15 Ekim 2009 Perşembe

Sen kalem ol, bende kağıt yaz beni


Belki her şehirde olduğu gibi en değerli, en güzel yerler ordu evlerine, lojmanlarına, komutanlıklarına tahsis eylendiğinden, önünden her geçişte genç kızlara “asker biriyle evlenmeli”yi düşündüren şehrinizde de, yapılabilecek iki üç aktiviteden birine; ünlü markaların Nuxx, Zara, Aldo, …., Sephora, GAP vb. sıralandığı, koca bir mahalleyi andıran “alışveriş merkezini gezme”ye katılmak üzere ayaklanmışsınızdır.

Kaldırımda yürürken, yarısı sararmış bir yaprakla birlikte kafasına “patanak” düşüp canını yaktığından annenize onca laf, sizeyse mevsimin buğulu sonbahar olduğunu fark ettiren asfalt üzerindeki onlarca at kestaneleridir.

Ne yani, zaman akmış, akmış, akmış da işten, kaostan, korna, insan sesinden, hayata dair ( …. ) parantezi dolduracağınız endişelerden, birilerine kendini kabullendirmek saçmalıklarından, bir şey değilken kendini bir şey zanneden patronlardan uzakta, gün batımı kızıllığının düştüğü bir sahilde, avucunuzda, yosun kokulu kumlardan seçeceğiniz yassı, kaygan taşlar, denize, saatlerce baktığınız, ….., baktığınız halde yine de bakasınızın geleceği yaz geçmişte, hazanın zamanı mı gelmiş şimdi ?

Böyle ayrımında bile olamadan yıllar, aylar gelip, gider de, “nasıl geldi, nasıl geçti”yi anlamazsınız ya “işte gene öyle oldu”yla hüzünlenmişken, tavuğun üzerinde 9.50 TL, etin 24. TL, mikrodalga fırının 300. TL. etiketlerini görünce “bu muymuş onca yaygara koparılan KDV, ÖTV indirimi….”yle söylenen annenize meyl-eylersiniz.

Aynı marka bir paket bisküvinin, çayın, etin, bir demet maydanozun her yerde aynı fiyattan satılmaması doğal sayıldığından şikayetin iletileceği görevli de şansınıza “IMF’yi protesto edenler hakkında ne düşünüyorsun” sorusunu “Bu vatanın bölünmesine izin vermeyeceğizzzzzzz”le cevaplayanlar gibi “Az bi git be güzelim, bunca zorlayıcı, tehlikeli “Kürt açılımlı”, “Ermeni protokolü” konseptte sen neyin peşindesin, önce bunlara tepki koyalım”la her şeyi dönüp dolaşıp “Erke Dönergeci” kadar gizemli Kürt açılımı”na bağlayan barut fıçılı insanlardan çıkmaz mı.

Gerçi, bugünlerde tekin değildir memleketin sath-ı mahalı ama “sus, sus ” modundan “bunca yanlışta, tek doğru olabilecek Kürt açılımı …” diyivererek kurtulursunuz. Dağlardan, derelerden akan oluk oluk kanlar yetmemiş ki liderlerinin “Kanlı süreç başlar”larıyla ( dersen başlar tabii ) hazırlığa başlayan çakma sosyal demokratların kalesinde, fikirlerinin onaylanmadığını gören görevli bir an bocalayıp, sonrasında altın vuruşunu yapıveriyor: “Nerelisiniz ?” Kastı anlayıp “Mustafa Kemal’in doğduğu yerden, Selanik’liyim”e “bunları söylemem için Kürt’mü olmalıyım ”ı ekleyiveriyorsunuz.

12 Eylül’ü dimağında hiç bitirmeyecek annenizin sararmış yüzü, aklınıza “tansiyonu”nu getirirken, ölümüne kamikaze vatandaşlarınızdan birinin başlatacağı, ana haber bülteninde yer almayacağınız gibi “tahrik etti”yle de suçlanabileceğiniz kitlesel bir reflekste, darplanmadan çıkıyorsunuz marketten.

Az sonra 3 boyutlu sinemada “Ice age 3”ü seyredecek, ellerinde Ice Tea’yle dolanan 12, 14 yaşlarında çocuklar arasından geçerken “gereği yoktu”yla size kızan anneniz, karşınızdaki banka adeta yığılıyor. Yanınıza oturan bir bayan inci kolyeli diğer bayanları gösterip “ moda ya herkeste var, o yüzden takmıyorum” diyor arkadaşına.

Belki de alışveriş merkezinde, ….., dolmuşta, ….., bunlar yaşandığında, herhangi bir semt pazarında turşulukların acurun, …., yeşil domatesin önünde kuyruk oluştuğunda, bir başkası da Bebek’te Starbucks Coffee’ye yaklaşan tekneden uzanan kolun Macchiato’yu almasına şaşırdığında, başka türlüsünü bilmediği dünyasının rutin işini yapmak için, genzini yakan gübre kokusuna aldırmayan Ceylan’da pembe hırkasıyla aynı renk naylon terliklerini giyinmiştir.

Belki beğendiği elbiseye, parfüme, …, beyaz eşyaya, yiyeceklere bakıp “ her şey ne kadar da pahalı”yla yakınanlara, kimseler “Ekonomisinin % 40’ını ordusuna ayıran, gençler işsizlikten kırılırken 7.8 milyar dolar ödeyerek Patriot füzesi almayı planlayan, gereksiz iç savaşına milyarlarca lirasını harcayan ülkede işsizlik, yoksulluk, açlık olmayacaktı da, ya ne olacaktı”yla karşılık vermez, Ceylan’da kapının eşiğinde mavili, beyazlı leçeğini başına bağlarken, annesinden de makarna yapmasını istemiştir

Belki sen de “Atsız”cı olarak “……. Bu da benim açılımım …..: Türkiye ….. yaşayan … Kürt nüfus vatandaşlıktan çıkarılsın, mal ve mülklerine, bankadaki mevduatlarına, iş adamlarının şirketlerine kadar her şeylerine el konulsun. Burdan toplanacak … yüz milyarlarca dolarlık fon ile boş kalacak olan ev, arsalar, Türk milletine eşit ve adaletli bir şekilde dağıtılsın ….”ı foruma yazdığında, en çılgın Türk de 21.yüzyılda “Elbette egemen milletin bazı üstünlükleri vardır” beyanatını verdiğinde, Ceylan’da elinde siyah “dare”si mallarını otlatmak üzere çoktan önüne katmıştır.

Kim bilir, 14 yaşındaki “annesinin bir tanesi” kızınız “Winks Giydir”i tıkladığında, biri de GANDİ’nin 140. doğum gününde hazırladığı Power Pointe sunuma kopyaladığı “Dünya üzerindeki tüm topraklar tek bir insanın kanının dökülmesine değmez”ini yapıştırdığında, belki de havan topunun arkasındaki er İbrahim de, komutanın “ateşşş” talimatından irkilmiştir.

Kim bilir, belki de taş atan çocukları “terör örgütü yandaşları yine olay çıkartılar”la yine mimleyen sunucu, sıra gazete manşetlerini okumaya geldiğinde, Teksas’lıların Diyarbakır’lılara karşı attıkları “PKK dışarı” sloganı için yaptıkları “ırkçı, faşit değiliz“ açıklamasını manşete taşıyanları “bravo”yla övdüğünde, bir türlü alışamadığı tepedeki taburdan atılan top seslerinin “tedirginliğinde”, hayvanlarının peşinden sektirirken, toprakta ışıldayan savaşın getirisi metal cisme çocuksu merakıyla eğilip daresi ya da yerden aldığı tahtayla vuran ya da vücuduna isabet eden mermiyle, ne olduğunu anlayamadan yüreği yerinden fırlayan Ceylan’nın , göğsü, karnı sağa, sola dağılmıştır.

Lime lime olmuş Ceylan’ın bedeninden kopan et parçalarının, artık bir yazı dizisine dönüşen “Kürt açılımı”yla birlikte ağaç dallarında asılı kaldığı o anlarda, belki birileri de, en çok okunanlar listesine giren “Ayşe türban’da,……, Reina’da, haşemeda” serisinin devamı “Ayşe Faşistler arasında”yı da bekledikleri saygın medya sayesinde, eğer “PKK, Kürt’ler dışarı” sloganı faşizmi, ırkçılığı çağrıştırmıyorsa, Faşistlerin hangi sloganları kullandığını, daha daha nasıl faşist olunabileceğini öğrenecek olmanın hevesiyle tutuşmaktadırlar.

Canımsın, o kadar mı “dangalağız”. Hepimiz de biliyoruz ki ölümüne yol açan ister patlamamış 40 milimetrelik bomba atar, ister havan mermisi olsun Ceylan’ı, Uğur’u, Baran’ı, Yunanlı Alexandros’tan, Fransa’da ayaklanan göçmen gençlerden, P.İ’yi, Y.S’yi İsrailli askerlere taş atan Filistinli çocuklardan, ayıran neden Kürt olmalarıdır.

İyi de, Kürt çocuklarını katledenleri, savaşın dehşetini “Münevver davası” gibi takip etmeyen Türk medyasını, çalınan hayallerin, yok edilen hayatların rahatsız etmediği Türkiye Cumhuriyeti devletini, ordusunu, polisini akıl almayacak derecede dokunulmaz, önemli kılıp Yunan, Fransız, İsrail devletinden, ordusundan, polisinden, ayıran nedense “Türk” olmaların da mıdır ?

