22 Şubat 2018 Perşembe

Hani, savaş bize gurbet olacaktı





Gula mın; bak ! gündelik hayatı çekilmez kılan; hileli gıda,  işsizlik,   sansür, adaletsizlik, ..., ..,  vari onlarca sorunu çözmeden geride yalnızca ölüm, mutsuzluk bırakan bir gün, bugün;  yine kayıp gitti işte; çok güzel olabilecekken.





Sorry... sorry... X, Y, Z kuşağı; duyamadım “tatlım Carpe diem (anı yaşa) mı” dediniz...şa.ha.ne.siniz. Televizyonda ne  mi var bu gece? “Ufak tefek cinayetler”i beğenmeyen Çukur’a mı buyursun?

Evet!  evet!  buyurun Çukur’a. Çünkü asırdır bilinmezliğiyle ürküten dipsiz bir Çukur’a atılmış Türkiye; Vartolu Sadettin’i İdris babanın varlığından habersiz oğlu  yaparak  talihini  değiştiren senaristlerden yoksun kaldığından; bir başına ve de boşuna çırpınıp duracaktı  Çukur’dan çıkmak için.

Daha çukur nedir bilmeyen Yağız da, doğduğunuz ülkenin konumu, gelişmişlik düzeyi kaderiniz olduğundan ‘kaç çocuk yaşar bunu, Ortadoğu’da doğmasa’ denilecek bir trajedinin pençesinde, eğer İsveç’te, Norveç’te doğsaydı; adı  belki Benard, belki John  olup  babası Alex’le  Louvre müzesinde Mona Lisa’nın hikayesini dinleyecekken,  6 aylıkken  babası  er Umut Bulut (21)’u   savaşta yitirecekti.

Ne M.Ö,  M.S ne orta, yeni ne milenyum ne de Mars çağının topraklarında savaşı sonlandıramadığı Ortadoğu’da; her gün onlarca insanın ölümüne de tanıklık edecek yetim Yağız;  3,5 yaşında sünnet elbisesiyle getirildiği mezarlıkta; beyaz bir mezar taşındaki renkli fotoğrafı gösterip “anne babam bu mu”nun olmaması gereken  “evet“ yanıtını duyacaktı.

Yağız’ın elini tutan, saçını okşayan  bir baba yerine; mezar  taşındaki  bir   fotoğrafın  “babası” olmasını  “tamam” la  kabulleniş ânında,  gözbebeğinden sıyrılan kırılganlığına  neden savaşla yatıp kalkan  Türkiye’de,  kim Yağız’ın derdinin dermanıdır ki?

Zira ısrar ve inatla onlarca Yağız’a, onlarca er Umut Bulut’a,  onlarca gerilla Yusuf Yaşar (Armanç Fırat )’a aynı sonu getirecek   savaş güzellemesi yapanların kılını dahi kıpırdatmayacaktır;  çağıl çağıl “savaş’a  hayır” akıtması gereken savaş mağduru  Yağız’ın   mezardaki  toprağı eşelerken “ nerde babam, nerde konuşuyor”,  “böyle yaparsam babamı mı görürüm”  konuşmaları.

Yağız, şayet  vatanında rutinleşmiş savaşta, trafik, iş kazasında, çocuk istismarında, ...,  ölüme yakalanmadan büyüyebilirse,  yıllarca  süren iç savaşın sebebi  Kürt  sorununun   diyalogla, siyasetle çözümü için silahların sustuğu;  2010 referandumunda  HDP’nin  evet demesi  için bir Bakan’nın İmralı’dan yazı getirdiği  “açılım sürecini“  tarafların nasıl boş yere harcadıklarını  öğrenecek;  babasının, onlarca askerin, gerillanın hayatının niye   bu kadar kolay gözden çıkarıldığına   akıl, sır erdiremeyecektir.

Bugün hâlâ savaşa, ölüme doymayanların kendine yazdığı kaderden kaçamayan biçare Türkiye’de; bir çocuğa   “baban”  diye  bir mezar taşının gösterileceği bir gelecek sunmanın günahından, ölen masum çocuklardan daha  mı önemliydi  kahrolası  savaş bahaneleriniz  demenin;  vatan hainliği kapsamına  alınması  onca Yağız’a  savaş  mirası hayatın, enkazını gizleyecek mi  sanıyorsunuz?


Ki ulusal,  uluslarası hangi savaş üzerinden bakarsanız bakın değişmeyen  şey;  “vatan...millet... toprak bütünlüğü” kisvesiyle ardı arkası kesilmeyen onca “kimyasal...nükleer silah depoları var”,  “IŞID’le mücadele“, “teröristlerden temizlenecek” bahaneyi yaratanların savaşı da   çıkaranlar  olduğudur. Demek ki yeter ki savaş istensin! O savaşa meşru zemin kazandıracak bir bahanenin; düşmanın yaratılacağının kanıtı da Tony Blair ‘in  “IŞİD’i biz çıkardık’, Trump ‘ın “Obama DEAŞ’ı kurdu” itiraflarıdır.

Dünde, bugünde elde silah savaşmayacakları savaşı  çıkaranlar da komşu ülkeleri işgal etmenin,  ölümün kara sevdalısı  “benim gibi düşün, davran, yaşa “ dayatmalı faşizmin ağababaları adı ..., Hitler, ..., Miloseviç...,Saddam, ..., ...,  olacak onlarca diktatörden başkası  değildir.

İşin acıtan yanıysa, tercih hakkı tanınmayarak savaşa yollananların; savaştıkları tarafından öldürülebilecekleri her günün;  bu dünyadaki son günleri olma ihtimali karşısında, göz kırpmadan insan canı almak zorunda bırakılmalarıdır.

Üstelik Kilis’te,..., Rajo’da, ...., hepsi  huzurlu bir hayat isteyen,  birbiriyle alıp vereceği olmayan insanları hayatından edeceğini bile bile; 40 yıldır TV’larda , radyolarda duyulan Şırnak’a  Efrîn’in eklendiği “’ Afrin’de ..... terörist  etkisiz hale getirildi” haberlerini  “Reis bizi Afrin’e götür”le  kutlayanlar da bilir; savaşta  atılan her bombanın, merminin; kalkan her helikopterin sadece silah tüccarlarının cebini doldurduğunu.

Sonrası her gün onca  er  Halis Koca‘nın, onca YPG’li Mihemed Hadi (Başûr Soran)ın gençliklerinin  konulduğu tabutlar... “ahhhh ... yavrum... ahhhh“ ağıtlarının ardında evlat acısının kavurduğu kalbin  dile getiremediği “neden.. ne için...değdi mi; bu savaş senin hayatından olmana” döngüsünü asla silmeyecek  “şehitler ölmez” , “şehid namırın” sloganları.

Her şehit haberi de “şerefsizler... Allahsızlar...nasıl kıydılar...” öfkesini  bileyerek   “daha... daha  intikamı”  kabartırken; onlarca er Miraç Gürhan(23)’nın annelerine “...o teröristleri, o pislikleri yok et babam... izleri kalmasını” dedirtecek, evladıyla savaşanın annesinin yüreğinin de aynı acıyla dağlanmasını istetecektir.

İşte bir anneye, başka bir annenin evladının bedeninin lime lime edilmesini istetecek gaddarlığını herkese bulaştıran savaş; taraftarlarına  ÖSO’nun  YPJ üyesi Barin Kobane’nin cansız bedenine işkence etmesinden,  YPG’nin  üsteğmen Oğuz Kaan Usta, er  Mehmet Muratdağın naaşlarını sergilemesinden; zevk aldıracak kadar merhameti de ayak altında çiğnetecektir.

İster işgalci T.C askeri, ÖSO çetesi, ister terörist YPG/PKK/SDG  tanımlayın; o tanımların arkasındaki insanı öldürme isteğinin “Kızıl Elma...Münbiç”,  “ölümüne direniş”le sürekli kılınmasının çekinmeden  ifşası; lanet olası savaşın hepimize ne yaptığının, insanlığımızı nasıl çürüttüğünün   göstergesi değilse nedir?

Türkiye’yi, Kurdistan’ı  dalga dalga saran bu ”ölelim,  öldürelim”li cinnet hali;  ..., II. Dünya savaşında, ..., ..., Vietnam’da , ..., ..., Bosna’da , ..., ..., Irak’ta , Suriye’de, her savaşta yaşanırken, ‘benim savaşım haklı, ama onun yaptığı savaşa hayır” ikilemine düşürmeyecek  duruşa sahip savaş karşıtları da  hep  ihanetle suçlanarak, terörist ilan edilecekti.


