Ayaza vurmuştu şehir. Sen ölüyordun; “50
gün yattım…. 50 gün… dile kolay… bir avuç kalmışım ….. onca gün bir doktorun
aklına bile gelmedi… düşünsene”yle
şikayetlendiğin Hacettepe hastanesinin onkoloji servisinde.
Sen ölüyordun. Ben, habersizdim bundan. Az
sonra mesai bitecek, insanlar yine
doluşacaklardı vitrinlerini yılbaşı ağaçları, tavanlarını, merdivenlerini renk
renk toplar, kurdeleler, yıldızlarla süslemenin kasveti silemediği alışveriş
merkezlerine.
Sen ölüyordun. Hava kararmaya yüz
tutmuştu. Birileri Sakarya’daki balıkçıda
“… kilo Hamsi” tarttırır, birileri yılbaşı için Roma’ya, Paris’e, yurt
içinde güneyde bir otele rezervasyon yaptırtır,
kadın nüfusun %70’ini oluşturan evlerin hizmetlileri ellerinde çay “Beni
Affet” ya da “Unutma Beni”yi
seyrederken; kalbin durmuş senin. Yarım
saat. “… çalıştırmışlar… yapacak bir şey kalmadı …” dediğinden doktorlar “annesini çağırmışlar
Sivas’tan” diyor telefondaki ses, üç yaşındaki yeğenimin “Ecem, bana senin evin
yok dedi” bağırtıları arasında.
Sen ölüyordun. Belki soğuyordun yavaş
yavaş. Soğuyordu şehir. Soğuyordum elimde telefon ben de. Şehre kar yağıyor “3
Aralık 2012 Ankara’da kar yağışı” entry’leri, tweetleri dolanıyor sosyal
medyada. Telefon elimde ben, öylece bakıyorum kara; boş, boş.
Sokaktayım. Acıları umursamadan arabaların
farlarıyla oynaşan karı; kamçı gibi yüzüme yüzüme savuruyor rüzgâr. Kanıyor
yüzüm sanki. Kanıyor işte. Ağlıyorum ben “ölüyorsun” diye. Yok, yok, yokkk
gelemem hastaneye; ilk yaşam kırıklığında dudağı bükük bir çocuğunki gibi
incinmiş, solmuş benzine bakamam.
Bakamam ben. Bakamam çocuklarının, eşinin yüzüne.
“... böyle yaşanmaz… yerimden kalkacak
takatim kalmadı…kalkabilsem.. şu pencereden atlayıp intihar edeceğim…. pes
ettim ben…., “li titrek, ağlamaklı
sesini duymamak için son günlerinde, seni arayamayan ben gelemem, gelemem; öyle
biçare, öyle kırgın, öyle erimiş, … öyle…öyle… ölmek üzereyken sen, yanına.
Açamadığım o telefon için; senden önce
yakalandığım kanser, yeni geçirdiğim beni kanserden beter eden ameliyat
yüzünden herkes gibi sende “ hiçbir şeye üzülme ” dediğinden affederdin beni,
biliyorum. İnsan nasıl da kendini düşünüyor değil mi? Oysa ölen sensin; bütün
hayallerini kaybeden… bir daha gökyüzüne, ….. caddeye bakamayacak… geri kalanı
yaşamayacak olan; sen.
Akşamın yoğun
insan, araba, ses trafiğine karışıyor
“Ölüyor, ölüyor”lu hıçkırıklarım. Zayıflatıp kocaman yeşil gözlerini,
elmacık kemiklerini ortaya çıkaran kanserin sararttığı o güzel yüzün geliyor
gözlerimin önüne; odanı zorlanarak adımlarken söylediklerin “….sıyırmalıyız
kanseri...senin kemiklerin de bu kadar
ağrır mıydı ???? ” Her soruna sen rahatla diye “ Evet …… kemoterapinin yan
etkileri, geçer” derdim…geçmedi.
Konuştuklarımız hücum ediyor dört bir yanıma, ağlıyorum.
Kavşakta garip garip bakıyor insanlar; ben ağlıyorum. Ağlıyorum, ağlıyorum,
…,.ahhhhh, ah Allahım, ah Tanrım…ahhhh….ölüyor.
Yaşamımız boyunca bize kulları
değilmişçesine aldırmadığını bile bile medet umuyorum Tanrıdan; MEDET. Bir daha
asla buluşamayacağımız, her seferinde de ”Bu park Gökçek’in olsaydı tertemizdi,
CHP’lilerin ..”dediğin parkın önünde;
bir ok saplanıyor sanki ciğerime.
“Ne oldu” diyor annem panikle “ … ölüyor. Kalbi durmuş… “ diyorum.