Hemen şimdi, bu yalnız, hemi güzel, hemi de tutabilene aşk olsun, bir coşmuş, bir coşmuş herkesin askerliğinin yanında gizlediği “faşist” titrinin de açığa çıktığı ülkenin, yasalar, kararlar, kararnamelerle müfredatını çizerek, aynı anda, hem ilerici hem muhafazakâr, hem demokrat hem faşist, hem batılı hem batı düşmanı olmaya çabalayan şizofren devletinin, “bölünecez, ……, bölünecez”i sayıklattırıp, herhalde savaşta can vermek daha kolay ki “savaş, savaş” diye tepindirdiği tiplere bakın.

Şimdi de son kez insanoğlu için basiretin, insafın, erdemin ve de aklın ne denli gerekli olduğunun ispatı Ceylan’nın vesikalık resmini kaplayan şaşkın bakışlarına bakın.

Şimdi söyleyin, hiç birini öldürdünüz mü ? Hiç kendinizi, öldürenlere, linçleyenlere, savaşa kayıtsız kalarak birilerinin, çocukların ölmesine, öldürülmesine göz yummuş saydınız mı ? Hiç çocuğunuzun yaşamasını asla dilemeyeceğiniz tarlaları, dağları, ovaları patlamamış mühimmatla, mayınla, tankla, tüfekle, askerle dolu “Doğu’da, Güneydoğu’da” meğer nice Ceylan’lar heder olmuşta “ruhumuz duymamış”la, kaybettirilen vicdanınızı geri istediniz mi ?

Hayır mı? O zaman cinayetlerin mahali: Ceylan’nın şarapnel parçaları saplı bedeninin uzatıldığı mezrada, Engin’in tekmelendiği nezarethanede, er Muhammet’in, Bilal’in, gerilla Sapol’un Rengin’in öldüğü dağlarda, düşürdüğünüz kimlikler kimindir, neyin nesidir ?

Öyleyse, ırkını beğenmeyen ordusu failini arayacağına “Mayın olmadığını nereden biliyorsunuz, TSK’de eğitim mi gördünüz…. ”le Ceylan’ın babasından hesap sorduğu, polisinin kundaktaki bebeğe gaz bombası attığı, akranlarının kafasını dipçikle yarıp, panzerle ezdiği, ailesinden de birilerini mutlaka faili meçhulle, savaşa kurban vermiş, komşusuna, akrabasına “bok” yedirilmiş, tecavüz edilmiş, hayatı da hep bir eksikle yaşaması istenmiş yoksul, geçmişten alacaklı Hakkari’li, …., Batman’lı Kürt bir çocuk neden polise, askere taş atmasın ki ?

Bir uslanmazlık, bir arlanmazlık hali Ankara’da bambaşka bir hal alıp kendini aşmışken, yoksa, yaşarken “Sen kalem ol, bende kağıt yaz beni, beni…” sini işitmediğiniz Ceylan’ı da mı hemencecik ana belleğinizden silip, Aşk-ı Memnu’nun yeni fragmanına kilitlendiniz . Oysa GANDİ, ne demişti ?

 

14 Eylül 2009 Pazartesi

Yağmurları biriktir anne

Ey ölüm, hep yükselen değer kalmanı isteyenlerin memleketinde “vatan, şehit, özgürlük”le süslenmiş kapanının, cazibesine kapılan gençler nasıl da tertemiz, nasıl da günahsız.

Sedir ağaçları, sisle kaplı dağda,  sık sık yolumuzu kaybedip, derelere vurduğumuzdan  bacaklarım,  sırtımdaki ıslak çantanın ağırlığıyla ikiye bükülmüş  bedenimi taşıyamayacak sanıyorum. Elde keleş, soluksuz ilerlerken, kuşatıldığımız mağarada cansız bedenini  öylece taş, toprak, ot, yapraklar üstünde bıraktığımız, gerçek adını bilmediğim ”Amara”, şu dalda asılı kalan; Faraşin için yazdığın “Nice yürekler var daha toprağa ekilecek….,”li cümlelerin mi ? Daha bu sabah uçurumlu vadilerden geçerken sen,  sahiden yanımda mıydın ? Ah, tutunmuş muydun, aniden önüne çıkan taşa çarptığında, koluma. Dağılan saçlarını  toplarken “kesmeli bunları“ diyen sana, sevdiceğimi “biliyor musun adı Yağmur”du, ayrıldığımda ”Yağmur damlanı denize düşürdün demişti” yi  anlatan ben değilmişim gibiyim. ”Bedeli ölümse özgürlüğün, hepimiz bu bedeli ödemenin adayıyız”la hazırsak ta ölüme, hiçbir şeye benzemeyen, nasıl da acayip bir his bu. Bir anda, birinin, varken yok olması. Delila’mı ıslıkla “rındamın, gevramın ….” çalan. Ardından yasının tutulmadığı, gözyaşının dökülmediği kimsesizliğini istemem be hewal’ım. Sen de dur artık, yüreğimdeki sisi bile dağıtmaktan aciz  rüzgar, esme deli, deli.

Ey ölüm, musalla taşlarına yatırılan genç bedenlere doymadıklarından “feleğe” bile fırsat tanımayanların memleketinde, birazdan seni kucaklayacaklarını bilmeden dağa tırmananların  nasıl da berrak gençlikleri.

Deli rüzgarları severdim  ya ben, Allah sesimi duymuş mu ne, bu dağlarda da sadece gücünü sınayan rüzgar var.  En zoru,  ağaçların, tepelerin, kayaların ardında gizlenmiş  bir teröristin kurşunu hayatı sonlandıracağından, kendini kollamakta yani dalmamakta düşlere. Rüzgarın savurduğu toza bulanmış  kumral saçlarından hala kan sızıyor be Mehmet’im. Ah kardeşim, sigaranı peş peşe yakarken “eve bir döneyim, ağzımda teneke tadı bırakan bu konserveleri, reyonunda gördüğüm marketi hemen terk ederim” diyen senin, az ötemdeki cansız bedenine kaçamak bakışlar atan ben değil de bir başkasıymış gibiyim. Daha bu sabah komutanın ”Vatanın her köşesine al bayrağı dikmenin bedeli…” konuşması bittiğinde  birden,  adı “Yağmur”du, ben Yağmur damlası derdim. Nick’im de o yüzden “rain drop”tu”yla  sevdiğini anlattığın sesin kulaklarımda, mağaranın önünde çok önemli bir iş yapıyormuşçasına çubukla karıştırıyorum toprağı. Sesleniyor biri “En az 4, 5 ölü, biri  kadın. ….. kulaklarını kesmeli …..”  Gri bulutlara dönük, açık, yeşil  gözlerine son kez bakarken “Biliyor musun” diyorum “Öldüreceğinin ışıl ışıl yanan göz bebeklerine bakmamalı insan. Bakarsa, öldüremez.”

Hey ölüm, korkun,  her zerresine nüfuz ettiğin memlekette, bir an, yok edileceğini,  sandığından mıydı ? Hey hayat, sevincin, seni, sende barışı yenen, gün be gün çoğaldığından belirsizleşen ölüm de savaşı gömeceğini, sandığından mıydı?

3.8 milyon işsiziyle yoksul, bir o kadar da biçare halkının vergileriyle ithal edilmiş mühimmatlarla çalım satan, bir ucu Ergenekon’na dayalı güçlü orduyla, saz arkadaşlarının geçmişini, “e”li, “e”siz-muhtıralarını,  eş Başbakan BAŞBUĞ’un “Kürt açılımıyla” ilgili “Mesaj vermemiz gerekirse veririz”le o anda  verdiği  mesajı, hatırlasaydınız, ey ölüm  korkmaz, hayat sende mutlanmazdın “gözyaşları” dinecek diye.

Özünde “ her gün ortaya atılan “açılım”lar yetmedi, bir bu  eksikti, tamamladılar. Bu kez, bu açılımı  engelleme sırası saz arkadaşlarımda. Başaramazlarsa, bir muhtırayla, olmadı bir kutlama  mesajının satır arasında “hadlerini“ bildiririz. Olur, biter”i barındıran mesajla,  top önce, ne yazık eşraf’lığa takılı kalmış burjuvaziye atıldığından,  İçişleri Bakanı’yla yaptığı görüşme sonrası TUSİAD Başkanının  “Kürt” kelimesini kullanmamasından da anlamalıydınız, sandığınızın olmayacağını.

Pek hoş da, 25 yıldır, her akşam, bıkmadan tabutları, ağlayanları “… dağında operasyon …” jeneriğini, hafif müzik çalınıyor edasında izleyen herkesin etli, ….,  zeytinyağlı yemeklerini de yiyebildiği çürümüşlükten peydahlanan ölümün, her şeyin sonu olduğuna dair ipuçlarını, kutsal mertebe “şehit”lik,  “… ölmez”likle kapattıran “bu kudretlilerin” kendileri, ey ölüm, seninle karşılaşsalardı, bu soğuk duruşlarını yine de koruyabilecekler miydi ?

