19 Temmuz 2017 Çarşamba

Söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?





28.04.2012 13;00 Hacı Bektaş yolunda


 Şirinomm benim...fıstikom..


Bazen diye yazacaktım vazgeçtim genellikle anaokuluna başlayana dek farklı isimlerle seslenirdim sana; çocukken kardeşlerime yaptığım gibi “Murat”, “Mesut”, en çokta “Toni“.Alışmıştın sen de farklı, ama senin için artık tanıdık  isimlerine. Birlikte  her gün geçtiğimiz kahire caddesinde yol üstündeki kuaföre “Yasemin güzellik salonuna” gitmiştik, kaşımı düzeltirken çalışan kız sen de  karşımda koltukta oturuyordun “Toni” dedim ben “az kaldı”, kadın şaşırdı “ismi Toni’mi” ben “evet” dedim, sen benim hep dudaklarımda bir tebessümle  hatırlayacağım; vefatından sonraysa hep nasıl olurda hiç kameraya almadım, resmini çekmedim dediğim o muzip ama şaşkın  ama gülümseyen bakışınla bakmış, sırımızı açık etmemiştin. Çıkarken “kadın demiştim nasıl da inandı; yabancı sandı seni” yabancının ne anlama geldiğini bilmeyen sana.

Arada “Şirinomm benim”, “annem”, “teyzem”, “tatlım” , “aşkısı”, “balım” , “fıstıko”, “aşkım”, “bir tanesi”  “bebeğim” “ beybi”  “come on beybi” de derdim.

Yavrum bugün mezarına gittim yine, on günü biraz geçti mi seni ziyaret etmedim diye bir sıkıntı başlıyor içimde. Öyle çok özlüyorum ki seni, öyle çok özlüyorum ki sesini, elinin sıcaklığını, gülüşünü mezarından medet umuyorum. Mezar taşında arıyorum teselliyi, mezar taşına sarılıyorum sen diye. Beni çağıran sesini duyuyorum  “gel Güşen haydi...”



 



İşyerinde masa komşum Ayşe’yi çok genç yaşta kaybetmiştim. Karadenizli Ayşe’yi ailesi Ankara’da ki köy evlerinin bahçesinde gömüştü. O zaman o kadar ürkütücü gelmişti ki bana evin bahçesinde mezar. Seni kaybettikten sonra keşke öyle bir imkanım olsaydı, keşke bedenini yanımda tutabilseydim diye düşündüm..

Bedenin yavrum, saçların o küçük kolların, bacakların uykuya dalmış kapalı gözlerin orada, sana ait o küçücük toprak parçasında, mezarında. Sonsuza kadar yatacağın, bir gün benimde yanına geleceğim mezarın; senin evinmiş gibi geliyor bana.


Her gelişimde evine ya alıyorum ya da evden getiriyorum sevdiğin oyuncakları, bayramda sevdiğin Kent’in kahverengi kağıda sarılı karamelli  içi beyaz  sakız gibi ,  bir de meyveli küçük şekerlerinden getirdim; sen bir bayramda annen zararlı jelibol şekerlerden almıştı ya  bana “annem jelibol şekerlerden aldı biliyor musun” diye  sevinerek anlatmıştın. Ne çok severdin şekerleri ne çok  ve bizde ne çok karşı çıkardık yemene annen “bak dişlerin çürür, az ye” der şekerliği kaldırırdık.











 Bademi, fındıklı küçük çikolatalı şekerleri. Yeter ki şeker olsun.Lokum alırdım sana lokumun da akide şekerini de çok severdin. Ali Uzun’dan akide şekeri almıştım lokumla birlikte .Sen eve geldiğinde tezgâhın üzerinde görürü görmez  şaşırmış “aaa bundan F. teyzemde de var” diyerek atmıştın ağzına tabii lokumu da. Sonra ben onları  “dedo”nun gazabından korumak için yiyecek kilerimizde çamaşır makinasının üstündeki dolapta sakladım her zamanki gibi. O ara niyeyse evet  hatırladım baban iş görüşmesine mi ne gitmek, bir sunum yapmak zorundaydı diyordu üst üste ben aldım seni   servisten daha  eve adım atar atmaz koşardın “lokum, akide şekeri” diye. 







Bitince de ”ayyy yok, vardır bakayım “ demiştin,  ben sen seviyorsun diye almıştım hep. Yan komşumuz Yüksel Hanım senin ayak seslerini tanır kapıyı açar “Can” derdi elinde bir avuç şeker sen önce tereddüt eder, alırdın bir öpücük derdi Yüksel hanım öperdin tontiş yanaklarından, ben de “teşekkür etsene oğlum “derdim. sen de “teşekkür ederim “derdin. Tabii yemek yemeden yumulurdun şekerlere, buzdolabında saklardım bazen erimesin diye sıcakta, yerini bilir alır kaçardın, şekerlerin kâğıtlarını da yatağın üzerine atar ben “çöpe at bakalım” deyince koşarak atar gelirdin... Schogetten, Toblerone , Ferrero Rocher, nestle, tadella ve en son aldığım sarella’nın bitter gofreti...”ne kadar güzelmiş Güşen”    







Ama illa ki ikimizin de bayıldığı  ve senin bana bile vermemek için kaçırdığın karamel içinde bütün fındık krem nuga ve çikolata dolgulu Toffifee. Allahım!  Allahım! nasıl  severdin nasıl Toffifee’yı . Evinize, evimize yakın  Beğendikten alır  almaz kutuyu açar daha yolda bitirirdik pahalı bir çikolataydı da o yüzden küçük paketini alırdık. Bazen de sizin buzdolabında görür bir tane almak isterdim “babam aldı” der  paketi elimden alır kaçırır, koltuğun üzerine çıkar,  bir tane ağzına atar bende  elinden alınca paketi ki bir tane alır gerisini sana verirdim  o arada sen “yaaaaa” derdin 












Ve Pernigotti çikolata. Kutusu bizim gizli yiyecek dolabımızda duruyor bıraktığın gibi. Piyasaya  yeni girmişti kutusunu beğenip almış sana tattırmak için beklemiştim “Can öyle değişik ve güzel bir çikolata aldım ki” kutusunu eline vermiştim, bayılmıştın sen tadına ki bitter sağlıklı diye Pernigotti Vintage Cremini Tin’ı  almıştım. Sonra o kutuya koymuştum aldığım her çikolatayı sen eve geldiğinde “çikolata var mı” dediğinde önce buzdolabını açar bakardın, gofret ve oreo’yu eksik etmezdim ya çok da yemene izin vermezdim ama sen  isterdin.





 Pernigotti kutusunu yiyecek dolabımıza koyduğumu bilen sen alır yatağımın üzerinde çizgi filmini seyrederken yerdin fakat şeker ve çikolatanın sağlığa zararlı olduğunu  bildiğimizden çok yemene engel olmak için “tamam derdim Can, yeter bu kadar” ...”bu son bu son” hiç gelmeyeceğini bilirdim o sonun. çok yemeyesin diye  dolabın bir üst rafına koyardım. Bir gün baktım  mutfakta yemek hazırlarken sana bakmak için odaya geldiğimde çikolata yediğini fark ettim ama boyun oraya daha yetişmediğinden anlam veremedim. Arkamı döndüm bir baktım tabureyi koyup üstüne çıkmış kutudan çikolata aşırıyorsun. “Bak sen yolunu da bulmuşsun” dedim sen bir koşu yatağın üzerine kutu elinde....








O kutu, eve 17.06.2017 tarihinde son geldiğinde yemen için aldığım oreo’dan kalan oreo ’ların,  Almanya’dan hediye gelen ve senin severek yediğin çikolatan geriye kalanlar öyle bıraktığın gibi  duruyor. Sonraları Torku şeker pancarı kullanıyor diye ürünlerinde annen kendisi de canım çok istiyor dediğinde  Torku  marka bisküviyi alır yerdik birlikte çayla...Bizim evde her zaman mutfak masasının üzerinde bulunan  bisküvileri sen gelmeden kaldırırdım çünkü önce onları yemeye başladığından asıl yemeğini çorbayı, pilavı  yemek istemezdin.

Dedo BİM’den  bisküvi alıp getirdiğinden ben de senin o bisküvileri yemene izin vermediğimden sana aldığım bisküvileri ayrı bir tabağa koyardım sen masada babamım bisküvilerine  dalacakken ben “hayır derdim” anlam veremezdin sen ama beklerdin  “onlar dedo”nun seninkiler burda. Alışmıştım sen de “bu dedonun bizimki değil değil mi Güşen”   




09.11.2014



Bir de kuru yemiş varsa masada  bana çam  aya da yer fıstıklarını, çekirdekleri  açtırtır küçük çay tabağında biriktirir  çizgi filmi seyrettiğin odaya gider gelir birikenleri yerdin. Yer fıstığını annen de ben de senin için alırdık.  Masa da hep bulunan tuzlu tuzsuz karışık leblebiyi de yerdin ama ben sen büyüdüğünde bile korkardım boğazına kaçacak diye... hep tetikteydim sen yemek yerken “aman ya boğulursa ben bazen bağırırdım  boğazına takıldı sanırdım yediğin “anne”... annem kızardı “kocaman oldu bağırınca sen çocuk korkuyor” sen de “evet bir şey yok bağırma “derdin.


Annenin hemen hemen her Pazar yaptığı üzümlü bir kurabiye vardı hafif sert olur içinde üzümlerde hafifçe yanmış olurdu onları da severdin zaten yemediğin zaman dedo ya gönderirdi annen. Bir de babaannenin senin için yaptığı minik içi kakaolu kurabiyeler...  Tatlıyı seven baban akşam işten döndüğünde neredeyse her zaman   Fırıncı Orhan’dan  tatlı alırdı, kadayıf, ev yemekleri yapılan bir yerden de  annenin aldığı  burma tatlısı...Annen  iş yerindeki kantinden  de sana ekler ve kurabiyeler bazen mantı bazen de gözleme  getirir di eğer sen benimle oynadığın oyuna  ara vermek istemediğinden yüz vermediysen  annene o yere eğilir  “bak sana ne aldım tatlım” derdi.








Ve her gördüğüme kalbime bıçak saplayan “luppo”. Niye hiç almadım sana, niye hiç tadına baktırmadım ..niye.. hiç tatmadığımız ama reklam cıngılını  “ne olur ne olur luppo mu bana ver”i  olur olmaz her yerde, sana topu attığımda, elin elimde yolda yürüdüğümüzde, evde mutfağa yöneldiğimizde, tek bacağının üstünde döndüğünde, aklımıza estiğinde  söylediğin, söylediğimiz “n’olur, nolur luppo mu bana ver” Almadım Can...almayacağım yavrum. Reklamı gördüğümde TV kanallarında oylum oylum oyuluyor.... kalbim  sesini duyuyorum “.......luppo mu bana ver!”





31.12.2014








Fırıncı Orhan’ı da severdin az mı oturduk seninle orada  sen çok sevdiğin  simit’i yerdin yanında carper peynir bir keresinde bir simitte 3 carper yemiştin. “Can  vay canın tam üç peynir oldu” .Bol bol sürmüştün simidine. Bazen de oturmazdık tatlı tezgahına yaklaşır “ hangisini istiyorsan seç” sen eklerden isterdin “ yeter derdin” paket yapar eve gelirdik. Sütlaç evet “Can’a sütlaç yapacağım” derdi annem, annen de babaannende sütlacı sevdiğini bildiklerinden hep yaparlardı. Evett yavrum sen tatlıyı çok seviyordun. Bilseydim ömrün bu kadar kısa ..sağlığına zararlı diye engel olmazdım tatlı, şeker bisküvi yemene.

 Hayatını kaybettiğin 2016 yılı 2 Temmuz  Şeker bayramının arife günüydü, bu sene sensiz ilk şeker bayramında çok sevdiğin şekerlerden getirdim mezarına ama eve ayak basar basmaz mahvı perişan oldum ya  erirde  güneşin altında yapışırsa mermerine diye.

Bir defasında “ Abla “ dedi mezarına bakan adam “küçük bir sepet alayım içine koy getirdiklerini” Şimdi genellikle o sepete koyuyorum getirdiğim oyuncakları,  sevdiğin parkeye dizerek oyun oynadığın parlak taşları, sarı ve mavi renkte iki küçük kuş getirdim, renk renk arabalar, rüzgar gülleri....




30.09.2011



Bu sene hava öyle sıcak ki, dışarı çıkılmıyor, yaşasaydın evin içinde deli olurdun çünkü okula ve kreşe başlamadığın yıllarda  ancak 16’dan sonra çıkardık parka sabahları da 10 da . “Canım sıkılıyor, bir şeyler yapalım  “ diyen seni oyalamak zor olurdu eminim ama yavaş yavaş kitap okumaya başladığın ve de tabletinle, 2015 yılının Ağustos ayında kuzenin I. staja geldiğinde bozuk olduğu için bizde bıraktığı sonrasında sen benim bilgisayarımda oyun oynadığından dosyalarım silinir korkusuyla oyun oynamak için I’tan aldığım “ artık senin de bir bilgisayarın var “ diye takdim ettiğim I’ın eski bilgisayarıyla oynayacağın  için sıkılmayacaktın. Hem öyle bir hayal dünyan vardı ki  yine tasarlayacağın oyunları oynayacak,  resim yapacak yine masal yazacaktık bilgisayarda...yine faaliyet yapacaktık güzel oğlum.



