülsen FEROĞLU
                                                                                                 15.11.2006

3 Ekim 2006 Salı

Yaşasın, burjuvazinin özgürlüğü..!

Katlanmak zorunda olduğunuz dört duvar, çalan telefon,  hazırlanacak dokümanlar, e-postanızda yeni iletiler varken, sonsuza kadar rendelemekten kurtulamayacak parmesan peynirin, kaderini  paylaşmadan, 7. ve 9. Cumhurbaşkanlarının, kendileri ve yandaşları dışında, kimsenin hayatına bir şey katmayan, büyük devlet adamlığı hatıratlarını okumadan, Pinochet’yi anımsatan görüntüsünü, ‘ben, olduğum sürece…’yle pekiştirenin tehdidi iliklerinizi dondurmadan, idamın boşluğunu doldurdukları linçleri, Pınar’ı, Hülya’yı seyretmeden, hafif  rüzgar esintisinde, iyisi mi,  bir hamakta, “inanç da, sevgi de, aklın yolunu izlemez” romanının, elinizden kaydığını bile fark edemeden, uyuyakalıp, uçuk hayallere dalmanız, imkansızdır.
Biraz kazanıp, epeyce kaybedeceğiniz, az şey istediğiniz hayatta, tek istediğim, sakin bir gündü, ………,  bunu da mı çok gördün, ey! Allahım, kırılganlığında, o az şeylere kavuşamamaktansa, ufku genişletip, bir gün olursa şaşırtacak, lakin, sorunları çözecek ‘devlet  dediğin, vatandaşlarının yaşam kalitesini yükseltmeyi hedeflemeli, dini, ırkı olmamalı, düşmanım var diyor, buna inanıyorsa, önce, niye diye sormalı’yla,  imkansızı istemeyi,  tercih edeceksinizdir.
Yaşamdan beklentileriniz,  konumunuza, ruh  halinize, yaşınıza, gelirinize göre değişirken, belki de, gerçekleştiremeyeceğinizden, en acıtan gerçek olacak, imkansızı istemekle, yaşa denilerek sunulan; kullanma, kullanılma kılavuzuna, meydan okuyacaksınızdır.
İmkansızlığını bilseniz de, birazcık huzurun kime ne zararı var’la, bu dünyaya şahit olup ta delirmeden, takvimleri anmalarla dolu  mevsimlerin, hüznü de, yanında taşımasının sorumlularının, yargılanmasını görebilmek için, elden gelen, gelmeyen, her şeyi yapacaksınızdır.
Ama, gel gör ki, yaşadığınız ülkede, ‘keşke, ama nerede’yle,  en basit şeyler, toplantıların saatinde başlaması, çukursuz yollar, hormonsuz gıdayla beslenmek, demokrasiden, insan haklarından yana,  açık yüreklilikle  “ilk 1 milyon Doları nasıl kazandığımı sormayacaksınız, ben, geri kalan 49 milyon Doları nasıl kazandığımı açıklarım” diyebilen, burjuvaziyle karşılaşmakta,  imkansızı istemektir.
Sizin için imkansızı, zenginliği, toplumsal barışı, bazı ülkelerin, niye yakaladıklarının muhasebesini yaptığınızdaysa; ayrıcalıklarını, gökyüzünü  parselleyerek, beyinleri formatlayıp, ‘bu gök, deniz,..’la bezesellerde, savaşı terörle mücadele diyerek yeniden adlandırmak, nasıl savaşı, vahşetini silememişse, ne yazarlarsa yazsınlar, ne söylerlerse söylesinler, olmayan  saydamlık, dürüstlük değerleriyle övünseler de, yazmaktan, söylemekten,  öteye gidilmediğinin kanıtı, oyunu bozan kibirli gerçeği, karşınızda bulacaksınızdır.
Dünyaya bedelliğin izdüşümü,  bilimsel, düşünsel hiçbir buluşa, izm’e, imza atmamış, 1700’lerde eğitiminin bilimselliğini savunan Voltaire,  “siyaset ve ahlakı birbirinden ayıranlar, ikisinden de bir şey anlamazları” yazan Rousseau,   bu öncülerden etkilenerek, kuramlarını geliştiren Kant, Hegel, Marx, Newton, Einstein, Bach, ….,’a, sınıfının değişimci, öncü özelliğini barındıran burjuvaziye, olmazı işçi sınıfına,  sahip olamamışlardır.
Geçmişlerinde, evren, devrimle sarsılırken, III. Selim devrinin Reis-ül Hüttap’ı Atıf Efendi de, ‘Voltaire ve Rousseau adıyla tanınan ve ün kazanan dinsizler ve benzeri materyalistler -üzerlerimizden eksik olsunlar- (ki, hep eksik olacaklardı) tertemiz peygamber hazretlerine küfredici, hükümdarları yerici ve bütün dinleri ortadan kaldırıcı, eşitlik ve cumhuriyeti överek, güzel gösterici bir takım yapıtlar yazmışlardır. Bunun sonucu dinsizlik, kokuşmuşluk, beyin damarlarına frengi gibi bulaşarak, inançları bozmuştur’la, istemezuku,  yaşadıklarını, Allahın lütfü kabullenenlerin varlığının, rahatlığında yazmış olmalıydı.
Dinin etkisinde, her şeyin günah,  şeytanın işi sayılacağı,  terfi-i temayunun , ilim irfanla değil, iltimas, akçe, entrikayla sağlanacağı koşullarda, aydınlanma, eşitlik, sanayileşme,…,  kavramlarıyla, ‘Orient’in, zamanın durduğu yerin’,  tanışmasıysa olanaksızdır.
Teknolojiyle, savaş alanında karşılaşıp, kullananlarsa,  mutlak güçlerinin,  etkinlik ve yetkinliklerinin, sürekliliğinin tartışmasız nedeni, silahlı güçleriyle, savaş sonrası, burjuvazinin, kurumların, kent kültürünün,  yapımcılığını üstlenerek, tabularla yönetilen tebaayı, değiştiriyor ama, aynı bırakıyorum’la halk,  yeni  tabuyu da,  ‘her şey, devlet için’ yapacaklardı.
Tarihin, olguların, zihniyetlerini destekleyen yönlerini alıp,  özgünlüğünü, intihal ve taklitle  çarpıtacaklar, aklın yerine, yoksunluğun tesellisi kurnazlığı, fırsatçılığı koyarak, bireyle yaşamı arasında işlev görecek devletçiliği, kapitalizmle bütünleştirip, özgürlüğün celladına çevireceklerdi.
