23 Eylül 2005 Cuma

Geçmiş günahların gölgesi uzun olur

Biliyor musun “Lorina Dila” , adını vermek için nüfusa gittiğinde baban, Türkçe değil bu ismi koyamazsınız demişler. Gönül ezgisiymiş anlamı, gönüllerimiz de yok edemediğimiz ezikliğin sürekliliğinden midir, sevdim adını. AB yasalarının uygulanması önemli diyen Avrupalı parlamenterlere, liderlere “ee canım bunlarda artık çok oluyor, AB’ne girelim ama onurumuzla, her istediklerini yaparak değil” yazıları döşenirken, gazete de ufak puntoda yer aldı haberin.

Lorina Dila, halka reva gördükleri onursuzlukları unutmamızı istiyorlar.Sanki, ülkeyi yıllardır Avrupalılar yönetmiş, hırsızlıkları, yolsuzlukları, vurgunları, hukuksuzluğu, adaletsizliği, yapanlar onlarmış gibi. Onlarmış, devletten beslenip faiz ve repoyla, yatırım yapmadan sermayelerine sermaye katarken,her alanda haksızlıkları savunan, hortumladıkları kredilerle yatlar, jetler, yalılar alıp, yurt dışı hesaplarına para kaçıran.

Onlarmış, kitapları toplatan, ağaçları, insanları yakan, çeteler kurduran, failli meçhuller yaratan, asan, öldüren, köyleri boşaltan, senin ismini, türkünü, dilini yasaklayan, insan hakları ihlalleri AİHM tarafından karara bağlanıp trilyonlarca tazminatı yüzleri kızarmadan ödeyen.

 Onlarmış, arkadaşları andıçlanınca ses çıkarmayan, yazılarını engelleyen. Bilime, teknolojiye, eğitime değil, laiklik adına diyanete, savunmadan sonra en fazla ödenek ayıran, kişi başına milli gelirin 3000 $ kalmasını, yoksullukta ilk beş ülke arasına girilmesini sağlayan.

Onlarmış, bütçeden her yıl aktarılan trilyonlara karşın, kara para cenneti haline getirdikleri yavru vatanın, vatandaşlarının, ekmek parası için sabahın karanlığında, kişi başına milli geliri 23 bin dolar olan Rum Kesiminde çalışmaya gidişini seyreden. Herkesin, her şeyin gerekçesini, mazeretini, bahanesini yanında taşıdığı ve hep, kendisi dışında suçlayacak birilerini bulduğu toplumsal yapıyı oluşturanlar da onlarmış.

Yalnızca, bizim ülkemizde mi yapılmıştı bağımsızlık savaşı, diğer ülkelerin tarihinde yok muydu? Yalnızca, bizim dedelerimiz mi ölmüştü Ulusal Kurtuluş Savaşında, devrim uğruna? Ulusal onuru, bağımsızlığı seven, bir biz mi vardık dünyada? Ve bu dünyada neden , dört bir yanı iç ve dış düşmanla çevrili, vatan hainleriyle dolu ülkeydik?

Öyle idiyse düşmana inat, ekonomik açıdan zengin, vatandaşlarının refah içinde doyasıya mutlu, özgür yaşadığı ülkeyi oluşturmalarına kim, neden engel olmuştu ? Lorina Dila, yalan söylüyorlar, menfaatlerini, zenginliklerini kollayan sistemi kurduklarından, zarar görmemiş, çelişmemişlerdi. Düzenleri devam etsin diye, düşmansız yaşayamadıklarından, kendilerine göre bütün düşmanları tek tek açıklayarak tükettiklerinden, stratejik müttefiklerini (ki “o” müttefik kendi halkına yapmayacağı davranışları, darbeleri destekleyendi) düşman ilan etmekten bile çekinmemişlerdi. Aniden,darbelerin nedeni saydıkları, “ABD Go Home”,”Faşizme Hayır”ı bağırdıkları için vatan haini ilan ettikleriyle; “Komünistlere Ölüm”ü haykıran, ırkçı, faşist diye nitelenenleri bir araya getirerek, hareketin adını “Ulusalcılık, Kızıl Elma Koalisyonu” koyuyor, miting yaptırtıyor, demeç üstüne demeç verdiriyorlar, “vatanı satıyorlar”.

