29 Aralık 2010 Çarşamba

Faşizm, bu sene iyi prim yaptı


Herkesin olmadığını olmak istediği dünyanın; yüzünüzü yıkadığınız suyun, üzerinize geçirdiğiniz kazağın soğukluğunda sıcak olan her şeyin çekici geleceği kışında; kapıdan her girenin “Ne yağdı, ne yağdı mübarek” sızlanmasını, karda yuvarlanan çocukların neşeli çığlıkları eritirken, gönlünüze dokunan “Sen gidersen benim başka kimim var…kimim var..” türküsüne, avuçlarınızı ısıtan ince belli çay bardağına vurarak eşlik edeceksinizdir.

365 gün 6 saatin sonlarına gelindiğinin işareti; klasik “Bir sene daha geçti ömrümüzden” repliği, vitrin camına beyaz sprey boyayla kuyruğu sağa yatmış “H”li , “M”li “Hoş geldin 2011”, “Mutlu yıllar” yazma furyasına katılan mahallenin kuaförü, ekranlardaki “Yılbaşı gecesi …TV’de” cıngılları, “X’ barda yemek, sınırsız içki, canlı müzik, …, 100 milyon ” afişleri, “ o gece kıyafetimle Lady Gaga’yı aşacağım”, “Yurtdışındayız”, “ ….. marketinde hindi’nin kilosu 8.99 TL.” yanına Rus salatası, sarma, börek, …,” konuşmaları, rengarenk ışıklarla çevrilmiş şehirde, sıcacık evden, ekran, monitör başından ayrılıp “Bu karda, kışta, kıyamette” dışarıya çıkma zorunluluğunu en büyük eziyet sayacaksınızdır.

Şehirli olmak = koşuşturma algısını kuvvetlendiren, hep bir yerlere geç kalınmışçasına hızlı hızlı yürüyenlere “Gideceğiniz yere bir an önce varmasanız dünya mı duracak ? Nedir bunca telaş. Altı, üstü ya işe ya okula ya kahvehaneye gidiyorsunuz. Biraz iş, ders, çay, kahve, muhabbet, öğle paydosu, alışveriş, emailler, Twitter, Facebook, gazete, ödemeler, buluşmalar, ele ele tutuşmalar derken akşam, sabah terk eylediğiniz mekana dönüyorsunuz…..” söylevini çekme isteğinizi “İyi de hayat ta böyle bir şey zaten” düşüncesi engelleyecektir.

“Bir gün daha başlıyor”, “Bir gün daha bitiyor”un sürekliliğinde, onlarca filozofun, sosyologun anlamlandırmaya çalıştığı, adına da hayat denilen bu hayat, bu düşünceniz kadar basit midir ?

Değilse; ana dillerini her alanda kullanmak isteyen vatandaşı Kürtlere karşı muhtıra yayınlayabilen Genelkurmaya, para için kanser ilaçlarının sahtelerini piyasaya sürebilenlere, içkili lokanta basıp çocuklu aileler hakkında tutanak tutabilenlere, her gün meydana gelen benzer absürd olaylara bakıp delirmeden geçirilen her gününe şükredilen zamanlar, bu hayatın hangi parçasıdır?

Değilse; Türk, Sünni, milliyetçi künyeleri nedeniyle yaşadıkları sorunsuz hayatlarında oluşan boşluğu başka şeylerle dolduracaklarına, kendilerine, geçmişte nasıl “Komünistler, anarşistler gelip mallarımızı elimizden alacaklar”la durduk yerde sonradan boşu boşunalığını öğrenecekleri dertler üretmişlerse, bugünde “Ilımlı İslam yerleşiyor”, “Ülke ayrıştırılıyor”lu konjonktüre uygun yeni dertler üretip sonra da ürettiklerinden endişelenen eğitimli modernleri endişelendirmeyen; daha dün “32. yılında Maraş katliamını” anma toplantısında “Maraş”ta yaşananlar, bu hayatın hangi parçasıdır ?

Bu hayatın hangi parçasıdır ki devletin organize ettiği 150’den fazla Alevinin katledildiği “Maraş”ta , 32 yıl önce; Türk bayrağı açıp, İstiklâl Marşı okuyarak “Allah”, “Bismillah” tekbirleri, bozkurt işaretleri “Müslüman Türkiye”, “Komünistlerin cenaze namazı kılınamaz” sloganlarıyla Alevileri katledenlerin torunlarının, 32 yıl sonra “Maraş”ta anma için toplanan Alevileri de “Allah”, “Bismillah” tekbirleri, bozkurt işaretleriyle karşılamaları, “Burası Maraş, buradan çıkış yok”lu katliam yaptırtan zihniyetin kol gezdiği ülkenin ders almamış zavallılığı, laik bir o kadar endişeli modernleri “mahalle baskısı” kadar ürkütememiştir.

Dünya Julian ASSANGE nezdinde bireyin yayınlayacağı, tek tuşla ulaşılan, ülkeleri ters yüz edebilen (Wikileaks) belgelerle nasıl toplumsallaşabildiğini tartışırken, hâlâ 32 yıl öncesini yaşayan, yaşatan “İnsan olan cana kıyar mı”nın açılımı stereotipik davranışlı saldırganların saldırısını, manşetlere taşıma olanaklarına sahip “Ahhh Evroopaaa” hülyalılarca, bu saldırı niye manşetlere, gündeme taşınmamış, geçiştirilmiştir. Bir türlü Kürt, Rum, Ermeni diyemeyen mezhepdaşları parti başkanı da dahil kimseler “niye” ses vermemiş, yumurtalı protestolar düzenlenmemiştir ?

Tüm bu “niye”lerin cevabı; ülkeye egemenlerin 2011’de ki genel seçim için planladıkları; Alevilerin desteklediği CHP + Alevilere saldıranların oy verdiği, bir türlü Stockholm sendromundan çıkamayan Alevilerin bir kısmının da sempatiyle yaklaştığı MHP, koalisyonunun şimdiden çatırdamasını önleme çabasıyla, “Sivas olayını böyle anmaya itirazım var” başlıklı bir yazıdaki “ ….Bu anma biçimiyle, nefreti canlı tutuyoruz. ……,. Biz, geçmişte kalan bir olayı her yıl nefret olarak yeniden üretmekten vazgeçmezsek, o zaman fanatik Ermenilere söyleyecek ne lafımız olabilir ki...“ yaklaşımıdır.

(Bir Ergenekon prodüksiyonu; yüzleri maskeli bir gruba Veli Baba Cemevi’nin taşlatılması da “Maraş 2010” saldırısı nedeniyle MHP’ye tavır koyma ihtimali ortaya çıkan Alevilerin, BDP’yle olası bir yakınlaşmalarını kesmeye yöneliktir. )

Acaba o yazıdaki yaklaşımla; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde acı veren, ölüm kokan, utanılacak ne varsa; failli meçhuller, katliamlar, isyanlar, asmalar, kesmeler, yakmaklar, yıkmalar, … hepsini “provokasyon”la niteleyip halının altına itince, anmayarak unutturunca, yapılanlar yapılmamış, yapanlarda yaşamıyormuş “halet-i ruhiyye”sine bürününce; başkalarının mutsuzluğunu görmek istemeyince, tarihin temizlendiğini, toplumun da birbirine saygılı, vicdanlı, sevgili dolu insanlardan oluştuğu mu varsayılacaktır ?

Hiçbir şey olmamış farz edince; annesini, babasını, kardeşini eşini, anneannesini, dedesini, kolunu, bacağını, evini, köyünü kaybedenlerin de kaybettiklerini, yapanları, yaptırtanları hafızalarından silip atacaklarını mı sanmaktadırlar ?

Oysa, unutturulunca, hesaplaşılmayınca zihniyetlerinin, yaptıklarının doğruluğuna inananlar eliyle, bir gün aynı görüntüler, aynı karelerle hesaplaşılmayanın geri getirildiği öğrenilmiş bir bilgidir.

Bir şeyi huzurla noktalamanın tek yolunun yapılanları kabullenmek, bir daha yaşanmasın diye de unutturmamak olduğu bilgisini 20 milyon ölüyle öğrenmiş Avrupa’da onun için II.Dünya savaşını başlatan Nazizmi övmek, HİTLER selamını vermek, Nazi sembollerini kullanmak, Holocaust’u reddetmek suç sayılmış, ırkçılığın, hoşgörüsüzlüğün sonucu toplama kampları da onun için müzeye çevrilmiştir.

Birayê min, Bavê min “Bu yazılanların, bu hikayelerin neresindeyiz” yazdığınızda cebinize, maillinize gelecek “pranga” melodisini, sizler tanrıya “forward”larken; malum ekonomik krizdeki Avrupa’da, üniversite harçlarının, emeklilik yaşının yükseltilmesi kararlarının ardından “Krizin faturasını zenginler ödesin”le (Onlarca krizde zenginlerin batırdıklarını sırtlayan, borçlarını ödeyen Türkiye halkına sahip olmayan dünya derdine yansın) Londra, Paris, Atina sokaklarında Türkiye’deki gibi öğrencilerin polisle de çatıştığı gösteriler yapıldı. Hatta İngiltere Başbakanı CAMERON, ERDOĞAN gibi çatışmalardan polisi değil protestocuları sorumlu tuttu.

Her ülkede icracı iktidarın kararlarını beğenmeyenlerin özellikle de toplumun en dinamik kesimi öğrencilerin, gençlerin gösteri hakkı en temel haklardandır değil mi ?

Ama protesto edilecek binlerce konu bulunmasına rağmen protesto kültürü gelişmemiş (Hamile birinin gösteri hakkını kullanmasının “Hamile kadının eylemde işi ne“yle yerilebildiği) Türkiye’de ailede, okulda, askerde, iş yerinde, sokakta karnındaki bebeği düşürtecek derecede şiddetle karşılaşıldığından, her yerde şiddet yaşandığından protesto etme de; karşındakini linç etme, susturmayla özdeşleştirilmiştir.

Bu durumda protesto eden de, edilen de; kendini diğerinden daha “ak”, mağdur ve de demokrat gördüğünden; öğrencilerle muhalefet Başbakanı; Başbakan’la Burhan KUZU, konuşturulmayınca CHP’li BATUM öğrencileri yani protesto eden, ettiğini; edilen edeni, herkes herkesi, kalıptan kalıba sokularak evrim geçirtilip bir hayli prim de yaptırttıkları “faşizm”le, “faşist”likle itham etmez mi ?

Böylece allak bullak olacak kafalarda; Yasin HAYAL, Ogün SAMAST, Emre GÜNAYDIN, Haluk KIRCI, Ökkeş ŞENDİLLER kimdir, ne yapmıştır da otomatikman birbirine karışmaz mı ? Ya hewal’ım, pratik ortada. Ne duruyorsunuz, haydi, hep beraber, “Türkiye faşisttir, faşist kalacak.”

