İllaki bu ruh debelenmelerini
yaratacak sonbahar sendromuna yakalanmanın üstüne tüy dikecek olansa sokakta, otobüste, parkta, AVM’de biri
bana bulaşsa, yan baksa da ağzının payını versem modunda; kendisi gibi olmayandan, düşünmeyenden, giyinmeyenden nefretle kalmayıp “fırsatını
bulduklarında bizi yok edecekler” teorileriyle korkuyu hakim kılanların;
gecelerde, birbirinden habersiz nefes alan on milyonlarca ışığın içinde siyahtan başka renkte buldurtmayan tavırlarıdır.
Herkesin herkesten; taksicinin
taksiciden, Ankaralının İstanbulludan, Malatyalının Elazığlıdan, Erdoğanın
Kılıçdaroğlundan, Kılıçdaroğlunun Erdoğandan nefret edecek bir şeyler bulduğu Türkiye Cumhuriyetinin değişmez “top on”u nefret,
kimsenin de yadırgamadığı bir
duygudur.
Nefret edilen kim, ne,
hangi sınıf, köken, din, düşünce,
yaşam biçimiyse adı, sesi, görüntüsü
akıldan çıkmadığından ufak bir
çağrışımda ayaklanan nefret; sabah,
öğle, akşam, gece yarısı evlerden,
bürolardan, okullardan, sokaklara akan
çığdır, durduramazsınız. TİK verilerine göre ortalama
73 yıl süren kısıtlı bir ömrün vaktini haybeye çarçur ettiren nefret yalnızca dengeyi
bozmakla kalmaz, Martin Luther King’in
deyimiyle “….insanın güzele çirkin,
çirkine güzel demesine ve doğru ile yanlışı karıştırmasına (da) neden olur.”
Ayrımcılık, ırkçılık, şiddet, husumet getirdiğinden dehşete düşürmesi gereken nefret;
memlekette her biri bir cemaat; solcuların, sağcıların, gezicilerin, Türklerin
Kürtlerin, her işine gelmeyene şakirt diyen ulusalcıların, her protestoyu
hükümeti düşürmeye yönelik sayan mütedeyyinlerin buluştuğu tek ortak noktadır
da. Bu biattan bezmeyen cemaatlerin nefretleriyle gün boyu attıkları ; “Demokratikleşmeymiş… Kürtlere de iyi oldu”,
“Asıl PKK kandırdı ne çekilmesi”, “Türban serbest; şeriat yakın”, “SöZcü
Tayyibi manşetiyle yine fena vurmuş”,
“Ahmet Hakan nasıl geçirmiş Mehmet Barlas’a” , “fowardla” ,“ ayyy ıyyyrenç” tweetleri, yazıları, sözleriyle
beslenen, büyütülen nefret; bırakın
ülkeyi, bir şehirde, bir köyde bile kendinden farklıyla bir arada
yaşamayı katlanılmaz hale getirmiştir.
Cemaatlerin
aklı körleştiren bu tarafgirlikleri,
Haziran 2013’den bu yana da
ülkede kişinin gezi direnişine destek verip, vermediğine göre
dokunulmazlık kazandığı bir ortamı yaratmıştır. Öyle ki
geziyi destekleyen holding patronlarının mallarını fahiş fiyata arzları,
çalıştırdıklarının güvencesizliği , yolsuzlukları, darbeseverlikleri artık
sorun değildir. Şike batağındaki takımlardan Galatasaray Beşiktaş maçında
tribün, saha terörünü yapanlar, karaborsada maç bileti satanlar “her yer taksim, her yer direniş” sloganı atanlardansa; bırakınız geçsinlerdi.
Her şeye, tek tipçiliği de karşı Çarşı dışında “1453 kartalları” vari yeni bir taraftar grubu kurmak mı, şaka olmalıydı, şaka.
Ve gezi protestocularını dükkânına almayan “Kızılkayaların bugünde
batmaması”, “dincileri
saksıya diksek ne meyve verir“ başlıklarının sözlük sol framelerini
süslemesini, halkın yaşam tercihlerine karışmayı adet haline getirmiş
Başbakanın “Kuran dersini seçin” talimatını eleştirenlere karşı
açılan # yedirmeyiz…., #diren…., #occupy…. taglarıyla oyalanan
modern kentliler.
Bitmedi,
gücü kanıtladığından gezi sonrası bilumum kesimin kendi görüşlerine uygun yorum
yazmaları için bilgisayar başında
dörderli, beşerli hazır timler kurduğu
sosyal, ulusal, yerel medyadan yayılan nefretle; birinin ak dediğine kendini
Kara deme mecburiyetinde sanan gençlerin,
koca koca adamların, kadınların, 1200’e yakın köşe yazarının üç
yaşındaki velet inadıyla kavramları allak bullak etmeleri de işin cabasıdır.
Böylesi
bir ortamda halk olarak görevimiz bizi yöneten
başbakanın hoşuna giden şeyleri yapmak olmadığı gibi, hükümetle aynı görüşlülük
ayıp, muhaliflikte süper bir şey değildir ,
“doğru biziz, onlar mı” yla gaile almadıklarınızın düşüncesine
de saygı duyulmalı diyenin mi, vay
haline…vay, vay….
Sorsan
herkeste bir sevgi pıtırcığıdır ki. Ekran koruyucu
“herkesin başbakanıyım”, “ Kürt, Türk kardeş", “annemde
başörtülü” klişeleri bir yana atılıp
“Sevmiyorum zorla mı; seni, sizi. Ölseniz, öldürülseniz içim acımaz” dense, HİÇ DEĞİLSE doğduğunda insanda
bulunmayan nefretin pençesine nasıl, niye düştü bunca insan, o sorgulanırdı.
