27 Haziran 2013 Perşembe

Bir şarkıya denk geldim Hevalım


 

Elbette gülünün solduğu akşamdı. Ve devasa kulelerden görünmese de denizle oynaşan sabahın aceleciliğini, öğlenin yakıcılığını üstünden anca atmış durgun bir akşam güneşinin altında; her hak arayışını teröristlikle adlandırıp terör uygulamış devlete isyanlarına isyan edilmiş Kürtlere,  illerine ait ne varsa; TOMA’lı caddelerde lastiklerin, iş makinalarının yandığı, molotofların, taşların atıldığı Hakkâri’nin,  Muş’un yerini almış bir İstanbul, Ankara, İzmir vardır,  bilirsiniz.

Yıllardır  devletle birlikte ötekileştirilmişlere isnat edilmiş korkunç suçu işleyen isyankârlarla dolu sokaklarda; Hakkâri’dekilerin, Muş’takilerin yalnızlığına karşın önlerinde, yanlarında kendilerine siper ünlü sanatçılar, işadamları, yazarlar, çizerlerle yürüyenler, yürüyenler….

Hayatın bir noktasında her insanın illa ki deneyeceği;  bazen ölüm de getirdiğinden gözyaşı, kan akıtmış isyan; başlangıçta bir kelimedir belki ama bir kelime değildir. Kalkışmaya karar eşiği aşılmaya görsün öylesine bir büyüleciliğe bürünür ki ateş topu olur; hakikat de  dahil  ne, kim gelirse  önüne katar, atar yangınlara.

İşte bu büyüdür ta 18 Mart 1871’de;  16-18 saat boğaz tokluğuna çalışan Paris komüncülerini, Bismarck Almanya’sına karşı savaşsınlar diye silahlandırmış burjuvaziye başkaldırtan.  Kiraları düşüren, giyotini kaldıran komüncüler; 70 günün sonunda arkalarında Paris barikatlarında katledilen 30, idam edilen 20 bin kişinin naaşı üstünde yükselecek demokrasi idealini bırakacaklardı Fransa’ya.

Çalışma saatlerinin kısaldığı, idam cezasının kaldırıldığı, ifadenin özgürleştirildiği bugünkü Fransa’dan bakıldığında; ezilmek istemediklerinden isyan eden Komüncülerin uğradıkları vahşet nasıl da kavranamaz,  nasıl da bir dayanak vesilesidir;  yönetimde, ailede, okulda,  işte, kışlada;  ne düşündüğü, ne istediği gaile alınmayan ülkelerdeki bireylerin isyanına.

O ülkelerde bu kâh devlet, kâh lider, kâh baba, kâh öğretmen,  kâh patron,   kâh eş olur,  köle efendi ilişkisinin egemeni; kişilerin, diktelediği şeylere uymasını, inanmasını bekler. Belirlediği doğruda, vicdanda, adalette mutsuzluğu nankörlükle de ithamlayacak efendiye adanmış yıllar cana tak ettiğinde; kendi doğrusunu doğru, etnik kökenini köken,  dinini din, otoriterliğini ideal sistem dayatan efendi her kimse ona isyan artık kaçınılmazdır.  Bir kez dinleseydin, bıraksaydın da berelenip, yaralanarak kendim bulsaydım; taşa takılmamak için yola dikkat etmem gerektiğini figanlı isyan; o anda; bazen yıkılış, bazen terk ediş, bazen kopuş, bazen savaş,  bazen bir şarkı olur, bazen de ölüm.

İsyan şiddetin dostudur da. Zira isyan edilene ufak ufak biriktirilerek çoğaltılmış kin, öfke öyle akıl almazdır ki yakılsa, yıkılsa, parçalansa onu simgeleyen her şey ancak huzura kavuşulacaktır. Her isyanda, her devrimde bir süre sonra zulmüne karşı çıkılanı, lime lime ederek ezme;  haklılığına yüzde yüz inanan isyancının ya da onu temsil eden yeni efendinin kucağındadır.  1789 Fransız ihtilalinde de  Devrimi koruma, kollamayla içirilen giyotinli iksirde saklıydı, isyancının zulmü.

