10 Ekim 2013 Perşembe

Anne, bugün yarın mı


 

 

 Gecenin karanlığına bu Eylül’de de bir damla gözyaşı bırakılır. Belki… oysa  ne kadar da az kalmıştı eve, ne kadar da az. Her şey çok da güzel olacaktı;  inandırmıştı beni, inanmak istemiştim bende. Belki beni hiçte sevmemişti, belki yalnızca benim onu seviyor olmam kâfiydi. Zaten aşk hiçbir zaman, doğru zamanda gelmezdi ki.
İllaki bu ruh debelenmelerini  yaratacak sonbahar sendromuna yakalanmanın üstüne  tüy dikecek olansa sokakta, otobüste, parkta, AVM’de biri bana bulaşsa, yan baksa da ağzının payını versem modunda; kendisi gibi olmayandan, düşünmeyenden,  giyinmeyenden nefretle kalmayıp “fırsatını bulduklarında bizi yok edecekler” teorileriyle korkuyu hakim kılanların; gecelerde, birbirinden habersiz nefes alan on milyonlarca ışığın içinde siyahtan başka renkte buldurtmayan tavırlarıdır.
 
 Herkesin herkesten; taksicinin taksiciden, Ankaralının İstanbulludan, Malatyalının Elazığlıdan, Erdoğanın Kılıçdaroğlundan, Kılıçdaroğlunun Erdoğandan nefret edecek bir şeyler bulduğu Türkiye Cumhuriyetinin değişmez “top on”u  nefret,  kimsenin de  yadırgamadığı bir duygudur.
 
Nefret edilen kim, ne,  hangi sınıf,  köken, din, düşünce, yaşam biçimiyse adı, sesi, görüntüsü  akıldan çıkmadığından  ufak bir çağrışımda ayaklanan nefret; sabah, öğle,  akşam, gece yarısı evlerden, bürolardan, okullardan, sokaklara akan  çığdır,  durduramazsınız. TİK verilerine göre  ortalama 73 yıl süren kısıtlı bir ömrün vaktini haybeye çarçur ettiren nefret  yalnızca dengeyi bozmakla kalmaz, Martin Luther King’in deyimiyle  “….insanın güzele çirkin, çirkine güzel demesine ve doğru ile yanlışı karıştırmasına (da) neden olur.”
 
Ayrımcılık, ırkçılık, şiddet, husumet getirdiğinden dehşete düşürmesi gereken nefret; memlekette her biri bir cemaat; solcuların, sağcıların, gezicilerin, Türklerin Kürtlerin, her işine gelmeyene şakirt diyen ulusalcıların, her protestoyu hükümeti düşürmeye yönelik sayan mütedeyyinlerin buluştuğu tek ortak noktadır da. Bu biattan bezmeyen cemaatlerin nefretleriyle gün boyu attıkları ;  “Demokratikleşmeymiş… Kürtlere de  iyi oldu”,  “Asıl PKK kandırdı ne çekilmesi”, “Türban serbest; şeriat yakın”, “SöZcü Tayyibi manşetiyle yine fena vurmuş”,  “Ahmet Hakan nasıl geçirmiş Mehmet Barlas’a” , “fowardla” ,“ ayyy ıyyyrenç” tweetleri, yazıları, sözleriyle beslenen, büyütülen nefret; bırakın ülkeyi,  bir şehirde,  bir köyde bile kendinden farklıyla bir arada yaşamayı katlanılmaz hale getirmiştir.
 
Cemaatlerin aklı körleştiren bu tarafgirlikleri,  Haziran 2013’den bu yana da  ülkede kişinin gezi direnişine destek verip, vermediğine göre dokunulmazlık kazandığı bir ortamı yaratmıştır. Öyle ki geziyi destekleyen holding patronlarının mallarını fahiş fiyata arzları, çalıştırdıklarının güvencesizliği , yolsuzlukları, darbeseverlikleri artık sorun değildir. Şike batağındaki takımlardan Galatasaray Beşiktaş maçında tribün, saha terörünü yapanlar, karaborsada maç bileti satanlar  “her yer taksim, her yer direniş”  sloganı atanlardansa; bırakınız geçsinlerdi. Her şeye, tek tipçiliği de  karşı Çarşı dışında “1453 kartalları”  vari yeni bir taraftar grubu kurmak mı,  şaka olmalıydı, şaka.
 
Ve gezi protestocularını dükkânına almayan “Kızılkayaların bugünde batmaması”, “dincileri saksıya diksek ne meyve verir“  başlıklarının sözlük sol framelerini süslemesini, halkın yaşam tercihlerine karışmayı adet haline getirmiş Başbakanın “Kuran dersini seçin” talimatını eleştirenlere  karşı  açılan   # yedirmeyiz….,  #diren…., #occupy….  taglarıyla oyalanan modern kentliler.
 
Bitmedi, gücü kanıtladığından gezi sonrası bilumum kesimin kendi görüşlerine uygun yorum yazmaları  için bilgisayar başında dörderli,  beşerli hazır timler kurduğu sosyal, ulusal,  yerel medyadan  yayılan nefretle; birinin ak dediğine kendini Kara deme mecburiyetinde sanan gençlerin,  koca koca adamların, kadınların, 1200’e yakın köşe yazarının üç yaşındaki velet inadıyla kavramları allak bullak etmeleri de işin cabasıdır.
 
Böylesi bir ortamda halk olarak görevimiz bizi yöneten başbakanın hoşuna giden şeyleri yapmak olmadığı gibi, hükümetle aynı görüşlülük ayıp, muhaliflikte süper bir şey değildir ,  “doğru  biziz,  onlar mı” yla gaile almadıklarınızın düşüncesine de saygı duyulmalı diyenin mi,  vay haline…vay, vay….
 
Sorsan herkeste bir sevgi pıtırcığıdır ki. Ekran koruyucu “herkesin başbakanıyım”, “ Kürt, Türk kardeş", “annemde başörtülü”  klişeleri bir yana atılıp “Sevmiyorum zorla mı; seni, sizi. Ölseniz, öldürülseniz içim acımaz”  dense, HİÇ DEĞİLSE doğduğunda insanda bulunmayan nefretin pençesine nasıl, niye düştü bunca insan, o sorgulanırdı.
 
Hem insan hiç tanımadığı,  tanıyamayacağı, kötülüğünü görmediği, göremeyeceği,  kötülük yapmadığı ya da daha dün çok sevdiği birinden etnik kökeninden,  dininden, mezhebinden, simasından, kıyafetinden,  şehrinden dolayı nefret edebiliyorsa, bunun  mutlaka  bir başlatıcısı, bir öğreticisi de vardır değil mi?
 
Başlatıcı; bir ulusun, dinin üstünlüğüne dayandığından renkleri; yeşili, kırmızıyı, sarıyı harfleri; W, X, Q’yu   yasaklayarak ötekileştirdiği diğer uluslara  karşı  devletini sağlama alma adına üstün tutuklarına nefret aşılayan ulus devlettir. Vatandaşının kimliğini,  çapulculuğunu bile  belirleyen Ulus devleti yönetenler, sana ne diyorsa sen o’sundur.
 