Usanmadan, yine ve yine, bir kez daha, böldürmeyiz sloganları attırılırken, durmadan söylemelerine karşın böldüremedikleri ülkeyi, bölünebileceği ihtimaliyle yangın yerine, kan gölüne çevirerek, şantaja, provokasyona başvuruyorlar. Etnik kökeni farklı vatandaşların halklarını savunduklarını söyleyenlerle, varlıklarını sürdürmelerinin yolunun şiddetten geçtiği noktasında, aynı fay hattında buluşarak çatışmaları körüklüyorlar.

”Ulusların ve ırkların, başka ulus ve ırklara karşı duydukları kin ve nefret, onlardan üstün olduklarını düşünmelerinden değil, tam tersine güvensizlik ve güçsüzlüklerinden kaynaklanır”ını irdeleme zahmetineyse katlanmıyorlar.

Dünya kafalarındaki dünya da değilken, AB karşıtlığını, milliyetçiliği, cahilliklerini, öfkelerini, kabalıklarını, seviyesizliklerini açığa çıkaran linçleri besleyerek, destekleyerek sanıyorlar ki, gelişimi, ilerlemeyi durduracaklar.

Ellerin yüzü hürmetine değiştirilen yasalarla sağlanan kısmi özgürlük ortamında, takiyeyle suçlanan Başbakan “Kürt sorunu demokratik çerçevede çözülecek” derken, sosyal demokrat partinin Meclisteki Lideri bunu “ terörle flört” olarak adlandırıyor.

Evrensel ilkelerin; barışın, halkların kardeşliğinin, değişimin dönüşümün dünyada öncülüğünü yapan ve ülkede yapması beklenen sosyal demokratlar, koyu devletçi statükoculuğa bürünerek, hızla marjinalleşiyorlar. Kitlelerden kopuşları, içe kapanıklık, örgütlerini baskı altına alarak, demokratik yapılanmadan vazgeçmelerinin, farklılıklara, çok sesliliğe izin vermemelerinin, yeni açılımlara karşı çıkışın, ideoloji eksikliğinin, siyaset yaptıkları arkadaş gruplarının partilerinde egemenliğini de beraberinde getiriyordu. Varolan yapının sorunlarına, AB’ne karşı strateji, alternatif geliştiremediklerinden, medet umdukları krizin çıkmasına yardım etmeye çabalayarak, bir yerlere işaret vererek bekliyorlar.

Kürt sorununu konuşmalarında dillendirenler, seçimlerde işbirliği yapanlarsa, birliktelik sonucunda malum çevrelerce dışlandıklarından, çözüm için sivil arayışa gitmekten, birilerini ürkütmemek uğruna susuyorlar. Günübirlik kazanç peşinde koşarken, doğru tavrın başlangıçta tepkiyle karşılanabileceğini, sürecin “ haklılığımız ispatlandıyı” getireceğini görmek istemiyorlar.

Halk, bu kargaşada, yol ayırımında, ne olur ne olmazı elden bırakmayarak, her an saf değiştirmeye hazır, “hakkettiğinizden değil AB istiyor diye yasaları meclise sevk ediyoruzu” varlıklarının öneminin yadsınmasını, yapılanları, tedirginlikle seyrederken “ bu güne kadar yapmadınız, yapsaydınızın” hesabını sormuyor, anketleriyse AB’ne girilsin diye yanıtlıyor.

Verdikleri yanıtla, aslında ; akan ömürlerinde, alkışladıklarının, gelip giden iktidarların, yaşam standartlarını yükseltmemesine, insanca davranılmamasına, istismara, işsizliğe, vatanın onların, görevinse hep kendilerine düşmesine, derin vurmanın, vurdurmanın dehşetine karşı çıkıyorlar.