Fransız ihtilali, Paris Komünü vari bir devrimi Türkiye’de öznel, nesnel şartları bir türlü bir araya getirip işbirlikçi burjuvaziye karşı yapamayanlarsa, 1970, 1990, 2000’li yılların Berlin duvarlı dünyası, Arap baharlı isyanlarla yıkıldığında; biraz peynir, kavun, bir büyük rakılı masanın başında  devrimin ayak seslerini duymak isteyeceklerdi; her başkaldırıda. Dünün devrimcileri niyeyse bugünün seçkincisi, statükocusu olacak; Türkiye gibi sürekli bir ergenlik halinde gezineceklerdi. Öyle ki kent yaşam alanlarında söz hakkı isteyenlerin Gezi Parkındaki sivil itaatsizlik eyleminden Devrim demek geçiyor içimden… Devrim bu, devrim!” güzellemeleriyle Devrim devşirmeye kalkışacak,  eylemcileri de  “ 90 gençliği; bir cevher” fotoğrafları,  tweet- retweetleriyle selamlayıp, Hollywood efektli romantizmle de çok iyi cep telefonu, Ipad, Twitter, Facebook kullanan çoğu plaza çalışanı,  borsacı, öğrenci Y kuşağını yere göğe sığdıramayacaklardı. 

Oysa Facebook’u, Twitter’ı, Google’u bulmuş, antikapitalist Wall Streeti işgal eylemini yaratmış, bireyin özgürlüğünü kutsamış kuşakdaşları yanında kendilerini yetiştiren ebeveynlerinin, totaliter devletin değerlerini kabullenmiş ister Y, ister X, ister  Z,   isterse de  ekstra W kuşağı olsun fark etmez; hepsinin de  ne kadar benmerkezci, ne kadar duyarsız,  ne kadar kes yapıştır, kopyacı,   aşırmacı bir  orantılı  zekâya sahipliğini açığa çıkarmış yıllar yaşanmıştı; Türkiye de.

Bilhassa da Y kuşağı; onlar; 17 yaşında idam edilen Erdal’ı,  darbelere,   işkencelere,  idamlara,  güvenlik soruşturmalarına maruz kalmış Gençleri, katliamlarla dolu tarihlerini  “Hatırla Sevgili”, “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizilerine konu olduğunda öğrenmemişler miydi? Yıllarca ötekilerin yaşamlarına, kimliğine, mezhebine yapılan müdahalelere ses çıkarmamış ülkenin bu el, gül bebekleri müdahale kendi hayatlarına, parklarına, içeceklerine yöneldiğinde ancak özgürlüğü, demokrasiyi hatırlayıp, polisin orantısız gücüne karşı çıkmamışlar mıydı?

Pek çoğu yanı başlarında; dağa çıkartacak biber gazlı,  panzerli devlet terörünün tecavüze varan uygulamalarına karşı bedenlerine,  kimliklerine, anadillerine özgürlük için mücadele eden, hayatlarını yitiren adaşları Kürt gençleri tutuklandığında; bırakın demokratik haklarını savunmayı “ hepsini vuracaksın”  ırkçılığıyla saldırmışlardı sözlüklerde, Twitter’da, sokakta.

İşin özü aydınlar, aleviler Madımakta yakılır,   bir asır yok sayılmış Kürtlere de istenildiği kadar atıla bilinirdi lakin kimsenin haddine değildi onlarca haksızlığı, katliamı seyretmiş beyaz Türklere, çocuklarına TOMA’yla gaz bombası, boyalı su atmak. Atılırsa…cidden de Türkiye Türklerinmiş be hevalım.

Hele de rant ekonomisinde, heba edilen şehir ihalelerini, arsalarını alanlardan, demokrasinin gelişmesini engelleyenlerden değilmişçesine; oturdukları villalar,  siteler, rezidanslar için milyonlarca ağaç katletmiş,  sahiller kapatmış darbesever üst sınıf beyaz Türk zenginleri ile AB düşmanlarının gezi parkı isyanını omuzlamaları yok mu? Gel de ölme. Yardımlarıyla kurulan  “Devrim market” le  komün hayatının tesisinin  devrimle, Paris Komünüyle nasıl bağdaştırıldığıysa …..….. neyse daha fazla kurcalamayalım di mi?

İnternetin bulunmasının başlı başına devrim sayıldığı bu dünyada  eğer devrim eski değerlerin yıkılmasıysa; devrim; belki de önce iliklerimize işletilen hâlâ hâlâ hâlâââ yapılan/yaptırılan farklıyı terbiyeye dayalı Kemalist ideolojiyi dışlayarak içimizi yenilenmek, eksiliklerimizi ciğerimizden söküp atmaktır.

Bunu yapmadıkça hiçbir yere varılamayacağının kanıtı da ‘yaşam biçimime müdahale edip kendisine benzetmek istiyor’la başkaldıranların alanlarda, caddelerde yaşam biçimini, giyimini, düşüncesini beğenmediklerini linçleyerek, kendilerine benzetme refleksleriydi.  Sesi duyulmayanların dili olan bir isyanda bile farklıya tahammül ettirmeyen,  karşıtını kolayca   “cahillikle, koyunlukla“ suçlatan uçsuz bucaksız nefretle nasıl bir arada yaşar ki bunca insan.