İşte Bursa Valiliğinin Romanları “….. uyuşturucu ticareti ve hırsızlıkla geçiniyorlar”la topluma taktimliği gibi Rus harbinde, I. Dünya savaşında düşmanla birlik edip dedelerini arkadan hançerlediklerini tarihe yazdırdığı, söylediği Ermenilere, Rumlara, Araplara;  Şeyh Said’in, eşkıya Seyit Rıza’nın ardından giderek medeni Cumhuriyeti yıkmak istediklerini öğrettiği Kürtlere,  Dersimlilere bölücü, isyancı, hain, yobaz,  mürteci yaftasını vurarak  üstün Türklerin bu kesimlere nefretini sağlayan da   ulus devlettir. 
 
Sonrası nefret nakşedile, edile yetişenlerin çocuklarına  “Alevi, Kürt, çingene onlar oynama çocuğum”, “ Alevinin kurbanı murdardır”, ”dikkat et Kürttür, belalıdır”, … uyarıları. Tutulan partiye göre de “ adam mı o, partisi ortada ”yla tavan yaptırtılan nefretin aile, akraba, komşu,  eş dost ilişkilerine   “öyle oğlum, kızım,  kardeşim, babam, amcam,…, …, olacağına ”, “o mu, boş versene adi herifin teki”yle sirayeti, her ortamda sürdürülebilirliği.
 
Eğer Kürt, Alevi, Ermeni, …, …,  Roman, Süryani’yseniz , siz de bir gün, kendinizi; size yüzlerce hakareti, ihaneti atfeden,   asimilasyonla dilinizi, kültürünüzü, inancınızı sıfırlamış  devletten, Türklerden nefret ediyor bulacaksınızdır.
 
Nihayetinde 80 yıldır her sabah Kürt, Ermeni, Rum, …, …, Gürcü çocukları “Türküm” andıyla bağırtarak sadece farklıya değil Türk’e de bir şeyler dayatmanın ancak faşist bir devlette mümkünlüğünü,  medeni dünyada birinden nefret edene “faşist” denilerek cezalandırıldığını görmek, bilmek istemeyenlerin yarım bıraktırdığı cümleler, hayatlarla dolu bu diyarda;  her şeyden, her kesten neredeyse her günden nefret nefret ede ede çürüyen, çürütülen biz; HEPİMİZ. 
 
Asıl korkulması gereken  mi  insanlardır, sadece onlardır. Zira dünyayı kilitleyecek nefreti yaygınlaştırıp ölüm, kan, vahşet, gözyaşının sebebi savaşların,   çirkin, kötü, iyi, güzel olan her şeyin, devletlerin ardında insanlar; ben, sen, o, onlar vardır.
 
İnsanların şefkatsizliklerinin farkındalığına varamamalarının kahrında birbirinizi Azıcık azıcık da sevin be kardeşim; inancınız varsa “Allah yarattı”, yoksa  “insan” diye sevin. Hani sevdiğinizin sözleri, davranışları yaralasa da sırf  incitmemek için sevdiğinizi, ta derinlere gömersiniz ya yarayı. Sevebilseydiniz sevdiceğinizmişçesine incitmekten kaçınacağınızdan birbirinizi, göz yummazdınız; down sendromlu  gencin tokatlanmasına, Hasat Ferit’in naaşının 3 gün bekletilmesine, haksızlıklar reva görülmüş azınlıkların; konuştuğu dilden eğitim almayan Kürtlerin, cem evinde ibadetini yapamayan Alevilerin, eşit yurttaşlık için devlet kapısında bir asır  süründürülmesine.
 
Ama yok, yok nasıl iyi olunur, nasıl güzel bakılır birbirimize bilmediğinizden, hâlâ  ordasınız değil mi, hem de tüm nefretinizle. Hep  “bu işin içinde bir iş mi var” diyorsunuz, tamam o zaman, sen kendini ikna ettin, bitti gitti. O çok nefret ettiğiniz düşmanınıza aynadan selam gönderebilirsiniz.
 
Kutuplaştırdığından baş yakmış, daha da yakacak nefretlerin kıskacında; yazın son dalgaları kumsaldaki taşları cilalayıp, ayaklarınızın altından da rüzgâr kaçıp gittiğinde; mevsim de  düne sarınca;  hiç öyle dumanı tüten çayı alıp pencere önünde çiseleyen sonbahar yağmurunu seyredecek  halde değilsinizdir derken dört yaşındaki Can’ın sesi  “anne, bugün yarın mı?” Olamaz mı? Olabilir.
 

 
 

7 Eylül 2013 Cumartesi

Kimin ismini koyduğu mevsimdesin, yoldaşım



 
 

Çaresizce öyle akıyor… öyle gidiyor hayat… kaybettiklerimizi de alıp yanına… bıraksalar kendi hayatımızın kahramanı olacağız da… Yaz mı? O da geçer, gider. Yine gelir. Bak, Eylül’de hazan; dolana dolana hüzünle geldi yine, sektirmeden; sen facebook’ta profilini değiştirir, kazıklandığını bilerek Nusret’te, Günaydın’da 2,3 küşlemeye 250 TL öder, kışın geyikli tayt, bıyıklı kolye konseptinin yerini alan ayağında babet, iki yandan yırtmaçlı dar kesim enine, boyuna çizgili uzun etek, şortla Bodrum’da salınırken. 

Bodrum’da öyle salındığında sen; beyaz Türküm, kana doymayan Ortadoğu’ya da kan içirdiğinde darbeciler, diktatörler; elit değerlendirmen  “yesinler birbirlerini, yobaz Araplar”, “şeriatçılara mı acıyacağız, onlar bize acırlar mıydı” tweetini atmayı da ihmal etmeyeceksindir.

Daha üç ay önce Gezideki devlet terörünü dünyaya yayalım diye canla başla çalışıp, AB’den, ABD’den kınama duymak için dua eden, Times’e ilan bile veren senin; konu Mısır, Suriye olunca  “kendi iç işleri bize ne. Hem Araplar ne anlar demokrasiden” hissiyatın da, Suriye için “insanlar ölüyor sesiz mi kalalım”la savaş narası atanların Rojava’daki sessizliğine karışır, yek vücudlaşır.

Kendini seküler, beyaz Türk, ulusalcı ile mütedeyyin tanımlayan bu iki görüşün katliamlar karşısındaki duruşlarında aslında en ufak bir fark yoktur; dillerinde insanları küçümseyen nefret; ikisi de yobazdır, ikisi de kıyıcıdır. Soylu merhametlerini yandaşına saklama çürümüşlükleriniyse, devlet terörüyle katledilen çocuklardan;17’sindeki Esma’yla, 19’undaki Ali İsmail Korkmaz’ın naaşlarını birbirine vuruşturma ilkelliği bile örtbas edemiyordur.

