18 Kasım 2011 Cuma

Ölürken Zelal, dünya hâlâ dönecek öyle mi


Sıkıntılarınıza, göz yaşlarınıza aradığınızda bir sığınak, dizi, film karakterleri gibi hemencecik koşup bir bankına oturacağınız, sahilinde yürüyeceğiniz bir denizinin olmadığı; onlarca ölümü, enkazı,  hayal kırıklığını, savaşı seyreden; griliğini devletten, arsızlığını da griliğinden alan şehrin sonbaharı da o arsızlığına  yakışır, sanki.

Her şeyi ama her şeyi de sapına kadar yaşamayı, yaşatmayı  seven bu arsız, ayarsız başşehrin; beraberinde getirip de  burnunuza dayadığı iş yapmadan öylece etrafa bakma sendromlu sonbaharında; sarı, kızıl yaprakları asfalta, toprağa düşüren rüzgara, yağmura boyun eğmişliğin tavan yaptıracağı  melankolik  ruh hali,  insanda  bir şeyler karalama isteği  de  uyandıracaktır.

Kıyıda, köşede kalmış en acıtan, en keder verici, sabahtan akşama  dön dön  dinleneceğinden iyice kederlendirecek şarkılar; “Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler”i çaldırtacak melankolilikle, kader çizen kırmızı plakalı arabaların,  poşetleriyle deli gibi koşturanların,  yiyenlerin, içenlerin aymazlığı da başşehri daha bir arsızlaştırır, sanki.

İşte başının çaresine bakacak ekonomik özgürlüğü olmadığından kendisinden ayrılamayacağını bildiği eşini aldatmakta bir beis görmeyen hatta ve de hatta aldatmayı entelektüel bir çerçeveye oturtacak kadar da çirkefleşecek bir koca gibi hep aldattığı vatandaşlarının, özelikle de azınlıklarının  yıktığı  hayatlarına da  arsız bu Türk  müesses nizamının baş şehrinin  baş arsızlığı;  yarım asırdır ölümle nikahladığı Muş’a, ….., Diyarbakır’a, ….., Van’a dünde, bugünde ne de yazık yarında da TOMA’larla,  bomba yüklü F-16’larla yaşattığı savaşın, acımasızlığına atılan bir  tokattı  her akşam  haberlerde duyulan     “….  patlayan mayında …. asker şehit oldu”lar, “……..”, “ …  operasyonda 10 terörist öldürüldü”ler.

Ve evlerde kiminin çorba içtiği, kiminin çocuklarının ödevlerini kontrol ettiği, kiminin aldığı bir elbiseyi gösterdiği, kiminin …, kiminin …, o akşamlarda, o ânlarda; her  şeylerini ama her şeylerini bırakıp dağa çıkanların başlattığına inandıkları / inanmak istedikleri Türklere, kendilerine haklılık kazandırdığı için savaş değil de “terör” dediklerinin durduk yerdeliğine; “Ah!!!! Atatürk sağ olsaydı”, “Silecen haritadan oraları”, “Leşler”,  devlet terörünün bankası JİTEM’in gerekliliği temalı sayfa sayfa ezberlerle çıkışanların, yıllarını Avrupa’nın, Amerika’nın teröre, isyanlara destek verdiği paranoyasıyla geçirdikleri hayatlar.

Bu her şeyi kaybetmeyi hak edenin hep Kürtler olması gerekli hayatı belirleyen tek şey ne mi ? O tek şey de; haber sonu başlayan  “Kuzey, Güney”e,  “Muhteşem Yüzyıl”a, …, dalıp,  kapı önünde panzersiz, cemsesiz, işgalci güç gibi davranan askersiz, polissiz uyandıkları ertesi günün işinin gücünün sıradanlığında, akşam haberlerine kadar unutulan “teröre lanet”le  kamuflajlanmış, aslında Kürtlere, azınlıklara nefreti nesilden nesile taşıyan genlerde varolan ırkçılıktı.

Irkçılıkla geçen, geçecek yıllar, yıllar boyunca 30 yıl öncesine kadar da yok sayılan Kürtlere  reva görülmüş-cek; dilini konuşamadığı, köy yakmalı, ev basmalı,  dipçikli, aç açık, ayakları dağa vurdurmaktan, omuza  silah almaktan  başka yol bırakmayan hayattın  yarattığı isyanda terörü görmemek için kafasını çevirenlerin bu, bu, bu, bu ikiyüzlülüğü “Ey vatan…”larının iki yakasında 360 derece farklı ikili hayatın nedeniydi de. 