Öyle olamayacağını, kendinizden bilirsiniz. Daha çok yolum var rahatlığında, kimselere, WELLES' in Ben gençliğin ne olduğunu biliyorum ama sen, yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun” şarkısını mırıldanmadan, tansiyon, kolesterol, ….., menopoz, kemik  erimesine yakalanmadan, göçüp gitme kararlılığında, her şeyi, anında, tepe taklak eden  “kansersin”ni ilk duyduğunuzdaki asla çözemediğiniz, çözemedikçe  paniklediğiniz  korku  var ya işte o korku, bazen “bu kadar yaşamak yeter”le ti’ye aldığınız ölümle karşılaşmanın korkusudur.

O korkunun etkisinde anneniz, …., dostlarınız, bedeniniz  başkasına ait, üzerinizde de kahkahalarını işittiklerinizin hayatlarını “bu kadar harika kılan şey nedir” in açıklamasını isteyecek tuhaflık, cerrahın  “Ucunda ışık gözükmeyen bir tünelin içindesiniz.Tümörlerden biri çok büyük. Küçülmeli. Hemen kemoterapi. Sonra ameliyat, göğsünüz kesinlikle  alınacak” lı sözleriyle saçılmış durumda,  şu  kadın  ne kadar da güzelmiş.

Beter sıcakta, şimdi bu rüzgar, sırf onun elbisesinden süzüleyim diye mi esmekte?  SCHOPENHAUER’un “Aşkın Metafiziği”ni haklı çıkaran, kadınla tezat,  kısa boylu bir erkek sallıyor kız çocuğunu. Salıncaktan iniyor çocuk, koşuyor. Boyu yetmediğinden incecik  kolları  bacaklarını sarıyor kadının. Kucağına alıyor kadın, çocuğun dalgalanan saçlarıyla  kaplanıyor göğsü.

Yüzünden sağlık akan şu kadının yerinde, olsa “hiçte fena olmaz” diyeceğiniz  bahçesinde ebruli, hanımeliaçan bir evde, yeryüzünde her şeyin silindiği öyle bir anda, derinizde küçücük kollarının sıcaklığı,  burnunuzda  saçlardaki  elma kokusu,  öööle kalmayı istersiniz. Öyle kalmayı.

Garip şey  ölümün yanı başınıza oturması. Beyniniz, itirafını geciktirdiğiniz ya da  hara güre arasında fırsatını bulamadığınız, huylarınızdan birine, bir kaçına sahip olacağından sizi, kendinde  devam ettirecek  bir çocuğum olsaydı”, “keşke” li, “eğer” li  bunu, şunu yapsaydım” lı ne çok düşünceyi şekillendiriyor.

Üstüne “Unutulmamalıyım” dürtüsünü de ayaklandırıp insanlara romanlar yazdıran, resimler çizdiren, şarkılar besteleten “hiçbirini yapamadıysan,  çocuk dünyaya getirip, ardında iz olsun diye  genlerini bırakmalıydın”ı   tetikleten  demek senin varlığınmış ey ölüm !

Siyah, beyaz fotoğrafınızın asıldığı duvara, gözleri kırk yılda bir olsa  da kaydığında “annem“in hüznüyle, gözyaşlarının aktığını eline düşen bir damlacıkla fark edecek, resimlerinizi gösterdiği  çocuğuna “… anneannen ..”le  sizi anlatacak bir çocuğun varlığı,  iş işten geçtiğinden midir, hiç bu kadar önemli ve de elzem olmamıştır.

Yalnız o çocuk erkekse, askere gönderdiğinizde sırf  savaşa destek artsın diye erlerini “şehit” eden mayınları döşeyecek,  “pimi çekilmiş bomba” cezası verecek acımasızlıktaki ultra medeni komutanlarla,  ideolojisinin dağlarda kol gezdiğini unutup  “… dağa mı çıkalım ” söylevli  ultra zeki siyasetçilerin,  bilerek uzattıklarısavaşa da göndereceğinizden, ölmesinden, bir şeyden daha, başka bir annenin çocuğunu öldürmesinden de korkacaktınız.

Evladınızın ölümü, birini öldürmesi olasılığı bile sizi perişan ederken, bu topraklarda ölüme, hiçbir yerde olmadığı  kadar  hüküm sürdürtense; çocuklarını savaşa elleriyle kınalayarak yolladığında “anneliğine” de  ihanet eden,  dudaklarından da “…. şehitlik mertebesine ulaşsa yani ölse  ……. “  dökülenlerle,   “Benim oğlum öldü. Sorumluları da savaşa neden saydıkları sorunları çözmeyenlerdir” diyemeyenleri, iç savaşın devamının aparatı kullanan “bu kudretlileri” baş tacı yapan  koca bir  topluluktur.

Bir yanda malum herkes asker doğduğundan,  asker olduğu için savaş tam tamlarını çalan  koca  bir topluluğun ürkütücülüğü, diğer yanda karşı taraf belletilen gençlerin  annelerini “benimle nasıl bir olur”la hor görerek kadınlığın içgüdüselli “anneliği” de tekeline alan  akıl dışılığın normal kabullenilmesinin dehşeti. Gözlerinizse, daha kıymetli hiç bir şeyleri olamayacağından, evlatlarını yaşatacak fedakarlıkları  filmlere, romanlara, dizilere konu olmuş  anneleri arayacaktır.

Tüm savaşların en başından mağlupları, yapmanız gereken “uygarlığın erdemi barış”ın bayraktarlığını yapmadığınızdan, ölen,  ölecek evlatlarınızın yokluğunun  farkında bile olmayacak, hiçbir savaş da sonsuza dek süremeyeceğinden bir gün, mutlaka “barış”ın tahakkümüne girecek dünyada, işte o gün, elinizde kalmış  “Oğlum, kızım ne için, kim için savaştın, adadın, adattırıldı  hayatın” sorusu, içinizde de “biriktirdiğiniz yağmurların” tortusu, yanın yanabildiğiniz kadar.
   
Ne yapmış, ne için didinmiş, neyle payelendirilmiş  olursan ol, bedenleri yok eden ölümden yaratılmış kederli geçmişi, geleceğe  sürüklemekten yorulan  tanıkları yok edilemeyen” hayatta, aslında bir çok şey için neden de azdır değil mi ciğerparem. Veya bunlar sadece benim için böyledir. Sen ne dersin Alperen abi, Asena abla ?


                                                                                                                     

11 Ağustos 2009 Salı

Nerede bu Kemal, nerede KERİNÇSİZ…

Artık hor kullanılan doğanın küresel ısınma felaketini başına sarmasından mıdır, nedir, iyice bir dağıttığından ne zaman gelip, ne zaman gittiği belirsiz mevsimler gibi insanı arada, derede bıraktıran şehirde, öğrenciler, öğretmenler, askerler, memurlar tatile gittiğinden, tenha caddelere, boş dükkanlara bakanların, her sene, alakalı, alakasız bir anda illaki söyleyecekleri “Ankara boşalmış yine” cümlesinin vaktidir.

O vakitte, kirazların, ……, şeftalilerin dizildiği tezgahın yanında “Zenginleri anlamak ne mümkün. Bir simit, bir karper artı bir bardak çaya Bebek’te ki cafe’ler de 12 milyon ödüyorlarmış. Düşünsene, bunları kaça alıyorlardır” diyene, baktığı kirazların, hapislik yetmezmişçesine bir de kansere yakalanan Samet’in ağabeyinin “.. cezaevinde bir kilo kiraz beş lira. Gücümüz yok. Kan yapması için kiraz ……yemesi gerektiği” beyanını, belki de bulutları, maviyi, yeşili göremeden kanserden ölecek mahkum Güler’i, Erol’u, …., Samet’i ve de ölen İsmet’i çağrıştırmayacağının aşikarlığı, hassasiyetsiz vicdanlar, ıstırabınızı katlayacaktır.

Hayat zaten yerden yere vuracakken insanı, güce tamaha endeksli zihniyetinin yarattığı fırtınaların, her birimizi bir yerlere savurduğunu göremeyen “baba devletin” çalışanlarının, bilgisayar başında bir yazı daha geçirecekleri baş şehrinden, hayatların hapiste sonlanmasının daralttığı yüreğinizi de alıp, kimseleri tanımadığınız başka diyarlara gitmek, hatta hiç dönmemek istersiniz.

Ama, size, hem her an avuçlarınızdan kayıp gidecekmiş, hem de hep sizin kalacakmışçasına ucundan tutacağınız hayatı dayatan kanseriniz, yarısı boş apartmanın, Kızılay’ında bir tur atsan, en az beş tanıdığa rastlayacağınızdan yalnızlığın mümkün olamadığı şehrin, yaz dinginliğine ortaklıktan başka yol bırakmayacaktır.

Farkında olmadığı yalnızlığı yaşayan şehrin sokaklarında “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar …” diyor ya milli marşımız, yıllardır o medeniyette, hassasiyetlerinize karşı olmanın hazıyla “sus“la çocuğunu tokatlayan, elindeki su şişesini, çöpü ortalığa atan, cep telefonuyla, yanındakiyle bağırarak “…ERTOSUN gerçek bir Cumhuriyet erkeğiymiş ….”li şeyler konuşanlar arasında, sanki hep aynı yollarda dolaşıp ileriye bir adım atamıyor, adeta kaybolmuş hissinde dolanırsınız. Şimdi ilerlemek, medeni davranış, hassasiyetim mi dedim ben. İleri, medeni, hassasiyet ne demek?