Üretim araçları üzerindeki mülkiyeti ve  kapatması bürokrasiyle,  piyasaya en büyük işveren olarak hakimlikte, koşulsuzca mutlak sadakat talep eden mutlak güç, dizaynlamanın, hizaya sokmanın görkemini kaybetme korkusunda, istediği kadar  özgürlüğe izin verip, verdiğini, yaratacağı kaosla,  istediği anda geri alacak, düşüncenin üzerinden çektiği peçeyle,  çağa göre değiştireceği, 141-142, 301’i örtüp, adaleti de mülk sahibinin, temeli sayacağından, her hak isteyişi, devlete karşı algılayacaktı.
Partisi, yazarı, çizeriyle, toplumu yönlendirirken, geçmişten radikal kopuşu, dünyada yalnızca, kendisi gerçekleştirmişçesine, dile pelesenk,  ‘kurtardım, kurdum, olmazsam, olmazdın’la, yok etmenin, yaratmaktan daha kolay eylem olduğunu hatırlatarak, ‘borçlusun’un faturasını,  pasifizeyle tahsil edecekti.
Orijinalinin aksine, bağnazlığa, baskılara direnmenin bedelini ödemeden,  servet edindirileceklerden oluşturulan, aldante kıvamlı, taşralı burjuvazi de, özgürlüğünü, ‘ben bilmem, beyim bilir’le, varlığının idamesi materyallerin başındaki mutlak güce ipotekleyip,  peşinden sürüklenecekti. Bürokrasinin burjuvaziye, burjuvazinin de, bürokrasiye doyamadığı  sistemde,  ahlak da, yolsuzluk ve rüşvetle, çöpe atılacaktı.
Yatırım yapmadan, ikinci el defolu mallarını alacaklarla, devletin hazinesinden  geçinen, miskin burjuvazi, ‘estağfurullah paşam’a kilitlenecek, giyim, kuşam, marka, gösterişle kültürsüzlüğünü kapatıp, çiğ köfteyi, viskiyle buluşturma meşguliyetinde, kurşun döktürüp, devirleri atladığından, sınıfının gelişiminin ardında kalacaktı.
 ‘Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yoktur’a inat, vesayet altındaki haki demokrasinin, bitirilmeyecek hikayesinde, trampeti de çalacağından, farklığından, düşüncesinden dolayı, vatandaşın gözetlenmediği, kurumların görev tanımlarının dışına çıkamayacağı, burjuva demokrasisi  için, kolunu dahi kıpırdatmayacaktı.
Uzuvlarının yerine oturması engellendiğinden, aynı sorunlar etrafında dönüp duran sistemin, unsurları, rüştünü ispatlayamayınca, karşıtta, değiştirmektense, ‘kuvvet kimdeyse, o hakimdir’le, mutlak güce, yakınlıkta kollanmayı, imkanları paylaşmayı  rotalayacaktı. Öylesine ki, emperyalizme karşı mücadele edenler, ideolojilerine ters düşme pahasına, ‘işçi, gençlik, ordu,  elele’yle,  stratejik felaketlerini planlayabilecek, vahimi, yoldaşları asılsın diye parmak kaldıranları, demokratlıkla  taltif edip,  tepelere taşıyabileceklerdi.
Üç darbenin karşılığını, ilk defa, tezkereyle alamayan emperyalin hiddetinden açıklayacağı ‘askeri ve ekonomik yardımlarımızla, komünizmden, ülkenizi kurtardık’sa, bağımsızlıktan dem vuran, düşmanlarını işbirliğiyle suçlayan mutlak gücün, muhafazalı yaşamında, ayrımına varamadığı, kaynağını güçsüzlükten alan bir gücün, mutlaka dayanacağı, diğer gücün desteğini çektiğinde sonlanacağı kuralını, öğrendiğinde, yaşayacağı paradoksta, sözlerinin  havada uçuştuğu,  an olacaktı.
Ömrünüzü geçirdiğiniz ülkede, halinden şikayetlenmesi gerekmeyecek burjuvazi, ancak, itelemeyle,  21.yüzyılda, altyapısı tamamlanmayan bir yere, elektrikli makinelerini, gelir düzeyi yükselmemiş bir halka da  mallarını satamayacağını düşünüp, nihayet, kaliteli ürün imal edecek,  demokratikleşmeyi, haydi, kızlar okula kampanyasını destekleyerek, sanat galerileri, müzeler açacaktı.
Yine de, ayran gönüllü taşralı çapkınlığında, makyajlı yüzü,  dekolte giysisi,  yürek hoplatan yürüyüşüyle, sevgilisini, elinde çöp torbasıyla gördüğünde, her an çark edip, mıntıka temizliğine katılabilecek, sevdasına bile güvenemeyeceğiniz burjuvazi yerine, Bill Gates, Warren BUFFETT, İngvar KAMPRAD,……..,ı seçemeyeceğinizden, zamanını tahmin edemeseniz de, burjuvazinizin, Ferrari’lerini satmadan, gelişimini tamamlamasında, bilgeleşmesini, dileyeceksinizdir.
Belki, o gün, savunmadıkları değerlerini savunanların, yaşamlarına kasteden, o mahurluğunda, mağdur besteyi çalacak gerekçeyi, her zaman bulan gücün,  demokrasinin tanıklığında sanık sandalyesine oturtulmadığı sürece, kimsenin özgürleşmesine izin vermeyeceği, gerçeğinde, günahlarının telafisine, değişen dünyada, değiştirenlerden olma kavgasıyla, katılacaktır.
Belki, o gün, varolan statükoculuktan faydalananlarla, köhnemişliğe alıştırılanların sığındığı imkansızlığın, imkansızlığına inan,  siyah beyaz fotoğraf karelerinden tanıdıkları ‘karşıdan karşıya geçerken, eli bırakılan çocukların’ bakışlarında, özgürlüğün, dayatılana dur demekle başlayacağını, esaretinizi kabullendiğinizde artık, esir  kalınmayacağını da, görebilecektir.
Zaten, insan da  isteyecekse, imkansızı istemelidir’le, sisteme itirazı, aleyhine delil olarak kullanılacağından, haydi, gelin, burjuvazinin özgürlüğünde, özgürlüğünüz için, önce, burjuvaziyi özgürleştirelim.
Bu arada, kimseler üstüne alınmasa da, duydunuz mu, ülke, rüşvet verenler liginde dördüncülüğe yükselmiş.Yani, şampiyonluğun ilanına ramak kalmış.Ha, gayret.