Her konuda hep ama hep haklı olan, öldürmek için kadınları, erkekleri asker şubelerine koşan Türklerin normalleştirdiği ikili hayattı;  G3’le, Kalaşnikofla, havanla, bombayla  kafası,  kolları, bacakları  bedenlerinden koparılmış gencecik çocukların cesetleri dört bir yana dağılırken; twitter’da Panpişi, Kıvanç’ı takibi iş sayanlara; tanklara, uçaklara, panzerlere benzin, mazot, askerlere bot, silah temin edip trilyonlar kazananların adlarını  merak ettirtmeyen.

İkili hayatın iki yakasındaki beklentilerin, taleplerin de ayrılığındandı; Marmara depreminde 30 bin insanı yitirdiğini unutmuş; yönetmen Von Trier’i Hitler’e sempati duyduğunu söylediği için Cannes’dan, baş tasarımcısı Galliano’yu Yahudilere küfür ettiği için Dior’dan ânında kovduran medeniyetin yanından bile geçemeyeceklerin; Van  depremini duyduklarında içten içe “Oh olsun! 24 askerimizi öldüren terör örgütüne yandaşlık ha.. Görün Tanrının gazabını” diyenlere, ekranlarda “Taş at, molotof at sonra yardım iste. Haddi bilsin herkes”le tercüman olan erke egemen beyaz Türk Anlı’ların, Duygu’ların işlerine son verilmesi bir yana, programlarının raytinglerde  üst sıralara yükselmesi.

Çekinme, sende yaz tırnak içinde “Yoksa Marmara  depremi  de yarım asırdır Kürtlere etmediğini bırakmayan, dağını, taşını dahi bombalarla tarumar etmiş Türklere, Tanrının gösterdiği sopa mıydı …”

İlkbahardaki  dereler gibi çoşan, taşan, her yere akan ırkçılık iyi  rayting alınca “Bunların derdi ne de taş, molotof atıyorlar. Bir anlayalım. O koşulları yok edelim. Gençlerin yeri dağ değil yanı başımız olmalı yaklaşımını selefleri gibi  iteleyen Başbakan da  “Taş, molotof atmak için anında organize olanlar….” lı aynı cümleyi kullanmakta tereddüt etmeyecekti.

Düşündükleri ama faşistlikle suçlanacaklarından niyeyse açık edemedikleri Kürtlere kinlerini;  24 askerin  Çukurca’da çatışmada ölmesinin ardından artık gizlemeye  gerek de duymadan açık açık  kusan onlarca demecin salım salım salındığı, bankamatik kuyruklarında bile bas bas “Bütün Kürtler öldürülmeli”nin bağırıldığı, siyasi tasfiye operasyonu KCK davasının kapsama alanına alınan  binlerce Kürt’tün tutuklandığı böylesi bir ortamda; sıkıysa Kürtlerin mağduriyetinden, en basitinden PKK olmasaydı sittin sene TRT 6’nın kurulamayacağından,  asimilasyonun ağızlara alınamayacağından söz et. Gör bak, oracıkta nasıl linç edilir biri.

Tut ki linçi göze alıp konuştun, dinler mi seni yalnızca kendi acılarını, kendi ölülerini en gerçek, en ulu sayan Türkler. Görür mü; öldürülen 16’sında Alişer’le, 18’inde ki Oğuz’un annelerinin  acısındaki aynılığı.

Kazan’da ki operasyonda 24, Van depreminde  641 Kürdün ölümünü, binlercesinin  evsiz barksız kalmasını “hakkın tecellisi” sayanlar anlar mı  ölenlerin ardından dökülen göz yaşlardaki aynı biçareliği, yalnızlığı.

Kim anlıyor kimin acısını ?  Hayatlarında bir Türkler;  birde irticacılar +  bölücüler = hainler  olan Türkler  anlıyor mu  Kürtlerin acısını ? Peki ya Kürtler. Kürtler  anlıyor mu youtube’da yayınladıkları çatışma görüntülerini izleyen asker yakınlarının  kalp ağrısını ?

Hem kim sorabilir, istifası dört  ay önce  “Son kale TSK’da  AKP’leştiriliyor ”la ağıtlaştırılan Işık KOŞANER  “….siperde silahını bırakıp kaçan komutandan” bahsetmemiş gibi cafcaflı bir gazetenin manşetinde yan yana konmuş fotoğraftaki 24 askerin Çukurca’da,  o cafcaflı gazetede adları zikredilmeyecek “ötekiler”in de Kazan Vadisinde ölümünde kimlerin  ihmali, hatası olduğunu.