Google da “Kral oyun” ya da başka bir çocuk oyunları ya da “balon patlatmaca” yazarken ben yüksek sesle “kral oyun” diye heceleyerek yazardım  sende tekrarlardın “kral oyun”, “balon patlatmaca oyunu”. I’nın  bilgisayarında oynarken bir gün Asya için yüklenmiş oyunları bulmuştun. Yalnız bilgisayar bozuktu  45 dakikada bir kapanıyor o  yüzünden oynadığın oyun da yarım kalıyordu; tam da sen level atlamışken olurdu bu ve sen zaten oyunda kaybetmekten hiç hoşlanmazdın, üstüne de level atlamışken acayip üzülürdün bende sen üzüldün diye üzülürdüm.


Her zaman, konuşmaya başladığın andan o Allahın belası kazaya kadar  sen bir şeye üzülmeye gör böyle hep kalbimde ince bir sızı göğsüme doğru ilerlerdi niyeyse...niyeyse.. Dayanamazdım hiç üzülmene hemen seni üzüntüden alıkoyacak, ikna edecek bir bahane arar, bulurdum “Can başaracağız yavrum, pes etmek yok”, bilgisayar kapanınca “ayyy derdin”, “yaaaa”, “yine mi”; ben hemen üzülme böylesi daha iyi derdim; böylece başka bir bölüme geçmişken 45 dakika hiç kapanmadan yeni bölümleri oynayacaksın,  oyunu bitirmek için vaktin daha çok olur ”, aklına yatmıştı bu “evet doğru” demiştin. Alışmıştın artık kapanır kapanmaz hemen açma düğmesine dokunur yeniden başlatırdın bilgisayarı.






07.08.2015 18;31




Artık 2015’in Eylül’ünden itibaren eve geldiğinde odaya girince anneannenin bir yastık kılıfında sakladığı bilgisayarı, mausu çıkarır, yatağımın üzerine koyduğun İKEA’dan aldığımız laptop masasına koyduğun bilgisayarın  fişini takar,  sırtını da yastıklarıma dayardın, bende yanına uzanırdım, bir sen, bir ben oynardık.

Bazen üst üste oynardın sen, bazen elimden alırdın bilgisayarı; Google’da onlarca Bubbles Balon Patlat oyunu, “bu olsun”, “hayır bu olsun” tartışmaları arasında illaki de senin dediğin olurdu; bayağı savaş alanında kullanılan bir topla vururduk renk renk balonları “vay nasıl vurdum şu morlara bak ayyy şu sarıyı vur haydi, haydi aslanım” lafları arasında kah gülerek, kah bağırarak, kah kızarak oynardık.


2016 yılının başından itibaren oynadığımız balık oyunu 27 level di ve çok zor bir oyundu, eğer balık engelleri aşamaz, ördekleri yutamazsa havuzda su boşalıyordu, haydi yeni baştan; sen 27’yi de geçtin, bir de ip kesmece oyunu. Balıkları severdin sen, evde yarattığın oyunlarda da çok sık geçerdi yunus balığı, köpek balığı, balina adları. Sesini kayda bile almışım balık oyunu oynarken, videoya da.








Evdeki hala kullandığım, senin ellerin değdiğinden atmayacağım yukarıdaki video da görüldüğü üzere  pembe terliği balığın  yüzgeci olarak kullanırdın, iki eline geçirir fırlardın.  Küçükken de  oltayla balık tutardık seninle galiba Mustafa deden sana oyuncak bir otla almıştı, o oltayı almadan önce de biz halıyı deniz diye belirler hayali oltamızı, bazen de bir yumağı atardık yana eğilerek “ayyy yardım et çekemiyorum çok ağır bir balık” ,“yoksa, anam bir köpek balığı bu kaçın”; “bak bak Güşen balık takıldı oltama”, “ Can ne kadar kocaman bir balık bu Lüfer” , “aayy ne kadar ufak minik bir balık hamsi” şakacıktan oltanın ucuna yem de takardık. Büyük bir keyifle oynadığın o balık oyununun adını yazamıyorum, çünkü yine sehpanın altında, yastık kılıfının içinde duran bilgisayarını açamıyorum yavrumm






3 nolu ses kaydı konulacak 


Balık yemeyi de severdin diğer çocukların aksine,” somon”, “hamsi tava” Tiflis caddesinde açılınca balıkçı onların yağına güvenmediğimizden evden yağ götürüp bırakmıştım bizim balıklarımızı pişirirken kullansın diye. Annen sipariş verirdi akşama “Çinekop, çipura, levrek ya da hamsi”. Bir keresinde annen akşam bir palamut yaptım fırında ızgarada nasıl güzel oldu “Can bir yedi, bir yedi” diye anlatmıştı. Neredeyse denizden baban çıksa yer denilenlerdendin.4.Cadde de bir balıkçı vardı, anneannen, ben,  F. teyzen  ve sen balık yemeğe gitmiştik, bahçesinde de oyun parkı çocuklar için, hem oynamış hem balık yemiştin, tabii masada oturtmak ne mümkün, kalamar yemiştin orada.


26.02.2014 ilk siyasi mitingin




Yine bir gün; yandaki resmi çektiğimiz 26.02.2014 tarihinde saat 17;37’de ; 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde CHP  adayı Alper Taşdelen’nin seçim toplantısına gitmiştik, seçim bürosu 4.caddedeydi, sen 3,5 yaşındaydın; ilk defa bir seçim etkinliğine katılıyordun, elin elimde; “başkanı bekliyoruz” demiştim  sıkılmıştın ve sabırsızlanıyordun “ne zaman gelecek” hava soğuktu, eline CHP bayrağı vermiştim, sallıyordun, öyle sevimliydin ki; nihayet gelen Başkan bir otobüsün üstünde konuşmaya başladı, sen kalabalıktan ve küçücük boyundan göremeyince epeydir beklediğin başkanı; yanımdaki gençten birine rica ettim seni kucağına aldı; heyecanlanmıştın  nasıl bir alkışlama insanlar alkışlayınca sonra yine o  Dalyan balıkçısında  balık yemiştik öylede acıkmıştın ki hamsi tavayı yutmuştun adeta.





O günden sonra seçim gününe kadar ne zaman seçim propagandası yapan bir CHP otobüsünü Kahire caddesinde, ara sokaklarda görsen CHP’nin seçim şarkısını, anonsunu duysan “bay başkan geliyor” diye el sallardın. ”Bay başkan ne yapar “demiştin.

 Sonra bir gün baktım ki 2016 Nisan ya da Mayıs aylarıydı  Solitaire oyunu da var bilgisayarında, kazanınca güzel bir müzik ve kelebekler uçuşuyor bizde kollarımızla müziğe uyardık “vay be kelebekler” , “ne güzel” .Ki bazen karşımızdaki parkta, bazen beğendiğin karşısında Nusret Fişek kültür evinin önündeki bankta otururken karşımızdaki küçücük bahçede mavi,  beyaz bir kelebeğin ardına takılır yakalamaya çalışır koşardık. Kelebekleri de çok severdin sen. Tıpkı parklarda çiçeklere konduğunu gördüğümüz arılar için  “ arı maya ve arkadaşı Willi yine neyi peşindeler” diyerek şakalaştığımız gibi. Bildiğim hayatını uğruna kaybettiğini söyledikleri arılardan senin korkmadığındır.

Oyun oynarken senden en çok duyduğum söz “ sen bilmiyorsun vey ya da  bırak  ben oynayacağım”. “Yavrum  sen bunu nasıl bileceksin daha yeni bir bu oyun Solitaire, dur göstereyim...”, yok alırdın elimden bilgisayarı mausu bir süre yapamayınca  “al oyna “ der ya da yardım etmeme ses çıkarmazdın, tabii bilgisayar yine senin  önnde olmalıydı.


  
 





O kadar bıkmıştık ki bu kapanmadan bir gün “bilgisayarı hastaneye götüreceğim” dedim, “hastaneye mi” büyük bir şaşkınlıkla “ evet, makinalarda insanlar gibidir; onlarında doktorları var, hastalanınca bilgisayarları hastaneye götürmek lazım” .Öğretmenler kırtasiyenin karşısındaki bilgisayarcıya vermiştim, kaç kez seninle birlikte gidip; geldik; sorduk ha bugün, ha yarın bir türlü çözemediler. Sen de “daha almadın mı “ derdin, sonunda yapamadık deyip geri verdiler.

Çok sıcak ya bu yıl o yüzden sabah erkenden geliyorum mezarına, anneannenle. Öyle de uzak ki, iki dolmuşla ancak geliyoruz. Sıhhıye de mezarlığa giden dolmuşa biniyoruz ya da Kızılay’da metroya hastane durağında inip taksiyle gidiyoruz .Seninle konuşuyoruz, anneannen ağıtlar yakıyor sana “ oğlum beni duyuyor musun, anneannen seni çok arıyor...konuşsana oğlum bak ben geldim”. Bu ay dayın götürdü bizi hep, ben bir gün önceden hazırlık yapıyorum sana geleceğim ya sana getireceksem hazırlıyorum...


Küçükken minderlerini koltukların kenarlarına koyar ev yapardık, sen içine girerdin, sanıyorum 3 yaşlarında falandın, bir minderi de kapı olarak kullanırdık “bu da kapısı” ; “kapısını kapat” derdin, ben küçük aralıktan bakardım sana, içine doldurduğun oyuncaklarınla kedinle, tavşanın, arınla pandanla konuşurdun; beni fark edince de  “bakma derdin” sertçe “ evime gelme “.







Evinizdeki griyle bej arası bir renkte kanepe şeklinde iki büyük, geniş minderli koltuk oyunun için biçilmiş kaftandı. Bizim evde de yapardın da çok izin vermezdim ben. Bizim evde bir keresinde saklambaç oynarken ben büyük bir hata yapıp Küçük odadaki gardıroba saklandım, saklanmaz olaydım sen epey uğraş beni bulamadın sonunda çıktım ve sen de başladın o dolabın içinde saklanmaya ya ben panik atak ye bir şey olursa, hava biterse nefessiz kalırsan. Saklambaç oynayınca evde önce oraya bakardım, bir keresinde saklambaç oyununda bulamadım seni, oyun oyunluktan çıkmıştı o an benim için az daha kalpten ölüyordum. “ Elma, elma çık çık “ diye telaşla bağırıyorum Can çık oğlum çık ne olur” Yahu ev nereye gider ama işte akıl gidiyor. Meğer sen salondaki koltuğun arkasına saklanmış, hiç ses çıkarmamışsın. Sonra büyünce saklambaç oyunun da “elma , armut “yerini “sıcak soğuk “aldı..









Birde evin önündeki parkta oyun oynarken birden oyunu bırakır orada yola yakın 3 dört tane ağacın olduğu küçük koruya giderdin “haydi sen de gel evime”, “evime gidiyorum” iki çam ağacı bir at kestanesi ağacı, Telekom’un kutusunun yanında eğilirdin eğik dururdun orada bazen otururdun, çam ağacının iğnesi batardı. Âmâ kesin olan bir şey vardı o da parkta oyun oynarken birden oyunu bırakıp evine gittiğindi.




evin 


Senin evine girerken elin mutlaka çam ağacının dikenine değerdi, acıtırdı sen orada eğilir, öyle beklerdin, dururdun eğik vaziyette  sonra haydi gidelim derdin.





evin dediğin o yer






ve  evin dediğin o yeri kameraya çektim yavrummm









Hayatımıza benim de doğduğum ve en çok sevdiğim bir Eylül günü, 7 Eylül 2009 pazartesi günü girdin. Öncesinde annen neredeyse tüp bebek tedavisi gördü desem yeridir. İşin garip yanı yavrum sen hayatını o kazada kaybettikten sonra bir baktım herkes senin için “tüp bebekti” diyor. Sonraları bu şayiayı seni yaşarken hiç görmemiş yengenin bilmeyerek çıkardığını anladım. Çünkü o zaten Ankara’da oturmuyordu tüp bebek tedavisine başladığını duymuş ama gerisini bilmiyordu muhtemelen ki aklında öyle kalmıştı.