Ama hiç bir savaşta da yoktur ki sonsuza dek sürsün. O yüzden belki yarın, belki az sonra  Suriye’de, Efrîn’de olacak olan da, tüm  savaşlarda   binlerce   insan ölmeden  de yapılabilecekken yapılmayan ancak o insanlar  öldürüldükten sonra yapılan  barıştır.

Ey Türkler, Ey Kürtler!  kaçınılmaz sonun Barışın,   illaki bir gün, devletlerin el sıkışmasıyla sağlanacağını bilmenize  rağmen vazgeçemediğiniz;  kötülüğüne, yıkıcılığına dair  her şeyin de yazıldığı, söylendiği  savaşta  daha kaç neslinizi heba edeceksiniz?

Hem niye Türkiyeli Yağız’ları, Suriyeli Alya’ları umursamayan; çıkarları için strateji üstüne strateji belirleyen,  barıştan,  demokrasiden, hoşgörüden  uzaklığınızın   suçunu dahi  üstüne attığınız egoist “emperyalistlerin oyuna” gelerek,  asırlardır yalnızca aynı  toprağı değil aynı   yaşanmışlıkları; acıyı,  yoksulluğu  paylaşan  Türk,  ..., Kürt, ...,  Arap’ları  birbirlerine kırdırtıyorsunuz?

Kim dost, kim düşman bilinmeyen Ortadoğu’da “benim borum ötsün” temalı kirli satranç oyunlarında halkları piyon kullanan emperyalist ülke vatandaşlarının kanının dökülmediği bu topraklarda; iktidarından,  ana muhalefetine savaşı kutsayarak cehennemin kapısını açanlar;  her şeyin  saat 12’yi beklemeden  bal kabağına döndüğününse; farkında bile değillerdir.

Ve halklara yoksulluktan başka bir şey getirmediği ispatlı savaşta ölenleri çözümsüz, öngörüsüz siyasetlerine alet eden parti liderlerinin  “... kanını  yerde bırakmıyoruz,.... bak 18. günü geçti, bini aştı ...” diyerek öldürülen insan sayısının çokluğuyla insanları teselli etmesinin hangi vicdana,  hangi  ihlal edilmemiş savaş hukukuna sığdığı mı? Bu kan gölünün ortasında basit bir teferruattan öteye geçmeyecektir.

Dakılâ mın;  söylenmiş, söylenmemiş her şeyi, belki kimsenin okumayacağı bu satırları da anlamsız  kılan; tek farkın üzerine örtülen bayraklardaki renklerin olduğu sıra dizili tabutların bahar sessizliği;  çoktan  kaybedilen doğruları da yanına katıp götürürken artık  “ ne dökecek yaprağımız,  ne patlayacak tomurcuğumuz kaldı.....” 

Halbuki hani biz yetiştiğimizde gözyaşları dinecek Ey vatan da;  hani  savaş  da “bize gurbet” olacaktı, hani...


22.02.2018
Gülsen FEROĞLU

5 Şubat 2018 Pazartesi

O sızının, o ağrının adı hep “Can” yavrum...









Ve sen benim bir tanem,  annem... sen  kutladığın son yılbaşılardan biri olduğunu bilmeden elini kalbine koyuyorsun nasıl heyecanlısın nasılll. Ve ben.... ve biz...senin hayatının;  senin dışında, senin hiç etkinin olmayacağı   alınan  bir karar, bir tercih sonucu  2,5 yıl sonra  yarım kalacağını bilmeden nasıl da mutlukla yeni yılı karşılıyoruz.


Şimdi anneciğim, şimdi bu videoyu izleyen ben   o dilek tutuş anındaki yüzünün ifadesini, heyecanını izleyen ben yavrum, gelecek günlerde dileğin olmasını istediğin o umutlu ifadeni izleyen ben yavrum.......ne yazayım ben yavrum söylesene ne yazayım....nasıl seni hayatını, geleceğini mahvedeni affedeyim...nasıl, neyle  teselli bulayım ?







Ben de gömüldüm o mezara yavrum bir tek ben biliyorum orada gömülü olduğumu; bir tek ben. Ne öğrendim biliyor musun ki ne çok şey öğretti bana yokluğun; kimse  görmek istemiyor acı çekeni, kimse duymak, bilmek istemiyor acının yıkıcılığını, acı çekenin  ne yaşadığını, duygularını. Konuşmasın istiyorlar acısını anlatmasın.  Belki de haklılar güzel ve mutlu yaşarken niye üzülsün niye  niye efkarlansın, yansın. Sevdiğini, evladını kaybedenin kaçamayacağı acıdan kaçıyorlar yavrum...

Aynaya bakıyorum  hani birlikte o küçük  yuvarlak metal renkli aynayı ben elime alınca “yapma” dememe kalmaz  elimden alırdın sonra yanaklarımızı yapıştırır  bakardık bize. Aynayı her elime aldığımda yüzün; küçük odada yatağın üzerine uzanmış ben, elimde o ayna,  sen  küçüksün, sen büyümüşsün ama hep aynı  “Can bak!”  seslenişim, kış, bahar ya da yazdır mevsim; fark etmez güneşe tutuğum aynanın tavanda, duvarda, koridordaki, odadaki  parkenin,  banyonun odanın kapıları  üzerinde ve sonunda da   senin yüzüne düşürttüğüm   parlak ışık huzmesini yakalamaya çalışıyorsun, zıplayarak ordan oraya koşarak ve  kahkahalar  atarak, bağırarak “tuttum, dur tutacağım”

Bunlar yaşandı değil mi oğlum! Yaşadık değil mi? Bana niye bazen sanki yaşamamışım gibi geliyor, niye bazen şu an yalan, hayal;  senin var olduğun yıllar gerçek geliyor. Hangi zaman gerçekti yavrum, hangisi yalan ? Sanki hiç yaşamamışız da  ben hayal görmüşüm gibiyim. Niye hala  “Can” diye bağırıyorum ben. Deliriyorum herhalde, aklım hafızam almıyor sensizliği. Sen yoksun ya senin yaşadığın, yaşadığımız  her şey,  her şey hücum ediyor aklıma. Bir çocuk elinde bir dal, bir sopa incecik, arkasında biri o önde  hem yürüyor hem sallıyor sen gibi, sende öyle sallardın! Tam Lozan parkının önünde bir kadın eğilmiş montunu kapatmaya çalışıyor bir çocuğun burnu kızarmış soğuktan. Kaç kez aynı şekilde kapattım ben montunu kaç kez ve sen hiç hoşlanmazdın atkıyla sarıp sarmalanmaktan. Bir çocuk bağırıyor “çok eğlenceli”  ben sen sanıyorum, sen....






31.12.2014 20;57


Bir şarkı “Ankaranın bağları” sen, ben F. salonda oynuyoruz şıkıdım, şıkıdım sende parmaklarını benim gibi şıkırdatmak istiyorsun, zıp zıp zıplıyorsun, elin elimde halay çekiyoruz bacağımı fırlatıyorum sende yetişmeye çalışıyorsun ben hızlanıyorum. Elimde tahta kaşıklar “Silifke’nin yoğurdu” birbirine vuruyorum sen peşimde koşturuyorsun  “bende yapacağım” veriyorum. Yapmaya çalışıyorsun, plastik leğen ya da tepsi elimde davul gibi kullanıyorum sende yapıyorsun leğeni ters çeviriyor yere koyuyorsun istisnasız yarım saat  davul çalıyorsun ” dan, dan” bazen de kaşıkla vuruyorsun .











Geçmiş,  dün  bugün gibi. Daha neler yapacaktın tek başına birlikte. Niye diyorum niye  “Allahım niye bana Can’ın ölümünü gösterdin” niye...Niye başkası değil de Can öldü. Niye yaşadım ben bunu  Can’nın  teyzesinin kuzusu, bir tanesisin  yokluğunu. Gün, an  yok ki senin sesini duymadan seni özlemeden, seni anmadan geçireyim.