Gülsen FEROĞLU
03.10.2006

26 Temmuz 2006 Çarşamba

Kanatlanmış güvercine, kırılacağım….

Anneee,  irkildi, domates doğradığı bıçağı fırlattı, hızla, salona yöneldi. Balkon kapısında, elinde, ışıklı pembe asası, barış dedi çocuk, barışları getirmiş. Derin, nefes aldı, adı barıştır dediği güvercinler, az önce yıkadığı, balkondaydılar.
 Oooo, bütün aile, bir aradalar.Dedesi, hangisi ? Şişman olanı, bezgin sesle, yine, balkon kirlendi dedi. Kuş gribi korkusuyla, güvercinle, oynamama yasağını, gizlice verdiği ekmeklerle aşan çocuk, annesinin kızma olasılığına karşın, hemen, uçuran sihirim yok, dedi. Ellerini çırptı kadın, kanatlandılar. Uzaklara, buz devrine de, giderler, değil mi ? Evet, sevdiklerimize, selam götürürler. Babama ? Başını salladı, kadın. Kuşlar, barışlar, babama selam söyleyin kuşlar, diye bağırırken arkalarından, gökyüzünde, çoktan, kaybolmuşlardı.
Merak etme, gelecekler, onları, sevdiğini biliyorlar.Şimdi, yardımına, temizlik sihrine, ihtiyacım var.Asasının ortasındaki, kalbe bastı, müzikle beraber,  ardın sıra yürüdü, kovaya su dolarken, akıllı asam, önce su gerektiğini biliyor da suyu dolduruyor. Asam, herkese yardım eder, perilerine, sadece iyilik sihri yaptırır, kötülüğü  sevmez.Konudan konuya geçişlerini takipte zorlandığı, altı yaşındaki çocuğuna gülümsedi. Milenyumun çocukları, bu yaşlarda, gerçi asamızda yoktu ya, herhalde, bunca sözü de, peş peşe sıralamamışızdır. Betüş mü, acemi cadı mı, daha iyi sihir yapıyor ? İkisi de diyor çocuk.
Cehennem sıcağı, bu, olmalıydı. Helikopterlerin, tankların dinmeyen sesi.Ter, yüzünde ince çizgiler bırakarak akarken, kum çuvalların ardında, tepeyi gözlüyordu. Burada, hayat, kör talihin kurbanı.Yüzünü görmediğiniz, hayatını bilmediğiniz, biri tarafından öldürülmek ya da yüzünü görmediğinizi öldürmek. Onun için, ben, benim için o, yalnızca, yok edilecek birer hedefiz. Kim bilir, kimin için, perde, az sonra, kapanacaktı.Başını çevirdi, toprağın üzerinde barış, sakin, öylece durmuş, kendisine bakıyordu. Kal, biraz, güldü, beni almadan, kanatlanırsan, kırılacağım.Yine de, konacak yer mi bulamadın ? Kıyametin ortasında, işin ne derken, bağırdı biri, dikkat. Karartılar arasında, öğretmeninin tiz sesini duydu; ”daha, dün, annemizin kollarında yaşarken.”Taş, toprak, toz bulutu içinde, sağa sola yalpaladı, çırpındı barış, çalılıklara düştü.
Her gün, şafağı sayıyordu. Şafak, 150. Oğlum, o, onu yapmış, bu, bununla gezmiş, bana ne gerek, onların hayatları diyerek izlemediği haberleri, delicesine çarpan yüreğiyle, kaçırmaz olmuştu.Canı, oralardayken, yaşam destek ünitesine bağlı, adet yerini bulsundu, yaptıkları.Uyusam, kalksam, tekrar uyusam, kalksam.Baksam ki, o, kapıda. Göreve gidiyoruz demişti, dönüşte ararım. Durduk yerde, sıkıntı kaplamıştı içini. Telefon. Her çalışında, korkarak açmanın azabı, gelsin, kablosunu çekecekti, yetişemedi.Sustu telefon.Avluda ayak sesleri, kapıyı açtı, üniformanın yanında kızarmış gözleriyle, adamı. Konuşmalarına fırsat vermeden, ayakkabısız, bahçeye çıktı, yürüdü, yürüdü….Söğüt ağacının yanında durdu, ciğerinden koptu feryadı; dayanamam, annem, dayanamam.
Kayanın ardındaydı, toz bulutu yavaşça dağılıyordu, öksürdü, ağzının içinde toprak tadı. Oğlum, çocukken az toprak yemedin, hastalanıp, öleceksin diye endişelenirdim. Tozlanmış kalaşnikofunu sildi.Dünyada, sabah, akşam gökyüzünü seyrettiğinden, toprak,  mutludur, sanırdım. İnsanoğlunun  bombalarının, toplarının, seni, dipsiz çukurlara mahkum, delik deşik edeceğini, tahmin edebilir miydin ? Sende, intikamını alır, izin vermezsin, dağlarda, ovalarda, otların, ağaçların yeşermesine.Şu anda ben, adını bilmediğin kimin, kimde benim ecelimdir ki ? Az ötede, kıpırdamakta güçlük çeken barışı, gördü.Hep, bir güvercini olsun istemişti, sıkıldığında gidecek, mutlaka, yanına dönmeyi de arzulayacak. Çok mu korktun, uç, git, koruyamam, seni. Makineli sesine, karıştı, bomba sesleri.Tahtadaydı, telaffuzun bozuk diyordu öğretmen, haydi, devam, ”daha, dün, annemizin kollarında yaşarken.”
 Ateş basmıştı her yanını, ayaklarının üzerinden akan soğuk su bile, serinletmiyordu.Avuçladı suyu, yüzüne çarptı, çarptı…. Başında ki, örtüyü çekti, suya bıraktı,  dalgalandı örtü,  alıp götürecekken dere, tuttu, sıkmadan başını bağladı. Sular damlıyordu, elbisesine. Etrafı çevreleyen, günlerdir yanan,  dağlarda, hala, duman tütüyordu.Kapıya dayanmış, hayır, demişti.Sessizce, ellerine sarılmış, öpmüş, ardına bakmadan gitmişti. Bir daha da, haber alamamıştı.Öyle bir gürültü koptu ki, çakıl taşları yerinden oynadı, panikledi, karşısında dağ  yarıldı, ateşler içinde kaya parçaları göğe yükseldi.Elini göğsünün üzerine koydu, suya bata çıka, bağırarak, koştu. Saçları dağılmış kadını, kollarından yakaladı adam, sarstı, öldü dedi kadın, toprağa çöktü, dağa döndü, dayanamam, yavrum, dayanamam.
Hava kararıyordu, açıktı televizyon, işkencedeymişçesine, lokmalar ağzında büyüyordu çocuğun, “ Ortadoğu, Savaş,…..Kırsalında,….çatışmada……..” haberleri arasında, tabaktakiler bitecek derken, çaresizce,  “ne diyeyim” dedi kadın kameraya “ bir bir gidiyor çocuklarımız.”