Hem
insan hiç tanımadığı,
tanıyamayacağı, kötülüğünü görmediği, göremeyeceği, kötülük yapmadığı ya da daha dün çok sevdiği birinden etnik kökeninden, dininden, mezhebinden, simasından,
kıyafetinden, şehrinden dolayı nefret
edebiliyorsa, bunun mutlaka bir başlatıcısı, bir
öğreticisi de vardır değil mi?
Başlatıcı;
bir ulusun, dinin üstünlüğüne dayandığından renkleri; yeşili, kırmızıyı, sarıyı
harfleri; W, X, Q’yu yasaklayarak
ötekileştirdiği diğer uluslara karşı devletini sağlama alma adına üstün
tutuklarına nefret aşılayan ulus devlettir. Vatandaşının kimliğini, çapulculuğunu bile belirleyen Ulus devleti yönetenler, sana ne
diyorsa sen o’sundur.
İşte
Bursa Valiliğinin Romanları “…..
uyuşturucu ticareti ve hırsızlıkla geçiniyorlar”la topluma taktimliği gibi Rus harbinde, I. Dünya savaşında düşmanla birlik edip
dedelerini arkadan hançerlediklerini tarihe yazdırdığı, söylediği
Ermenilere, Rumlara, Araplara; Şeyh
Said’in, eşkıya Seyit Rıza’nın ardından giderek medeni Cumhuriyeti yıkmak
istediklerini öğrettiği Kürtlere,
Dersimlilere bölücü, isyancı, hain, yobaz, mürteci yaftasını vurarak üstün Türklerin bu kesimlere nefretini
sağlayan da ulus devlettir.
Sonrası nefret nakşedile, edile yetişenlerin çocuklarına “Alevi, Kürt, çingene onlar oynama çocuğum”,
“ Alevinin kurbanı murdardır”, ”dikkat et Kürttür, belalıdır”, … uyarıları.
Tutulan partiye göre de “ adam mı o, partisi ortada ”yla tavan yaptırtılan
nefretin aile, akraba, komşu, eş dost
ilişkilerine “öyle oğlum, kızım, kardeşim, babam, amcam,…, …, olacağına ”, “o
mu, boş versene adi herifin teki”yle sirayeti, her ortamda sürdürülebilirliği.
Eğer Kürt, Alevi, Ermeni, …, …,
Roman, Süryani’yseniz , siz de bir gün, kendinizi; size yüzlerce
hakareti, ihaneti atfeden,
asimilasyonla dilinizi, kültürünüzü, inancınızı sıfırlamış devletten, Türklerden nefret ediyor
bulacaksınızdır.
Nihayetinde
80 yıldır her sabah Kürt, Ermeni, Rum, …, …, Gürcü çocukları “Türküm” andıyla
bağırtarak sadece farklıya değil Türk’e de bir şeyler dayatmanın ancak faşist
bir devlette mümkünlüğünü, medeni dünyada birinden nefret edene “faşist” denilerek cezalandırıldığını görmek,
bilmek istemeyenlerin yarım bıraktırdığı cümleler, hayatlarla dolu bu
diyarda; her şeyden, her kesten
neredeyse her günden nefret nefret ede ede çürüyen, çürütülen biz;
HEPİMİZ.
Asıl korkulması gereken
mi insanlardır, sadece onlardır.
Zira dünyayı kilitleyecek nefreti yaygınlaştırıp ölüm, kan, vahşet, gözyaşının
sebebi savaşların, çirkin, kötü, iyi,
güzel olan her şeyin, devletlerin ardında insanlar; ben, sen, o, onlar vardır.
İnsanların
şefkatsizliklerinin farkındalığına varamamalarının kahrında birbirinizi Azıcık
azıcık da sevin be kardeşim; inancınız varsa “Allah
yarattı”, yoksa “insan” diye sevin. Hani
sevdiğinizin sözleri, davranışları yaralasa da sırf incitmemek için sevdiğinizi, ta derinlere
gömersiniz ya yarayı. Sevebilseydiniz sevdiceğinizmişçesine incitmekten
kaçınacağınızdan birbirinizi, göz yummazdınız; down sendromlu gencin tokatlanmasına, Hasat Ferit’in
naaşının 3 gün bekletilmesine, haksızlıklar reva görülmüş azınlıkların;
konuştuğu dilden eğitim almayan Kürtlerin, cem evinde ibadetini yapamayan
Alevilerin, eşit yurttaşlık için devlet kapısında bir asır süründürülmesine.
Ama
yok, yok nasıl iyi olunur, nasıl güzel bakılır birbirimize bilmediğinizden, hâlâ ordasınız değil
mi, hem de tüm nefretinizle. Hep “bu işin içinde bir iş mi var” diyorsunuz,
tamam o zaman, sen kendini ikna ettin, bitti gitti. O
çok nefret ettiğiniz düşmanınıza aynadan selam gönderebilirsiniz.
Kutuplaştırdığından baş yakmış, daha da yakacak nefretlerin
kıskacında; yazın
son dalgaları kumsaldaki taşları cilalayıp, ayaklarınızın altından da rüzgâr kaçıp gittiğinde; mevsim
de düne sarınca; hiç öyle dumanı
tüten çayı alıp pencere önünde çiseleyen sonbahar yağmurunu seyredecek halde değilsinizdir derken dört yaşındaki
Can’ın sesi “anne, bugün yarın mı?”
Olamaz mı? Olabilir.