Birbirine güya karşıt bu iki kesime bakıp ta;  ne ara bu kadar düşman olduk kendimiz dışındaki herkese,  ne ara, ne ara bu kadar düştük birbirimize demeyin. Zira bunun müsebbibi; vatandaşı azınlıklara 1923’den beri gizli soy kodu vermeyi akıl etmiş ulus devletin, Kemalist paradigmayla aşıladığı asırlık nefretin artısı bağnaz düşünceler, önyargılı duygulardır. Ne yaparsanız yapın “terörist”, “anayasal düzeni parçalama”, “bölücü”, “irticacı”  iddianameleriyle düşman yaratmaktan bezmeyen bu paradigmanın bağnazlığını delipte,  nakşedemiyorsunuz kalplere hoşgörüyü.

1920’lerde Hüseyin Avni Ulaş’ın “ben devletin gücünden değil, en çok fitnesinden korkarım”ında ki fitneliğinden dolayı hep teyakkuzdaki devlet; düzene, aileye bir itirazı bulunmayan gençliğin, gençlik sayılmayacağını bile bile 15,16,17 yaşındakileri düşman ilan edecek vehimdeyken bir ânda; düşmanlıklar, katliamlar, darbelerle dolu geri dönüşüm kutusunda bekletilen geçmişi  Ortadoğu’ya zulüm getiren Eylül geri yükleyiverir.

Kurşun altındaki 1 Mayıs 1977’nin Taksim Meydanı,  bir günde 1000 kişinin öldürüldüğü Adeviye’dir, Nahda’dır. Ölü çocuk bedenlerin yan yana dizildiği Guta, Halepçe’dir. 111 kişiyi katleden Maraş’ın faşist paramiliterleri Rojava’da El Kaideci Nusra’dır. Yurtlarını, eşyalarını bıraktırıp yad ellere göç ettirtecek mezalimin mağduru Ermeniler, Dersimliler, Trakya Yahudileri, bugünün Suriyelileri, Kürtleridir.

Bununla da kalmaz Eylül; gecekondunuzda kaysı ağacı altına atılmış somya üzerindeki yırtık döşekte yudumlanan niyeyse koyu çaya, sigaraya tayınınız; Devrimi de üfler kulağınıza. Gördüğün, yaşadığın büyüklüktedir ya düşler, umutlar; Devrim, eğitim çalışmasında “Felsefenin temel ilkeleri”ni, forumda “Materyalizm ve Ampiryokritisizmi“ kavrama uğraşında patlayan genç kafanızda yiyemediği “çikolatadan istediği kadarını devrim gelince bakkaldan parasız alabileceğini” muştuladığınız kardeşinizin bakışındaki kocamanlık;  belki o yerler önceden rezerve edildiğinden partinin, fabrikaların idareci katında değilde “Ve çeliğe su verecek”  bir Komsomol olarak, başınızda çiçekli eşarp kolhozda ara, sıra bakışacağınız Pavel’le güle, oynaya hasatınızdır.

Söylediğiniz, anlatılan kadar kolaylığına öyle inanmışsınızdır ki ha oldu, ha olacak Devrim için dernekte; yasak 1 Mayıs, 8 Mart Kadınlar günü pullamalarında, afişlemede kullanılacak sudkostiği, uçtu uçtuları hazırlar, korsan mitingde kimin, nerede, nasıl bekleyeceğini dinlerken, üniversiteyi bitirip büyük adamlığınızı bekleyen burjuva yardakçısı ailenizin beklentisi nasıl da boştur.

 “İleri işçiler/ Yoldaşlar ileri/Kızıl bayrağımız sınırlar aşıyor” marşıyla doruklaşan Devrime inanmışlık, her şeyi de devrim sonuna ertelettiğinden aşkı  zül saydıksa da çok sevdik biz, sevdiğimizi söyleyemediklerimizi. Olsundu, nihayetinde “Yarın, bizimdi yoldaşlar.”  Ve o yarında temel çelişki; bir sınıfın; proletaryanın diktatörlüğünde özgürlüğün doyasıya yaşanıp yaşanamayacağı hiççç değildi.

Başımızda uçuşan revizyonizm, oportünizm, Lenin, Marx, Mao,  Kautsky…,…,  sosyal faşist, pasifist, metafizik, diyalektik, oligarşi, klik,…, …,   körpeliğimizin masumiyetini bıçaklayacak şeytani  planlara  yem  saflığımız;  silahları, bombaları ülkücülere, devrimcilere devşireceğini tasavvur edemediği gibi  gazete kâğıdı üzerindeki  peynir ekmek, üzümü bölüştüğün yoldaşın istihbaratçılığına da inanamazdı.

Devletin vatandaşını katletmedeki ustalığını “Yusuf’u vuran çavuşa madalya gönderen Ordunun”  Başbakanını,  Denizleri asmış darbelerinin gaddarlığını milyon kez dinleseniz, okusanız, hayal meyal hatırlasanız da, devrimci mücadelede “ben yanmasam, sen yanmasan, …,”  yalnızca bir şiirdir,  ta ki sokaklarda, okullarda vurulan yoldaşlarınızın  kanlı bedenlerini görünceye kadar.

Her hikâye bir gün biter, değil mi? Dokunuşları hançer, rüzgârları fırtına yapan 1980’nin 12 Eylül gecesinde, bir hışımla hikâyemize dalıp daha başında bitiren darbeci ordudur, yine.

Sonrası, tek kişilik hücrenin penceresinden sırıtan polisin sararmış dişleri, demir kapının tiz gıcırtısı. Gümmm. Sorguda “Çözülme, düşmana inat… “la işkencelerde direnenleri düşünerek kendinizi  bileseniz de, “Demir Ökçe”yi, “Tütün”nü …,, aklınızdan okusanız da korkarsınız, korkarsınız işte; belki ailenizi,  sevdiklerinizi bir daha göremeyecek olma ihtimali ihtimalikten çıktığından, belki başınıza daha ne getirileceğini bilmediğinizden, belki  “bu da o..“ hakaretine  tecavüzde eklenebileceğinden, korkarsınız, insanlıktan çıkmışlardan.

İşkencecinin ” ya kan kustu şerefsiz, kan kustu” sesine karışan inlemelere, yeni yoldaşlarınız; “Dört bir yana haber saldım”,  annenizin türküsü “Yeşil ördek gibi”yle ağlarsınız. Sık sık elinizi üstüne koyarak yatıştırdığınız kalbinizle bir başınalığınızda beklemek… beklemek… geçmeyen zaman…zamanlar. Bağrışlar, küflü hücreniz, çaresizliğiniz; Tanrının yokluğudur.  “Koru beni ”yle yardımını istediğinizse anneannenizin “Ya Hz. Ali “si, “Ya Şehidi Merge”sidir. Şayet…buradan çıkarsanız…….???? Gökyüzünün rengi hâlâ mavi midir ki?