Bir gün annen anneannene “bir yere gideceğim  dönüşte kahvaltıya sana  geleceğim ” demiş. Ki cumartesi günü yıl 2008’in  Ekim sonu  ya da Kasım başı olmalı. Anneannen  de o sabah bir rüya görüyor ” Turan Güneş’te Güzel kasabın önünde karşıdan karşıya geçmek istiyorum yanımda bir çocuk ve G. var.  G’ye dedim ki  “kızım  al bu çocuğu karşıya geçir ben korkuyorum trafikten. Arkamı dönünce bir baktım L. Ayakkabıları eski, yırtık birinin de tabanına basıyor bir halde. Ne olmuş sen Bankada çalışan birisin git kendine bir ayakkabı al”


L. kahvaltıya geldi annem  “nereye gittin” dedi; “doktordan geliyorum, göbeğimden bir iğne vurdular 700 TL verdim, çocuk için aşı yaptırmıştım ama tutmamış”. Ben şaşkın haberimiz yok ya..annem “kızım acelen ne ? daha kaç gün oldu evleneli,  senin çocuğun olur niye olmasın” itirazını iletti annene... gördüğü rüyayı anlattı” tutmaz tüp bebek sende, boş yere tedavi olma, bırak akışına,  normal yoldan hamile kalacaksın sen  “ dedi .


Annen galiba  yanlış  hatırlayabilirim Cinhah caddesindeki bir doktora gitmiş adı da Hakan olabilir. Ki  annen de bir telaş ki sorma...sanki yetişmesi gereken bir yermiş geç kalmış gibi hemen bir an önce çocuk sahibi olmak istiyordu. Kendi açısından  belki haklıydı da zira 41 yaşındaydı evlendiğinde. Annen 2008 Eylül’ünde evlendi Aralık ayında hamileydi.

Annenin  tüp bebek tedavisine başladığını öğrenince ben hormon almasının tehlikeli olduğunu söyledim ve ekledim “ bu ailede genetik olarak çocuk doğuramamak diye bir şey olamaz bütün teyzelerimin en az 6, amcalarımın en az 4 çocuğu oldu, düşün L. teyzemin 11 çocuğu var ve sen tüp bebek tedavisi için doktora gidiyorsun. Olacak şey değil “ demiştim. Annen de doktorun çok  paragöz olduğunu, güvenmediğini itiraf etmiş, bırakmıştı tüp bebek tedavisini.









Baban  bilmediğimiz,  tanımadığımız bir çevredendi. Annenin tercihi diye her evlenen de  aynen annen gibi “.... evleniyoruz”la  karşımıza çıkmıştı  ve  kimsenin tercihi sorgulanmamıştı diyemem sorgulansa bile o kişinin yüzüne söylenmemişti çünkü kararını vermişti bir kere...


 Annen babanla tanışır tanışmaz iki aya içinde evlenmeye karar verip üçüncü ayda da nikâh  tarihini bile almıştı; Eylül de nikah  Haziran  da  tanışma. O kadar hızlı bir biçimde evlenmişti ki Türkiye de yaşayan her anne gibi annem de gözbebeği   bir prenses gibi davrandığı, okumuş kızına münasip gördüğü bürokrat, hali vakti yerinde biriyle değilde  evlenince eşyalarını eşinin yaşadığı eve taşıyan mesleği grafiker yalnızca  bir araba sahibi  Lise mezunu biriyle evlenmesi karşısında uğradığı hüsranı  anlattığı babam “ yanında bir nefesin olması kötü değil yalnızca bir nefes boş ver, bir nefes yanında “ diye teselli vermişti.

A

 


Olabilir  şeydir  insanların  çocuğunun evlendiğini  benimsememesi hele de  çocuğuyla ilgili hayalleri var ve olandan farklıysa...Anneannende öyle insanlardandı  hiç istemedi babanla evlensin annen, neredeyse nikaha bile gitmeyecekti de  ben “yapma” demiştim. Annense tersine  nikah günü trafik yüzünden biraz gecikince baban  neredeyse  kriz geçirecekti.


Ve bir gün bana anneannen dedi ki “Leyla hamile kalsın Hacı Bektaş’a gidip bir çam ağacı dikeceğim”. Diktik de; ne zorluklarla buldum o çam ağacını ben; Lozan’daki park ve bahçeler müdürlüğüne gidip müdürden istedim de aldım ve G. teyzen anneannen gittik Hacı Bektaş’a ve ektik.



Sonra hem arabada yer olmadığından, hem de hasta olduğumdan gelememiştim, 28.04.2012 G. teyzen anneannen, sen, annen Hacı Bektaş’a gidiyor  senin için dikilen  çam ağacını görüyorsun; annen de kurban kesiyor senin için; en güzel fotoğrafında bence o gün çekilen fotoğrafların. Hacı Bektaş’ın önüne atmıştık seni korusun, uzun ömür sağlık versin  diye ama bak ne oldu yavrum...


.Ama Hacı Bektaş ne yapsın yavrum, insanlar küçücük çocuklarını korumak için emniyet kemeri takmıyorlarsa   Hacı Bektaş ne yapsın? Senin vefatından sonra bütün inançlarım yerle bir oldu yavrum...yerle bir. Ne sen Dikili’de tatildeyken onca yolu ziyaret etmek için kat ettiğim Muş’un Omeran köyünde dedemin büyük bir itikat duyduğu Seyd Süleyman’nın mezarı ki nasıl bir inancım vardı, her sene sen tatile gidince bende onu ziyarete giderdim. Herkes için sağlık dilerdim. Bir keresinde sadece 2 günlüğüne  gitmiştim Muş’a. Öyle güzel bir mezarlıkta yatıyordu ki bir tepede  altında da Mengen deresi akar. Diyorum ki “annem ve ben ya Hacı Bektaş’a gittik, Can için çam diktik olacak şey mi? Bütün inançlarım, ilahi adalete olan inancımda dahil yerle bir yavrum, sen öldüğünden.. Çünkü ilahi adalet olsaydı yavrum 


29.10.2015







Güzel oğlum  “kaderi böyleydi” diyorlar senin için , bir kurşun atsalar yüreğime daha iyi yaparlar....anlayamıyorum .... Niye kaderin böyle olsun? Niye? Tanrı sana böyle bir “kader” yazsın, herkes senin kaderini kulun yazdığını bildiği halde niye suçlu olsun Tanrı. Tanrı küçücük bir çocuğa  niye böyle ölümcül bir kader yazacak kadar acımasız olsun ki. Hiç bir günahı yokken hem de...


Ah....ahhhh... yazarken seni, hayatını bakıyorum  yaşadığım en mutlu anlar seninle  birlikte geçirdiğin vakitlermiş ... bir daha asla  o vakitlerin yaşanmayacağını senin  ölümünle  öğrendiğim içindir işte her gün gözlerimden süzülen yaş, ağzımdan dökülen  “needen.. nasıl olur Can yokken ben yaşayabiliyorum” feryadı. O gözyaşlarımda  gizli tüm  yaşanmışlıklarımız, anılarımız ... şimdi “söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?”



17 Temmuz 2017 Pazartesi

Tek bir çocuk sesi, tek bir yağmur damlası kanatıyor beni



14.04.2012 12;37

                                        
Teyzem, annem benim...

Meğer sen benim en güzel masalımmışsın... hiç sahip olunmayan masallardanmışın. Gökyüzünde yıldızlar kayıp giderken  fark edemediğim gibi, masalım kayıp giderken her zamanki gibi fark edemedim ben...masalım olmadan dönüyor ya bu dünya yavrum; her gün, 365 günün her günü kahroluyorum.


Sen yoksun bu dünyada yavrum  ne garip tüm elbiselerin ,  eşyaların oyuncakların okul kıyafetin, ünite dergin, kalemlerin yerli yerinde sanki sen yaşıyormuşsun gibi.  Her gün gördüğümüz “Benekli” hani sen “tanımıyor musun , ben tanıyorum, o’da beni tanıyor, tanıdıklara  bir şey yapmaz, korkma gel” diye beni cesaretlendirdiğin  sokak köpeği Benekli o da yaşıyor Canoo. “Sen yine de çok yaklaşma bak Berk’i ısırmış onun yüzünden o kadar iğne yemiş”  uyarıma rağmen yaklaşmaktan korkmadığın ama diğer çocuklar gibi tüylerini okşamaya yanaşmadığın, çimenlere uzanmışken eğer diğer çocuklar onu okşuyorlarsa uzaktan seyredip yalnızca bir keresinde hafifçe elini tüylerine değdirdiğin ki o zamanda diğer çocuklara bakıp ta cesaret aldığın Benekli yaşıyor be yavrum! her gün gördüğüm Benekli meskeni Teoman Erel parkının  ve  sizin evin kapısındayken Nasıl ölmem ben! 

Seni kaybettim ben, nasıl inanılmaz geliyor bana bu yazdığım şey, yazarken bile  inanmıyorum, yaşıyorsun sayıyorum seni. Sonra “yok” diyorum “yok işte” kaç aydır duymadın sesini, kaç aydır görmedin yüzünü, okşamadın saclarını, tutmadın elini, simit aldın mı hiç Can’a. Hiç Lozan da birlikte dört yapraklı yonca aradın mı?

Ne demiştin "biliyor musun Güşen, öğretmenim dört yapraklı yonca bulmuş dün”,  “aaa bulana uğur getirir Can” bahar yeni gelmişti, 2016 baharı gelmez olaydı, yaşanmasaydı ya 2016, atlansaydı ... Mayıstı muhtemelen, zira yoncalar... büyümüştü. Kim göstermişti sana bilmiyorum ya da o an ben gösterdim yoncayı tanır gibiydin  “haydi biz de bulalım” dedin, tam  spor aletlerin orada Lozan Parktaydık. Eğildik çimenlerin arasındaki yoncalara bakmaya başladık. İnan 3 saniye geçti geçmedi bağırdın “bak buldum!” saydık 1,2,3..hani dört?   Epey aradık bir tane bile bulamadık "üzülme dedim yarın da ararız, buluruz  bir gün". Bir daha hiç aramadık seninle dört yapraklı yoncayı. Seni kaybettikten sonra bir kış, bir bahar geçti, bir yaz, bir sonbahar yoncalar çıktı baharda, sarardı sonra tekrar çıktı sonbaharda. Belki Aynı yoncaydı hem doğan, hem ölen sonra tekrar aynı yerde biten.


                                                             01. 01. 2014

Ne garip değil mi teyzem, ne garip, doğa yenilenebiliyor, ölüyor doğuyor bitkiler; yapraklar, çiçekler. Âmâ insan benim güzel oğlum, gitti mi gidiyor işte. Ölüm böyle bir şeymiş, dönülmeyen bir yolmuş. Bilseydin sen ölümün ne olduğunu,  ne çok korkardın yavrum, tahmin ediyorum da senin o korkuyu hissettiğin anı, o anda ki paniğini....Hatırlıyor musun bir şarkı çalmıştı Kral TV de , şu an bende hatırlamıyorum o şarkıyı  çok düşündüm hatırlayamadım ama sen içinde ölüm lafı geçen bir şarkıydı  çok korkmuştun halbuki  şarkı başlar başlamaz  sevmiş hatta ben söylerken benim söylediklerimi tekrar ederek söylemiştin sonra ne oldu bilmiyorum birden kucağıma gelmiş “değiştir, kapat,  korktum”. Niye ama bir şey yok ki oğlum şarkı bu yalnızca bir şarkı. Üç ya da dört yaşındaydın bu olaya olduğunda.

Aynı şarkı çalmış TV’de, annen yanındaymış “ sevmiyorum bu şarkıyı değiştir “ Annen de bana “ o şarkıdan çok korkuyor anlamadım,   ölüm lafı geçiyor içinde, bana sordu “ölüm ne “ diye ....” O kadar çok düşündüm ki seni kaybedince o şarkıyı bir türlü hatırlamıyorum... bir gün eminim hatırlayacağım  ya da bir yerlerde duyacağım...ve yazacağım yavrum.


İşte ordan biliyorum ben paniğini...kalbim nasıl durmuyor benim, anlayamıyorum...nasıl durmuyor ya...sen yoksun ben yaşıyorum “sana bir şey olursa yaşayamam “ diyen ben. Zaten ölümün bana o kadar çok şey öğretti ki meğer ne çok yalanla yaşıyormuşuz ...yalanmış ölenle ölmek mesela...yalanmış mesela acının zaman geçince azaldığı katlanarak büyüyor oysa acının. Dünya yalan değilmiş mesela yalan olan insanmış...Ve mesela çocuğunu hayatından edeni sever, kollayabilirmiş bir anne. 


çok sevdiğin kuzenin Duru ve ömrünün pek çok gününü geçirdiğin anneannenin evinin  araba parkı


Bak! klavyede bu satırları yazan ellerim titriyor bak! senin o korkuyu nasıl hissettiğini bilen kalbim hızla çarpıyor şu an ama durmuyor... dursa ya... böyle senin acınla yaşamak, yaşamak  değil ki oğlum... asla o yola, dönüşü olmayan yola, sonu belli olmayan bir yolda yürümeyi sevmediğini ya da yanında biri olmadan o yola girmeyeceğini  bildiğimden dönüşü olmayan  ölüm getirecek o yola  düşmezdin biliyordum...tek başına kalmaktan, oynamaktan hoşlanmayan yanında her zaman birini isteyen sen, "keşif"i bile tanıdığın mekanlarda yapmak isteyen sen...ölümün ne olduğunu, nasıl olabileceğini bilseydin...babanın  kaza yaptığını bilen biri olarak binmezdin o arabaya eğer sen gidilecek yerin çok uzaklarda olduğunu tahmin edecek durumda olsaydın ama sen çocuktun yavrum, seni koruması gereken sen değildin ki..