Lorina Dila, doğduğun ülkede, elleri tutmaktansa, kolayı, zincirlemeyi seçenler, “cesaretin ölçüsünün ölmek değil, yaşamak olduğunu” düşünmüyorlar.Kendileri dışında kim varsa hedef göstererek, bunca yıl, “kederde, kıvançta, refahta” ortak ruhu, aklı yaratmadıklarını, “bendensin, değilsini” kışkırttıklarını, herkesin kendi diyarında kendi ölüsüne ağladığı, “sözdelikten” asilliğe terfi ettirmekten kaçındıkları vatandaşlarının aynı kaderi paylaşmalarının sorumlusu olduklarını, korkutarak, tartıştırmayarak, yasaklayarak saklayabileceklerini umuyorlar.

Oysa, bir bilsen, Ülkede sorgulanmayan, sorgulatılmayan şeyler için, ne çok insan ölmüştü. Büyüdüğünde, belki sen anlarsın, oğullarının ölüm haberini alan annelerin, babaların gözyaşlarının, parçalanmış, lime lime edilmiş hayatların, “niye”, kimselerin yüreklerini dağlatmadığını. Sen anlarsın, yanıtları öğrenmişken soruların değiştiği millenyum çağında, gerçeğin inkarının “neden” zaferle karşılandığını.

Lorina Dila, bilmiyorum baban adını nüfusa kaydettirebildi mi? Bildiğim, geçmiş günahların gölgesinin uzunluğunda, sanılanın, denilenin ve yazılanların aksine “en büyük hata yapılmış hatadan dönmemekti”, tarihse ders alacaklar olmadığından tekerrür ediyordu.


 

7 Eylül 2005 Çarşamba

Tutsakmış ta ne olmuş demiş birisine……

Elinizi omzuna koyuyorsunuz, yüzünüze anlamsız bakıyor, alnında ergenlik sivilceleri, kızmaya kıyamıyorsunuz, yüreğinizde titreme, büyüyor hayır biz yaşlanıyoruz diye düşünüyorsunuz. MP3 kulaklığını çıkarıyor, mağazanın vitrininde ki tişörtü gösteriyorsunuz güzel mi, klasik , sevecenlikle klasiği de bilirmiş diyorsunuz, tabii Tommy Hilfiger’e benzemiyor, kulaklığı takarken soruyor, Blue’yu dinledin mi, kalabalıkta yürümeye zorlanıyorsunuz, “hayır”, cep telefonunu açıyor, "bu Duncan, heyecanla sıralıyor nasıl da yakışıklı, İstanbul’da konser vereceklermiş", "gidecek misin", "götürür müsün, lütfen", "hayatta olmaz."

Sakarya Caddesin’de çiçekçilerin önündesiniz, Frezya , ilkbahar çiçeğidir Eylül’de zor bulursunuz, gülün yapraklarına dokunuyorsunuz, bakar mısın pek nazlı, elimi değmemle hemencecik soldu, ruhlarımız da böyledir bir kez zedelenmeye görsün düzelmesi yılları gerektir o yüzden dikkat etmeli derken, niye Frezya diyor, şimdi suçsuzluğumuzun, Frezyanın zamanıdır diyorsunuz.

“12 Eylül Darbecileri Yargılansın” sesiyle irkiliyor, ürperiyorsunuz telaşla bakınıyorsunuz, gözleriniz polis, asker arıyor, genç biri elindeki dergiyi sallıyor, duruyorsunuz," haydi geç kalıyorum, arkadaşlarımla Starbucks Coffee’de buluşacağız."

Anlatabilir miyim bu sesi duymak için onlarca yıl beklediğimi ya da o anlar mı geçmişte olanları, yapılanları.Cüzdanınızdan para çıkarırken sırası mı diyen bakışları, “12 Eylül 25.Yılında”, hayatın yoğunluğunda, karmaşıklığında bazen gerçekten yaşadık mı diye kuşkulandığınız, anılarınız, arada karşılaştığınız arkadaşlarınız olmasa inanmayacağınız, alıştığınız yirmi beş yıl, geçmiş üstünden. Çekiştiriyor, "miting varmış, darbe yapılmıştı" diye açıklamaya çalışıyorsunuz, "annem söylemişti, sizleri hapise atanlara kızmıştım:" Yıllar önce şefkatle sarmalanmadığınızı bilirmişçesine, acılarınızı, kırılganlıklarınızı yok etmenin yolunu bulduğunu sanarak, elinizi tutuyor.