Aklı başına hep geç gelecek gözünü sevdiğinizin coğrafyasında, her şey gibi “iki dilli hayat”, “özerklik”te yanlış anlaşılacağından, bilineceğinden, yaşamak istedikleri hayatın kenarından bile geçememişler mi, bütün aylarını, günlerini, gecelerini tükettikleri bir “sene”yi daha bitirmek üzeredirler.

Yaşananların ağırlığından mıdır, sene de bir türlü kapanmak bilmez. Hesaplar tutturulamaz, raporlarınsa sonu gelmez. Ofisler, daireler geceler. Yıla damgasını vuran olaylar, yılın eni iyi oyuncusu, …, sporcusu,…, iş adamı …, sitesi, .., dizisi, …., haberleri arasında, ansızın üç yaprağa, güne düşmüş takvime ilişir gözleriniz. Son üç gün. Ardından bir şeyin gelmeyeceği 31.12’nin yalnızlığına, bir bilinmeze yol almanın durgunluğu çöker.

365 gün 6 saat gibi kocaman bir kayıpta olacak, belki yaşanan bittiğinden, insanın kendisini de çaresiz, küçük hissedeceği o her son noktada, bazen hıçkırıklar duyulur. Bazen bir mezardan alınmış bir avuç toprak bastırılır göğüse. Bazen alkışlar kopar.Konfetiler, yıldızlar uçuşur havada. Bazen kahkahalar atılır.Halaya durulur.

Sonra her şey tek bir kelimeye yüklenir “bitti”. O kadar. Evet. Bitti. Başlayan neydi ki …




28 Kasım 2010 Pazar

Kılavuzun gereği yok

Her Kasım; yağmaya görsün, dinmeden ard arda  iki, üç gün yağan  yağmurları  getiren rüzgarla   kurumuş yapraklar ağaçlardan aşağıya süzülürken, tüm şuhluğuyla ortalıkta salınan hayat da öyle bir sevda,  öyle bir ayrılık,  öyle de bir ölüm kokar ki  ıslak kızıl, sarı yollarda sebepsiz akar  yaşlar  yanaklardan.

Gözleri buğulu her sevgili gibi içinizden  her şey  ama yaşanan her şey; bir bürokrat gibi uymak zorunda olmadığı  kurallar  koyup sonra da o kurallara uyulup uyulmadığını durmadan kontrol eden,  uyanı  cennetiyle ödüllendiren, uymayanı  cehenneminde yakan  yapımcı Tanrı, eğer kendisine iman için, kendisine  muhtaç “kul”u ( belki  böylesi  çokta iyi olacaktı)  yaratmasaydı  yaşanmayacaktı dersiniz.

Her yaratanın yaptığını yapıp, yarattığının başına getirmedik bir şey bırakmadığı o günden bu yana,  dünya tarihi de bir nevi Tanrının yeryüzünde temsilciliğine soyunup biat isteyene, biat edenin; feodal beylere, Krallara, Padişahlara  karşı kölelerin, tebaanın;  burjuvaziye karşı işçilerin, diktatörlere karşı  ezilenlerin  verdiği kavganın toplamıdır. 

Hani bu biat isteyenlerden mülkü Osmanlı’yı dilediğince yöneten Padişahların, saraylarda zevk-ü sefa içinde yaşayıp, çarık, sarık, çarşaf  giyen fakir kullarına eziyet ettiklerini,  Cumhuriyet kurulunca o kötü günlerin geride kaldığını üstüne basa basa anlatırlardı ya öğretmenler “hayat bilgisi”, “tarih” derslerinde, bizlerde sahiden  inanırdık  halkın kulluktan kurtulduğuna, halk fakirken kimsenin köşklerde, saraylarda yaşamayacağına.

Bilmezdik, ebeveynlerimizin de katıldığı, katkı sunduğu o kör ebe oyununda; bilinmesi istenenin tarih diye yazıldığını. İnsanların en özel, en kişisel alanlarına  varıncaya değin her şey üzerinde tahakküm kuran; kanunlarla, yönetmeliklerle yapılacak okulun, hükümet konağının şeklini, giyinilecek giysiyi, konuşulacak dili, sahip olunacak etnik kökeni, mezhebi,  belirleyen HEGEL’in  “Tanrının yeryüzünden geçmesidir”le tanımladığı  devlete biat ettirildiğimizi.

Bilmezdik, sosyolojik bir gerçeği; insanın  yapabildiği en iyi şeyi kulluğu yapmadığında kendini değersiz, kimliksiz hissedeceğini bilen, devlet figürü ardında devleti yöneten; kendilerini de toplumun en kültürlüsü, “laik”i, çağdaşı sayanların varlıklarına, önemsenmeyen varlıklarımızın armağan edildiğini.

Bilmezdik, lezzetsiz bir yemeğe bir anda lezzet katacak bir sos gibi de kullandıkları 1789- 1794 Fransa’sında hüküm sürmüş ihtilal liderleri ROBESPİERRE, DANTON, SAİNT JUST’tan, 1,5 ayda 17000 bin kişiyi giyotine yollayan devrim mahkemelerinden etkilenmiş bu yöneticilerin, kulluğa alışkın bireyleri  birilerine de; devlete, bir ideolojiye, bir partiye, örgüte, lidere, subaya, ebeveyne, öğretmene, eşe  kolayca kul eylediklerini.

Toplumu bir  cemaati yönetircesine yönetenler;  neyi, kimi okuması, neyi dinlemesi, neyi beğenmesi, neyi yazması, nereden alışveriş etmesi, hangi diziyi, kanalı izlemesi gerektiği tebliğleriyle ayarlarıyla oynadıkları, cemaatin bir  parçası haline getirdikleri bireyin,  duygularına tenezzül  bile etmeyeceklerdir.

Zamanla cemaatin kılavuzluğundan, kendini dışlayarak her şeyi aralarında bölüşmelerinden, cemaatin efendilerini, efendiye yakınlarını  “Doğrusunu siz bilirsiniz efendim”lerle kutsamaktan usanan birey, ancak kendini yöneten egemen cemaati örnek alacak başka bir cemaatle varolacağına, erke ulaşacağına  inandığından, o başka cemaate omuz verecektir.

Ama hangi cemaati  seçerse seçsin hep başka bir şeyden vazgeçecek, neye bağlanırsa bağlansın diğerinden  uzaklaşacak, ne elde ederse etsin hep  bir şeyleri   kaybedecek birey,  kiminde ruhunu teslim eder cemaate, kiminde bedenini. Birilerini ilk kez  sahiplenir. İlk kez de birileri onu sahiplenir. Sıra da birileri  “bizdendir”,  diğerleri “onlardandır” vardır. Bizimkiler pürü aktır. Ama ya onlar,  öyle midir ?

(“Parmağında ki yüzüğe dikkat, gümüş. Bıyıkları da imam bıyığı. Şimdilerde cemaatten olmayacan da  müsteşarlığa, daire başkanlığına atanacan. Güldürme insanı. Hem, görmedin mi  dinden, imandan, haktan, hukuktan bahsedenler sınav sorularını çalıp  nasıl da dağıttılar  adamlarına. …., … ”

Onlardan önce o makamlara  hakkıyla gelindiğinden, sınavlar hakkıyla  kazanıldığından,  ilk defa böyle bir durumla karşılaşan insanlarda doğal olarak  hayretler içinde kalmışlardır.

Çoktan unutulmuştur en basitinden ülke tarihinin yarısından fazlasına damga vurmuş darbe dönemlerinde bir albayı tanıyor diye meclise seçilenler,  …., yönetim kurularına, …,  genel müdürlüklere atananlar, banka, şirket, gazete, TV sahibi olanlar.) 
Artık cemaatten olmak, olması  istenen şeylere başkaları sahip olduğunda hiç düşünmeden nedeni sanılan şey olacağından,  ne zaman bir  usulsüzlük, adam kayırmacılık, yolsuzluk ortaya çıksa, çıkarılsa kul olunmuş bir cemaattin yandaşı değilmişçesine  “onların”  kulluğu, cemaati topa tutulacaktır.

Onlarda haksızlığa uğradıklarına inanıp bizimkilere saldıracaktır. Cemaati yıpranınca,  biat eden de yıpranacağından bizimkiler bir açığını daha yakalayıp yeniden saldıracaklardır, onlara. Bu sataşmalar  “Efendim siz şunu yaptınız,  …....,  Daha neler asıl siz  bunu yaptınız…, …., ….”larla  sürüp  gidecektir. Sürekli  cevap yetiştirmeler, atışmalar sonunda hakarete,  küfüre varan sözler, konuşmalar, yazılar arasında “Kim bizden, kim değil” merakıyla izlenen bireyler de  fişlenecektir.

Bunca karmaşada Osmanlı’da yazılsa kellelerin havada uçuşacağı yüzde yüzken ta 17., 18. yüzyılda felsefecilerin “Tanrı öldü” pasajlı kitaplarına karşın, yaratılma sebebi; kulluğuna ait  “Niye yerine getireyim mantığıma ters  emirleri” veya  “Bu inanmayanlar da nereden çıktı, onları  yaratan da her şeye gücü yeten Tanrı  değil mi”yi akıldan geçirmek dahi nasıl günahkarlık, meczupluksa,  bireyin cemaatini  sorgulaması da öyledir.

Mensubu cemaat önünde bireyin  diz çöküşü, bu ülkede, öyle bir hal almıştır ki tek bir olay;  “köpeğinin dişlerini fırçalattığı Mehmetçiği” emir eri kullanan  paşa eşi,  onlarca  söze, yazıya, araştırmaya, veriye, gerek bırakmadan bireyin nasıl diz çöktürüldüğünün resmidir.

(Yıllardır vatan borcunu hizmetçilik yaparak, “donunu indirerek” ödeyen Mehmetçiğin bu mecburiyetlerinin sorgulanamadığı bir  yerde; vatandaşı Kürt işadamları için ölüm listesi hazırlatan başbakan, bakanlar,  Alevilere sakallı adamları saldırtan” JİTEM kurucusu, devlet televizyonun 24 saat yayın yaptığı Kürtçe’nin  “bilinmeyen bir dil” olarak mahkeme tutanağına kaydettirilmesi, sıradan vakalardır. )

Danıştay baskını,  rahip SANTORO,  DİNK cinayetlerinin  Cumhuriyet gazetesine, sinagoglara atılan bombaların bir anda ülkeyi nasıl karıştırdığını görmek istemeyenlerin, failli meçhulleri, kontrgerillayı kollayan; meydanlara, camilere, müzeye  konulmak üzere  evlerde,  dere yataklarında, tarlalarda saklanmış  …., TNT kalıplarını, …, roketatarları …..,  “Onları oraya kesin AKP, Fetullahçı emniyet, savcılar  gömmüştür” fikirlerini  kabul gören  mantık haline getiren de  87 yıldır ülkenin her şeyinde imzası bulunan   o diz çöküşten, biattandır.

