Hayatın baştan sona haksızlık olabileceği
bu diyarda; öyle bir dalmışsınızdır ki Ethem’in ellerine baktığı fotoğrafına;
sözler, yazılar soluklaşır. Ölgünlüğünüzde, bir an, dünya durmuştur sanki…keşke…dursaydı da. Hiç
değilse gözyaşına, kana, katliamlara,
parçalanan kollara bacaklara, darbecilere, diktatörlere, yurtsuz
halklara doymayan Ortadoğu coğrafyasında; kime, neye yanacağını şaşırtacak
kederler yükletilen hayatların ordan, oraya savruluşunu görmezdiniz; yemek,
içmek kadar gündelik tayın yapılmış ardında bir soru işareti, bulunmayan
katiller bırakan ölümle yerle bir edilmiş, onlarca ayakkabının açık kapı önüne
taştığı evleri de.
O evlerde en güzel gülüşünü, en güzel
masalını beraberinde götüren evladının göğsüne bastırdığı fotoğrafıyla sağa
sola yalpalayan bir anne, evladını yitirmesine neden; her an, her yerde ölümün
kol gezdirildiği bir coğrafyada doğarak, çocuğunun ömrüne doğurduğu ânda kefen
biçtiğinin farkında bile değildir, belki.
Hâlbuki Norveç’te yaşasaydı herhangi bir
protesto eylemine katılmak üzere evden çıkan evladının devlet terörüyle, bomba
yüklü aracın patlatılmasıyla öldürülmesi Breivik vari kişiliklerle
karşılaşmadığı sürece olanaksız gibi bir şeydir. Evladı da; her insan, her
farklılık, her din bir zenginliktir medeni anlayış gereği; etnik kökeni, mezhebi, anadili, yaşam biçimi dışlanan bir
ülkede; adı Dersimken Tunceli, Amedken Diyarbakır yapılan bir şehirde doğmayacağından; eşit yurttaşlıkla, şehrinin isminin geri
verilmesini talep ettiğinde devletin
zulmüyle karşılaşmayacaktı. Darbe bilmez ordusu da askeri hükümranlığına
ek ekonomik, siyasi hükümranlık peşinde; vatandaşını öldürecek planlarla
darbeye zemin hazırlamayacak,
yargılanıp, mahkûm edildiğinde de kontr gerilla bağlantılı elemanlarını
savunmak bir yana, utancından sus pus oturacaktı.
Peki ama medeni demokratik bir anlayışa
halk hareketlerinde birbirini kıra döke, kırmanın dökmenin sonunun olmadığını
göre göre, ırkçılığın faşizmin acısını çeke çeke ulaşan çoğu insanın esinlendiği
Avrupa, göz önündeyken, nasıl oluyor da Ortadoğu, asırlarca, halkları;
demokrasi yerine kanlı ya din, ya efendi seçeneğine zorlayan anlayışın
hükmündedir.
Ve niye ülkelerinde çıkan kargaşaların,
isyanların çıbanbaşılığını kendi otoriter idarelerinde arayacaklarına, yabancı
güçleri suçlamanın gelenekselleştirildiği Ortadoğu ülkelerinde, Türkiye’de
hayata tutundurup, ışığıyla kıpır kıpır kılacak sevdiği her neyse; vatan mı
olur bu, özgürlük mü, devrim mi,
demokrasi mi, din mi, bir kadın, bir
erkek, bir çocuk mu, onun için yaşamak yerine, kör kuyu; ölüm, ölümcül derecede kutsanır.