Sarılıyorum ağlıyorum. Ağlıyoruz. En son isteğim bir teselliyken annem “… acı
çekiyordu… “ diyor, diyor, diyor da
diyor. ”Olsun, her şeye rağmen yaşamayı çok istiyordu …” diyorum. Biliyorum,
sen, ölmemek için hâlâ direniyorsundur. Kaç kez durmuş gün içinde kalbin… hep
geri dönmüşsün... Son durumunu öğrenmek için hiç kimseyi aramıyorum. Hiç
kimseyi, hiç...
Ey bu
topraklarda bir tek günü seni solumadan
geçiremediğimiz zalım, zalım, zalımmmm
ölüm; “ölen bizden değil ”, “Sırrı
Sakık’a oh olsun”la sevindikleri ân zaten insanlıktan çıkmışları;
vatandaşlarını telef ettiğini “ … 818
Mehmetçik şehit oldu, 934’de intihar etti”,
“… süren operasyonlarda 472 PKK’lı öldürüldü”yle skor niyetine açıklayan
bir devletin utanmazlığını; “Ölen teröriste
ağlamıyorsanız insan değilsiniz” söylevindeki insanlıktan bir haberliği,
küçülmüşlüğü nasıl da aşikar ettiğinin
farkında bile değilsindir.
(Bilmem ki 89 yıl boyunca devlet; valisiyle, emniyet
müdürüyle Kürtlerin nedensiz dağa çıkmadıklarını, ölene ağlamayanın insan
olamayacağını anca düşünüp, anca
keşfettiğinden buna şükür mü etmeliyiz.)
Sende de ki ey ölüm ; yıllardır Türk,
Sünni, Müslüman olmadıklarından ötekileştirilen herkesin öldürülmesine, ölümüne
sevinen; hayatını üç, dört cümleyle (hain, bayrak, vatan, …, ..) idame ettiren,
Dersim’de kafalarını kestikleri
insanlarla hatıra fotoğrafı çekenlerden 69 yıl sonra Hrant’ın katili Samast’la da hatıra fotoğrafı çeken Joseph Goebbels
ekolünün temsilcilerinin; ırkçıların varlığından ta en başından haberdar değil
miydin, sen?
Ey ölüm; kimsenin onaylamayacağı “içinde
insanlar varken markete, otobüse molotof atmak “ eylemlerini sıralayıp; Kürtlerin
yaşadığı acıları; Ceylan’ı, Uğur’u,
Roboski’yi, asit kuyularına atılanları, 30 yıldır oğlu, kızı gelecek diye
kapısını kilitlemeden uyuyan anaları; sırf Goebbelsçilerin kabullendiği “terör
örgütü ”nün eseri değil diye yok saydıkça; bir zamanlar Mandela, Yaser Arafat,
Halid Meşal’in de “terörist” kabullenildiğini görmedikçe; bu topraklarda kazanan hep
sen olacaksındır değil mi?
Ey ölüm, sana sevindiklerini göstermekten kaçınmayıp Roboski katliamını “Sayın Kaçakçı”yla
meşrulaştıran Özdil’ler, Ahmet Kaya için “Yaşasaydı KCK’dan tutuklanırdı”yı
yazabilen yayın yönetmenleri yazmaya;
Van depreminde ekranlarda ”….herkes haddini bilecek….”le esip gürleyen Müge’ler,
Duygu’lar hâlâ programlarını sunmaya devam ettikçe, tanımadıkları çoluk,
çocuğu “terörist”
likle ithamladıkça, hep ortalıkta
sinsice dolaşacaksındır değil mi?
Ya siz Özdiller, Mügeler; 8 asker 10 PKK’ lı öldürüldüğünde elde toplam
18 ölü gençten başka bir şey yokken; sizler neye seviniyorsunuz; dünyayı ters
yüz eden bir icat mı yaptınız, yeni bir işletim sistemi, kanser ilacı mı
buldunuz? Soluklanın da bir bakın neye seviniyorsunuz siz; ölüme, öldürmeye.
Oysa ölenin
anası, babası, akrabaları olduğunu unutturan o aptalca sevinçtir de; kaybedecek
bir şeyleri olsun da istenmeyen ötekini bilendirip; ölmek, öldürmek için yollara düşüren.
Hem, bu topraklarda yaşayan Kürtler dâhil tüm
azınlıkların varlıklarını kendilerine borçlu olduğunu sanan, her alanda eşit
yurttaşlığı Anayasalarına koymamak için bile bile direnen; hiçten kibirli Türk
müesses nizamı ayakta kalabilsin diye, sebepleri besbelli bir
savaşta niye gencecik Mehmetçikler, gencecik Kürtler ölsün. Bombalanıp
katledilsin köylüler, niye, niye...