En ufak hücrelere nüfuz ettirtilmiş o biattır; 12 mahkumun öldüğü “Hayata Dönüş Operasyonunda” yüzünün büyük kısmı yanan, omzundan alınan parçalarla burun yapılan Hacer’in gözlerine utanmadan baktırtan.

O biattır; ana muhalefetin kurultay delegelerine yıllardır her şeyini onayladıkları genel başkanlarını bir anda terk ettirip yerine hedefleri, amacı  “nedir”i bilmeden işaret edileni genel başkan seçtirten. Milletvekilini “Allah’ın bir lütfu olarak vasıflandırdığı Recep Tayyip Erdoğan”a,  partililerin önseçimi  ağızlarına  almayan parti liderlerine kayıtsız, şartsız  taptırtan.

O biattır; referandum’da %58’le kabul edilmiş Anayasa değişiklik paketine ait  uyum yasalarının bir an önce çıkarılmamasını %58’e saygısızlık  algılatmayan.

Onun içinde 28 dolar milyarderine sahipken Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma 2010 raporunun insani gelişmişlik endeksine göre,  169 ülke arasında  83.üncü sırada yer alan Ortadoğu kültürünün ağır bastığı cemaatleştirilmiş Türkiye’de,  eğitim düzeyi yükseldikçe doğru karar verme yetisinin artacağı, kulluktan çıkılacağı iddiası ki  valla ben Kanal D’nin yalancısıyım ( Ay sıfata bak, Allah  beni bildiği gibi eylesin) dokunulamayan bir efsanedir.

Şöyle ki  yarı burjuva, orta sınıf ailelerin yeterli maddi, manevi olanakları sayesinde ana okuldan itibaren iyi bir eğitim alanlar, çalışma hayatında da  iyi bir yere gelince ekonominin kaymağını yiyenlere ortak olacaklardır.

Elde ettikleri ekonomik,  sosyal  statüyü; milli gelirin adil dağıtılacağı, fırsat eşitliğine, eşit yurttaşlığa dayalı demokratik bir düzende yeni kişilerle paylaşmak zorunda kalacaklarından,  mevzilerini, güçlerini kaybetme korkusuyla, mevcut durumlarını sağlayan hangi  cemaatse onu da  savunacak bu eğitimli kesim,  değişime, dönüşüme  şiddetle karşı çıkarak, gerici konuma düşecektir. 

Hasan Sabbah’ı bilir misin yeğeen  ? Şimdi tam da yazı bitmek üzereyken …. Yine de bir yerlere not et yeğeen. Evet yeğeen, haklısın  “Şunu yapacaksın” dense yapacağı varsa da yapmayanlar da dahil,  devrimcilerin,  sosyal demokratların, Müslümanların, muhafazakârların, Ulusalcıların,  …, Türklerin, …, Kürtlerin, …, Alevilerin  buluşacağı  her platform,  er ya da geç  mutlaka da bir beyaz Türk’ü,  beyaz Kürdü,  beyaz Alevisi,  beyaz Müslümanı, beyaz devrimcisi, beyaz solcusu,  sağcısı ….,  olacak cemaate evrileceğinden, birbirini ekarte etme üzerine inşa edilmiş Cumhuriyet’ti,  organize cemaatlerden kurtarmak  neredeyse “devrim”i  yapmaktır.

Sen söyle yeğeen önemi var mıdır; kul olduktan, şucu, bucu, o’cu, …cı olduktan sonra  ha çağdaş olana, ha dinciye,  ……, ha Kemalist cemaate, ……,  ha Gülen Cemaatine, ……,  kime, neye kul olduğunun. Mesele de  zaten kul  olmamak, kendin olmak, özgür olmakta. Benliği  tarumar edecek  “Bence artık sende herkes gibisin”i duymamakta.

 Bu Kasımda da gündüzü gece yapacak bulutların getirdiği kasveti; bir süreliğine de olsa gençleri ölümün elinden alan ateşkes,  istenirse güzel şeylere, barışa  kavuşulacağı düşüncesi dağıttığında, cemaatlerin   sınırlarına, değerlerine, önderine  biat ede ede kalabalıklarda kanayıp giden pek çok insandan geriye kalan alçak sesle yaşanmış hayatlar, söylenmemiş sözler savruk bir sonbahar yaprağı gibi dolanır ayağınıza.

Kim bilir, belki bir gün,  buralarda  da eser,  kişiliğin hiçleştirildiği cemaate biatın ayıplanacağı, onursuzluk sayılacağı Kasım rüzgarları. Kimseyi incitmeyen biraz umut hatta umutsuz bir umudun kime ne zararı olur ki….



3 Kasım 2010 Çarşamba

Bence, Cumhuriyet balosunda ilk dansa kalkmayıp…

Belki de sen, herhangi bir yerde soğuğa aldırış etmeden, üstüne aldığın ince hırkaya biraz daha sarılıp “Herkes ama o asla.. yapmamalıydı”yla aklındaki fotoğrafları bulanıklaştırırken, sizde, nihayet, özellikle gençlerin her konuşma sonuna ekledikleri “Çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu taam mı?.... Ha nasıl garışamaz; ben bu şekkil giyinirim, bu bayan şu şekkil giyinir, şu şekkil giyinir…..” monologunu Youtube’da seyrediyorsunuzdur.

Sen, umutsuzca debelenirken, her saniye “Türbanlı görmeyeyim kan beynime sıçrıyor. Bunlar var ya bunlar …” sağnağına maruz siz “Neyin eksiktir ay balam, Türbanı yazanlardan”la çoktan klavyenin başına geçmişsinizdir.

Şimdi şeytan ne kadar dil, dökerse döksün yasak olmasaydı da Hava anamız cennetten kovulacağını bile bile yine de yer miydi elmayı, bilinmez. Ama tarihsel deneyim hayal gücünü, yaratıcılığı sınırlayıp, ilerlemenin önünü tıkayan her yasağın (Misal, kiliseye göre dünya düz bir tepsiydi. Aksini düşünmek yasaktı. GALİLEO’nun ilham kaynağı KOPERNİK, engizisyondan korkup çerçevesi belirlenmiş düşüncenin dışına çıkmasa, dünyanın, diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü bulamazdı. EİNSTEİN’da genel görelilik teorisini geliştiremez, aya gidiş de 3000’li yıllarda gerçekleşirdi.) beraberinde getirdiği niye, neden sorularına tatmin edici cevap alamayanların huzursuzlaşarak, bir gün, mutlaka, yasağa başkaldırdığını göstermiştir.

Kurulu ya da kurulması istenen sistemlerden sorumlu birilerinin “Şu, şu, yasak. Bu, bu, günah, yapma”yla çizdiği çizginin ötesine geçmenin cezp ediciliği. Dayanılmazlığı. İzin verilmeyeni, ‘yapma’yı yaparak, yasaklayanın otoritesini çizmenin, gücü ele geçirmenin hazı. Çizgiyi aşmaya kalkışmayanların anlayamayacağı, anlayanında anlatamayacağı bir şeydir.

“Başına belaya sokacaksın” çıkışlarına “gitme”li ağlamaklı bir sese sırtını dönüp, yasak ana dilini konuşarak, köyünü, şehrini yasak ismiyle anarak, personele yasak bir kapıdan girerek, yemekhanede üst makamlara ayrılmış bir masaya oturarak, yasak bir nesneyi takarak yasağı delenin, yasağa uyana üstünlüğünü de içinde barındıran yasağa direnmede insanı ayakta tutansa, doğası gereği dinle bitişik dursa da dini reddetmekte dahil kendini tanımlamanın yollarından birisi olan inançtır.

Bazen bütün dünyaya karşı tek başına kalmayı dayatan, uğruna aşağılanmalara katlanılan, mahpus yatılan, sürgüne gidilen, dağlara çıkılan, ölünen, öldürülen inancının doğruluğundan öylesine emindir ki insan, diğer tüm seçenekleri, “Hiçbir inanç bir şeyi gerçek kılmaz”ı da dışlar.

Bir ideolojiye, bir dine, bir siyasete, bir projeye, bir partiye olan inancına inanmayanları varlığına tehdit algıladığından, inanmayandan öfkesini çıkarmayan, kendini sağlama almak için ikna, asimile, yok etmeyi kullanıp yasak koymayan bir inancın olmadığını da göremez.

Acaba kadınların kaymakçı dükkanına girmemesi, erkeklerle kayığa binmemesi, başı açık gezmemesi benzeri onlarca yasakla hayatın nasıl yaşanacağının kurallara bağlandığı İmparatorluktan sonra kurulan ülkede, çoğu üst, alt makamda da olsa İmparatorlukta yönetici sınıfla ilişkisi bulunanların; ne giyilecek, giyilmeyecek, başa ne takılacak ‘takılmayacak’la hayatın nasıl yaşanması gerektiğini belirlemeye devam etmeleri, yeniledikleri ideolojilerine sonsuz inançlarından mıydı ?

Faşizmin ayak seslerinin duyulduğu dünyada, köhne İmparatorluğun alternatifi bir kompleksler bütünü olan batılılaşmayı giyim, kuşam benzerliğine indirgediklerinden, şapka takmak istemeyen 78 kişinin (Biri de Erzurum’da bohçacılık yapan Şalcı bacıdır.) idamları, Rizelilerin “Atma Hamiduye atma! şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk, askere de gideceğuk”lu merhamet dilemeleri, her karşı çıkışın ‘isyan’ sayılıp cezalandırılması da belki kurdukları düzenin en iyisi olduğuna inanmalarındandı.

Şapkaları ithal edip bir aylık maaşa satanların haber yapılmadığı Cumhuriyette; artık rol model şapka takan, takım elbise, tayyör giyen, Türkçe konuşan, yazan, anlamadığı operayı, baleyi izleyen, vals yapan, kütüphanesini doldurduğu ama okumadığı …., ROUSSEAU, …, Andre GİDE, …, Oscar WİLDE’dan alıntılar ezberleyen, birkaç Fransız, İngiliz sözcüğü konuşma aralarına serpiştiren, burjuva devrimi hakkında bilgisi “Ekmek yerine pasta yesinler”le sınırlı kadın, erkektir. Başını örtmek dincilik, Kürdüm demek bölücülük, özgürlük, eşitlik istemek komünistlik, hepsiyse hainliktir.