Ortadoğuda çoğu ülkede, Türkiye’de de
ölümü gündelik tayın yapıp, kutsatanın önde gideni; bir ulusu, mezhebi, dini,
fikri üstün tuttuğundan mecbur kalacağı asimilasyoncu, ayrımcı yapısıyla
bünyesindeki diğer uluslara, mezheplere, fikirlere ceza, eza çektiren
yasakçı, sansürcü yönetim sevdalısı ulus
devlettir.” Herkes fikrinde, vicdanında hürdür” dedikten sonra toplumu şucu,
bucu yaftasıyla birbirine düşüren en büyük provokatör ulus devletin
fitneciliğinin koruyucusu da; hukuk, parlamento, kolluk kuvvetleri, medyadır.
Tek fikir baskın çıktığından
kafaların kesildiği kendi Auschwitzini
yaratmış her ulus devlet, penguen medyası, eğitimi, öğretimiyle ideolojisinin maskarası ettiği üstün tutuğuna
sunmuştur iyi bir yaşam için gerekli her şeyi;
iyi eğitim, arsalar, yalılar,
damak çatlatan lezzetler, …, …,
yurt içi, yurt dışı gezintiler sağlayacak sermayeyi. Karşılığında sadece
ulus devlete değil, ideolojisiyle eşit
kurucusuna, liderine tapınan üstünler,
zamanla da Falih Rıfkı Atay’ın Ulus
gazetesinde “En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır”la ifşa ettiği
Tanrı karşısında ki kulun teferruatlığına indirgenerek cemaatleştiğinde, artık herkesin de neye inandığını bilmeden inanan bir kalbi
vardır.
İşte insanları, tapınıldığından da
diktatörleşmiş liderin, devletin peşinden sorgusuz sualsiz ölüme koşturtan,
ateşlere attıran o askerleşmiş kalp, arkalarına düşsün diyedir yaşamanın
değersizleştirilip, ölümün kutsanması. Öldürsün diyedir katillere payeler
verilmesi. Arkalarında bıraktıkları yakınları teselli bulsun diyedir ölenlerin şehitlik mertebesine yükseltilmesi.
Evlatlarının tabutlarına kapanıp kimi
yerde “vatan sağ olsun”, kimi yerde
“cihadın mübarek olsun” diyebilen ebeveynler böyle var edilmiştir. Hitler’in,
Stalin’nin, Pinochet’nin, Evren’nin Miloseviç’in, Esad’ın, Sisi’nin arkasından
böyle yürüyüp, savaşmıştır milyonlar. Böyle susmuşlardır; Yahudiler gaz odalarına,
toplama kamplarına gönderilir, karşıtları Sibirya’ya sürülür, Şili’de,
Türkiye’de gençler işkencelerde öldürülür, Bosnalı kadınlara tecavüz edilir,
muhalifeler Halep’te, darbe karşıtları
Kahire’de, Kürtler Rojava’da katledilirken.
İşin tuhafı tapınmayı
eleştirerek eşitlik, özgürlük, demokrasi için mücadele edenler de ulus devletin
yöntemlerini taklit ederek; düşmanın istediği tek şeyin ölmeleri olduğunu bile
bile ölümü kutsar, kulluktan kurtaracağım dediklerinden de tapınma; biat
beklerler. Bir bakarsınız özgürlükle yan yana gelmesi imkânsız cemaatçiliğe,
ümmetçiliğe veryansın edenlerde cemaat olmakla kalmamış, kendilerini en
özgürlükçü, en demokrat tanımlamışlardır. Boşuna dememiştir Fransız İhtilalinin
başını yediği çocuklarından Madam Roland; giyotine giderken devrim meydanındaki
hürriyet heykeline bakıp “Ey hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor”u.
GALİBA komünistinden
faşistine islamcısına, Türkünden Kürdüne,
her renk, her kesim de biat eden, biatını da sorgulamayacak
ümmetçilerden yanadır. Hani aşık olunur da o kör kütüklükte aşığın huyu
suyu, ailesi deşelenmez, ümmetçide
eylemini, inancını, fikrini deşelemez bir haldedir ki; Tunceli’ye çevrilen
Dersim’in Tunceli’liğini, içinde rakı geçen şarkının söylenmemesini biat
ettiğinden bin kat daha fazla savunur. ”Gezi süpper yeaaa” derken İstanbul 1.