Biliyor musun seni kaybetmek,  o kaybediş...hiç başınıza gelmeyecek sandığınız, sandığım beklenmedik o kaybediş öğretti bana da; benim, bizim  diye sahiplenilen hiçbir şeyin sahibi biz değilmişiz. O yüzden benim oğlum; o yüzden karanlıktan çok karanlıkta görünmeyenlerden korktum ben; gözyaşları süzülürken çatlak duvarlardan. O çatlak duvarlarda yavrum gördüm ben ,evladını kaybeden ne çok insanın yaşamaya çabaladığını... ne kadar çok insanında hep yapılageldiği üzere gerçeğini yadsıyarak yaşadığını...

Senden sonra bu yaz her sabah  açık pencereden içeri giren sabahın o serin esintisi yüzümü yalıyor, uyanıyorum erkenden, yatmıyorum ki uyanayım, yarı uykulu yarı uyanık yatıyorum her gece...bir yıldır pasiflora kullanıyorum haftada bir şişe, yine de kar etmiyor, uyuyamıyordum tersine beni çok rahatsız ediyordu. Bıraktım ben yavrum kanser olunca doktorun verdiği cipralex’i bile ancak dört aya kullanmıştım ki onkologum Aytuğ bey ki o kadar paragözdü ki hastalarına o zamanlarda muayenehanesinde kemoterapi vermek serbesti boşu boşuna kemoterapi bile vermiştir “yapma çünkü bu kansere yakalanma olayı sonradan daha çok etkiler insanı” ama ben hiç istemedim beynimin uyuşmasını neyse bu hayatta payıma düşen onu yaşamak istiyorum, kanıksayarak nereye kadar yavrum nereye kadar, seni var sayarak nereye kadar yavrum.

 Bırakınca da anladım ki bana hiç faydası olmamış. Hem uyuşsun istemiyorum beynim, seni, yaşadıklarımızı niye hatırlamayayım? Niye uyuşmuş bir beyinle anayım seni. Yokluğun, seni  kaybedişim  niye normal gelsin bana? Olmayabilecek yüz de yüz  engellenebilecek bir ihmal,  bir insan hatası  bir çocuğun  masum hayatını yok edecek ve ben bunu bile bile uyuşmasını dileyeceğim öyle mi? Hayır aynı şey onlarca Can’nın başına gelmesin diye çırpınmak varken unutmak...savaş ta böyle değil mi yavrum “iyi ki şehit oldu vatan için “ denileceğine niye savaşıyoruz dense, benim çocuğum niye savaşta öldü” dense, savaşa karşı çıkılsa  belki onlarca insan savaşta kaybedilmeyecek. Hem sen benim hayatımın  gerçeğisin seni  unutmak, 7 yılı hafızamdan silmek  ne kazandıracak bana...ben neyi anladım biliyor musun? Acıdan kaçmak için uyuştursun istiyor  insanlar etraflarındaki acı çekenler .Çünkü onların acısıyla yaşamak, o acıyı görmek  istemiyorlar, bunu da acı çekeni düşündükleri için değil kendileri için istiyorlar çünkü  hayatları güzel güzel giderken o acılı insanla yaşamak istemiyorlar.






                                                      22.09.2013


Acıyı çeken, hayatı bitmiş kişi değil  yanındakiler o acılı yüzü  gördüklerinde rahatsız oluyorlar. Onun içinde hemen “anti depresan al, tek başına üstesinden gelemiyorsun, çözemezsin” lafları dolanıyor ortalıkta. Anti depresan yoldaşın olsun deniyor o zaman işte anormal normal olacak, sorgulanmayacak hiç bir şey.

 Ahhhh Cano  ahhhhh. Canooooo, Cano... hangi antidepresan yok eder senin trajedini, hangi anti depresan sensiz dolaştığım sokağı bana daha güzel gösterir, hangi anti depresan bahçe demirlerinin yanındaki minicik betonda elimi tutarak seven seni hatırlamamı engelleyebilir ki o  demirler hep karşımdayken.

Senin yokluğunun acısını  yaşamayacağımda hangi acıyı yaşayacağım ben. Sen yoksun sen... sen yoksun ya sen. Ben nasıl acı duymadan, nasıl kahrolmadan  yaşarım güzel oğlum.? Nasıl acımaz kalbim, nasıl yıkılmaz hayatım ? Nasıl sen varmışsın sanki hiç bir şey olmamış değişmemiş gibi yaşayabilirim? Nasılll


Her gün yarı uykulu, yarı uyanık ezanla uyanıyorum, şimdilerde 4.30 da okunuyor ezan. Uyanıyorum ve ilk aklıma gelen yine sensin, hep aynı şeyi söylüyorum uyandığımda ” bugün de Can’sız bir gün başlıyor yine”  her tarafım acıyor, saç diplerim acıyor, bacaklarım, kollarım acıyor. Bildiğin her yerim ağrıyor senin bana “bu akşam karnım çok ağrıdı” ya da “akşam hastaneye gittik, boğazım ağrıyordu dediğin gibi  değil Can’o o kadar çok ağrıyor ki iki büklüm yaşıyorum hayatı. Sensiz günler acıtıyor. Sensiz her gün acıtıyor...yıkıyor beni. Böyle yaşamaktansa...böyle acılar içinde...







Seni unutmamı engellemesin diye uyuşmasın beynim de sen hep canlı kal yüreğimde diye almadığım antidepresanlar duruyor senin de eşyalarını koyduğun yatağımın, yatağımızın başucundaki kahverengi sehpada. O güzel yüzün, duru tenin, ellerin, yatağımda...birlikte uyuduğum elbiselerindeki kokun...lacivert eşofmanına sarılıyorum, beyaz külotuna, küçük gri çoraplarını kokluyorum...sesini duyuyorum... acıdan ölüyorum sanıyorum....ölmüyorum işte... hayat dursun.. her şey donsun istiyorum... donmuyor...

Sonra bugünlerde her sabah aynı şeyi “günler kısaldı”yı söyleyen anneannenle saat 4.50’de ıssız Kahire caddesine çıkıyoruz, Lozan Park’a yürümeye gidiyoruz. Benim elimde senin her zaman pek bir ilgini çeken  “aman ha dikkat et gözüne değer” ikazıma neden bazen eline alıp oynadığın sopa; ”bu sopa hırsızları kovmak için mi? Hırsızları mı kovacaksın, tak diye mi vuracaksın kafasına” Niyeyse hep bir hırsız muhabbetti kendini bildiğinden beri, hırsızdan korkar mıydın  korkardın ama sanki bir oyun gibi algılardın bu hırsız olayını “ evet hırsızın kafasına tak diye vururum; ama asıl köpekler için köpekleri kovmak için kullanıyorum” derdim. O sopa hep girişteki bazen iki elini koyarak dilini dışarı çıkarıp kendini seyrettiğin bazen de ellerini yapıştırıp  salladığın  benim, anneannenin “Can kıracaksın bak sallanıyor“ diye kızdığımız duvarı boydan boya kaplayan  aynanın yanında dururdu. Bazen eline alır bana doğru uzatırdın  “ velet seni,  gözüme sokacaksın “la elimden aldığın o sopayla yürüyorum, elin elimde..

O sopayı kaybettim ben geçenlerde, parkta çimenlerin üzerine bırakıyordum yürürken; turu tamamladım baktım yok, senden kalan bir şey ya, senin elini değdiğini bulamayınca ağladım, gören, soran olmadı “delirmiş “derlerdi sopa için ağladığımı söyleseydim ki söylerdim. Bir iki gün sonra hani seninle hep Lozan’da karşılaştığımız, bahçesinden getirdiği organik pazıyı birlikte almak için evine gittiğimiz Fatoş’un abisi .....Haziran 2016’ydı pazıları almak için giderken yolda bana  “biliyor musun ben sünnet olacağım demiştin. Annem söyledi “, “ bende sınıfta her kes olmuş mu “ dedim “evet ama “ şu anda ismini belki de yanlış yazacağım “Onur “ olmamış mı demiştin. “Korkuyor musun” “yo bir şey olmaz...”

Kısacık ömründe en çok kullandığın cümleydi” bir şey olmaz” ; çünkü anne ve baban ve anneannen ve de etrafındaki pek çok insan kullanırdı “bir şey olmaz” lafını. Dünyada belki de bu söz öbeğini en çok kullanan ülkenin insanları bizlerdik ya da ne bileyim tüm Ortadoğu. Bu öylesine söylenen bu söz öbeciği  hayat felsefesini içinde barındırırdı aslında. Zehirli gıda yenir,  elin kanar, başın ağrır , emniyet kemeri takılmaz “ayy bir şey olmaz canım ay ne olacak, hem kaderde ne varsa o olur”. Kaderciliğin insanın hiç bir şeyi değiştiremeyeceğin resmi ilanıydı  sana da öğretilmiş o “bir şey olmaz Güşen “ sözü

 Sen bana kızardın  ben karşı çıkınca “ annem de  bir şey olmaz Can  diyor, bir şey olmaz”. Bak güzel yavrum herkes diyordu ya bir şey olmaz diyordun ya ne  oldu yavrum. Oldu. Ve ne yazık sen o çok kullandığın sözün aslında ne kadar tehlikeli olduğunu öğrenemeden ayrıldın hayatımdan. Bir şey olur  yavrum...hayatta hep bir şey olur. Olurmuş değil mi  Can’o...olurmuş...oldu bak !






Bir keresinde arabayla bizi annenin işyerine götürüyordu baban, Cem demiştim sen arka koltukta benim yanımda oturuyordun  tam ortada ayağa kalkmış, iki elinle öndeki iki koltuğun kenarlarına tutuyordun....ben o zaman “otur oğlum çok tehlikeli” diyorum sen beni dinlemiyorsun baktım baban da bir şey  demiyor ses yok, Cem’in yanında beni dinlemezdin biliyorum “Can’a bir şey söyle otursun,” baban “bir şey olmaz” demişti. “Öyle deme Cem “ amcamın oğlu İbrahim frene bastığında 4 yaşındaki çocuğu Hasan, ön cama çarptı ölümden döndü. Hacettepe’de zor kurtardılar.” demiştim bende.

Ne yazık ki bu “bir şey olmaz”la devam ettikleri hayatı yaşayanların cirit attığı;   insana dair olmayan  iyi  özellikler, huylar  varmış gibi gösterecek kadar boş bir özgüvenle dolu olduğu bir ülkede doğmuştun yavrum. Ben hep iddia etmişimdir insanın kaderi doğduğu ülkedir. Öyle de oldu, emniyet kemeri takılmadan ABD’de, Avrupada, Japonya da araba yerinden kıpırdayamaz hele de arabada bir çocuk varsa. Ama burada, Türkiye de günde 10 kişi ölüyormuş trafik kazasında,  bu ülkede kemer takmayıp, hız yaparak  “bir şey olmaz“ diye diye onlarca hayatı hiç yere sonlandırıyorlar. Hiç bir gün sana emniyet kemeri takmadık biz, hatırlamıyorum ben ki benimle çok az bindin arabanıza toplasan 6, 7 kere bile birlikte   binmişizdir. 3 -3.5 yaşına kadar arabanızda arkada bir çocuk koltuğu vardı, sabit. O koltuğa oturtur oturtmaz seni  ilk iş kemerini takar eline de bir oyuncak ya da başka bir şey verirdim. Sonra o koltuk kaldırıldıktan sonra hiç kemer takılmadı sana.

İnan herkesin kendini mükemmel saydığından, eksikliklerini görmediği bir başka diyar var mıdır bilmiyorum. Her kesimde; sağcısı solcusu neredeyse herkeste var olan aslında cahilliğin dibini yaşadığımızı gösteren bir “her şeyi bilirim, en doğrusu benim yaptıklarım”  havasındaki güven değil mi senin gibi onlarca hayatın katili?

Cem’de sanki bana ralli şoförüydü tabii ki kulağının arkasına attı benim ikazı mı  ama o gün annenin işyerine  gidene kadar o kadar çok tehlike atlattı ki az daha o gün ölecektik biz. Sende yavrum  oturmadın tabii ki,  ayakta “Baba haydi şu öndeki arabayı geç baba”, “şu arabayı geçersin değil mi baba”, “hızlı, daha hızlı” diye heyecanla bağırıyordun. Ben mi elimle seni sarmış tutuyordum ki bana “bırak” diye kızmıştın, o zaman tek elimle karnına set çekmiştim ani bir frenle fırlama diye. Anladım ki siz arabada böyle gidip geliyordunuz, o da “tamam oğlum, bak geçiyorum” diyordu sana. Eskiden kullandığım bir cep telefonu vardı, gri metalik galiba annenin kullandığı bir telefondu,  zaten ben hiç telefon almazdın aile üyeleri değiştirince bana postalarlardı eski model cep telefonlarını, hala kullandığım telefon ki senin elin değdiğinden  hiç değiştirmeyeceğim telefonumda kuzenin kullandığı eski telefondur işte  çok sonraları aklıma geldi o telefonda senin resimlerini çekmiş olabilecğim, telefoncuya koştum evett doğru hatırlıyorum epey bir resmini çekmişim.


