Şirinomm benim...fıstikom..
Bazen diye yazacaktım
vazgeçtim genellikle anaokuluna başlayana dek farklı isimlerle seslenirdim
sana; çocukken kardeşlerime yaptığım gibi “Murat”, “Mesut”, en çokta
“Toni“.Alışmıştın sen de farklı, ama senin için artık tanıdık isimlerine. Birlikte her gün geçtiğimiz kahire caddesinde yol
üstündeki kuaföre “Yasemin güzellik salonuna” gitmiştik, kaşımı düzeltirken
çalışan kız sen de karşımda koltukta
oturuyordun “Toni” dedim ben “az kaldı”, kadın şaşırdı “ismi Toni’mi” ben “evet”
dedim, sen benim hep dudaklarımda bir tebessümle hatırlayacağım; vefatından sonraysa hep nasıl
olurda hiç kameraya almadım, resmini çekmedim dediğim o muzip ama şaşkın ama gülümseyen bakışınla bakmış, sırımızı açık
etmemiştin. Çıkarken “kadın demiştim nasıl da inandı; yabancı sandı seni”
yabancının ne anlama geldiğini bilmeyen sana.
Arada “Şirinomm benim”,
“annem”, “teyzem”, “tatlım” , “aşkısı”, “balım” , “fıstıko”, “aşkım”, “bir
tanesi” “bebeğim” “ beybi” “come on beybi” de derdim.
Yavrum bugün mezarına gittim yine, on günü biraz geçti mi seni ziyaret
etmedim diye bir sıkıntı başlıyor içimde. Öyle çok özlüyorum ki seni, öyle çok
özlüyorum ki sesini, elinin sıcaklığını, gülüşünü mezarından medet umuyorum.
Mezar taşında arıyorum teselliyi, mezar taşına sarılıyorum sen diye. Beni çağıran sesini
duyuyorum “gel Güşen haydi...”
İşyerinde masa komşum
Ayşe’yi çok genç yaşta kaybetmiştim. Karadenizli Ayşe’yi ailesi Ankara’da ki
köy evlerinin bahçesinde gömüştü. O zaman o kadar ürkütücü gelmişti ki bana
evin bahçesinde mezar. Seni kaybettikten sonra keşke öyle bir imkanım olsaydı,
keşke bedenini yanımda tutabilseydim diye düşündüm..
Bedenin yavrum, saçların o küçük kolların, bacakların uykuya dalmış kapalı
gözlerin orada, sana ait o küçücük toprak parçasında, mezarında. Sonsuza kadar
yatacağın, bir gün benimde yanına geleceğim mezarın; senin evinmiş gibi geliyor
bana.
Her gelişimde evine ya
alıyorum ya da evden getiriyorum sevdiğin oyuncakları, bayramda sevdiğin
Kent’in kahverengi kağıda sarılı karamelli
içi beyaz sakız gibi , bir de meyveli küçük şekerlerinden getirdim; sen
bir bayramda annen zararlı jelibol şekerlerden almıştı ya bana “annem jelibol şekerlerden aldı biliyor
musun” diye sevinerek anlatmıştın. Ne
çok severdin şekerleri ne çok ve bizde
ne çok karşı çıkardık yemene annen “bak dişlerin çürür, az ye” der şekerliği
kaldırırdık.
Bademi, fındıklı küçük çikolatalı şekerleri.
Yeter ki şeker olsun.Lokum alırdım sana lokumun da akide şekerini de çok severdin.
Ali Uzun’dan akide şekeri almıştım lokumla birlikte .Sen eve geldiğinde
tezgâhın üzerinde görürü görmez şaşırmış
“aaa bundan F. teyzemde de var” diyerek atmıştın ağzına tabii lokumu da. Sonra
ben onları “dedo”nun gazabından korumak
için yiyecek kilerimizde çamaşır makinasının üstündeki dolapta sakladım her
zamanki gibi. O ara niyeyse evet
hatırladım baban iş görüşmesine mi ne gitmek, bir sunum yapmak
zorundaydı diyordu üst üste ben aldım seni
servisten daha eve adım atar
atmaz koşardın “lokum, akide şekeri” diye.
