Kara
duyguların esirliğinde bak, aşk da yok işte; ne fulya’da, ne lale’de, ne de
leylak’ta. Aşk hiç yoktu ama hep olacak mı dedin sen. Bizden bir şey olmaz
dedim. Bizden bir şey olmaz dedi o da. Biliyorum dedim, bu durumda ne bizden,
ne başkalarından bir şey olmaz. Derken, belki, 1600’lü yıllarda Engizisyon
mahkemesinin kararını duyduğunda Galileo’da “ne yaparsam yapayım, nasılsa
inanmayacaklar, bunlardan bir şey olamaz “la idamdan kurtulmak için çark
ettiğinde keşfinden, yine de “dünya
dönmüyor desem de o dönüyor” gerçeğini mırıldanmaktan kaçınmamıştı.
İşte
böyle yıllarca ortaçağ yöneteninin “doğru benim dediğimdir” despotluğu,
Osmanlıdan genlere işletilen “Padişahım çok yaşa”nın
Cumhuriyete “Paşam emredin” sirayetiyle
yönetilen Türkiye de; gerçeklilik payı hiç
olmayan her şeyden birine
“hepimizin Türklüğüne” inandırıldığından ancak 36 yaşında Kürtlerden haberdarlığını itiraf eden gazete patronu gibi
milyonların gözleri kör, kulakları lâl edilecekti.
En fazla 1000 karakterli bir
yazıyı sonuna kadar okuyacak biçimde gözler kör,
kulaklar lal edilince de; başta saçının tek bir telinin gözükmesi caiz
sayılmadığından evlere, hareme kapatılan sonra da başını açmadığı için
aşağılanan kadınlar, herkesin giyimine, içkisine, ibadet şekline, 1 Mayıs’ı
nerede kutlayacaklarına, kaç çocuk yapacaklarına kısacası her şeyine müdahale
eden geleneksel baskıcı, sansürcü devlet refleksini
eleştirenlerin, bir süre sonra aynı reflekse sarılması normal kabullenilecekti.
Bu baskıcı devletin başka hiçbir sorun yokmuşçasına rejiminin
sigortası; bazen irticaya, bazen
komünizme, bazen bölücülüğe, bazen mültecilere odaklandırdığı X, Y, Z kuşaklarının isteğide artık; KCK Yürütme Konseyi
üyesi Duran Kalkan’nın “Biz aslında
rejimin sorunlarını hafifletiyoruz. O kadar sorun, zorluk, öfke bize geliyor ki
bunları biz yatıştırıyor, dindiriyoruz. Bazen şöyle de düşündüğümüz oluyor: Şu
PKK’yi bir kenara çeksek, belki anında isyan çıkar." da belirtiği gibi; durduk yere dağa çıktılar dedikleri Kürtlerle
barışmaktansa, savaş yazgımız olsun hep, ölelim
öldürelim, uzmanlarda!!!! sorun nasıl
çözülür diye tezler üretsinli yaşamdır.
Böylesi
bir yaşamda; 2001’de devalüasyon öncesi merkez bankasından 5.3 milyar dolar
alarak hazineyi soyanların, hayat karartan JİTEM’cilerin, yanlış teşhis koyan onlarca doktorun, sanayi
atıklarının zehrini nehirlere akıtanların saygın vatandaş sayılması, 2012 yılında savunmaya 1.75 trilyon doların
harcanması, kitap okuma sıralamasında 173 ülke arasında 86’ıncı olunması, hasarlı
binalara hasarsız raporu verilmesi benzeri
yüzlerce vaka sorun teşkil etmeyecekti.
Olaylara
da ilkokul çağında televizyonlarda izledikleri
yataklarında uyurken katledilmiş bebeklerin kanlı görüntülerinden sorumluların
bölücü terör örgütü üyesi Kürtler olduğunu söyleyen devletin gözüyle baktıklarından; adı her geçtiğinde o görüntüleri çağrıştıranlardan kimin
sayesinde, niye nefret ettiklerini araştırmak da gereksiz bir iş haline
gelecekti.
Hamaseti
geçmişten geleceğe taşıyan tarihin hangi gözle, hangi kalemle yazıldığını da
umursamayan çoğunluğu teşkil eden o kuşaklar mutlu,
mesutturlar da; bir halktan, birinden kökeninden, dininden, mezhebinden
dolayı sırf Ermeni, sırf Hristiyan, sırf Alevi, sırf Suriyeli diye nefret
ettirilmelerinin, etmenin faşizmliğinden bihaber, bir yalanın içinde
yaşamaktan, yaşatılmaktan.
Hal böyle olunca; kendileri,
düşünceleri dışındaki her türlü fikri,
kişileri anlamadan, dinlemeden; küfür,
vurma, kırma, öldürmeyle alt etmelerine
hizmetli yaptıkları Atatürk’ün güvencesi, meşruiyeti için “Mustafa Kemalin askerleriyiz “ betimiyle
kendilerini; her şeyi yapma hakkına haiz
sayacaklara göre, doğru da; kazındığında altında ırkçılığa rastlanacak devletin
resmi ideolojisidir.
Hesap edemedikleriyse 300
yıl sonra olsa da Galileo’nun haklılığının Vatikan tarafından 1992’de onaylanması gibi; istemeseler
de, doğru belletilenin yalanlığının, yanlışlığının bir gün, mutlaka ortaya çıkacağıdır.