2012 yılı 1 Mayıs’ın da  annen, baban, ben birlikte gittiğimiz kutladığın ilk ve son 1 Mayıs işçi  bayramına ait  resimler. O gün annen aramıştı “mitinge gideceğiz gelir misin” doğrusu babanın öyle pek bir  mitinglere gidebilecek  tavırda olacağına inanmayan ben  şaşırmıştım. Seninle birlikte olacağım hiç bir anı kaçırmak istemezdim. Çünkü çok çabuk özlüyordum seni  ve çok ağır bir ameliyattan çıkmıştım zaten 2012 Şubatında,  bağırsaklarım yarısı alınmıştı ve ben sana çok  daha düşkün olmuştum tıpkı yıllar önce İ.’ye olduğu gibi.  Benim seninle çekilmiş o mitinge ait resimlerin annende keşke o zaman hemen alsaymışım o resimleri.







                                           03.07.2012


Babanın birkaç arkadaşıyla da karşılaşmıştık. Sıhhiye’de miting meydanında senin çalan müziklere eşlik edişin, annede  seni videoya çekmişti. Neyse işte o gün Sıhhıye de  ki çok katlı bir otoparka güç bela park etmişti baban arabanızı, o kadar beceriksizdi araba kullanmakta, o kadar ki anlatamam. Telefondaki resimlere bakarken o zamanki 06 BE 3126 plakalı arabanızla babanın  çarptığı taksiye ait resimlerde çıktı. O resimleri görünce ... geliyorum demiş kaza, geliyorum ama ...ne fayda kim dinlerdi beni yavrum kimmmm...kim


                                   
                                                       1.05.2012 mitingde


 Annen bunu nasıl yaptı, o gün  nasıl güvendi babanın şoförlüğüne anlamış değilim. Kaç kere bana “ ... hafta ya da ayın ... de   İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum, aslında arabayla gitsek çok iyi olur ama...ama demişti asla arabayla gitmem, öldürür bizi şehirlerarası yolda araba kullanmaz o.” Bir keresinde yine “İzmir’e gideceğiz ama Cem’le olmaz  araba kullanmaz ki o“ demişti ve ben de annene “sakın “ demiştim "sakın  Cem’in kullandığı arabayla gideyim demeyin sakın”, “saçmalama Gülsen hiç tehlikeye atar mıyım ben Can’ı, asla onun kullandığı bir arabayla  gitmem şehirlerarası yola “ diyen annen nasıl yaptı bun nasıllll.

Niye göz döndü o kadar da araba kiraladı babanın şoförlüğüne güvenip? Gerçekten de hiç bir zaman babanın kullandığı  arabanızla  şehirlerarası yola gitmedi, hep uçak ya da otobüsle seyahat etti. Ta ki 2016 yılı Temmuzun da... senin hayatından edecek o   arabayı kiralayana kadar .

.

26.10.2012  13;54 Beypazarı'na giderken



Anneannene  "Can'ı alıp Hacı Bektaş'a gitmek istiyorum ama Cem’e güvenemiyorum ki , o yüzden otobüsle gidelim " diyen annen nasıl o arabayı kiraladı akıl alır gibi değil ? Nitekim 28.04.2012 tarihinde aşağıdaki video da görüleceği üzere Hacı Bektaş'a Erhan götürdü sizi. Adağı vardı annenin, senin için kurban kesildi, alnına sürüldü o kan. 26.10.2012 tarihinde Erhan'nın arabasıyla gittiniz Beypazarı'na. Bir keresinde G. teyzenleri eve bırakmıştı da baban ölmüş, ölmüş dirilmişlerdi, yahu yolları bilmiyor ki, Oran'a giderken Kızılay'dan çıkar o kadar yani, dikkatsiz demiştiler.


Hacı Bektaş'a giderken 



Tüm bunları düşününce kala kalıyorum yavrum. Nasıl olur nasıl  sorusu parçalıyor beynimi. Sonra bu ülkenin insanlarını içten içe çürüten bir özelliğin,  genetik saplantı da denile bilinir yavrum, yalnızca ölüme kapıyı açtırmadığını, yaşayanların hayatlarını da mahvedebildiğini görüyorum....onu da yazacağım oğlum  ve o zaman anlayacaksın güzel oğlum bir hayat nasıl ölüme sürükleniyor...göz göre göre..

Evet hayat varsa ölümde var ama yavrum sıralı olmasına izin vermeyen insanların kader belirleme istekleri, kararları. İyi, kötü bir ömür sürer yaşlanır ölürsün olması gereken budur. Hayat ta böyle bir ölümü kapsar...ama hele de çocukların, gençlerin ölümün de hep bir başkasının etkisi, yazgıyı belirleme tavrı vardır. Savaş oğlum mesela savaşın kararını veren bilir ki illaki sonunda ölüm olacaktır. İş kazaları da trafik kazaları da öyledir, medeniyet artıkça azalır bu tür ölümler. Savaşmaz ABD’li, Avrupalı, kıymazlar vatandaşlarına. Savaştırırlar  diğer ülkeleri seyredeler ölümleri.

Güzel oğlum;  doğduğun ülkenin topraklarında yaşayanlar; kökeni, dini, mezhebi hiç fark etmiyor hiççç o kadar kin ve nefretle dolu, duydukları nefretle öyle bir çevrelenmiştir ki ruhlarını ve o nedeni bile olmayan ya da anlamsız bir nedenin sonucu olan  nefretlerini körüklemek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.

İnan  hiç gerçekliği olmayan olayları olmuş sandırırlar  zihinlere...zihne. Öyle bir yanıltır ki  zihin;  bizzat kişinin kendisi yaşanan olaylara öylesine farklı bir anlam yükler ki; hiç olmayan “mum söndürme” nasıl alevileri kötüleyerek onlara bir nefret beslenmesine neden olmuş ve kişiler hiç görmedikleri “mum söndürmeye” inanarak alevi vatandaşları karalamışlarsa yıllarca ki bu mesnetsiz iddialarla Kürtler, Ermeniler, Araplar farklı olanlar nasıl düşman hale getirilmişse işte onun gibi her evde, ailelerde, işyerlerinde  de yaşanan olaylara yüklenilen var olmamış fiil az mahvetmemiştir  hayatları. Ve insanlar için öylesine bir kara ya da aktır ki  olaylar, hoşlanmadığı kişiler, karşısındakiler...o yarattıkları  nefret yüzündendir işte  gri diye bir rengin olmaması...eğer gri olursa nefret o kadar kolay yaratılamaz...o ak ve karanın verdirdiği kararlar  hayatların sonudur,  hayata da  onulamaz bir şey yaptıran. Öyle bir kendilerini motive ederler ki; aile abla, kardeş dinlemezler; düşman oldu mu, ona ters gelen bir davranış rahatsız etti mi insanı; kendine zararı olacağını göremeden yakarlar ortalığı.. Keskin sirke küpüne zarar vermiş ne umur...

Yaşasaydın seni de üzecek, ağlatacak, hayata küstürtecek  kişilerle karşılaşacak ve benim şu an yazdıklarımı anlayacaktın...etrafındaki onlarca kişinin  kendini doldurmada, kendini kışkırtmada,  nefretini beslemede ne denli maharetli olduğunu da görecektin. Hiç analiz için masaya yatırılmadığından anlayamadığımız bir zeminde düşünen insanların yanında hep almak isteyen bireylerden oluşan kan bağını abarttığımız bazen hayatınızda düşmanınızın bile sebep olamayacağı yaraları açan  “aile” kavramını da sorgulayacaktın belki de.

Bu ne yazık ki neredeyse pek çok insanın hayatını çöpe çevirmiş kan bağını abartma sendromunu belki sen  fark edecek ona göre tavır alacaktın hayatta. Bir de eminim  hiçbir şeye emek vermediği halde suçu herkese ve her şeye atan öğretiyle yetiştirilmenin ceremesini sen de çekecektik, herkes gibi.









07.07.2013



Benim anneannem’de öyle nefretini besleyen ve suçu hep başkalarında gören biriydi,  bir kere onun kara listesine girmeye gör; asla o listeden çıkmazdın, çocuk, büyük dinlemezdi, affı yoktu...Köye gittiğimizde dayımın çocuklarına sırf erkek çocuğunun çocuğu diye öyle çok iltimas geçerdi ki...Bir gün çocuk aklımla köylerde o zaman sandalye yerine oturulan tahta bir kürsüye “adaletsiz anneanne yazdım” yazmaz olaydım ölene kadar “sen öyle bir kızdın ki nene için adaletsiz anneanne yazdın, dedene koz verdin. Deden bir şey oldu mu hep “torunun bile senin için bu kürsüye adaletsiz diye yazdı diyor” derdi. Sana da bir gün anlatacaktım eğer yaşasaydın bu olayı da...Yani torunum daha çocuk yazmışsa ne olmuş diye bir hafifletici neden ya da niye yazdı  bunu demek ki bir şey var sorgulamasını elinin tersiyle iterdi o da herkes gibi.






Bir gün Anneannen de  bana dedi ki “Allah kimseyi benim çocuklarımın düşmanı etmesin, kardeş, baba anne dinlemezler yıkar geçerler”; kalıtımla geçen bir anda dünyayı ters yüz edecek kadar aklı yitirmenin  sonucudur seni kaybettiğimiz kaza. Ancak şehir içinde araba kullanabilecek babana araba tutturan; babanın da “yahu ben ne bilirim bu yolları, otobüsle gidelim ya da araba tutalım” diyemediği, arabaya binildiğinde sana emniyet kemeri takılmasını önemsemeyen  zihniyettir seni hayatından eden....bu zihniyet yüzünden değil midir onlarca Can’nın hayatından olması, her gün...

Kim bilir seni kaybetmeye değmeyecek hangi neden ya da  hangi öfke, hangi sevdayla kiralandı o araba. Olumsuz her davranışa, yanlışa, başa gelen acıya, yaptıkları kötülüklere bahane bulmakta, üretmekte  üstüne yoktur ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kim bilir neydi seni kaybetmemizin bahanesi..kim bilir..


Hep merak edeceğim, hep bilmek isteyeceğim babanın kazayı yaptığı o arabada o sabah, o anda  neler oldu? Bunu sen, annen ve baban biliyor yavrum. Ama ben de tahmin ediyorum sen yine emniyet kemersizdin ve yine ortada ayaktaydın ve baban da hızlıydı...gerçeği bilen baban ve annen o gerçeği insanlarla asla paylaşmayacaklar...eminim..


  


Anneannene de demişsin “biliyor musun dönüşte sünnet olacağım”. İşte pazıları almaya  Fatoş ablaya giderken yolda bana da Sünnet olacağını söylediğinde “Allahım sünnet olduğunda ben Can’nın yanında olamayacağım, Can hasta yatacak ben onu göremeyeceğim, ona bakamayacağım. Nasıl yapsam? Hastaneye giderim ben de. Beni okuma bayramına çağırmayanlar hayatta bırakmazlar  ben Cano’yu göreyim  belki kimseyi çağırmazlar bile , Cano’yu alırlar hoop doğru Güven hastanesine  Halbuki Pipisinde bir eğrilik var onu da düzeltmemiz lazım demiş bir doktor öyle söylemişti Cem.  Cano’nun zor olacaktır sünneti” diye düşündüm .O hiç olmayacağını o an bilemediğim sünnetin hakkında.

Sokakta, cadde de yürürken asla  elini bırakmazdım; korkardım ya araba çarparsa ya birden  kaldırımdan caddeye fırlarsan diye o yüzden yine elin elimde Fatoş’un apartmanına girerken “ben asker olacağım “ diyordun “ yok yok futbolcu da olabilirim” konuşmanı sürdürüyordun merdivenleri çıkarken. Son günlerinde askerliğe merak sarmıştın ben “astronotta olabilirsin, mühendis” “belki sanatçı da olurum, resim yaparım” kapıyı açmıştı Fatoş abla ”oyy  Can...!hoş geldin” sen her zamanki gibi çekingen bana sokulmuş susmuştun “ Can “ dedim Fatoş’a “ asker, futbolcu ya da sanatçı olacakmış, Can  buraya çıkana kadar yüz kere karar değiştirdi” “Haydi bakalım Can maşallah maşallah”.

Her sabah seni anlattığımdan yürüyüştekilere zaten hepsi senin hayranın olmuştu “içeri gelin” “yok geç kaldık” pazının olduğu poşeti aldık işte o Fatoş ablanın abisi “ya  sopanı biri aşağıya atmış aldım, sakladım” deyince sanki define bulmuşum gibi sevindim. Gözüm gibi bakıyorum o sopaya şimdi...