Görsel düzenlemelerle moderniteyi yakalayacaklarına kesinlikle inandıklarından ”Biz de Müslümanız. Kuran’da başı örtme yok. Nur suresi 31. ayet “…… zinet yerlerini göstermesinler……” de ifade edilen “….zinet yeri saç ve gerdanları değil göğüsleridir”le dini de yorumlayıp, kendilerinin doğruluğunu, diğerlerinin yanlışlığını ispata yelteneceklerdir.

Ancak, o güne kadar saçının bir tek teli gözükse cehennemin sönmeyen ateşinde “Kafirler gibi yanacaksın”lı şeri yasalarla, yasaklarla çevrelenmiş Müslüman bir kadının başını açması, dininin emirleriyle çatıştığından çokta kolay değildir.

Böyle, böyle kaynaştırılmış, fevkalade bahtiyar, laik yıllar muasır medeniyete bir an evvel ulaşmak için darbelerle birlikte devrilir, çarşıda pazarda, kamusal alanda görülen baş örtülüler, kara çarşaflılar zararsız, anarşistler, devrimciler, azınlıklar zararlı addedilirken, her zamanki gibi yeni tehlikeyi; irticayı, kimsecikler fark etmemişken, şipşak fark etmişlerin, arada sermayeyi de paylaştırdıkları 28 Şubat darbesiyle başlar türbana yasak, irticaya mücadele. Sıkı bir “asimetrik ve psikolojik” savaşla takandan ziyade takmayanı rahatsız eder hale getirilir kimine göre Türban, kimine göre başörtüsü.

Göze batmazken, göze batırılan ‘türban’la, Dünya Ekonomik Formunun 2010 yılı cinsiyet eşitliği raporunda kadınların erkeklerle eşitliğinde 136 ülke arasında 126, kadının istihdam içindeki payında 125.inci sırada yer alan ülkede; önce kadınlar birbirine vurdurulacaktır.

Gerçekten özgür bir kadının kendi isteğiyle türban ‘takmayacağı’yla değersizleştirilen, takanı da mükemmelleştiren bir şeymişçesine “Şuna bak başını kapatmış.Yüzünde bir ton makyaj.Erkek arkadaşıyla el ele geziyor”la günah olmayanı da günahlayan, kendini çağdaş, laik Türk kadını niteleyen bir kesim; türbanlı “First Lady”ler görmektense ordu dipçiğine, türban takacaksa hemcinslerinin okumamasına, sokağa çıkmamasına bile razıdır.

Bu ekseriyeti yönetimde söz sahiplerinin annesi …, kardeşi, …, eşi, …,olan burjuva, küçük burjuva kadınlar, kendilerini; pek bir bilgili, pek bir hoş, pek bir aydınlık kafalı, pek bir çağdaş, pek bir Türk, pek bir Atatürk kızı olarak iyi, güzel gördüklerinden, eğitim düzeyi yükseldikçe kendilerine entegrelerini bekledikleri üniversite okuyan hemcinslerinin türban takmalarını içlerine sindiremeyeceklerdir.

Alevi, azınlık çocuklarına zorunlu din dersinin verildiği, nüfus cüzdanlarında din hanesinin bulunduğu, Diyanet İşleri Başkanlığının işlev gördüğü ülkenin cidden de laikliğine inanmış, farkında olmadan “Cumhuriyetimize, laikliğimize sahip çıkmalıyız! ……! Vatan elden gidiyor! ….!” korumalı klişelerle devletine, rejimine güvensizliklerini de ibrazlamış, demokrasiyi ağzına almayan bu kadınlar, aslında türban konusunda sınıflarına ait bir tutum sergilemektedirler.

Yöneten ‘sınıf’lığını kaybetmemek adına her konuda, her alanda kimsenin samimiyetine inanmayarak yabancılaştıran, baskıcı zihniyetlerini besleyecekleri korkular, sanal tehlikeler yaratıp, o tehlikelere karşı döşedikleri savunma hatlarını, yasakçılıklarını kılıflayan hakim, erkek unsurlardan öğrendikleri; Kürtler mi ayrılmak istemiyoruz diye noterden tasdikli belgede getirseler “Nihai amaçlarını, Kürdistan’ı kurmayı gizliyorlar. KCK buna işaret”, Ermeniler mi “Topraklarını geri isteyecekler”, Aleviler mi “Bakmayın sus, pusluklarına gün gelir….” , AKP mi son kale “HSYK’da düşürdüler. Şeriat’a az kaldı…”lı “Bunların aklında şu, şu var, bunu, bunu yapacaklar”lı niyet okumaları, onlarda, hemcinslerine uygulayacaklardır.

“İnancım gereği taktığımı zannediyordum.Meğer çok şeymiş; siyasi, dini simgeymiş de bilmemişim” diyen türbanlılara “Takiye yapıyorlar. Üniversite de türban ilk adım.Türbana özgürlük diye diye İran’laşacağız.Başını açanlara baskı yapacaklar”la karşılık vereceklerdir.

Bir parantezde burada açmalı. Bütün kararları erkeklerin verdiği Türkiye’de konu; okumuşundan, okumamışına aile içi şiddet ortamında yaşamını sürdürmeye çalışan kadınlarsa, görüş bildirenlerin %98’i erkeklerdir. Çünkü her yerde erk onlarındır. Siyaset de, din de erkeklerin işi olduğundan, iradesi hiçlenmiş kadınların zaten siyasi, dini amaçları olamaz.Türban da o amaçlar için takılamaz.Takanda bir elin parmaklarını geçmez. Parantez kapandı.

Batılı değerlere değil yaşama toz kondurmayanlar, sizler de eyleme geçmemiş düşünce yüzünden insanların mahkum edilmesine, suçlanmasına karşısınızdır değil mi? O zaman, madem baskı çok kötü bir şey, onca yıl niye “Kürt değil Türksün. Alevinin ibadet yeri cem evi değil camidir. Son kitap Kuran’dır. Hıristiyanlarda buna inanmalı…...”yla insanlara baskı yapıp, faşizminizi bir tür faşizmle kapatıyordunuz.

Neyseeee, yokluğunda ne AKP, ne de CHP’nin olmayacağı türban sorunu Anayasa, AİHM kararlarıyla raftayken “…., Türbanı da biz çözeriz, ….”atağıyla dönüldü mü yeniden en başa.Yine, yeni bir şey söylemeyen “Okula başörtüsüyle girmeye çalışan ilköğretim okulu öğrencilerinden sonra , sırada çarşaflı öğrenciler, kamusal alan mı var”lı arşivden çıkarılan makaleler.

Yine canlı yayınlarda sorunların ‘nedeni’ne değil de ‘sonuçları’na yoğunlaşmış aynı kişilerle sabahlatan tartışmalar. Ortalıkta da herkesin kendine göre yaptığı çağdaşlık tanımı; “Türban takmak çağ dışılıktır.”, “ Türbanı yasaklamak, özgürlükten yana olmamaktır çağ dışılılık.”

İlla da takacağım diye tutturacaklara çene altında, üsten, yandan bağla, İran’daki gibi saçların ‘gözüksün’lü yol, yordam göstermeler. Tek yenilik muhtıra vermeden kalmış tek makamın Cumhuriyet Başsavcısının “Türban konusunda yapılacak düzenleme laikliğe aykırı”yla muhtıra vermesi.

Haydaaa, sorunu çözmeye talipleri aldı mı bir telaş.Türbanı çözsen bu defa hem Müslüman hem laik olunur mu sorunsalı çözüm bekler. Onu çözmekle de iş bitmeyecek. Yeni sorunsal; bin kusur sene önce yazılan kutsal kitaba göre yaşamlarını şekillendirenler mi, ateistler mi çağdaş olup, işi de iyice çığrından çıkaracak.

Halbuki siyasi kimliğini ortaya koyan Che baskılı t-shirt giyen, dinini açıklayan “haç” kolye takan biri gibi, türban vari eşarbı saçlarında aksesuar kullanan Sophia LOREN, Audrey HEPBURN gibi, türban takmak tercih meselesidir. Kişiye özeldir.

Onun için de Köşkte türbanlı eşle konuklar karşılanınca, türbanla üniversiteye girilince; ne Cumhuriyet yıkılır, ne kimse demokrasi öğrenir, ne özgürlük gelir, ne de Cumhurun resepsiyonuna sırf türbanlı eşi var diye gitmeyenler, çocukça “Türbandan kaçma krokisi” hazırlayanlar çağdaş olur. Ama daha yıllarca yok kamusal alanda takılmasın, yok hizmet veren, yok alan ‘taksın’la ağırlığı 100 gram etmeyen türban, tonlara vardırılan ağırlığıyla gündemde salınır, durur.

Günün sonunda da bencilliğine, yok saymacılığına karşın yine çağdaş, cici, eğitimli sayılacak başı açıkların alındığı Cumhuriyet balosunda hey siz, vücudunuzu saran Rita HAYWORTH tarzı, uzun eldivenli siyah elbisenizle pek bi zarifsiniz.

Bence ilk dansa kalkmayıp, onlarca yasağa, ötekileştirmeye kim, nerede bu kadar hata yaptı da bunca sorun, bu insanlar ortaya ‘çıktı’nın yanı sıra “Kime göre çağdaşsınız”ı da bir zahmet düşünseniz.

Hem nereden biliyorsunuz belki türbanlı da, başı açıkta her ikisi de herkes gibiydi de, herkes kendini herkesten farklı sandı. O yüzden de kifayetsiz kaldı tüm yazılar, yasaklar.

Durduk yerde kendimi sosyal tespitlere, analizlere mi verdim bilmiyorum. Oysa başka planlarım vardı bugün için. Belki sen de, o herhangi bir yerde bunları hiç okuyamayacaksın. Yine de “Çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu taam mı?...........


8 Ekim 2010 Cuma

Dizimdeki sıyrığı en büyük acı sansaydım

Her “evet”in arkasına kuşkulu bir belki ya da çaresizliği yansıtan bir “hayır”ın  takıldığı günlerin akşamında,  işten, okuldan eve dönüşte,  bezgin insanlarla dolu bir araç kim bilir  kaçıncı kez aynı  caddeden geçmektedir.

Kim bilir kaçıncı kez, aracın radyosundan akacak güzel bir ses, arka koltukta oturanın mevsime göre değişen   “Enayi yerine koyuyor insanı.Babası yetiştirmiş, doğalmış,  kilosu 8 milyon. İyi de Meksika fasulyesi mi bu.Meşhur Peynirci’de, Çağdaş’ta  kilosu 1.79 TL ….” sözcüklerini bastırıp umulmadık bir şarkıyı “Bakışından süzülen işvene kurban olayım”ı  dolandıracaktır koltuklar arasında.