O gün bir şeye, bir
ideolojiye inanmanın, savunmanın onu doğru ya da yanlış kılabildiğini ama maalesef gerçek
kılamadığını görünce bu defa da; zekâlarını, benliklerini sorgulamak zorunda
kalmamak için yalan doğrunun devamından yana tavır alacaklardır. Artık bilmeden
ortak oldukları yalanların, bilerek suç ortağıdırlar.
İşte
ülke hep bağımsız, egemenlik hep milletin, demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik bu topraklarda
doğup dünyaya yayılmış da şimdi elden gidiyormuş havasıyla varlığını yıllar
sonra kabullenmek zorunda kaldıkları Kürtlerle barış sürecinin “gitti vatan
elden” nidalarıyla karşılanması, çoğunluğa; Türklere ait her evin, her yerin SS karargâhına dönüşmesi, hep
bu yalan doğrular yüzündendir.
Ve zafere ulaşmış olsa da bir yalanın illaki sonu geleceğinden
yalanı üretene, inandırana değil yalana konu olana; misal Kürtlere öfkelenir.
Öfke “Newroz kutlarken alanlara bayrak asmadılar” isterisini kabartıp; olur olmaz her yere asınca nasıl
değersizleştirdiklerini kavrayamadıkları bayrağı görmeyince, söylemeyince İstiklal Marşını; kendilerini
Yunanistan’da, Yunan vatandaşı sanacak saplantılı paranoyayla birlikte gelir.
Ağızlarından hiç düşürmedikleri ileri demokrasilerde; bayrağı desenli şortunu, taytını giydiğinde hainlikle
suçlanmayacak bir birey ancak akli melekeleri yerinde
değilse; isminin başına ülkesinin sembolünü getirerek kendini devletinin yerine
koyacak bir eyleme kalkışır.
Memleketteyse kendini devletle tanımlamayı (TC) zül addetmeyen
birey olamamışları saplantılarının hayaliliğine ikna etmenin mümkünatı yoktur.
Gerçekle bağlarını da yitirmek üzeredirler hem de; 30 yıl süren iç savaş
boyunca akıllarını kurcalamayan “Kim ister oğlunun katiliyle aynı otobüse
binmeyi. Siz ister misiniz akiller? “ mazlumluğunda.
Kalbe dokunan BU yakarış
nasıl da yürek burkucudur. Kim ister bir katille, katillerle aynı yerde
yaşamayı, karşılaşmayı. Lakin Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin evlerini, dükkânlarını yağmalayanlarla, Maraş’ta, Madımakta Alevileri, Koçgiri’de,
Roboski de Kürtleri katledenlerle, 1977 1 Mayısında emekçileri
kurşunlayanlarla, Başbakanını,
gençlerini darağacına gönderenlerle, işkencecilerle, Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatanlarla, eksi
20 derecede barakalarda yatıp kalkan Kürt işçileri diri diri yakmaya
kalkışanlarla, tetikçiyle poster çektirenlerle; yaşandı işte; yaşanıyor da hâlâ.
E tabi say say bitirmeyecekleri kötülüklerin musebibliğine inandırıldıkları
Ermeni, Rum, …, …, Alevi, Kürt
azınlıkların; solcuların, dincilerin, …,
…, eşcinsellerin başlarına gelenler
“rahat durmadılar ki ”yle hak; çektikleri,
acıları da önemsizdir ya
katillerden yakınmadan bir arada
yaşayabilirdi onlar.
Onlardan biri beton yığınları arasında nerden geldiği bilinmeyen
hanımeli kokularının, kendini bahar
rüzgârlarına bırakan kır çiçeklerinin peşine düşme mevsiminin sabırsız bir gününde dedi ki; herkesin kendi masalına verdiği ad, kimlik fark etmez aldatılmışız. Aldanmışsın
sen de yalana. Canın da bundan yanıyor. Yoksa “aldım, verdim, ben seni yendim “li kavganın nedeni bu
toprak, 3000 yıl ÖNCEnin sahipsiz toprağıydı, değil mi?
Bunu bile bile, bir kez daha,
Ceylan
Önkol’la, Serap Eser’in kaybının, kıymetinin yarıştırıldığı, hiçbir katliamda
ulusal yasın ilan edilmediği Türklerin Türkiye’sinde; sevinçlerin,
acıların paylaşımına engel doğru diye içinde
hep bir Giyotin saklı yalanı seçiyorsun.
Göz
göre göre de; bir anda 60 yaşayanını korkunç
bir katliamda yitiren Reyhanlı’nın yağmurlara bırakılmış yasını, haklılığını
kirletecek; olaydan sorumlu hesap vermesi gereken devletin yerine; savaştan kaçarak ülkene sığınmış Suriyelileri “Reyhanlı halkı onlardan intikam alacak”la suçlayıp, gördükleri yerde de linç edenlerin yalanlarına alet oluyorsun, bir kez daha.
Üstelik
yazarın yazdığı “Kendi doğrularına
inananlar, arkalarında da cesetlerle
dolu bir yeryüzü bırakırlar” yaşanmışken hep. Hayır denmiyor da şimdi, hayat için, barış için muhtaç olunan hakikat
denen şeyin bilincinde miydin de söylenen, söylenmiş yalanlara
sinirleniyorsun, o da bazen.
Hiç
aramadığın hakikat var ya o hakikat; belki bir kuşun kanadında, belki de yanı
başında evladını kaybetmiş bir annenin gözlerinin yaşındaydı. Baktın mı hiç?