Kimseyi görmeyecek haldeyken, acıyı, kine dönüştürerek savaşı,  cana karşı canı, haklı çıkarma peşindekiler, nasıl da, elleri titremeden uzatırlar, mikrofonu. Ruhunuz, eller üzerinde, tabuttayken, anlı şanlı, debdebeli kelimelerini, propagandalarını, sloganlarını duymadığınızı bilmezler. Kalbinizi, galibi ölüm olan, katılmadığınız savaşın cephesinde, tek kurşunla parçalamışlardır.Kırık parçalar, batar her yerinize,  bedeniniz ağrır, dövünürsünüz, acınızdan vurursunuz dizlerinize. Cevaplayamayacağınız sorular hücum eder, ne düşündü, ne söyledi, canı, çok yandı mı ? Hıçkıra, hıçkıra,  ağlamanızı engellerler. İnsan böyle bir günde değil de, ne zaman ağlar, düğümlenmiştir boğazınız, söyleyemezsiniz.Kalabalıkta, onunla, baş başasınızdır, sesini, gülüşünü duyarsınız, anılar üşüşür, paylaştığınız umutlarını, şakalarını özlersiniz. Bir tek, ayrı dillerde söylenen, aynı ağıt anlar sizi; “Gitti, canımın cananı.Bıraktı, beni yaralı”. Göz yaşınızdan akan artık, yaşamayacağınız sevincinizdir ve kaybettiğiniz, yerine, yenisini koyamayacağınızdır.
Kadın, niye ağlıyor ? İnsanı, yavaşça öldürecek, kapanmayacak yarasına. Bu, gözyaşlarının her damlası, evladının yaşayacağı hayatı, gününden önce alanların, görmeyi reddettikleri, yenilgilerinin resmidir, diyemedi. Herkes bilir, silaha, lazer güdümlü bombalara, füzelere harcanan,  sofralardan çalınan ekmektir. Ölenlerde, ekmeği çalınanların, çocuklarıdır. Muhabir, şimdi Bodrum’dayız dedi.“Türkbükü, cıvıl, cıvıl, bu sene, ıslak iskele partileri, ünlüleri, eğlenceleriyle….. “
Ah, çocuğum, ah, halklar, savaşmazlar, her detayı planlanan katliama, savaşa,  itilirler. Savaştan nemalananlar,  bombalar düşmediğinden sokaklarına, yıkıntıyı yaşamayanlar, acı çekenleri iki dakikalığına ekranlarda görenler, kanal değiştirince savaşı bitirerek,ölümden uzaklaşanlar, acıları, yok etmenin yolunu ararlar mı ? Arasalar da, önyargılarından kurtulup,  doğrusunu bulurlar mı ? Gücümüz yetseydi de, gözü dönmüş ihtirastan, Filistin’den, Beyrut’tan, Irak’tan, Hayfa’dan dağlardan, şehirlerden, savaşın sevgilisi ölümün, elinden, alabilseydik, çocuklarımızı.
Savaş, hep, olur mu ? Karşısındakinin çocuk olduğunu hatırlamaz gibi, dalgın,  insanlık tarihinin, 296 yılı barış içinde geçmiş. Barışı da savaşın kılıfı yapanlar, savaş, olmasın diye savaşıyoruz, diyorlar. Şaşkın gözleriyle, hımm, dedi, çok zormuş, anne. Kızdı kendine, çocuk o, yapabileceğin, geleceğin karanlığına dalmadan, çocukluğunu, en güzel anılarla bezemektir.Doyduysan, yemeyebilirsin. Beklemediği ödülün heyecanında ya, kararından cayarsa ikileminde, çabucak, kalktı masadan. Bambi’yi ? Filminden etkilenip, uykusunda ağladığından,  DVD’sini seyretmesini istemiyordu. Düşüncelerini okurcasına, biliyor musun, artık, kötü rüyaları, uykumdan, kovabiliyorum.Bana da öğretir misin ? Büyüklerin, hayallerini, güçlerini, sınırladığını bilircesine, ama dedi çocuk, önce, sihre, inanmalısın.
Balkonda, çocuğun kahkahalarını duyarken, kenara sinmiş güvercini fark etti,  döndün mü ? Ürktü  güvercin, geri geri gitti, korkma, belki de haklısın, ben de, korkuyorum insanlardan, yarattıkları dehşetten.Ne garip, ülkelerinde, yıllardır süren savaşı, ölümleri, empatisiz, duyarsız, banttan izleyenler, başka bir ülkeye operasyonu destekleyenler,  ileri sürdükleri gerekçeyle savaşana, “ ne insaf, ne ölçüsü kaldı, insanlık nerede”yle de, dünyaya, kızıyorlar. Dünya Susuyor.Çünkü, ortak payda istenmediğinden, birinin terörist dediğini, bir diğeri, özgürlük savaşçısı sayıp, kitleleri yıldıran, sindiren terörle, mücadele, her ülkenin, ihtiyacını karşılayıp, kendini savunmada savaş, haklı kılınarak, ihlalleri ve ölüm de kanıksattılar.
Söylesene,  onca yüzsüzün arasında, sende, bulunsaydı dünyayı karartacak bomba, bu kadar pervazsızca savaşırlar mıydı ? Gel, elini uzattı, kanadı kanıyor gibiydi, yaklaştı kadın,  uçtu, güvercin. İnan, kıskanıyorum seni, diye mırıldandı, sende, bir gün, elbette kazanacak, barışı, özgürlüğü.
Pijamalarını giydiriyordu, ince, zayıf kollarıyla, annem diyerek, sarıldı çocuk.Yalandır  diye düşündü, bir annenin, ölene dek yüreğinde yanacak korun, başka annelerin sıcak göz yaşlarıyla söndürüleceği, yeni ölümlerin, dermansız derde merhemi, iflah olmaz bir yalanıdır. Aksini, iddia edeceklerse, kendini iknada, “ezeli şifa” aldanışı, kabullenmiştir. Gözlerine bakmadan, sıcaklığını duyumsamadan, şımartmadan, yaşama katlanmak,  hayattın sürgünüdür. Anne, terörcüler, buraya, gelir mi ? Onların, anneleri yok mu ? Gelmezler, onların da anneleri vardır, uyu artık, dedi.Uzaklarda, başka  bir çocukta, soruyor mudur, anne,………gelirler mi?
Eğer, insanların, ruhlarının derinliklerine gömdükleri vicdanları, barışın büyüsüne kapılıp, ayaklanarak, acılardan, yaralardan akan göz yaşlarıyla, yarını, huzuru, taçlandırabilseydi; barış, ittifakı hayatla; ihaneti ölümde, savaşı   yener miydi ?