Böylesine sevip,  sevgisini de böylesine  kelimelere dökecek birisi yaşamış bu ülkede de karşılaşmamışız, ne yazık  iç çekmelere sebep  o şarkı,   bir tür flash bellek olur da sizi  yaşadığınız zaman dilimden alır, ilk duyduğunuz güne götürür.

Çocukların babalarının içtiği depozitolu bira şişelerini bir nevi kumbara olarak kullandığı o günlerden aklınızda kalan, beyaz  dantelle örtülmüş radyoda çalan şarkılara eşlik edilirken bakkalın yıllanmışlığı üstüne yemin edip 1 TL’ye sattığı ucuz Çubuk, Buzbağı şişesinden şarap, çay, su bardağından da rakının içildiği bir mekandır. 

Eskiden olsa içiniz cız eder, aracın camına “tıp, tıp” vuran bir, iki minik damlayla yağdığını anladığınız sonbahar  yağmuruyla savrulan sarı, kızıl yapraklar, sokak lambalarının, araba farlarının  ışıl, ışıl ettiği asfalttaki  renk cümbüşü, uzun yolculuklara çıkarırdı sizi, yanınıza kendinizi bile almadan.

Şimdiyse  hani cerrahınız  “Ucunda ışık gözükmeyen bir tünelin içindesiniz. (İyi ki ucunda ışık gözükmeyen bir tünel var da her vakaya örnek gösteriliyor) Göğsünüz alınacak.Hemen kemoterapi (KT) ” muayenehanelerde karşılaştığınız kanser hastalarının rahatlıklarının nedenini de kavratan “Bu anti depresana; Cipralex’e hemen başlayın” demiş,  ışığın hangi aşamada gözükeceğini düşüne dururken de hızla yazdığı  “ Sayın Prof. …..  Sol meme ca. En büyüğü 35 mm. Muhtemelen metastatik. Mastektomi öncesi primer KT, çok faydalı olur, ne dersin “ notunu elinize tutuşturuvermiştir ya işte, yönlendirdiği  o onkologun ne diyeceği muamması başınızı ağrıttığından, o şarkı da yalnızca  önünüzde  hiç bir işe yaramayan, kocaman bir yığın oluşturmuştur.

Kocaman yığınınızla tıp dünyasına beklenmedik dalışınız sadece Hipokrat yemininin  “Para, para, para”lı NAPOLYON andına yengisini ispatlamakla kalsa amenna. Üstüne de yüzlerce çarpıklık, çapsızlık  arasında adeta kaybolmuş ülkede yaşamak başlı başına  stres, üzüntü kaynağı değilmişçesine, her hastalığı, her şeyi  “stres”e bağlama kolaycılığı yüzünden, erken teşhisle iyileşebilecek yüzlerce hastalığı araştırmadıklarından, yıllarca kapılarını aşındırmalarına rağmen göğüslerindeki tümörü yine kendileri fark eden kadınların, sizin yarınınızı belirlemiş doktorların bolluğu eklenince, öyle bazı doktorları falan tenzihe  bile lüzum hissetmeyeceksinizdir.

Zaten de Türkiye Cumhuriyetinde ikame etmiş yedi yaşından  gün almamış her çocuğun körpe dimağına,   büyük bir yeisle nakşedilmiş “ Saat 9’u beş geçe, Atam Dolmabahçe’de,  ……., …..,  Doktor, doktor kalksana,  Lambaları yaksana ………” şiirinde,  lambaların gündüz yanmasına niye gerek duyulduğunu bir kenara itip, vatanı kurtaran  “Ata” elden giderken uyuyabilen,  çaresine  bakmayan  doktor imgesinden midir,   tanıdığınız  ilk doktor  Nevada tepelerine  kurulu Coluver Kalesinde görevli vahşi batının en hızlı silah çeken rancer “Tommiks”in  arkadaşları Konyakçı Doppio’nun  kankası doktor Salasso’nun beceriksizliğinden midir ya da  işkenceyi meşrulaştıran, kanser hastası mahkumlar Gülerler, Erollar, Sametler için de “İçeride kalabilir”li sağlık, haksızlıkları geçerli kılan adli tıp raporları düzenleyen, darbeye girişimden tutuklanan  generaller, profesörler içinse kalıbına uygun hastalıklar icat eden doktorların varlığından mıdır, bir türlü  güvenememişsinizdir doktorlara.

Yoksa sponsoru ilaç firmasına,  hastaneye, laboratuara  para  kazandırmak adına  başta  diyetle geçebilecek kolesterol, tansiyon, şeker olmak üzere her hastalığa ilaç, basit bir   soğuk algınlığına gözde antibiyotikleri; Augmentin, Amoklavin, her önüne gelene  Lustral, ….., Xanax yazarak  ilaca bağımlı bir toplum yaratan,  ilgisiz ve pahalı yüzlerce tahlil; …., MR’lar,  …., tomografiler, ….,  isteyen,  gereksiz cerrahi operasyonlar yapan, Cumhuriyetin imtiyazlı üç  meslek “Tıbbiye, Mülkiye, Harbiye” erbabından biri doktorların, hayatı para, muayene, ev üçgeni algıladıkları  önyargısı  mıdır, sizi, onlardan soğutan.

Yoksa, yoksa devlet, üniversite hastanelerinde  dışarıya kadar  uzanmış kuyruğa girip polikliniklerde hastalığınıza teşhis konana kadar ordan, oraya sürünmektense, hem devlet,  hem de özel sektörde çalışabilen bir doktora uğrayıp 3, 4 haneli para ödedikten sonra ertesi gün  aynı hastanede kapılarda karşılanacağınız bir düzende,  ameliyatta gerekiyorsa “Hastaneyi ayarlarız, ben de el emeğimi alırım”la  ülkeye özgü  “bıçak parası” alıp,  kazançlarının da  ancak  %1’ini  vergilendirmeleri midir sizi,  doktorlardan uzaklaştıran.

Doğrusu hangi meslekten olursa olsun  bilginin, dirsek çürütmenin,  bir karşılığı  olacak, olmalıdır da. Ama maalesef iş artık emeğin karşılığını almaktan çıkıp açgözlülüğe, her meslek grubunda çeteleşmeye kayıp, insana ait hak ihlalleri, saygısızlık bu ülkede mubah hale getirildiğinden ”3 milyar kelle primini almak için  çok sayıda masum insan PKK'lı denilerek öldürüldü. Bunların içinde dağdaki çoban da vardı” itirafı  da kimseleri öyle dehşete filan da itmemiştir.

Eğer ceset başına para alınması manşetlere taşınmamış  “Koca devlet bu vahşete nasıl izin verebildi. Nerede kaldı insanlığımız” tepkileri de verilmemişse; marangozculuk, terzilik, subaylık, askerlik, gazetecilik dahil tüm mesleklerde etik kurallar, uluslararası normlar gözetlenerek, layıkıyla işini yapma yükümlülüğü iç edildiğindendir. 

Onun içinde hastaların soru sorumasından haz etmeyen hastanelerdeki monarşinin kralı, kraliçesi doktorların, prensi, prensesi hemşirelerin maaşları şu ankinin yüz katına çıkarılsa da televizyonlarda “Doktorum” programlarında birer melek kesilmiş, olamayacakları Dr.House modundaki  doktorlarla karşılaşma olasılığı; meslekler keyfi icra edildiğinden yüz binde sıfırdır.

 “Ne olacağım” kaygısındaki hastalarsa koskoca bilim adamlarının çözüm bulamadığı hastalıklarının dermanının kendi ellerinde olduğunu söyleyen  moralin, iradenin  gücünü  abartıp  tüm sorumluluğu üzerlerine yıkan doktorların mahkumudur.                                        

Bu duygularla bir gün karşısında oturmayı asla düşünmediğiniz onkologun  odasına annenizle birlikte girersiniz. Artık, sıfır noktasında yaşadığınızdan  “Ölecek miyim doktor”la başlarsınız söze.  Gülümser, uzattığınız cerrahın notunu okur. Annenize döner “Kaç yaşındasınız ?” Hastanın siz olduğunu öğrendiğinde “ Kanser size yakışmamış” der.  “Kanser kime yakışır ki” diyemezsiniz.

Devam eder  “Şanslısınız. Karşımda göğsünüz alınmış oturuyor olabilirdiniz. Ben de dayardım kemoterapiyi. Önce neoadjuvan KT deneyeceğiz.Böylece ilaçların  iyi gelip gelmediğini de göreceğiz. 21 günde bir KT alacaksınız.Tümörün küçülmesine göre ameliyattan önce 3, 4 kür. Sonra da 6 kür daha. İstanbul’da 1 kür KT 1000 Avro.Ben  1 kür için 500 milyon …….”

Onkologun meme kanserine yakalanmış her 8 kadından birinin sahipsizlikten, parasızlıktan boş yere göğüslerinden olduklarını, hatta ve hatta  kobay kullanıldıklarını sıkılmadan bu kadar kolay açıklaması neredeyse dudağınızı uçuklatacaktır. Bir de Bas bas bağırıp durmuyorlar  mı;  hastalıkların kaynağı üzüntü, stres uzak durun diye. Kimsede isteyerek üzülmüyor ki. Hastalığınızın tedavisi için gereken parayı nereden bulacağınızın endişesi “stres”e girmenize yetmiş de artmıştır. Sizi en başından çıkardığı faturayla öldürmüştür de, umuru olmamıştır.

Herhangi bir doktorun  kan  tahlillerini, biyopsileri bir kenara itip söyleyeceği, hemencecik inanacağınız “Tahliller karışmış, kanser değilsiniz” yalanına hasret, yorgunluk, sık sık grip  hariç klasik meme kanseri; şekil bozukluğu, …., ucunda akıntı vb. belirtilerinin hiç birini göstermeyen bedeninize  kızar, kendinizi eve zor atarsınız.

Aynada kireç gibi bir surat. “Doktor nasıldı”, “İdare ederdi” dersiniz. Bilememişsinizdir ki doktor nasıldı ? Tekrar, tekrar  “ ………Pataloji laboratuarı ,  TANI: 1,2,3 invaziv duktal ca ( sol meme, 3 ayrı lezyon) ……………) raporunu  okursunuz. Tam şuranızda  bir yer acır; ama “Tam şura”yı  gösteremezsiniz  bir türlü.
 “Ne yemek istersin, yapayım”lar, mutfakta gizli “Kaçıncı evreymiş, ne diyorsun”lu konuşmalar, belki  dağılmasını istemediğiniz kafanız dağılsın diye anlatılan “ İlkokul bir de başlıyor aşk, meşk işleri. Sıra arkadaşı Efe, bugün İdil’e “Sana aşığım“ demiş. Nasıl korkmuşsa yavrum “Anne, bana aşık olacağına keşke bir köpeğe olsaydı” demez mi…”ler arasında herhangi bir yıldız kadar yabancısınızdır dünyaya, her şeye, her kese. Söyleyemediğiniz tek isteğinizse  yalnız kalmaktır.

