25 Aralık 2015 Cuma

Bu taş sana Amed, duydun mu



Bir yıl daha bitti... bitecek… ve yine “o mahur beste” çalarken “müjganla biz ağlaşacağız”. Eninde,  sonunda da  her yıl, her yalan gibi,  her yol,  her hikâye de  bir gün biter değil mi Hevalım?  Koşsan da tutamazsın….

Belki, ölümle çerçevelendiğinden hayat aldırmasak ta;  “hüznü bıraktım yeni hüzünlere merhaba”nın yaşanacağı bir yıl daha  başlıyor Hevalım; takvim öyle diyor.

Niyeyse yılın biteceğini müjdeleyen ışıl ışıl şehrin  “yılbaşında ne yapalım? ne pişireceksin? ikramiye yine çeyrek bilete çıkar” uğultuları; telefonları, vitrinleri, ekranları kilitleyen  “yılbaşına özel...”, “happy new year”, “sersala we pîroz be” ler;  illaki söylenecek “bir yıl daha geçti ömürden”nin burukluğu.

Evin, meyhanenin, otelin, kafenin buğulu camına akseden yılbaşı telaşına karışan gözyaşları mı? Bir kez daha umudu, barışı, sevdayı ziyan etmiş yılın bitmesinden değildir. “Geçen sene şurada oturuyordu“nun düğümlediği kalbin figanı gözyaşları; kaybedilenedir.

Yılın onsuz bittiğinin inanılmazlığında; yılsonundan yılbaşına atlanan o kısacık  çizgide  “ on…dokuz…sekiz….“le  geriye sayılırken; siz de  ona veda edeceksinizdir. Onsuz  devam edeceğini bildiğiniz  hayat...yeni yıl…yıllar can yakar…anlıyor musunuz…can.

Bu yılda, yanında yaşama sevincini de götüren; hendeklerin, barikatların ardında, önünde, trafikte; ne çok, ne çok; bir günde Suruç’ta tam 34,  Dağlıca’da 16, Ankara’da 103, Paris’te 130, Bağdat’ta, Suriye’de yüzlerce insan öldü, öldürüldü.

Her insanla birlikte öldü, öldürüldü; kültürel mirasları zarar görmesin, yıkamasınlar diye 75 yıl önce Paris’i, Prag’ı yenilgisi kaçınılmaz Hitlere, savaşmadan teslim edenlerin akıbetinden habersiz; Kurşunlu cami, dört ayaklı minare, surlar,  Cizre, Nusaybin,  Amed,  Şırnak....

Hani durmadan özgür, güzel bir gelecekleri olsun diye mücadele edildiği söylenen çocuklar var ya, onlarda şehirlerle birlikte;  öldüler, öldürüldüler. Onlarca Davut Özer (13), Mehmet(11) Meteler de  yitti, gitti işte ; onlarca Uğur Kaymaz (12),  Berkin Elvanların ardından.

Ah...ah...ah ki ne ahhh.. Ah, duyguları, hayalleri  “Kobani” , “alan hâkimiyeti”, “kanton” , “direniş” sözcüklerinin kocamanlığında eriyen;  zırhlı, askeri  araçların ablukasındaki sokaklara çıkmaları yasaklanmış;  Hevalleri, oyuncakları çöpsler, toplar yerine, uykularını bölen kurşunlar,  kalaşnikoflar, maskeler, tuğlalar yapılmış çocuklar, ahh !!!

Barikatlar kurarken; kulaklarında “serhildan jiyane”, “işgalci T.C”, YDG-H”, “PKK”, “Çerxa Şoreşê” nin yankılandığı  Kürt çocukları, ahhh..