Bitince de ”ayyy yok, vardır bakayım
“ demiştin, ben sen seviyorsun diye
almıştım hep. Yan komşumuz Yüksel Hanım senin ayak seslerini tanır kapıyı açar
“Can” derdi elinde bir avuç şeker sen önce tereddüt eder, alırdın bir öpücük
derdi Yüksel hanım öperdin tontiş yanaklarından, ben de “teşekkür etsene oğlum
“derdim. sen de “teşekkür ederim “derdin. Tabii yemek yemeden yumulurdun
şekerlere, buzdolabında saklardım bazen erimesin diye sıcakta, yerini bilir
alır kaçardın, şekerlerin kâğıtlarını da yatağın üzerine atar ben “çöpe at
bakalım” deyince koşarak atar gelirdin... Schogetten, Toblerone , Ferrero
Rocher, nestle, tadella ve en son aldığım sarella’nın bitter gofreti...”ne
kadar güzelmiş Güşen”
Ama
illa ki ikimizin de bayıldığı ve senin
bana bile vermemek için kaçırdığın karamel içinde bütün fındık krem nuga ve
çikolata dolgulu Toffifee. Allahım!
Allahım! nasıl severdin nasıl
Toffifee’yı . Evinize, evimize yakın
Beğendikten alır almaz kutuyu
açar daha yolda bitirirdik pahalı bir çikolataydı da o yüzden küçük paketini
alırdık. Bazen de sizin buzdolabında görür bir tane almak isterdim “babam aldı”
der paketi elimden alır kaçırır, koltuğun
üzerine çıkar, bir tane ağzına atar bende
elinden alınca paketi ki bir tane alır
gerisini sana verirdim o arada sen “yaaaaa”
derdin
Ve Pernigotti
çikolata. Kutusu bizim gizli yiyecek dolabımızda duruyor bıraktığın gibi. Piyasaya yeni girmişti kutusunu beğenip almış sana
tattırmak için beklemiştim “Can öyle değişik ve güzel bir çikolata aldım ki”
kutusunu eline vermiştim, bayılmıştın sen tadına ki bitter sağlıklı diye
Pernigotti Vintage Cremini Tin’ı
almıştım. Sonra o kutuya koymuştum aldığım her çikolatayı sen eve
geldiğinde “çikolata var mı” dediğinde önce buzdolabını açar bakardın, gofret
ve oreo’yu eksik etmezdim ya çok da yemene izin vermezdim ama sen isterdin.
Pernigotti kutusunu yiyecek dolabımıza
koyduğumu bilen sen alır yatağımın üzerinde çizgi filmini seyrederken yerdin
fakat şeker ve çikolatanın sağlığa zararlı olduğunu bildiğimizden çok yemene engel olmak için
“tamam derdim Can, yeter bu kadar” ...”bu son bu son” hiç gelmeyeceğini
bilirdim o sonun. çok yemeyesin diye
dolabın bir üst rafına koyardım. Bir gün baktım mutfakta yemek hazırlarken sana bakmak için
odaya geldiğimde çikolata yediğini fark ettim ama boyun oraya daha
yetişmediğinden anlam veremedim. Arkamı döndüm bir baktım tabureyi koyup üstüne
çıkmış kutudan çikolata aşırıyorsun. “Bak sen yolunu da bulmuşsun” dedim sen
bir koşu yatağın üzerine kutu elinde....
O kutu, eve
17.06.2017 tarihinde son geldiğinde yemen için aldığım oreo’dan kalan oreo
’ların, Almanya’dan hediye gelen ve
senin severek yediğin çikolatan geriye kalanlar öyle bıraktığın gibi duruyor. Sonraları Torku şeker pancarı
kullanıyor diye ürünlerinde annen kendisi de canım çok istiyor dediğinde Torku
marka bisküviyi alır yerdik birlikte çayla...Bizim evde her zaman mutfak
masasının üzerinde bulunan bisküvileri
sen gelmeden kaldırırdım çünkü önce onları yemeye başladığından asıl yemeğini
çorbayı, pilavı yemek istemezdin.