Yalnız kalınca sanki içinizdeki yabancıya ”kansere” daha kolay alışacakmışsınız  gibi gelir. Yatağınızda, dizlerinizi kollarınızla sararsınız.         İçinizde yüreğinize saplanmış  hançer dönüp durmaktadır. İsyanınız boşadır. Neden sorusu cevabını yitirmiştir.

 Siz her şeyi unutmak için uyumaya çabaladığınızda  bu defa da  zıvanadan çıkmış beyniniz durmaz. En çok ihtiyaç duyduğunuz; öyle ahım şahım bir yakışıklılığı  olmadığı halde bağlandığınız, her sabah kalkar kalmaz bir lokmanın ardından “Bırak,  bu zıkkımı  duyana kadar en az 2 tane zıkkımlandığınız” yıllarca kahrınızı çeken  nerededir ?

Her şey  tepetaklak,  lanet dumanı da içinize çekmek isterken  nerededir, yanı başınızda hep var olmuş  sigara paketi, çakmak ?  Öyle azaltarak gideyim, yok efendim günde 3 taneye düşüreyim diye bir şey olmadan “onu”  hemen  terk etmek zorunda bırakılmak. Bu çok, çok, çok   ağırdır.

Uyuya kalayım diye televizyonun sesini açarsınız. Kanserli tümörün 1 mm olması için 8 yıl mı gerekiyormuş. Çok komik,  çok ta teatral ya.Yıllarca  dünü bitiren, bugün için acelesi olmayan kanserin memenizde olduğunu bilmeden ne deliksiz uykulara dalmışsınızdır da şimdi….

Kitaplar, dergiler aldım,   okudum  ” Keşke çocuk kalsaydım da dizimdeki sıyrığı en büyük acı sansaydım” vari beğendiğim cümlelerin altlarını çizdim. Çalıştım, didindim de  ne oldu? Al işte, değiştirmeye uğraştığın ne varsa hepsi yerli yerinde. Vaktin kaldıysa buyur; barış de,  ana dilde eğitim de, Kürt de, Alevi de, kendine ait bir ev, bir oda,  bir çocuk, bir şarkı  de,  de, de, de…

Aile efradı uyuyup uymadığınız kontrol edeceğinden yatakta nefes almaya çekinir, yastığınızı şekilden şekille sokarsınız. Yok, uyku tutmaz. Herkes uyuyunca kalkarsınız. Bardağınıza damacanadan su doldurur, elinizin tersiyle silersiniz ıslanmış dudaklarınızı.

Pencereden gündüzün tortusunu bıraktığı kimsesiz, yorgun sokağa bakarsınız. Uzaklardan havlar  bir köpek. Karşı apartmanda son ışık söner. Pencereyi açarsınız. Buz gibi hava doldurur odayı. Titremezsiniz bile.

Gece sizi  bir tül perde gibi sarar,  Ankara da herhangi bir şehirlerarası  otobüsün penceresinden usulca uzaklaşıyorken ”Ne güzeldir yollarda olmak şimdi.”

Yolun başında kimdin….Unutursun.

19 Eylül 2010 Pazar

Ey adalet, yüzüne tüküreyim senin

Gitme vakti midir, değil midir  kararsızlığına itse de göçmen kuşları, bir türlü bitmeyecekmiş gibi gelen bu  sıcaklar,  sezonluk sevdalarla vedalaşmalar, şehre dönen üniversite öğrencileri, yazlıkçılar  derken yavaş yavaş gece karanlığında dışarıda oynayan çocuk sesleri de azaldı işte.

Akşam üstü  Atakule’den Cinnah caddesine inildiğinde rüzgar da artık üşütüyorsa “Sonbahar. Yine geçti bir yıl daha”yı düşündüğünüz ‘an’da geçen bir  salise, bir saniye sonra; ne  yapıp, yapmadığınıza bakmadan sizinle  beraber yıllarca akıp, giden zaman olacaktır.

O zamanın 2010’un da,  Facebook’da, Twitter’de  “Ne mutlu hayır diyene”li ucuz polemikli referandumun  kurbanı ‘12 Eylül’, yıllarca çoğunluk için sıradan bir tarihken  sizin için,  bazıları için  öylesine ölümcül,  öylesine insanlık dışı, öylesine faşist, öylesine kan revandı ki.  

Onun içindir, içinden bazen devrim, bazen özgürlük, bazen  aşk,  bazen  iş, parayla geçilen, herkese “her şeye de iyi gelmiş” o zamanın   her 12 Eylül’ünün sizi kanatması.

Sanki dündür. Eylüldür. Elinizde “Faşizme geçit yok”lu  pulların sarıldığı gazete kağıtlarının konduğu poşet, yoldaşlarınızla buluşacağınız Botanik parkında, kucağına uzanıverirsiniz sevdiklerinizi, gençliğinizi  çalan zamanın.

Televizyonda omuzları bol yıldızlı, sırmalı adamlar. ”Mahşerin 5 atlısının” en ortasındaki  bağırıyor “Milli birlik, Anayasa, asayiş, ….., .” “Çok şükür kurtulduk” duygu sellerine tanık çocuklar; mutlu, mesut,  caddelerden geçen askeri araçlara,  askerlere selam duruyor.

“Devrimci durum oluşuyor”a yoğunlaştıklarından, tanıdıkların kendilerini sokakta görünce yollarını değiştirecekleri darbenin yapılacağını tahmin edemeyip, sol kol havada “Başta bayrağımız Leninizm, ….., bayrağını yükselt, daha, daha  .......”yı söyledikleri  dayanışma gecesinin sabahında kırılıyor  evlerin  kapıları. Listelere bakıp, içlerinden birinin yakasına yapışıp alıp, götürüyorlar.

Sonra, halkından çok, çok, ama çok daha akıllı  7  Paşa’nın  “New York, New York” diye bir şarkı var, ama Türkiye’nin bir şarkısı yok”la yaptırdığı  “Türkiyem”le, hakikaten de ”Memleketin bir başkalığını” doğrulayan  şarkılarla, çığlıklarla inleyen koridorlar,  dört duvarlar.

Ne dışarıdan haber almak, ne  dışarıya haber gönderebilmek. Soru, soru, soru, sorular. İşkence. Tecavüz edilen kadınlar. Sigara söndürülen, Filistin askılarında gerilen çıplak bedenler. Falakada ayaklar. İşkence, işkence, işkence. Ertesi gün, ertesi günler aynı şeyler.

Uykuya  dalınamaz.Dalınsa da içeriye mutlaka birisi girer. Silahlı  kimseler,  solcu, ….,  sosyalist, …, Kürt, …., Türk, ….,   devletinin sözünden çıkmamış Ülkücü,  her kimseniz,  her neyseniz,  sizlere  ne isterlerse yapabilirler. Sizlerse  hiç bir şey yapamazsınız.Kendini savunmak mı ? Yoktur.  Anladınız mı ??? Yok!!!  

Her kimseniz, her neyseniz  elinizi kaldırıp dua edecek gücünüz de yoktur. Hem kime edeceksiniz, tanrı bile onlardan yanayken.17, 18, …., 20 …, 22 …., yaşındaki sizler, toplumun düzenini bozansınızdır.Komünist, ….., anarşik, ……, sapkınsınızdır.

Yaşanan, yaşatılan her şey  nasıl o kadar olağan,  nasıl o kadar  adil  karşılanmıştı da bugün bile “12 Eylül gerekliydi, kanı durdurdu”, “Annenizin, babanızın dizinin dibinde otursaydınız. Koca devlete ……,  tutuklanmaz, işkence görmezdiniz” diyen yüz binlerin gaddarlıkları bir yere sığamamıştı.

O günlerde EVREN  “Şartların olgunlaşması için 12 Eylül’e kadar geçen birkaç yıllık süreyi kullandıklarını”, 12 Eylül öncesinde Manisa Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış olan da  “Ankara’da Bahçelievler’de çeşitli suçlardan dolayı aranan ülkücülerin kaldığı evler vardı. Buraya resmi görevliler gelerek ‘Büyük adam öldürün de kimi öldürürseniz öldürün’ diye telkinde bulunuyorlardı” ifşa etmemişseler de,  her şey  akıl almayacak  kadar mı “derin”di, öylesine apaçık,  göz önündeyken.

İyi de tüyleri diken diken etmesi gereken; darbeye zemin diye  “Kardeşi, kardeşe kırdırtan” ortamı yaratmak uğruna, ülkenin gençlerinin hayallerini, inançlarını kullandıklarını, silahlandırdıklarını, örgütlere istihbaratçı doldurduklarını, evine, okuluna, işine  giderken atılan mermiler,  bombalarla yere yapışan, kim vurduya giden 5 bin 800 kişinin tek suçlarının da yanlış zamanda, yanlış yerde bulunmak olduğu gerçeğini hiç çekinmeden,  yıllar sonra açıklayan cuntanın başını bu kadar pervazsız kılan neydi ? 

Daha Cumhuriyet yeni kurulmuşken Şark İstiklal Mahkemesi savcılarından Süreyya’nın hatıralarında bahsettiği “……… Türkçe bilmeyen bir insandan bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına karar verilmiştir. Hemen o gece Dağkapı meydanına götürüp çocuğu ” asan,  “İdam etmek için 70 kusur yaşındaki Seyit Rıza’nın yaşını küçültüp,  17  yaşındaki oğlunun da  büyüten”,  bir şeyi aslında ne değilse ona dönüştürmede duayen zihniyetin mirasçıları, Cuntacılar, öyle bir görev duygusu, öyle bir inanmışlık ve inandırmayla yapacaklardır ki darbeleri……. Kendilerine sahip çıkacak yüz binlerce insan; hem  “devrim“ denilecek 1960 darbesinde 1957 seçimlerinde yüzde 47,9 oy verdikleri MENDERES‘in alaşağı edilmesini, hem de   Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’ni asacak 12 Mart 1971 darbesini aynı duyarsızlıkla seyredecekti..

1930, 1940, 1950 doğumlu olup  2010 yılında 80, 70, 60 yaşına bastığında 6 darbe, bir e-muhtırayı  ömre sığdırmış aynı yüz binler, 12 Eylül 1980’de de pek çok hayatın ziyanının  seyredenidir. O yüz binlerin arasından birileridir,  kendi elleriyle gençleri sıkıyönetimlere, polise, askere şikayet eden.