Gülsen FEROĞLU
26.07.2006

10 Temmuz 2006 Pazartesi

Bırak, iz sürsün şarkılar


Süre giden yaşamda, mutluluğun özünde geçiciliği barındırmasına, üzüntülere, sevinçlere, savaşlara, web sitelerine, her gün tekrarlanan, hoşça kal, merhaba’ya, söylenmek istenen, söylenemeyenlere aşinasınızdır. Günün, tarihin, yeniden başlatsızlığında, Cav Bella’yı, Padana yerine, Chumbawamba’dan, Bella Ciao, dinlemek gibi, bugünde, dünü yaşıyormuşçasına, hayat, tekdüze, gelir insana.
Hengamelerde, içi kemiren yaşanana, yaşanamayana, sitemkarlıkta, erinçine ulaşmanın, hayali gerçekleştirmenin, zamanı ve hayatı yönlendirmenin, mevcut koşullara değil, kişiye bağlılığı derslerinin aldatıcılığında, yenilenen, beklemeyen hayata, kaçırılanlara bir şans, kadere hakimiyet özlemidir, yeniden dünyaya gelsem, şimdi ki, aklım olsaydı.
Şimdi ki, aklım olsaydı da, yapılabilecek, ne kadar değiştirileceğin meçhuliyetinde, kişisel çabayla, yaşamı, rötuşlamanın, ötesine geçmeyecektir. Belki, düşünce, saf değiştirilecek, kurallara uyulacak, uyulmayacak, evlenecek, evlenilmeyecek, ev, araba, yazlık alınacak, alınamayacak, hayata bakışa göre, önemli sayılan önemsiz, önemsiz, önemli kılına bilinecektir.
Yeniden dünyaya gelmede,  yine, nüfusun %18’inin, günde, 2 dolarla geçindiği, ülkedeyseniz; fırsat, gelir eşitsizliğinde, kaldırımlar eskitecek işsizlikte, bazılarının doğuştan hakkı, kariyer planlama, vizyon, nasıl  alaysa,  geçim derdinde, turizmde tam pansiyon indirim,  şakşukalı şen şakrak TV kanalları,   “yaşasın hayat”la dinç vücut, stressiz günler, folik asit, ginko bilbao tabletleri de, geçmişteki gibi,  tokat algılanacaktır.
Zaten, dün ve bugünde, son kullanma tarihsiz, daha beterin varlığında, alternatife, kişi başı geliri, 25-30 bin dolarlı, ülkelere bakılmaz, ‘bunu, bulamayanlar da var’la, kısmete razılıkta, kuvvete dayanmayan, aciz adalete, adalete dayanmayan, zalim kuvvete seyircilikte, yönetenlerin kutsadığı, davranış modu da, benimsenmiştir.
Dünya, işi gücü bırakmış, çetrefili coğrafyada, nedense, kullanılamayan yer altı, yer üstü kaynakların bolluğundaki, tek, stratejik öneme haiz ülkeyle, uğraşıyor empozesiyle, ideolojilerine uygun sistemde, üstünlüklerini, ofisboy’larını kaybedeceklerinden, baskı, inat ve inkarla, değişimi setleyerek, erklerini ebedileştirenler de, otoriteye kendini beğendirme telaşında, risk taşımayan, demokrasi, çoğunluğun iktidarı, azınlığın yokluğudur’unu da, kabullenen, toplumsal yapının hedonistliğinde, kimseden çekinmeyecektir.
Yaşamları, adeta, acı çekmek üzerine kurulmuşları, bir arada tutacak yapıştırıcıysa; tehlike ortadayken, çarpıklıklar, istemler, geriye atılıp, öncelik, düşmana karşı birlik, bütünlük içinde, her gün, kurtuluş savaşı yapmaya verileceğinden, nefretin son halkası, ırkçılığın çalıntı İn’i, bölücülükte, zavallılığın piyonu, ‘Türk’ün, Türk’ten başka, dostu yoktur’ olacaktır.
Herkesin, Türk doğmak ve ölmek, zorunda olacağı ülkede, haklarında ferman yazılan, eğretilikleri bildirilere yansıtılan, Türk’ün dışındakiler içinse, her şey, “doğulu musun”un ardındaki imalı, o, noktada başlayacak, blokeli özgürlükle, blokelenecek hayatları,  müdahalelerle, avuçlar arasından, kayacaktır.
Varlıkları, kültürleri kayıttan düşülüp, tarihten arındırılanlar, o derece yok sayılacaklardı ki, Saddam’ın zulmünden kaçarak, sınıra yığılanları betimlemek, “Kürt” sözcüğü,  diktelenen öğreti de gedik açacağından, sorun oluşturacaktı.
Sonunu bilmedikleri hayatı, tamamla dediklerinin, yarattıkları talihsizliklerinden zevklenenler,   teşkilatı toplayacak, seçilen, nickname’de, TRT’den duyurulacaktı; ‘güneydoğuda, yaşayan vatandaşlarımızın, soydaşları’.
Tanrıların, kötülüğü, yeryüzüne savururken, tek başına, Pandora’nın kutusunun dibine attıkları, umudu, kurtarma mücadelesinde,  hızlandırılmış, öfkeli, uyaksız, varsayılan,  öykülerle büyütülecekler, “yanlış, bir öyküdeyim, beni, yeniden yaz” yakarışında, hak etmediklerini, sineye çekerek biriktirenlerse, bir gün, biteri beklerken, bitmezi göreceklerdir.
Topraklarında, yabancı muamelesine maruzların, mahzunluğuyla, balolara davet etmediklerinin, hikayelerini, şarkıların iz sürmesine bırakanlar, hiçbir şey artık, bu kadar kötü olamazın sonraki, aşaması “buradayım, varım” ifadesinin, isyanını da,  kendileri, hazırlayacaklardı.
Binaenaleyh, evrenselleşmediklerinden, diğer ülkelerin kat ettikleri yolu, kapalı dosyalarla uzatanlar, dünyanın, koşar adımlığında, hudutsuzluğunu, zoraki keşfedecekler, aniden, Galileo, dünyanın döndüğünü ispatlayana kadar, dünya dönmüyor muydu ya da  onlarca  elma düşmüştür de, bakanlar, elmadır düşer demiştir, fizik uzmanlığında Newton, bulmasaydı kütle çekim  kanunu, bulunamayacak mıydı’yla, ritüeli resetleyerek, yoktan var’a, dağ Türk’ünden, Kürt realitesine geçişi, resmileştireceklerdi.