Dedo
BİM’den bisküvi alıp getirdiğinden ben
de senin o bisküvileri yemene izin vermediğimden sana aldığım bisküvileri ayrı
bir tabağa koyardım sen masada babamım bisküvilerine dalacakken ben “hayır derdim” anlam
veremezdin sen ama beklerdin “onlar
dedo”nun seninkiler burda. Alışmıştım sen de “bu dedonun bizimki değil değil mi
Güşen”
09.11.2014 |
Bir de kuru yemiş varsa masada bana çam aya da yer fıstıklarını, çekirdekleri açtırtır küçük çay tabağında biriktirir çizgi filmi seyrettiğin odaya gider gelir
birikenleri yerdin. Yer fıstığını annen de ben de senin için alırdık. Masa da hep bulunan tuzlu tuzsuz karışık
leblebiyi de yerdin ama ben sen büyüdüğünde bile korkardım boğazına kaçacak
diye... hep tetikteydim sen yemek yerken “aman ya boğulursa ben bazen
bağırırdım boğazına takıldı sanırdım
yediğin “anne”... annem kızardı “kocaman oldu bağırınca sen çocuk korkuyor” sen
de “evet bir şey yok bağırma “derdin.
Annenin hemen
hemen her Pazar yaptığı üzümlü bir kurabiye vardı hafif sert olur içinde
üzümlerde hafifçe yanmış olurdu onları da severdin zaten yemediğin zaman dedo
ya gönderirdi annen. Bir de babaannenin senin için yaptığı minik içi kakaolu kurabiyeler... Tatlıyı seven baban akşam işten döndüğünde
neredeyse her zaman Fırıncı
Orhan’dan tatlı alırdı, kadayıf, ev
yemekleri yapılan bir yerden de annenin
aldığı burma tatlısı...Annen iş yerindeki kantinden de sana ekler ve kurabiyeler bazen mantı bazen
de gözleme getirir di eğer sen benimle
oynadığın oyuna ara vermek
istemediğinden yüz vermediysen annene o
yere eğilir “bak sana ne aldım tatlım”
derdi.
Ve her gördüğüme
kalbime bıçak saplayan “luppo”. Niye hiç almadım sana, niye hiç tadına
baktırmadım ..niye.. hiç tatmadığımız ama reklam cıngılını “ne olur ne olur luppo mu bana ver”i olur olmaz her yerde, sana topu attığımda,
elin elimde yolda yürüdüğümüzde, evde mutfağa yöneldiğimizde, tek bacağının
üstünde döndüğünde, aklımıza estiğinde
söylediğin, söylediğimiz “n’olur, nolur luppo mu bana ver” Almadım
Can...almayacağım yavrum. Reklamı gördüğümde TV kanallarında oylum oylum
oyuluyor.... kalbim sesini duyuyorum
“.......luppo mu bana ver!”
31.12.2014 |
Fırıncı Orhan’ı
da severdin az mı oturduk seninle orada
sen çok sevdiğin simit’i yerdin
yanında carper peynir bir keresinde bir simitte 3 carper yemiştin. “Can vay canın tam üç peynir oldu” .Bol bol
sürmüştün simidine. Bazen de oturmazdık tatlı tezgahına yaklaşır “ hangisini
istiyorsan seç” sen eklerden isterdin “ yeter derdin” paket yapar eve gelirdik.
Sütlaç evet “Can’a sütlaç yapacağım” derdi annem, annen de babaannende sütlacı
sevdiğini bildiklerinden hep yaparlardı. Evett yavrum sen tatlıyı çok
seviyordun. Bilseydim ömrün bu kadar kısa ..sağlığına zararlı diye engel olmazdım tatlı,
şeker bisküvi yemene.
Hayatını kaybettiğin 2016 yılı 2 Temmuz Şeker bayramının arife günüydü, bu sene sensiz
ilk şeker bayramında çok sevdiğin şekerlerden getirdim mezarına ama eve ayak
basar basmaz mahvı perişan oldum ya erirde
güneşin altında yapışırsa mermerine
diye.
