28 Haziran 2007 Perşembe

Bizim de boyumuzu aştı bu şehir

Zaten, neredeyse tamamını memur, asker, öğrencilerle onların ihtiyaçlarını karşılayan işletmelerde çalışanların oluşturduğu bu şehir, sokaklarında “Elbise, pantolon, etek temiz, düzgün. Bıyığın uzunluğu üst dudak boyunu geçemez”li maddeler bütünü Kamu, Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmeliğe uygun, siyah takımlarıyla dolaşan devlet ricaline mekanlığından mıdır nedir, yaşamazdı baharı.

Aynı renk boyanmış binalar arasında, adres soran birine ‘şu gördüğün Genelkurmay Başkanlığı, sağa dön Yargıtay, Bakanlıklar, Başbakanlık…’ yol tarif ederken, resmiyetin “Allahım, neredeyimle” panikleteceği, her şeyin, bir tek unuttuklarından olsa gerek atılacak adımın kaç santimetre olacağının yazılmadığı, yasa, yönetmelik, tüzük, uygulama esaslarına göre yaşandığı, tekdüzeliğini, ne kadar milli düşman, o kadar heyecan verici back door entrika, psikolojik hareketlerle aşan bu Ankara, kırkikindi yağmurlarına da terk ettirmişken baharı, şaşarsınız, hangi arada, derede açar parklarda bu laleler, menekşeler.

Uçarı baharın tahammülsüzü bu Ankara’da, her seçimde, güya halka hizmet için milletvekilliği isteyen sağ, sol ideolojiye mensup, dededen unvanlı, zengin yüzlerce adayın fikirlerini, kişiliklerini takiyeleyerek, aile şirketine dönüşen partilerin liderlerine, aday gösterilmenin bedelini, iradelerini teslimle peşin ödemeleri, bahar kadar temiz onurun, yüze dokunup, sıcağı savuracak, serinletici rüzgarlarını arattıracaktır.

Gerçekte, neyin, kimin, tehdit, tehlike hatta hangi partinin iktidar olması gerektiğini açıklayan, nereden aldıkları belirsiz hoşlanmadıklarını dışlama, dövme yetkisini "siz bayım, fotoğraf karesine giremezsiniz”le göstermekten çekinmeyen boz-kır Ankara’nın dokunulmaz neo-conları, yıllardır her şeyi, nasılsa, her daim hallediyorken, herkesin bir ucundan tutarak katıldığı bu aldatmaca, bu bir tek oy pusulasına er, geç yapılacak darbenin eklenmediği, zamanı geldiğinde sonuçlarının geçersiz kılınacağı şartlı seçimle, demokrasicilik oynamakta neyin nesidir’le, yağmur yağsa da arınsa kirden sokaklar.

Islak kaldırımlarda Don Camillo’nun “Ey Hz. İsa, yüzme bilmiyorken, beni bir grup köpek balığının ortasına, denize atsan, öleceğime üzülmem. Hiç bir şey yapamayacağımı bildiğim için sinirlenirim” tiradıyla yürüsem bu Ankara’da, bulabilsem koca bir çınar, dayansam’la yanar, tutuşursunuz.

Her an ulusal gerilim endeksine tavan yaptıracak olayların yol haritasının çizildiği, diğer şehirlerin de direktiflerine uymakla mükellef olduğu bu Ankara’da, en çokta borsa kapanmış, ana haber bültenleri başlamışken “şimdi, aldığımız bir son dakika haberi”ni duyunca ki, o son dakikadan neşeli bir şey beklenmeyeceğinden, dört bir yanı endişe kaplar.

Yürekleri kabartansa, bu topraklarda, iki yakayı bir araya getirememenin çaresizliğinde “ölüm daha hayırlı”yla yaşamın ölüme yenikliği, ölümünde; bazen uyuklayan bir şoförün direksiyonu kavrayan, bazen zevkin çığlığıyla havaya doğrultulan, bazen “gidip, direkt vurdum abi"nin enseye dayadığı silahın tetiğini tutan, bazen bir intihar bombacısının vücuduna sarılı bombanın pimini çeken, bazen de araziye mayın döşeyen ellerin altında olacak sıradanlığı, herkesi alabilecek ucuzluğudur.

Öyle vizyon, kariyer sahibi olup, aynı statüdeki hemcinsleri milletvekili yapılsın diye “bıyıklı kadınlar”da rol almalarına, fazlasını adımladıklarından Mehmet ÖZ’ün “günde 10.000 adım yürün” tavsiyesine ihtiyacı olmayacak birileri, televizyonlarının sesini “yine, kimlerin ocağı yıkıldı”yla açarken, bir başkasının telefonu çalar.

Yakınlarından haber alma telaşında, balkon, oda, salon arasında mekik dokunur “aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor”a karşın sürekli aynı numara tuşlanırken, ulaşılan ilk kişi, nedense önce azarı işitir “ortalık karışık, bomba patlatılmış, sokaktasın.”

O can pazarında, kimselerin aklına gelmez, günlük hengameyi geciktirecek “biraz daha uyusam”ın faydasızlığında yatağından kalkarak, güne sizin, benim gibi başlayan, keşke “beni, anlatıyor” diyebilselerdi ama “her anını planlayıp, tadını sonuna kadar çıkardım”lı My Way’den, düşünce kuruluşlarının kurmacasıyken onlarca kez gerçeğe dönüştürülen “felaket senaryo”larından haberi olmayacak, olsa da ilgilenmeyecek birilerinin, yüksek stratejik planların kurbanı seçildiği.

Altında kaldıkları enkazın üzerinde toplanacak devlet yetkililerinin ‘Bugün, burada, vatandaşlarımız öldürüldü. Çok, çok üzgünüz’ yerine, alelacele “Olaylardan önce terörü besleyenler kim, ona bakmak lazım”la devletlere mesaj vermede, sınır ötesi operasyona zemin hazırlamada ya da örgütlerin gücünü göstermede kullanacakları gencecik bedenlerinin ölümünden medet bulunduğu, yaşarken söylenseydi inanmayacak birilerinin, çok amaçlı siyasi projenin araçlığında hayatlarından oldukları.

Belki, onlar da, 11 Eylül 2001’de New York’ta İkiz Kuleler yıkıldığında, ülkede, çoğunluğun ‘petrolün kaynağını ele geçirmeyi hedefleyen Amerika, saldırıların planlayanıdır. Çünkü saldırganlığını maskelediği o patlamalardır, dünyayı, gündemi alt üst eden.’ konuşmalarını dinlediklerinde ‘terörü, devlet terörist, terörist te devlet yapıyor, diyor’ ikileminde, asıl, vatandaşlarını çıkarları için öldürtebilecek devletlerin varlığından ürkmüşlerdir.

Eğer, yol parası içinde 478.-YTL. ücretle aile geçindirmenin yolunu bulmaya çalışırken, her patlama, her saldırı sonrası arşivden çıkarılıp iki üç satırı değiştirilen “Türkiye’nin, rejimin 11 Eylül”ü başlıklı makaleleri okuyabilselerdi, 11 Eylül’ü terörle mücadelenin basamağı saymak Amerika’yı nasıl Ortadoğu’ya, Afganistan’na atıvermişse, aynı şekilde ülkedeki patlamaların, ölümlerin, melekliklerini istismar eden kötü komşunun topraklarına topyekun akına dayanak yapılmak istendiğini anlayacaklardı.

Olayları, yüzeysel, misal ‘her şey yolundayken, rahatlık battığından terörist olunur’ bakış açısıyla algılatan devletlerle, karşıtı gözükenlerin, ölmemek için öldürmenin mubahlığı ortak noktasında buluşup, öfke iliklere işlesin, taşsın diye bedenlerin havaya uçurulmasını, insanda yerin dibine girme ve bir daha hiç çıkmama isteği uyandıran keyifle seyreyleyenlerden biri olacak bu Ankara’dır, pamuk ipliğiyle ölüme bağladığı hayatları hep, yarım yamalak, hüzünlü bitirten.