86 yıldır hep "çok ama çok hassas bir dönem"den geçecek bu ülkede, dünya bankası verilerine göre milli gelirin %49’unu nüfusun %1’i alırken, %51’ini paylaşanların, felsefe, sanat , …, sporla uğraşması, kendilerini aşıp sıra dışı portreler oluşturmaları, cüretkar hayaller kurup peşinden gitmeleri, bir çemberin içinde geçinmek için durmadan koşuşturduklarından imkansızken, kerameti kendinden menkul hassasiyetlerin hakimiyetindeki bir yapıyı da %99’luk çoğunluğa dayatanlar, Allah aşkına, kimlerdir ?

Nasıl Pakistan’da “Kuran-ı Kerim’e saygısızlık” hassasiyeti Taliban’a Hıristiyanları diri diri yaktırttıysa, Türkiye’de de; yok efendim Sivas’ta Aziz NESİN "bu kitapta yazanlara inanmam …" dedi, PAMUK “1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt’ün öldürüldüğünü” söyledi, KÜTAHYALI “YAZICIOĞLU’nu Maraş ve Sivas olaylarıyla ilişkilendiren” cümleler kurdu, yok “okuduğun gazeteyi, üstünde ki tişörtü, şortu, mini eteği, türbanı beğenmedim”le onlarca katliamın, linçin, darpın üzerinde yükselen, yanılmıyorsak milli derken kastedilen Türk, devlet, manevi derken de sünni Müslümanlıkla ilgili bu hassasiyetleri hayatımıza yerleştirenler nerededir ?

Ortaya çıkıp, hangi konuların “hassas” olduğunu açıklasalardı ya da Bab-ı Ali’nin tirajı yüksek gazeteleri, kimseye faydası dokunmayan politik, analitik çözümlemelerinden vazgeçip, belli ki yaşam, düşünce biçimi de dahil her şeyi kapsama alanına aldığından, her an karşılaşılacak hassasiyet terörünü engelleyecek, bu çıtkırıldımlığın nereden geldiğini, nerelere uzandığını yazsalardı "hassasiyetlerimizi bildikleri hâlde, hassasiyetimizle oynadıklarından bunlara linç, ölüm hak"la ufak bir davranışın neden provokasyona zemin sayıldığını bizler de anlasaydık, onlarca hayat da kurtulsaydı fena mı olurdu.

Halbuki, oldum olası, aman ha, kimsenin kalbindeki kırığın altında imzamız bulunmasın diye didinen, birinin, birilerinin ölümünden sorumlulara, mutlaka, devlet üstün hizmet, övünç madalyalarının verilmediği, “……..şehidimiz fakirdendir” pankartının generalleri ağlattığı hassaslıkta bir milletizdir. Ya, adı cezaevi katliamı, şaibelerle anılan Japonya’da olsa intiharı beklenecek ERTOSUN’nun, düzenlediği basın toplantısına katılarak, on binlerce hukuksuzluğun, adaletsizliğin nedenini öğrenmemizi sağlayan HSYK üyelerine de sorulması gereken “illegal örgüt sanıkları ile yemek yenilmesini, görüşülmesini, ….., genç hakimlere de tavsiye eder misiniz ”sorusunu, ulusal medyamızın hassas bünyeleri, nedense, sormayı unutunca, soruyu sormak, çok değil bir ay önce attığı manşetle Alperen’lerin Topkapı baskınını fitilleyen Vakit’li hassasa kalmıştı.

Ardındaki gölgede 6-7 Eylül'ü, Maraş’ı, …., Sivas’ı, …., Trabzon’u, Adapazar’ını, Altınova’yı barındıran faşist baskına katılanları, sanki “kutsal mekan (hassasiyeti ) da şarap içilmesi” provoke etmiş psikozunda “içki ile ilgili ayetler adam gibi okunsa, şarabın direkt günah sayılmadığı görülebilir.Ayrıca avludaki restoranda yıllardır şarap satılmakta…“lı savunmalar, baskına meşruiyet kazandıracak, ortalık ta, kapılar yumruklanmamış, …, insanlar tehdit edilmemişçesine Alperen’lerin demokratik haklarını kullanarak, protestoya kalkıştıkları gazel okumalarıyla dolup taşacaktı.

Velev ki o sarayda yüzyıllarca sadece şerbet içilsin, o duvarlar Nedim’in "gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan"la özetlediği Lale devrine, haremdeki entrikalara da tanılık etmesin, avluda “çimlere uzanarak, klasik müzik dinleyip” şarap içilemezmiş gibi.

Baskınla aynı saatlerde Uygur Türklerini katleden Çin’le milyon dolarlık ithalat anlaşmalarını şişesi 1000 Euro’luk şarapları yudumlayarak kutlayanlar, ülkeyi yöneten asker, sivil bürokratlar, Alperen’lerden ürken elitler “vatandaşın güzel tepkisi” diye pışpışlayarak büyüttüğünüz, bir gün lazım olur diye silah dahil her tür teçhizatla, nefretle donattığınız, gelişmiş ülkelerde yaşıtları RACHMANİNOFF'’un, CHOPİN’nin prelude’lerini çalar, dinlerken, gelecekte her biri birer SAMAST, HAYAL, GÜNAYDIN, ÇATLI olacaklar, sonunda, sizlerin de kapısına dayandı işte. Neden mi, öfke ve hınçları muhatap bulamadığı gün, kaynağına, ötekileştirdiği sizlere geri döndü de ondan.

Bozuk gelir dağılımından, İşsizlik Fonu’nun nema gelirinin işsizlikle mücadele de kullanılması yerine bütçeye aktarılmasından, vatanının topraklarında kaybedilen 9 Kürt köylüsünün ölüm emrini verdiği iddia edilen Albay TEMİZÖZ’den sorumlu ve de suçlu olduğu gibi “ne oluyor bu ülkeye” dedirtmeyen “işte, bildiğin Türkiye” dedirten o baskının suçlusu da merkezi otorite, devlettir.

Bu, referansına sığındığın Ata’nın “…..istiklal karakterimiz olmalı” mirasını reddederek, giyimine, kuşamına karıştığın, belirlediğin hassasiyetlere bekçilik etmesi için yüz verdiğin “fek omuza, sas duruş, ra’at” ültimatomununla hareketlenen bireyler, sizlerin, yani senin seçimindi devletlüm ! Ve bence yine yanlıştı.

Şimdi, ey okuyucu, acaba, tam “Kürt, Türk açılımı ülkeyi resmen bölecek”li yüce hassasiyetler bir kez daha ayaklanmış “ nerede bu Kemal, nerede KERİNÇSİZ, ÖZKAN, KÜÇÜK, ….“ çığlıklarıyla dövünülürken, toz duman arasında çıkıveren, ne hikmetse de habire tehdit zarfları alan ERTOSUN’lu, …….., KAYATUZU’lu hassas dönemler bitecek, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan günler de geçecek midir ?

Durun. İşimize yarayacak bir son dakika haberiyle karşınızdayım. Aslında araştırılmadan da bildiğimiz bir gerçek; kadınlar, yakışıklı erkeklerle karşılaştıklarında sağlıklı düşünme yetisini kaybetmezken, güzel kadınların, erkekleri salaklaştırdığı tezi Hollanda’da yapılan araştırmayla doğrulanmış.

Çok şükür Rabbim, bunca hassasiyeti başımıza bela eden “yalnız ve güzel ülkenin” erkek egemen toplumunu anlamamıza yardımcı oldun ya, ölsekte gam yemeyiz. Meğer, her şey bodrum sahillerinde, özel localarda güneşlenen ikocanlara bayılan babocanlar yüzündenmiş.

Bir gün Nişantaşı’nda 2008-2009 kreasyonlarında yerini almış (Puşi) Poşu’yla saçlarını örtüp, boynuna da Zülfikar kolyesi taktığında Kürt’leri, Alevi’leri, azınlıkların psikolojisini de şipadanak anlayacak, tek tutarımız “ küçük asker, küçük Ayşe……,” gibi baş rolün kime ait olduğunu da nihayet, anlayabildiniz mi?

Hayat ta cidden tuhaf. Kıpırtısız yapraklar, karpuzlar, dağ, bayır falan, filan. Yanında da sürekli yeni bir yüzle ortaya çıkarıldığından asla öğrenemeyeceğimiz hassasiyetlerle servis edilen “hoşgörü dini” ile birleşince tadından yenmeyecek “ultra-faşizmi”li günler.İşte, asıl buna içilir.


11 Temmuz 2009 Cumartesi

Hatırlıyorsun değil mi ?

Baharın  “elimi, kolumu kaldıramıyorum” bahanesi seneliğine  rafa  kaldırılıp, piyasaya “bu sıcaklar, bayıltıyor insanı, hal bırakmıyor” arzı endam ettiğinde, eldeki poşetten, üstteki giysiden kurtulma telaşında, hanımellerinin bahçe kapılarını, demirlerini sarmaladığı sokakta ilerlerken, apartman duvarına oturmuş, kaldırımı işgal eden gençlerden sevimli kız “Amerika’daki  üniversiteden  kabul gelmiş.Yıllık  20 bin dolar.Çok para, gidemiyor tabii ki ne ” diyor.