Bugün, hafta başı pazartesi saat 17’de yazmaya başladım; sabahtan beri doktordayım, vefatından bu yana ya ben ya annem hastayız, hastanelerdeyiz. Bir haftadır anneannen hasta. Hatırladın mı  bir gün anneannen yine hastaydı, küçük odada uzanmış sen de bıcır bıcır dolanıyordun ortalıkta, bana “Can’a çorba yapmam lazım diyerek ayağa kalkmaya çalışıyordu” o halde.





29.10.2015 15;51  faaliyet yapıyoruz

Ki o gün annen de evdeydi. Anneannen yavrum  sana hiç ama hiç kızmadı, Niye bilmem, hiç ama hiç kızmadı “senin yüzünden bu çocuk lafa dinlemiyor, her şeyine evet, hayat böyle değil ki anne” derdim anneanne.  Ben sana kızdığımda da; ceza müessesesini kullanıp da çocukları hizaya sokacağız ya özür dilemesen konuşmayacağımı söylediğimde  “yazıktır, yapma  konuş “derdi hemen.

“Hep onun dediği olmaz ki anne, bazen yaptığının yanlış olduğunu da bilmesi lazım  dediğimde de “ben Can’a kıyamıyorum” derdi,  güya çocuk yetiştiriyoruz ya “ama her dediği de yapılmamalı bizim her dediğimiz, her isteğimiz oluyor mu canım “derdik. Ne kadar da yanlış bir bakış açısı olduğunu öğrendim seni kaybedince; ne olur yani çocuklar nihayetinde nasılsa bu hayat döve döve öğretmeyecek mi her istediklerinin olmayacağını. Bırakalım da bari çocukken her istekleri olsun, yani karşılayabileceğimiz isteklerinin tamamını yerine getirsek ne değişir, sanki dedikleri yapılmayanlar çok  mükemmel, yaratıcı, değişimci olmuşlar gibi. Bizim kuşakta  zaten yoksulluk her evdeydi, her sokaktaydı öyle aşırı istek ne gezer bakkalda kutularda açık satılan bisküvi, lokum en üst isteklerdi zaten karşılanamazdı. İstekleri yerine getirilmeyen  bizim kuşak çağ mı atlattı Türkiye’ye?


 Sen sanıyorum 4,5- beş yaşındaydın Minik İkizler kreşine  gittiğinde bir gün bana “ kuralları hiç sevmem” demiştin.  Senin bazen büyük adammışsın gibi konuşmalarına şaşardım ben. Düşünürdüm ”bu çocuk bu lafları nerden buluyor, böyle büyümüşte küçülmüş gibi konuşuyor” diye. ”Niye sevmiyorsun kuralları”, “işte“ demiştin “hep kural, hep kural”  anlamıştım kreşin sonraları da okulun kuralları sıkıyordu seni ama ne yapabilirdim ki...


Bugün anneanneni doktora götürdüm, sonra kendim gittim daha muayyene başlamamıştı saat 13.10’du ben de Hacettepe’nin arka kısmında Altındağ da restore edilmiş eski Ankara  evlerin olduğu sokağa girdim, sokağın başında karşıma çıkan dükkanda  renk, renk sapanlar asılı... “Bir sapanımız olsaydı şu kestaneleri, şu kuşu vururdum”, “sen sapanı nerden biliyorsun zırto” demiştim saçlarını karıştırarak. Sana hiç sapan almadığımı anımsadım, yere konmuş sepette yanar döner küçük toplar, basit bir düzenek içinde bulaşık deterjanı ve ucu daire şeklinde  plastik sopa  üflüyorsun baloncuklar oluyor; köpük yapan  alet o kadar çok severdin ki köpük baloncukları  sopanın ucunu üfler peş peşe baloncuklar doldurdu her yanımızı, sen onları söndürmeye çalışırdın. Çok almıştım sana bu basit ama seni çok mutlu eden oyuncaktan bir keresinde Migros’ta tabancasını almıştım, hemencecik bozulmuştu; değiştirecektik öyle kaldı....


Hacı Baektaş'ta


 Çarşamba günü  M. dayınla yine mezarına gideceğiz sapan, top almayı düşündüm, sonra aklıma mezarına götürmek için sana aldığım  evdeki oyuncaklar geldi. Ölüm yıldönümünde 2 Temmuzda mezarına gittiğimde,  önceki gidişimde  Kahire caddesinde hep önünden geçtiğimiz marketten rüzgâr gülü alırdık ya o marketten sarı kırmızı, bir de gökkuşağı renklerinden yapılmış  rüzgar gülleri alıp mezarının üç yanına koymuştum. İşte o rüzgar güllerinden biri  2 Temmuzda  mezarına gelir gelmez dönmeye başladı “sen geldiği mi bildin mi Can’o yavrum “ dedim “bildin mi” ağladım, ağladım.... Rüzgar gülünü severdin, evinizin balkonuna da ki demire de bir tane tutuşturmuştuk bir tarihlerde hem de ne zorluklarla, sen döndüğünü görünce nasıl mutlu olmuştun nasıll..


Eğildim sepetten yanar döner küçük topları elledim, bıraktım sonra başka bir dükkana girdim Ahmet Kaya ” acımasız oldu şimdi bu hayat...kum gibi...” durdum... tezgahtar kadın gülümsedi, deniz şarkısı.. yaz şarkısı. Eskiden sen yaşadığında Dikili’de kumsalda akşam güneş batarken, sarı kırmızı renkler dalgalarla oynaşırken  söylediğimiz şarkı. Bu şarkıyı sana da söylemiştim. Sen, ben, anneannen, annen Dikiliye yazlığa gidiyoruz, uçaktayız, sonra Aliağa metrosuna biniyoruz  R. dayın demişti ki “Aliağa’ya gelmeden bir durak önce Biçerova’sı durağında inin Dikili’ye direkt giden otobüsler oradan yolcu alıyor böylece kolay gidersiniz,  her  saatte bir otobüs Geçer “


16.11.2015 meşe palamudu toplama

Galiba ilk uçağa binişindi ama yok daha önce 2010 yılında binmiştin bebektin daha o zaman. Hostesi, uçağın içini, sana taktığımız kemeri her şeyi ince ince gözlemleyişin...her zaman dikkat kesilir süzerdin insanları, o kadar iyi bir gözlemciydin ki izlediğin belgesellerdeki hayvanları öyle bir taklit ederdin ki köpek olurdun sokak köpeği Romeo, iki elini yere bastırır iki ayağınla öyle bir çukur kazardın ki köpek bile senin kadar ustalıkla yapamazdı, hırlaman, bir aslan gibi kükremen, bir leoparın ceylanın peşinden fırlayışını keskin gözleriyle sinsice izleyip avına  hamle yapışını öyle bir canlandırırdın ki..."haydi bilim adamcılığı oynayalım"


Nat Geo Wild’da belgesel seyrederdik seninle, NCW yılanları gördüğümüzde ben korkmayasın diye değiştirirdim sen elimden kumandayı kapar, tekrar NCW ‘a basardın. Fragmanları tekrarlardık bağırarak “Pazar 21.30 da Nat Geo Wild’da”. Belki de oradan esinlenmiştin arka fonda anlatıcıyı bilim adamı sanıyordun, en sevdiğin oyunlarımızdandı ki birlikte olduğumuz son gün dahi bunu oynamıştık “haydi bilim adamlığı oynayalım, kamerayı al. konuş”. Bazen bir belgesel seyrederken ya da youtube da bir şeye bakarken "bu vaşak", "bu deniz aslanı" derdin o kadar iyi tanırdın hayvanları...o kadar ki hayallerinin,  oyunlarının  baş kahramanının hayvanlar odluğunu  en iyi aşağıdaki video anlatıyor yavrum...






Son aylarında 2016’nın Mayıs, Haziran’nın da  ne garip sevdiğin bütün oyunları oynadık, hayatının üstünden geçtik sanki, Haziran ayında raketleri bile sordun hani  kırmızı lastiği hafifçe yırtılmış raketini  ben hatırlayamadım nereye koyduğumu, “tatile git gel, ben bulurum raketleri o zaman  oynarız”... Ölümünden aylar sonra anneannen dışardaki dolapta buldu, o akşam raketine sarılıp ağladım saatlerce ama saatlerce “niye o gün  sen oynamak istedin de ben bulamadın, keşke arasaydım keşke balkondaki dolaplara  baksaydım” kırmızı raketinin ucu hala açık yavrum, bıraktığın gibi iki küçük sarı top...







 “Haydi bilim adamcılığı oynayalım”; ben iki elimin baş ve işaret parmaklarını birleştirerek oluşturduğum yuvarlağı kamera gibi kullanır anlatmaya başlardım “sayın seyirciler bu bir ana aslan, bakın bakın  şu leopara bakın; dikkat, bakın sakince bekliyor, böyle sakin durduğuna bakmayın, çevresini yokluyor evettt  karşıda masum bir ceylan, gördü, bir ok gibi fırlıyor” tabii sen benim anlattıklarıma eş pozisyonlara girerdin, yataktan aşağıya atlardın, bir leopar gibi hole doğru fırlar salona koşardın hayali Ceylan’nın ardından.




Dikili’ye gidiyoruz, Aliağa metrosundayız  öyle bir esiyor ki havalandırma acayip, buz gibi ortalık; sen trende kah oraya kah buraya zapt etmek mümkün değil ardında yine ben sana mukayyet olmaya çalışan, ortadaki direğe tutuyorsun, o koltuktan bu koltuğa.. metro da boş neredeyse yalnızca bizim için kalkmış bir metro zira sonbahar da sanırım Eylül’dü, okullar açılmıştı  gidiyoruz biz... iniyoruz Biçerova’sı durağında,  bir saate yakın  otobüs bekliyoruz artık neredeyse taksi falan bulsak tutacak haldeyiz, R.’yi arıyoruz “ sezon bitmiş onun için saatte bir geliyor” “iyi biliyor musun” “gelecek bekleyin” geldi bir otobüs, Amerikan filmlerinde kırk yılda bir otobüsün uğradığı ıssız şehirlerarası otobüs durağı gibi bir duraktı beklediğimiz ve biz yine seninle dışarıdayız oynuyoruz, annen terledin diye  üstünü değiştiriyor.


Nihayet Dikili’de  yazlıktayız, hemen bahçeyi tanıtıyorum tek tek “merhaba domates bak bu Can... ”, “bak Can bu patlıcan, armut” Annen gibi  balkondaki salıncakta sallanıyorsun yanında annen, ben ... uykuya kolay dalıyorsun o salıncakta, akşamları üstüne bir çarşaf, bazen öğlende orada uyutuyoruz....





Klasik bütün yeğenlerime söylediğim şarkıları öğretiyorum sana “sakın çıkma patika yollara.....o kırlara ” derken elimle karşıdaki Salihler köyünü çevrelemiş  dağları işaret ediyorum “haydi gel patika yollarına gidelim.”

Bizim eve bitişik Kırıkkalelilerin oturduğu Petek kent  sitesinin yanından uzakta;  bir gün orada hayatının sonlanacağını aklımızdan geçiremeyeceğimiz  şehirlerarası Çanakkale yolunu hayal meyal göreceğimiz tarlalara doğru yürüyoruz, sen çiçekler topluyorsun ben “patika yolu işte burası” diyorum şarkıyı söylerken..


İpek hanımın çiftliğinden kargoyla yiyecek getirttik annenle, öyle bir ayarladık ki biz eve geldiğimizin ertesi günü geldi kargo, babam haliyle kızıyor  “burada bu kadar tarla, taze sebze var”  “her yeri ilaçlıyorlar, sen bile ilaç vuruyorsun, yedirmeyiz Can’a, ben de yemem “ diyoruz, mısırları haşlıyorum sana, salatalık dolmalık biber, annem süt alıyor yoğurt yapacak. Asma yaprağında sardalya yapıyoruz. Tüm yeğenlerimle yaptığımız gibi salonun ortasın örtü seriyoruz sonra malzemeler kurabiye yapıyoruz. Hamuru yapmana izin var, nasılsa dökülse çabuk temizleniyor yazlık. Sabah erken kalkıp hoop televizyonun karşısına çizgi film..


Sivrisinekler ısırmasın seni aman, akşama doğru uzun kollu tişört pantolon ve tabii saatlerce park, kum dökülmüş park, seni sallıyorum ben tıpkı Ankara’daki  parklarda ki gibi “güle güle haydi bakalım doğru Paris’e, Amerika’ya, şimdi de İtalya’ya  hoşça kal, bulutlara değiyorsun aman dikkat” sen gülüyorsun, kahkahalar atıyorsun “daha yükseğe Gülsen, daha ..”