"Korkmuş muydun", susuyorsunuz. "141-142 kaldırılsın demiştik, vatan, millet için hapse attılar", "ama" diyor on dört yaşın merakıyla bocalayarak , "vatan hepimizin yani her kes vatanını düşünür", "elbette çünkü burada yaşıyoruz, onlar yalnız biz severiz" diyorlar. Basitçe komiklermiş diyor."İstedikleri her şeyi yaptılar mı ?" "Her şeyi öyle ki gözlerinin renginden hoşlanmadıklarını bile tutukladılar." A.a.a.a. "Zaten oldum olası renkleri sevmediler." "Öyleyse kapkaçın…, "sözünü tamamlamasına izin vermeden saflığına, onlardan medet ummasına gülüyorsunuz. Ciddiyetini bozmayarak devam ediyor, "Haberlerde izliyorum, daha güzel ülke yapıp, Mars’a, Uzay’a insan gönderebilirlerdi."  Zengin, özgür, bağımsız ülke için uğraşsalardı bir daha darbe yapmanın gerekçesini de yok ederlerdi." "Of, anlamadım ne kadar da karışık", "boş ver" diyorsunuz.

Bir kuşağın gençliğinin isyanını, umutlarını çalmalarını, ruhlarını yaralamalarını, geleceğe inançlarını sarsmalarını, kapalı kapılar ardında halk adına karar vermelerini, konuşmalarını, sebebi, sonucu ve sözde çözümü yaratmalarını, hesap sorulmayacağının bilinciyle, sakat bıraktıkları, astıkları, sakıncalı ilan ettikleri, sonunda dava bile açılmasına gerek görülmeyen hiç uğruna tutukladıkları insanları bu gün öğrensin istemiyorsunuz.

Her şey akıp giderken, vatanı düşünmekten sokaklarda, parklarda rahatça dolaşıp, ağaçların çiçeklerin kokusunu fark edememiş, onca sorumluluk arasında mutluluğu, sevgiyi tadamamışlardı.

Hayatlarını, koridorlarının insanları üşüttüğü büyük binalardaki odalarında “ bilgilerinizi ve gereğini arz/rica ederim”le biten evrakları imzalayarak tüketmişlerdi. Nedense ülkede her şey büyük olmalıydı;büyük devlet, büyük bina, büyük devlet adamı, hukukçu, ordu, bütçe ve büyük vurgun.Her ne yapılacaksa büyüklüğü şüphe götürmemeliydi. Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumak, vatanın işi, sorunları hiç bitmediğinden erkenden makamlarına koşmuş, astlarına “buraya kendi fikirlerinizle girer, bizim fikirlerimizle çıkarsınız ” demişlerdi.

Üç tarafı denizlerle çevrili nadide ülkeyi badirelerden korumak, tetikte, devamlı uyanık kalmak, biteviye derin planlar yapmak yormuştu ya, yine de bizi izlemeye devam edin, az sonra, fragmanı altında; kardeşi kardeşe vurduran örgütlerin, çetelerin kurulmasını, silahlanmasını, bilim adamı, yazar, düşünürlerin öldürülmesini, katillerin kaçırılmasını, korku salınmasını engellememişlerdi. Vatandaşın güvenliğini sağlamakla görevli olanlar, huzurun olmamasına çabalamışlardı.

 Her şeyin en iyisini, doğrusunu, vatandaşa neyin gerektiğini bildiklerine inandıklarından, tek tip insan yetiştirilmesini, yeteneklerin köreltilmesini, farklılıkların yok edilmesini hedeflemiş, özgürlükten, demokrasiden korkmuşlardı.Ömürlerince hesap vermediklerinden kendilerinin ve yandaşlarının refahının, yaşam kalitesinin yükselmesinin nedeni olan düzenin değişmesi aslında, onların zarar görmesini de beraberinde getirecekti.