 “Türkiye’den ucuzmuş.Emre’de balıkçı olacakmış“ derken tek kulağı küpeli oğlan, geçmeniz için de ayağını çekiyor kaldırımdan.  “Şimdi, ne alaka.  “How I Met Your Mother”ın Barney’i gibisin Sinan efendi”yle  saçlarını çekmeye yeltendiğinde “Dinle bir”le karşı koyarken bağırıyor Sinan “İTÜ gemi inşaatını tutturabilirmiş. “

Amerika denince ilk olarak okuduğunuzu yoldaşlarınızın  bilmesini istemediğiniz  “Rüzgar Gibi Geçti”nin güneyli güzeli Scarlett O'Hara’nın Atlanta’sını aklınıza düşüren gençlerin konuşmaları uzaklaştığında, hafif, tatlı bir esintiyle,  saçlarınızda, yüzünüzde dolanacak  hanımellerine, bahara bulaşık  yaz kokusu çıka gelir. O  kokuyu  “Uyan kızım, bak, yaz da gelmiş.Tak çiçekli elbiseleri sırtına” düşüncelerinde, hoş bir dinginlikle  içinize çeker, önünüzde sarkan beyaz, sarı  hanımellerini kopartırsınız.

Elinizi sağa, sola savurdukça avucunuzda ezilen hanımellerinin  kokusuyla bahar geri gelir.Bahar gider. Sonra yalınayak dolaşılacak kumsalda şıpırdayan su sesine yarenlik edecek sessizlikler, can acıtan müzikler,  “ah seni, bilmiyor kimseler bilmiyor”lu aşkın özlendiği yaz  gelir. Sonra da “kadının hayali minnacık bir evdi / bahçesinde ebruliii hanımeli açan…” hafızanızdan aktığında  “ikocan, koklasana” komutu ardınıza baktırırken sizi, yaz  da gider.

Arkadaşları hanımellerini genç kızın başından aşağıya dökerken, hayatımızdan büyük “sosyalizm, emek, proleterya, burjuvazi, metafizik, temel çelişki” kavramlarıyla haşır neşir devrimciliğimize toz konduracak böylesi bir karenin, ayıplanacağından dar, karanlık yollarda sevgilinin kolunda yürüyüp,  şarkılar söylemenin yer edinmediği, az önceki konuşmaların yapılmadığı yeniyetmeliğimizi, sen de  hatırlıyorsun değil  mi?

Hatırlıyorsun değil mi ? Belki diğer çiçekler, nesneler  gibi hanımelinin adını da  Kürtçe, …, Zaza’ca tanımladığından, herkesinde o dili bildiğini varsayacak  masumiyetiyle ilkokula başladığında,  konuştuklarını anlamayan, cevap veremeyenler arasında “yabancı” duran,  akranları  yazmayı, okumayı sökerken Türkçe öğrenmeye  başlayanı  (akademik alanda ne derece başarılı olunabilineceğini de varın siz düşünün)  mevcut sisteme uygun birey yetiştirmekle mükellefliklerinde anlamaktan, yardımdan uzak öğretmenler yetmezmişçesine,  varlığımızı da “çocuğun mu var, derdin var”la sorun kabullenen ebeveynlerle çevrelendiğimiz kentlerin kaldırmalarında; daha yitirmemiş, parçalanmamışken benliğimiz, koşa koşa bitiremediğiniz küçük bahçelerde, tek tük Murat 124, 131’lerin,  Anadol’ların geçtiği  ucsuz, bucaksız  sokaklarda,   başka  hayallerimiz vardı bizim.

O hayalin, yüz on bin yıllık  “mevzu bahis sömürüyse, halk teferruattır"ın düsturluğunda "kira, taksit, fatura ödeme"li tek boyutlu yaşamının yoksulluğunu, barış, kadın, insan, …,  azınlık haklarından da yoksunluğunu yok edeceğine inandığımız,  ilk kez birilerini  sahiplendiğimiz,  ilk kez de birilerinin  bizi sahiplendiği, genellikle akraba, arkadaş bazen de ailenin  etkisiyle tanışıp ölesiye aşık olduğumuz peri masalının, sihirli değneği  devrim “in yoluna, mezarlarına kırmızı karanfiller koyduğumuz; yanı başımızda vurulan, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp asılan  yoldaşlarımızı  feda  etmiştik.

Dünya toplanıp gelse “bizi yenemez, kazanacağız” ruh halinde,  hayattan beklenti; para, kariyer, ev,  …, şık mobilya, araba, istediğini yeme, alma, giyme, seyahatse bu sayılanlarla, temiz sokaklar, caddeler  boyunca dizili apartmanların, villaların önünden her geçişte, bir gün o evlerde oturma hayalini  gerçek kılacak  “devrim” sonu, bizim  düzenimizde, tüm imkanlar önümüze serilip, istediğimiz  mesleği de seçeceğimizden, ne fazladan  bir, iki test çözmek,  ne  avukat, ne mühendis, …., ne mimar, ne ressam  olma planları yapmak. Ne de gelecek için, bizi hayata bağlayan devrimle yatıp, devrimle kalktığımızdan, yerleşik düzeni değiştirmekte sanki   çocuk oyuncağı bir işken,  kaygılanmak gereksizdi.

Hatırlıyorsun değil mi ? Halkın büyük kısmının sistemin kilit çarklarına egemen “küçük burjuva”lardan oluştuğu, devletin kapitalizmin ana unsuru burjuvazi dolayısıyla işçi sınıfını yaratmaya çalıştığı memlekette, olmayan proletaryanın diktatörlüğünü kurmanın “neyi devirecek, düzelteceksiniz" sorusunun cevabının "Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyeti mi, inanamıyorum"la yürek hoplatıp "açık fikirliyiz ama o kadarda değil”le  tehdit getirmesinden dahi  irkilen, hemen hemen tüm fraksiyonlarda, devrimci kesimde  yetkili, etkili  “devrimci küçük burjuvalara” kaldığını nasıl da görmezden gelmiştik.
Üzerine yalnızca “küçük burjuvaya” aitmişçesine, bütün kötü özellikler; burjuvaziye kayacak gönül, …, yalakalık, kaypaklık yıkıldığından olsa gerek, sınıfından nefret eden “devrimci küçük burjuva”ların, sınıflarından kopma adına makyaja, kıyafete, dinlenecek müziğe, sevgililerin el ele tutuşmalarına dahi karışarak  neyin iyi, neyin kötü olduğunun kararını, kendilerini yönetenleri örnek alır gibi faşizan bir ikilem yaşamadan vermeleri, belli kalıplarda giyinmeyi, hareketi, düşünmeyi de beraberinde getirmişti. 

O yüzden devrim için çabalayan  “küçük burjuvaların” gelecekte az bir kısmının sınıf atlayıp diğerlerinin yine  küçük burjuva kalacağını bilemediğimiz geçmişte, duyulduğunda dellenmemenin  imkansız olduğu  “küçük burjuva”, “sekter”  gizli öznesiyle yargılanmak “devrim günü seni barikatta göremedim yoldaşım” sendromundan beterken, farklı hayal, bakıştaki  sevgiliye “dev gibi sevgilere, mezar bile olamaz“la öfkelenmede  belki de yıkılmışlığın gizlendiğini, küçümsenen  hayalin  odağındaki  bir şairse, sizi ölümsüz kılacak şiiri yazacağını  dillendirmek de kimsenin harcı olmayacaktı.

Hatırlıyorsun değil mi ? Biz “genç devrimci güçler” bir yandan HANÇERLİOĞLU’nun  felsefe sözlüğüyle  “Marksizm-Leninizm”i öğrenmek için listelenmiş onlarca kitabı okumaya uğraşırken, diğer yandan da olayların, kişilerin bağlı olunan fraksiyona göre yorumlandığı  eğitim çalışmalarında,  ENGELS’in  “Doğanın Diyalektiği”den “Göksel cisimlerin hareketinde, dengede hareket ve harekette denge vardır (göreli). Ama özgül olarak göreli olan her hareket, yani burada, hareket halinde göksel cisimlerden….”ni açıklamakta zorlanan ağabeyleri, ablaları teori de geçmeye öykünürdük.

“Dans edemediğim devrim, devrim değildir“le değil, örtük sevdalara bezeli sempatizan ya da militanlığımızda, devrimci dünyamızın aman aman yakışıklı olmasalar da en karizmatik,  en “cool”ları bir  tartışma, bir seminer  ya da bir panel mi var,  karşı fraksiyondakileri mat edeceğine güvenildiğinden  hemen oraya taşınan, fraksiyonun  haklılığını Lenin’den, Marx'tan en şanlı alıntıyı patlatıp ispatladığından,  hayranlığımızı kazanan, bir nevi gezici teorisyenlerdi.

Bu teorisyenlerle, en az “en büyük mutluluk yarının yaratılmasında saklıdır” zira geçmiş değil “Yarın Bizimdir Yoldaşlar”daki Vaz kadar  ulaşılmazlık, sert bakışlar,  yüz asıklığı, yönettiğiyle arasında mesafe  liderliğin, yönetmenin koşuluymuş tavırlarındaki devrimci elitlerimiz bizlerle konuşmaya tenezzül ettiklerindeyse elimiz ayağımıza dolanır, utanır, konuşamazdık.