Yalnız, hazmedemeyecek kapasitede, çatlağın üzerinde ki,  inşaya, kalınan yerden,  olağanüstü hal, ölüm listeleriyle devam edecek, demokratik talepler, bunlar, hep böyleydiler, bölecekler, nankörler, anksiyetesinde karşılanıp, daimi teyakkuz ve tetiktelikte, uykuyu da, gecelere vurduracak, ölüme doyuracaklardı.
“Kör olaydım da, bugünleri, görmeyeydim” efkarında, düşünme yetisi gerektirmediğinden, yandaşı bol, kolay şey, ırkçılık; bilimin, hukukun, vicdanın, faşizme aletliğini, toplama kamplarını, SS’leri hatırlatıp, alerji yarattığından, “kuşkusuz dayatmacı ve otoriter tedbirler ile konuya yaklaşmalıyız. İnsanların, farklılıkların peşinde koşmasına fırsat vermemeliyiz*”le, eskinin makyajla yeniliği, made in Turkey sürüm, Ulusalcılıkla, oyuncu değişikliğine dahi gitmeyerek, siyasetin revizesine de, yelteneceklerdi.
Sonra, 007 James edasında,  siyah ray ban gözlüğüyle, her an cebinden çıkaracağı kimliğini,  yüzünüze doğru sallamasını beklediğiniz, ülkenin politikacı prototipine uygunu, yaptıklarım, saygı duyulanlardan, emir verenlerden,  ne eksik, ne de fazladırla, “ topraklarımızda yetişen çocuklar, dağa çıkmamalı, eline silah alıp terörist olmamalı” dediğinde, herkes susacaktı.
Çünkü,  atraksiyon bağımlısı, ulu Manitu’nun, adam gibi adamlığının, korku salan kerametinin  yol arkadaşları, “bildiği, vardır”la, eksik bıraktıklarını, tamamlama fırsatını yeniden, yakalama olasılığının, yükselteceği adrelaninleriyle, gün, saymaya, başlayacaklardı.
Aynı cümleyi söyleyenlerse, düşünce özgürlüğünün teminatı,  yerinde, anında  infazlar,   evrakta sahtekarlık, silahlarla bezenmiş, belgeli özgeçmişe sahipsizliklerinde, uluslararası normlardan kopuk, hukukun, adaletin; zulmün en berbat şekli, kötü yasaların altındalığı, yaşam hakkının, üstündeliğinden, cezalandırılacaklardı.
Sonra da, haydi, gelin, itiraf edelim konseptinde, Chateau Montelena, dolu kadehi, yudumlayarak, tebriği garantili, “Töre cinayetleri, Türkiye’nin değil, Doğu’nun, özellikle Güneydoğu’nun sorunudur. Eğer, Türkiye’de bir Kürt sorunundan söz ediyorsak, “Kürt sorunu” budur”u yazan; gerçekte, sorunları dahi, onların, bizim diye dimağlarda böldüklerinden, faydalanmasınlar’la  yapılmayan yatırımların, bölgesel eşitsizliğin, ‘bize, karşı değil’le, veraset yollu miras, anti-demokratik mücadele yasalarının, gerekçesini de, belirtmiş olacaktı.
Te be, network administrator’ün yayıncıları, günahı, suçsuza yıkma şeytanlığınızda, sormazlar mı,  bunca yıl, ülkeyi,  kimler yönetti  ? Başlık parasında kölelik, şeyhler, aşiretler eliyle  kontrol için, parçalatılmayan feodalite, kişilikten feragatin bedeli maaşlı koruculuk, kimin eseri ? Düne kadar,  töre indirimini yasada bulunduranlar, dillendirmeyenler, niye, göz yumdu  vahşete ? Sormazlar.
A ba, Turkey Media Center’ın, light Türk’leri, bilmez misiniz, her zenginlik, diğerinin fakirliği üzerinde yükselir. Kılıcın keskinliğini azaltan, adil gelir dağılımı, sosyal devlet, bir kenara fırlatılarak; üleşilen milli gelir, kayıp milyar dolarlar, kanıtlı  ihale pazarlıklarının  sonucu, görkemden, savaştan  arta kalan; dağıtılan şekerlemeler, toplar, göz yaşı, ölümdür, nitelerken ayrılan ama, aynı kader  paylaştırılan vatandaşın,  Güldünya’ların, Yasemin’lerin, çocukların,  payına düşen.
Te be, güzellerim, yakışıklılarım, ilişkilerin art niyetinde,  mantık ve muhakeme yeteneği sıfırlanan toplum, ihanetçi avında, birbirleriye uğraşır, kazanan kimdir’i gözleyemezken, bir zamanlar, “Bulgar’ın, Bulgar’dan başka, dostu yoktur”un, akıl dışlılığında yaşatılanlara, “çiğnenen, insanlık, onurudur” manşetleriyle karşı çıkanların,  devşirilemeyenlere, reva,  “bu ne şiddet, bu ne celal”de ki, umursamazlıklarını da,  sormazlar.
A ba, club members, takıntılıların, dostu olamayacaklarından, Avrupa standartlarındaki hayatlarınızı, yaşatmayacaklarınıza, sizler anlatın; her adımda, durdurulup, sorgulanmayan polissiz, panzersiz, jandarmasız caddeleri, kapıları kırılmayan, yıkılmayan evleri, boşaltılmayan köyleri, tutuklanmayan çocukları, yasaksız yaylalarda, dağlarda, yakılmayan ormanlarda trekkingi,  bomba, helikopter, silah seslerinin duyulmayacağı, kıpırtısız geceleri, Hyde Parkta ki, zincirsiz düşünce,  nutuklarını….
Te be, demokrasinin, özgürlüğün belalıları, bağımsız medya, yargı, her zaman, hoş bir sedayken, Cin Ali serisini bitirttiklerinizle, yerdiğiniz cehaletle, ümmetçilikle, töreyle, ilgisizmişçesine, hükmettiklerinizi aşağılayarak, kaliteliliğinizin keyfini sürecek, tedavisi şart, davranış bozukluğu, narsistliğin uçluğunda, insan, yarattığının, yetiştirdiğinin yansımasında, içinde öldürdüğü sevgiyi,  kültürünü, seviyesini, gösteremediği yüzünü görür, hakikatinde, M.Ö 400’de, SOKRATES’in “kendini, tanı” yazdığını, anımsadınız mı?
A ba,  zinde kuvvetlerin paşaları, işinize yaradığından, burjuvazinin, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, şiarından, habersizmişçesine gezinen, elitte, elitsizlerim, sahi, ‘yalnızsan, bugün başlayabilirsin, biriyle birlikteyken, onu, beklemelisin, başlamak için’i yazan, kimdi ?



