19 Ocak 2014 Pazar

Sararmış eski resimlerde kalırım demiştin

 
Zaten zamanın boşluğunda durmaksızın bir uçtan bir uca, bir acıdan diğerine savrulduğumuzdandır; Hayata da “bi çek git” deme tadını kaçırışımız. Yoksa.…. ağlıyor musun sen? Gözyaşı döktüğün; hani içinden hayatlar düşmesin diye taramadığın hep devletinin, başkalarının dağıtığı hayallerin var ya işte onlar;  acaba İmkânsız mıdır aklın alamayacağı kadar, Türkiye kadar.
 
Önemli olanın önemli insanların; Koçların, Balbayların, Ağaoğullarının, Ertuğrul Özkök, Çetin Doğan, Zafer Çağlayan ve eşlerinin ve çocuklarının, Medcezir’cilerin hayallerinin, düşüncelerinin, mutsuzluklarının olduğu Türk müesses nizamında, biliyorum, kimselerin umurunda değil senin, ötekilerin; Selma Irmakların, Felek Encülerin hayalleri. 

Vedasız gidildiğinden kerpiç evlerde, beyaz badanalı odalarda havada asılı kalmış her şeye değecek; yaşıyorsa şayet anneye, yaşıyorsa şayet evlada sarılış ânı için “Dağdakiler inecek, cezaevleri boşalacak” hayali derdest edilmeden çok önceleri demiştin  sen Hevalım  “sararmış eski resimlerde kalırım” diye.

 Sararmasaydı resimler sen de; yeryüzünün kayda değer tek ânında; evladına, annesine, sevdasına ciğerinin içine sokacak sımsıkılıkta sarılmış bir annenin, bir evladın, bir sevdanın kollarında öööyle kalacaktın Hevalım. Öyleee kalacaktın; yıllara, Kürtleri dağlara çıkaran katilleri, hırsızları benimsetmiş çirkef devletin inkârına inat.

Sonra yatak örtüsü üzerindeki kuş motiflerinin solduğu odada, orada burada;  şehirde, köyde, kasabada; bir zamanlar parçası olduğun hayata ait giderken bıraktığın parçalarını arayacaktın. Döndüğünde bulduğun hayat nasıl aynı değilse, sen de aynı değilsindir de bunu bilmeyen; sesinde, bakışında eski seni arayan,  isteyen annenin, yakınlarının yüzünde; sacda ekmek pişirdiğiniz Hevallerinin gülüşü,  sofrada; kara demlikteki çayın neşelendiren kokusu, derinlerinde; mezar yeri bilinmeyen Şevin’nin, Hevallerinin gölgesi.
 
Cesaretini toplayıp manga komutanı Rızgar’a “köylüm Şevin ….” demendeki örtüsüz kaygın.   “ ….. alanındaki çatışmada… paramparçaydı…  tek bir  kolu sağlamdı... onu gömdük bizde, şu  tepe…” derken Rızgar’ın kara düşen yüreği.

Dün evin olan dağlara gayri ihtiyari kayacak gözlerin belki   “ … döndüm; baba, ana evine. niye, niye hâlâ  bir şeyler eksik geliyor bana…” dedirtecekken Dur! Geçme yaşanmayan ân!  Geçme zaman! ” Sen zaman, yıllardır zaten; Türk’ün Kürtlüğünde, Kürt’ün Ermeniliğinde; ben’i sen,  sen’i ben, ikimizi de biz yapıp geçmişin yaralarını iyileştirecek nefretleri  yok etmeden, boşu boşuna akıyorken neye derman olur, neye yararsın ki.

Hem de yıllardır; zamansız, takvimsizken  eski Şırnak Valisi Malay’ın “o dönem asker çok insan öldürdü” ifşaatının dağlarda, mağaralarda, kamplarda kurdurduğu yapboz hayatlar,  sakın geçme zaman, sakın…

Ne yazık!  masadaki takvim zamanın; hayallere, 2013 Haziranında “ devlet TOMA’ları, gaz bombalarıyla,  …,   saldırır, öldürülürken gençler, medya da çıt yok. İstanbul’un göbeğinde bunu yapan devlet, 1500 km ötedekilere kim bilir neler yapmış, neler gizlenmiştir” diyen, 2013 Aralığındaysa Gewer’de esen devlet terörüne susan riyakârlığa,  aldırmadan geçip gittiğini gösteriyor.