Televizyon açık “benim yaptığım kek kazaya uğradı” diyor bir  baba , anneye .Çocuk gülüyor “Stajyer” filmin adı ben yarın Can’a anlatayım diyorum ne  kadar şaşırır. Sonra Can yok diyorum Can yok. Unutuyorum çoğu zaman yaşamadığını. Ne zaman bir film, bir dizi, program izlesem, kitap okusam oradaki ilginç senin hoşuna gideceğine inandığım anekdotları  sana anlatmak için hafızama kaydederdim. 2016 yılında  Pamuk Prenses kendisini öperek uyandıran yakışıklı prense “offf ne diye uyandırdın beni ne güzel uyuyordum, uykumu mahvettin” demiş diye anlattığım senin “aaaa öyle mi” diye tepki verdiğin o anketod da  bir filmden alıntıydı yavrum.




                   10.7.2013 Resmine bakıp ta nasıl yanmam ben nasıll.. nasıl kahrolmam




Her şey ama her şey; bir söz, bir oyuncak, kırtasiyede gördüğüm bir kitap, bir tatlı, simitçinin tablası, bir fotoğraf, bir kedi,  sokakta satılan bir yap boz,  puzzele, Lego  seni bana geri getiriyor,  geri götürüyor. He şeyi yaşa istedim simit sesini duyardın pencereye koşardın  ben pencereyi açar “simitçi 4 simit derdim” sırf sen o ilginç anı yaşa diye parayı sen verirdin. sokakta rastlasak “simitçi” biliyorum o tablayı nasıl indirdiğini merak ediyorsundur, kolundaki küçük merdivenin üzerine başındaki tablayı koyardı sen ilgiyle izlerdin ”Can haydi seç oğlum” Sonra evde kırlentlerden tabla yapar başının üzerine koyar “ simitçiii”.  “Simitçi”  derdim “simit kaç para” sen kırlenti önüme getirir “üç kuruş “ derdin  hayali simit’i seçerdim parasını verirdim. Simit yemeyi hep çok sevdin.

Sen öyle farklı bir çocuktun ki 1 yaşında da 7 yaşında da aynı oyunu aynı zevkle sanki yeniymişçesine keyf alarak oynadın ve hep tekrarları çok sevdin. S seyrettiğin, duyduğun ya da sana okunan bir filmi, hikâyeyi, masalı hemen oynamak, canlandırmak isterdin. Onun için seni anlatırken yaşını karıştırıyorum çünkü her yaşta aynı oyunları oynadık. Sen tezgahtar; salon, oda market;  ben müşteri, kolumda sepet bazen poşet  dolanırdım  evde  oyuncak sebze meyve hayvan varsa onları  bazen de hayal olarak alırdım önüne yığardım “bu muz bu ekmek” sen onları kasadan geçirir “100 lira hanımefendi” ben cüzdanımdan kredi kartını çıkartır, sen onu masanın kenarından geçirtir “şifre” derdin. Ki bir keresinde süresi biten kredi kartımı sana oyna diye vermiştim öyle sevinmiştin ki hep onu kullanmıştın. Ne kadar basit şeyler seni  mutlu ederdi.


En sevdiğin şeydi lokantacılık oynamak ve de hesap makinasını menüyü yazan adisyon fişi kullanırdık. ”Hoş geldiniz bayım, buyurun menü” .Ben yazmayayım aşağıdaki video anlatsın,  sen 6 yaşındasın ve biz 2 yaşından beri oynuyoruz “lokantacılık oyununu”







 viedo 5 yaşar kardeşim bu videoyu düzelt  ters çekmişim




Hacettepe Hastanesine  ne zaman gitsem büfenin yanındaki oyuncakçı ya da  yolda satılan  puzzele, hayvan resimli, ayıcıklı, içinde ev olan  yap bozlar, araba, şişme inek, davul çalan Pepe illaki  bir şey alırdım sana, heyecanla getirirdim. “Annem bak sen ne aldım” oturur yapardık hemen, kızardın bana “ ben yapacağım“. Oğlum tamam, önce  resme dikkatlice bak, sonra boz hangi parça nereye konacak iyice bir bakalım ki zorlanmayalım”

Oturmuşuz mavi, turuncu, yeşil kahve Legolar, evler yapıyoruz ve de uçak sonra  herkes yaptığı uçakla diğerinin uçağına saldırıyor  kim önce diğerini parçalarsa o kazanacak, o kadar çok Lego’yla oynadık ki önce uçak pistini yapardım ben ya da evin tabanını  sen bazen kıskanır yaptığımı parçalardın, mavi zemin sonra ev, “merdiven yapalım Can bu eve, ha bu da kapalı otopark olsun, bu arabayı da içine koyalım” palmiye ağaçlarımız bile var;  çiftlik kuruyoruz çitler, iki köpek kapı önünde, her şeyi düşünüyoruz, her şeyi. Akşam annen geliyor “bak bizim çiftliğimiz “ salon kapısına yakın koca bir çiftlik evinin bacası bile var kahverengi legolu...Kule yapmayı pek seviyoruz Legolarla, uzun bir  kule yapıyoruz dikkatlice, düşmesin diye uğraşıyoruz,  büyük bir temkinlilikle Legoları diziyoruz mavi, yeşil, sarı  ama birden pat düşüveriyor “yaaaaa”. Eğer yıkılmamışsa  “tatatammmm” sevinci.





                                                 1,5  iki yaşındasın duru doğmuş



 Yürüyorum sokakta ya da dolmuştayım, otobüste  ya da oturuyorum bir yerde,  birden bir ağrı,  bir sızı yanıyor kalbim,  kramp giriyor; hani sen yürürken birden ayyy bacağım der topallardın ya onun gibi. O sızının,  o ağrının adı “Can” . O an yavrum ne varsa elimde, kafamda atmak istiyorum, olduğum yerde çöküp yumruklamak istiyorum önüme çıkar her şeyi; toprağı, asfaltı, betonu, çimenleri, kafamı, saçlarımı;  her şeyi, kırsam,  parçalasam bir yandan da avaz avaz  bağırsam “Can, Can, Cannnnnnn” ağlasam, ağlasam... kanasa her yerim...yok olsam bende “arkadaşım”, “hey dostum” , " biz arkadaşız değil mi sen benim en iyi arkadaşımsın değil mi Güşen” sesini duymadığımdan yok olsam bende...



Haberleri izliyorum babaları iki küçük kızını pompalı tüfekle öldürmüş anneleri ağlıyor tabut karşısında boynunda iki kızının emziği ” emziksiz uyuyamaz benim yavrum“ diyor onunla ağlıyorum ben de çünkü sende emziksiz uyuyamazdım “uyuyamıyorum” derdin “ emziksiz” emziğini bıraktırma dönemlerinde, emzik kullandığın dönemlerde gerçekten de emziğin olmadan uyuyamazdın. Whatsapp’ta kullandığım resmine bakıyorum o gün ne kadar da hastaydın 29 Ocak 2014 günü F.teyzen çekti o resmi. Hep kütür kütür öksürme hepp..ve onunla baş edemedik bir türlü. Seni uyutmaya çalışıyorum, türkü şarkı söylüyorum.


29.01.2014 12;51 hastasın






Aklımı kaybediyorum sanıyorum, Gresta, Mado, Angora, Vannesa’nın önünden yürüyerek Özsüt’ün  önündeki  üst geçidin oraya geliyorum “hadi buradan çıkalım, gidelim” sesini duyuyorum  “dur”  dememe fırsat tanımadan çıkıyorsun merdivenleri. Vannesa pastanesinde üst katta annen sen ve ben halka tatlısı yiyoruz. Şimdi artık Vannesa da halka tatlısı satılmıyor, her zaman önce sorardım satıcıya “mısır şurubu, glikoz değil değil mi şekerden yapıyorsunuz şerbeti.” sonra alırdım. Ne severdin halka tatlısını. Bir gün baktım; Gümüşhane ekmeğim önüne  tezgah atmış biri  halka tatlısı yapıyor,  tabii ki birlikte  alacaktı ondan,  önünden geçiyoruz  taze taze kızartıyor adam  aldım  Denizatı pastanesinin ordan yürüdük elinde tatlın nasıl yumulmuşsun  “bir lokmacık ver” “hayır” vermedin. Annene telefon tabii ” halka tatlısını  çok güzel yapıyor taze al, şerbetini kendileri yapıyorlar şekerden, sağlıklı....”