 

13 Haziran 2006 Salı

Atatürk Bulvarında rüyaların büyüsün


İsimleriyle başlayacakken farklılıkları, geçiştirilerek, ‘kız çocuğu, ha Fatma, ha Ayşe’yle konulduğundan, seslenildiğinde, aynı anda başını çevirecek, aynı isimden onlarca kadından biri, olacakları ülkede, ‘5N, 1K’yla, hesap vermelerin bıktırıcılığında,  varlıklarının sorunlara gebeliğini, çocuklukların da hissedeceklerdi.
Yeryüzünün ilk First Layd’si Havva’nın, başını belaya sokan, araştırmacı ruhu, Adem’e  yasak meyveyi tattırdığından, kovulacağı cennetin, anne olunduktan sonra, ayaklarının altına serileceği mistiğiyse, sanki, cefa çekeceklerinin önceden, kararlaştırıldığının da, işaretiydi.
Erkeğin hegemonyası; ‘erkeklerin, kadınlardan bir üstün derecesi vardır’la,  pekiştirilecek, ‘kadının şeri, şeytanın şerine eşittir’le kişilikleri örselenip, sindirilerek, stabilizeleştirileceklerdi.
Haremlik, selamlık ayrımında, din, ev, çocukla kuşatılacakları, çevrim içi, yalıtılmış dünyalarında, herkesin aynı yaşamı sürdürdüğünü zannettiklerinden, erkeklerle birlikte, eşitlik şiarlarıyla yola düşenlerden, 119 yıl sonra, duvarları aştığından duyacakları hürriyeti, ‘dışarıda, ne satılıyor’ telaşında, yine erkeklerine soracaklardı.
Cumhuriyet’te, başlangıçta, eskinin reddin de, belki  samimiyetle arzulanan, kadınların, toplumsal yaşamda etkinliği, yeni yol haritası batıllaşma adına yapılacak reformlar, o güne değin yok sayılanlar açısından, azımsanmayacak kazanım sayılacaktı.
Ancak, eskiyi yönetenlerin, hemen, hemen aynı pozisyonlarının, yenide devamında, geçmişin etkisinde, tutuculuklarının direngenliğine, ataçlayacakları, ihtilalciliklerinde, değişim,  sembolleştirilecekti.
 ‘Kendin alabileceğin bir hakkı asla, başkasının sana vermesine izin verme’ mücadelesinin eksikliğinde, verilen, verenin uhdesinde olacağından, medeniliklerini ispatlama yükümlülüğünde, her kurumda, söylediklerinin dışına çıkmayacak kadınlar, yönetime getirilirken, haklarının üzerinde, erkeğin velayeti de yıllara devredecekti. Bir devletin yıkılışıyla birlikte çoğalacak, ithal yasalarla,  devlet dizaynında, olanaklar, devletin temsilcisi erkeklerin referesinde ki, kadınlara sunulacaktı.
Koltuğun altına alınanın, sahibinden daha tehlikeli olacağı ortamda, erkeklerden öğrenecekleri, kimim biliyor musunun  ardındaki, erkeğim kim bilmiyorsun gözdağında, erkeğinin yaptığı işi anlamayan, güzellikleri, sosyal aktivite; kermesleri,  yardım sevenler derneklerini kurmaları, birincil meziyet gösterilecek, hanımefendiler,  topluma mal edileceklerdi.
Artık, Beylerbeyi, Yıldız saraylarında değil, Ankara Palas’ın, Köşklerin balo salonlarında, Fransız, İtalyan markalı topuklu ayakkabıları, şapkaları, ipek elbiseleriyle arz-ı endam edecekler, ışıltılı avizeler altında dans etmeyi, kelimelerin arasına serpiştirecekleri  Frenkçe sözcükleri,  görünümü, çağdaşlıkla eşleştireceklerdi
Bu, Cumhuriyet’in vitrini, first class yolcuların dışındakilerin yaşamlarında, cumbaların yerini, demirli balkonlar, pencereler alır, çoğunluk haklarını dahi okuyamazken, eşitsizliğin içinde eşitlik varmışçasına, ‘kadınlara, haklarını veren ilk  ülkelerdeniz’ propagandası da gerçekleşenin zıtlığında, sözde kalacaktı.
 ‘Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır.’ söylevini destekleyen politikaların, yasaların, özgüveni sağlayacak gelirin, eğitimin mahrumiyetinde, konumları erkeklerin ardında ve  yol vermelerini dilemeyle sınırlandığından, düşlerini, Atatürk Bulvarlarına bırakıp, umutlarını, başka zamana erteleyeceklerdi.
Kadın hakkında erkeğin biçtiği rolde, anası, eşi, kardeşi  olduklarının, servet, söz, statü, karar sahipliği, kadarlığıyla yetinecekler, düşünsel, bireysel özgürlüğü genişletmenin, yerleşik yargılarla savaşmanın, üretimde, siyasette yer edinmenin  kavgasından uzaklaştırılırken, tavır ve düşüncelerini uyumlaştırdıklarını, kadın bilimciliği uzmanlığında, anladıklarını iddia edecekler,  kadında aslında erkeği  yazacak,  yerlerine konuşacak,  erk savaşında, kullanacaklardı.
Kadınlarda, konformistliklerinde, doğrularını, yanlışlara kurban edecekleri koşullarda, ekonomide, en düşük düzeyde istihdamda, duygusallıklarını, doğallıklarını, ‘siz, kendinizsiniz’in hazını öteleyerek, tutunmak için, küçümsemenin, ayrımcılığının göstergesi, ‘erkek gibi, kadınlığı’ yeğleyeceklerdi.