Bırakalım şeriat, komünistlik gelsin, bölünsün memleket nasıl da yalvarırlar kurtarın, değerimizi ancak öyle anlayacakların bedeli; kanı, gözyaşını,“vatan elden giderse”yi yaygınlaştırarak, gerçekleştirdikleri provokasyonları önlemek adına, yapacaklarının acımasızlığı ve umursamazlığında, bir gece, halk uykudayken, hüznün, hazanın mevsiminde Eylül’de yönetime el koymuşlardı.

Onca uğraşmaya beğendiremedikleri, vatanlarını sevdiklerine ikna edip inandıramadıkları, nasıl kanıtlayacaklarsa kanıtlayamadıkları, sustukları halde yaranamadıkları, ömrünce vatanında akredite olamamış halk darbeyi desteklemiş, ellerinde bayraklar sokaklara dökülmüş, tankları öpmüş, Allah başımızdan eksik etmesin demişlerdi. Birilerinin adlarına, yerlerine düşünmelerindense hiç usanmamışlardı.

 Kendilerine karşı darbe yapıldığı söylenenlerse sömürüsüz, savaşsız bir dünya, özgürlük, eşitlik ve barış dilemişlerdi.Yolsuzluk, yoksulluk, vurgunlar olmasın, gelir dağılımda adalet sağlansın diye mücadele ederken; anayasal düzeni cebren değiştirmekle, her şeyin vatan hainliğinin kapsama alanına girebildiği ülkede bir kez daha vatan hainliğiyle suçlanmışlardı.Suçlarının tanımlandığı kavramların büyüklüğü karşısında isyan etseler, gerçek halka meydanlarda anlattığınız değildir deseler de dinleyecek, yazılarını basacak, savunacak kimseyi bulamayacaklardı.Herkes tercihini yapmış, çoğunluk suça ortaklığı seçmiştir, diğerlerinin etrafıysa silahlı askerle donatılmış dernekler, sendikalar, siyasi partiler kapatılmıştır.

Artık, tutuklanan bir milyonu aşkın insanlardansınızdır, başınıza nelerin geleceğini bilemediğinizden, korkuyorsunuzdur.Okuduğunuz, filmlerde izlediğiniz, karşı çıktığınız belki de o güne kadar anlamlandıramadığınız Faşizm buymuş; keyfiyetmiş, hukuksuzluk, ondan olmasan yaşatılmayacağın dünyaymış dersiniz.

Hitler’in çılgınlığı karşınızdadır, çocukları, evlerinden koparılanları, baskıyı, otoriteyi, ırkçılığı, 20 milyon ölüyü, savaşı, faşizme karşı direnişi örgütleyenlerin anlatıldığı “Wish Me Luck, bana şans dile” dizisini, romanlardaki kahramanların işkencedeki yiğitliklerini anımsayarak, yaşama düşman olanlara direneceksinizdir.

Bedeninizin, gençliğinizin, iradenizin, düşüncelerinizin geçeceği sınavı bir tek duvarlar ve siz bileceksinizdir. Sorguya ara verdiklerinde gözünüzün önünde annenizin, ailenizin hayali vardır, halisülasyonlar başlamıştır, bazen aileniz varlığından şüphelenirsiniz, öylesine yalnızsınızdır ki kimseniz yoktur. Kim bilir dışarıda neler oluyordur ve kim bilir buradan sağ çıkacak mısınız, ya 5. kattan atarlarsa, öldürülebilirsiniz, üstelik kimseler “niye öldürdünüz” demeyecektir.

Yanınızda dolaşan farelerin tıkırtılarına yaşadığınıza inanmanız için muhtaçsınızdır Onlarca cemse, ellerinde telsizler askerler tarafından gece yarısı evleriniz basılmış, yataklar dipçiklenmiş, eşyalar sağa sola atılmıştır, sobalarda yakılan, çuvallara konularak gömülen kitaplarınızı bulamamışlardır. Evinize kimler gelirdi diye üstelemiş, kardeşleriniz sorguya çekilirken, babanız çocuğum gizli örgüt üyesi değildir demiştir zira, deneyimlerinden Ülkede damgalanmanın yıllara sirayet edecek sürünmenin, aç kalmanın, işe girememenin nedeni olacağından emindir.