Bugün, 33 yıl sonra insan düşünmeden edemiyor; ne istenmişti? Hükümranlıksa zaten hep, hâlâ hükümrandılar. Asıl, alıştırıldıkları darbelerin gerekliliğine inandıklarından en ufak bir vicdan azabı çekmeden idamları, işkenceleri, hukuksuzluğu muhbirlikleriyle de onaylayan çoğunluk, beyaz Türkler  bir yana da,  işkence çıkışı çocuklarıyla güle oynaya yemek yiyebilen işkencecilerden, darbecilerin atadığı mevkileri hak görenlerden sorulmayan o hesaplar var ya o hesaplar sorulmadıkça iflah olamıyoruz  hiçbirimiz.

Hiç bir acı da yoktur ki zamanın döngüsünden kurtarsın kendini. Her yitirişte,  ilk ânda; hayatın sabahı olmaz bir daha sanılır, unutulmayacak, unutmam denir ya büyük harflerle. Ne, neler unutulmadı ki.  Bahri Gülpınar, Ali Güvercin, Hatice Özen; sizden önce katledilen nice Nuray Erenleri,  nice Oğuz Bengileri toprağa verdiğimizde birlikte “Vaktimiz yok, onların matemini tutmaya.”  demiştik . Mücadele, darbe, okul,  iş, güç,  faturalar, çoluk çocuk derken,  sen yoldaş Bahri,  sen heval Hatice, sen de unutmuştun senden öncekileri. Senden sonrakiler de seni unuttu. Sakın kızma insanlara seni unuttular diye. Yanından geçip gitmişlere de kızma,  sende geçtin, gittin. Ahh yoldaşım, ah hevalım  kim bilir, şimdi   “kimin ismini koyduğu mevsimdesiniz.”

Gecenin karanlığına  bu  Eylül’de  DE  bir damla gözyaşı bırakılır. Belki… oysa  ne kadar da az kalmıştı eve, ne kadar da az.

 


 

 

 

18 Ağustos 2013 Pazar

Ey hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor


 

Hayatın baştan sona haksızlık olabileceği bu diyarda; öyle bir dalmışsınızdır ki Ethem’in ellerine baktığı fotoğrafına; sözler, yazılar soluklaşır. Ölgünlüğünüzde, bir an, dünya  durmuştur sanki…keşke…dursaydı da. Hiç değilse gözyaşına, kana, katliamlara,   parçalanan kollara bacaklara, darbecilere, diktatörlere, yurtsuz halklara doymayan Ortadoğu coğrafyasında; kime, neye yanacağını şaşırtacak kederler yükletilen hayatların ordan, oraya savruluşunu görmezdiniz; yemek, içmek kadar gündelik tayın yapılmış ardında bir soru işareti, bulunmayan katiller bırakan ölümle yerle bir edilmiş, onlarca ayakkabının açık kapı önüne taştığı evleri de.
O evlerde en güzel gülüşünü, en güzel masalını beraberinde götüren evladının göğsüne bastırdığı fotoğrafıyla sağa sola yalpalayan bir anne, evladını yitirmesine neden; her an, her yerde ölümün kol gezdirildiği bir coğrafyada doğarak, çocuğunun ömrüne doğurduğu ânda kefen biçtiğinin farkında bile değildir, belki.
 
Hâlbuki Norveç’te yaşasaydı herhangi bir protesto eylemine katılmak üzere evden çıkan evladının devlet terörüyle, bomba yüklü aracın patlatılmasıyla öldürülmesi Breivik vari kişiliklerle karşılaşmadığı sürece olanaksız gibi bir şeydir. Evladı da; her insan, her farklılık, her din bir zenginliktir medeni anlayış gereği; etnik kökeni,  mezhebi, anadili, yaşam biçimi dışlanan bir ülkede; adı Dersimken Tunceli, Amedken Diyarbakır yapılan bir şehirde doğmayacağından;  eşit yurttaşlıkla, şehrinin isminin geri verilmesini talep ettiğinde devletin  zulmüyle karşılaşmayacaktı. Darbe bilmez ordusu da askeri hükümranlığına ek ekonomik, siyasi hükümranlık peşinde; vatandaşını öldürecek planlarla darbeye zemin hazırlamayacak,  yargılanıp, mahkûm edildiğinde de kontr gerilla bağlantılı elemanlarını savunmak bir yana, utancından sus pus oturacaktı.
Peki ama medeni demokratik bir anlayışa halk hareketlerinde birbirini kıra döke, kırmanın dökmenin sonunun olmadığını göre göre,  ırkçılığın faşizmin acısını  çeke çeke ulaşan çoğu insanın esinlendiği Avrupa, göz önündeyken, nasıl oluyor da Ortadoğu, asırlarca, halkları; demokrasi yerine kanlı ya din, ya efendi seçeneğine zorlayan anlayışın hükmündedir.
 
Ve niye ülkelerinde çıkan kargaşaların, isyanların çıbanbaşılığını kendi otoriter idarelerinde arayacaklarına, yabancı güçleri suçlamanın gelenekselleştirildiği Ortadoğu ülkelerinde, Türkiye’de hayata tutundurup, ışığıyla kıpır kıpır kılacak sevdiği her neyse; vatan mı olur bu,  özgürlük mü, devrim mi, demokrasi mi,  din mi, bir kadın, bir erkek,  bir çocuk mu,  onun için yaşamak yerine,  kör kuyu; ölüm, ölümcül derecede kutsanır.
 
Ortadoğuda çoğu ülkede, Türkiye’de de ölümü gündelik tayın yapıp, kutsatanın önde gideni; bir ulusu, mezhebi, dini, fikri üstün tuttuğundan mecbur kalacağı asimilasyoncu, ayrımcı yapısıyla bünyesindeki diğer uluslara, mezheplere, fikirlere ceza, eza çektiren yasakçı,  sansürcü yönetim sevdalısı ulus devlettir.” Herkes fikrinde, vicdanında hürdür” dedikten sonra toplumu şucu, bucu yaftasıyla birbirine düşüren en büyük provokatör ulus devletin fitneciliğinin koruyucusu da; hukuk, parlamento, kolluk kuvvetleri, medyadır.
 
Tek fikir baskın çıktığından kafaların  kesildiği kendi Auschwitzini yaratmış her ulus devlet, penguen medyası, eğitimi, öğretimiyle  ideolojisinin maskarası ettiği üstün tutuğuna sunmuştur iyi bir yaşam için gerekli her şeyi;  iyi eğitim, arsalar, yalılar,  damak çatlatan lezzetler, …, …,  yurt içi, yurt dışı gezintiler sağlayacak sermayeyi. Karşılığında sadece ulus devlete değil,  ideolojisiyle eşit kurucusuna,  liderine tapınan üstünler, zamanla da  Falih Rıfkı Atay’ın Ulus gazetesinde “En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır”la ifşa ettiği Tanrı karşısında ki kulun teferruatlığına indirgenerek  cemaatleştiğinde, artık herkesin de  neye inandığını bilmeden inanan bir kalbi vardır.
İşte insanları, tapınıldığından da diktatörleşmiş liderin, devletin peşinden sorgusuz sualsiz ölüme koşturtan, ateşlere attıran o askerleşmiş kalp, arkalarına düşsün diyedir yaşamanın değersizleştirilip, ölümün kutsanması. Öldürsün diyedir katillere payeler verilmesi. Arkalarında bıraktıkları yakınları teselli bulsun diyedir  ölenlerin şehitlik mertebesine yükseltilmesi.
 