Herkesin decalle karşı olup kimsenin tiranlığa karşı çıkmadığı ortamda;   “Her değer başkaldırı getirmez, ama her başkaldırı bir değeri çağrıştırır sessizce “ demiş ya Camus, o değer “ne tanrı, ne efendi” istemeyen orantısız demokrasi, özgürlükse; ikiyüzlülüğü bırakıp böyle birbirimizi kırdığımız, günahlarımızla hesaplaştığımız günlerin sonunda  mı gelecektir demokrasi ?

Bir kez daha yalanın, hakikattin içiçeliğinde herkes, her kesim “emrü ferman padişahımındır”lı köleler ararken  ‘ kim bir efendi ister ki’ye 140 karaktere takılmayan onlarca  “ sahip geliyorummm”  sesleri. Dışarıda da cevval bir yazın ilk demleri. Yelkovan yerinde durmuş reddediyordu geceyi;  oradan geçiyordum… bir şarkıya denk geldim hevalım… şarkı söylüyordu BİRİ… olduğum yerde kalakaldım…  bir an “Cennettin fethine çıkan”lara karışmış Ethem Sarısülük’ü, Şerzan Kurt’la gördüğümü sandım, … eşlik etmek istedim BİRİNİN o  şarkısına… içimde ukde kalmış ezilenlerin gülümsediği bir türküydü devrim…vaz geçtim.

 

 

 

 

 

5 Haziran 2013 Çarşamba

Hey bayım, elbette gülünün solduğu akşamdı


 
Hiç aramadığın hakikat var ya o hakikat; belki bir kuşun kanadında, belki de yanı başında evladını kaybetmiş bir annenin gözlerinin yaşındaydı. Baktın mı hiç? Baksaydın da şayet beyaz yakalı bayım; Taksim’de Genç Türk flaması altında görür müydün bilmem;  18 aylık Mehmet Uytun’nu öldüren gaz bombasına,  Muş’ta, Bingöl’de devletin yaktığı ormanlara, insanlara dışkı yedirmiş şiddetine, ikna odalarına, köprüye,  havaalanına,  kışlaya isimleri verilen, anıtları dikilen cellatlarına göstermediğin tepkinin bir darbe mağdurunu, bir aleviyi, bir Kürdü, bir Ermeniyi nasıl incittiğini. Anlar mıydın da bilmem; tabirinle doğuda polise taş atan genci, çocuğu terörist, batıda atanıysa direnişçi aktivist sayanlardan kopuşun nedenini.

 

O flama altında bayım sen, hiç sahiplenmediğin ötekileştirilmişlerin önceden öğrendiğini;    demokrasinin çoğunluğun azınlığa, azınlığın çoğunluğa tahakkümü değil tahammülü, saygısı olduğunu, azsın diye dikkate alınmamanın nasıl can yaktığını belki bugün Gezi Parkında öğrendin; devlet terörünün insanı nasıl zıvanadan çıkarıp yollara, dağlara vurdurabileceğini de.

 

Bugünse kim olursa olsun; ister mütedeyyin, ister laik, ister Türk, ister Kürt,  ister eşcinsel, ister ateist; her bireyin varoluşuna, bedenine devletin yapacağı tacize, şiddete karşı demokrasiyi yoldaşı özgürlüğü yanına katar mısın, bilinmez. Bilinmez çünkü yarım asırdır genetik kodlarına işletilmiş başta ordu desteklediğin;  parti, örgüt yönetiyorsa ülkeyi, sana göre demokrasi de tamdır.

 

Yine de, ne kadar ötelense de, bir gün, mutlaka öğrenilecekti askerlerin,  liderlerin, medyanın isteğine bırakılmayacak kadar hayati olan demokrasinin;  sözlüklerde, Twitterda, Facebookta yazdığın, konuştuğun bir kelime olamayacağını; olmadığını, canlı, cansız her şeyin hakkı için verilecek bir mücadeleyle kazanılacağını da.

 

Sabah akşam demokrasi, demokrasi diyorsun ya bayım; “yılda 1 milyon dolardan fazla kazanan herkes en az %30 vergi ödemeli” diyen Bill Gates’in yaratıcılığından,   Warren Buffett’in “elbette ki sınıf savaşı var ve bu savaşı kazanan benim sınıfım; zenginler” aforizmasından, Medicilerin sanatseverliğinden yoksun; Forbes’in en zengin 100 Türk listesinde 2012’de 35’ken,  2013’de 44 olan milyarderlerimizin;  burjuva demokrasisini yerleştirmek diye bir kaygıları olmadığından, demokrasi için senin  mücadelenden  başka bir yol da yoktur.