Demir parmaklıklara vurulan copların sesini duymamak için kulaklarınızı kaparsınız, bağırdığınız o sesler arasında duyulmaz, susamışsınızdır, canınız sigara çekmiştir, onlar paketler tüketerek spotlar altında; fotoğraf ki sen misin, bir de afiş tutmuş, tanıdığınız tanımadığınız onlarca insanı “ neredeler” diye ha bire sormuşlardır,? Filistin askısı, elektrik vermeleri, kadınsanız tacize uğramanız hep karanlıkta yapılmıştır.Karanlıktan korkarken onların niye bu kadar çok karanlığı sevdiklerine, kendi çocukları için kaygılanır, sakınırken, vatanın çocuklarına yaptıkları onursuzluklara, ürettikleri işkence çeşitlerine anlam veremezsiniz.

Kendinize moral vermek için söylediğiniz ” Sen ey partizan, büyüde baban sana idamlar, baskılar alacak” türkülerinin, şiirlerin arasına “Hani o bırakıp giderken ...., ey gözyaşım akmayacaktın” karışacak, nereden duyduğunuza, neden aklınıza geldiğine şaşacaksınızdır.

Canları istediğinde bırakılacaksınızdır, girdiğinizde kar yağmaktadır, çıktığınızda kirazlar olgunlaşmıştır.“Dağlarına bahar gelmiş memleketim” o an ne kadar da uzaktır. Anneniz sevdiğiniz yemekleri yapar, yatarken attığınız çığlıklar duyulur, karşınızda üniforması, yıldızlarıyla duruyordur, eliyle sizi işaret eder, suçlusunuz diye bağırken kahkahalar atmaktadır, bir şeyler mırıldanmak istersiniz, “ asıl siz suçlusunuz” sesiniz rüyada bile çıkmaz.

Ter içindesinizdir, telaşla lamba yanar, anneniz sarılır , elleriyle ıslak saçlarınızı geriye tarar, geçti evdesin der, ikna olun diye tekrarlar evdesin, kucaklar, annenizle birlikte, ellinizden hiç bir şey gelmemesine, içerdekilere, ölenlere, asılanlara , çaresizliğinize ağlarsınız.

İsyan eder, haksızlık bu derken, her zaman söylediğini “ülkeyi düzeltemezsinizi, böyle gelmiş böyle gideri” beklerken “buna da şükür öldürülebilirdin, yaşıyorsun”u duyarsınız.Biliyor musun, içerdeyken, birisi, görünmüyor nerede diye sordu, hapiste olduğunu duymuş “benim çocuğum, hırsızlık yapmadı, kimsenin malına el uzatmadı derken sinirlenip, evet, tutsakmış ta ne olmuş” dedim. O birisinin adının sizi nasıl inciteceğini, yıkacağını, çocuğunun acımasızca yargılanması karşısında otobüsün çarpmasından son anda kurtulduğunu, gözyaşlarını, babanız anlatmasa da öğreneceksinizdir.

Geçinmenize yetmeyen maaşını sağ olduğunuzun haberini almak için emniyetteki, sıkıyönetim mahkemesindeki, askeri cezaevindeki odacıya, polise, müdüre, askere diğer görevlilere rüşvet diye verdiklerini, komşuların selamı kestiklerini, insanların muhbirleştiğini, kızdıklarını, hoşlanmadıklarını “ komünist, devrimci, solcu, terörist” diyerek ihbar ettikleriniyse sonraları anlatacaklardır. Sokaklarda daha dün birlikte çay içtiğiniz arkadaşlarınızın, akrabalarınızın resimlerinin bulunduğu aranıyor afişlerine, her köşe başındaki tanklara, silahlı askerlere, istihbaratçılara aldırmadan özlemle bakarsınız.Yaşama sevinciniz kaybettirilmiştir, ülkenin sınırları artık sizin için hapishanenin parmaklıklarıdır.