Sen yoksun yavrum ben nasıl bakarım Aralık 2017’de Koçtaş’ta reyonlardaki yılbaşı süslerine, nasıl alırım hep  sana çektirdiğim milli piyangoyu. Tam bir ay kimin için yılbaşı hediyesi arayayım. 31 Aralık 2015 günü, 2016 ya girerken sana çalkalayınca kar tanelerinin uçuştuğu bir cam küre hediye etmek istedim, istediğim cam küreyi bulamayınca tam bir ay Güven hastanesindeki hediyelik dükkanda dahil aramadık yer bırakmadım. Sonunda yine 365 ‘deki  o orta yerde bir standa vardı ya hep baktığımız çocukların sevdiği incik, boncuk  yapışkan, yanar, zıplayan   toplar, Noel baba  falan satan  o standan  aldım  pahalı diye almamıştım,  ucuzunu da bulamadım onca aramaya. Sana verirken de “işte bu yılbaşı hediyen, biraz geç oldu ama ancak buldum” dediğim içinde  küçücük bir  Noel baba ya da kardan bir adamın  yok   Noel babaydı,  annen akşam seni almaya geldiğinde götürmeyi unuttun “Can hediyen”  sesimle  koşarak gelip  aldığın  hediyeni  “Can akşam yatağa girince bak böyle çalkala, kar taneleri, yoksa beğenmedin mi “, “çok sevdim bak kar taneleri ne güzel uçuşuyor “








Vefat ettiğinde annen hastaneden evinize geldiğinde bir buçuk yıldır gelmediğim evinize girdiğimde, seni  her evine bıraktığımda elimi çekiştirerek “gel odamı gör” ısrarını hatırladım. Ve ne rengini,  ne şeklini bir türlü telefonda tarif edemediğin koltuğu görünce, oturdum o koltuğa yanındaki yastığı kucakladım, ağladım.  O gün yıl 2016 Mayıs  sonu ya da Haziran başıydı IKEA’dan koltuk geleceği için sen bana gelmiştin, Cumartesiydi,   bana “bugün koltuk gelecek”  dedin ben “aaaa öyle mi, koltuk mu aldınız, ne renk sen gördün mü “ ,  “bilmiyorum” “tamam eve gidince ara,  anlat“. Seni eve bıraktım   apartmanın kapısında “ Sen de gel, koltuğa odama bak ” “yok gelmeyeyim, zile basıyorsun 1 numara, kapı açılıyor patır patır çıkışını kapının açılışını duyuyor öyle eve dönüyorum. Daha ayakkabımı çıkarmamışın ev telefonu çalıyor sen “renk mavi benzer, açık beyaz gibi “ “ kaç koltuk var “ yok” “koltuk yok mu “yok valla, böyle dönmüş”  Tarif etmeye çabalıyorsun ama “ şöyle yanı var, dönüyor”  “beğendin mi” “çokk çok güzel” kapatıyorsun.

Sen yoksun,  ben evindeyim  Temmuz 2016’nın 12 si  “demek buymuş “ diyorum salondaki koltuğu  görünce  L şeklinde onun için zorlanmış tek tek değil ya o yüzden tarif ederken akla karayı seçmiş. Koltuk uçuk mavi, orta yerde  yeni alınmış uzun tahta bir sehpa,  bizim seninle altına kalemleri, boyları, aldığım kumbaranı  koyduğumuz kahverengi sehpa yok. Kumbara almıştım sana öğretmenler Kırtasiyeden bayılmıştım “para biriktir”  “niye” , “lazım olur  oyuncak, kitap, yiyecek alırsın” .Ki sakızı öyle severdin anneannen de evde hep sakız bulundururdu çilekli sakız mutfak tezgâhındaki sepette daima olurdu. Bozuk paraları tek tek toplar atardık kumbarana,  bir keresinde bir şey için lazım oldu  para aldığımı gördün sen  evinizi başıma yıktın “ver paramı” ne ağlamak ya tamam oğlum koydum al koy, nafile,  annene “Gülsen kumbaramdan paramı aldı”  ben mahcup “ya  bir lira aldım bozuk lazımdı, Can ben sana hep  para vermiyor muyum at kumbarana diye bak yine veriyorum”  



Duru ve sen



Kumbaranı öyle sevmiştin ki  bazen paralarını  koltuğa döküp  sayardık  “oooo ne çok demi Güşen” , arada  sana kağıt para da verirdim “bu en büyük para, ne çok paran oldu, zengin oldun”.  Odandayım, seni uyuduktan sonra yatırdığım yatağın  cam küreyi  koymuşsun dört çekmeceli  içinde atletlerin, külotların tişörtlerin olan  dolabın üstüne  “ben almıştım” dedim “Can bunu çok  severdi “dedi annen. Sonra F. teyzene whatsapp’tan mesaj yazdım sizden tek  bir şey istiyorum o cam küreyi bana getir... getirmediler yavrum çünkü ben.... getirmediler.. bilmiyorum kimde şimdi kimin elinde, belki de kırıldı, belki annen onu da çantanı, evinde süslediğin çam ağacını süsleriyle, ışıklarıyla birlikte  kapıya attığı gibi attı, bilmiyorum  ki yavrum. Kapıya koyduğu okul çantanın çöpe atılmasına kıyamıyor biri alıyor , açıyor içinde oyuncakların, bana verdi o oyuncakları  biri hariç “Bambi”nde varmış içinde ama onu  bir çocuğa vermiş, ayın küçücük beyaz ayın ve yeşil timsahın  şimdi odamızda yanımda oğlum.










Bitti yavrum, benim için hayat bitti. Biliyorum bunu  bir tek sen anlardın,  sen bilirdin sensizliğin,  yokluğunun beni nasıl bitirdiğini, bir daha sen yaşadığın zamanlardaki gibi  bir yaşam sevinci duyamayacağımı,  çünkü sen benim seni ne çok sevdiğimi, sensizliğin beni nasıl yok edeceğini  en iyi bilendin. Onun için “söyle bakalım Gülsen bu dünyada en çok kimi seviyor “dediğimde hiç tereddütsüz  “beni, Can’ı “ derdin  “gel bir sarılayım seveyim seni zırto.....” Ben de hangi akla hizmet bu soruyu en az on kere  sordum sana hiç bilmiyorum...


 Artık daha fazlasının önemi yok... belki de kimsenin okumayacağı bu cümleleri, sana söyleyemediğim sözleri, yapılmamış davranışları anlamsız kılan o bitiş işte. Bitti artık ne kutlayacak yılbaşım kaldı benim, ne de yılbaşı hediyesi almak isteyeceğim birisi. Meğer hayat ölümle karşılaşmadan keyifliymiş ki hiç birimiz bunu sevdiklerimiz hayattayken fark edemiyoruz ne yazık, ne yazıkkk. Sen varken keyifliymiş yılbaşı süsleri almak, çam ağacı süslemek, yılbaşı sofrası hazırlamak....

Eğer ölümün hayatı nasıl parçaladığının,  aileden birinin, bir yakının ölümünün onunla ilişkisi olan herkesi nasıl yok ettiğinin farkında olunsaydı, olsaydık işte o zaman insanlar bir şeye karar verdiklerinde on kere düşünür, ölüm çağrıştıracak  en ufak bir ihmale geçit verilmezdi. Misal arabaya bindiklerinde emniyet kemeri takarak ya da araba kullanmada acemi birinin direksiyona geçmesine izin vermeyerek trafik kazasının, bir inşaatta tahta yerine çelik halatlar kullanılarak kurulan bir iskelenin yıkılması önlenmiş olacağından iş kazalarının önüne geçilir, insanların yok yere, bu kadar basit bir  nedenden, tedbirsizlikten  hayatlarından olmalarının önüne geçilmiş olunurdu.



11.02.2013 Basın sitesinde son günlerin 



İşte seni hayattan eden o büyük ihmaldir beni de anneanneni de bitiren, geleceği elimizden alan. Gelecek bana ne getirebilir yavrum, seni getirebilir mi? Bana ne senin olmadığın  gelecekten. Diyorlar ya “ zaman her şeyin ilacı” “zamanla alışır insan” senin yokluğun bana bu söylenenlerin de  ne kadar yalan olduğunu da gösterdi. Meğer yaşanmadan kullanılan onlarca söz, cümle aslında hiç de gerçeği yansıtmıyormuş, öylesine bir deneyim sonucu değilde birinin söylediği bir söz öbeğiymiş pek çok cümle. Tersine, tersine zaman acıyı, özlemi  derinleştirdi, ses vermeyen dipsiz kuyuya döndü hayat  sensizlikle...seni görme, seni kucaklama, sesini duyma özlemi artıkça artı, sokağa birlikte baktığımız mutfağın, salonun   pencerelerinden gözledim yolunu,  gördüğüm, sesini duyduğum  her çocukta,  sabah sabah 7.15-7.30  da  Kahire caddesinde geçen Sedat bey servisinin camına dayanmış uyku mahmuru çocuklarda aradım seni, yüzünü.