Bir yıl daha  geçerken zaman   da “ne kadar çok şey değişti, ne kadar çok şeyde aynı” yı   gözüne gözüne sokuyor insanın. Aynı camın,  aynı ekranın,  aynı masanın önünde oturuyorsunuzdur. Baktığınız bu ekran, bu cadde, işe gidip geldiğiniz bu yol, ayağa kalkan sosyal medya, yıkılan twitter,  bu pişkin rüşvetçiler,  günlük ” yemekte ne var”  “manyağın teki” konuşmaları;   balkondaki gri dolap da aynı.

Dünyada kullanıcılar  kendini aşmış  3Z teknolojisiyle yazıyorken geleceği; asırdır; bu hırsız, yolsuz,  bu katil, bu darbeci, bu bedavacı  üreten   müesses nizam, bu cemaat, bu adı farklı zihniyeti eş siyasiler aynı; zamansız ölümler, zamansız vurulmalar  da. Demokratik protesto hakkını kullanırken 1969’un bir Eylül günü Taylan ÖZGÜR’ü Beyazıt meydanında arkadan vuran el;  30 Mart 1972’de Kızıldere’de devrimcileri katletmiş; 1972’de Üç Fidanı, 1980’de asmışsa 17’sindeki Erdal’ı;  1990’ların nice Savaş BULDAN’larının  yanına  2000’ler, 2010’lar    nice Ceylanların,  Erkan ENCÜ’lerin bombayla  lime lime edilmiş çocuk bedenlerini katmışsa;  2013’te “Gezi”de Ali İsmail Korkmaz, …, …, …, Ethem Sarısülük’ü,  Gewer’de  Mehmet  İşbilir, …, Bemal Tokçu’yu vurmuşsa;  kim inanır 2013’ün, 1969’dan farklığına; aynılığı yaşatan el orta yerdeyken, hâlâ.

Her gününün, her ayının bir öldürmeye;   bir insan daha  nasıl vahşileşir,  nasıl “canavarlaşır”a  şahitlik  ettiği;  çocukluğun, gençliğin, yaşlılığın saklı hırsızı yıllar,  yıllar geçse de ne kadar çok şey aynı kalmış.  Öldürücü tetiği çeken, bomba atan  herhangi bir elin, ellerin sahiplerinin; …, …,  Ağrı, Dersim katliamında görevli  askerlerin, Taylan’ı vuran polis Lisan ÇAKICI’nın, Kızıldere’yi kana bulayanlardan Mustafa İLERİSOY’un, …,  Maraş’ta bebek kurşunlayan, …,  Sivas’ta  37 aydını yakan binlerce; Ökkeşlerin, Temellerin, Ethem’i   kurşunlayan A.Ş’nin  vardıysa çocuklarının  saçlarını okşamalarındaki, sevdiklerine  sarılmalarındaki rahatlık bile aynı kalmış.

İyi de hiç mi sinmedi ölümü kokusu o ellere? Peki ne zaman kirlenir bir insan, bir toplum? Daha ne kadar; farklı herkesin eşit yurttaşlık hakkına saygıyı iteleyip katile, hırsıza itibar kazandırarak; bunca ölümü,  bunca vurgunu meşru kılmış devletin,  zamanın akışını inkâr ettirecek aynılığına katlanır insanlar.

Hey! marketten elinde yılbaşı hediye paketiyle çıkan sen bayım, siz bayan evet evet sen, siz ! Tek tipleştirme çalışmalarını aralıksız sürdüren ulus devletin bekası altında asıl kendi hegemonyaları için vatandaşını öldürtten, hazineyi yağmalatan efendilerinin yalanlarına kanıp, bazen kendin linç ettiğinden ötekileştirilenleri, bazen susarak öldürmeleri, katilleri, hırsızları akladığından belki katil, hırsız değilsinizdir  lâkin suçlusunuzdur.