Acaba, yıllar sonra, asıl aşağılanın insana yapılmayacakları yapanlar olduğunu kavrayabilmişler midir.?Kendi vatandaşlarına karşı nasıl bir kin, nasıl bir ölüme öldürmeye sevdadır, nasıl bir düşmanlıktır bıyığı terlememiş çocuğu astırmak.Nasıl bir kendini inandırmışlık, nasıl bir duygudur ki uyuyabilmiş, vicdanları sızlamamış, yaşamlarına olağanlığında devam etmiş, hala akıl vermeyi , medyada yer almayı, kitlelerin önüne çıkmayı, sürdürebilmişlerdir. Gelişmiş ülkelerde bırakın sokağa çıkmayı, beyanat verebilecekleri ve o beyanatların gazetelerde yayınlanabileceği olasılık dahilinde midir.?

Atatürk’ün Cumhuriyeti gençliğe emanet ettiğini, devrimlerinin bekçisi olduklarını durmadan her fırsata açıklayanlar, bir kuşağı yitirir, tüketir , harcarken o sözleri kendi bakış açılarına göre mi yorumlamışlardı.?

 Yaşayamadıkları gençliğin, dostluğun, tutkunun, özgürlüğün, demokrasinin, paylaşmanın, ideale inanmanın, tartışmanın, gülmenin, aşkın başkalarınca yaşanmasını mı kıskanmış, kabullenememişlerdi.?

Tüm savunmaları insanın yaşam, düşünce hakkının ihlalinin gerçekliğinde kaybolmaya mahkumken, tarihiyle yüzleşmeyi bile hep öteleyen bir toplumda, insanların kendileriyle yüzleşmelerinin zorluğuna, halkın belleğinin zayıflığına güvenle sanıyorlar ki, Vatan adına vatandaşlarına, 16-18-20 yaşındaki gençlere tüfekleri, topları, işkencecileriyle reva gördüklerini, travmaları, hep yaptıkları gibi hiç olmamışçasına gizleyerek, kapatarak tarihin sayfaları arasına koyabilecekler. Yaptıkları resimleri onlarca para vererek alanların, o resimlere bakarken ardında yüzlerce yüzü, yok edilen hayatları, parçalanan ruhları, umutları görmediklerini bildiklerinden öyle düşünmektedirler. Oysa, hatırlamaz gömerseniz, bu insanın utancı olmayacak mıdır.?

Neyin var, sesleniyorum, duymuyorsun, dalmışım diyorsunuz, beni saat altı gibi alabilirsin. Onun arkadaşlarının koluna girmesini, yüksek sesle konuşmaya başlamasını, dolaşan gülen gençleri, el ele tutmuş sevgilileri, çocukları, yaşlıları seyrederken, Ülkede, bir kuşağın daha aynı acıları çekmesine dayanamayacağınızın farkındasınızdır.

Yıllar, yıllar sonra yapılacak iadeyi itibarlar; yaşamlarını yitirenlerin ailelerinin dışında kimselerin yüreğini sızlatmayacakken, mezar taşındaki “ister çırpın dur balık misali karada, ister bağır dur, ah ister ye için için kendini, dert misali, sevda haram misali, başlayan ve biten sevgi misali.” şiiri, ağıtlar, neden, niye o zaman sorusuyla bitecek, suçlarıysa, tarihe, on yıl sonra doğmamak olarak yazılacaktı.

Yaşasalardı, ölmeselerdi, öldürülmeselerdi her biri mesleğinde başarılı olacak, aileler kuracak, onlarca insanın yaşamlarını kimler yüzünden yitirdiklerini bilmenin yüreklerdeki çığlığını, burukluğunu, yalnızca aynı sonu paylaşan yeşermeyecek yakılmış ağaçlar, kardelenler, frezyalar anlayacaktı.

Merak ediyorsunuzdur hiç Frezya resmi yapmış mıdır ? Şimdi, onların akredite olma günü, Eylül zamanıydı ve daha yapraklar solmamıştı, üşürsünüz.