Bana ne ki yeni yıldan 2018’den.Bana ne... Bu düşüncelerle Lozan Park’a girerken Berk’in annesiyle karşılaşıyorum, “sizi gördüğüme çok sevindim telefonunuz olsa arayacaktım hani bir keresinde Can’ın topunu patlatmıştı “  “ evet Berk “ . “İnanın Sarp mı Berk miydi diye düşüne düşüne mahvoldum. “Neyle patlatmıştı” “Sarp patlatalım demiş o da dikenle patlatmıştı”  “ben de oğlunuzun adını Sarp diye hatırladığımdan Sarp diye yazdım Can’nın sitesine “ diyorum. Elindeki pakete takılıyor gözlerim “yılbaşı hediyesi aldım diyor, hava  da çok güzel”...







  Yaşar Canı tek gösterebilirmisin


Kaç kere elin elimde ya da yanımda ben Berk’in annesiyle sohbet ederken dinledin sen bizi. Sevdiğin biriyse konuştuğum  ses çıkarmadan dinlerdin ama eğer oyun oynuyorsak ve sevmiyorsan konuştuğum  kişiyi  vay halime. Elimi, pantolonumu, kabanımı, tişörtümü, gömleğimi,  çantamı üzerimde ne varsa o gün çekiştirirdin “haydiii gel”. Çekinmezdin  “oğlum konuşuyorum bekle “  nafile “ama hadiiii” öyle mızmızlanırdın ki  “sonra görüşürüz”le  bitirirdim;  “ayıp Can başkasıyla konuşurken böyle davranmamalısın, saygı göstermelisin”  “ama sıkıldım, sende bitirseydin”.  Bu sıkıldım lafı beni çok güldürürdü, küçücüktün “canım sıkılıyor” derdin o yaşta can sıkıntısı hem de onca oyuna...dışarıya çıkalım demenin kibarcasıydı “canım sıkılıyor” 

 Gözlerimden yaşların akacağını hissediyor Berk’in annesi, ben de konuşmayı kesiyorum “görüşürüz”. Kimse görmek istemiyor başkasının acısını; kendi sevinci, umudu varken, hayalleri dimdik ayaktayken. Belki de haklılar ben de seni kaybetmeden önce gerçi düşünüyorum ailede hiç yoktu bu kadar küçük yaşta çocuğunu kaybeden diye yazacaktım ki teyzemin 4 çocuğunu birden depremde  kaybettiği aklıma geldi ama o teyzemi ben tam 50 yaşındayken tanıdığımdan acısına  şahit olamamıştım ki. Sen de tanıdın o teyzemi “bu da benim teyzem Can” Allahım o  şaşkın bakışlarını o anı dondurabilesiydim, bütün anlarını dondurabilseydim,  görseydi insanlar senin o muziplik barındıran şaşkınlığı benim gibi kucaklar yerlerdi seni yavrum.






28.04.2012           Benim küçük adamım


Şu yukarıdaki resimdeki bakışın var ya yavrum o bakışın o dudağındaki belli belirsiz gülümsemen yedi yaşına geldiğinde de aynıydı. Ne garip diyordum Can büyüyor ama davranışları, gülüşü, düşünce mantığı hatta sesi  hala küçüklüğündeki gibi. Merakla izliyordum büyümeni çünkü  emekliydim seni gözleyecek vaktim vardı diğer yeğenlerimle bu kadar birlikte olmamıştım. Ve üzerindeki bu lacivert baharlık  montun ne kadar  yakışmıştı “Ne kadar şıksın, Allahım ne kadar yakışıklı olmuşsun,  küçük bir  adam olmuşsun “,  “annem aldı” 

Bugün 27 Aralık 2017 Can,  yeni bir yıla sensiz gireceğim yine. Ve geçen yıl olduğu gibi 31 Aralık’ta elimde yılbaşı süsleri, hediyen mezarına geleceğim. Bu sene o kadar geç aydınlanıyor ki  hava, saat 8’de...Okula gitseydin karanlıkta binecektin servise. Bu sabah Lozan’da spor aletine oturmuş gökyüzüne baktım, tek bir yıldız parlıyordu karanlıkta. Can’a hiç söyledin mi Gülsen dedim “gökyüzüne bak bir yıldız göreceksin işte o benim” evet söyledin diyorum.  Tatile giderken söyledin hatta ondan önce öleceğini -çünkü normalde hayat bunu gerektirirdi önce doğan önce ölürdü-düşündüğünden  ve de ben yokken yanında beni hatırlasın diye “Can,  akşamları gökyüzüne bak, en parlak yıldız benim, sana merhaba diyorumdur” demiştim.


Birlikte tatil yaparken de  balkon duvarında yürürken ben  az bağırmamıştık  yanımızda olmayan tüm aile üyelerinin adını sayarak “kuşlar Cem’e selam söyleyin kuşlar, İ.’ye selam söyleyin, T. ye selam söyleyin kuşlar“ 

Migros’tayım yılbaşı süsleri  “aaa bu melek, bu mor toplar çok güzel alalım” sesini duymuyorum yavrum, kaç yıl yerini yeni bir yıla bırakırsa bıraksın ne önemi var ki o ki  saat tam 12’yi vurduğunda yeni yıl  seni bana getirmeyecek Oğlum?


14.12.2015 16;03



Seninle birlikte süslediğimiz ve düzenlediğimiz son yılbaşı ağacının resminin altında 14.12.2015 yazıyor. Ama bu benim F. teyzene gönderdiğim tarih 12 Aralık 2015 Cumartesi günü süslemiş olmalıyız. Ben çok iyi hatırlıyorum 31 Aralık 2015 Perşembe gününü. Birlikte zencefili, tarçınlı yılbaşı kurabiyesi yapmıştık. Ekim 2015 de İstanbul’da gittiğimde ki o gün Ankara Garı katliamı olmuş, ben uçak biletimi aldığımdan istemiyerek ve çokk kötü bir halde gitmiştim. İşte o ziyaret sırasında kuzenin İ. arkadaşlarıyla yılbaşını kutlayacağını,  yılbaşına özel zencefili, tarçınlı kurabiye yapacağını üzerini de süsleyeceğini söylemiş ki sonra whatsapp’tan 31 Aralık 2015 günü yaptığı kurabiyelerin resmini yollamıştı neyse ben de internetten güzel bir tarif bulmuştum ki zaten yılbaşından bir hafta önce okulun Christmas, Noel tatiline girmişti, benimleydin o hafta 2014 yılında olduğu gibi.


Bizi de ömrümde ilk defa birisi yılbaşı için evine davet etti ki  o kişi dayım H.’ydi. Çünkü kuzenim P. Amerika’dan gelmiş, halalarıyla birlikte geçirmek istemişti yılbaşını. Bu da yıllarca “önemli olan çekirdek aile, çekirdek ailedir” diye diye başımızın etini yiyen dayıma bir gol olmuştu çünkü kızı “bizdeki aile ilişkisi mi Amerikalılar nasıl düşkün birbirlerine bir bilseniz. Önemli günleri hep birlikte kutluyorlar, kendi elleriyle hediyeler hazırlıyorlar. Bu sene bende öyle kutlamak istiyorum“ demişti.



08.08.2013 10;45 şeker için ağlamışsın




Zaten yavrum o kadar acayip  bir mantığımız vardı ki bir şeyin geçerli, doğru olması için  illa ki Avrupa ya da ABD de geçerli olduğunun, yapıldığının   tescili, lazımdı. Yurt dışına bir seyahatte biri dedi ki “anlamıyorum şu pasaport kontrol noktasını geçtikten sonra o kaba saba, kurallara uymayan yere tüküren, çöpü ortalığa atan, kırmızda geçen, bağırarak konuşan Türkler bir anda nazik, görgülü, kurallar uyan  bir Avrupalıya dönüşüveriyorlar. Dönüşte dikkat et uçak Atatürk Havaalanına iner inmez eski haline dönecek insanlar. Bütün sihir o pasaport kontrolü yapılan ülkeyi ayıran kulübelerde.


