Zaten zamanın boşluğunda durmaksızın bir uçtan bir uca, bir acıdan diğerine
savrulduğumuzdandır; Hayata da “bi çek git” deme tadını kaçırışımız. Yoksa.….
ağlıyor musun sen? Gözyaşı döktüğün; hani içinden hayatlar düşmesin diye
taramadığın hep devletinin, başkalarının dağıtığı hayallerin var ya işte
onlar; acaba İmkânsız mıdır aklın
alamayacağı kadar, Türkiye kadar.
Önemli olanın önemli insanların; Koçların, Balbayların, Ağaoğullarının,
Ertuğrul Özkök, Çetin Doğan, Zafer Çağlayan ve eşlerinin ve çocuklarının,
Medcezir’cilerin hayallerinin, düşüncelerinin, mutsuzluklarının olduğu Türk
müesses nizamında, biliyorum, kimselerin umurunda değil senin, ötekilerin;
Selma Irmakların, Felek Encülerin hayalleri.
Vedasız gidildiğinden kerpiç evlerde, beyaz badanalı odalarda havada asılı
kalmış her şeye değecek; yaşıyorsa şayet anneye, yaşıyorsa şayet evlada sarılış
ânı için “Dağdakiler inecek, cezaevleri boşalacak” hayali derdest edilmeden çok
önceleri demiştin sen Hevalım “sararmış eski resimlerde kalırım” diye.
Sararmasaydı resimler sen de;
yeryüzünün kayda değer tek ânında; evladına, annesine, sevdasına ciğerinin
içine sokacak sımsıkılıkta sarılmış bir annenin, bir evladın, bir sevdanın
kollarında öööyle kalacaktın Hevalım. Öyleee kalacaktın; yıllara, Kürtleri
dağlara çıkaran katilleri, hırsızları benimsetmiş çirkef devletin inkârına
inat.
Sonra yatak örtüsü üzerindeki kuş motiflerinin solduğu odada, orada
burada; şehirde, köyde, kasabada; bir
zamanlar parçası olduğun hayata ait giderken bıraktığın parçalarını
arayacaktın. Döndüğünde bulduğun hayat nasıl aynı değilse, sen de aynı
değilsindir de bunu bilmeyen; sesinde, bakışında eski seni arayan, isteyen annenin, yakınlarının yüzünde; sacda
ekmek pişirdiğiniz Hevallerinin gülüşü,
sofrada; kara demlikteki çayın neşelendiren kokusu, derinlerinde; mezar
yeri bilinmeyen Şevin’nin, Hevallerinin gölgesi.
Cesaretini toplayıp manga komutanı
Rızgar’a “köylüm Şevin ….” demendeki örtüsüz kaygın. “ ….. alanındaki çatışmada…
paramparçaydı… tek bir kolu sağlamdı... onu gömdük bizde, şu tepe…” derken Rızgar’ın kara düşen yüreği.
Dün evin olan dağlara gayri ihtiyari kayacak gözlerin belki “ … döndüm; baba, ana evine. niye, niye
hâlâ bir şeyler eksik geliyor bana…”
dedirtecekken Dur! Geçme yaşanmayan ân!
Geçme zaman! ” Sen zaman, yıllardır zaten; Türk’ün Kürtlüğünde, Kürt’ün
Ermeniliğinde; ben’i sen, sen’i ben,
ikimizi de biz yapıp geçmişin yaralarını iyileştirecek nefretleri yok etmeden, boşu boşuna akıyorken neye
derman olur, neye yararsın ki.
Hem de yıllardır; zamansız, takvimsizken
eski Şırnak Valisi Malay’ın “o dönem asker çok insan öldürdü” ifşaatının
dağlarda, mağaralarda, kamplarda kurdurduğu yapboz hayatlar, sakın geçme zaman, sakın…
Ne yazık! masadaki takvim zamanın;
hayallere, 2013 Haziranında “ devlet TOMA’ları, gaz bombalarıyla, …,
saldırır, öldürülürken gençler, medya da çıt yok. İstanbul’un göbeğinde
bunu yapan devlet, 1500 km ötedekilere kim bilir neler yapmış, neler
gizlenmiştir” diyen, 2013 Aralığındaysa Gewer’de esen devlet terörüne susan
riyakârlığa, aldırmadan geçip gittiğini
gösteriyor.
Bir yıl daha geçerken zaman da “ne kadar çok şey değişti, ne kadar çok
şeyde aynı” yı gözüne gözüne sokuyor
insanın. Aynı camın, aynı ekranın, aynı masanın önünde oturuyorsunuzdur. Baktığınız
bu ekran, bu cadde, işe gidip geldiğiniz bu yol, ayağa kalkan sosyal medya,
yıkılan twitter, bu pişkin
rüşvetçiler, günlük ” yemekte ne var” “manyağın teki” konuşmaları; balkondaki gri dolap da aynı.