Denize giymiyorsun kıyıdasın hep, kumdan kaleler yapıyoruz bir telaş, kovana su dolduruyorsun ama nasıl olacaksa ayakların da suya değmesin istiyorsun. Evde bir saat önceden kremliyoruz seni, salatalıklar, mısır, kurabiye, su, peçete ihtiyacın olabilecek her şeyi dolduruyoruz çantalara; ama kova yok; nerede ; koşuyorsun kaysı ağacının altından küreğiyle getiriyorsun; doğru sahil, ayakların kuma değer değmez yanıyor ya öyle bir koşuyoruz ki ıslak kumlara doğru seninle, terliklerimizi fırlatıp  ayaklarımızı deniz suyuyla ıslatıyoruz,  denize yakın sakin bir yer arıyoruz, kollukların  her şeyin var  ama korkuyorsun annemin, benim, annenin kucağında giriyorsun denize ayaklarını, saçlarını  deniz  suyuyla ıslatıyoruz kıyameti koparıyorsun, bırakamıyoruz hiç denize.

Ben ve sen kıyıya yakın hani ince bir hat çizer ya kumlar sahilde kuru kumla dalganın vurduğu yerdeki ıslak kumları ayıran işte bizde sınırda popomuz kuru, ayaklarımız ıslak kumlarda oturuyoruz; çapkın dalgalar ayaklarımızı  yalayarak  geri gidiyor ben sana klasik şarkılarımı söylemeye devam ediyorum ” deniz ve mehtap sordular seni.. bira avuç su verdi elime” derken elime deniz suyu alıyorum muhtemelen sen de “manyak ya bu teyzem diyorsundur.” “bak bak uzakta beyaz bir gemi, yelken”  “ah o gemide bende olsaydım...”  bir gün baktım sen salonda söylüyorsun “ah o gemi de bende olsaydım....” sevmediğin tek şarkı “takalar geçiyor allı yeşilli” .

Hep yaptığım gibi  şarkıları söylerken hareketlerimle  şarkının mevzusunu  canlandırıyorum, bir gün elime şemsiyeyi alıyor açıyorum Türk filmlerindeki gibi omuzuma koyuyorum başlıyorum çevirmeye ” katibime kolalı da gömlek ne güzel yakışır “ sen hopluyorsun etrafımda şemsiyeyi yakalamak için   “ben de , ben de “ veriyorum  taklit ediyorsun yaptıklarımı.2016 yılı hayattaki son yılınmış meğer işte Mayıs ayı bana durduk yerde o şarkıyı söyle diyorsun hani var ya bildiğin on tane şarkı söylüyorum "yok" sonunda "hani kız vardı ya" diyorsun. Ben “ bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde”; “ha bu” diyorsun. Şarkıyı söyleyerek sana yaklaşıyorum “delikanlı yaklaşmış ne kadar güzelsiniz” uzaklaşıyorum “fakat siz de kimsiniz” birlikte canlandırıyoruz şarkıyı.







2016 Haziranı Dikili’ye gideceksin sana dedim ki “seninle şarkılar söylemiştik hatırladın mı söylemeye başlamıştım bunları söylemeyi unutma sen öyle çok hatırlar gibi de bakmamıştın yüzüme; yalnız “takalar geçiyor allı yeşilli” yi söylediğimde “ayyy iğrenç “ demiştin. 2016 Nisan sonu Mayıs başı  senden önce Dikili'ye  gittiğimde ki gitmez olaydım...gitmez olaydım... sana "senin için bahçeye  sebzeler ektim; karpuz da ektim Can'o;  onları sula oğlum, unutma yıldızlara bak geceleri ben sana selam göndereceğim yıldızlarla".. “sen de gel”...Beni hep yok edecek, parçalayacak,  ölene kadar aklımı kırdıracak o cümle “ sen de gel.....”


Sen benim ilk,  tek ve son ve yalnız  aşkım; hortumla sulamayı pek severdin bahçeleri, parkları, denize girmez, banyo yaparken ortalığı ayağa kaldırırdın ama suyla oynamaya bayılırdın, su tabancanla ıslatırdın beni ki Dikili’de sana bir de su tabancası almıştık, bir yerde hortumla sulama yapa birini görsen dikkat kesilirdin bende ya Lozan Park'ta ya da karşımızdaki İsmet Camuzoğlu parkında çimenleri sulayan görevliye  "amcası Can'da biraz sulasın mı " der hortumu isterdim.

Sen büyük bir iş  ciddiyetiyle sulamaya başlardın. İşte Dikili'de de o 2012 yılının Ağustos sonu  Eylül  başındaki  tatilimizde büyük bir hevesle de yazlığın balkonunu annenle yıkardın, eline süpürgeyi alır, çekme kürekle suları çekerdik birlikte dış kapıya kadar. Bir gün bir baktık balkonun dış duvarlarını baştan sona küçük  salyangozlar istila etmiş, seninle  hortumla su tutuk üzerlerine temizlemeye başladık ama  çok zor oldu çünkü öyle bir yapışmışlardı ki duvarlara. Bahçede toprakla oynardın sen, balkondan seyrederdim seni. 


Balkon duvarına çıkar şarkılar söyledim sen de balkonda çıkmak isterdin korkardım ama elini tutarak yürütürdüm. Bir de sinekler sineklikle av zamanı; elinde pembe eski sineklik şappp duvara, kara sinekleri öldürme harekatı o harekatın komutanı Can’o...Her şey iyi hoştu da dedo’nun su parası çok gelecek diye “yeter da, daybeter da su, su bitti su yok “ kızgınlığı  musluğu kapatmaya kadar varan öfkesi bu oyunlara ara verdirirdi.










Akşamları odana bakardık sivrisinek gizlenmiş mi diye oyuna çevirirdin pat pat perdelere yataklara vururduk saklandıkları yerden çıksın sivrisinekler. Öğlenleri ara sıra  güç bela uyuyorsun sırf denizin hatırına, “uyu kalk ki  denize gidelim”. Yatınca sen odanın kapısını kapatıyoruz,  kalkarsın duymayız sen  merdivenlerden inmek istersin düşersin diye ödümüz kopuyor. Sen de çocuk merakı çıkmak istiyorsun dubleks evin yukarı kata çıkan merdivenlerden,  iki elini basamağa koyarak, bir maymun gibi çıkıyorsun sonra oturarak iniyorsun tabii arkanda mutlaka biri oluyor, elimi tutuyorsun çık, in...çık, in.

Sen televizyonun karşısındaki kanepede oturuyorsun ben de sana  şov yapıyorum; elime aldığım herhangi bir şeyi mikrofon gibi tutup bir şarkıcı gibi en üst merdivenden yavaş yavaş  şarkımı bir şarkıcı edasıyla söyleye söyleye iniyorum “"wantera mea, aio vantermea" kim söyler kimin şarkısıdır bilmem  ama yıllarca söyledim her yeğenime ;tabii ki sende aynı şeyi yapmak istiyorsun, yapıyorsun da merdivenin alt basamaklarında.

Birkaç kez akşama doğru  Panayıra gidiyoruz; çocuk arabası da yanımızda yorulunca oturuyorsun, sana masal kitabı, dondurma alıyoruz...her şey sana göre ayarlı, kahvaltı öğle yemeği, akşam yemeği, bazen gece uykun gelmiyor koşup odandan anneannenle benim yanıma geliyorsun, boğuşuyoruz yatakta “haydi zırto yatma vakti”, annenle kıkırdamalarınızı duyuyorum “uyuma vakti”, “kapatın gözlerinizi uyuyun artık”...annen sessizce "Gülsen kızıyor artık yatalım" diyor.







Uyumayı hiç sevmedin hiç, kreşte uyumazdın bana gelir uyumadım derdin göz mü kapadım derdin eziyetti kreşte uyku saatleri senin için. Belki de o yüzden çok sevmedin kreşleri, Minik İkizler kreşinde Güliz hanıma uyumasın dedim uyumak istemiyorsa uyumasın. O yüzden anaokuluna gidince çok sevindin uyumak yok diye. Evde sana baktığımızda onca uydurduğum, okuduğum  masal, “Can bak kolların diyor ki ah bu çocuk bir uyusa da ben de dinlensem, gözlerin yoruldum artık bakmaktan azıcık kapasa da Can  kalktığımda  daha güzel baksam her şeye diyor yavrum, yoruluyorlar ellerimiz, kollarımız, ağzımız, kalbimiz. Onun için uyumalıyız” açıklamalarım da yok değildi.. uykunun büyümeye yardım ettiğini uyursak daha çabuk büyüyeceğini anlatmam falan nafile sen benim uyuman gerektiğine inandığımı ve uyumadan seni bırakmayacağımı bildiğinden sonunda dayanamaz “uyuyamıyorum” derdin. “Kucağıma alayım mı”,“ al”


Nerede bakıyorsak sana yani ya sizde ya bizde alırdım kucağıma uykun gelsin diye istisnasız en az bir saat dolaştırırdım seni. Başını omuzuma gömerdin, ayakların sallanırdı ben kollarımla sarardım kısık sesle “dı lori, lori” ve favori şarkım  “başını göğsüme yasla Can’o.. o  güzel saçlarında dolaşın elim...”, “zeytinyağlı yiyemem aman” söylerdim. Anneannenin repertuvarıysa klasik türkülerden “yeşil ördek gibi”, “kışlalar doldu bugün”..lerdi. O gün seçtiğim tek şarkıyı ya da iki şarkıyı aynı tonda söyleyerek uyutabilirdim eğer değişik şarkılar söylersem dikkatin dağılırdı uyumazdın.

Sizin evdeysek annelerin odasında yatırırdım seni gözümde komidinin üstündeki siyah çerçeveli masa saattin de  10, 15, yarım saat  geçer sen hala uyumazdın,  seni gezdirmekten yorulur gücümde tükenmek üzere  olurdu  kızardım “kapat gözlerini eeeee haydi”. Annenin yatak odası, hol, bazen babanın çalışma odası, senin odan  yavaş yavaş dolan da dolan. Bizim ev Allahtan daha büyüktü benim oda, hol en çok dolandığım yerdi zira hol karanlık oluyordu. Büyüyünce ağırlaştın, seni taşımak  çabuk yorduğundan beni bu defa da yatağın ucuna oturur başını sağ koluma koyar, diğeriyle de sarar  sallardım  seni kollarımda  ya da bacaklarıma koyduğum yastıkta sallardım. Bazen bu sallama o kadar uzun sürerdi ki  pes etmeden bir adım öncesi bacaklarımı kurtarır yastığı sallardım, numaradan gözlerini bir kapayışın vardı gülerdim ve sen benim güldüğümü görünce yüz bulur hemen açardın gözlerini  gülerdin ya da yastıktan kurtarırdın kendini o gün sen kazanırdın  “tamam haydi uyuma derdim, kalak anlaşıldı yatmayacaksın.. Sonraları üstelemez oldum bende annemde "yavrum büyüdü artık uyumaz " diyordu.


“Uyu kalk parka gidelim, uyu kalk boya yapalım, uyu kalk faaliyet yapalım, uyu kalk dışarı çıkalım” gibi lütuflarım rağmen çoğu kez uyumazdın, kızardım sana uyumadın diye önce suçlu gibi sinerdin televizyonun karşısına geçerdin  iki dakika sonra gelirdin “oynayalım mı” ya da “çizgi filmi aç” kızgınlığım geçerdi akşam annene şikayet ederdim “uyumadı” o sakin bir biçimde “olsun derdi” uyumamana hiçç kızmazdı annen, anneannen gibi.










Sen de bunu bildiğinden  anneannene koşardın zira anneannen  ben seni uyutmaya çabalarken sessizce bekler ama epey zaman geçince senin uyumadığını görünce  “günahtır zorlama  uyumak istemiyorsa uyumasın yeter “derdi  sende hemen “ doğru diyor “der kurtulurdun benden ama bu defa da ben anneme kızardım “bırakmıyorsun ya tam uyuyacaktı .Anneannen seni hiç yatıramazdı  hiç  kırk yılda bir yatırabilirdi .Anneannen  sabahları annen işe gitmeden size gelirdi  bende evdeki işleri hallederdim öğlene doğru  size gelirdim. Anneannenin  fi tarihinden kalma türkülerini hiç sevmedin” yeşil ördek gibi”, ama birini yukarıdaki  videoda olduğu gibi ezberlemiştin “Cano’nun beşiği camdan” .. “atem tutem men seni” söyleyince “annem de bunu söylüyor” derdin, bir de “karlar düşer düşer düşer ağlarım...”




  







Ben beste yapardım sana, uydururdum şarkı sözlerini, sen da alışkındın zaten benim şarkı bestelememe, şarkı sözleri uydurmama. Ev kuşu diye bir program vardı orada sunucu "merhaba aşkım, nasılsın tatlım, iyiyim aşkım " İzlediğimde ki ne zaman ilginç şeylerle karşılaşsam hemen aklıma gelirdin, bunu Can'a söylesem, yapsam diye, servisten aldığımda dedim ki  "Can'o sana şarkı besteledim. Bak dinle "Merhaba tatlım, nasılsın aşkım". Beğendin mi, başını salladın. 

  buraya konacak uydurduğun şarkı 







Ertesi gün seni servisten aldığımda bana “Gülşen ben de bir şarkı yaptım” “ayy benim oğlum bana beste mi yapmış, merak içindeyim, haydi söyle bakalım” “merhaba tatlım, nasılsın aşkım , iyiyim tatlım” "aferin oğluma çok güzel olmuş öptüm yanaklarından”  şarkı söylemeyi seviyordun, şarkı uydurmayı da benim gibi. Annenle seni piyano kursuna yazdırmayı düşünmüştük, mahalledeki bir arkadaşımızın  piyano hocalığı yapan kocasına  götürmüştük bir cumartesi günü. Piyanonun başına oturmuştu seni sen meraklı bir biçimde parmaklarını gezdirmiştin tuşların üzerinde “ yeteneği var” demişti ama annen vazgeçmişti. Teyzenin evine gittiğimizde de ellenmesinden hoşlanmadıklarını tahmin ettiğinden çaktırmadan kuzenin gitarına illa ki el sürer, tellerini çalardın.