Sende P.yi tanıyordun,  Amerika’dan gelmişti, mutfakta masa başında oturuyorduk kucağımda sen o da bize Üniversite kampüsünde otururken sincapların gelip nasıl elindeki marulu kaçırdığını anlatıyordu ki içinde hayvan olan her olay seni acayip ilgilendirip,  heyecanlandırdığından pür dikkat dinliyordun P.’yi. Yine de ben  sen sıkılma sohbete katıl diye  “nasıl yani, yok canım, Can duyuyor musun sincaplar  hop hop dolaşıyorlarmış  marul da yiyorlarmış, biz ceviz yer biliyorduk değil mi” tekrarlıyordum ama gerekte yoktu çünkü sana inanılmaz görünen bu olayı “ marul mu “ diye  sorular sorarak anlattırıyordun   P.’ye.



                  






Kurabiye yapmayı severdik seninle sen hamuru yoğururken rahat et diye Tchibo dan hamuru üzerinde yoğuracağımız ki F. almıştı ondan görünce ben de  turuncu renk bir silikon bile almıştım. Onu tezgâhın üzerine seriyor yoğurduğum hamuru eline veriyordum. Kurabiye yaparken yumurtaları ben kırarım der kıramazdın bana geri verirdin ama vanilyayı, kabartma tozunu, şekerini  sen koyardın tabii ki yağ hariç “ben yaparım” en çok kullandığın sözcüktü. Ve az mı omlet yaptık seninle ahhh yavrum sensiz bir tek gün dahi omlet yapmadım, yapamadım küçükken  mutfak sandalyesini tezgaha yaklaştırırdım, tabağa kırdığım yumurtaları çırpardın az tuz atardım ben sonra yağı ısıttığım tavaya dökerdin yumurtaları, elin yanacak diye çok korkardım   “dikkat et” komutlarım ve benim yardımımla.  Usta aşçılar gibi fırlatırdım omleti tavadan,  başarırdım da, tabii yağ etrafa dökülmesi diye lavaboda yapardım fırlatma işini gülerek, keyifle “başaracaksın” diyerek  izlerdin “Can bak başardım” alkış senden. Sonraları ne zaman omlet yapsak hep “haydi fırlatsana” dedin bana. O kadar ilgiliydin ki yemek yapmakla ”aşçı olacaksın galiba “derdim sana “ valla ol çok para kazanırsın” bazen de sen derdin bana “galiba aşçı olacağım”...

Mutfaktayız kavanozun kapağını açamıyorum  “offf açamıyorum”  “annemde açamadı  ben açacaksın dedim açtı, sende açacaksın sihir yapacağım.” gerçekten açıyorum  demedim mi .Bir sihir yapsan Can’oo “abra kadabra” baksam sen karşımdasın....






keyfin yerine gelmiş şeker ağzında


 İstanbul’dan  aldığım  büyük, orta ve küçük boy çam ağaçlı kurabiye kalıplarını kullanarak yapmıştık kurabiyeleri. Sana  küçük çam ağacı,  insan, kalp, yıldız kalıplarını vermiştim, “bunlara yap”. Bir de minnacık bir yuvarlak top gibi şekilsiz kurabiye yapıp tepsiye koymuştun. Bu tepsidekiler senin yaptıkların. Balkonda ki fırına  koyduk  tepsileri ki kapıyı açar açmaz bir soğuk “aman içeri gir üşüme, Can unutmayalım yakmayalım”  derdim sana fırına bir şey koyunca ki hep yanardı o ayrı mevzu. Gerçi en çok sevdiğimiz şeyde  kıtır dediğimiz yanık yufkaları yemekti. Al sana kıtır derdik annem ve ben.

Bir gün annem yufkayla börek yapıyor baktım sen pişmemiş yufkaları ağzına atıyor, kaçıyorsun  “ aaa yeme, anne bak Can’a çiğ yufka yiyor“,  “ben hep yiyorum, annem bir şey demiyor”  şaşırdım “o zaman tamam” dedim. Ve tabii ki “ayyyy yandı” bağırmamla birlikte koşuyoruz balkona “Can yine yaktık “ merakla çıkardığım tepsiye bakıyorsun mutfakta ocağın üstüne koyuyorum koşarak “ayyy elim yandı” tepsiye eğiliyorsun eline alıyorsun bırakıyorsun “çok sıcakk”  “dur azıcık soğusun” tabağa alıyorum dayanamıyorsun çam ağacını yiyorsun ” ağzım yandı”  suyu uzatıyorum. Ve  bir Can Gülsen klasiği  yaptığımız kurabiyeleri dedo yemesin diye çamaşır makinasının üzerindeki kilerimize, dolaba kaldırıyoruz. Sonra eve  geldiğinde önce dolabımızdaki  kurabiyelerden alacaktın.

Yılbaşı olmasına rağmen  annen akşama kadar çalışırdı. Annen evlenmeden önce de M.dayınla birlikte sevmezdi yılbaşlarını, bayramları adeta nefret ederdi;  “ ne gereği var, yılbaşıymış, bana ne, millet yiyecek içecek ertesi gün onca iş, temizlik yaparken biz, onlar tertemiz evlerinde yan gelip yatacaklar ” şikayetiyle  yıllarca  evde  evli kardeşler, torunlarla  yılbaşı  kutlamamıza karşı çıkıp nemrut bir suratla otururdu yılbaşı akşamları ve illaki de belli bir saatten sonra  Y. teyzenle dışarı çıkardı. Kısacası evlenen kadar burnumuzdan getirdi öyle ki son dönemlerde bizde dışarıda kutlamaya başladık Çağdaş gazeteciler derneğinin lokalinde, Ali diye bir sanatçı çıkardı Ahmet Kaya şarkıları söylerdi ve biz hepimiz istisnasız aşıktık adama.




                                          31.12.2013 19.45 bayılırdın tombalaya





Annen bekarken karşı çıktığı yılbaşı kutlamasını sen varsın diye yapmak istiyordu  bence. Yine de aslında aileyle pek muhatap olmak istememesine rağmen sen vardın ya  artık, mecburdu çünkü her çocuk yılbaşını severdi. Sen doğduktan  3 ay sonra ilk yılbaşını 31.12.2009 ‘da  evinizde annen, baban ve sen kutladınız ki  3,5 aylıktın sen ve  daha F. teyzenin oraya taşınmamıştınız. Sonra 2010 1 yaş 3,5 aylıksın yine evinizdesin. 2011, 2012 yılbaşı ağacın var, süsler aldık annenle, seninle o akşam bize geldiniz diye hatırlıyorum ama çok kalmadınız. 2013 sen bizim mahalledesin. Her yeğenime yaptığım gibi seninle de illaki o gün bir bahane bulup dışarı çıkıyoruz  “iyi yıllar” demeyi bil istiyorum. Bir bahane bulup ya çiçekçiye, ya yılbaşı şapkası, düdük, kurur yemiş, pasta almak için markete, kırtasiyeye, kuruyemişçiye, pastaneye götürüyorum seni,  alışveriş bittikten sonra “iyi yıllar “diyorum  kasadakine, tezgahtakilere sana bakıyorum sende tekrarlıyorsun “iyi yıllar” başını okşuyorum.

Bir keresinde taksiye bindiğimiz hatırlıyorum Basın sitesine gidiyoruz birlikte  şoföre “iyi yıllar” diyoruz. Severdim o gece insanlara iyi yıllar dilemeyi ve yeğenlerimde o günün bir özelliği olduğunu bilsin istediğimden aynı coşkuyu paylaşın isterdim. En çokta büyüyünceye kadar İ.’yle dışarı çıkmış “iyi yıllar” dilemişimdir insanlara. Eğer yaşasaydın yavrum  seninle de  kutlamış olacaktım ama...Sana şapka alıyorum, düdük birde çok seviyorsun üflemeyi  ve tombala oynamayı. Tombalayı yalnızca o gece değil ki hala saklıyorum o tombalayı, her zaman  oynamayı sevdin sen.