Neden değil bir sonuç, bedeli de sadece ölüm olan savaşta, bir daha ellerini tutup, yüzüne bakamayacakları oğlu, kızı öldü diye gururlanan insanlarla gururlananların “savaşalım” kampanyalarının hiddetinin barışı kovduğu bu Ankara, insanlara umut edecek, pek bir şey de bırakmayandır.

Oysa, dolaplar çevirerek satranç tahtasındaki şahı elde tutan, bozkırın kıskandıkları o deli sevdalarına, dizginlenemeyen bağımsızlığına ‘Deniz’i yok, martı olmak ister’le dudak bükerken, kazanılmış mücadele sonrası, mecburen, kendilerine benzettikleri eski Başkent’ten göç eyledikleri yeni Başkent’ti de sevmelere örtmeyenlerin ürünüdür bu Ankara.

Sağır doğrularının mutlaklığında durmadan konuşan bu Ankara, dün belki de bugün, isimlerinin yer almadığı Google’da katledilişleri sonrasında kayıtları bulunacak, yalnızca kalabalık sahnelerde gözüktüklerinden olmaları, olmamaları halinde fark edilmeyecekleri hayatın repliksiz figüranlarının, kendini bilmezliğini bilmediğinden değil, yaptıklarıyla geleceğini, kaderini çizendir.

Boyumuzu aştığının ayrımına sonradan varacağımız bu Ankara, dünyaya fazla gelecek saflığımızda, kaybetsek te, kazansak ta hayatımız bizim olmalıydı’yı, kendine ihanet ettirilerek çoktan silmiştir de şehr-i harabem’liğini, biz, ancak mı kavramışızdır?

19 Mayıs 2007 Cumartesi

Bir kere, indirin o ellerinizi

Ne izafiyet teorisini, ne yedinci sanatı, ne de hazır yürümüşken günlük yaşamlarını zorlaştıran trafikteki karmaşayı, ekmekte kanserojen benzoil peroksit kullanılmasını, DİNK davasında bazı belgelerin “devlet sırrı” denilerek imhasını protestoyu unutanları umursamayan, uykunuzu bölmese kimseler.

Kuvvet Komutanlarının görev başında hazırladıkları “Önce basını ele geçirmeye çalışacak sonra, sendikalarla, derneklerle temas edip hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bu olayları yurt çapında yapacaktık”lı, Sarıkız, Ayışığı kodlu darbe planlarının günlüklerde ilanıyla ortaya çıkan açık oy, gizli tasnifli gibi demokrasiyi görmezden geleceğiniz uyku, uyanıklık arasında çalmasa telefon, kapı.

Kıvrıldığınız kanepede, andıçladıklarına saf değiştirmeleri için son bir şans tanıyacak zihniyetin “tez kelleleri kesile”li e-muhtırayla muasır medeniyete ulaşmasını “işte böyle, kodu mu oturtan komutan isterduk”la kutlayan, bizim iyi Senyörlerin, Sinyoritaların ekranlarda happy angel modunda akışına dalmışsınızdır.

Güne başladığı pozitif enerjiyle, tanımadığı birine günaydınla gülümsediğinde tuhaf muamelesi görünce ya da otobüse önce binmek için birbirini itekleyenlerin arasında boğulmak üzereyken “Ne mutlu Türküm diyene”yi tekrarlamasına rağmen mutluluğu yakalayamayan, doğduğu andan itibaren “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır”la kaderi çizilen sözdelerden olduğunuzdan, üstünüze alındığınız e-muhtırayı, ütüsü yapılacak giysiler, alışveriş dahil onca iş dururken, “bu kış komünizm gelecek” hayaletinin “şeriatı getirecek, ülkeyi böleceklere” diktesiyle yorumlayanların görsel şovunda kabustan, kabusa sürükleneceksinizdir.

Eyvah, solunu bilmeden solculuk oynayan BAYKAL, SEZER, …, PERİNÇEK’le UZAN, AĞAR, …., MUMCU, BAHÇELİ “tek ırk, tek devlet, tek lider”in ideologlarından HİTLER’in başkanlığında mı toplanmışlar ?

Rönesans dönemi heykellerle dolu caddeye bakan balkonda resmi geçidini seyrettikleri, ellerinde gamalı haçlı bayraklar "dünya bizim olmalı” marşına karışan Wagner’in klasik müziğiyle göz yaşı döken, Yahudi işgali altındayıza inandırıldıklarından kristal geceleri, toplama kamplarını onaylayan milyonlarca Alman değilse kimdir?

Çatılmış kaşlarıyla kapıyı açan ‘bir kere, indirin o ellerinizi’yle liderlere çıkıştıktan sonra sakin adımlarla giden Karl MARX mı, yok, bu Rosa Luxemburg.

Şu atlılar, yanına KÖROĞLU’nu da alarak ayaklanan Demirci Mehmet Efe’nin olmasın. İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin “Yeni baştan bir Cumhuriyet yaratacağız. Çünkü artık eskisi işlemiyor" ne demek, söyleyeyim vatan hainliğidir.Yazın “sanığın idamına, yargılamanın devamına…”, bunu da asın dediği Segolene Royal’ mi ?

Olli REHN’ne “dert ettiğin şeye bak, onlar, kendileri dışında kimseleri, komünistleri, punkçuları, sabetayistleri, liberalleri sevmezken Avrupa’yı, Amerika’yı da sevmesinler ne olacak”la akıl veren de Yalçın KÜÇÜK’mü ?

Vatanı kaderine terk etmemek için hazır ol’da bekleyen intihar komandoları Yasin, Erhan, Emre’ye ayet okuyan dindar ARINÇ’a benziyor sandığın BİN LADİN, gramofonda “beni, bu dertlere salan siz değil misiniz” türküsü çalarken istihareye yatan da Hayrünisa’ymış. Yıl 1800, 1923,1940’sa orta yerde LCD ekran bilgisayarın işi ne?

Varsın Associated Press ajansı herkesin itiraftan kaçındığını “Türkiye’nin demokratik kurumları askerin gölgesinde işbaşında”yı yazsın ne gam. Çağdaşlık imajının kendisi olduğunun farkında olmayan Profesörün, duvarlarda yankılanan “Genelkurmay Başkan’ımıza memur diyen zihniyete karşı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önünde saygıyla eğiliyoruz.” sesiyle uyanınca, kabusunuzu geri istersiniz.

Dimağınızda istediğinizi düşüneceğinizden önemli olan düşüncenin özgürlüğü değil, düşündüklerinizi ifade özgürlüğüdürle bu, küresel furyadan eksik kalmayayım bari’yle, dayanamaz, siz de Galileo’yu yorumlamaya girişirsiniz.

Acaba, bilimsel verilere güvenip dünya dönüyor’u savunduğundan yargılanan Galileo’u, dönmüyor diyenlere, susun artık “aptal bir şeyi 50 milyon kişi de söylese, o hala aptal bir şeydir”le kaba davranmaktansa ‘ne yapayım, dönmüyor desem de, o, yine de dönüyor’la nazikliği mi tercih etmiştir?

Çok değil on yıl önce de rejim tehlikede gerekçesiyle “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemini rotasından saptırıp, muhteşem Fadime, Ali, Müslüm üçlüsü, kurdurdukları hülle partisiyle ayarlayarak, dördüncüsünde, bu defa değişik yapalım’la post modernini denedikleri darbeyle kurtarılan Laik Cumhuriyet değil miydi’yle, ülkenin kopyala, yapıştırlı tarihine aynı dip notunu düşmekten bezen şu sözde aklınızın yorumuyla idare edip, işlerinizi yapma vaktidir.

Her kesimin kendine göre de belirleyebileceği bu din, ırk, parti, sınıf olur, sözdeliğinizde, hep bunu, siyasetin, asker, sivil bürokrasinin tepelerine çöreklenenlerin, çocuğu beğenmediğinden okuduğu lisenin ismini bile değiştirdikleri maddi, manevi avantajlarla kuşattıkları, aynı düşünce ve refleksle hareket eden homojenliğinde gözde kitleyle sınırlayarak, özünden kopardıkları Cumhuriyeti, egemenliklerini kayıtsız, şartsız kılmak uğruna “benim Cumhuriyetime” dönüştürüp kapana kıstırdıklarını görmüşsünüzdür.