Feodal, burjuva ilişkilerin içseliğinde, esirgenerek ‘elin oğluna’ hazırlanan,  baba evinin geçici ikametgahlığı, ‘evlenip gidecek, çok arayacaksın’la belleklerine kazınanlar, geleceklerini belirleyecek, kendilerinden yaşça büyük, babanın beğeneceği kısmetle; demokratik,  olgun  toplumun temelini dinamitleyecek, mutsuz, buyurgan aileyi oluşturacak evliliklerinde,  fedanın  yerine, paylaşımı da koyamayacaklardı.
Birey ve toplumla  ilişkilerini saydamlaştırmayacak, sultanın, disiplinin erkekte simgeleştiği, ‘seven, döven’ despotik devletin  yanına, despotik aileler katılırken, devlete, lidere, şefe itaat eden erkek, kadından, itaat isteyecekti.
%64’nün kartvizitinde ev kadını yazacak, duyguları, düşünceleri, ihtiyaçları önemsenmeyecek, en basit gereksinimleri, erkeğinin insafına, düşünme yetisine terk edilecekler, geçim sıkıntısı, töre, taciz, kuma,  erkek çocuğa sahiplik,  sorunlarıyla boğuşup, ameleliklerinde,  hizmette kusur eylemezken, bir yandan da, ötekine bakmasın, gitmesin kaygılarında, erkeğinin yaşamını didikleyip, istediklerini yaptırma çabasında dişiliklerini kullanırken, tek güvenceleri evliliklerini koruma,  kendilerinin, önüne geçecekti.
Kuvvetli bağlar, muhafazakar aileyle övünçte, insana özgü açıklığın, doğruluğun kıymet sayıldığı,  herkesin  namus bekçiliğine soyunduğu kapalı toplumda, aldatma ve aldanmaya, ayıp sayılan ama, kırmızı kuşakla sergilenen cinselliğe düşkünlükte, karşılıklı aldatmada, ‘… kuyruk sallamazsa, …yanaşmaz’la, rencide edilip,  hemcinsleri de dahil, suçlanan da kadın olacaktı.
Resmi aile tarihlerinin aldatmacasında, ‘el aleme, rezil olmayalım’la,  sözlü,  fiziksel, şiddet suskunlukla, aldatma da, ‘tapusu, sende’ avutulmasıyla  geçiştirilirken, zoraki dinginliği, fırtınaya dönüştürecek, iliştirilmişliğe karşı çıkış, ‘nereye giderim, ne yaparım’ sorusunun, cevabı ‘hiçbir, şeyin’  rahatlatacağı ruh halinde, ‘kader, böyle imiş’in  kabullenilmesiyle, dünya evindeki sırlar, kilitlenen düşünceler,  geri dönüşüm kutusunda bekletilecek, ilişkiler, “saygın aile” kurgusunda,  update edilmeden sürdürülecekti.
 Serbest piyasanın, düşünüyorumun,  ikamesi tüketiyorum, öyleyse, varımın, sadık müşterileri, arka sayfaların vazgeçilmez cinsel objeleri, daima gözetlenecekleri, ev, iş,  dizilerin arasına sıkışan yaşamlarında, reklamların, magazin programlarının çekiciliğinde, istenen  güzel, hoş, bakımlı görünmenin yolunu; detoks, diyetler, kremler, makyaj…. eşliğinde vücuduna ihtimamı  aksatmamada görecek, her eve lazım Irvın D.YALOM arayışında, ulaşamayacakları özentileri, sevgiyi, sanal dünya da yaşayacaklardı.  
Daha, kendilerini tanıyamamış, küreselleşmenin ardında, Desperate Housewives’dakilerin umutsuzluklarına gülümserken,  dünyanın en ciddi, zevkli işi, çocuk yetiştirmeyi de, klasik meşhur replik ‘bir gün, anne olduğunuzda anlarsınız, dilerim,yaptıklarınızı, sizinkiler de….’ sızlanmasında,  ömür törpülemekle bağdaştıracaklardı.
Yaşadıklarının rehberliğinde, çocuklarına ilk genetik bilgiyi ‘büyüdükçe, dayına, halana, benziyorsun’la, verecek, koruma güdüsüyle, kızlarına , ‘yemek yapmayı, temizliği de bileceksin’, atalarımız ne demiş ‘anasına bak kızını …..’ yineleyeceklerdi. Her zamanki gibi, öldürücü darbe, problemin kaynağı erkek atalardan geldiğinden, çocuklarının, ufku genişleten ‘anneler, çocuklarının aklından tutacakları, yerde ellerinden tutarlar’ deyimini, tercih hakları da olmayacaktı.
Yazgılarına eklendikleri, vericiliğinde, durmaksınız didinen annelerinin, babanın gücünü kullanacağı, ‘of, anne’nin nedeni  ‘hayır’lı kısıtlamalarının, ‘o, erkek, yapar”la, erkek çocuklarını kollamalarının, çektiklerinin kabahatini yükledikleri ‘gün yüzü, göstermediniz’  serzenişlerin ardından, söyleyecekleri ‘bahtın, bana benzemesin’de ki,  çaresizlik,  onca bilimsel araştırmanın, tahlilin kalınlığında,  ancak, özgür kadınların çocukları, özgür olabilir gerçeğinin basitçe ifadesidir.
Ve, bir gün,  kadınlık, annelikten ayrıymış konseptinde ki, Ülkeyle, ortak noktaları, delikli yılların da, elin oğullarının isteklerini, elin kızı olarak  yerine getirdiklerinde, farklı mekanlarda yaşananın, değiştiremedikleri aynılığında, ‘ah, annem’ inleyişleri de, geç kalınmış, bir anlamayı, anmayı içerecekti.
Yitik günün akşamında, kendine ait hayatı olmayan, doğum gününü hiç kutlamayanın, ‘ annem, biz, kimiz ki, her şeyimiz tamdı da,  bir aşkımız mı  eksikti’yle, dili değdiğinde hikayesine, birilerine adanacak ömrün yorgunluğunda, ezilmişliğini paylaşmadığınızdan, anlatsana,  canın yandı mı anne ?