Ne garip değil mi kuzum, birlikte kutladığımız, senin algıladığın  ilk yılbaşıda  birlikte aldığımız tombalanın resmini çekmişiz. Sen mavi, mor ve yeşil kağıt çekmiştin takibini de ortak yapıyorduk “ben çekeceğim” çekerdin,  ben okurdum “ ben de var  mı” .Eğer  numaran sana aitse pulu yerleştirir diğer  oyuncuların kağıtlarına bakardın,  birinin numaraları dolmuş bir  ya da iki tane sayı açıkta kalmışsa  heyecanlanırdın “eee bana niye çıkmıyor, haydi” Kazanmayı çok isterdin ve kazandığında da  kırmızı olurdu yanakların al, al. Yılbaşı ertesi hafta, ay  aklına geldiğinde oynamak isterdin ben, sen v annem oynardık birlikte. Bu sayede sayıları da öğrenmiştin. Pul un üzerindeki sayıya bakar kâğıtta arardın. Ve  elbette 9 ve 6 yı karıştırırdın sende.



Ve daha basın sitesindeyken sen kağıt oynamayı da öğrenmiştim.52 tane kağıt eksik var mı diye 1, 2, başlar kız vale papaz üst üste koyardık önce. Sonra dağıtırdım “ben dağıtacağım” tamam önce bir karıştırayım, eline verirdim  beş tane sen açık bir biçimde dağıtırdın, “olmazz”, ortaya koyduğumuz dört kapalı bir açık kağıtlara anlam veremdin bir türlü ama oğlanın bütün kağıtları aldığını öğrendin ya eğer oğlan varsa “bakkkk “ derdin , ve benim elime bakardın, piştileri arkaya arkaya yapınca ben suratın asılırdı ama ben hemen senin pişti yapmanı sağlardım. Oyun bitince ben kazandım bakkk ne çok kağıdım var.. Dur sayayım, birlikte sayardık “evett sen kazandın“ .Kaç kaça olduk “1-1  yada sen 2 ben 1 “derdim o kadar çok oynadık ki ben artık tamam derdim sense “bu son , bu son “ diretmelerinle dediğini yaptırırdın. Bazen iki deste kağıdı karıştırarak oynardık oyun uzasın diye. Hala o kağıtlar çekmecede Can’o. Bıraktığın yerde...Annen gelince  “bugün Güşeni yendim öyle çok pişti yaptım ki –pişti yapınca peş peşe sıralanırdı ya kağıtlar pek hoşuna giderdi-  kağıtlar burdan buraya kadar dizildi.”









31.12.2013  Salı; sen bizdesin bir telaş hazırlanıyoruz, G.teyzenler de gelecek. O kadar güzel bir sofra kurduk ki seninle birlikte  ” geç kaldık valla, bunu da masaya koy Can” çabuk telaşıma karışan senin “aman aman “ telaşlı koşturman, parlak taşları, topları  sofra bezinin üzerine  serpiştirmen...  Kuş sütü eksik o kadar diyeyim. Ki ben yılbaşı sofrasında her şey olsun isterdim. Her şey, ne kadar çok şey hazırlarsam hazırlayayım hep eksik varmış gibi gelirdi gözüm doymazdı.






işte birlikte hazırladığımız sofra




                        Hediyeni de çoktan almışım atlı bir müzik kutusu.










Çok severdim ben müzik kutularını, çalan müziği, hiç sahip olmadığımdan olsa gerek İ. dahil hemen hemen her yeğenime aldım. Kızlara  balerinli müzik kutusu alırdım.




              Saat 19;42 dayanamamış hediyeni erkenden vermişim birlikte inceliyoruz.




Çok sevdin sen o atlı karıncayı. Çalıp durdun  bir gün baktım kırılmış “Can çabucak kırdın be oğlum, dikkat etseydin ya”  “ettim”  yapmaya uğraştık yapamadık “boş ver , üzülme  Mustafa dedem yapar, tamir eder” dedin  zira Mustafa deden cidden de tamir işlerinden anlıyordu ve de sende tamirci çırağı gibiydin annen içinde her türlü tamiri yapacak  aletleri olan bir oyuncak seti almıştı çekiş vs. benzeri aletler vardı onlarla oynamaya bayılırdın tak tak tak çivi çakardın annem de  “ister misin bu çocuk tamirci olsun” derdi.



31.12.2013 20;57




Tabii  yılbaşının olmazsa olması pastayı da Özsüt’ten  birlikte  almıştık, maytap, mum tam on ikide kesecektim pastayı..... Ne kadar şıktın sen.


Asla yılbaşı akşamı geç yemek yenilmezdi bizde, herkes çabucak acıktığından hele de dedo   bir an önce yemek yemek istediğinden, insanların toplanmasını beklemek büyük işkence olurdu onun için. En geç 6,30 da herkes masa başındadır, yemek servisi başlamıştır. Hindi çocukluğumdan beri yılbaşında evimizde pişerdi. Sen o günün özel bir gün olduğunun farkındaydın  ama o özelliği  anlamlandıramıyordun ve o gün de seninle yine “hoş geldin yeni yıl” şarkısını söylemiştik. Küçük çam ağacımızı salona getirmiştim, ışıklar yanıp sönüyordu.


2013 yılı hareketli bir yıl olmuştu  senin için; ev değiştirmiştiniz, ev almıştı annen, artık senin yaşam alanın, gezeceğin parklar, gideceğin kreş, AVM’ler  değişmişti.. 




05.09.2013 Doğum gününden 2 gün önce yeni evinde  pek sevdiğin dans eden  robot’unla 




Annen  huzura ermişti, sakindi  M.dayına  “ H.  Can’a bakmaz olaydı, her yer  yağ içinde kafayı yemek üzereyim. F. mi  güya abla, o kadar bencil ki, hiç yardımcı olmuyor bana. Ya onca ay  aynı apartmanda oturduk insan arada  gelip bakmaz mı ne var ne yok “ ne yapıyorsun kardeşim” diye. Çocuk kusuyor öyle bıraktı gitti. Kocası da öyle o kadar ay bir kere kapıyı açtı o da Y. kocasıyla yemeğe gelince. İnsan  hiç mi merak etmez. Bir an önce bir ev  alıp ordan çıksam” şikayetlerin  yerini “ sinirlerim  bozulmuyor artık, her şey yoluna girdi.”  “Y. teyzene “ ayy iyi ki annemlere yakın almışım evi, nasıl rahatladım anlatamam, her şey yoluna girdi. Gülsen elim ayağım bana çok yardımcı. Evim tertemiz kalıyor, yorulmuyorum, gözüm arkada değil. Can çok mutlu, çok düşün Gülsen’e” diyerek  yanımızda  ev almasının onu ne kadar mutlu ettiğini ilan ediyordu.







         07.07.2013  Pazar, tatildesin, insanları hep böyle izlerdin.




2013 yılı her şeyin farkındasın hayatın, olanın bitenin, isteklerini, düşüncelerini ifade ediyor, hayallerini anlatıyorsun. 5 Temmuz 2013 Cuma  günü Dikili’ye  gidiyorsunuz ailecek  G. teyzenler  de orada, birlikte  tatil yapacaksınız. Bizde annemle tatile çıkıyoruz zira sen tatilden dönünce  biz Ankara’da olmalıyız. Sen G.’nin kızı   İ.’yle iyi anlaşıyorsun. Her gün arıyoruz “ne yapıyor Can’o, bizi soruyor mu” konuşuyoruz seninle “denize gidiyolum.. dondurma yiyolum...kedi var...balıklar”, “patika yollarına da git Can”  







bu videyu youtube yükledim haberin olsun





08.08.2013 Perşembe Ramazan bayramı, şeker bayramına bayılıyorsun ve ben sen şekerleri kendin al diye Migros’a götürüyorum yine eline bir poşet veriyorum, Kent, Şölen, Ülker şekerleme standaları arasında  nasıl mutlusun  “haydi  seç  hangisinden istiyorsan” küçük minnacık şekerlere, sevdiğin karamelli, sakız gibi beyaz olanlardan ve tabii ki badem tabii ki lokum, çikolata.