Evlatlarının tabutlarına kapanıp kimi yerde “vatan sağ olsun”,  kimi yerde “cihadın mübarek olsun” diyebilen ebeveynler böyle var edilmiştir. Hitler’in, Stalin’nin, Pinochet’nin, Evren’nin Miloseviç’in, Esad’ın, Sisi’nin arkasından böyle yürüyüp, savaşmıştır milyonlar. Böyle susmuşlardır; Yahudiler gaz odalarına, toplama kamplarına gönderilir, karşıtları Sibirya’ya sürülür, Şili’de, Türkiye’de gençler işkencelerde öldürülür, Bosnalı kadınlara tecavüz edilir, muhalifeler Halep’te,  darbe karşıtları Kahire’de, Kürtler Rojava’da katledilirken.
 
İşin tuhafı tapınmayı eleştirerek eşitlik, özgürlük, demokrasi için mücadele edenler de ulus devletin yöntemlerini taklit ederek; düşmanın istediği tek şeyin ölmeleri olduğunu bile bile ölümü kutsar, kulluktan kurtaracağım dediklerinden de tapınma; biat beklerler. Bir bakarsınız özgürlükle yan yana gelmesi imkânsız cemaatçiliğe, ümmetçiliğe veryansın edenlerde cemaat olmakla kalmamış, kendilerini en özgürlükçü, en demokrat tanımlamışlardır. Boşuna dememiştir Fransız İhtilalinin başını yediği çocuklarından Madam Roland; giyotine giderken devrim meydanındaki hürriyet heykeline bakıp “Ey hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor”u.
 
GALİBA komünistinden faşistine islamcısına, Türkünden Kürdüne,  her renk, her kesim de biat eden, biatını da sorgulamayacak ümmetçilerden yanadır. Hani aşık olunur da o kör kütüklükte aşığın huyu suyu,  ailesi deşelenmez, ümmetçide eylemini, inancını, fikrini deşelemez bir haldedir ki; Tunceli’ye çevrilen Dersim’in Tunceli’liğini, içinde rakı geçen şarkının söylenmemesini biat ettiğinden bin kat daha fazla savunur. ”Gezi süpper yeaaa” derken İstanbul 1. İdare Mahkemesinin Taksim Yayalaştırma Projesi’ni 6 Haziran 2013’te iptal kararını haftalar öncesinden bilenlerin, kararı saklama nedenini öğrenmek bile istemez.
 
Çok şükür ki teknolojik, bilimsel devrimlerle twitter hesabına dönmüş dünyada ulus devlet delik deşik edilir, Avrupada bir ülkeden diğerine sorgusuz sualsiz geçilirken, bir benim mi zoruma gidiyor yanı başımda aklını yorgan yapıp derinlerde uyuyanlar. Bir ben mi tiksiniyorum 12 Eylülden bu yana üstlerine yeni bir kıyafet almayan; evrensel hukuk ilkeleri yerine kendi hukuk anlayışı oluşturan; hükümetin, muhalefetin, ordunun, medyanın mahkemelere, hâkimlere gözdağı, ayar vermekten çekinmeyen zorbalıklarına.
 
Hele de onlarca faili meçhulün, katliamın katili devletin tetikçilerinin,  mahkemelerde, sokaklarda Hrant Dink’e, aydınlara, rahiplere saldıranların, hangi terör örgütü mensubu olduğunu açıklamadan “Düzmece Ergenekon davasıyla Atatürkçüler yargılandı” yorumlu ümmetçiler yok mu? İnsan, o ân, bir saniyeliğine de olsa bunalım takılan; ulusalcılarla, mütedeyyinlerden çok uzaklarda saçma sapan şeylerin, Cambridge düşesi Kate’in hastane çıkışı giydiği mavi puantiyeli elbisenin gündem olabildiği bir ülkede yaşamak istiyor.
Hem, hiç yeredir  “Mustafa Kemal’in askeriliğinin” her şeyi yapmalarına izin verdiğine inanmış  “Ergenekon ile Haziran direnişinin kahramanları kucaklaştıracak” ulusalcı cemaatin Ergenekon cezalarına karalar bağlaması. Açın, bakın, göreceksiniz; Twitterda TT ulus devletinize sapına kadar sadık pırıl pırıl bir nesil yetişiyor. Hem de Atatürkçü.
Dünyanın her yerinde de vatan,   lider, din, özgürlük, devrim, demokrasi için ölürüm, öldürürüm diyerek ölenler, öldürenler mi, hep,  ezilenlerdir. Tıpkı Yemen’de,  Sarıkamış’ta, Çanakkale’de,  Sakarya’da,  İnönü’de …,   ölenler,  öldürenler gibi 12 Eylül 1980’ne kadar öldürülen 5 bin 800, sonrasında   asılan 50 kişinin,  30 yıllık iç savaşta ölen 50 bin Türkün, Kürdün,  Gezi Parkı direnişinde  katledilenlerin hepsi de fakir, fukaranın çocuklarıydı; büyüyeceklerdi de  eğer öldürülmeselerdi.
 Siz de dayanabilir hale gelen kederinizi, geçmişi unutmadığınız halde unutmuş gibi yapmışsınızdır ya onun gibi; bitmiş, geçmiş gibi yaparsınız her şey; acı da… aşk’ta… sevda da …. Herkes de bittiğini söyler. Kendi kendinize sizde bitti dersiniz. Ama bitti deyince biter, hiç iz kalmaz mı? Zaten  “Sen gittiğinde” diye başlayan şiirler, şarkılar, yazılardaki hüzünler de hep tek kişilikken,  dünyanın da toz dumanı altında çaresizce öyle akıyor…öyle gidiyor hayat… kaybettiklerimizi de alıp yanına… bıraksalar kendi hayatımızın kahramanı olacağız da…
Yaz mı? O da geçer, gider. Yine gelir.
 

Gülsen FEROĞLU

 

26 Temmuz 2013 Cuma

Oysa ne çok sevmiştiniz katilleri


 