Bunların tanışlarına ya da  hoşlandıkları saçları  fönlü, kırmızı rujlu, mavi farlı gözlerin sahiplerine gösterdikleri ilgiyi “sempatizanımız yapmaya çalışıyoruz”da kamuflajlamalarıyla, hak edilmeyen parti, yönetim kurulu üyeliklerine, ekip  sorumluluklarına  atanmalarına  yönelik yapılmayan itirazları  “davaya kazanmak lazım”la savunmalarındaki beceriksizliği de hatırlıyorsun değil mi ?

Şimdiyse eski düzeni, kuramlarını değiştirip yeniyi kuranların, dostumuz  Marx'ın yasalarına göre her şey  değişim halinde olacağından bir gün, mutlaka karşılaşacakları yeni  “değişim” dalgaları karşısında, bu defa da düzenlerini bozmama hırsıyla muhafazakar, statükocu konuma düştüklerinin tarihsel dokümanları  kütüphanelerdeyken, yapabilseydik devrimi yönetenlerimiz “hepimiz eşitiz ama bazılarımız daha eşit”li eskinin ayrıcalıklı aristokratlarının yerine mi geçerlerdi”yi düşünemeden edemeyeceksinizdir.

Bazen Lenin’in heykelini yerlerde sürükleyenler o gün,  ergenliğimizin, gençliğimizin bir dönemini de yanlarında götürdüler gibi hissetmiştik ya, yoksa gerçekten öyle mi “olmuştu”yla birlikte  benliğinize, bir insanın, kurumun yaptıkları kişinin hatta bütün ülkenin kaderini etkilediği halde, yapanların düşünceleri, uygulamalarıyla ilgili defterler, hesap istenmeden kapatıldığından mıdır, yazılanlar, olanlar yaşandı mı kuşkusunu kaplatacak geçmiş, her anıldığında  sorular, yanlışlıklar atağa kalkıyorsa, sorgulanan her şey, her olay, her kurum, her insan  ister istemez yaptıklarıyla orantılı az, çok  yıpranacak demektir.

Ha, geçerli Anayasa dahil yaptıkları darbelerle ülkenin bugününden birinci dereceden sorumlu silahlı kuvvetler gibi, tankın namlusunu eğip, mermiyi  yolundan saptıracak, bombalara koordinatlar ıskalatacak herhangi bir  “asimetrik psikolojik harekât”ta siz de yıpranmak istemiyorsanız, uyulacak kural  da çok basittir; sorgulanacak şeyleri  yapmayacaksın.

Sokaktaki hanımelleri de  artık  miadını doldurup solmaktayken, karşı karşıya gelen iki tane “ben”nin, biz” olmalarına gerek olmadan, birlikte bir bütün olamadığı, o, yeniden yazılamayacak belki de yitik vakitte, daha yüreklerimiz  iyice ufalanıp dökülmemişken devrim  bir ihtimaldi ve çok güzeldi“. Hatırlıyorsun değil mi?


 

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Kalmadı tesellisi ne şarkının…