Bir defasında “ Abla “
dedi mezarına bakan adam “küçük bir sepet alayım içine koy getirdiklerini” Şimdi
genellikle o sepete koyuyorum getirdiğim oyuncakları, sevdiğin parkeye dizerek oyun oynadığın
parlak taşları, sarı ve mavi renkte iki küçük kuş getirdim, renk renk arabalar,
rüzgar gülleri....
30.09.2011 |
Bu sene hava öyle sıcak ki, dışarı çıkılmıyor, yaşasaydın evin içinde deli
olurdun çünkü okula ve kreşe başlamadığın yıllarda ancak 16’dan sonra çıkardık parka sabahları
da 10 da . “Canım sıkılıyor, bir şeyler yapalım
“ diyen seni oyalamak zor olurdu eminim ama yavaş yavaş kitap okumaya
başladığın ve de tabletinle, 2015 yılının Ağustos ayında kuzenin I. staja
geldiğinde bozuk olduğu için bizde bıraktığı sonrasında sen benim
bilgisayarımda oyun oynadığından dosyalarım silinir korkusuyla oyun oynamak
için I’tan aldığım “ artık senin de bir bilgisayarın var “ diye takdim ettiğim I’ın
eski bilgisayarıyla oynayacağın için sıkılmayacaktın.
Hem öyle bir hayal dünyan vardı ki yine
tasarlayacağın oyunları oynayacak, resim
yapacak yine masal yazacaktık bilgisayarda...yine faaliyet yapacaktık güzel
oğlum.
Google da “Kral oyun” ya da başka bir çocuk oyunları ya da “balon
patlatmaca” yazarken ben yüksek sesle “kral oyun” diye heceleyerek
yazardım sende tekrarlardın “kral oyun”,
“balon patlatmaca oyunu”. I’nın bilgisayarında
oynarken bir gün Asya için yüklenmiş oyunları bulmuştun. Yalnız bilgisayar
bozuktu 45 dakikada bir kapanıyor o yüzünden oynadığın oyun da yarım kalıyordu; tam
da sen level atlamışken olurdu bu ve sen zaten oyunda kaybetmekten hiç
hoşlanmazdın, üstüne de level atlamışken acayip üzülürdün bende sen üzüldün
diye üzülürdüm.
Her zaman, konuşmaya başladığın andan o Allahın belası kazaya kadar sen bir şeye üzülmeye gör böyle hep kalbimde ince bir sızı
göğsüme doğru ilerlerdi niyeyse...niyeyse.. Dayanamazdım hiç üzülmene hemen
seni üzüntüden alıkoyacak, ikna edecek bir bahane arar, bulurdum “Can
başaracağız yavrum, pes etmek yok”, bilgisayar kapanınca “ayyy derdin”,
“yaaaa”, “yine mi”; ben hemen üzülme böylesi daha iyi derdim; böylece başka bir
bölüme geçmişken 45 dakika hiç kapanmadan yeni bölümleri oynayacaksın, oyunu bitirmek için vaktin daha çok olur ”,
aklına yatmıştı bu “evet doğru” demiştin. Alışmıştın artık kapanır kapanmaz
hemen açma düğmesine dokunur yeniden başlatırdın bilgisayarı.
07.08.2015 18;31 |
Artık 2015’in
Eylül’ünden itibaren eve geldiğinde odaya girince anneannenin bir yastık
kılıfında sakladığı bilgisayarı, mausu çıkarır, yatağımın üzerine koyduğun
İKEA’dan aldığımız laptop masasına koyduğun bilgisayarın fişini takar, sırtını da yastıklarıma dayardın, bende yanına
uzanırdım, bir sen, bir ben oynardık.