Eşlik etmek istedim BİRİNİN o şarkısına… içimde ukde kalmış ezilenlerin gülümsediği bir türküydü devrim…vazgeçtim.  Belki de;  365’in her bir gününün 12 Mart 1972’den 12 Eylül 1980’ne kadar katledilmiş 5 bin 800 kişiden birinin ölüm yıldönümüne denkliğini; birbirine öldüresiye öfkeli solcu, sağcı 16, 17, 18,  20,  26 yaşında öldürülen nice Mehmet Önderlerin,  liseli Nejat Gökpınarların,  Coşkun Erdağların bedenlerinin toprakta buluştuğu gerçeğini “acaba”sız bildiğinizdendir; BİRİNİN o şarkısına eşlik etmek istemeyişiniz.
Şarkıya eşlikliğinize; sokakta, parkta, okul, yurt, durak önlerinde bir elin üstüne sıktığı silahtan fırlayan kalbine, boğazına, ciğerine isabet ettiğinde mermi, kesik bir “ahhh” sesiyle yere kapaklanan, ellerini karnına bastırırken “vuruldum” diyen binlerce gencin;  geceye, şafağına sığdırılmış ölümlerine Tanıklığınız da engeldir.
Çok değil bundan 33 yıl önce 5 bin 800 kişi katledilir, darağaçlarında asılırken gençler; susmuş milyonların aklına gelmiş midir !!!! şarkılar, marşlar söyledikleri Gezi Parkı eylemlerinde gençlerin katledilmesine icâzeti, yıllara devreden o susuşlarının verdiği.
Akıllarına gelmediğinden, hep te ötekilere yapıldığından olsa gerek devlet terörü, kendilerini İsviçre’de, Norveç’te yaşıyor sanmışların, Ethem’in, Ali İsmail’in, …, katillerinin, suçluların elini kolunu sallaya sallaya dolaşmalarına “bu adaletsizliğe dayanamıyorumm” feryatlarını  oysa ne çok sevmiştiniz “katilleri”yle yalanlayacak onlarca olay  da  orta yerdedir, hâlâ; faili bulunmayan binlerce faili  meçhul, Roboski, Madımak oteli önünde toplanmış binler, …, ….
Üstelik Osmanlı’da Padişahın önüne atılan muhalif kellelerin yerini iki kesik başa 5 bin lira ödül veren devletle eşleşmiş Paşalardan Abdullah Alpdoğan’a sunulan,  katlettikleri Dersimlilerin keşik başları önünde poz vermiş askerlerin çektiği fotoğrafların alacağı Cumhuriyet tarihi de katillerin nasıl kutsandığıyla doludur.
Tarih 1935’ler; faşizm esinli ideolojisini ‘Kemalizm’le tanımlamış devlet baş tacı edeceği medeni giyimle sınırladığı laik Türk, Sünni unsurlar dışındakileri; Kürtleri, Rumları, Alevileri,  solcuları,  komünistleri,  İslamcıları, ateistleri, …, …, …, isyancı, bölücü, hain, dış güçlerin maşası, şeriatçı,  gavur diyerek  şeytanlaştıracaktı. Böylece de ötekileştirdiğine yaptığı, yapacağı katliamları,  asimilasyonu, darbeleri meşru kılacaktı. Devletin, vahşetini yaptırttığı katillerin heykellerini dikmesine, caddelere isimlerini vermesine  ilk önce; vals yapan şapkalı, fraklı, tuvaletli, takım elbiseli okumuşlar, modernler eyvallah diyecekti.
Eyvallahçıların 1960’larda demokrasiye geçişi egemenliklerini kaybedecekleri kaygısıyla darbeyle kesip Başbakanlarını, bakanlarını asanlara ”devrimci” övgüsü, bir sonraki darbede “üç fidanın” asılmasına onaydır da.
17 yaşındaki çocuğun asıldığı, satırlı, palalı Maraş, Çorum vari onca katliam üzerine inşa edilen 12 Eylül darbesini şu anda Mısır’dakiler gibi tankların üzerine çıkarak, öperek, alkışlarla karşılayan aynı eyvallahçıların görmedikleriyse; 45 günlük gözaltı süresinde, emniyette, sıkıyönetim komutanlıklarında hayatı karartılan yüzbinlerdi.
 Darbenin   “asmayalım da besleyelim mi” vecizesinde hayat bulan o hümanizminde,  o hukuk parıltısında; her memlekete bir Auschwitz  lazımdı netekim; Diyarbakır, Mamak cezaevi. Fişlenen 500 binden fazla insanın kayıtları saklanıyor mudur, bakıp bakıp da hey gidinin günleri neymişiz be özlemiyle kavruluyorlar mıdır hâlâ; bilinmez.
 Bilinen; bilerek kangrenleştirilmiş Kürt sorununu çözmeye yeltenen Özal’ı tarikatçı, devletin temeline dinamit ‘koyuyor’la hedef tahtasına koyan eyvallahçıların,  ülkeyi 50 binden fazla insanın ölümüne neden iç savaşın kıskacına attığıydı.
Öldürülünce Özal; “üç fidanı” astıran Demirel’in sosyal demokrat partinin oylarıyla Cumhurbaşkanlığına,  modern, laik Türkiye’ye artık bir kadın yakışırla Çiller’in de başbakanlığa getirilmesi demokrasinin zaferiyle kutlanırken; İnönü’nün gözleri önünde Madımak yakılmış, “vatanı böldürmeyeceğiz” safsatasıyla devlet destekli çetelerin taş taş üstünde bırakmadığı “Doğu”da, resmi kimlikli katiller geceleri evleri, köyleri basmış, cinayetler işlemişlerdi.
Kahvelerde, evlerde gerillaların kulaklarından yapılı anahtarlıkları gösterip,  öldürdükleri Kürt köylülerini asit kuyularına, toplu mezarlara nasıl gömdüklerini anlatan memleketin gurur kaynağı kahramanlarına “Bu ülke için kurşun atacak,  kurşun yiyecek kadar şerefli”yken katil de denilemezdi ki.
Bunlar olur; taş, molotof attı,  bayrak yaktı, örgüte yataklık etti diye 15,14,16 yaşındaki çocuklar,  70’lik, 80’lik nineler, dedeler hapse atılır, öldürülür;  örümcek kafalı, irticacı belletilene “Türkiye İran olmayacak” heyezanları “ iyi olacak bu dincilere”  keyfiyle açıktan post modern darbe tezgâhlanırken,  “top on”  da “TT” ; “Bir İstanbul Masalı”, “Aşkı Memnu”dur.
Atatürk’ün güvencesi, meşruiyeti altında yapılan, ülkenin soyup da soğana çevrildiği bütün darbeleri desteklemiş eyvallahçılar; burjuvazi, medya, bürokrasi,  kentliler, en acısı aydınlar, sivil toplum örgütleri  öyle bir huşu içindedir ki 28 Şubatta, denizin bittiğinin farkında bile değillerdir. Militarist düzeni demokrasi yutturanların denizini bitirense ötekileştirdiklerinden mütedeyyinlerin genel seçimi kazanmasıdır.
Ötekileştirmeyi iyi bildiklerinden bu defa da korkuya kapılıp “bunlar da bizi ötekileştirmesinler” sanal endişesini besleye besleye yılları kendilerine zehir ettikleri esnada mütedeyyin Başbakanın kendini ötekileştirenlerin argümanlarına, ideolojisine sarılıp “dediğim dedikliği” Gezi parkı direnişine yol açacaktı.
Sizin istediğiniz yaşam tarzı, etnik köken benim istemediğim, benim istediğimde sizin istemediğiniz olabilir, işte demokrasi bu iki farklı düşüncenin birbirine tahammülü, saygısıdır. Birinin diğerini terbiyesi değildir yerine “düşüncelerimi benimsemeyenlere ne yapılırsa yapılsın …” modunda, yıllarca, insan hakkı ihlallerine ses çıkarmayanlarla birlikte; gezi eylemlerini bazen sebepsizde nefret ettikleri hükümetten kurtulmanın yolu gördüklerinden omuzlamış eyvallahçıları bekleyen;  katliamlara, katillere alıştırdıkları, alışmış bir Türkiye’ydi. O Türkiye’de demokratik protesto haklarını kullanan göstericileri TOMA’yla, gaz bombasıyla dağıtan polisin, askerin taş atanları öldürmesi, katilerinin de serbestçe dolaşması, meşruydu.
İşte gezi eylemleri sırasında yerden yere vurulan polisin şiddeti, devletin manipülasyonları, yalanları; ötekileştirilmişe 80,30, 10, 1 yıl önce, bugün hâlâ reva görülen, görülmüş, aynı polisin şiddeti, aynı devlettin manipülasyonları, yalanlarıydı. Sıkılan mermi de aynıydı ama merminin vurduğu isyancının kimliğine göre değişebilirdi meşruluk, değil mi?
Velhasıl, eğer onlarca Ali İsmail (19)  Korkmaz’ın,   Medeni (17) Yıldırım’ın, Uğur  (12 ) Kaymaz’ın, Erkan (13) Encü’nün katillerinin peşinde sabah, öğle, akşam sonra yine sabah, yine öğle,  yine akşam oluyorsa bu ülkede;  bunun sorumlusu sadece devlet değil, hukuksuzluğuna tepkisiz kalan herkestir. Menderes’in, Deniz’in, Erdal’ın, Uğur’un, Ali İsmail’in, Medeni’nin fotoğraflarında bir sitem varsa, o sitem de katilleri el üstünde tutan düzeni kanıksatmış herkese, hepinizedir.
Halliyle bunca olaya insan merak da ediyor; demokrasinin, AB kriterlerinin sadece ötekileştirenlere değil herkese gerekliliğinde; dedelerini katledenlerin isimlerinin verildiği caddelerde yürümek zorunda bırakılmanın, evladının, kardeşinin,  yoldaşının katilleriyle, kendine işkence edenlerle aynı yerde yaşamanın ruhu nasıl alt üst ettiğini nihayet, anlayabilmişler midir eyvallahçılar?
  Gün yine gündüzün mavisini akşamın lacivertine,  gecenin siyahına devşirdiğinde, silinemeyen geçmiş; yüreğinizin ortasına saplatılmış hançer; 12 Eylül 1980, karşınızda gibidir. Bütün güller solar bir benim ki solmaz toyluğundaki ergenliğinizi tarumar eden o hançer çıkarıldığında hiç kapanmayacak öyle bir boşluk bırakmıştır ki  asıl acıtan, asıl kanatan da o boşlukta görünen; bir şey olmamışçasına hayatına devam etmiş Özkökler,  Çölaşanlar,  Çetin Doğanlar, Çevik Birler, Boynerler,  Koçlar, Sabancılar…, …, …, Levent Kırcalar’dır.
İnanın, kuyruklu yalanların en göz kamaştırıcısıdır “zamanla geçer”.  Aldanmayın.  Benzeri her olayda, her filmde, her fotoğrafta yaşanan çaresizlik ayaklandığından geçmez. GEÇMEZ. Hayatın baştan sona haksızlık olabileceği bu diyarda; öyle bir dalmışsınızdır ki Ethem’in ellerine baktığı fotoğrafına; sözler, yazılar soluklaşır. Ölgünlüğünüzde, bir an, dünya  durmuştur sanki…keşke ….dursaydı da.
 