Nasıl, tam  da keyifle “ dekolteye gerek duymadan, cazibeli ve seksi görünmenin yolları”nı okuduğunuzda yok, yok  “Elveda Rumeli”yi izlerken, o da mı değil, rakı masasında “Deniz Seki garibanı hapishanede ne yapıyordur”u düşünürken,  “son dakika” mı, yoksa “flaş, flaş” klişesiyle mi öğrendiniz Mardin’ de ki katliamı ?
               Nasıl,  şaşırdınız mı, sıvası dökülmüş merdivene, tavana, kapıda yığılı lastik ayakkabılara bulaşmış,  paslı demir kokan kanın, ne Latin Amerika’nın tarihini betimleyen  MARGUEZ  romanından kanlı bir kesit, ne Cemal SÜREYA’dan  “kan var bütün kelimelerin altında”lı  bir dize,  ne de LORCA’nın kanlı düğününden “ah nasıl bir yas, nasıl bir acı kavuruyor içimi...” tiradından bir bölüm  olmamasına.
Nasıl, ürktünüz mü, 3 trilyon serveti olduğu iddia edilen muhtarın, rant paylaşımında tartışma çıkınca 1 gecede 350 bin TL.  dağıttığı  “o” 32 haneli köyde, 1 değil  8 ayrı beynin aynı şekilde çalışarak,  PKK’nın üzerine atmayı da planladıkları katliamın vahşiliğinden.
Aklınız havsalanız almadı mı, adına ister Doğu, Güneydoğu, ister Kürdistan deyin  istendiği takdirde, istenecek kadar silahın  bulunacağı bir bölgede, hepsi de genç 30 bin insan, 30 bin adam, kadın, çocuk ve bebeğin ölümüne, şehirlerinde bir sabah, öğlen, akşam  sayısız insanın sır oluşuna  tanıklık eden,  3-4 yaşındaki çocukların  “annem, babam öldü” demelerindeki rahatlığı.
İlahi, “Ermeni, Kürt değilim, başıma bir iş gelmeyecek, devlet beni hep sevecek, fişlemeyecek” güveninde, akılları; kimsenin  izin vermeyeceğini bilmelerine rağmen, Cumhuriyetin karartılacağı varsayımını dert edinmede ya da  son günlerin gözde mekanı bebek sahilinde, Gloria Jean’s Coffees’de,  GJ’s Creamy Hot Cocoa’yu  yudumlayıp boy göstermede olanlar, sadece  ekranlarda izledikleri   “ …. çıkan çatışmada iki er  şehit olurken,  bir korucu da hayatını kaybetti. 5 terörist ölü ele geçirildi "li  haberlerle, tabutların çağrıştıracağı  savaşı da  sanal dünyanın ürünü kabullenip, günlük yaşamlarında en basitinden kimlik, yol kontrolü yapan, arabaları çeviren korucunun, jandarmanın, polisin hışmını çekmeyeyim çabasında da bulunmayınca,  47 insanın öldürüldüğü katliamın, savaşın sonuçlarından yalnızca birisi olduğunu da kavramayacaklardır.
Onlar, semalarında her gün Skorsky’ler, Cobra’lar uçmadığından, okula, işe gidilen caddeler cemseler, panzerler, tanklar, askerlerle kapanmadığından, dağlar, kayalar bombalarla yarılmadığından,  şehri  toz bulutu, yakılan ormanların kokusu kaplamadığından,  makineli tüfeğin, roketatarın, havan topunun sesini tanımadıklarından, kardeşlerinin, çocuklarının, akrabalarının kurşunlanmış cesetleri ibret olsun diye atıldığında  kasabanın, köyün meydanına  acizliklerine yanmadıklarından, her yerin yaşadıkları şehirlere benzediğini zannedeceklerinden  “cinayetlere, savaşa evet” dediklerinin farkında bile olmayacaklardır.
Bilerek, bilmeyerek “evet” dedikleri bu  savaştan geçinenlerse, çoktan, geçmişte de kullandıkları CİA taktiği, aynı grubu kendi içinde  ayrıştıran “yöreyi  biliyorlar, bizden olmasalar onlardan olacaklar, vursunlar işte birbirlerini, nasılsa akacak kürdün kanı” fısıltılı paramiliter örgütlenmeyle “koruculuk” statüsünü verecekleri iyi  Kürtlere, aşiretlerine Kontrgerilla  işlevini  yüklemişlerdir.
Bu durumda, sunulan “olanaklar” sona erecek korkusuyla daha, daha  kan isteyecekler, PKK adına da otobüs, minibüs tarayıp, köy basacakları   “BİXİ”ler, “AK-47”leriyle eğlence diye dağa, taşa, havaya devletin  mermilerini sıkar, kahvehanelerde, evlerde ahaliye bölgenin günlük olaylarını; izini sürdükleri, öldürdükleri, yaraladıkları kişileri, üstlerine  tapuladıkları arazileri, kendilerini kollayan komutanları anlatırken, duvara, sandalyeye, kürsüye  dayalı  silahlarla çocukların oynadığı, insanlarınsa kin, sefalet içinde iç savaş anılarıyla yoğrulduğu köylerden, kasabalardan, şehirlerden  güzellik, sevgi ve  bilimin boy vermesini bekleyecek  yüksek kalite ve çözünürlüktekiler, bir gün aynı silahları  rant uğruna hısımlarına, komşularına çevireceklerin  gözü dönmüşlüğünü  izahta da  zorlanacaklardır.
Ama bu demek değil ki “onlar”  gerçek ortada ve Karl Marx  da yıllar, yıllar öncesi  “insanların maddi yaşam koşullarını belirleyen, onların bilinçleri değildir; bu maddi koşullar, onların bilinçlerini belirler”ini de  yazmışken, dededen kalma Kürtlere nefretlerini  PKK’ya  küfrederek  ya da eğitim, kültür bağımsız bir değişkenmişçesine  “Yüce devletimizin teröriste sıkın diye verdiği silahlarla, bu aptal Kürtler…. Bunların asilikleri, cahillikleri ırklarından”la kamufle edip,  töre, cehalet yalnızca   Kürtler’in bir özelliğimişçesine yansıtan yorumlardan  eksik kalacaklar.
Bunları gören, duyanda kültürlü, eğitimli,  iki dil konuşup, yazarak  HOMEROS,  SHAKESPEARE, PUŞKİN  hatimli doğan, ….., teknolojik buluşlara  imza atan, kadın, erkek birlikte  balet, balerin zarafetinde vals yaparken, duvarları MATİSSE, MONET, ZAGANELLİ’nin  görkemli resimleriyle donatılmış saraylarda, evlerde, bahçelerde, klasik müziğin yankılandığı  atalara sahip  sanacaktır.
Üstüne bu dünyada herkes, her ulus,  en az bir kez, çıkarına göre kendisine düşman üretip sağındakine, solundakine cani veya  melekliği yaşatmışken, etrafı yakıp, yıkıp,  parçaladıklarından göçebe atalarına yakıştırılan “eyvah, barbar Türkler”in  torunları, herhalde  “Türkler iyiydi de çevresi barbardı” savunmasıyla huzura erip, tarihlerinde katliam, darağacı, tehcir,…, kan  yokmuşçasına ortalarda salındıklarından,  sanırsınız ki  medeniyetin  timsalidirler de,  bu kendini beğenmişlik de haklarıdır. 
Oysa herkesin bildiği yazdıkları, yazdırdıkları  anlı, şanlı tarihle, yalanla kotarılan hiçliğin doğurduğu bu kendini beğenmişlik, zamanla başkalarını beğenmemeye, giderek de  herkesten, her  ırktan  tiksinmeye yol açan milliyetçiliğe dönüştüğünden,  yargı, yasama, yürütme,…, ordu, bürokrasi, medya da dahil  her kademede devlete, topluma  hakim ırkdaşları eliyle ülkeyi yönetenler, her olayda, sorunda  suçu  yönetimde hiç söz hakkı, gücü bulunmayan üstelikte  nötrleştirdikleri kendileri dışındakilere atacak ırkçılıklarında, niyeyse  bangır bangır da  “faşist, ırkçı  değiliz” diye bağırıp, topumuzu  sulu götürüp, susuz   da getireceklerdir.
Öte yandan  daha ortada faşizm  yokken Fatih Kararnamesi ( kanunname-i ali Osman) “her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını nizam-ı âlem için katletmek münasipdir”le  cinayetin yasallaştırıp,  töreleştirildiği İmparatorluğun yerini Cumhuriyet aldığında, devam ettirilen, kendileri dışındakilerin  “katli vacip”liği, düne kadar yasalarındaki “töre cinayetlerinde indirim”, Cumhurbaşkanlığına aday Bakanın “töre dışı davranış bu”yla linç edilişi, sanki başka bir ülkede vuku bulan  olgularmış tavrını sergilemekten de geri durmayacaklardır..
Böyle olunca da, çıplaklığından utanıp, üzerine diktikleri kat kat giysilerin altında gizledikleri tarihlerinde  peş peşe gerçekleşmiş katliamlardan yalnızca birinde,  Maraş’ta “bebek katilleri”  105 kişiyi öldürüp, 176 kişiyi de  yaraladıklarında, memleketin her yerinde katliamların vahşetini  yaşayanların  “bizi de, öldürecekler, iyi de ne yaptık ”lı  korkunun getirdiği  “aidiyet” duygusuyla  tanışacakları o günlerden bellidir,  insanlara  “bok “ yediren bir zalimler kuşağının yaratılacağı yarının, geleceği.  
O yarınında, katliamlar yapan ırkçı zihniyet mahkum edileceğine temsilcileri milletvekilli, partileri de iktidar ortağı yapılarak tarihle yüzleşilen, kusura bakmayın ama bu tuhaf  ülkede,  “Atatürk düşmanları”, “Sevr’i hortlatmak istiyorlar”lı, “ötekine”, “berikine” nefret törelerine çarptığından değiştirilemeyen darbe Anayasası, savaş,  …., dini hurafeler, bir türlü azalmayan şiddet yandaşlığına ait değerlerle kavga başlatmak yerine,  aslında ihmal edilmişliğin cevabı kan davasını, berdeli, cahilliği üzerine  yıktıklarını karalama  furyasında “bu katliam PKK’ya yarayacak” vicdansızlığındakiler, burjuva demokratik ülkelerde sırf kaçak veya devletin silahları  kullanıldığından hükümet düşürecek  katliamın sorumlularını da ufuklarda aratacaklardır.
Bu sanal sorunlar, mutluluklar, ırkını beğenmişlikle  bezeli dünyalarını, mutlaka ama mutlaka bir gün yıkacak, daha şehirlerine sıçramamış kan lekeli ölümleri içine sindirenlerin, fakirlikte ve sahipsizlikte eşitlediği sevgili Türkiye halkı, yeni bir töre yazılana kadar, kul etmek için kulluktan kurtarma töresinin egemenliğinde, hepimiz, Türklerin kanı aktığında ne oldu ki Kürtlerin kanı aktığında bir şeyler değişsin çıkmazında, köşe kapmaca oyununda ortada kalan çocuklar gibiyken, varsın  istatistikler  Kürdistan’da savaşta ölenler 30 bin 47 küsura ulaştı  yazsın ne çıkar,  umursamazlığındakiler utanç kaynağımız  değilseler,  nedirler  ki.
Yine de gelin, bırakalım da o dehşet gecesinde, ailesini kaybeden savaş mağduru çocuklardan yalnızca biri, belki bir gün,  yanı başındaki mezarlığa baktığında, duvarında Atatürk  fotoğrafı asılı  o evde yaşananların sebebini araştırmakla kalmayıp, çağdaşlığın başkasını incitmemeye dayandığını da  anladığında, arşivlerdeki görüntülerde kameralara “korucu olup, insan öldürmek istemiyorum” diyen yaşıtının  mı,  yoksa aynı günlerde  “koruculuğun hedef alınmasına” karşı çıkanların mı  “cahil” olduğunun kararını  da  “o“  versin.
Belki o gün, hala, kimsenin yüzüne  bakamadığı silahların susup, mayınların patlamadığı, iyilik isteyenlerin başlarının kopartılmadığı memleket hayaline “o” da çarptığında, bir buzdolabına, çamaşır makinesine  sahipliğin en büyük rüyası  olduğunu söyleyen Kürt kadınlarını, korkularını da alıp gidecektir uzaklara. Ya da belki  gitmesi gerekmeyecektir uzaklara.
Nasıl, artık  savaşı kimin başlattığı, ilk kurşunu kimin attığı, haklı, haksız kimmişin  önemsizliğinde “ne şarkının,  ne de sazın da kalmamışken tesellisi” eğleniyor musunuz gençler. Haydi relaxx!!. Bence de “e,eee takip etselermiş korucularını”. Kim mi dillendirdi. Onların inanacağı Gossip Gril.

 