İdare Mahkemesinin Taksim Yayalaştırma Projesi’ni 6 Haziran 2013’te iptal
kararını haftalar öncesinden bilenlerin, kararı saklama nedenini öğrenmek bile
istemez.
Çok şükür ki teknolojik, bilimsel
devrimlerle twitter hesabına dönmüş dünyada ulus devlet delik deşik edilir,
Avrupada bir ülkeden diğerine sorgusuz sualsiz geçilirken, bir benim mi zoruma
gidiyor yanı başımda aklını yorgan yapıp derinlerde uyuyanlar. Bir ben mi
tiksiniyorum 12 Eylülden bu yana üstlerine yeni bir kıyafet almayan; evrensel
hukuk ilkeleri yerine kendi hukuk anlayışı oluşturan; hükümetin, muhalefetin,
ordunun, medyanın mahkemelere, hâkimlere gözdağı, ayar vermekten çekinmeyen
zorbalıklarına.
Hele de onlarca faili meçhulün, katliamın
katili devletin tetikçilerinin,
mahkemelerde, sokaklarda Hrant Dink’e, aydınlara, rahiplere
saldıranların, hangi terör örgütü mensubu olduğunu açıklamadan “Düzmece
Ergenekon davasıyla Atatürkçüler yargılandı” yorumlu ümmetçiler yok mu? İnsan,
o ân, bir saniyeliğine de olsa bunalım takılan; ulusalcılarla, mütedeyyinlerden
çok uzaklarda saçma sapan şeylerin, Cambridge düşesi Kate’in hastane çıkışı
giydiği mavi puantiyeli elbisenin gündem olabildiği bir ülkede yaşamak istiyor.
Hem, hiç yeredir “Mustafa Kemal’in askeriliğinin” her şeyi
yapmalarına izin verdiğine inanmış “Ergenekon ile Haziran direnişinin
kahramanları kucaklaştıracak” ulusalcı cemaatin Ergenekon cezalarına karalar
bağlaması. Açın, bakın, göreceksiniz; Twitterda TT ulus devletinize sapına kadar sadık pırıl
pırıl bir nesil yetişiyor. Hem de Atatürkçü.
Dünyanın her yerinde de vatan, lider, din, özgürlük, devrim, demokrasi için
ölürüm, öldürürüm diyerek ölenler, öldürenler mi, hep, ezilenlerdir. Tıpkı Yemen’de, Sarıkamış’ta, Çanakkale’de, Sakarya’da,
İnönü’de …, ölenler, öldürenler gibi 12 Eylül 1980’ne kadar
öldürülen 5 bin 800, sonrasında asılan
50 kişinin, 30 yıllık iç savaşta ölen 50
bin Türkün, Kürdün, Gezi Parkı
direnişinde katledilenlerin hepsi de
fakir, fukaranın çocuklarıydı; büyüyeceklerdi de eğer öldürülmeselerdi.
Siz de dayanabilir hale gelen
kederinizi, geçmişi unutmadığınız halde unutmuş gibi yapmışsınızdır ya onun
gibi; bitmiş, geçmiş gibi yaparsınız her şey; acı da… aşk’ta… sevda da ….
Herkes de bittiğini söyler. Kendi kendinize sizde bitti dersiniz. Ama bitti
deyince biter, hiç iz kalmaz mı? Zaten
“Sen gittiğinde” diye başlayan şiirler, şarkılar, yazılardaki hüzünler
de hep tek kişilikken, dünyanın da toz
dumanı altında çaresizce öyle akıyor…öyle gidiyor hayat… kaybettiklerimizi de
alıp yanına… bıraksalar kendi hayatımızın kahramanı olacağız da…
Yaz mı? O da geçer, gider. Yine gelir.
Gülsen FEROĞLU