Usta eli bir dokunuş, muhteşem bir bitiriş; Dava düşmüştür sayın yargıç. Hem de; Başbakanın, Aziz Yıldırım’ın yargının kararlarını; yargının hükümeti, emniyeti; emniyetin yargıyı tanımadığı devletin, Ali İsmail Korkmaz’ın yanı başına.
Yanı başına düşmüş hukuka, katillerine, annesinin kucağında siyah çerçeveli bir fotoğraftan bakan Ali İsmail’in gözlerindeki insanın içini ısıtan sıcaklık, keşke, mahkemedeki hengâmeyi aşıp ta sarabilseydi herkesi. Saniyeliğine de sustursaydı herkesi. Sussaydı herkes.
Hani nerde, nerde diye aranıyordu ya alın işte
“ Kürt sorunu” dedirten; yol karla kaplı olduğundan, hastaneye
gidemediğinden ölen 18 aylık Muharremin cesedinin baba sırtında bir çuvalda
taşıdığı Türkiye’de, yolsuzluk iddiasıyla tutuklu eşine “çocuğunun incinmesini
“ istemediği için ağlayan Ebru Gündeşi alkışlayanlar da, sussaydı.
Herkesin müptelası olduğu devamlı bir
konuşma, başkasını suçlama, bağrış çağrış, kavga döğüş, kasetler, tapeler
arasında bir kez, bir kez olsun sussaydı herkes. Belki o zaman, o suskunlukta herkes; her mütedeyyin, her Kemalist, her milliyetçi,
ulusalcı, her sosyalist, her Türk, her Kürt; evladının cesedini koyduğu çuvalı
16 km taşıyan o babanın sırtındaki payını, katkısını da görebilecekti.
Ama yok, yok, din alimi hocaefendinin dahi beddua okuduğu
bu diyarda; içimizde yılların birikmiş
öfkesi, öğretilmiş nefretler; gözümüzün önünde öldürülse, paramparça edilse
karşıtımız, hoşlanmadığımız dinmeyecek kadar, hayata sevgiyle tutunulacağını
görmeyecek kadar büyüktür.
Yalansa
da onların yalanıdır; bilim insanları diyorlar ki hiç bir şey nedensiz
değildir. Hemen hemen her şeyin; yaşanan sorunların, bunalımların, hoyratlığın
en dip nedeni sevgi eksikliğidir. Sabah akşam vicdan, ahlak, onur, adalet gibi anlamı
boşaltılarak ağızlara sakız edilmiş “seni seviyorum“ da ki sevgiyse, ayağa düşürülmesine rağmen o dip nedeni çözüp,
insanı huzura kavuşturacak tek şeymiş.
Çoğu insanda, kendinden esirgenenin, olmayanın eksikliğini
hissetmediğinden; sevgiye, sevilmeye ne kadar muhtaç olunduğunun farkında
değildir. Zira onlar; sayıları bugünde 182 bin, dünde; 1930, 1950, 1960,
70’lerde milyonu bulan çocuk gelinlerin, görücü usulüyle evlendirilip,
evlendikten sonra birbirlerini sevmeleri beklenmiş ebeveynlerin çocuklarıdır.
Onlar, varlığı 4,5,6 çocuk arasında kaynayıp gitmiş
sevgisiz, aşksız evlerin; babalarının ekmek, annelerinin istemeden doğurduğu
çocuklarının, süpürgenin, çamaşırın, “ne bulup ta yedirsem”in peşinde koştuğu,
bedbaht çocuklarıdır. Yanlarında babanın dövdüğü annenin her gün “Allah canımı alsa da kurtulsam, bıktım”
yakınmasıyla ömür tükettiği o evlerde; avuçların cetvelle, ince sopayla kızartıldığı okullarda; ergen gururu subay
tekmesi, küfürüyle kırılmış
kışlalarda; farklılığı “ Kürtmüş”,
“Aleviymiş”,…, …, “Gavurmuş”la horlanmış bu
ülkede; insanların
çocukluklarında, ergenliklerinde yaşadığı, karşılaştığı şeyler ruhlarında öyle derin yaralar açmıştır
ki, iyileşmesi neredeyse imkansızdır.
Belki dursun orada o yara, hatırlatsın hep
kendini istendiğinden, belki alışıldığından bedbahtlığa; kapandı denilen bir
anda, insanın kendisi ya da biri kanatır yarasını; iyileştirecek tek şeyi
sevgiyi de iteleyerek.
Ne gördük,
ne öğrendikse; onu bilir, onu
yaparız bir tanesi. Şayet insan sevilse, sevse; sevdiğini perişan eden,
acıtan bir şeyin kendisini de nasıl yıktığını,
acıttığını; birini öldürdün mü yalnızca onu değil sevenlerini de öldürdüğünü bileceğinden;
fırıncı İ.K’nın yaptığını yapıp sokakta kıstırdığı Ali İsmail’e öldüresiye vurmayacaktı.
“Ya Allah, bismillah”la Madımak otelini
kuşatanlar gibi de insanların canlı canlı yakılmasını seyredemeyecekti. Belki sevilseydi
İzmit’teki o anne de 2 aylık bebeğini 9
gün evde tek başına bırakarak ölüme terk edemezdi.