5 Mayıs 2009 Salı

Söyle, ay doğmadan, düşmesin yaş gözüme

Baharda, beton yığınlarının grisine boyalı şehirde, akasya kokusuyla illa da  çiçek pazarından alınması gerekli sarı lalelerden yoksunluğa, tek eksiğinizmişçesine  takmışsınızdır ya, neyse ki imdadınıza yetişecek ha açtı, ha açacakla gözetlediğiniz leylak  kokusunun  dahi aranıza giremeyeceği uykunuzdan,   elinizden, kolunuzdan çekiştiren iş, güç sıyırıp alacaktır sizi .
Günlerdir yağan yağmurdan sarhoş değil de aksamdan kalma bahar sabahında, betiniz benziniz  sararmış,  aynadaki aksiniz  de,  ne  kadar  da  çirkindir öyle. Caddenin başından, sonuna yürürken aynı anda rüzgarlı, yağmurlu, güneşli havayla karşılanacağınızdan, daha güzel, hoş görünmek adına da değildir, çetrefilli probleme bürünen "ne giyinsem".
Kendinizi arada yüzünü gösteren güneş altında, bir kır evinde papatyalı, gelincikli  ıslak çayırlara atmanın dayanılmazlığında, ayaklarınız, önünüzde dağ gibi yığılacak  evrakları  umursamayacağınız işe, geri geri gidecektir. İyice çığrından çıkmak isteniyorsa “ben, her bahar aşık olurum”la tabloyu tamamlayacaklar, rutine  tuhaflaşan siz, hep  aynı repliği duyacaksınızdır “ Aynen, içimden hiç bir şey  yapmak gelmiyor.Bahardandır, bahar..…”
Bu Van Gogh’un  “View of Arles with Irises-İris’lerle Arles manzarası” tadındaki  tabloyu bozansa, süren ama inanın  artık nedeninin bile bilinmediği savaşta, güzide kurumlarda yetiştirilen seri kurşunlayan, psikopat  görevlilerden birinin, öğretileni yapıp “23 Nisan’da Başbakan olan cici çocuklardan” tek eksiği “orada” doğmasında gizli, sade ve sadece bir çocuğu, bütün hıncını  topladığı dipçiğiyle öldüresiye dövmesidir.
Annenizin  sizi  teselli edememiş  “bakma kötünün kusuruna, bilse iyisini söyler”i  sana da derman olmayacaksa da  çocuk, yine de sen, “Türk” zihniyetine göre beş, on yıla kalmaz dağa çıkacağından bugünden kafanın parçalanması gerekirken, çağa ayak uydurduklarını zannedecekleri karargah emri “Türkiye Halkı” açılımında “teröristte olsan insan” sayılıp,  Korgeneral’in bile  ziyaretine gelebileceğini, en son isteyeceği  şimdiye kadar terörist olanlar da, bu şartlar altında terörist oldularsa   hakları var”a meşruiyet kazandırdığını fark edemeyen, o aymazın  kusuruna.
Çocuk, sen  de diyeceksin ki bu Ülkede, hukuktan önce gelen silahlı  gücü, elinde tutanlar kullanmadı diye literatürde sıfırlanmayacak Kürdistan’da yaşayanları, önkoşulsuz PKK‘nın militanlığıyla mimledikten sonra yapılan vahşetler, istemlerimi dile getiren partime düzenlenen operasyonlar karşısında, nerededir, dün ETÖ soruşturması kapsamındaki aramaları, göz altıları nasıl da  demokrasiye, adalete sıkılan bir kurşun sayarak havaalanına koşan 9.Cumhurbaşkanı, çağdaş yaşamı destekleyen sivil toplum örgütleri, akademisyenler , …., pedagoglar ?
 Gerçi usta hukukçulardan Vural SAVAŞ, Nusret DEMİRAL’ın  muhtemelen, taş atan  çocukların da idam edilmelerini isteyecekleri memleketin semalarını “çocuk olmasa da böyle bir muamele insana  hak mıdır” sorunsalı kaplamayacağından, sorularına cevap yerine nasihatlere boğulacağından, hak yendiğinde düşman kazanılacağını  da bir sen bileceksindir.
Kollarınızı masaya dayar, yüzünüzü avuçlarınızın içine alırsınız. Bu göz kararması, ne yerseniz, ne içerseniz için  ağzınızdaki bu kekremsi tat, tatsızlaşan sohbetler,  bahardan değilmiş, işte.
“Uygarlığın erdemi barışın”  salınmasına izin verilmeyen memlekete, değişen yıllarla  birlikte konuşulanların,  sorunların değiş(e)memesi, çoğunluğun asıl  bölücülük saymayacağı “ama orası, onlar” itirazlarına ataçlı “dövmeyelim, asmayalım da besleyelim mi, di mi a dostlar” mantalitesidir onlarca insanı, sizi, bahar çarpmışlığından beter eden.
Bu baş ağrısı, 1925 tarihli  Şükrü KAYA’nın yazdırdığı “ önce tespit edeceksin. Ali, Veli, Hasan... Ekinini yakacaksın. … Hayvanını telef edeceksin. Uslanmadı evini başına yıkacaksın. Uslanmadı öbür dünya ya göç ettireceksin. Kalanını da buradan def edeceksin” raporunun sonraki yıllara “baş edemeyince, tabii ki hukuk dışına çıkacaksın”lı sürümüyle, kimi zaman kurulan darağaçları, kimi zaman boşaltılar köyler, …., kimi zaman 5.inci sınıfa giden 12 yaşındaki “terörist” Uğur  KAYMAZ’ın  13 kurşunla delinen bedeninde  görüntülenen, Ülkenin asıllarının  yedek bellediklerine uygun bulduğu  uygulamalardan  yalnızca birisinin, 24 Nisan’da,  kamerayla, suçüstü tespitinin ağırlığındandır.
Hey sen, kim, ben mi ? Evet, sen, asıl, bak kendine şöyle bir; çağdaşsın, laiksin, muhafazakarsın, dini bütün, yakışıklı, çarpıcı, alımlısın. ”Bütün yolların yolsuzluğa” çıkmasını kanıksattığın ülkende  işin, evin, yazlığın, araban  güzel, hayatın iyi. Koridorlarda, geniş salonlarda  Vercase, …, Dior, Zenga markalı giysiler, Escada,  Burberry’den alınmış şapka ya da türbanınla dolaşmakta, tirajı yüksek gazeteleri okurken de “Atlas”ı, “Alya”yı çocuğun sanmaktasın.
Diyet ürünlerle beslenir, Pilates’le zayıflar, Facebook’ta dolanır,  Twitter’a  göz kırparken, arada “ özgür basın, yargı, düşünce”den dem vurmaktan da  geri kalmayıp,  utanmaya gelince de herkesten utanmaktasın. Önce kendinden utan.
Ey asıl, dün, 27 Mayıs’ta,  sonra belki kuvvet komutanı olan Başbakan, Bakan tokatlayan, ayağıyla kapılar tekmeleyen o teğmenler, Meclis’te  toplanan koca koca adamların gencecik delikanlıların idamlarına kabul oyu verirken titremediği gibi sahiplerinden birini Cumhurbaşkanlığına taşıyarak “büyük devlet adamı” ilan eden, bugün de  Güldünya’yı, Seyfi’yi,  Engin’i,  Hrant’ı  vuran   o eller,   senin sessizliğinden, basiretsizliğinden güç aldı.
Dün, yine  hayatı ölüm için çalıştırıp,  birbirine kırdırdıkları gençlerin oluk oluk akan kanları üzerine oturttukları her darbede,  servetler  el değiştirip,  niceleri şirket sahibi, niceleri  yönetim kurulu başkanı, üyesi yapılanlar, çocuklarına, ….., hısımlarına gelecek  inşa eder,  hak edilmeyen payeleri dağıttıklarında da  senin körlüğünden  faydalanmışlardı.
Yine bugün, Genelkurmay Başkanının eş Başbakanmışçasına basın toplantıları düzenleyerek, her konuda görüşünü açıkladığı “yarın o kişiler, temenni ederiz beraat ederlerse”yle de yargıya açıkça  müdahale ettiği sisteme demokrasi denmiyormuş. Biz de değiliz zaten de “demokratik rejime bağlıyız”la da kastettiği, Meclis’te görmek istemediği partiyi deşifreleyerek, kime oy vermenizle, hangi kelimeyi kullanacağınızı dahi belirteceği,  parlak düşüncelerinin onaylandığı  böyle “demokrasi“ de senin kaypaklığının  mucizesidir.
Sizse asıllar gibi hayatınıza heyecan katmayıp, ne dediğini de  önemsemeyeceğiniz Genelkurmay Başkanının yerinde olsaydınız, bir ara asker kimliğinizi unutup,  genel yayın yönetmeni havasında “ şu soruyu sormanızı beklerdim, şu haberi atladınız”la akrediteli  gazetecileri bile haşlayıp (bir askerin, iki saatlik toplantısını canlı yayınlayan medya,  bunu hak etmiş midir, o da ayrı bir davadır ya ) “yakıştı mı size”yle de iyisinden bir  ayar vereceğinize, takvim doğmasaydı ay, atlansaydı da düşmeseydi yaş gözünüze diyeceğiniz o güne,  6 Mayıs’a dönmekteyken, yapılmış darbeler için halktan,  mağdurlardan özür dilerdiniz.
Ebeveynlerinize göre  1972 yılının 6 Mayıs’ında  Ankara, yine onlarca Goebbels’le dolu, yağmurlu, puslu ve suskunmuş. Baharda  kaçıp gitmenin imkansızlığında, nedense,  insanda kaçıp gitme ve bir daha dönmeme isteği uyandırdığından, her şey ama her şey o günde çok  sıkıcıymış; yapılan ya da yapılıyormuşçasına davranılan iş,  planlar,  hayaller,….,..
Sen de ey asıl, toplantılardan fırsat bulduğunda dön de bir bak,  gücünü senden alanların tarihine kazıdıkları utanca, siyah beyaz fotoğraf karesindeki üç gence, gençlere, Başbakana, Bakanlara,…..
Duydun mu  bir damla yaşı da söküp alacak  “Ve ben, 24 yasındayken, kendimi Türkiye’nin ……” sesini ? Öyleyse  söyle, hakimiyetini normalleştirmeye çabaladığın  ordunun el attığı, hangi mevzu bal olmuş, kaymak olmuşta yenileri hayırlara vesile olacakmış.
Şimdi, sisteminizin yanlışlıklarını avaz avaz bağıranları, karşıtlarınızı  temizlesin diye methiyeler döşediklerinizin  gerçekleştirdiği darbelerin,  güzelim  sonuçlarını,  kendine asıl diyen, aydın diyen,  yurtsever diyen,   ülkemi düşünüyorum diyenler  bir anlatsalar, yazsalar da bizler de  bilsek,  nerede yaşandı bu güzellikler, mutluluklar, özlenecek şeyler.
Anlaşıldı, yedekliğini bile unutturan  bu kanser, hiç iyi gelmemiş size. Hem, dur bakayım ateşin mi  var ? Yok bir şeyim. İyiyim. Senin kadar iyiyim.Senin  kadar kaybolmuş. Senin kadar hoyrat.Senin kadar cahil.  Senin kadar küstah,  bencil. İyiyim yani.Senin kadar.
Senin kadar özgür Mayıs,  bu sene de  içinizden bir parçayı çaldığında, siz yine solarsınız. Siz birbirinden bağımsız  harfleri toparlayıp cümle kuramaz, yazı yazmaya üşendiğinizde de doğa canlanır,  leylaklar da açar. Dünmüş gibi, dün müydü yoksa.