Dünyada kullanıcılar kendini
aşmış 3Z teknolojisiyle yazıyorken
geleceği; asırdır; bu hırsız, yolsuz, bu
katil, bu darbeci, bu bedavacı
üreten müesses nizam, bu cemaat,
bu adı farklı zihniyeti eş siyasiler aynı; zamansız ölümler, zamansız
vurulmalar da. Demokratik protesto
hakkını kullanırken 1969’un bir Eylül günü Taylan ÖZGÜR’ü Beyazıt meydanında
arkadan vuran el; 30 Mart 1972’de
Kızıldere’de devrimcileri katletmiş; 1972’de Üç Fidanı, 1980’de asmışsa
17’sindeki Erdal’ı; 1990’ların nice
Savaş BULDAN’larının yanına 2000’ler, 2010’lar nice Ceylanların, Erkan ENCÜ’lerin bombayla lime lime edilmiş çocuk bedenlerini
katmışsa; 2013’te “Gezi”de Ali İsmail
Korkmaz, …, …, …, Ethem Sarısülük’ü,
Gewer’de Mehmet İşbilir, …, Bemal Tokçu’yu vurmuşsa; kim inanır 2013’ün, 1969’dan farklığına; aynılığı yaşatan el orta yerdeyken,
hâlâ.
Her gününün, her ayının bir öldürmeye;
bir insan daha nasıl
vahşileşir, nasıl “canavarlaşır”a şahitlik
ettiği; çocukluğun, gençliğin,
yaşlılığın saklı hırsızı yıllar, yıllar
geçse de ne kadar çok şey aynı kalmış.
Öldürücü tetiği çeken, bomba atan
herhangi bir elin, ellerin sahiplerinin; …, …, Ağrı, Dersim katliamında görevli askerlerin, Taylan’ı vuran polis Lisan
ÇAKICI’nın, Kızıldere’yi kana bulayanlardan Mustafa İLERİSOY’un, …, Maraş’ta bebek kurşunlayan, …, Sivas’ta
37 aydını yakan binlerce; Ökkeşlerin, Temellerin, Ethem’i kurşunlayan A.Ş’nin vardıysa çocuklarının saçlarını okşamalarındaki, sevdiklerine sarılmalarındaki rahatlık bile aynı kalmış.
İyi de hiç mi sinmedi ölümü kokusu o ellere? Peki ne zaman kirlenir bir
insan, bir toplum? Daha ne kadar; farklı herkesin eşit yurttaşlık hakkına
saygıyı iteleyip katile, hırsıza itibar kazandırarak; bunca ölümü, bunca vurgunu meşru kılmış devletin, zamanın akışını inkâr ettirecek aynılığına katlanır
insanlar.
Hey! marketten elinde yılbaşı hediye
paketiyle çıkan sen bayım, siz bayan evet evet sen, siz ! Tek tipleştirme
çalışmalarını aralıksız sürdüren ulus devletin bekası altında asıl kendi
hegemonyaları için vatandaşını öldürtten, hazineyi yağmalatan efendilerinin
yalanlarına kanıp, bazen kendin linç ettiğinden ötekileştirilenleri, bazen
susarak öldürmeleri, katilleri, hırsızları akladığından belki katil, hırsız
değilsinizdir lâkin suçlusunuzdur.
Bak onlarsız; …., Seyit Rızasız,
Taylansız, Denizsiz, Erkansız,
Alisiz, donduğunda Konya’da 40
günlük olan Ayaz bebeksiz, nasıl da akıp gidiyor yanına geçmişin sarktığı
geleceği de almış demincek durduğu yerden akreple, yelkovan. Hani demin ordaydı
hani? Herkesin de dilindeydi en onulmaz acılara merhem zamanın ilaçlığı. Ne
büyük bir boşluk, ne büyük bir
rahatlama, rahatlatma cümlesiymiş “zaman üstesinden gelir her şeyin” Neyin
üstesinden gelmiş zaman ha neyin; belki bir hastalığın, belki bir çocuğa
verilen gereksiz tepkinin pişmanlığının,
belki hüsranlı bir aşkın, belki, belki,,,,.
Ama yaşadığına inandıracak ona ait
herhangi bir şeye; kokusunun sindiği gömleğine, yastığına, kahverengi
çerçevedeki resmine sarıldığında kurşunlanmış kanlı bedenini hatırlatan;
zamansızlığından HAKSIZ bir ölümün acısının, isyanının üstesinden gelmek
zamanın işi midir?
Bu zamanlardan, bu mevsimlerden, bu yollardan “Yaşıyor mu” sorusunu
sorduracak kadar hayata kalmışları seyreden nice insanlar geldi, insanlar
geçti. Bir lanetin mührünü kırdığınızdan mıdır şimdi önünüzde; kelimelerin
anlamını aşındırıp götüren kocaman bir yığın; hiçbir işe yaramayan; dünü bitiren, bugün için de
acelesi olmayan.
Son dönemeçte de en az sizin kadar beklemiş, en az sizin kadar eskidiğinden
sırasını savıp yerini yeni bir yıla bırakmak isteyen eski yıl. Dudaklardan yine
“vay canına, bir yıl daha geçti” döküldüğünde, size de yine “Noel baba size hiç geldi mi” sorusuna
verdiğiniz “hayır”a, “çam ağacınız olmadığındandır” cevabıyla hayallerini
büyüklere ezdirtmeme kararlığındaki 6 yaşındaki
İdil’i anımsarsınız.
Kadın da sadece hüznün yakıştığı
öylesine bir kış akşamında; sırf bir söze ait olabilmek için miydi bunca çaba,
üzgünüm, bitti diyor; görmeseydim …yaşamasaydım … böyle sevmeseydim dediğim her
ânı da al, götür yanında.
Kadın son bir kez arkasına baktı, o
da arkasını dönüp bakacak mı diye, bakmadı; şarkıları yalanlarcasına. Bitti
dedi kadın, işte şimdi bitti.
Gülsen FEROĞLU
28.12.2013