Onun içinde sevgililer günü bu merhametsiz, sevgisiz
topraklarda; sevgili kimse ona mücevher,
hediye almak, yemeğe çıkarmak yasayla
zorunlu kılınmışçasına; haftalar öncesinden başlayan “#aşkınışıltısına” reklamları,
ana haberlere taşınan; çiçek, olmazsa olmaz pırlanta, hediyelik
eşya fiyatları, fuarları; özel hazırlık
yapmış restoranlar, cafeler; “aşk gibi tatlı” tarifleriyle tüketime kurban
edilecek bir gün değildir.
Sosyal
medyada dolanacak “1000 sene önce bir papazı kestiler
diye niye ben sana dandik şiirler yazıyorum be güzelim. Yazık değil mi bana….o
şiiri okuyan sana “ geyikli bi
dünya mesajla; kalp şekilli kırmızı yastıklar,
kırmızı kutular, kırmızı donlarla; kırmızıdan soğutacak kadar kırmızıyla ucuzlatılacak; anladık, sevgililer günü diye bas bas bağırtılacak
bir gün de değildir.
Her şey bir yana,
bir de insanı delirten sevgiliyle o gün yaşananı merak edenlerin haydi, anlatsana “ne oldu” ısrarıdır. Aşkısı, sakinleş, tamam, bak anlatıyorum;
masada beyaz gül, anlamı vardır da Allahtan ben bilmiyorum. “Şimdiye kadar
kimse…” hep “şimdiye kadar”la
başlamazlar mı? “…..kalbim çarpıyor… göz….”
“Hayır, sakın söyleme” diyecekken, söyledi; “gözlerin”.
Yine, haklı çıkardı 1818’de
“güzel gözlere ve alınlara verilen önemi de unutmamak lazım”ı yazan Schopenhaue’ru.
“Dalgınım,
soruyorlar, aşık mısın abi?”yle devam ederken aklımdan ” yarın giyineceğim
pantolonu inşallah terziden almışlardır. Yine paçaların birini uzun diğerini
kısa yapmışsa, mesleğini doğru düzgün
yapanı, ara ki bulasın” geçiyor, kremsiz ellerime bakıyorum. Hangi akıllı
manikürü başımıza bela etti, kesinlikle aristokrat, vakti
bol biridir; ellerine bakarken tırnak etrafındaki fazla etleri görüp de
kesilmesini mi düşledi. Kolay iş de değil; makası, törpüsü bir sürü ıvır zıvırı
bulmak.
İlan-ı aşkı karşısında bende bir şey söylemeliyim
“menemene soğan konur mu?” İnan,
teklemedi “galiba, annem koymuyor”.
Lafı “…, gülme, önemli sorunlardan biridir
menemene soğan mevzusu …” çevirme telaşımda çalan, kurtarıcı, cep
telefonu.
Ne aşık olmaya, ne uzun boylu tahliller yapmaya
mecalim yokken, görsen o nasıl da coşkuluydu.
Seviyor ya da sanıyordu. Bütün suç; bir kadeh şarapta “aşk, karşılıklı bir yanlış
anlama” demiş Oscar Wilde’da,
Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziğindeydi. O, bunu bilmeden gidecek … gidecek…. ve başkasını sevecekti.
Cool, ruhumuzu en iyi anladığı söylenen Ahmet Altan
hayranıydı da. Onca söze ne gerek, bana
“kanmadım aynalara sana kandığım kadar ….“ yeterdi. Böyle mısralar yazdıran sevdalar kiminledir,
nerededir de…. Aragon işte, Elsa’ya “sana büyük bir sır söyleyeceğim; zaman sensin” yazmış,
üstüne de “Mutlu aşk yoktur”u. 1943’de
Nazi işgalinde, savaşta; mutlu bir aşk, olamazdı zaten.
Haksız mı Aragon; binlerce gencin yittiği 30 yıl sürmüş iç savaşın
geride bıraktığı örselenmiş belki de ölmüş binlerce kalple dolu bir yerde; gel
de aşık ol. Cesetlerin katır sırtında, çuvalda taşındığı; 40 günlük Ayaz
bebeğin penceresi naylon kaplı bir evde donduğu; ekmek almaya giderken Berkin
Elvan’nın gaz bombasıyla başından vurulduğu,
sırf bir protestoya katıldı diye Ethem’in, Medeni’nin, …, …, hayatlarından olduğu, sahte kanser
ilaçlarının piyasaya sürüldüğü,
rüşvetin, yolsuzluğun, tacizin, yalanın
tavan yaptığı bir yerde; gel de mutlu ol.
Oysa,
emek isteyen sevgi yenilenmektir. Ve her devrimcide uğruna açılmış illaki bir
yara bırakmış devrim bile aşkla, sevgiyle gelecekti. İşte
tam da bu yüzden her şeye boş verip, senede bir günde
olsa, bırakın, birisi tutsun elinizden, “Gül teninde kara benim hey ..” li aşk şarkıları fısıldansın kulağınıza.
Acaba, her şeye baştan başlamak için de önce
birbirimiz sevmeyi mi “öğrenmeliyiz” le yazıya
son noktayı koyacakken, Valentine’s Days haberlerini izleyen annenizin sesi;
dersin ne var, ne olmuş. Altı, üstü sevgililer günü. Elin oğluna gelinceye
kadar; sevseydi, sevilseydik anne babamız severdi bizi. Aşkmış mala mı, he, he aşkmış….aşk
Ne vardı, her şey masalardaymış gibi
olsaydı.
Gülsen FEROĞLU
13.02.2014