19 Eylül 2010 Pazar

Ey adalet, yüzüne tüküreyim senin

Gitme vakti midir, değil midir  kararsızlığına itse de göçmen kuşları, bir türlü bitmeyecekmiş gibi gelen bu  sıcaklar,  sezonluk sevdalarla vedalaşmalar, şehre dönen üniversite öğrencileri, yazlıkçılar  derken yavaş yavaş gece karanlığında dışarıda oynayan çocuk sesleri de azaldı işte.

Akşam üstü  Atakule’den Cinnah caddesine inildiğinde rüzgar da artık üşütüyorsa “Sonbahar. Yine geçti bir yıl daha”yı düşündüğünüz ‘an’da geçen bir  salise, bir saniye sonra; ne  yapıp, yapmadığınıza bakmadan sizinle  beraber yıllarca akıp, giden zaman olacaktır.

O zamanın 2010’un da,  Facebook’da, Twitter’de  “Ne mutlu hayır diyene”li ucuz polemikli referandumun  kurbanı ‘12 Eylül’, yıllarca çoğunluk için sıradan bir tarihken  sizin için,  bazıları için  öylesine ölümcül,  öylesine insanlık dışı, öylesine faşist, öylesine kan revandı ki.  

Onun içindir, içinden bazen devrim, bazen özgürlük, bazen  aşk,  bazen  iş, parayla geçilen, herkese “her şeye de iyi gelmiş” o zamanın   her 12 Eylül’ünün sizi kanatması.

Sanki dündür. Eylüldür. Elinizde “Faşizme geçit yok”lu  pulların sarıldığı gazete kağıtlarının konduğu poşet, yoldaşlarınızla buluşacağınız Botanik parkında, kucağına uzanıverirsiniz sevdiklerinizi, gençliğinizi  çalan zamanın.

Televizyonda omuzları bol yıldızlı, sırmalı adamlar. ”Mahşerin 5 atlısının” en ortasındaki  bağırıyor “Milli birlik, Anayasa, asayiş, ….., .” “Çok şükür kurtulduk” duygu sellerine tanık çocuklar; mutlu, mesut,  caddelerden geçen askeri araçlara,  askerlere selam duruyor.

“Devrimci durum oluşuyor”a yoğunlaştıklarından, tanıdıkların kendilerini sokakta görünce yollarını değiştirecekleri darbenin yapılacağını tahmin edemeyip, sol kol havada “Başta bayrağımız Leninizm, ….., bayrağını yükselt, daha, daha  .......”yı söyledikleri  dayanışma gecesinin sabahında kırılıyor  evlerin  kapıları. Listelere bakıp, içlerinden birinin yakasına yapışıp alıp, götürüyorlar.

Sonra, halkından çok, çok, ama çok daha akıllı  7  Paşa’nın  “New York, New York” diye bir şarkı var, ama Türkiye’nin bir şarkısı yok”la yaptırdığı  “Türkiyem”le, hakikaten de ”Memleketin bir başkalığını” doğrulayan  şarkılarla, çığlıklarla inleyen koridorlar,  dört duvarlar.

Ne dışarıdan haber almak, ne  dışarıya haber gönderebilmek. Soru, soru, soru, sorular. İşkence. Tecavüz edilen kadınlar. Sigara söndürülen, Filistin askılarında gerilen çıplak bedenler. Falakada ayaklar. İşkence, işkence, işkence. Ertesi gün, ertesi günler aynı şeyler.

Uykuya  dalınamaz.Dalınsa da içeriye mutlaka birisi girer. Silahlı  kimseler,  solcu, ….,  sosyalist, …, Kürt, …., Türk, ….,   devletinin sözünden çıkmamış Ülkücü,  her kimseniz,  her neyseniz,  sizlere  ne isterlerse yapabilirler. Sizlerse  hiç bir şey yapamazsınız.Kendini savunmak mı ? Yoktur.  Anladınız mı ??? Yok!!!  

Her kimseniz, her neyseniz  elinizi kaldırıp dua edecek gücünüz de yoktur. Hem kime edeceksiniz, tanrı bile onlardan yanayken.17, 18, …., 20 …, 22 …., yaşındaki sizler, toplumun düzenini bozansınızdır.Komünist, ….., anarşik, ……, sapkınsınızdır.

Yaşanan, yaşatılan her şey  nasıl o kadar olağan,  nasıl o kadar  adil  karşılanmıştı da bugün bile “12 Eylül gerekliydi, kanı durdurdu”, “Annenizin, babanızın dizinin dibinde otursaydınız. Koca devlete ……,  tutuklanmaz, işkence görmezdiniz” diyen yüz binlerin gaddarlıkları bir yere sığamamıştı.