Cumhuriyetim böyle, laik kalsın’la yükleyecekleri ölümcül milliyetçilik, İslamcılık bilincindeki gözdelerine sözdeleri, kullanılabilir yandaşlıkta birinci, ikinci, üçüncü mevkiyle derecelendirdikleri sözdeleri de birbirlerine katlettirerek, yaktırtarak bir arada yaşamalarını, tanışmalarını engelleyen düşmanlıkları yaratarak ‘yaşamımıza kastetmeden, laiklik, din, millet elden gitmeden kurtarın bizi bunlardan’ önceliğinde, sistemin tüm olumsuzluklarını göz ardı edip, silahsız kuvvetlikle görevlendirilmeyi kabullenenleri tek işaretleriyle sokağa döküp Cumhuriyetime demokrasiyi ezdirdiklerine şahit olmuşsunuzdur.

Gizli, açık operasyonlarına karşın hepimiz Türk, Sünni, hepimiz bir değilizi duydukça nazizmin müsveddesi “ya sev, ya terk et”le sosyalizm istiyorsa Küba’ya, demokrasi, insan hakları istiyorsa İsveç’e, Kürtse Kuzey Irak’a, Aleviyse Horasan’a, türban takmak istiyorsa İran’a gitmelidir’le ne istedikleri değil, ne istemeleri gerektiğinde uzlaşma da pes etme seçeneğinin sadece ve sadece sözdelere sunulduğunu yaşamışsınızdır.

Öteleyebildikleri kadar öteleyecekleri çağdışı otoriter anlayışlarını yenilemeden, ekonomik, siyasal, sosyal alternatifler geliştirmeden, karşımdakine karşıyım kamplaşmasının zorladığı ilkesiz ittifaklarla kazanılacak zaferlerin aldatıcılığında, görüntülenen rejimin geleceği tehlikede kaygısının arkasına itildiğinden görüntülenemeyen sayfadaki imtiyazlarını yitirme kaygısıyla topaça çevirdikleri, ancak eşitlik, özgürlük, kardeşlikle birlikteliğinde demokratik, sosyal olacağından laikle çatıştırılamayacak, mağdurluğunda sessiz Cumhuriyet’in “belki yarın, belki yarından da yakın” bir günde özgürlüğüne kavuştuğunda kurtarılmaktan kurtulacağını da görebileceksinizdir.

Erciyes aşevi önündeki çöplüğe atılan marul yaprakları arasından seçtikleri iyilerini kaldırımda yerken otomobilin çarpmasıyla ölen çocukların acıtan hikayeleriyle bezenmiş gazete kağıtlarıyla örtülü bedenleri yol ortasındayken, 311 km. ötelerinde toplanmış kalabalıkta onlarca palyaço “Hanımlar, beyler, böyle buyurun.Kabaremizde revü kızlarımız, korku tüneli, kuklacı ve siz”le koşulsuz müşteri avlama yarışındadır.

Göz kamaştıran ışıklara aldanıp bir an duraksar sonra, hızla uzaklaşırken ardınızdan seslenir biri “durun gitmeyin, daha en güzel gösterileri izlemediniz". Dönmezsiniz. Onca deneyime bilirsiniz.Her şey sanalığında sahtedir.

“Ve böylece geçiverirken dünyanın görkemi” kronik korkuları yüzünden yaşama kaliteli bakamayacaklarından yanlışları bile fark edemeyip, edeni de anlayamayacak milyonlarca tembel, bankamatik ruhun arasında bunları niye mi yazıyorum? İşte, bunu ben de bilmiyorum. Oysa, derler ki bilmek başlangıçmış.

Gülsen FEROĞLU
19.05.2007




13 Nisan 2007 Cuma

İnan ki onlar, yanlış biliyorlar

Herkesin başına her şeyin gelebileceği, herkesin kendi öyküsünün bilerek, bilmeyerek rengini seçtiği günlerden bir gün, e-maillerinize bakarken, o da resim çiziyordur.

Sessizliği ‘bunu Merve’ye verecektim, resimlerimi sevmediğini söyledi”yle bozuyor. Onunla ilkokula, üniversiteye başlayıp vizelere, finallere gireceğiniz ilk aşkın sevincini, ayrılığın, yenilginin acılarını tekrar yaşayacağınız şu dünyada, baş edemediğinden en önemli sorununun bu olduğunu kavradığınızdan, mouse’u tutan eliniz titriyor.

Ardından nemlenmiş gözleriyle dokuduğunuz kumaşın ilmiklerini çözen tümceyi söylüyor “kalbim kırıldı.” Aslında hayatın o ilk unutulmayan kırığını bilir de, küçücük kalbinin kırılmasına katlanmasının zorluğu göğsünüzü sıkıştırdığından daha bu ne ki diyemezsiniz.

O, daha sokaklarda gördüğü insanların hobi diye adam öldürdüğünü,   nüfusun %1.29’unun açlık, % 25.6’sının yoksulluk sınırının altında yaşadığını, belki idolü olacak mafyanın, popçuların, mankenlerin, yazarların düşüncesine katlanmadıkları meslektaşlarına masalarındaki çatalı, bıçağı fırlattıklarını “bin operasyon” yapan şiddetin organizatörü parti lideri, generaller sivil toplum örgütü başkanı kostümünü giyince, demokrat kıtlığından olsa gerek peşlerinden koşulacağını bilmiyordur.

Her milletin tarihinde utandığı, olmamasını dilediği binlerce olayı, her büyük servetin, lüksün arkasında bir suç gizlidiri okumamış,  yoksulluğunda siz paralı, biz beleş, yalaka kolej”le ruhunu güçlü kılmamış, istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz hocam’a, evladım zaten bir soru’yla güleceği “ özgür, demokratik üniversite”yle boykotlara katılacağı arkadaşlarının dövüldüğünü, vurulduğunu görmemiş, cenaze törenlerinde ağlamamıştır.

Zenginliği, unvanı aileden mirasların solculuklarında önderliğe yükseltilmelerini, tutuklandıklarında işkenceden muaflıklarını, sabıka kayıtlarının düzeltilmesini, darbe sonrası hareketin geleceği için niye’yse önemli addedilenlerin de üyelerini sonu belli kadere terk edip yurt dışına yelken açmalarını seyrederken, iş için kapılar aşındırmamıştır.

Seçim bildirgelerinde “12 Eylül’den hesap soracağız”a yer verenlerin,  devleti, mülkiyeti tanımayan Sosyalizmin sonraki aşaması Komünizmi savunanların, devlet ihalelerini paylaşmalarına, rüşvet almalarına, vermelerine aşinalıkta “solcunun eskisinden, sağcının yenisinden korkacaksın”lı duvar yazılarıyla burkulmamıştır.

En acısınaysa, Ziverbey’de, Mamak’ta, Metris’te yaşadıklarını romanlarında anlatmış,  itibarını bunlara yaslamış, darbe  Anayasasını, kurumlarını MGK’nu,  YÖK’ü, …, reddedenlerin, arkadaşlarını asan, işkenceden geçirenlerin öncülüğünü kabullenip,  enternasyonalizmi izolasyonizme, halkların kardeşliğini nasyonal sosyalizme yeğleyerek, geçmişlerinde kendilerini inkarlayacak kadar  gerilemelerine tanık olmamıştır.

Daha, içtikleri suyun ayrı gitmediği emperyal strateji değiştirince “düşmanımın düşmanı, dostumdur”lu intikamcılıkta, şeriatla yönetilen komşu ülkeyi destekleyen, ülkedeyse yeşerttikleri İslami ideolojiye karşı çıkmanın çelişkisinde, sağcısına da solcusuna da aynı silahı kullandıran, otoriter yönetim yanlısı kadroların her zaman asıl niyetlerini gizleyen, şıklığında itiraz edilemeyecek bahanelerine arif insanların dahi kanmasına akıl, sır erdirememiştir.