Öldürülenin
adına, ırkına, sanına, dinine, anasına, babasına değil bir kez, sadece bir kez
bakılsaydı yaşına “Durun artık, çocuklar öldü, ölüyor” denseydi çoktan susardı
silahlar.
Susunca silahlar, susunca ölüm; gündeme hiç alınmamış bu gidişle de
alınmayacak “niye bu kadar çok yalan
söyleyen, söyleyeni baş tacı eden bir toplumuz”, “bir muslukçu, bir terzi,
elektrikçi niye hep yarım yamalak yapar işini onca da para ister”, “peynirde,
yoğurtta kanserojen kıvam artırıcı maddeler niye kullanılır” vari günlük
hayatımızı zehirleyen onlarca olguyu tartışabilir, edebiyattan, sinemadan,
tiyatrodan bahseden keyifli sohbetler yapabilirdik.
Yapamadık belki de yaptık hatırlayamıyorum
tıpkı bir türlü ne zaman tanıştık biz, arkadaşlığımız ne kadar “eskiye
dayanıyor”u hatırlayamadığım gibi. Dertleşmişiz, ailemizi, kızdıklarımızı, …,
…, , anlatmış, anlatmışız da
anlatmışız birbirimize. Bir bakmışız
ailemizden çok görür olmuşuz birbirimizi.
Şimdiyse sen
ölüyordun; akşam haberleri başlamıştı televizyonlarda. M.Ali Birand soruyordu “Erhan; Başbakan bugün BDP’lilerin
dokunulmazlıkları için ne dedi?”.
Onca kelime
arasında yalnızca dört harfli bir kelimeyi duyuyorum; “…. öldü …..” Gözlerim
ağrıyor, içim ağrıyor, her yerim ayrı ayrı sonra hep birlikte ağrıyor. Gidip te
evinde bulamamak seni, nasıl da kahredicidir; uzandığın kahverengi kanepe,
annenin “kuzum arkadaşların geldi bak, sen neredesin” çırpınışları...
Yarın,
bir zamanlar her sabah uyandığın aynı oda, yürüdüğün aynı sokak,
çalıştığın aynı daire, yemek yediğin
mutfak aynı dururken bir tek sen olmayacaksın; Eylül’ün düğününde
oynamayı, Kazdağlarında bir köyde taş ev
alıp ömrüne ömür katmayı düşleyen sen, sen.
Bilirim artık, en zoru toprağa vermektir
öleni. Onunla birlikte kendinden de kocaman bir parçayı gömersin; biraz
ellerinden, biraz gülüşünden, biraz
aklından, biraz kalbinden koca bir parçayı. Okul çıkışı el arabalarında satılan
diş kıran keçiboynuzlu, ipe dizilmiş
çoğu da kurtlu alıç kokan çocukluğunu, masallarını, yapamadığın devrimi,
türkülerini, rakıları da gömersin, birlikte.
Sen gittin…zaman döndü…
döndü yine de dünya….gün döndü…yıl ha döndü, ha dönecek.
Hâlâ mesaiye koşuyor işyerindekiler, cebinde taşıdığın föyleri imzalıyorlar,
yine yetmiyor maaşlar. Hâlâ operasyonlar sürüyor, ölüyor gençler hâlâ. Herkes de
aynı şeyi söylüyor;” hayat bu, savaş bu” İyi de hangi hayat, hangi savaş
temizdir içinde ölüm, katiller, zülum
varken.
Benim narin mi narin, iyi arkadaşım, kardeşim. İnsan yakmanın, nefretin insanlık
suçu sayılmadığı bıraktığın yerin Cumhurbaşkanını bile zehirleyecek
kadar kötülüklerle; ölümlere sevinen kötü insanlarla dolu olduğunu bilerek
gittin sen. Bir öteki olarak sende bilirdin; sessiz, sedasız göçen Juliet’lerimiz, Romeo’larımız
vardı bizimde; sevdalarını “anlatmayı beceremeyen”, hikâyeleri bilinmeyen,
bilinse de yazılmayan.
Böyle de geçmemeliydi yıllarımız. Hayatımızın baharları,
yazları, kışları… böyle kırık… böyle
hüzün yüklü... böyle 1400’lü yıllarda “Coğrafya kaderdir” demiş İbn Haldun’u
haklı çıkaran ölümlere gebe.
Her bir insan ölümünde şehir, şehirler ölüyordu usul usul; ne ” Gülhane
parkındaki ceviz ağacı”, ne bir başkası,
ne de kimseler farkında değilken bunun ve hayat da yine fütursuz bir genç misali yanımızdan geçip gidiyorken;
söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün
ağırlığını?