Denize girmedin  2012 de birlikte tatil yaptığımızda, yüzmedin aldığımız deniz gözlüğünü  takıp kıyıya yakın bir yerde denize bakardın. Bacağında bir morartı acıyor diyorsun su döküyoruz, deniz anası vurdu diyorlar. Bir de deniz kabuğu topluyoruz her denize  girdiğimizde bir torbayı doldurmuştuk ...

Şu anda hangi sene olduğunu hatırlamıyorum zira bütün resimler ve videolar annende; o yıla ait bende tek bir resim yok ama galiba ya 2012'ydi. Çünkü Duru  ve dayın gitmiş ardından biz gitmiştik ve sevinmiştik bu sene evi temizlemek zorunda kalmadığımıza zira yazlığı ilk açan, temizlemek zorunda kalan perişan oluyordu.

Bir önceki yıl 2011'de de omuzunu kırdığından baban alçıya alınmış omuzunla baban, annen ve sen yine tatile Dikili'ye gitmiştin. Anneannen o kadar çok üzülmüştü ki omuzunun kırılmasına ki baban seni düşürmüştü, alçıda o sıcakta Dikili de tatil yapmıştın. Anneannen sen uyuyunca düşmeyesin diye yanında yatıyormuş.

O sene o kadar koştuk ki  kumsalda bir boydan, bir boya... 2016 ya da 2015 evet 2015 yılı tatile  gittiniz annenle sen yalnız bir otele gitmeden bana  servis şoförünüzün adını söylemiştin  Seyfettin di galiba bakıcı kadın da Gül’müydü hatırlamıyorum;  bana dedin ki “Seyfettin abi  bana deniz kabuğu getir dedi ben de olur dedim “demiştin. Severdin deniz kabuklarını ” deniz kabuğunu kulağımıza dayardık, dinlerdik..bak dalga sesi duydun mu Can! sen daha bir dikkatli dinler “hıhı duydum duydum “derdin.

Şimdi senin ölümünden önce topladığın son deniz kabuklarını getirdi bana M. dayın, onları sevdiğin küçük kutu vardı ya içine koydum, üzerini streçledim, bilgisayarım yanında o kutu .. bak dalga sesi duyuyor musun Can’o.








Akşam üstleri karanlık olmadan Hidayet hanımın evine yakın parka giderken yol üstündeki rögar kapağının deliğinde içeri taşlar atıyor, kulak kesiliyoruz  acaba ne sesi duyacağız?. Bir de karıncalara pek bir meraklıyız” çok çalışkanlar” diyorum bak bak nasıl taşıyor buğdayı. Karıncalar ip gibi dizilmiş  sen nereye kadar gidiyorlar ya da nereden geliyorlar keşfe çıkıyorsun onları izleyerek. Ahhh yavrum ah o keşif merakın ahhhh..

Sonra hastalandın, bir koşu Dikili doktor, enfeksiyon kapmışsın, antibiyotik ben okaliptüs yaprağı kaynatıyorum ama korkuyorum sana bir şey yapar diye azıcık içiriyorum. İki üç güne kalmadı düzeldin. Dikili'ye gezmeye gidiyoruz denize yakın sahildeki kafelerden birine giriyoruz, denizin ortasına doğru bir iskelesi var masala koymuşlar annenler otururken ben ve sen aşağıya iniyoruz, taş atıyoruz denize, bak bak diyorum balıklar, cam gibi denizde oynaşan balıkları görüyorsun, girdiğimiz cafe de bir akvaryum var. Sen tost yiyorsun,  kalamar , midye tava sonrası Roma dondurmacısı, dondurma sefası; geziyoruz sonra dolmuşa binip siteye geri dönüyoruz. Bunları yazarken en çok yavrum o anların resimlerini annenden almadığıma yandım.. birlikte yaptığımız tatile ilgili tüm resimler, videolar hep annende.










Tatil bitti, anneanneni bırakıp orada bir taksi tutup İzmir’e havaalanına doğru yola çıkacağız. Son gün baktık İzmir’de oturan R.dayın geldi önce zeytinliğin olduğu tarafa girdi , bize de “merhaba “ dedi, ağaçlara bakıyor zeytinler ne durumda diye, biliyor da bizim gideceğimiz. S. hanımda bizi uğurlamaya gelmiş neyse ben bozuldum “S. hanım “ dedim bizim ailede zeytinler insanlardan önce gelir” vay ki ne vay ben bunu der demez bir hışımla balkonda nasıl bağırıyor sen siniyorsun “ne demek istiyorsun, sen kimsin” , “yahu ben ne dedim bu kadar sinirlenecek” giderayak moralimiz alt üst oluyor annenle. Allahtan taksi geliyor da... R.  seni kucağına bile almadı öyle sinirli ki  seni doğduğundan beri ilk görüşüydü sonraları da zaten  üç  dört defa gördün..


Güzel oğlum belki de resmi aile tarihleri anlatıldığından yüzleşme olmadığından pek çok insan da yaptığını doğru kabullendiğinden yanlış kader biçiyor insanlara oysa gerçek aile tarihi hiç de öyle le bebek gül bebek değildir, toplumda ne varsa ailede, ailede ne varsa toplumda yer edinmiştir; sevgi de nefrette, öfke de intikamda .Eğer memnun değilsek bugün toplumda bu kötülüğün ailede sıradanlaştırılmasından, gerçeğin saklanmasındandır. Senin sitende yaşanan olumsuzlukları da yazacağım yavrum çünkü sen o olumsuzluklarında içindeydin. Belki insanlar bunu okuduğunda kızacaklar “aaaa ne gereği vardı şimdi bunu yazmasının “ diyecekler ama benim yazmamam  senin –yaşanan  olayın ortasında olduğun gerçeğini değiştirmez sadece başkaları öğrenmezdi yaşananı, ama öğrenerek hatanın önüne geçilir değil mi kuzum.... 

                                                               




Bir tanem; teyzesinin göz bebeği,  seninle denizde ilk ve son tatilimdi benim. Bir de İstanbul’a gitmiştik ben, sen, annen; İrep’in evine bir haftalığına. Sen dışarı çıkmak istemiyordun, taksiyle bir yere gideceğiz, bindik taksiye “ bir ağlama ama ne ağlama geri gidelim, eve geri gidelim” taksici ben,  annen yok kar etmiyor susmuyorsun  öyle bir ağlama . Hep tanıdık yerlerde huzur bulurdun, mekan değiştirince rahatsız oldun diye düşünmüştük. Vapura binince de korkmuştun önce. Sonra güvertede seninle martılara simit atmıştık “bak Can bak nasıl alıyor bak”






Otobüsle gitmiştik galiba hatırlayamıyorum şimdi ama dönüşümüzü hatırlıyorum otobüste hiç durmadan konuşmuştun ben ve annen nasıl mahcubuz otobüstekiler rahatsız oluyor diye. Bir daha tövbe, tövbe otobüsle gitmeyelim diye karar veriyoruz.








Sonraki yıl üstteki videoda görüldüğü üzere 2013'de temmuz ayında sen yine Dikili'deydin   baban, annen, teyzen Gülvan ve Taylan', İdil.2014 yılında ailecek Foça, orada önceden yer ayırdığınız otelden ayrılıp başka bir otele gittiniz. O otelin sahibinin çocuğuyla çok iyi anlaştığını söylemişti annen hemen hemen her gün telefonla görüşüyorduk annenle Cano şunu yaptı, Cano  bugün dondurma yedi, denize yine girmedi..







2015 yılı annenle, bir başına Antalya'ya bir otele, bir haftalığına dönüşte bana havuzda ne kadar eğlendiğini anlatıyorsun. Sonrası o ölümcül tatile çıkışın, son tatilin 2016 Haziran’nın 18 de uçakla anneannenin yanına. Artık kocamansın; daha önceki tatiller aklında yer etmemiş hayal meyal kalmış bir kaç anı var zihninde, saat 20 gibi geliyorsun Dikiliye yazlığa  vardığında "anneanne burası sisin eviniz mi " "evet " ; "Güşen'nin evi Ankara da mı" evet diyor annem. Benim sana tatile gitmeden bir gün önce ektiğimi söylediğim , sulamanı istediğim bahçeye gidiyor; sebzelere bakıp "anneanne  burası Güşen'nin bahçesi mi", sonra yola bakan çiçeklerin olduğu tarafa gidiyorsun "burası  Gülsen'nin çiçekleri mi? Yarın kalkıp bu çiçekleri sulayacağım"

Güzel yavrum benim, ben uzun yıllar günlük tutan ben sen doğduktan sonra niye günlük tutmadım anlaşılır gibi değil şimdi öylesine hayıflanıyorum ki. İnsan her anı her söyleneni aklında tutamıyor ki, bellek öyle bir şey ki...yerine yeni bir yaşanmışlığı koyduğunda eskisi iteleniyor. o yüzden de o yıl anlattığın , yaşadığın pek çok şey  aklıma gelmiyor şimdi.ve ben “keşke”lerle kahroluyorum hep...





Sana bir gün çok uzaklara gidersem... ben sanıyordum ki senden öyle öleceğim çünkü hayat bunu gerektirirdi “eğer bir gün çokk uzaklara gitmek zorunda kalırsam bil ki seni çokkkk çokk seven teyzenin hep kalbindesin. Dünyanın neresine gidersem gideyim yavrum unutma seni çokk seviyorum. Çok. Ve benim sesimi duyacaksın, ben hep senin yanında olacağım uzaklarda olsam da” . Neredeyse hafta da bir derdim sana “bu dünyada gülsen en çokk kimi seviyor” ellerini iki yana kocaman açardın “beni” derdin. Ben hemen sarılırdım sana “evet seni, Gülsen bu dünyada en çok Can’o yu seviyor..


Öyle bir haldeyim ki kuzum seni hatırlatan  her şey; tek bir çocuk sesi, tek bir yağmur damlası, terleten bir güneş, düşen bir at kestanesi, kozalak, ağaçtaki bir elma, kiraz, tezgahtaki karpuz ki sen çekirdeksiz karpuzu severdin " annem çekirdeksiz karpuz aldı beğendikten", "ben ama çekirdekli karpuz daha faydalı" diyerek tabağa koyduğum karpuzun çekirdeklerini temizlerdim ve çok korkardım yanlışlıkla çekirdek boğazına kaçar da boğulursun diye...tek bir dokunuş, davranış kanatıyor tekrar tekrar beni.









Her şey de seni hatırlatıyor, kuaför Hüseyin, bahçesinde kedi aradığımız şu apartman; hele de lavaş ya da pideyse alır almaz yemeğe başladığımız ekmek aldığımız Gümüşhane ekmek ... her şey ...Her şeye seni hatırlatıyor...

Anneannenle sebze almaya dışarı çıktık yürüyoruz baktım sokakta bir adam elinde bir kasa böğürtlen bağırıyor "böğürtlen"; kala kaldım hemen hatırladım. 2015 yazıydı, Ağustos'tu sizin evden bizim eve gelirken; evlerimizin olduğu  Layoş Koşut caddesinde karşılaşmıştık yine  böğürtlen satan bu adamla;  kaç lira demiştim "paketi beş" almıştık. Daha yolda yemeğe başlamıştık Allahtan tatlıydı; sana dönüp Hansel ve Gretel masalını hatırladın mı işte Hansel ve Gretel'in toplamak için ormana gittikleri meyve bu yani bu masal meyvesi yavrum demiştim "Bu mu, çok güzelmiş"..

Sensiz dönüyor yavrum ya  bu dünya...sen yoksun yaşıyorum ya ben... anlayamıyorum... bitiyorum...sararıyorum gün be gün kimse fark etmiyor benden başka sarardığımı... acılar   da ne kadar   sessiz, sedasızmış sen ölene dek bilememişim..
Sen yaşadığında da  güne, aya, yıla hep hüzün, hep insanı öldürmeye, öç almaya  kışkırtan acılar  vururken ben mi görmedim...görmek istemedim   o sesiz matemlerin  tınılarını,  o kaybedişlerin yalnızlığını.


Şimdiyse  karşımda dağıtan...sarartan...fotoğraflarda kalan çocukluğunla ne ben  eski ben;  ne de Ankara,  eski Ankara... belki de başladığım yerdeyimdir...kim bilir ki...ben bilmezken... ...kim bilir