 Önlerinde; hendekler kazılan, EYP’ler, molotoflar hazırlanan,  polisin, askerin evleri bastığı, insanları tutukladığı o çocuklar için savaş; yemek, içmek, giyinmek gibi hayatın olmazsa olmazıdır. Polisi, askeri taşladıkları gösterilerde; gaz bombalarına, kurşunlara, TOMA’lara muhatap dünyalarının kazananı da hep; birbirini tarayan askeri, gerillayı müstehzi gülümseyişiyle seyreyleyen ölümdür.

Gözlerinin önünde; bankamatikten para çekerken astsubay Ziya Sarpkaya’nın; sokaklarda Helin Hasret (12), Selamet (44)Yeşilmen’nin; onca asker, polis Haydar Çetinlerin; onca gerilla (Fırat Kurtay) Mustafa Özmenlerin öldürülmesi, Kürt çocukları için öylesine olağan, öylesine de meşrudur ki.

Zira onlarda öğrenmişlerdir; düşman saydığını öldürmesen, onun seni öldüreceği savaşta; her ân bir kurşunun, bombanın herkesi; anneyi, babayı hayatından edeceğini; sırtta enkazından kurtarılan yatak, yorgan;  yıkılan, yakılan evin, mahallenin terk-i diyarını.

İşte Kürt çocuklarını; gençlerini merhametsiz savaşın pençesine atan, bir asır Alevilerin..., ..., Ermenilerin…., …, devrimcilerin, …, …,  mütedeyyinlerin  de nasiplendiği inkarı, asimileyi kurumlarıyla, medyayla dayatmış ulus devletin; sırf Kürt diye, Kürtçe konuştu  diye insanlara b.k yediren ötekileştiriciliğinden; Beyaz Toros’lu,  darbeli  zulmünden başka bir şey değildi.

Bugün, deniyor ki, söz geçirilemeyen “savaşın içine doğmuş son derece öfkeli bir gençlik var….”.  İyi de 100 bine yakın Kürdün, binlerce Türkün öldüğü 40 yıl sürmüş iç savaşla ihtiyarlamış kendinden önceki en az üç kuşaktan farklı olarak bu gençler; “PKK”yla müzakereye, “Bıji Serok Apo”nun ev hapsine, eşit yurttaşlığın Anayasada tanımına kamuoyunu ikna etmiş “çözüm sürecinin” tanığı değiller miydi?  

Ki  o süreç; sorunları diyalog, uzlaşmayla çözen, insan odaklı  medeni dünyanın demokrasi, özgürlük, eşitlik, özerklik mottosuyla devinecek bir Türkiyenin de habercisiydi.

Kadri, kıymeti savaş tekrar başlayınca anlaşılan çözüm sürecini “devlet”, “hayır, PKK bitirdi”, “camiyi devlet”, “hayır, teröristler yaktı” ekseninde; “savaştığımdan daha insancıl, demokratım, daha özgürlükçüyüm, daha...daha...ları” tuzla buz eden; harabe evler, virane  sokaklarda  kurşunlarla, bombalarla parçalanmış bedenlerdir.

Hem, sen söyle gula min, birbirinin hem ilacı, hem zehiri; savaşın taraflarının kendi haklılıklarına inanmaları, yetiyor mu; babalarının, annelerinin tabutları başında ağlayan onca Eymen Çetin (6);  onca Sevcan (9) Yeşilmenlerin gözyaşlarını dindirmeye? Yetiyor mu babasız, annesiz kalmanın travmasını atlatmalarına? Yetiyor mu, ölümleri durdurmaya, her polis, asker, her gerilla cenazesiyle çoğalan öfkeyi, nefreti yüreklerden silmeye? 

Devlet dahil her kesimin, herkesin demokratikleşmesini, sivilleşmesini geciktiren bu savaş, şiddet ortamı; ırkçılığından arındırılmış bir eğitimden, onca Dilek Doğanların katillerinden hesap sorulmasına; kadın cinayetlerinden, işsizliğe, hava kirliliğine kadar; hayatı zindana çeviren onlarca sorunun gündemini, çözümünü engelleyendir de.