Bu karabatak kadroların saplantılarını bu defa da rejimin sıhhati fettanlığıyla pullayarak, 864 rakımdaki köşkte, hep, meydanlarda Kuran’dan ayetler okumayanlar, imam hatip okulları açmayanlar, Türk-İslam sentezinde tarikatlara ön ayak olmayanlar,  tüm kesimleri kucakladıklarından aile fotoğrafı çektirmeyenler, uzlaşmayla seçilenler ikamet ettiğinden, bu özellikleri taşımayacak birinin oturmaması iddiasının fütursuz planında, aynı numarayı sadizme nispet yaparcasına yeniden izlemeye doyamayan topluma alışmamıştır.

Ona da hedef gösterilecek  muasır medeniyetin kriteri sayılmayacak, laiklikte bir mezhebin hükümranlığını,  Cumhuriyet’te etnik ayrımcılığı, lider sultasının kaynağı seçim kanununu, döneme göre siyasalaşan yargıyı, yolsuzlukları, …., kınayarak, coplanan gençliğe sahip çıktığından 41 saniye alkışlanacak bildirilerin  yayınlandığını asla  göremeyecektir.

Onun yerine ırkını sevmeyi, diğer ırkları yok etmede kullananlara karşı başkasının acısı benim de acımdır, başkasının ezilmişliğinde suskunluğu ayıbımdırla atılacak hepimiz Yahudi’yizle başlayan  Filistin’li, Ermeni’yizle devam edecek sloganı azmettiriciler, katiller, ırkçılar ortadayken hepimiz katiliz, Ogün’üzü, hepimiz Türk’üz zemininde çarpıtarak, ne münasebet masumiyetimde niye kabulleneyim Ogün’lüğü, katiliği tepkisizliğinde suçu ve de suçluyu genelin içinde eriterek, yalan da gerçeğin sırlanacağını görecektir. 

Daha bildiğini sandığı, olmasını beklediği şeyler ellerinden kayarken “hep denedin, hep yenildin; yine dene, yine yenil ve bir kez daha yenil”le sığındığı kuytularda yenilenerek, gelişerek yola devam edileceğini öğrenmemiştir

Her an,  herkesin kalbini kırabilecek bu çocuklar,  bu insanlar neden böyle acımasızın cevabını,  ülkede hükmü sürdürülen militer anlayışta, kocanın kadını, kadının çocuğunu tokatladığı, başkalarının duygularına saygıdan, empatiden yoksun hane halkının askerlik yaptığı, kışlaya dönüştürülmüş evlerde, okullarda, …, yetiştirdikleriniz, nasılsanız, öyledir de bulmamıştır.

Kucağınıza alıyorsunuz “benim de kalbimi…” diye konuşmaya çabalarken belki de söyleyeceklerinizi bakışlarınızda anladığından “ama, sen büyüksünü” duyunca, kurtarıcı Google başvurmaktan başka çareniz kalmamıştır. Piccaso’nun  Card Player, I Love Eva, …, tabloları “bu, dünyanın en ünlü ressamı, önceleri… “ tamamlayamıyorsunuz “aaa bulmaca çizmiş” diyor.

O, tabloları görüntülerken siz de ele geçirdiğiniz taslak halindeki a-darbe mi,  b-şeriat mı,  testini çözersiniz. Gözü kapalı işaretleyeceğiniz c-“demokrasi, ne yana düşer usta” seçeneğini yine koymayanların, 2035 yılında beyne enformasyon chip’leri nakledilmesinin sevinciyle Turkcell’den bedava mesajla ilk kez marabalarını da davet ederek düzenleyecekleri görkemli “haddinizi bilin, tacımıza dokunmayın” balolarında kesecekleri pastadan tatmayı bekleyenlerin, paylarına minicik kanepenin düştüğünü görecekleriniyse bileceksinizdir. Üstelik partnerlerine uygun dans ettirileceklerinden, farkındalar mı, var olan azıcık özgürlüklerini de kaybedeceklerdir.

Çizdiği iç, içe geçmiş bulmaca kareli resmine bakarken toplumu öğütecekleri değirmenin başında kimin oturacağında rant, güç mücadelesinde, iteleneceğin özde değil sözde onlarca kavgadan, okuyacağın demeçlerden seni nasıl koruyacağımı, ancak varlıklıların uhdesinde olabilecek entelektüellerin piyasaya arzı nedir hayatı kıyısından seyretmek, düpedüz içindeyken’i düşüneceksinizdir.

Eğer yaşamınız  buysa ki budur,  o balolara frakları, smokinleri, cüppeleriyle, …., katılacaklar hayata karşı duruşunuzu kirletmeden, cümleleriniz devrikleşip insanlığı tüketmeden, infazından on dakika önce kelepçeli elleriyle yazdığı mektubu 24 yıl sonra ailesine vereceklerin vicdansızlığında, geçmiş, bütün çıplaklığıyla karşınızdayken, olaydı da kıyısı olan bir yerde hayatı seyredebilseydiniz.

İnanın ki çocuklar,  çağdaş olmak, çağdaşlık öyle onların zannettiği gibi kolay ulaşılan, sıradan bir şey değildir. “Onlar,  yanlış biliyorlar.”

 



26 Mart 2007 Pazartesi

O zaman, Shake it up şekerim




Kimilerinin olsaydın bunca adaletsizliğe dayanamaz bir şeyler yapardınla tanrıyı yadsıdığı, kimlerinin korktuğu, kimilerinin durmaksızın dualar ettiği, kimilerinin bu kadar da sınanmaz ki insan, yukarıda öyle durma duy beniyle yakındığı, sizden önce yaşayanların olmadığı, bir gün sizinde olmayacağınız binlerce yıllık dünyada aileniz, önem verip belli bir yere yerleştirdikleriniz, yerleştirmediklerinizle birlikteliğinizde delicesine koşmak, kaymak, sallanmak isterken “hava soğuk, üşütecek hastalanacaksın, bunca dert yetmezmişçesine bir de seninle mi uğraşayımla” durdurularak, pencerede oyun oynayanların seyrettirildiği çocuklar gibi kapkaççı hayatın ardından baka kalanısınızdır.

Yarını meçhul hayat dediğiniz, üzerine faraza devinimsel bulgunun çevrimsel hareketinin skolastik betimlemesi cümleleri sıralanarak felsefei sözlerle, yazılarla anlatılan sizin içinse ‘hatalıyım, değilim, kahretsin, koşullar bunu gerektirdi’ sadeliğinde işte, okulda, alışverişte, metroda, otobüste, …., evdeyken, yemek yediğiniz, giyindiğiniz, gezdiğiniz, konuştuğunuz, ……, bir an “ bir ömür böyle boşa geldi, boşa geçtiyi” düşündüğünüz bugün, şu andır.

İnsanın evrende sıradan yaratıklığını önleyen, hareketlerini, kararlarını belirleyen düşüncenin ta kendisiyken, katkınız olmadığı halde hayatınızı şekillendirecek beylerin, ağaların, paşaların oradan buradan toparladıkları karma düşüncelerden yaratıkları ‘ canlarım, sizler için en uygunu budur’la tebellüğlediğiniz rafinesiz kapitalizme, ebeveyne, devlete, lidere, ırka, apolete fetişistlikte, kısır döngü ‘gündüz, gece yapacaklarım, yapamadıklarımla’ akan zaman diliminde otomatik pilota bağlanmışçasına enerjinizi, nefesinizi tüketerek dolaşır, durursunuz.

Etkisiz, yetkisiz elemanlığınızda ekonomik, siyasal güç odaklarının demokratik ya da otoriter yönetim anlayışlarına göre serpiştirecekleri serseri mayınlardan sakınmak için uygun davranışlar, görüşler rehberine bakarak hazırlayacağınız kopyalarla andıçlanmadan, akredite vatandaşlığın kayıt dışılığında istediklerinize yarım da olsa kavuşacak, yolunuzsa kesilmeyecektir.

Dünya dolar milyarderliği listesine yirmi beş Türk’ün girmesinin sevinci gayri safi milli mutluluğu artırmayıp tersine Harvey Nichols mağazasındaki bir mantoya eşdeğer asgari ücreti, Hrant DİNK’e suikast haberinin yanı başında "yatırımcının gözdesi olduk" manşetini, nasıl, niye, gerek var mı, hem olsa nice olur dünyanın halini sorgulamadan buyurun yapın, kim engelliyorkiyle doğuştan süpermenlerin 6 milyar insanı Türkleştirme projesini, hizmete muhtaç yaşlılarının dövüldüğü huzurevinde dahi huzur bulunamayacağını, sokakların Teksas’laşmasını görünce bu defa da gardınızı alarak düzenlediğinizi sandığınız hayatı karmaşık, zor bir sınavmışla suçlayacaksınızdır.