Bazen üst üste oynardın
sen, bazen elimden alırdın bilgisayarı; Google’da onlarca Bubbles Balon Patlat oyunu, “bu olsun”,
“hayır bu olsun” tartışmaları arasında illaki de senin dediğin olurdu; bayağı
savaş alanında kullanılan bir topla vururduk renk renk balonları “vay nasıl
vurdum şu morlara bak ayyy şu sarıyı vur haydi, haydi aslanım” lafları arasında
kah gülerek, kah bağırarak, kah kızarak oynardık.
2016 yılının başından
itibaren oynadığımız balık oyunu 27 level di ve çok zor bir oyundu, eğer balık
engelleri aşamaz, ördekleri yutamazsa havuzda su boşalıyordu, haydi yeni
baştan; sen 27’yi de geçtin, bir de ip kesmece oyunu. Balıkları severdin sen, evde
yarattığın oyunlarda da çok sık geçerdi yunus balığı, köpek balığı, balina
adları. Sesini kayda bile almışım balık oyunu oynarken, videoya da.
Evdeki hala kullandığım,
senin ellerin değdiğinden atmayacağım yukarıdaki video da görüldüğü üzere pembe terliği balığın yüzgeci olarak kullanırdın, iki eline geçirir
fırlardın. Küçükken de oltayla balık tutardık seninle galiba Mustafa
deden sana oyuncak bir otla almıştı, o oltayı almadan önce de biz halıyı deniz
diye belirler hayali oltamızı, bazen de bir yumağı atardık yana eğilerek “ayyy
yardım et çekemiyorum çok ağır bir balık” ,“yoksa, anam bir köpek balığı bu kaçın”;
“bak bak Güşen balık takıldı oltama”, “ Can ne kadar kocaman bir balık bu
Lüfer” , “aayy ne kadar ufak minik bir balık hamsi” şakacıktan oltanın ucuna
yem de takardık. Büyük bir keyifle oynadığın o balık oyununun adını
yazamıyorum, çünkü yine sehpanın altında, yastık kılıfının içinde duran
bilgisayarını açamıyorum yavrumm
3
nolu ses kaydı konulacak
Balık yemeyi de severdin
diğer çocukların aksine,” somon”, “hamsi tava” Tiflis caddesinde açılınca
balıkçı onların yağına güvenmediğimizden evden yağ götürüp bırakmıştım bizim
balıklarımızı pişirirken kullansın diye. Annen sipariş verirdi akşama “Çinekop,
çipura, levrek ya da hamsi”. Bir keresinde annen akşam bir palamut yaptım
fırında ızgarada nasıl güzel oldu “Can bir yedi, bir yedi” diye anlatmıştı.
Neredeyse denizden baban çıksa yer denilenlerdendin.4.Cadde de bir balıkçı
vardı, anneannen, ben, F. teyzen ve sen balık yemeğe gitmiştik, bahçesinde de
oyun parkı çocuklar için, hem oynamış hem balık yemiştin, tabii masada oturtmak
ne mümkün, kalamar yemiştin orada.
Yine bir gün; yandaki resmi çektiğimiz 26.02.2014 tarihinde saat 17;37’de ;
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde CHP adayı
Alper Taşdelen’nin seçim toplantısına gitmiştik, seçim bürosu 4.caddedeydi, sen
3,5 yaşındaydın; ilk defa bir seçim etkinliğine katılıyordun, elin elimde; “başkanı
bekliyoruz” demiştim sıkılmıştın ve sabırsızlanıyordun
“ne zaman gelecek” hava soğuktu, eline CHP bayrağı vermiştim, sallıyordun, öyle
sevimliydin ki; nihayet gelen Başkan bir otobüsün üstünde konuşmaya başladı,
sen kalabalıktan ve küçücük boyundan göremeyince epeydir beklediğin başkanı;
yanımdaki gençten birine rica ettim seni kucağına aldı; heyecanlanmıştın nasıl bir alkışlama insanlar alkışlayınca
sonra yine o Dalyan balıkçısında balık yemiştik öylede acıkmıştın ki hamsi
tavayı yutmuştun adeta.
O günden sonra seçim
gününe kadar ne zaman seçim propagandası yapan bir CHP otobüsünü Kahire
caddesinde, ara sokaklarda görsen CHP’nin seçim şarkısını, anonsunu duysan “bay
başkan geliyor” diye el sallardın. ”Bay başkan ne yapar “demiştin.