 
 

27 Haziran 2013 Perşembe

Bir şarkıya denk geldim Hevalım


 

Elbette gülünün solduğu akşamdı. Ve devasa kulelerden görünmese de denizle oynaşan sabahın aceleciliğini, öğlenin yakıcılığını üstünden anca atmış durgun bir akşam güneşinin altında; her hak arayışını teröristlikle adlandırıp terör uygulamış devlete isyanlarına isyan edilmiş Kürtlere,  illerine ait ne varsa; TOMA’lı caddelerde lastiklerin, iş makinalarının yandığı, molotofların, taşların atıldığı Hakkâri’nin,  Muş’un yerini almış bir İstanbul, Ankara, İzmir vardır,  bilirsiniz.

Yıllardır  devletle birlikte ötekileştirilmişlere isnat edilmiş korkunç suçu işleyen isyankârlarla dolu sokaklarda; Hakkâri’dekilerin, Muş’takilerin yalnızlığına karşın önlerinde, yanlarında kendilerine siper ünlü sanatçılar, işadamları, yazarlar, çizerlerle yürüyenler, yürüyenler….

Hayatın bir noktasında her insanın illa ki deneyeceği;  bazen ölüm de getirdiğinden gözyaşı, kan akıtmış isyan; başlangıçta bir kelimedir belki ama bir kelime değildir. Kalkışmaya karar eşiği aşılmaya görsün öylesine bir büyüleciliğe bürünür ki ateş topu olur; hakikat de  dahil  ne, kim gelirse  önüne katar, atar yangınlara.

İşte bu büyüdür ta 18 Mart 1871’de;  16-18 saat boğaz tokluğuna çalışan Paris komüncülerini, Bismarck Almanya’sına karşı savaşsınlar diye silahlandırmış burjuvaziye başkaldırtan.  Kiraları düşüren, giyotini kaldıran komüncüler; 70 günün sonunda arkalarında Paris barikatlarında katledilen 30, idam edilen 20 bin kişinin naaşı üstünde yükselecek demokrasi idealini bırakacaklardı Fransa’ya.

Çalışma saatlerinin kısaldığı, idam cezasının kaldırıldığı, ifadenin özgürleştirildiği bugünkü Fransa’dan bakıldığında; ezilmek istemediklerinden isyan eden Komüncülerin uğradıkları vahşet nasıl da kavranamaz,  nasıl da bir dayanak vesilesidir;  yönetimde, ailede, okulda,  işte, kışlada;  ne düşündüğü, ne istediği gaile alınmayan ülkelerdeki bireylerin isyanına.

O ülkelerde bu kâh devlet, kâh lider, kâh baba, kâh öğretmen,  kâh patron,   kâh eş olur,  köle efendi ilişkisinin egemeni; kişilerin, diktelediği şeylere uymasını, inanmasını bekler. Belirlediği doğruda, vicdanda, adalette mutsuzluğu nankörlükle de ithamlayacak efendiye adanmış yıllar cana tak ettiğinde; kendi doğrusunu doğru, etnik kökenini köken,  dinini din, otoriterliğini ideal sistem dayatan efendi her kimse ona isyan artık kaçınılmazdır.  Bir kez dinleseydin, bıraksaydın da berelenip, yaralanarak kendim bulsaydım; taşa takılmamak için yola dikkat etmem gerektiğini figanlı isyan; o anda; bazen yıkılış, bazen terk ediş, bazen kopuş, bazen savaş,  bazen bir şarkı olur, bazen de ölüm.