EVREN’i gözlerinin içine baka baka “Bugün olsa, yine yapardım. İdam ettiysem ettim” dediğinde  alkışlayabilenleri yaratmış bu militarist kültürün getirisi; birilerine illa ki “kul olmayla” yüzleşeceklerine, %91’le kabul ettikleri cunta Anayasasının değişmemesi için EVREN’le aynı ‘Hayır’ oyunu  “O günleri unutmadım” diyerek kullanmayanları,  oturdukları yerden   ‘cahil’,  ‘aptal’   (Aziz NESİN’in malum sözleri hangi olaydan sonra söylediğini ısrarla da  yazmayıp ) yaftasıyla yargılayan da  aynı  yüz binlerdir.

Cuntacılarla  birlikte işledikleri kanunsuzluğunun farkında bile olmayan  “Memleketi bunlardan (kime düşmanlarsa ondan) kurtarın paşam” gözü dönmüşlüğünü ‘çağdaşlık’ adıyla bugünlere de taşıyacak; komutanların ellerini öpmeye yeltenen, aşkla sarılan yüz binlerce hanım kızlar, erkekler, aydınlar yaratıklarını bilen  EVREN’de,  onun için  “Şartların olgunlaşması……”açıklamasını  büyük bir gönül rahatlığıyla yapmıştır.

Aslında; 1915 Ermeni tehcirini,  6-7 Eylül’ü, ….,  Çorum …, Maraş …., kıyımlarını yapanların,   1968’de Beyazıt, 1977’de Taksim meydanlarını taratanların ….., Vedat DEMİRCİOĞLU’nu,  ……,   ….,  Bedrettin CÖMERT’i …., Uğur MUMCU’yu,  ….., Musa ANTER’i katledenlerin, Sivas’ta 37 aydını çayır cayır yakanların  ortaya çıkarıldığını, yargılandığını, hesap sorulduğunu  görmeyip, tersine tarihlerindeki benzer olayları her zaman yaşayan yüz binler,  ne geçmişte, ne gelecekte, ne de bugündedirler. Orta kalan da  kimsenin üzerine alınmadığı,  paşa, paşa da  ödenmesi gereken  hesaplardır.

Eğer, Yargıtay üyeleri AİHM’ den  dönecek DİNK kararını onaylıyor, Ali Fahir KAYACAN ekranlara çıkıp verdiği 50 idam kararını savunabiliyor, hunharca işlenen cinayetlere “Devlet elden gidiyor, PKK bölgeyi ele geçiriyordu”yla meşruiyet kazandırılıp, Yeşiller,  nice Yüksekova çeteleri Doğu’da, Güneydoğu’da  cirit attırtılıp, Dörtyol’da, İnegöl’de de  Kürtlerin evleri yakılıyorsa bunun sebebi işte  ortada kalan o hesaplardır.

Eğer “Yusuf’u vuran çavuşa madalya” gönderen  ordu,  köy yakmalarında, boşaltmalarında “ne 12 Eylüller gördük” dedirtecekleri Kürtlerin  30 köyünü (sığınağı) yaktı diye  Ali ALTAY’da takdirname yolluyor, savaş tüccarları barışı sabote etmek için Hakkari’de;  arife günü 9 Kürt gencini öldürüyor, 9 köylüyü de  mayınlıyorsa bunların sebebi de hesabı kesilmeyen o  darbelerdir.

De ki hesap  sordurulamadı, sorulamadı.Tek şey yapılsa, darbe mağdurları, asılanlar her anıldığında, A’dan  Z’ye bütün darbecilerin;   subayların, ….., işkencecilerin,  ……, mahkeme üyelerinin …., bürokratların   “11 Eylül gününe bakın”la darbeyi aklayan yazarların,  …..,   adları, soyadları tek tek; Numan ESİN …., Tahsin ŞAHİNKAYA …….,  Mehmet AĞAR, ….., sıralansaydı, unutturulmasaydı,  en azından  faillerin aramızda  saygıdeğer vatandaşlarmışçasına dimdik dolaşmaları, bir  üst makama yükselmeleri setlenir,  Ergenekon,  provokasyon odağı JİTEM, darbe yandaşlığı utanç nedeni sayılabilirdi.

Tanrının başka  ülkelere  değil de necip Türk milletine armağanı EVREN’nin, cuntacıların  kurumları, yasaları  altında kurtulmak istediğiniz bir geçmiş,  başka türlü olmasına izin verilmeyen bir gelecek. Boğuşup dururken dört bir yanınıza da dağılmıştır fotoğraflarınız. Düzeltirsiniz. İçinden, kelimelerin anlamını sizden söküp alacak hayatlar düşer. İçinden, okyanus rüzgarı gibi  hiç sahip olamayacaklarından öldürdükleri; bir kolu bıçaklanmış karnından akan kanının üzerindeki Fevzi KURUÇAY’lar, …, Mazlumlar, …,   Orhanlar, …., Ceylanlar, …., Enverler akar.

Ellerini tutarsınız. Sıcacıktırlar,  yanarsınız biraz. Dudaklarda kırgın  gülüş,  onlar sizin, siz onların  yüzünüze bakarsınız.  Öylece, sessizce.  “Çürümekte, çürütülmekte de” olsa bir adaletten bile söz edilemeyen o günlerdeki adalet ????? Bir daha  “Ey adalet, yüzüne tüküreyim senin”le erirken Necdet ADALI’nın,  Veysel GÜNEY’in  seslerini  duyarsınız uzaklardan “Söylesene yoldaş, dolaştı mı “En şanlı elbisesi / Mavi işçi tulumuyla / Bu güzelim memlekette hürriyet.”

Ne de olsa içinizdeki darbecilerin o Eylül’de öldürdüğü bir parça size aittir.Kimse bilmez. Kimsenin bilmesi de gerekmez ya.

Her hayatın  bir hikayeye,  her hikayenin de bir hayata döndürüldüğü 30 yıl öncesiydi. Ve Şafak Türküsünü dinleyip,  Uçurtmayı Vurmasınlar’ı, Babam ve Oğlum’u, Eve Dönüşü izleyip ağlayınca üstlerine düşeni yaptıklarına inananların, zamanında aksaydı çok şeyi değiştirecek geciken göz yaşlarını akıttıkları dündü.
Ve dünde, 12 Eylül 2010 referandumunda istedikleri ‘Hayır’ çıkmayınca bünyelerindeki  histriyonik kişilik bozuklukları  iyice açığa çıkan “Creme de la creme” beyaz Türk’lerin en ÖZKÖK’ü,  o  kadan mikemmel bir davranış sergileyip “Kaybedenlerin ‘kimsesi’ olmak” yazısını yazar.

Acaba, bu durumda, sizce,  ömründe yalnızca  bir  seçim değil, Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de  hep kaybedenleri, kaybettirilenleri,  o canım  ‘beyaz Türkler’ nihayet  anlayabilmişler midir ?
Seni anladım! Beni anladın !!!!  Ah,  ama bu bilinmez ki…


 

27 Ağustos 2010 Cuma

Sen, benim, ne çok kalbimi kırdın Cumhuriyet

“Yalnız ve güzel” ülkelerinin  eksenini ırkçılığa, linçe, şiddete kaydıranlara nispet yaparcasına, eksenini  magma sıcaklarına kaydıran yazda “Hava, öldürüyor. Hem sıcak, hem  nem.Yapış, yapış oldum”a,   “Nerede o eski yazlar” kılavuzluk edecektir.

Öyle ya yaz dendiğinde, yalın ayak dolaşılmalı ıslak çimenlerde. Sabahtan bastıran sıcağa dayanamayıp, henüz ısınmamış beyaz köpüklü turkuaz denize kendini bırakanların ürperten, neşeli  çığlıkları kulaçlanıp, tepedeki  güneşin  su damlacıklarında kırılan ışıklı benekleri kamaştırmalı gözleri.

Kaşlarınızda, kirpiklerinizde tuz  deniz koktuğunuzda, her şeyi unutturacak, sahibini de merak eyletecek, uzaktaki beyaz  yelkenlinin süzülüşünün  peşi sıra dalgalarda süzülürken, derin bir nefes de alıp  “Yaşamak ne güzelmiş lan”diye bağırmalısınız maviliğe. 

İyotla karışık anason, kavun  kokularını taşıyan akşam üstlerinin  tatlı mı  tatlı esen rüzgarı altında, kaldırımlara atılmış masalar, renk renk minderler, şemsiyeler; “Almanlar bunu su niyetine içiyorlar”la aklanmış kızarmış patatesin, tuzlu fıstığın ekürisi buzlanmış kahverengi şişeden bardaklara birayı köpürterek dolduran, ayaklarını gün batımına sarkıtmış insanlar; “çekirdek”, “buzlu badem”, “dondurma” nidaları  arasında, Celine Dion’un  sakin sesi usulca akarken,  öyle telaşsız, öyle kendinizle sırdaş geçipte,  gitmelisiniz oradan.

Bir taş evin kapı önüne oturmuş seksen yaşında atmışında gösteren dedenin yaşına ulaşmanıza hastalığınızın olanak vermeyeceğini düşünüp, gözünüzün önünde kızartılan lokma tatlısına, tarçın döküp atacaksınızdır birini ağzınıza. 

Gazetelerin ikinci sayfalarına, hafta sonu eklerine, ekranlara bakıp  herkes  “beachlere” akın etmiş te geride bir siz kalmışsınız hissine  kapıldığınızdan olsa gerek, çileden çıkaran sıcakta,  toplu taşım aracında, midenizi  bulandıran  terli parfüm kokularına dayanmak “ Öğretmen olsaydık, hiç değilse  üç ay tatil yapardık”, “Şu pencereyi açsanıza”lı  konuşmalar, denizi  yok, yok,   çocuk olmayı özlettirir o dakika.

Erken kalkılıp çizgi filmin izlenmediği, bütün gün bilgisayarda Stardoll, Metin 2’nin oynanmadığı, bahçede  iki pötibör püsküü arasına koyulan lokumun iştahla yendiği o özlediğiniz çocukluk başkalarınkiler gibi öyle dertsiz,  tasasız  da değildi .

Bunaltan sıcağın yanında, bir masal kitabından alınmayan o ezik, dertli çocukluğa sizi sık sık geri götüren nedenlerden biri de  “Dörtyol’da yağma olayları meydana gelmeden önce Doğu kökenli (inatla Kürt diyemeyen bir  medya ) vatandaşlara ait işyerleri tespit edilerek gruplara zimmetlenmiş”in açıklandığı bir rapor, ….., Altınova’da, ….., Bayramiçi’nde, …., İnegöl’de,  ……, Dörtyol’da  Kürtlerin  evlerinin taşlanması, işyerlerinin  tarumar edilmesidir.