 

Dünyadaki sınıfdaşları feodal beylerin haksızlıklarına karşı özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet için isyanlı bir kavgaya tutuşarak,  onlarca insanı da bu uğurda barikatlarda kaybedip rüşt ispatlayarak burjuvalaşırken;  ülkelerinde  de beğen, beğenme; başlarına bir şey gelmeyeceğinden emin ABD adalet bakanının toplantı çağrısını meslektaşlarını dinledi diye reddeden medyaya sahip bir demokrasiyi de geliştirmişlerdir.

 

Burjuvazinin o kavgasından, kökünden kopuk hiç emek sarf etmeden devletin resmen bahşettiği arsalı,  ihaleli olanakları peşkeş çekilerek ve de 1900’den varlık vergisi 1940’a, 6,7 Eylül 1955’e ordan 2000’li yıllara kadar vatanlarından kovulan,  öldürülen nice Arşimidis,    nice Kevork‘un hanlı,  hamamlı malları gasp edilerek zenginleştirilen  çoğu  da beyaz  olan Türkler;  evet zenginleşmiş ama ne yazık burjuva olamamışlardır.

 

Zira, yenilgiyle biten savaşın Paşalarının, Osmanlı Meclis-i Mebusan üyelerinin  başbakanlık, bakanlık, mebusluk,  müteşebbislik, …,  yaptığı  Cumhuriyettin  ilk yıllarında “halkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için ticaretin hariç ellerde olmasını engelleyecek... Ticaret ve kaynaklar, bizden olan tüccarların elinde olacaktır”la  çizilen ideolojisi gereği; gayri Müslimlerin mallarına göz dikmiş bir devlet için, zenginleştirdikleri için; demokrasi,  eşitlik, çalışma saatlerinin uzunluğu, iş kazaları, çevreye duyarlılık öylesine manasızdı ki.

 

Kendini yaratmış devlete biattan,  evrensel özelliklerini dışlayan Türk zenginlerinin;  bir dönem ne üretirse üretsin mecburen alacaklara kapıları elde kalan otomobiller, buzdolapları,  küflü mamüller satacak düzenbazlıkla, hayali ihracatla, yolsuzlukla, %170’e, 300 varan gecelik repolarla edindikleri servetlerin harcında vardır; haksızlık, vicdansızlık.

 

Bu vicdansızlık, acı, gözyaşı üzerinde yükseldiğinden faturası da hiç gün yüzü görmeyen, belki de görmeyecek Türkiye Cumhuriyeti olmuş; yalılara, plazalara,  Armani markalı takımlara,  Mont Blanc kalemle imzalanmış 1970 Chateau Lafite’yle kutlanmış sözleşmelere sahipliklerini, çocuklarını Robert kolejinde, Koç lisesinde, university Yale’de, Cambridge’de okutmalarını  sağlayan servetlerinin kaynağının  bilinmesini de istemediklerindendir; tarih kitaplarıyla geleceğe taşınmış Ermenilere, Rumlara, Yahudilere hamaset.

 

Hani kasabadaki tüm beyazlar biliyordur  da zencileri kimin linç ettiğini, evlerini kimin yaktığını  da susuyorlardır ya onun gibi haksızlıkla edinilmiş 404 milyarlık 2013 Türkiye bütçesinin yarısından fazlasına tekabül eden 212 milyarlık servetlerini öyle biriktirenler;  yutturulan sanal demokrasinin keyfinde; hukuktan,   sanattan,  bilimden yan olacak değillerdi, di mi?

 

Servet biriktirirken silahlı gücüyle arkasında duran asker, vurgunu, gaspı kararlarıyla mühürleyen yargı, örtbas eden kolluk kuvveti, göz yuman medya, bürokrasiyle bölüştükleri ranttır;  bu kesimlere de maaşlarıyla asla kavuşamayacakları mülkleri, holdinglerde,  medyada yönetim kurulu üyelikleri garantileyen. 

 

Aralarındaki bu  “al gülüm, ver gülüm”lü kara sevda ilişki sayesindedir; Evren’nin astırttığı gençlerin annelerinin gözyaşlarına batırdığı fırçayla boyadığı tablolarını milyarlara satın alıp  sergilemekten sıkılmayan zenginlerin “Tanırım iyi çocuklardır ”la tüm darbelere arka çıkışları, gözdağı için gazete patronunun da  “ Milli Güvenlik Konseyi bu yazıhanede kuruldu “ deyişi.