Bak onlarsız;  …., Seyit Rızasız, Taylansız, Denizsiz, Erkansız,  Alisiz,  donduğunda Konya’da 40 günlük olan  Ayaz bebeksiz,  nasıl da akıp gidiyor yanına geçmişin sarktığı geleceği de almış demincek durduğu yerden akreple, yelkovan. Hani demin ordaydı hani? Herkesin de dilindeydi en onulmaz acılara merhem zamanın ilaçlığı. Ne büyük bir boşluk,  ne büyük bir rahatlama, rahatlatma cümlesiymiş “zaman üstesinden gelir her şeyin” Neyin üstesinden gelmiş zaman ha neyin; belki bir hastalığın, belki bir çocuğa verilen gereksiz tepkinin pişmanlığının,  belki hüsranlı bir aşkın, belki, belki,,,,.

Ama yaşadığına inandıracak ona ait herhangi bir şeye; kokusunun sindiği gömleğine, yastığına, kahverengi çerçevedeki resmine sarıldığında kurşunlanmış kanlı bedenini hatırlatan; zamansızlığından HAKSIZ bir ölümün acısının, isyanının üstesinden gelmek zamanın  işi midir?

Bu zamanlardan, bu mevsimlerden, bu yollardan “Yaşıyor mu” sorusunu sorduracak kadar hayata kalmışları seyreden nice insanlar geldi, insanlar geçti. Bir lanetin mührünü kırdığınızdan mıdır şimdi önünüzde; kelimelerin anlamını aşındırıp götüren kocaman bir yığın; hiçbir işe  yaramayan; dünü bitiren, bugün için de acelesi olmayan.

Son dönemeçte de en az sizin kadar beklemiş, en az sizin kadar eskidiğinden sırasını savıp yerini yeni bir yıla bırakmak isteyen eski yıl. Dudaklardan yine “vay canına, bir yıl daha geçti” döküldüğünde, size de yine  “Noel baba size hiç geldi mi” sorusuna verdiğiniz “hayır”a, “çam ağacınız olmadığındandır” cevabıyla hayallerini büyüklere ezdirtmeme kararlığındaki 6 yaşındaki  İdil’i anımsarsınız.

Kadın da  sadece hüznün yakıştığı öylesine bir kış akşamında; sırf bir söze ait olabilmek için miydi bunca çaba, üzgünüm, bitti diyor; görmeseydim …yaşamasaydım … böyle sevmeseydim dediğim her ânı da al, götür yanında.

Kadın  son bir kez arkasına baktı, o da arkasını dönüp bakacak mı diye, bakmadı; şarkıları yalanlarcasına. Bitti dedi kadın, işte şimdi bitti.
 

 

Gülsen FEROĞLU

28.12.2013

 

 

 

Hacı, sen diyorsan ki


Son bir kez arkasına baktı, o da arkasını dönüp bakacak mı diye, bakmadı; şarkıları yalanlarcasına. Bitti dedi kadın işte şimdi bitti. Şehir bitti. Sustu şehir. Balkabağına dönüştü her şey; Türkiye, şehir,  muhterem hocaefendi, sevda, hem de saat 12’yi vurmadan.

Büyüleyiciliğini yitirmiş şehrin, aynı yollarında sanki kaybolmuşsunuzdur da adım atamıyorsunuzdur ileriye. İleri mi?  İleri ? Ne demek ileri? İleri, bilgisayar başında yönetilen dünyada  Başbakanın cunta derlemeli  “Emniyetteki, yargıdaki bu yapıyı çökerteceğiz…. öyle gece baskınları, ev baskınları olmayacağı” müjdesi midir?

Birilerinin hep birinin adamı olduğu Türkiye’ye infial getirmeyen Başbakanın bu müjdesi  Nazım’ın“…. /saat sekiz/…./ demek akşama kadar emniyettesiniz /…./ polis ev basmaz güpegündüz” mısralarını anımsattı mı, bilinmez. Bilinen, cemselerden inerken jandarma, polis; yıldızların umarsızlıklarıyla alabildiğine aydınlattıkları gecelerde, dipçiklenen, tekmelerle kırılan kapılara tanık yüzbinlerin varlığıdır. Uykulu uykulu ebeveynlerin arkasına saklanan çocukların;  döşekleri yırtan, kitapları, giysileri hışımla fırlatan koca adamların silahlı siluetini yıllarca yanlarında taşıdıklarıdır.