Suçlu hayatta, insanınızın 301 maddeyle korumaya aldığı ırkına, her millete ve de kendisine acımasızca saldırısı, kendiliğinden boy vermesi olanaksız kana susamışlığı, bu insan olmanın emarelerinin yokluğunun göstergesi insanı denize atarak yok etme karşısında tamam aç, açık, cahil bırakıldın iyi de öldürdüğünün, vurduğunun senin gibi ailesi olduğunu, aynı duyguları taşıdığını, aynı dertlerle yoğrulduğunu bilmen, azıcık insanlık için bunlara ihtiyacın mı vardıyı velhasıl, insan olmak zor zanatmışı seslendiremeyeceğiniz ortamı, uzmanların uzun süre stres altında kalmanın beyin hücrelerine zarar verdiği tespitiyle de açıklayamayacaksınızdır.

İki yıl giyilecek bir montun 15. YTL, bir kilo kadayıfın 13. YTL’ den satılması dengesizliğindeki ekonomik verileri, Avrupa Birliği müzakerelerinin askıya alınmasını, ülkenin kara para cenneti ülkeler listesinde yer almasını, faizin %19’a çıkmasını es geçen İMKB bileşik endeksinin 590,95 puan artarak birinci seansı 43.141,92 seviyesinden kapatmasının anormalliğinde özel, tüzel sorunlarla dolu hayat bunaltmışken, acaba görünmez bir elin ‘işte, sana hayat yaşa da gör bakalımla’ cezalandırdığı birimiyimle kendinizi yemektense, konuşacak bir sey bulamadıklarında klasik ne olacak bu vatandaşın değil vatanın haline odaklananların kalıpsal davranışları bir üstün lider, öğretmen, şef, …, bir altını milletvekilini, öğrenciyi, memuru, …, dominatlıyarak bunalıma sürükleme taktiğinin içerdiği obsesif, manik depresiflliklerini örnek alıp çıkış yolunu bulacaksınızdır.

Adına şarkılar yazılan, gazete eklerinde, kuşe kapaklı dergilerde ayda bir düşüp düşmediğinizi kontrol için testler yayınlanan, iki bin beş yüz yıl evvel Hipokrat'ın saydığı semptomların modern zamanlar hastalığı lansesiyle fena halde modernleşme isteği uyandıran ‘saat kaça, dünkü bu saat ya da sana ne’yle yanıtınız ‘depresyondayım’ açıklamasıyla hoş görüleceğinden, tam da bahar kapıdayken girsem mi, girmesem mi, girmekte de fayda var, yok, yok şimdi kim uğraşacakla kaçındığınız emniyet supabı depresyonla rahatlayacaksınızdır ya, herkeste aynı belirtileri gözlemlemek bulduğunuz çıkış yolunu da gölgeleyecektir.
Zaten herkese, her şeye “ne kömür, ne petrol, ne nükleer, güneş, rüzgar bize yeter”e dahi bölücü damgası, batılı güçlerin oyunu yapıştırmanın popülerliğinde bölünmeyecek, bölemeyecek, böldürmeyeceğiz vatanı sendromunda kıvrandırıp, akıl ve ruh sağlığını bozduklarının; Türk anadan, babadan doğmayan insanların çoğunluğundaki dünyaya, kendilerinin yaratıp çizdirmeyiz dedikleri kırmızı çizgilere esarette Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurulmasına, müttefik ülke askerlerinin Kürtlerle halay çekerek Newroz’u kutlamalarına travma geçirmeden katlanması bilime, doğaya aykırı olacaktır.

Yedi düvele nam salmamışların torunları zevkü sefadayken, nam salmışlara her denileni, yapılanı “sermaye yerine servet biriktirenleri” tastiklettirdikleri yapıda, bireyler de özgüven için yoktan var edilmeyecek birikime, yaratıcılığa gereksinim duymayıp, yetersizliklerini bağırarak, kırarak, korkutarak kapatacak, daimi diyetlerinin, sorunlarının nedenini, sorumlularını aramayı bir kenara iterek, sabah, akşam dinletilen sınır ötesi hayaller ve hedeflere kilitlenip Kerkük’ü, Musul’u, Yemen’i, Bakü’yü fetihle değersiz hayatlarına anlam kazandıracakken bir türlü silahlar kuşanıp deşarj olamayınca, o hızla savaşacaklarını toprağında arayıp ‘lütfen’i, ‘özür dilerim’i bile kavga nedeni sayacaklardır.

Sanal gerçeklere yaşamaktan yorulan toplumu pençesine alan, tartışmasız var olan B12 vitamin eksikliğinin unutkanlık, uyuşukluk, zihin dağınıklığı belirtilerinin eklenmesiyle etkisi artan off, off’la başlayan, moral bozukluğuyla devamlaşan, bir şeye mi sıkıldı’nın çıldırtacağı, fizyolojik semptomları psikolojik nedenlere dayanan depresyonda olmak bir şeyi olmamak demek değildir, beyinin kimyası bozulmuş, sinirler çatalaşarak aklı karıştırmıştır.

Ama, her olayda yapıla geldiği üzere günlük hayatta hissedilecek üzüntülerin kat be kat yoğunluğunda apayrı bir ruh hali “aman canım, bir şeyi yok, hangimiz yaşamadık ki”yle genelleştirilip kendilerine, çevrelerine verdikleri zararlar hafife alınıp, sevimli kılınarak teşhis ve tedavi geciktirilince, hastalarda davranışlarını, görüşlerini normal kabullenip sadece ülkesine dolayısıyla kendisine düşman algıladığından aldırmayacakları dünyayla çatışacak, depresyon da ağırlaşarak şizofreniye dönüşüp cinnetle dışa vuracaktır.

Nedense, yurt dışında, Ortadoğu hariç, yaşayınca hemencecik geçiveren depresyona sudan ucuz, üstelik trend çözüm mü, insanın insana bitmeyen öfkesinin, can güvenliğinin sıfırlanmasının, cari açığın değil, herhalde kişi başına milli gelir yirmi bin dolara çıkacağından, daimi depresyonlarını azdıracak Cumhurbaşkanlığı seçimini hayati problem sayacak kanat önderlerinin gergin sinirlerini sakinleştiren, yanlarından ayırmadıkları Prozac.

Altı ay kullanın, olmadı Xanax, Lustral, …, hala gevşeyemediniz mi ? Köprü açılışı, okuma bayramı, maç, seçim kazanınca, kaybedince, yeni yıla girerken, çıkarken, düşerken, ……, söylenen onuncu yıl marşıyla birlikte “Haydi gidelim biz Kızıl Elma'ya, Roma'ya Viyana'ya, Avrupa’ya. Savaşırız kutlu ülkü uğruna” hücum marşları da iyi gelecektir. Ardından andropozlu emekli paşaların “ölmek var, öldürülmek var, öldürmek var” yeminini ettiniz mi, bu ulus, bu dava neler yaşadı da ezilmedi dirildi be hocam, ben mi ezilecem’le şipşak ayaktasınızdır.

Bu durumda, toplum rölantideyken, Kuvvet Komutanları ile Cumhurbaşkanı akşam yemekte bir araya gelip direkman Fenerbahçe’yle ilgili son gelişmeleri ele alacak, en eski eğitim, gelir düzeyi yükseldikçe milliyetçilikle, dinsel bağın yükselen değer olamayacağı gerçeğini öğrenmek için milyon dolar verip anket yaptıranlarda Başbakanın “kimsin sen” restini “biz kimiz” araştırmasıyla karşılayacak, muhalefetle iktidar da fıtıkın başrolünü oynadığı situation comedy’le (sitcom) eğlencedeyken dibe vuracaklardır.