Ya ölümler karşısında “Duyunca gönlümüz açıldı. Darısı tüm PKK’lıların başına. BDP’li vekillerde dahil.....”,  “T.C’mi ? Tak tak tak başka yol yok”la  twitter’da, facebook’ta, sosyal medyada ölülerinin ardına sığınan Türk’ün Kürd’ü, Kür’dün Türk’ü yok edişi üzerinde akıtılan zehir yayılırken damarlara; birbirlerinin acılarını hiiçççç paylaşamamışların bin yıllık  kardeşliğinden dem vurmanın pespayeliğine ne demeli ?

İmdi birbirlerine karşı bu kadar acımasız hissiyatlarla dolu Türklerin Kürtlere, Kürtlerin Türklere temennileri böyle, böyleyken inanabilir misiniz 15, 18, 20 yaşlarındaki binlerce gencin hayatına mal olan “savaş”ın  yerine,  cidden ve  cidden de  “barış”ın istendiğine.

Her ölümün ruhlara öfkeyi daha da kazıdığını bile bile müzakere gücünü artıracağını sanıp savaştığından daha çok öldürerek  barışın getirileceği gibi tuhaf bir düşünceyi dolaşıma sokanların; savaşgirliklerini; ”Her şeyi göze alıp İmralı’yla görüştük. Ne yaptılar Silvan’da..”, “Ateşkes yaptık, onlar 49 gerillayı öldürdüler”le  örtecekleri  bahaneler  bitmezzzzzzzzzzken BARIŞ  geçer mi  bu topraklardan ?

Zaten barışın da; sıvasız evlere gönderilmiş al bayraklı tabutların, bir ceviz ağacının altında ki gerilla cesetlerinin  zafer sayıldığı,  “…….gerillanın askere, askerin gerillaya kurşun sıkması haramdır”ın duyulmadığı,    medyaya savaşın psikolojik harekatı için emir veren Başbakanın  BDP’yi, yazarları tehdit ettiği, siyasi değil silahlı mücadeleyle ana dilde eğitim, eşit yurttaşlık, …, …, haklarının alınacağının tebliğlendiği yerde de işi ne ki. 

Barış var ya  barış bütün bunların; hayattaki tek bakış açısı ”Nasıl yendik ama”nın ötesine geçmeyenlerin olmadığı  yerdedir. Barış  vicdanın, adaletin akıldan bile önce geldiği  yerdedir.

Ve niye bir türlü “Ne yaptık bu savaş bitsin diye” soramayan Türklere, Kürtlere,  boş yatakların sahipsizliğini bilen anneleri askerdeki, dağdaki çocuklarıyla birlikte öldüren, katilliği yasalaştıran savaş, barıştan  daha kolay geliyor dersiniz ?

Çünkü barışı savunmak öldürücü değil. Erkeksi değil. Ulusalcı değil. Kemalist değil. Kasımpaşalı hiç değil. O yüzden de şiddetin çöplendiği, demokrasinin şahlandığı 21. yüzyılda  biri üstünlüğü,  biri ezilmişliğiyle deviren, devrilen, vuran, vurdurtan iki kimliğin birbirini kırma, kırdırtma harekatında; barış “Amed”de  de,  barış “Ankara”da  da,  barış “Botan”da  da, barış “Ilgaz”da da saklanmak zorunda hep.

Onun içinde en umulmayan göz yaşı bile anlatmışken mezar taşının soğukluğunda ölümü, ANLATAMIYOR; vedalaşılmadan kaybedilmiş künyeler, kaydı yapılmamış kimlikler, sahipsiz şafaklar, sahipsiz  puşiler. ANLATAMIYOR en anlamlı, en duygu yüklü kelimelerle, şehitlikle, kutsansa da giden, yokluğunu hiçbir şeyin, hiçbir sözün dolduramayacağını.

Belki de bu yüzdendir her gözyaşı  en çok  çaresizliği,  yüze düşen her yağmur damlası da göz göre göre hayatlarından edilen gençleri çağrıştırdığındandır, ölümlere gebe sonbaharların hüznü.

O vakit, zaman niye geçsindi ? Sanki kışın çok mu güzel olacak ? Yine  operasyonlar sürüp, mayınlar patlamayacak mı ? Öfke  yine “barışı”ın sesini bastırırken hep birileri ölmeyecek mi? Ve hep birileri ölecek. Ve hep birileri ölecekkkkk, ölecekkkkk,…..
Agit, Zelal, Serhat, Mehmet, …, ölürken de, dünya da kaldığı yerden  dönmeye devam  edecek öyle mi ?