O günlerde EVREN  “Şartların olgunlaşması için 12 Eylül’e kadar geçen birkaç yıllık süreyi kullandıklarını”, 12 Eylül öncesinde Manisa Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış olan da  “Ankara’da Bahçelievler’de çeşitli suçlardan dolayı aranan ülkücülerin kaldığı evler vardı. Buraya resmi görevliler gelerek ‘Büyük adam öldürün de kimi öldürürseniz öldürün’ diye telkinde bulunuyorlardı” ifşa etmemişseler de,  her şey  akıl almayacak  kadar mı “derin”di, öylesine apaçık,  göz önündeyken.

İyi de tüyleri diken diken etmesi gereken; darbeye zemin diye  “Kardeşi, kardeşe kırdırtan” ortamı yaratmak uğruna, ülkenin gençlerinin hayallerini, inançlarını kullandıklarını, silahlandırdıklarını, örgütlere istihbaratçı doldurduklarını, evine, okuluna, işine  giderken atılan mermiler,  bombalarla yere yapışan, kim vurduya giden 5 bin 800 kişinin tek suçlarının da yanlış zamanda, yanlış yerde bulunmak olduğu gerçeğini hiç çekinmeden,  yıllar sonra açıklayan cuntanın başını bu kadar pervazsız kılan neydi ? 

Daha Cumhuriyet yeni kurulmuşken Şark İstiklal Mahkemesi savcılarından Süreyya’nın hatıralarında bahsettiği “……… Türkçe bilmeyen bir insandan bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına karar verilmiştir. Hemen o gece Dağkapı meydanına götürüp çocuğu ” asan,  “İdam etmek için 70 kusur yaşındaki Seyit Rıza’nın yaşını küçültüp,  17  yaşındaki oğlunun da  büyüten”,  bir şeyi aslında ne değilse ona dönüştürmede duayen zihniyetin mirasçıları, Cuntacılar, öyle bir görev duygusu, öyle bir inanmışlık ve inandırmayla yapacaklardır ki darbeleri……. Kendilerine sahip çıkacak yüz binlerce insan; hem  “devrim“ denilecek 1960 darbesinde 1957 seçimlerinde yüzde 47,9 oy verdikleri MENDERES‘in alaşağı edilmesini, hem de   Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’ni asacak 12 Mart 1971 darbesini aynı duyarsızlıkla seyredecekti..

1930, 1940, 1950 doğumlu olup  2010 yılında 80, 70, 60 yaşına bastığında 6 darbe, bir e-muhtırayı  ömre sığdırmış aynı yüz binler, 12 Eylül 1980’de de pek çok hayatın ziyanının  seyredenidir. O yüz binlerin arasından birileridir,  kendi elleriyle gençleri sıkıyönetimlere, polise, askere şikayet eden.

EVREN’i gözlerinin içine baka baka “Bugün olsa, yine yapardım. İdam ettiysem ettim” dediğinde  alkışlayabilenleri yaratmış bu militarist kültürün getirisi; birilerine illa ki “kul olmayla” yüzleşeceklerine, %91’le kabul ettikleri cunta Anayasasının değişmemesi için EVREN’le aynı ‘Hayır’ oyunu  “O günleri unutmadım” diyerek kullanmayanları,  oturdukları yerden   ‘cahil’,  ‘aptal’   (Aziz NESİN’in malum sözleri hangi olaydan sonra söylediğini ısrarla da  yazmayıp ) yaftasıyla yargılayan da  aynı  yüz binlerdir.

Cuntacılarla  birlikte işledikleri kanunsuzluğunun farkında bile olmayan  “Memleketi bunlardan (kime düşmanlarsa ondan) kurtarın paşam” gözü dönmüşlüğünü ‘çağdaşlık’ adıyla bugünlere de taşıyacak; komutanların ellerini öpmeye yeltenen, aşkla sarılan yüz binlerce hanım kızlar, erkekler, aydınlar yaratıklarını bilen  EVREN’de,  onun için  “Şartların olgunlaşması……”açıklamasını  büyük bir gönül rahatlığıyla yapmıştır.

Aslında; 1915 Ermeni tehcirini,  6-7 Eylül’ü, ….,  Çorum …, Maraş …., kıyımlarını yapanların,   1968’de Beyazıt, 1977’de Taksim meydanlarını taratanların ….., Vedat DEMİRCİOĞLU’nu,  ……,   ….,  Bedrettin CÖMERT’i …., Uğur MUMCU’yu,  ….., Musa ANTER’i katledenlerin, Sivas’ta 37 aydını çayır cayır yakanların  ortaya çıkarıldığını, yargılandığını, hesap sorulduğunu  görmeyip, tersine tarihlerindeki benzer olayları her zaman yaşayan yüz binler,  ne geçmişte, ne gelecekte, ne de bugündedirler. Orta kalan da  kimsenin üzerine alınmadığı,  paşa, paşa da  ödenmesi gereken  hesaplardır.