İsyan şiddetin dostudur da. Zira isyan edilene ufak ufak biriktirilerek çoğaltılmış kin, öfke öyle akıl almazdır ki yakılsa, yıkılsa, parçalansa onu simgeleyen her şey ancak huzura kavuşulacaktır. Her isyanda, her devrimde bir süre sonra zulmüne karşı çıkılanı, lime lime ederek ezme;  haklılığına yüzde yüz inanan isyancının ya da onu temsil eden yeni efendinin kucağındadır.  1789 Fransız ihtilalinde de  Devrimi koruma, kollamayla içirilen giyotinli iksirde saklıydı, isyancının zulmü.

Fransız ihtilali, Paris Komünü vari bir devrimi Türkiye’de öznel, nesnel şartları bir türlü bir araya getirip işbirlikçi burjuvaziye karşı yapamayanlarsa, 1970, 1990, 2000’li yılların Berlin duvarlı dünyası, Arap baharlı isyanlarla yıkıldığında; biraz peynir, kavun, bir büyük rakılı masanın başında  devrimin ayak seslerini duymak isteyeceklerdi; her başkaldırıda. Dünün devrimcileri niyeyse bugünün seçkincisi, statükocusu olacak; Türkiye gibi sürekli bir ergenlik halinde gezineceklerdi. Öyle ki kent yaşam alanlarında söz hakkı isteyenlerin Gezi Parkındaki sivil itaatsizlik eyleminden Devrim demek geçiyor içimden… Devrim bu, devrim!” güzellemeleriyle Devrim devşirmeye kalkışacak,  eylemcileri de  “ 90 gençliği; bir cevher” fotoğrafları,  tweet- retweetleriyle selamlayıp, Hollywood efektli romantizmle de çok iyi cep telefonu, Ipad, Twitter, Facebook kullanan çoğu plaza çalışanı,  borsacı, öğrenci Y kuşağını yere göğe sığdıramayacaklardı. 

Oysa Facebook’u, Twitter’ı, Google’u bulmuş, antikapitalist Wall Streeti işgal eylemini yaratmış, bireyin özgürlüğünü kutsamış kuşakdaşları yanında kendilerini yetiştiren ebeveynlerinin, totaliter devletin değerlerini kabullenmiş ister Y, ister X, ister  Z,   isterse de  ekstra W kuşağı olsun fark etmez; hepsinin de  ne kadar benmerkezci, ne kadar duyarsız,  ne kadar kes yapıştır, kopyacı,   aşırmacı bir  orantılı  zekâya sahipliğini açığa çıkarmış yıllar yaşanmıştı; Türkiye de.

Bilhassa da Y kuşağı; onlar; 17 yaşında idam edilen Erdal’ı,  darbelere,   işkencelere,  idamlara,  güvenlik soruşturmalarına maruz kalmış Gençleri, katliamlarla dolu tarihlerini  “Hatırla Sevgili”, “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizilerine konu olduğunda öğrenmemişler miydi? Yıllarca ötekilerin yaşamlarına, kimliğine, mezhebine yapılan müdahalelere ses çıkarmamış ülkenin bu el, gül bebekleri müdahale kendi hayatlarına, parklarına, içeceklerine yöneldiğinde ancak özgürlüğü, demokrasiyi hatırlayıp, polisin orantısız gücüne karşı çıkmamışlar mıydı?

Pek çoğu yanı başlarında; dağa çıkartacak biber gazlı,  panzerli devlet terörünün tecavüze varan uygulamalarına karşı bedenlerine,  kimliklerine, anadillerine özgürlük için mücadele eden, hayatlarını yitiren adaşları Kürt gençleri tutuklandığında; bırakın demokratik haklarını savunmayı “ hepsini vuracaksın”  ırkçılığıyla saldırmışlardı sözlüklerde, Twitter’da, sokakta.

İşin özü aydınlar, aleviler Madımakta yakılır,   bir asır yok sayılmış Kürtlere de istenildiği kadar atıla bilinirdi lakin kimsenin haddine değildi onlarca haksızlığı, katliamı seyretmiş beyaz Türklere, çocuklarına TOMA’yla gaz bombası, boyalı su atmak. Atılırsa…cidden de Türkiye Türklerinmiş be hevalım.

Hele de rant ekonomisinde, heba edilen şehir ihalelerini, arsalarını alanlardan, demokrasinin gelişmesini engelleyenlerden değilmişçesine; oturdukları villalar,  siteler, rezidanslar için milyonlarca ağaç katletmiş,  sahiller kapatmış darbesever üst sınıf beyaz Türk zenginleri ile AB düşmanlarının gezi parkı isyanını omuzlamaları yok mu? Gel de ölme. Yardımlarıyla kurulan  “Devrim market” le  komün hayatının tesisinin  devrimle, Paris Komünüyle nasıl bağdaştırıldığıysa …..….. neyse daha fazla kurcalamayalım di mi?

İnternetin bulunmasının başlı başına devrim sayıldığı bu dünyada  eğer devrim eski değerlerin yıkılmasıysa; devrim; belki de önce iliklerimize işletilen hâlâ hâlâ hâlâââ yapılan/yaptırılan farklıyı terbiyeye dayalı Kemalist ideolojiyi dışlayarak içimizi yenilenmek, eksiliklerimizi ciğerimizden söküp atmaktır.

Bunu yapmadıkça hiçbir yere varılamayacağının kanıtı da ‘yaşam biçimime müdahale edip kendisine benzetmek istiyor’la başkaldıranların alanlarda, caddelerde yaşam biçimini, giyimini, düşüncesini beğenmediklerini linçleyerek, kendilerine benzetme refleksleriydi.  Sesi duyulmayanların dili olan bir isyanda bile farklıya tahammül ettirmeyen,  karşıtını kolayca   “cahillikle, koyunlukla“ suçlatan uçsuz bucaksız nefretle nasıl bir arada yaşar ki bunca insan.

Herkesin decalle karşı olup kimsenin tiranlığa karşı çıkmadığı ortamda;   “Her değer başkaldırı getirmez, ama her başkaldırı bir değeri çağrıştırır sessizce “ demiş ya Camus, o değer “ne tanrı, ne efendi” istemeyen orantısız demokrasi, özgürlükse; ikiyüzlülüğü bırakıp böyle birbirimizi kırdığımız, günahlarımızla hesaplaştığımız günlerin sonunda  mı gelecektir demokrasi ?

Bir kez daha yalanın, hakikattin içiçeliğinde herkes, her kesim “emrü ferman padişahımındır”lı köleler ararken  ‘ kim bir efendi ister ki’ye 140 karaktere takılmayan onlarca  “ sahip geliyorummm”  sesleri. Dışarıda da cevval bir yazın ilk demleri. Yelkovan yerinde durmuş reddediyordu geceyi;  oradan geçiyordum… bir şarkıya denk geldim hevalım… şarkı söylüyordu BİRİ… olduğum yerde kalakaldım…  bir an “Cennettin fethine çıkan”lara karışmış Ethem Sarısülük’ü, Şerzan Kurt’la gördüğümü sandım, … eşlik etmek istedim BİRİNİN o  şarkısına… içimde ukde kalmış ezilenlerin gülümsediği bir türküydü devrim…vaz geçtim.