Hiç doğmamış olmak belki de en büyük lüfutur’la mutluluk hormonu salgılayamayan ruhsa, bedenden önce çöküşünü “bu program geçersiz işlem yürüttü ve kapatılacak” sinyaliyle haber verdiğinde biliyorlar, bilmiyormuşçasına yine de aynı şeyi yapıp “şimdi sonlandır”a basıp “yeniden başlat”ı denemiyorlarsa o zaman, hazır plastik otomobillerde üretilmişken volümü Shake it up şekerim’le yükseltin.

Ah, elden ne gelir ki. Ah, ağalarım, le Boran, la Sıla’m bilirsiniz degiil, töre bu, töreler izin vermiyor.



 

8 Şubat 2007 Perşembe

Ağlama, iki gözüm biraz daha dur

İnsanlar konuşuyorlar. Biri “Yeryüzünün gözyaşları sonsuzdur. Biri ağlamaya başladığında, bir başka yerde bir başkasının gözyaşı diner”i  yazarken, hiç bir ressam ondan daha iyi savaşın resmini çizememiş, budalalık uçurumunun tepesinde acılar nakşettiği dünyayı izleyememiş Hitler "açın Almanya’nın önünü, durduramazsınızla" yol aldığı faşizmi tasfiye edip üstün ırk diye bir şeyin olmadığını kanıtlamasaydı, ari ırkının dışındakilere uygun görülen vahşetin kanıtı toplama kamplarının bulunduğu  Varşova, Prag, …, Berlin’de doğduklarından damarlarında dolaşan kanın asiliği, asilsizliğiyle işi olmayacak gençlerden biri de, NASA’nın sitesinde Mars’ın fotoğraflarını inceleyip kaldık yine dünyanın eline, Mars’ta da hayat yokmuşu düşünecekti.

Bir başka yerdeyse, bir çocuk “Ben bir küçük askerim.Vatanımı beklerim. Düşman gelince, silahımla ezerim” şiirini bitirdiğinde, öğretmen soracaktı “okuduğumuzu anladık mı çocuklar ?” 
Bir şehirde de “ne olursa olsun, dinimize, milliyetimize küfür edenlere en sert tepkiyi verecek kadar şuurlu, milliyetçi ve Müslüman Türk gençleri yetiştirmek milli eğitimimizin temel hedefidir” açıklamasını okuduklarında kastedileni anlayacak gençler, ırklarını aşağıladığına inandırıldıklarından kızacakları insanın resminin konulduğu masanın çevresinde toplanıp, cinayet işlemek üzere yola çıkacak arkadaşlarını, çay ısmarlayıp, bayrak hediye ederek gazan mübarek olsunla uğurlayacaklardı.

Aynı saatlerde görüşlerini benimsemediklerini linçleyenlere karşı çıkmayıp, her cinayet sonrası kapalı kapılar ardında öldürülenin dinine, ırksal kökenine bakıp sevinecek, devlet teşkilatının yarısından fazlası münferit olarak bunları yapmaya eğilimlidirle tercüme edilecek “bunlar münferit olaylardır, ülkeye, şehre, kurumlara mal edilemez”li bahanelerle rahatlayacak toplumun saygıdeğer üyeleri, yaşananda, yaşanacaklarda sorumlu değilmişçesine küresel ısınmayı, Atlas bebeği, kansere çare bitkileri, pop starı konuşuyor olacaklardı.

Aynı dakikalarda, gazete binasını gözetleyen katilin yüksek mevkilerdeki tanıdıklarının, vatandaşının güvenliğiyle yükümlüyken stratejik yol göstericiliğe soyunan, bombacıyı “iyi çocuksunla” haber elemanı alan istihbaratçıların gözü önünde, kurumların bilgisi dahilinde adım adım hazırlanan, vatanında “Ermeni piçiyle” tartaklanan gazeteciye suikast beklenirken, insanlar konuşmaya devam edeceklerdi.

İnsanlar konuşurken, açıkça müsaade edildiğinden bir tetikçinin bilinçsiz saldırısı, düğmelere basanların marifeti olmayıp, milli güvenlik belgesinin tehdit algılamasında aşırı sağı çıkaran devletin nüvesinden söküp atmak istemediği ırkçı, cihatçı ideolojisinin, ülke siyasetinin uzantısı olacak, silah sesiyle ortalığa saçılacak organize suikastın kamuflajının materyalleri de hazırlanacaktı.

Gerçekleştirilecek cinayetin failleri, ülkede en çok satan kitaplar listesindeki Mein Kampf’ın başuçlarında durduğu Führer’ler,  tüm kurumların ilham kaynağı “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırı” söyleyen Goebbels’i saygıyla anıp, otomatik tabanca barabellum’la işledikleri cinayetleri kurbanın cebine beyaz bir kağıt bırakarak üstlenen Gestapo’nun kurucusunun “Halkın bir şeye katılmasını sağlamak daima kolaydır. Halka, saldırı tehlikesi altında olduğunu söylemek, pasifistleri vatansever olmamakla suçlamak ve onların ülkeyi tehlikeye attığını iddia etmek yeterlidir. Bu, her ülkede aynı şekilde işe yarar”ını beyinlerine kazıyacaklardı.

Böylece kurgulanan şanlı tarihle, çoğunluğu oluşturan ırkın, diğer ırklara üstünlüğü fikrinin tutunması için Kürt, Ermeni, Yahudi, Rum, Arap, Yunan, Alman, Fransız her kökene “Kürtler, Ermeniler, Çingeneler dedelerimizi kestiler. İngilizler Araplarla bir olup  koca İmparatorluğu arkadan vurdular, ….,”la bir kulp takıp, savaşılacak düşman ilan ederek, azgın nefretlerini, ırkçılıklarını göz kamaştırıcı milliyetçilikle ambalajlayacaklardı.

Sevgi sözcüğünün geçmediği, okşanmamış saçların, tokatlanmış yanakların, dertlerini paylaşamadıkları annelerin, itelendikleri yoksulluğun, sahtekarlığın asil kanlarına dokunmayacağı evlerin çocuklarından, hiçliklerinde katillikle damgalanılsa da bir şey olma sevdasına düşürecekleri bir eline Kuran, bir eline Turan yerleştirerek düşünme yetisinde akıllarını tutacakları, gavurların icadı İnternet Cafelerde savaş oyunu oynatıp, gazetelerin, haber sitelerinin internet versiyonlarına küfürlü, ırkçı yorumlar yazdıracakları SS -  saldırı timlerini de oluşturacaklardı.

Kendilerini üstün insan sayıp ‘İktidar sahipleri için düşünmeyen bir halka sahip olmak ne güzel bir şanstır”la alt tabakadakilerin hizmetçiliğinde karar kılacak Hitler, Mussoloni gibi Nietzsche, Hegel okuyan Führer’ler,  Kemalletin Tuğcu dahi okutmayacakları kara gömleğin, gamalı haçın yerini aldıracakları beyaz bereli timlerine,  şahitsiz gecelerde ateş talimi yaptırırken, şahlanacak duygularını Heil Hitler’in sözleriyle ifade edeceklerdi “Devletin efendileri artık, biziz.”

Ülkede herkesin azınlık, herkesin aynı yaptırımlarla karşı karşıya olduğu fark edildiğinde ayrıcalıklarını kaybedeceklerinden “Devlet mutlak yönetici olarak kalmalı, düzen korunmalıdır”la özgürlüğün yerine disiplin, eşitliğin yerine hiyerarşiyi koyarak aile, kişisel, ekonomik, dinsel, düşünce hayatını düzenleyen kurallar ve yasalar kimliğinize, suçunuza göre işletilecek hukukla sindirilen bireylerde can bulacaklar, düzene karşı her reaksiyonu kökene dayandırıp, bölücülükle ithamlayarak saldırı timlerine rehabilitasyonunu mümkün görmediklerinin temizlenmesi emrini vermekten çekinmeyeceklerdi.

Devran böyle dönünce, bir bakarsınız ki katil yaptıklarına gösterecekleri ihtimam, koruyuculuk, şefkat karşısında geç kalınmış cinayetleri işlediklerine inanacak Abdullah’ın, Polat’ın, Yasin’nin, Yeşil’in, Erhan’nın, Ogün’nün benliğinde Hitler, Mussoloni, Franco, Pinochet cüretkarca tehditler savurmakta, ülkede faşizm özgürce dolaşmaktadır.