Yüce gönüllü efendimizin  “gece baskınları yapılmamasını” bahşettiği bu diyarda; eğer devletin kara kaplı defterine yazılı Alevi, Kürt, Ermeni, Rum, ..., …, Yahudilerdenseniz, eğer güvenlik soruşturmasında solcu, devrimci, …, …, mütedeyyin  diye üstü çizilip devlette işe alınmayanlardan, devleteyken de sürülenlerden, atılanlardansanız  vicdanınız; sırf cemaatten diye insanların tehdittine  karşı çıkacaktır.

Üstelik ”anayasal düzeni yıkmak, devleti ele geçirmek” iddiasıyla onlarca kesimi hedefleyerek darbeler,  katliamlar yapan, vatandaşını öldüren, asan,  işkenceden geçiren, tutuklayan askeri, polisi, yargısıyla asırdır suç işlemiş Türk devletinin,  aynı argümanları  bıkmadan tekrarlaması artık kabak tadındadır.
Allah aşkına bu ne menem bir devlettir ki asırdır, hep birileri ele geçirmeye, yıkmaya çalışıyor, paralelini kuruyor; sadece hizmet hareketi değil komünistlerden Kürtlere, Aczmendilerden Kadirilere, Süleymancılara kadar irili ufaklı her kesim aynı şeyle suçlanıyor.

Hayır! paralel bir devlet yapılanmasında  bunca paralel  insan yer alıyorsa  da saniyecik olsun düşünmek gerekmez mi; okumuş yazmış, yazmamış savcı, hakim, uzman, bakan, .., …, olmuş, olmuş, olmamış milyonların neyi eksiktir de paralel bir halkaya dahillikten çekinmiyorlar.

Aklımızla  da  alay eden; bazen isyancılarla birlik padişah deviren, bazen Yeniçeri ocağında etkin Bektaşiliğin  yerine II.Mahmut’un Nakşibendileri ikamesiyle tasfiyeye uğrayan tarikatlar, cemaatler; Bayramiler, …, Mevleviler,  …, Cerrahiler,   devlet-i ali osmaniyeden beri hiç yokmuşta yeni bir şeymişçesine bu hayret nidaları,  neyin nesidir?

 “Kaçınılmaz”  hatalar, yanlışlar hep en başta yapılır değil mi ciğerparem.  Kayıtsız şartsız emre itaat isteyen vesayet rejimiyle halkına kulluğu, vasiliği reva gören yönetim anlayışı “emrü ferman yüce Padişahımındır”daki öznenin yerine “emrü ferman Ata’mın, Paşamın, Şefimindir”i koyduğunda; vesayet ha padişahın, ha Paşamın, ha şeyhülislamın, ha bürokrasinin, ha cemaatin olmuş ne fark ederdi. Etmedi de netekim.

“Emrü ferman”lı vesayeti Cumhuriyette sürdürülebilir kılanlar da; sosyal, siyasi, ekonomik yaşamdaki hegemonyalarına karşı çıkar diye özgür bireyliğin önünü kesen, farklı fikirleri hapseden 1925’te Takrir-i Sükun Kanununu çıkaran, İstiklal Mahkemelerini kuran Cumhuriyetin kurucu kadrolarıydı.

Türk, Sünni müesses nizamını Kemalist ideoloji üzerine inşa eden Osmanlı paşası bu otoriter kurucu kadrolar; farklıyı nizamının erkinden, ekonomisinden, her şeyinden dışlayan ulus devlet modeliyle, vatandaşla devlet ilişkisini problemli hale getirerek, kızdıkları tarikatların, cemaatlerin defacto biçimde de olsa erke müdahilliğine zemin hazırlayacaklardı.

Eşit yurttaşlıktan,  demokrasiden uzaklaştığından hukukta dahil her alanda MAFYATİK  bir kuruma dönüşen ulus devlet artık; ihaleler, araziler dağıtan, hayali sunta ihracatlarına, hırsızlığa, rüşvete, iltimasa göz yuman,  Şapka Kanunu sonrası İtalya’dan gemilerle şapka ithal ettirdiği siyasileri milyoner yapan tekelci  bir şirket vasfındadır. 