Yıllar önce …, Malatya, …,  Çorum, ….., Kahramanmaraş  olayları sırasında,   kapılarına (x) işareti konulup konulmadığa bakan “… bebekleri bile öldürmüşler“i gizlice konuşan, Nazi Almanyasında  Yahudi evlerinin, iş yerlerinin sarı, siyah renkli altı köşeli yıldızla damgalandığından habersiz ebeveynlerin, akrabaların davranışlarıyla daha da çok  korkan  “niye, bir şey yapmadık ki öldürüleceğiz”leri cevapsız bırakılan Alevi çocuklar gibi,  Kürt çocukların da linç gününde, henüz vatan bildikleri ailelerini katlettirtecek, evlerini kaybettirtecek farklılıklarından ürkeceklerini bilecek kalbinizdir, sizi çocukluğunuza götüren.

Dünyanın öbür ucuna da gitseler, 100 yaşında da olsalar “13 yaşındaydım.Kahramanmaraş’ın bir ilçesinde oturuyorduk. Okuldan eve gidiyordum. Bir kalabalık vardı, merkezdeki ana yolun etrafında. Merak ettim, nedir diye bakmak için gittim. Bir panzer yolda ilerliyor, arkasında zincirle bağlanmış üç adet PKK’lı, ölüler. Üzerleri delik deşik, birisinin kafasının yarısı yok. Koskoca ilçenin ortasından geçiriliyorlar. Benim gibi yüzlerce çocuk, kadın, adam bakıyor. Sevinenler var. Cesetlere taş atanlar var. Bu nefret niye, ölmüş zaten, yapmışsın yapacağını. Panzerin arkasına takıp sürümek de neyin nesi? Bu nasıl bir şeydir?”li  anılarla dolu çocukluklarını anımsatacak  herhangi  bir olayda, o Kürt çocuklar da sizin gibi geri döneceklerdir geçmişlerine.

O anlarda; medya kanalıyla gerekliliğine inandırıldıkları “1993-97 yıllarında devletin işlettiği” faili meçhul cinayetlerde, babaları, ağabeyleri, hısımları öldürülen Kürt çocuklarının, benzer olaylara tanıklık etmiş Alevi, Ermeni çocuklarının belleklerinin “neyle” dolu olduğunu umursamayanlar karşısında insan, onların, birilerinin de içi sahiden yansın istiyor.

Öyle acısın, öyle yansın ki içleri  yapılanlara,  ölenlere, asılanlara, yakılanlara, kovulanlara dönüp  bir bakınsınlar, baksınlar  ki yapılanlardan, onayladıklarından dehşete düşsünler istiyorsunuz.

Evleri taşlanır, camları kırılırken somyanın,  karyolanın altına saklanan, silah, helikopter, bomba seslerinden uyuyamayan Kürt çocuklarla  “niyeyse” söylerlerse arkadaşlarının onlarla bir daha oynamayacaklarını düşünüp Alevi, …, Ermeni, …., Hıristiyan …., olduklarını kimselere söylemeyen çocuklar  için, her çocuk için  parça,  parça  parçalansınlar  istiyorsunuz .

KAVGAM’ı Yahudi yerine Kürt, Ermeni, Alevi, Yunan, Arap  koyarak okuyup daha çok Dörtyol’lar, İnegöl’ler planlayacakların; sabah işe uğurladıkları eşlerinin, okula ya da  bir kışlanın yakınında pikniğe gönderdikleri  çocuklarının akşam eve sağ dönememe  ihtimalinin varlığıyla tir tir titremelerini  istiyorsunuz.

Yol kenarlarına, arazilere döşendikten sonra dost, düşman tanımayan, kurbanlarının; meraklı  çocukların, çobanların, köylülerin barışın sevgilisi iyi insanların kendisine gelmesini bekleyen kaypak bir mayınla, her biri bir tarafa uçan bedenlerden yayılan  yanık et  kokusu  boğazlarını yaksın da sabahlara kadar uyuyamasınlar istiyorsunuz.

Kesin değilse de belki o zaman; kimliklerin neye, kime göre hain, terörist ilan edildiğini, Kürtlerin neden silahlandığını, savaşın niye başladığını araştırmadan, gözlerini kırpmadan “insanları öldürmeye, linçe kalkıştıran” öğretilen, öğretilmiş hakikat “kimindir”le sarsılacaklar, yalnızca   ölüm kusan  savaşa  “Dur” da diyebilirlerdi.

Varsın, öyle bir  zamanda dahi; yarattığı infialin müsebbibini  bir başkasında gören devletin bizzat ihlal ettiği hak, özgürlükler sonucu,  artık  polisiye önlemler, savcılık ve mutlakıyetçi düzenlemelerle de halledilmeyecek safhaya gelmiş Kürt sorununun PKK’yı doğurduğunu, hoşlanılsın, hoşlanılmasın Kürtlerin bir kısmının PKK’yı sahiplendiğini, PKK olmasaydı  dikkate alınmayacaklarına inandıklarına,  sırt çevirip yine  ulusalcı, yine post modern faşist olup, yine terörist, terör deseydiler.

Ama, hiç olmasa  Kürt hareketi, Kürtlerin dili, …, edebiyatı, …., müziği,  gelenekleri, hakkında ne bir merakları, ne de   bilgileri olmasa da “Bende kürdüm, hakkımızı savunmak PKK’ya mı kaldı” (da saklı savunulacak bir  hakkın varlığı atlansa da )  çıkışını “aynen öyle oldu, keşke”yle püskürtebilirlerdi.

Keşke, keşke Kürtlerin hakkını savunmak AKP, …, CHP, …, MHP,…., BBP, …, İP, …,TKP’ye  kalsaydı da bir kerecik sorsalardı  “Derdin ne mala mı, ne ararsın dağda.” Bir kerecik vatandaşları bir Kürt gencinin yitirilişiyle de kahrolsalardı da  “gerekirse ölünür" tandansıyla harcanan 17, 19, 20’li yaşlardaki gençlerin ölüsünden çok dirisinin vatana lazımlığı paydasında buluşulsaydı.

Şimdiyse ölen her bir  gencin 5 yakının varlığını göz önüne alırsak, 210.000 kişinin  etkilendiği bu savaşın mağlubiyetinin fırsatı olabilecek ateşkes ilanına; Heron’nun Hantepe’de çektiği çatışma görüntüleri, kendi Heron’larını düşürme çağrıları, raflara kaldırılan  karakollara saldırıyı haber veren istihbarat raporlarıyla daha da kirlenmiş savaşın kirliliği yanında, esamesi bile okunmayacak “PKK’yla yapılan kirli pazarlığı açıkla”yla meydanları inletenlere sorma anıdır, bu kan, bu ölümler “barışsız” nasıl duracak ?

Hani konuşulduğunda herkes tek bir ananın, çocuğun  gözyaşı dökmemesi,  bir tek gencin ölmemesi için her şeyi yapmaya hazır ve de nazırdır ya tam da barış hiç olmadığı kadar yakın,   birkaç yasanın değişmesiyle gerçekleşecek “KCK tutuklularının serbestliği” ……, “Terörle mücadele yasasının düzeltilmesi”, ……..,  “ seçim barajının %10 indirilmesi” talepleri de artık evlat acısının, onlarca gencin ölmesinin nedeni olmamalıyken “ne oldu”da baltalar yeniden bilendi.

Ne mi oldu ? Silahlar  susarsa “güçlenen AKP”yle baş edemeyiz” gözlerini öylesine kararmıştır ki, gençlerin ölmemesi için atılacak en ufak bir adımı desteklemektense, her sorunu çözeceklerini iddia ettikleri iktidara gelecekleri güne kadar, her gün daha  daha  gençlerin  canını, kolunu, bacağını kaybetmesini yeğleyeceklerdir.

 İşte, insanı yiyen bitiren de, bir annenin, babanın  musalla taşında yıkanırken son kez  yüzüne baktığında gözlerini açacakmış sandığı oğlu, kızı, canı mezara indirildiğinde üşüyebileceğini bile  akla getiren  inanamamayı,  yaşıtlarını her gördüğünde  “Yaşasaydı O’da 22’sini  bitirecekti”, “Bu yıl evlenecekti"li  yarım kalmışlığı “onlar” iktidar olana kadar  yaşamasını istedikleri gerçeğidir.

Vücuda saplanan bir merminin, bacağı koparan bir mayının nasıl bir acı çektirdiğini tahmin bile edemeyen “Canını, kolunu, bacağını kaybedenlerin kaybettikleri geri gelecek mi? Gelmeyecek. Ateşkes ne işe yarar o zaman”la savaşı kronikleştirmeye çalışan bu bay, bayan  savaşçılara  kalsa  “Kurtuluş savaşı”nı,  40 milyon ölüye   I. , II. Dünya veya ülkelerin iç savaşlarını bitirmek için anlaşanlar, barışanlar savaşı sürdürmediklerinden halkalarına ihanet  etmiş hainlerdir.

Hala ”…. Bir kısım teröristin sünnetsiz oluşu, çok şey ifade ediyor” diyen bir  Başbakan yardımcısına, savaş, şehitlik üzerinde inşa edilmiş lanetli  saltanatlara sahip  majesteleri de, dalkavukları da bilir ki  tankı, topu,  tüfeği, uçağı,  askeri yığacağın  savaş en kolay yoldur.

Zor olansa, belki fikirdaşlarınızla bile karşı, karşıya  gelebileceğiniz,  26 yıldır savaşan her iki tarafın yüreğinde onarılmaz, küllenmez, sımsıcak, hep öyle kalsın diye de körüklenecek, tutuşturulacak acılar,  gözyaşları arasında esirgenmiş “barışı” savunmaktır.

Böyle en derinden, tüketerek, ne çok kırdık, ne  çok  acıttık  birbirimizin canını, sadece “Türkleri” sevdiğinden çarmıh yaralarıyla dolu bu Cumhuriyet’te.Peki, onca günaha,  lekesiz kalabilmiş midir ruhlarımız ?
Kim bilir, kusurlara, suça, onları işleyenlerin gözüyle bakıldığında kimse suçlu, kusurlu değildir önermesiyle, insanların  her şeyde, yaptıklarında  masum sayıldıkları  ikinci bir vatanlarının bulunacağı  bu dünya,  o an senin farkına bile varmamışken, sırtını bir duvara verip, ölen, öldürülen herkese, yaşananlara doyasıya  ağlamalısınız , tanımadığınız  bir şehirde.

Bunca yıl darbecilerin,  emirleri yerine getirenlerin  yargılanmasını engelleyen geçici 15.maddenin yer aldığı Anayasanın yüzleri karartmadığı bu ülkede ama hey!  ben de zaten ne biliyorum ki, generallerin, savaşanların bilmediğinden; hayatın  bir prova olmadığından başka.