Eğer, Yargıtay üyeleri AİHM’ den  dönecek DİNK kararını onaylıyor, Ali Fahir KAYACAN ekranlara çıkıp verdiği 50 idam kararını savunabiliyor, hunharca işlenen cinayetlere “Devlet elden gidiyor, PKK bölgeyi ele geçiriyordu”yla meşruiyet kazandırılıp, Yeşiller,  nice Yüksekova çeteleri Doğu’da, Güneydoğu’da  cirit attırtılıp, Dörtyol’da, İnegöl’de de  Kürtlerin evleri yakılıyorsa bunun sebebi işte  ortada kalan o hesaplardır.

Eğer “Yusuf’u vuran çavuşa madalya” gönderen  ordu,  köy yakmalarında, boşaltmalarında “ne 12 Eylüller gördük” dedirtecekleri Kürtlerin  30 köyünü (sığınağı) yaktı diye  Ali ALTAY’da takdirname yolluyor, savaş tüccarları barışı sabote etmek için Hakkari’de;  arife günü 9 Kürt gencini öldürüyor, 9 köylüyü de  mayınlıyorsa bunların sebebi de hesabı kesilmeyen o  darbelerdir.

De ki hesap  sordurulamadı, sorulamadı.Tek şey yapılsa, darbe mağdurları, asılanlar her anıldığında, A’dan  Z’ye bütün darbecilerin;   subayların, ….., işkencecilerin,  ……, mahkeme üyelerinin …., bürokratların   “11 Eylül gününe bakın”la darbeyi aklayan yazarların,  …..,   adları, soyadları tek tek; Numan ESİN …., Tahsin ŞAHİNKAYA …….,  Mehmet AĞAR, ….., sıralansaydı, unutturulmasaydı,  en azından  faillerin aramızda  saygıdeğer vatandaşlarmışçasına dimdik dolaşmaları, bir  üst makama yükselmeleri setlenir,  Ergenekon,  provokasyon odağı JİTEM, darbe yandaşlığı utanç nedeni sayılabilirdi.

Tanrının başka  ülkelere  değil de necip Türk milletine armağanı EVREN’nin, cuntacıların  kurumları, yasaları  altında kurtulmak istediğiniz bir geçmiş,  başka türlü olmasına izin verilmeyen bir gelecek. Boğuşup dururken dört bir yanınıza da dağılmıştır fotoğraflarınız. Düzeltirsiniz. İçinden, kelimelerin anlamını sizden söküp alacak hayatlar düşer. İçinden, okyanus rüzgarı gibi  hiç sahip olamayacaklarından öldürdükleri; bir kolu bıçaklanmış karnından akan kanının üzerindeki Fevzi KURUÇAY’lar, …, Mazlumlar, …,   Orhanlar, …., Ceylanlar, …., Enverler akar.

Ellerini tutarsınız. Sıcacıktırlar,  yanarsınız biraz. Dudaklarda kırgın  gülüş,  onlar sizin, siz onların  yüzünüze bakarsınız.  Öylece, sessizce.  “Çürümekte, çürütülmekte de” olsa bir adaletten bile söz edilemeyen o günlerdeki adalet ????? Bir daha  “Ey adalet, yüzüne tüküreyim senin”le erirken Necdet ADALI’nın,  Veysel GÜNEY’in  seslerini  duyarsınız uzaklardan “Söylesene yoldaş, dolaştı mı “En şanlı elbisesi / Mavi işçi tulumuyla / Bu güzelim memlekette hürriyet.”

Ne de olsa içinizdeki darbecilerin o Eylül’de öldürdüğü bir parça size aittir.Kimse bilmez. Kimsenin bilmesi de gerekmez ya.

Her hayatın  bir hikayeye,  her hikayenin de bir hayata döndürüldüğü 30 yıl öncesiydi. Ve Şafak Türküsünü dinleyip,  Uçurtmayı Vurmasınlar’ı, Babam ve Oğlum’u, Eve Dönüşü izleyip ağlayınca üstlerine düşeni yaptıklarına inananların, zamanında aksaydı çok şeyi değiştirecek geciken göz yaşlarını akıttıkları dündü.
Ve dünde, 12 Eylül 2010 referandumunda istedikleri ‘Hayır’ çıkmayınca bünyelerindeki  histriyonik kişilik bozuklukları  iyice açığa çıkan “Creme de la creme” beyaz Türk’lerin en ÖZKÖK’ü,  o  kadan mikemmel bir davranış sergileyip “Kaybedenlerin ‘kimsesi’ olmak” yazısını yazar.

Acaba, bu durumda, sizce,  ömründe yalnızca  bir  seçim değil, Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de  hep kaybedenleri, kaybettirilenleri,  o canım  ‘beyaz Türkler’ nihayet  anlayabilmişler midir ?
Seni anladım! Beni anladın !!!!  Ah,  ama bu bilinmez ki…