Şimdi, savaşın ortasındaki Kürtlerin; kılına zarar gelmesini önlemek yalnızca devletin değil,  Kürtlerin hakları için savaştığını haykıran PKK’nın, siyasi temsilcilerinin de  boynunun borcudur.

Şu ânda,  izi ömür tüketen acıları, vahşeti yaşayanların; genç kuşağın aynı acıları yaşamasını istemeyecek asaletleriyle; hayatı, çocukları ölümün elinden çekip alacak BARIŞA, silahları susturarak şans tanımaları, onların en görkemli zaferi olacaktır.

Üstelik, hayatları bir Fransız, bir Amerikalı kadar değerli Kürtler; Türk ulus devletinin ayrımcılığına,  otoriterliğine, sansürcülüğüne karşı, evlatlarını öldüren savaşın, silahlı mücadelenin dışında alternatifler, politikalar üretemeyecek kadar çözümsüzlüğe mahkum, bilgelikten uzak bir halk değildir.


Hevalım yıl bitiyor. Belki üzerinde renk renk ışıkların oynaştığı Noel ağacına imrendiğini saklayan, saçmalamaya bile hakkı olmadan büyüyen çocuklardan olduğumuzdandır; envaı çeşit yılbaşı süslerinin önünde altı yaşındaki Can’nın “anne, köpek niye var” sorusuyla irkilmemiz. Mavi, gri, altın sarısı meleklere, toplara bakan gençlerin “Paşam, yılbaşı hediyesi kurasında Duru çıktı ya bana.....” kahkahaları,   “haydi, Star Wars’a...” konuşmaları.

Belki “amannn bunca derdin arasında, her şeyi hallettim, yılbaşı da eksik  kalsın” diye düşündüklerinden, bizim;  tarçınlı, zencefilli yılbaşı kurabiyeleri yapan, “dünya sen varsın diye  güzel”le yılbaşı hediyesi veren ebeveynlerimiz olamadı.

O yüzden de; izin verilen yere varacak hikâyelerdense Hevalım, artık kendi hikayeni, hikayemizi yazma zamanı mıdır? Kim bilir ki...kim...

Yeni yıl kapıda Hevalım. Norveçlilerin bağımsızlığının 100. yılı şerefine Finlandiya’ya dağ hediye edilmesi için kampanya başlattığı dünyada, diyorlar ki Paris’te aşk...diyorlar ki Paris’te yılbaşı başkaymış. Bu taş sana; duydun mu Ankara… duydun mu Amed...

25.12.2015
Gülsen FEROĞLU


8 Aralık 2015 Salı

Hayır, ne sanmıştınız



Yine  içimizde uhde yaşanmamışlıklar… ölene dek sürecek Ankara’da katledilen  Başakların, Erenlerin yarım kalmış hayatlarının acısı…sarı, yeşil, kırmızı, kızıl özlemlerin akıtıldığı mezarlar...sonbahar hangisidir, söyleyebilir misiniz şimdi? 


Koynunda sakladığı sancılardan, özgür sevdalardan habersiz Ankara’da; günler, geceler de artık, son deminde hep sonbahar… elinizde de; onca yıl biriktirdiğiniz bütün bekleyişleriniz, düşleriniz… kendinizi,  hayatın manasız bir zaman diliminde sanırsınız.


O manasız zaman dilimi; bombalarla, kurşunlarla parçalanmış bedenlerin,  evlerin,  hendekli, barikatlı sokakların,  henüz adını koymadıkları bir dünya savaşının orta yerinde; hayatı, dünyayı zindana çeviren gaddarlık karşısında, öylesine yorgun, öylesine de kırgındır ki.


Ve öyle çok anlatamıyorsunuzdur ki “Gün gelir seni de vururlar ey savaş”ta yazdığınız “Gün gelecek gerçeğiniz yapılan yalanlar da sona erecektir; bir hayat gibi, bir masal gibi. Siz de, ne kadar sevmişseniz o masalı, inandırıldığınız o yalanı, o kadar üzüleceksinizdir”i.