Ne yani, ulus devletin kendilerine dayattığı Türk, Sünni,  batılı giyinme kriterli yaşam tarzına, kökene, mezhebe, dine, ideolojiye itiraz edecek demokratik kanalları bulamayanlar, bir çıkış yolu aramayacaklar mıydı? Aradılar, buldular da  netekim. Kriterlerine sahip çıkan illa da din odaklı olacak değil; etnik kökene, mezhebe,  bir fikre,  aşirette, vakfa, derneğe,  bir şehre, okula aitliğin, aidiyetin öne çıkarıldığı cemaatlere, tarikatlara sığındılar, işte.

Sonrası vesayet, totaliterlik, militarizm içiçe geçtiğinden keskin biz / onlar  ayrışması “ biz”in her yaptığı doğru, onların her yaptığı “yanlıştır”la   ikna edilip varlığı prangalaştırılan birey; bir ömür, devletin ya da cemaatinin düşüncesine,  edasına göre ordan oraya sürüklenir de, bu da kader olur.

Sonrası ulusalcı devletin ya da devleti örnekleyip mafyalaşmış cemaatlerden birinin destekçisi değilseniz,  olacağınıza dair emareler de vermiyorsanız; işinizi ne kadar iyi yaparsanız yapın, ne kadar yetenekli,  bilgili olursanız olun yükselemediğiniz, işe alınmadığınız, sınav kazanamadığınız bir Cumhuriyet. 30 Haziran 1925’te "Efendiler ve ey Millet! iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. …”la coşturulan, 2014’te  AKP’nin hükümet, yolsuzluk ortağı cemaatin müritlerine yolsuzlukları ortaya çıkarsın diye bel bağlayan bir toplum.

 Şimdi 11 yıldır yolsuzluğun, rüşvetin, torpilin üzerine gitmeyerek görevini  kötüye kullandığı  anlaşılan, kıblesini vesayetçisine göre seçen bir yargı, bir kolluk kuvveti, bir medya; utanç duyulacak bir durum mudur?

Bu durumda Stefan Zweig’in “ihaneti dahilik yapabilmiş mizaç ”la tanımladığı Joseph Fouche’nin (1759-1820); Fransa’da krallar, Napoleonlar, Ropespierre’ler iktidarı kaybederken hep iktidarda kalması gibi her daim var olmuş, olacak cemaatleri paralelleştirerek iflasını kesinleştirmiş olan da modernleşme şiarlı Kemalist ideoloji midir? Ve  tabii ki  utanacak olan  biz değilizdir!!!!

Bireyi özgürleştirecek modernleşme, AB ideali kilitlendiğinden;  ne yapılırsa yapılsın mutlaka otoriter insanların, yeni vesayetlerin boy verdiği yalnız ve güzel ülkede, herkeste kendi vesayetinin derdindedir. Öyle ki parçalanmış çocukların, gençlerin battaniyelere sarılı cesetlerini görmüş, annelerinin dilsiz ağıtlarını duymuş askeri savcılık  “biz öldürür, biz aklarız " vesayetçi mantığıyla Roboski’nin faillerini takipsizlik kararıyla aklayıverir.  Peki, herkes cemaat-AKP kavgasına odaklıyken bu kararın  “zamanlaması”…? Manidardır, manidar…

Kampüse “ Şerefli Türk ordusunun öldürdüğü 35 eşeği anıyoruz. Uludere haktır.” afişini asabilen G.Ü. FEF ülkücülerinin, vesayetçisinin vicdan algısı kadarlık vicdana sahiplerin; devasa bir yalan, devasa bir adaletsizlikle ördükleri zindanlarda böyle böyle çürütülüyor içimiz. Böyle böyle  bitiriliyor insanlığımız. Bitti işte. Kendisi olmaya çalışmayan müritler arasında her şeye baştan diyebilmek için, henüz erken…

Ne anlatıyor bu? Evet,  sana soruyorum, sen! Tam kapının önünde yakaladım seni, ne diyordun sen? Ha, sen ! Cumhurbaşkanının hocaefendiye bir gazeteciyle mesaj gönderebildiği Türkiye Cumhuriyetinde  diyorsan ki; hacı takma kafaya,  ne emrediliyorsa harfiyen yap gitsin…. zorunuza mı gitti? Öyle olması da gerekmiyor mu zaten?

Sahi nerede kalmıştık… ha, Orhan Pamuk da akıllı olsun. Niçin mi? Çünkü…
 
Gülsen FEROĞLU
19.01.2014