08.08.2013 10:40  gözlerin hala kendi  seçtiğin şekerlerde




2016 yılı Temmuzu;  şeker bayramı arife günü hayatını kaybedene kadar Oğulcuğum her şeker bayramı öncesi biz seninle arife günü de dahil  illaki şeker almaya gittik birlikte. Sonra  “haydi Can,  misafirler gelmeden  şekerleri koyalım   şekerliklere”le dememle  birlikte koyduk tabaklara. Sen lastik gibi  şekilli renkli Haribo şekerleri de pek  severdin ama zararlı olduğundan ben almak istemezdim “annem o şekerlerden da aldı bana “ dedin bir bayram bana. Babaannenin aldığı şekerleri de anlatırdın bana.


Sağlık ocağına Doktora Ertuğrul beye götürdüğümde ki  ne  ağlardın gelmek istemezdin  “balon veriyor oğlum, lolipo”ta derdim susardın “ama acıtmasın” boğazına bakılmasından nefret ederdin  geri geri çekilirdin arkama gizlenirdin  doktor “aç “ der demez. Annesi derdi Ertuğrul bey ona istediği renkten balonlar vereceğim. Sen seçerdin hem lolipopunu, hem de balonunu.  En az iki lolipop   Annesi derken bir tek gün  “annem değil teyzem “ demedin oğlum öyle normal, sıradan bir anne gibi kabullenmiştin beni, belki de hep yanında olduğumdan..


İşte  2013 Ramazan Bayramında  “kahvaltıya gelin demiştim ben, daha iyi olur”  ve  sabahın erken saatinde hazırlamıştım masayı. Erkenden gelmiştin zira erken kalkardın zaten. “ İyi bayramlar “diyerek  içeri girmiş hemen kurulmuştun aşağıdaki resimde olduğu gibi sofraya, annenin “oooo sofraya bak”....


 
baş misafirsin




 Güzel oğlum benim kahvaltı sonrası  ”haydi çocuklar, bayramlaşalım “ diyerek  ben her bayram olduğu gibi harçlığını vermiştim çocukların. Elimi öp bakalım, öpüp başına koymuştun, yanaklarından öpmüş sarılmıştım her zamanki gibi, harçlığını da cebine  “Gülsen bana bayram harçlığı verdi anne “  Paraya el sürülmesinden nefret eden annenin   “tamam elini yıka hemen” talimatı. Sonra  babaannenlere gideceğinizden kalkardınız  hep olduğu gibi  pencereden bakardım ardından el sallardın. Hep yatığımız gibi yapılan böreklerden, yemeklerden koyardık  evde de yemen için.


  Ertesi gün ben annemle, babam Ankara’daysa onunla  gelirdim size bayramın anlamını öğren diye  “bayramlaşmaya”. “Babaannen harçlık verdim mi”  “büyük para verdi, kağıt” “ çokk şeker vardı çokk” ,  “o kadar şeker yedi ki dün dişleri çürüyecek “ serzenişi annenin ve sen bize çikolata tutardın. 




       Ah yavrum ahhh sen ne kadar içten gülümseyen, mutlu  bir çocuktun . Nasıl kıydı sana nasılll







Sen bizdeyken misafir geldi mi  değmeyin keyfine, iyi bir gözlemcisin ya misafirleri gözler pek yanlarına yaklaşmazdın, çekinirdin de. " Haydi oğlum şeker tut"la eline verdiğim şekerleri, kolonyayı   misafirlere tutar , “sağ ol yeğenim “ derdi mesela İ. amca, G.teyze  sevinirdin misafirler gittikten sonra da bu defa bize ikram ederdin, zorla verirdin.



                          
                                       bütün derdin şeker yemek 



(yaşar bu resimde  karşı koltuktaki insanları çıkarabilirmisin yani resim yarım olabilir.Can ben annnem )

Evet işte 2014 yılına gireceğim o yıl 31.12.2013 günü toplandık her şey tamam, yılbaşı şapkan bile. Zaten yönetici Cem apartmanın önünü, çevresini  öyle bir süslemişti ki herkes gıpta etmişti ve sen o süslerle az oynamamıştın. 





                      31.12.2013 21;27




O akşam  Paris’ten aldığımız şarabı açtık, her şeyin  geleceğin mutlu ve huzurlu olması dileğiyle ve gözümüz hep sende “ şundan da ye Can dur, Can bak,” kutladık  yılbaşını, siz babaannelerde gideceğinizden ve de erkenden uykun geleceğinden pastayı da erken kestik. İşte ölünceye kadar beni sarsan o  anda o gece videoya alındı. Pasta geliyor salona, sen pasta üzerinde mum söndürmeyi her zaman çok sevdiğinden eve pasta aldığımda mum da alırdım yanında ve yakardım sen söndür mutlu ol diye. Elektrikleri söndürüyoruz  karanlıkta üzerinde mum yanan pastayla giriyoruz salona. Ve sana bir dilek tut Can’o diye bağırıyorum, gözlerini kapa dilek tut. bu akşam ne tutarsan  olur”









Ve sen  bir dilek tutuyorsun videoda görüldüğü üzere. O dilek tutuş anındaki yüzünün ifadesi var ya yavrum, o gelecek günlerde dileğin olmasını istediğin o umutlu ifade .......ne yazayım ben yavrum söylesene, ne yazayım....










Ne tutun söyle teyzene “ söyleme Can gerçekleşmez”  söyledin yavrum, söyledin o kadar komik ve çocukcaydı ki ama hatırlamıyorum, belleğimi zorluyorum hatırlamak için olmuyor. Sadece mutfakta  “insan teyzoşuna, arkadaşına  her şeyi söyler”  dediğimi  ve senin de bunun üzerine bana dileğini söylediğini hatırlıyorum. babaannenlere de geç kalmayın  diye saat 12’yi vurmadan 2014 yılını pastamızı keserek karşılıyoruz...pastanın üzerindeki ilgini çeken çam ağaçları ve  Noel baba, onları birlikte aksesuar renkli mumun içine koyduk... yavrum hani her geldiğinde oynadığın  o pastanın üstündeki süsler hala o mumun içinde sen yaşadığındaki  gibi,  yerinde duruyorlar. Ve “iyi yıllar “ dileyerek ayrıldık ki ertesi gün ilk yeni yıl kahvesini sizde içmeye geldim ben.


Güzel yavrum, annem benim... meğer  senin elindeymiş hayatımızı, geleceğimizi anlamlı kılan, yaşama sevinci veren  hayatla bağlantımızı kuran ip .O ipi bıraktın yavrum sen, hayatın ipi öyle bir hızla, öyle bir kurşunlayarak  beni elimden kaçtı ki oğlum, yakalamam  imkansız yavrum....


Ahhhhh Can’o ah.... bu hayatta o kadar çok kurşun, vurgun yedim ki ben hem bu ülke, bu devlet, aile, arkadaş, kanser, hastalıklar  yine de  çabalardım .Hep böyle bir anaç, bir kendini feda etme hali belki en büyük olduğumdan belki çok kardeş olduğumuzdan annem bana emanet ettiğinden çocukları zira ev, yemek, çamaşır  annem ne yapsın hep. 






                  25.01.2015  yarı yıl tatilinde Ilgaz’da 



 Ve sen çok iyi biliyorsun güzel oğlum ben hep ayaklarıma karar sular inse, kalkamayacak kadar halsiz olsam bile;   “Can hastayım gel yanıma uzan sende  azıcık dinleyeyim oynarız” der   kalkar hazırlık yapar, oynardım sırf sizleri, aile üyelerini  mutlu etmek için.... kardeşleri, yeğenleri mutlu olunca mutlu olan biriydim ben ama bu hayatta yediğim en ağır kurşun senin ölümün yavrum. Deldi o kurşun yüreğimi, kanıyor durmadan, kalkamıyorum  yavrum. Elimi neye atsam seni çağrıştırıyor. Dolabı açıyorum ayakkabı giyeceğim  kırtasiyeden aldığımız şeffaf  naylonla ayakkabı rafını  nasıl kapladığımız ,  “Can bant” der demez her şeyin yerini öyle bilirdin ki koşarak getirirdin.

Bütün ev, sokak sen yavrum...Bazı şeylerin insanı teselli edecek “birazı” olmuyor yavrum, hayatın,  ölümün, aldatmanın, ihanetin. Tüm bildiklerimi unutturan “ölümün” gerçekleştiği o günün o an’nın içinde hapsoldum ben,  dönüp duruyorum ta ki yanına gelene kadar.Ne yazık ne kadar da çabuk bitti her şey, yok yok yavrum insan eliyle bitirildi güzelliğin, mutluluğun....