İnsanlar konuşuyorlar. Ülkenin, o şehrin yöneticileri açısından kesinlikle sürpriz sayılamayacak cinayet işleniyor. Gazeteci, tanıdık kahverengi elbiseleriyle kaldırımda yüzükoyun yatıyor. Karşılaşılan yeni bir olguymuşçasına kravatlılar, unvanlılar, her cinayet sonrası olduğu gibi bir anda istihbaratçı, sosyolog, psikolog, toplum mühendisi, …, Sherlock HOLMES oluveriyorlar.

Bedeni üzerine serilen kan bulaşmış beyaz örtü rüzgarla havalanıyor, bir polis kenarlarına taş yerleştiriyor. İnsanlar konuşuyorlar. Zeval gelecek imajın kaldırımda o anda ilerleyen kan olduğunu görmeyip, Avrupa’nın ne diyeceğini, ülkenin imajının zedeleneceğini anlatıyorlar. Siyasi Parti Liderlerinin tamamı olayların niteliğine göre özneyi değiştirdikleri aynı repliği tekrarlıyor “şiddetle, nefretle kınıyoruz.”

Cinayet mahalli güvenlik şeritleriyle çevriliyor. Genç bir kız gözlerine son kez baktığını bilmeden belki sabah kahvaltıda şakalaştığı babasını arıyor,  polise  “yüzünü gördünüz mü” diyor kim? İnsanlar konuşuyorlar “tam da Kuzey Irak’ta sesimizi yükseltmişken” …., .O benim babam diye çaresizliğin sularında çırpınıyor kız.
Elinde silah savaşa gitmemiş, kimselere zarar vermemiş bir insanın hayatının elinden alınması, bir kadının kocasını, çocukların babasını kaybetmesi yeterince korkunç bir felaket değilmişçesine insanlar konuşuyorlar “sözde soykırım iddialarının gündeme geldiği bir dönemde, ...., .

Az sonra dönecek rotatifler, editörler en çarpıcı manşeti bulma yarışına girişiyorlar. Türkiye bir vatandaşına atmışken kurşunu,  başarılı ideolojik çalışma “kurşunlar Türkiye’ye, katil Türkiye düşmanı” manşetiyle kimliğini, düşüncelerini mefhum bir Türkiye kavramında yadsıtarak, gündeme taşıtacakları muğlâk, hipnozlu “dış mihraklar,  derin devlet, MOSSAD, CİA” kelimelerinin ardına gerçeği, gazeteciyi kimliğinden dolayı yıllardır açık hedef haline getirenleri,  failliğe bulaşan devleti atıveriyorlar.

Mussoloni bile “devletin dışında hiçbir şey olamaz, her şey devletin içindedir’le yıllar önce yalanlamışken, kendilerini de kapsayan yılların muamması derin devlet sayesinde izlerini görünmezleyerek, o devlet, bu devlet, o zaman, bu zaman derken zamanla herkes için derinle meşrulaştırılan failli meçhulleri kabullenen insanlar  en duygusal, en güzel cümleleri kurarak yazacağını yazıyor, söyleyeceklerini söylüyorlar.

Pekâlâ, seni, anladılar mı yazanlar, çizenler, günah çıkaranlar, çıkarmayanlar. Devletin belirlediği benle vatanında sürgünü yaşayıp, sorun oldukları hissi tattırılmamışlar. “Ağaçtan maşa Kürt’ten paşa olmaz”la yükselebilecekleri mevkiler baştan belirlenmemişler. Dışlanmayın diye ana dilinizi öğretmeyen, mezhebinizi gizleten ebeveynlerinin, ülkenin engebeli yollarında delinen tabanı lastik ayakkabılarını, ıslak çoraplarını gördükleri gün büyüyecekleri çocuklukları, ürkekliklerinde devlete hoş görünmek uğruna ötekilerdeyken ötekini “eskiden buralarda çok affedersin Ermeniler vardı”yla karalayan, kökenini açık artırmada satan dedeleri olmayanlar.

 Köşeye sıkışınca Ermeni tohumu, pis Kürt, hırsız Çingeneyle alakalı alakasız her olayda kimliklerine, mezheplerine, aksanlarına saldırılarak kişilikleri ezilmeyenler. Anladılar mı on yaşındaki çocuklar için sözde vatandaş bildirisi yayınlayanlar, sekiz sayfalık makaleden alıntı bir cümleyle makalenin tamamını kavradığını söyleyen hakimler, yargıçlar. Günün birinde hepimiz sonsuza dek susacakken “Mehmetçiklerden daha fazla üzülür olduk bir Ermeniye”yle ölüme çareyi öldürmede bulan akıl dışılıkta insanlığı yerle bir edenler seni, anladılar mı?

Görebilseydin, Führer’lerin canavarlaştırdığı toplumda meğer, buğulu da olsa bir cama sevgiyi çizmektense düşman belletilen bir ömrü, beş yüz milyona gözünü kırpmadan vuracaklar ne kadar da çokmuş. Tinercilere, kabadayılara, zevk için insan öldüren canilere, çetelere, …., bırakılmasından hicap duyulmayacak, ha jandarma, ha polis kimin çektiği ne fark ettirecekse klibi, posteri, videosu satışa çıkarılan katille devletin kol kola görüntüsünde lime lime dökülen, yıkılan kutsal vatanın aşağılandığını anlayamayacaklarla dolu bir ülkede yaşamak nasıl da ağır bir yükmüş. Omuzlar da "gerçek uygarlık insanın yüreğinde değilse, hiçbir yerde yoktur”u gördüğünden, suikastın sorumlularından tek bir insanın istifayı düşünmemesiyle  vicdan bulunmadığı kanıtlandığından, çökermiş.

Kurtlar sofrasında hüzünlü karanfillere mahkum ettirilen, o delikli ayakkabılarda birlikte üşüyen, artık “ağlama iki gözüm, biraz daha dur” da demeyeceğiniz bu hayatlar bizimse,  Ermeni, Türk,  Kürt, Yahudi’ysek kimi ne ilgilendirir ve de kime neydi ki’yle,  sevgililer günü afişleriyle donatılmış sokaklara, şehirlere sığamazken daha, daha, daha  karanlıkta sevgisizlikleri parıldasın diye güneş yıldızlara, dünyaya küssün istiyorsunuz.

Sende tanıklık ettirilmiştin 16 Mart, Çorum, Maraş, …, katliamlarına, Madımak’ta yakılanlara, Susurluğa, Şemdinli’ye, savaşa, katledilen meslektaşlarına. O yüzden “Gemliğe doğru, denizi gördüğünde, şaşırmayacak”, herhangi bir güvercin kadar da yabancıyken insanlara, inanarak mı yazmıştın “güvercinlere dokunmazları” serçelerin boynunu koparanların ülkesindeyken. Ne demiştin yüreğine elini koyarak  “ama, bana sorarsan bırak, kalsın, burada gömülsün.”

İnsanlar konuşuyorlar. Dışarıda kar yağıyor.


 

8 Ocak 2007 Pazartesi

Ay gidiyor, güllerim kanıyor

Mart’ın baharın, Haziran’ın yazın haberciliğinden, kışın başlangıcı mevsim anılmaktan Aralık’ta mı bıktı nedir nazlanarak yağdırırken karı, son dakikaların inadına geçmediği mesai bitmek üzeredir. İnsanlarda yapabilseydiyle imrendiğiniz güncelleşmesini tamamlayan bilgisayarı kapatır, dağılmış dosyaları toparlarsınız.

Nihayet, yeni yıla nasıl girersen öyle geçer zorlamasında aylar önce başlayan yılbaşında ne yapıyorsun, neredesine muhataplığın sona erişinin dinginleştirdiği ruh halinizle sokaklardasınızdır. “Son biletler bunlar, yılbaşı..”  sesine karışan  çocuk, korna sesleri. Çarpıyor biri,  ne özür, ne başka bir şey geçip gidiyor, alışkanlığınızda garipsemez kayan çantanızı düzeltirsiniz. Billboardlarda mutlu yıllar yazıları, vazoya yerleştirirken dikenlerinin mutlaka parmaklarınıza batacağı yılbaşı çiçekleri, sezon ne zaman başladı da bittiyor dedirtecek daimi indirim afişlerinin göz alıcılığındaki mağazalar. 