Sonra bir gün baktım ki 2016 Nisan ya da Mayıs
aylarıydı Solitaire oyunu da var
bilgisayarında, kazanınca güzel bir müzik ve kelebekler uçuşuyor bizde
kollarımızla müziğe uyardık “vay be kelebekler” , “ne güzel” .Ki bazen
karşımızdaki parkta, bazen beğendiğin karşısında Nusret Fişek kültür evinin
önündeki bankta otururken karşımızdaki küçücük bahçede mavi, beyaz bir kelebeğin ardına takılır yakalamaya
çalışır koşardık. Kelebekleri de çok severdin sen. Tıpkı parklarda çiçeklere
konduğunu gördüğümüz arılar için “ arı
maya ve arkadaşı Willi yine neyi peşindeler” diyerek şakalaştığımız gibi.
Bildiğim hayatını uğruna kaybettiğini söyledikleri arılardan senin korkmadığındır.
Oyun oynarken senden en
çok duyduğum söz “ sen bilmiyorsun vey ya da
bırak ben oynayacağım”. “Yavrum sen bunu nasıl bileceksin daha yeni bir bu
oyun Solitaire, dur göstereyim...”, yok alırdın elimden bilgisayarı mausu bir
süre yapamayınca “al oyna “ der ya da yardım
etmeme ses çıkarmazdın, tabii bilgisayar yine senin önnde olmalıydı.
O kadar bıkmıştık ki bu
kapanmadan bir gün “bilgisayarı hastaneye götüreceğim” dedim, “hastaneye mi” büyük
bir şaşkınlıkla “ evet, makinalarda insanlar gibidir; onlarında doktorları var,
hastalanınca bilgisayarları hastaneye götürmek lazım” .Öğretmenler kırtasiyenin
karşısındaki bilgisayarcıya vermiştim, kaç kez seninle birlikte gidip; geldik;
sorduk ha bugün, ha yarın bir türlü çözemediler. Sen de “daha almadın mı “
derdin, sonunda yapamadık deyip geri verdiler.
Çok sıcak ya bu yıl o yüzden
sabah erkenden geliyorum mezarına, anneannenle. Öyle de uzak ki, iki dolmuşla
ancak geliyoruz. Sıhhıye de mezarlığa giden dolmuşa biniyoruz ya da Kızılay’da
metroya hastane durağında inip taksiyle gidiyoruz .Seninle konuşuyoruz,
anneannen ağıtlar yakıyor sana “ oğlum beni duyuyor musun, anneannen seni çok
arıyor...konuşsana oğlum bak ben geldim”. Bu ay dayın götürdü bizi hep, ben bir
gün önceden hazırlık yapıyorum sana geleceğim ya sana getireceksem
hazırlıyorum...
Küçükken minderlerini
koltukların kenarlarına koyar ev yapardık, sen içine girerdin, sanıyorum 3
yaşlarında falandın, bir minderi de kapı olarak kullanırdık “bu da kapısı” ; “kapısını
kapat” derdin, ben küçük aralıktan bakardım sana, içine doldurduğun
oyuncaklarınla kedinle, tavşanın, arınla pandanla konuşurdun; beni fark edince
de “bakma derdin” sertçe “ evime gelme
“.
Evinizdeki griyle bej arası bir renkte kanepe şeklinde iki büyük, geniş minderli koltuk oyunun için biçilmiş kaftandı. Bizim evde de yapardın da çok izin vermezdim ben. Bizim evde bir keresinde saklambaç oynarken ben büyük bir hata yapıp Küçük odadaki gardıroba saklandım, saklanmaz olaydım sen epey uğraş beni bulamadın sonunda çıktım ve sen de başladın o dolabın içinde saklanmaya ya ben panik atak ye bir şey olursa, hava biterse nefessiz kalırsan. Saklambaç oynayınca evde önce oraya bakardım, bir keresinde saklambaç oyununda bulamadım seni, oyun oyunluktan çıkmıştı o an benim için az daha kalpten ölüyordum. “ Elma, elma çık çık “ diye telaşla bağırıyorum Can çık oğlum çık ne olur” Yahu ev nereye gider ama işte akıl gidiyor. Meğer sen salondaki koltuğun arkasına saklanmış, hiç ses çıkarmamışsın. Sonra büyünce saklambaç oyunun da “elma , armut “yerini “sıcak soğuk “aldı..