Champs Elysees Cafe GeorgeV’de bir kadeh Corbières Boutenac’la; Louis Vuitton’dan Cartier’e, Cartier’den Guerlain’a hücum edenleri pür neşe izleyen siz Mademoiselle, siz Madame and Monsieur! Hayır, ne sanmıştınız! İnandırıldığınız; devletlerinizin demokrasi, özgürlük, barış için Ortadoğu’dan ellerini çekmedikleri yalanıyla yakılan, savaş ateşinin korlarının, yüreklerinize düşmeden söneceğini mi ? 


Hayır, ne sanmıştınız! Ömrünüze ömür katsın diye bir fincan kahvenin kalp krizi riskini azaltıp azaltmadığına dair araştırmalarla detaylarına indiğiniz hayatınızı keyf içinde sürdürürken,  Ortadoğu’yu harabeye çeviren savaşın enkazından yükselen dumanın, kan, barut kokusunun gökyüzünüzü kaplamayacağını mı?  Büyük muamma; CİA, MOSAD, KGB’yi bile  ayakta uyutan DAİŞ’in varlığının; özür dilediği “Irak işgalinden” kaynakladığını doğrulayan Tony Blair’in de sorumluluğundan kaçamadığı savaşın, ölümüyle Avrupa’ya uğramayacağını mı? Her şeyini; işini, okulunu, eşyalarını, evini, vatanını bırakarak bir tek kimliğiyle savaştan kaçan milyonlarca Ortadoğulu, Afrikalı mültecinin iyi, güzel bir hayat uğruna; şişme botlarda ölüm, kalım mücadelesi vere, vere kıyılarınıza çıkamayacaklarını,  dört yaşındaki Aylanların, Sedaların ruhunuz duymadan öleceklerin mi?


Ne sanmıştınız! Credit Suisse’ye göre dünyadaki varlığın %45.2’sine sahip dünya nüfusunun % 0.7’sinin; dünyanın yoksulluğu, adaletsizliği ve savaşlar üzerinde yükselen 113 trilyon dolarlık servetlerinden, gelişmiş ülkelerin refahından, demokrasilerinden nasiplenmeyi mültecilerin, akıl edemeyeceklerini mi?


İşte Mademoiselle  “İyi ki oralarda doğmamışız” güveninde;  “siz savaşı durdurun, biz zaten gelmeyiz” diyen 13 yaşındaki  mülteci Kenanları, Bağdat’ta, Beyrut’ta, Şam’da, Suruç’ta, Ankara’da DAİŞ’in canlı bombalarla hayattan kopardıklarını seyrede, seyrede…silah satarak, çıkardığı petrolü alarak tehdit gördükleri DAİŞ’i niyeyse büyütenlere  ses çıkarmaya, çıkarmaya yaşandı; bütün o sandıklarınızı darmadağın eden  Paris’te ki  katliam. 


Sonrası; katledilen Emilie Meaudlar, Eric Thomèler, Isabelle Merlinlerin yaslarını;  saygı duruşları, mavi, kırmızı, beyaza boyanmış statlar, şehirler, yakılan mumlar, trendi topic #PrayforParis, #TodosSomosParis hashtaglarıyla paylaşan; Ankara’da 102, Beyrut’ta 43,  Bağdat’ta 70 insanı katlettiğinde DAİŞ;  aynı duyarlılığı, samimiyeti göstermediğinden can yakmış, kahretmiş bir dünya gerçeği.  


Kaderini savaş yaptıklarından gün yüzü görmeyen Ortadoğu halklarını inim inim inleten onlarca Saddam’lı, Kaddafi’li, Esed’li yönetimlerin despotluğuna, hak ihlallerine yıllarca arka çıkan, kendi vatandaşları dışındakilerin acılarına,  kötü yaşamlarına duyarsız, riyakar kaldığından çökmüş  medeniyet de  böylece Pandoranın Kutusunda kilitli kalmadı, işte.