İçinizde uktedir de o yüzden mi takılı kalmıştır bakışlarınız; su saatini donduran, pencerelerden akın eden ayazdan,  sobada ısıtılmış tuğlalarla korunduğunuz,  sana yağı, salça sürülmüş ekmekle karnınızı doyurduğunuz evinize, hediyelerle dolu torbasıyla uğramayan vitrindeki Noel Baba’ya.

Hani, dışarıda tane tane yağarken kar,  şöminenin sıcaklığında, Noel ağacının altına konulmuş renk renk kurdeleli paketleri açanların seyredildiği filmlerin özentisinde, hiç mi gelmedi şaşkınlığını hiç’le,  çam ağacınız var mıydı’yı, hayır’la yanıtlarken,  onun için gelmemiştirle yıllar sonra haklı çıkarmıştır ya Noel Baba’yı yeğeniniz, evladınız, çocukluklarının hatırına size de mi susmak kalmıştır?

Kutlar mıydık yılbaşını yoksa bedeninden büyük revizyonizmi, oportünizmi, kesintili, kesintisiz devrimi tartışan, elden ele dolaşan best seller Felsefenin Temel İlkelerini hatmeden,  madde, ide, materyalizm, diyalektik arasında alt üst olan gencecik dimağ, burjuvazinin mallarını o günü bahane ederek bindirilmiş fiyatlarla satma aldatmacası sayıp, protestoladığından geçer giderdi de hatırlamaz mıydık?

Ya da yılbaşı balolarından uzak,  halden, mahalle bakkalından alınan leblebisi bol kuruyemişli, meyveli, sarmalı, börekli sofralarda kutlanan yılbaşından akılda yer eden,  amortiyi dahi çok gören talih kuşuna ebeveynlerin küskünlüğümüydü?

Işıklı caddelerde karmaşık duygularla yürürken, önce haberini sonra da görüntüsünü prime time yetiştirecek yabancısı olmadığınız gücün, kabuk bağlayan ama iyileşemeyen yaraları kanatacak deja vu’sundan habersizsinizdir.

O güçle kurgulanan darbeli yıllarda, ülkenin  sürekli ekonomik, siyasal kaosta debelenmesinin temelini hayatlarına tecavüz edilenlerin üzerine basarak atacakların,  bir günde Başbakan, Bakan, Müsteşar, Yönetim Kurulu Üyesi, ….., atanacakların sevinç çığlıklarının bastıracağı, kapıları dipçiklenen, etrafı cemselerle çevrilen evlerden yükselen figanlar hala kulaklarınızdadır.

Bütün insanlara jokersiz ölene kadar zaman veren hayatta, kontrolünüz dışında yaşatılanlar, haksızlıklar karşısında bir gün yaptıklarından utanırlar, bir gün hesap verirlerle, o asla gelmeyecekmiş gibi gözüken bir günü yaşayamayınca, zamana bırak, zaman yaraları saracak tek ilaçtır’la avutulmuşsunuzdur.

Oysa olan bitenler öylece kala kalmıştır o zaman diliminde. Anımsatacak her olayda, bir dokunuşta depreşecek acılarınız daha bir derin, daha bir kahrediciyken, elinize tutuşturulan hayatın zamana bırakılmış bakiyesidir.

Yılbaşına on sekiz gün kala cellâtların elinde son mektubuna "o kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki bu günlerde yaşamak bir işkence haline dönüştü”yü yazarak başlayanla, adlarını sayamayacağınız onlarca insan vatanınızda asılmışken, servislenen idam görüntüleri, yaralarınızın içinden geçemeyen zamana bırakılan zalimlikte yaşananın, yaşananda insanın değişmediğini mi anlatacaktır.

Aynı son, idamı paylaşacağı yoldaşlarının mezarına ”….. ölmez”le karanfiller bırakanların ardından bir demet karanfil koyacağın bulunmayacağı o yıllar yaşanmamışçasına, savunacakları hafıza kaybının erdemliğinde, tarihsel utançlarını yok ettiklerini sananların “Amerika istedi, Saddam’ı astılar”ı ok olup saplanacaktır yüreğinize. Medeniyetle barbarlık arasında gidip gelen zihinlerin derhal, ağ bağlantıları kurup idamda vahşeti ülkelerine yakıştırmalarıyla, “hepimizi Saddam’cı yaptılar”ı, hançerdir, delip geçecektir göğsünüzü. 

Üç yüz altmış beşinci günün bitmesine dakikalar varken, Auschwitz,  Dachau kampları,  gecelik yasalarla kalem kıran hukukçular, işkencenin en güzel resimlerini yapacaklar her ülkeye mi lazımdır düşüncesi beyninizi kemirir, büyük bir anlamsızlık hissiyle daralırken içiniz, ne saniyeler, ne şarkılar, ne kadehler, ne sevdikleriniz boğazınızdaki kördüğümü çözebilecektir. Sanki bir filmin karesinde, kişisel döngüleri umursamayan zamanı, umursamadığınız zamanlarınızın belki de yollarınızın hiç kesişmediği tanıdık yüzleriyle bir aradasınızdır.

Demek, yıllarca gözünüzde canlandırmaktan kaçındığınız idam ettirilmek buymuş. Demek, az sonra öldüreceklerini bile bile paltonuzu giydirirlermiş. Demek, hayatınızı yitireceğiniz darağacına,  boynunuza geçirilecek ilmiğe şöyle bir bakar,  istenciniz dışında sararırmışsınız. Demek, korku eşiği atlandığından kaybedilecek tek şeyin direngenlik, onur olduğunun bilincinde titrenmezmiş.  Demek, insanlık suçu işleyen, başka bir insanlık suçuyla, legal cinayet idamla cezalandırılınca, insanlığınızdan utanırmışsınız. Demek, bir ülkede idam cezası kalktığında hukukta hayat boşuna parıldamazmış.

Demek ki, ahlak, hukuk, kural tanımadan kurşuna dizmek, idam, kimyasal silah kullanmakla karşıtını izole edenler, gerçekle bağı kopardıklarından sonsuzluğuna inanacakları iktidarlarında, halkını canından bezdirip, bir zamanlar kendilerini destekleyen gücün yenilediği stratejisine uygun hale getirerek, kendileriyle birlikte ülkelerinin felaketini de hazırlarlarmış.

Sürdürülebilir az gelişmişlik batağında güce tapınmaya endeksli kısasa kısas, benim diktatörüm, katilim iyidirin yaşam felsefesi yaptırıldığı dünyanın kanayan kazanındakilere, layık görülen ilerlemeyse kayıt yapan cep telefonları, idam sehpasının yerini alan manivelalı düzenekmiş.

Yıl geçer, havai fişekler patlar, ışıl ışıl cümbüştür gökyüzü. Ay, sessizce uzaklaşırken hep, tarihe tanıklık ettirildiğinizden hazır kıtadır ya gözyaşlarınız, kanayan güllerinizle ağlarsınız, ağlarsınız. Taşıyamam sanırsınız geleni.

Yeni günün sabahında, yatmadan ne kadar toplamaya çalışırsanız çalışın odalarda çerez, yemek kırıntıları. Karşınızdaki marketin açılmayan kapısına, tek tük erkeklerin dolaştığı boş sokağa bakarsınız. Bir önceki yılın başında umutlarının yüklendiği, ondan bire doğru geriye sayılarak coşkuyla kovulan yıl, artık yoktur. Fark edemediğinizse yılda geçen asıl, sizsinizdir.

Yıllar geçer, 2006, 2007, 2008, …., Aralık Ocak olur, saat 00.00’da süslenmiş dünya balkabağına dönüşürken, sizi asla terk etmeyecek sadakatli sevgiliniz hayat yine yanı başınızdadır. Ve yine, hep bir şeyler eksik kalmıştır.

Vaat edilmemiş yarınlarda istemezseniz egemenlerin yerinize, lekesiz gelecekte barış istemeyecekleri dünya da böyle bir yerdir işte.