Birde evin önündeki parkta oyun oynarken birden oyunu bırakır orada yola
yakın 3 dört tane ağacın olduğu küçük koruya giderdin “haydi sen de gel evime”,
“evime gidiyorum” iki çam ağacı bir at kestanesi ağacı, Telekom’un kutusunun yanında
eğilirdin eğik dururdun orada bazen otururdun, çam ağacının iğnesi batardı. Âmâ
kesin olan bir şey vardı o da parkta oyun oynarken birden oyunu bırakıp evine
gittiğindi.
evin |
Senin evine girerken elin mutlaka çam ağacının dikenine değerdi, acıtırdı
sen orada eğilir, öyle beklerdin, dururdun eğik vaziyette sonra haydi gidelim derdin.
evin dediğin o yer |
ve evin dediğin o yeri kameraya
çektim yavrummm
Hayatımıza benim de doğduğum ve en çok sevdiğim bir Eylül günü, 7 Eylül
2009 pazartesi günü girdin. Öncesinde annen neredeyse tüp bebek tedavisi gördü
desem yeridir. İşin garip yanı yavrum sen hayatını o kazada kaybettikten sonra
bir baktım herkes senin için “tüp bebekti” diyor. Sonraları bu şayiayı seni
yaşarken hiç görmemiş yengenin bilmeyerek çıkardığını anladım. Çünkü o zaten
Ankara’da oturmuyordu tüp bebek tedavisine başladığını duymuş ama gerisini
bilmiyordu muhtemelen ki aklında öyle kalmıştı.
Bir gün annen anneannene “bir yere gideceğim dönüşte kahvaltıya sana geleceğim ” demiş. Ki cumartesi günü yıl
2008’in Ekim sonu ya da Kasım başı olmalı. Anneannen de o sabah bir rüya görüyor ” Turan Güneş’te
Güzel kasabın önünde karşıdan karşıya geçmek istiyorum yanımda bir çocuk ve G.
var. G’ye dedim ki “kızım
al bu çocuğu karşıya geçir ben korkuyorum trafikten. Arkamı dönünce bir
baktım L. Ayakkabıları eski, yırtık birinin de tabanına basıyor bir halde. Ne
olmuş sen Bankada çalışan birisin git kendine bir ayakkabı al”
L.
kahvaltıya geldi annem “nereye gittin”
dedi; “doktordan geliyorum, göbeğimden bir iğne vurdular 700 TL verdim, çocuk
için aşı yaptırmıştım ama tutmamış”. Ben şaşkın haberimiz yok ya..annem “kızım
acelen ne ? daha kaç gün oldu evleneli,
senin çocuğun olur niye olmasın” itirazını iletti annene... gördüğü
rüyayı anlattı” tutmaz tüp bebek sende, boş yere tedavi olma, bırak akışına, normal yoldan hamile kalacaksın sen “ dedi .
Annen galiba yanlış hatırlayabilirim Cinhah caddesindeki bir
doktora gitmiş adı da Hakan olabilir. Ki annen de bir telaş ki sorma...sanki yetişmesi
gereken bir yermiş geç kalmış gibi hemen bir an önce çocuk sahibi olmak istiyordu.
Kendi açısından belki haklıydı da zira
41 yaşındaydı evlendiğinde. Annen 2008 Eylül’ünde evlendi Aralık ayında hamileydi.