 

Ahlaksızlık, adaletsizlik Böyle devletçe meşrulaştırıldığından;  Kürt işadamlarına ait ölüm listesi hazırlatan,  mafya lideriyle banka pazarlığı yapan Başbakanları,   masasından Rum Arşimidis’in mallarına el koyan işadamını suçlayan belgeyi alarak kurduğu papatya grubuna üye işadamının kız kardeşine veren Başbakan eşini,  tetikçisi Çatlılara, Yeşillere yeşil pasaport veren içişleri, adalet bakanlarını, ötekine nefreti; kimseler de yadırgamayacaktı.

 

 Otoriterliğinden hesapta sorulmayacak, vatandaşını da katledebilen devletin askeri, zengini, bürokratıyla kendisine Osmanlı’da ki gibi ümmetçilikten başka çare bırakılmayan kitleler de yadırganmayan bu durumları içselleştireceğinden,  tutuklanınca bir general, bir hakim, bir medya mensubu ilk akla gelen   “niye yargılanıyor acaba” değil de  “koskoca general, ..,…, nasıl tutuklanır ” olacaktı.

 

Onun içinde bayım, yanlış anlama; düne kadar demokrasi, özgürlük için çırpınanların yanında durmadığından değil; minnacık da olsa mevcut ikiyüzlü DEMOKRASİYİ; hiç hoşlaşmadığı hükümeti seçimsiz, cebren devirmek için  % 100 haklı Gezi Parkı  eylemine mal bulmuş mağribi gibi sarılma cinliğindekilere; kurban etme ihtimalin de az değildir hani. Hem nefes gibi, su gibi bir ihtiyaç demokrasi de yalnızca senin hayatına, hassasiyetlerine,  ağacına, parkına, içkine dokunulduğunda hatırlayacağın bir şey değildir.

 

Hâlâ birbirini, farklıyı anlamak, dinlemek yerine terbiye etmeye kalkışılan BU biber gazlı, sopalı hengâmede; babasını öldürdüğünü iddia edene  “bu ülkede doğumda, ölümde bedavadır “ diyen medya patronun sözü  “iyi akşam”lı topuklu ayakkabı seslerine karıştığında  “shutdown”a tıklayarak her dinleyişte Fransızca öğrenme arzusunu uyandıran  “les passants”lı  Zaz’ı da susturursunuz.

 

İğde kokusunu bastıran kör olasıca kızartma,  börek kokulu sokakta; yüreğinizden kaptığı bir sızıyı, bir kırılmışlığı iğde dalına konduran ud’a karışan ney’in sesi. Çay, pisküvit,  kısır zamanlarının “ey ceylan bakışlım, ey boyu beste”si. Yutkundukça boğazınıza batan bir hüzün, bir dudak bükme isteği.

 

Öyle asmalı mescitte, nevizade değil sokak ortasına düşmüş herkesin gönlündeki  “ nazende sevgili”sine ithafı. Şimdi bu şarkıyı;  güneş usul usul batarken denize, çıplak ayak kumsalda,  elleriniz şarap dolu su bardağını kavrarken dinlemek varken… perdeleri açık evin penceresinden IKEA kataloğunda gördüğünüz boyası bir aya kalmaz atacak, üst rafına DVD konacak beyaz lake kütüphaneye dalıp gitmek….

 

 Un ufak edilemeyen  öfkeler  arasında gecenin koynuna girmeye hazırlanan denize bakma  özlemi… öyle yıkık…öyle iç çekerek… öyle bakmak işte… bilinmesini istedikleri kadarını öğretenlerden, gösterenlerden uzakta….öyle bakmak…Daha fazla da kirlenmemek için belki hayalleri de toplayıp, arkaya bakmadan gitmek mi lazım ne, buralardan. Öyle de olsa bu kadar açık etmek zorunda mıydın bu şehrin,   bu zamanın,  bu mekânın, bu ağacın; altındaki misafirliğini.

 

Zaman aşımına uğramayan tek şeyin; geçmişin; orantısız gücüyle tüketildiğinden sendromu bile yaşanamayacak “tükenmiş”likle,  geride  de kendi içinde kapanmış bir istiridye mi bırakılır ne; kim bilir. Gidişin ışıltısını  Abdullah Cömert’in ölümüyle  yitiren hayatta;  hey bayım!!!!! anladın mı sen;  elbette “gülünün solduğu akşamdı.” 

Gülsen FEROĞLU

6.06.2013