Dünyanın neresinde olursa olsun bir insanın ölümüyle eksilirken insanlık; meğer medeniyet diye parlatılıp önümüze konulan; komşusuna giren hırsızı görünce susan, hırsız ancak evine girdiğinde feryat eden bencilliğin, ayrımcılığın ta kendisiymiş.

Meğer olağan üstü kabullenilen; doğumla kazanılan eşit yurttaşlık hakkı için dahi mücadele etmek zorunda bırakılanların katledilmeleri, yargısız infazları değil, milyar dolarları silah sanayine yatıran gelişmiş ülke vatandaşlarının katledilmeleriymiş.


Sur’un, Cizre’nin, Halep’in çocukları da  çocuk görülmediğinden, Fransız çocuklar gibi bomba, kurşun seslerinden korkup “kötü adamlar var, evimizi değiştirmeliyiz” tedirginliğini asla yaşamazlarmış.


Anlaşıldı, her etnik  kökeni; Türkleri Kürtlere, Araplara;  Kürtleri Türklere, Araplara, her mezhebi, her kesimi birbirine şeytanlaştırarak kırdıran kanlı siyasetleriyle, Ortadoğu’yu avucunda tutanların vicdanlarını; kanlı  bir coğrafyada doğmak dışında hiç bir günahı olmayanlara reva  zülum  kanatmazmış.


Oysa, her şeyin hem birbirine çok yakın,  hem çok uzak kaldığı bu post modern çağda; sadece sermaye değil,  terör, şiddet, ırkçılıkta sınır tanımayıp küreselleştiğinden Ortadoğu’nun kullanışlı DAİŞ’i,  elbette ki dünyada  rahat, huzur  bırakmayacaktır.


Dünyanın insana biçtiği değer de;  devletinin vatandaşına, vatandaşlarının birbirine  verdiği değer  kadardır ki  hayat yerine, ölmenin öldürmenin şereflendirildiği iktidarların, örgütlerin hüküm sürdüğü  diyar-ı Mezopotamya’da sonbahar zemheriye  döndü, bile.

Nevizade de, Amed’de masalar, kürsüler çoktan taşındı içeri;  birer, ikişer. Şimdi  ayva reçeli yapmanın,  dumanı tüten çayla pencere önünde yağan karı  “Koma Sê Bîra’dan; altın yüzüğüm kırıldı ”yı dinleyerek seyretmenin   zamanıdır da.


Lâkin Türkünden Kürdüne, mütedeyyininden devrimcisine, herkesin elbirliğiyle huzurlu, mutlu, çatışmasız, gözyaşısız tek bir günü insana  çok gördüğü memlekette gula min;  beklenmedik, zamansız ölümlere aşina…“kınalı bir güvercin”i daha  vurdular… bir  minarenin dört ayağı arasında.


Her güne bir ânda hayatlarından olabilecekleri ihtimaliyle başlamanın telaşında; belli, kimselerin acelesi de  yok  ne barışa, ne de ölümün adını hayat yapmaya. Halbuki hayatın da, zamanın da umurunda bile  değildi; yaşadığın coğrafyanın bahtsızlığı… tükenmeyen bahaneler… keşkelerin… pişmanlıkların.


Dâyîka mın bak!  nefrettin, savaşın kararttığı hayatların hikayeleriyle yaşlanmış bir yıl daha bitti... bitecek… ve yine “o mahur beste” çalarken “müjganla biz ağlaşacağız”. Eninde,  sonunda her yıl, her yalan gibi,  her yol,  her hikâye de  bir gün biter değil mi Hevalım?  Koşsan da tutamazsın….


9.12.2015
Gülsen FEROĞLU