Annenin tüp bebek tedavisine
başladığını öğrenince ben hormon almasının tehlikeli olduğunu söyledim ve
ekledim “ bu ailede genetik olarak çocuk doğuramamak diye bir şey olamaz bütün
teyzelerimin en az 6, amcalarımın en az 4 çocuğu oldu, düşün L. teyzemin 11
çocuğu var ve sen tüp bebek tedavisi için doktora gidiyorsun. Olacak şey değil
“ demiştim. Annen de doktorun çok
paragöz olduğunu, güvenmediğini itiraf etmiş, bırakmıştı tüp bebek
tedavisini.
Baban bilmediğimiz, tanımadığımız bir çevredendi. Annenin tercihi
diye her evlenen de aynen annen gibi “....
evleniyoruz”la karşımıza çıkmıştı ve kimsenin tercihi sorgulanmamıştı diyemem
sorgulansa bile o kişinin yüzüne söylenmemişti çünkü kararını vermişti bir
kere...
Annen babanla tanışır tanışmaz iki aya içinde
evlenmeye karar verip üçüncü ayda da nikâh tarihini bile almıştı; Eylül de nikah Haziran da tanışma. O kadar hızlı bir biçimde evlenmişti
ki Türkiye de yaşayan her anne gibi annem de gözbebeği bir prenses gibi davrandığı, okumuş kızına
münasip gördüğü bürokrat, hali vakti yerinde biriyle değilde evlenince eşyalarını eşinin yaşadığı eve
taşıyan mesleği grafiker yalnızca bir
araba sahibi Lise mezunu biriyle evlenmesi
karşısında uğradığı hüsranı anlattığı
babam “ yanında bir nefesin olması kötü değil yalnızca bir nefes boş ver, bir
nefes yanında “ diye teselli vermişti.
A
Olabilir şeydir insanların
çocuğunun evlendiğini
benimsememesi hele de çocuğuyla
ilgili hayalleri var ve olandan farklıysa...Anneannende öyle insanlardandı hiç istemedi babanla evlensin annen, neredeyse
nikaha bile gitmeyecekti de ben “yapma”
demiştim. Annense tersine nikah günü trafik
yüzünden biraz gecikince baban neredeyse
kriz geçirecekti.
Ve bir gün bana anneannen
dedi ki “Leyla hamile kalsın Hacı Bektaş’a gidip bir çam ağacı dikeceğim”.
Diktik de; ne zorluklarla buldum o çam ağacını ben; Lozan’daki park ve bahçeler
müdürlüğüne gidip müdürden istedim de aldım ve G. teyzen anneannen gittik Hacı
Bektaş’a ve ektik.
Sonra hem arabada yer
olmadığından, hem de hasta olduğumdan gelememiştim, 28.04.2012 G. teyzen
anneannen, sen, annen Hacı Bektaş’a gidiyor
senin için dikilen çam ağacını
görüyorsun; annen de kurban kesiyor senin için; en güzel fotoğrafında bence o
gün çekilen fotoğrafların. Hacı Bektaş’ın önüne atmıştık seni korusun, uzun
ömür sağlık versin diye ama bak ne oldu
yavrum...
29.10.2015 |
Güzel oğlum “kaderi böyleydi” diyorlar senin için , bir
kurşun atsalar yüreğime daha iyi yaparlar....anlayamıyorum .... Niye kaderin
böyle olsun? Niye? Tanrı sana böyle bir “kader” yazsın, herkes senin kaderini
kulun yazdığını bildiği halde niye suçlu olsun Tanrı. Tanrı küçücük bir çocuğa niye böyle ölümcül bir kader yazacak kadar
acımasız olsun ki. Hiç bir günahı yokken hem de...
Ah....ahhhh... yazarken
seni, hayatını bakıyorum yaşadığım en
mutlu anlar seninle birlikte geçirdiğin
vakitlermiş ... bir daha asla o
vakitlerin yaşanmayacağını senin ölümünle
öğrendiğim içindir işte her gün gözlerimden
süzülen yaş, ağzımdan dökülen “needen..
nasıl olur Can yokken ben yaşayabiliyorum” feryadı. O gözyaşlarımda gizli tüm yaşanmışlıklarımız, anılarımız ... şimdi “söylesenize, sahiden
siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?”