22 Mart 2014 Cumartesi

Söküklerini dik sözlerin






Elbette “kadının adı yoktur.”  Kül kedisinin Cinderella olduğu da kocaman  bir yalandır….o yüzden…artık uyuma vaktidir… evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… kurşuniydi gece; ekranlar kırmızı zemin üzerine beyaz “son dakika” yazılarıyla   müjdeliyordu  mahşerin atlılarının; “.... soyunda dönme olmayan Türkoğlu Türküm ben…” yemini ettirmiş Fikri Karadağ, Hurşit Tolon,  Sedat Peker’in , …, …,  tahliyelerini.


Muhabirlerde bir coşku bir coşku “ o da tahliye edildi, bu da…”.  Mahkeme önü linç timi elemanlarının cezaevi önü beyanatları;  Kerinçsiz  “….. Oslo görüşmeleriyle…. gelinen bu noktada federasyon bağıra bağıra gelmiştir”,  Veli Küçük “…….Türk birliği ve vatanın bütünlüğü için kesinlikle geri adım atmayız. “


 “Dava düşmüştür sayın yargıç” ve  hoş geldin kimsenin can güvenliğinin olmadığı 1990’lar,  işte özlenen tablo; Fethiye’de HDP’ye saldıran tesadüfen Türk doğup, tesadüfen  bu topraklara yerleşmiş ırkçılara pencerelerden Türk bayraklarıyla destek veren medeni bir o kadar da Atatürkçü insanlar.


Dün Altınova,  Emet, İnegöl, ..., …, Dörtyol’da,  bugün Fethiye, Bolu, Düzce, Aksaray, Samsun’da,…., Kürtlere linç karşısında her dine, mezhebe, etnik kimliğe eşit mesafede durması gereken, vatandaşının can güvenliğinden sorumlu devlet ne mi yaptı, koca bir  hiççççççç.


Ulus devletin ulusu dışında kaldığından ötekileştirilmişler zaten yıllarca; harcına tekçilik konduğundan akıl, muhakeme değil, vesayet, biat isteyen ulus devlet; bekasını koruyan, muhalifini, farklıyı cezalandıran bir hukuka ihtiyaç duyduğundan, adı var kendisi yok bir adaleti boşuna arayıp, durmuşlardır.


 ”Geçmiş Olsun Türkiye”, “Paşalar Gibi Çıktı”  manşetleriyle Ergenekon  tahliyelerine sevinen Posta, Hürriyet, …, …, gazetelerinin, “Silivri boşalsın” kampanyası sürdürenlerin, çıkardığı kanunla tahliyeleri  sağlayan hükümetin elinde oyuncak olmuş adaletteki adaletsizlik, artık  AB temsilcisi Catherine Ashton’nın takdirine  sunulacak düzeydedir.


Bir de deniyor ki suçu sabit Alparslan Arslan’nın, Zirve katliamı sanıklarının, …, …,  tahliyesi olmadı, olmadı. Haklılar tabii, insanları öldürme,  ormanları, köyleri yakma emrini veren tahliye edilebilir,  lakin emri uygulayan, tetiği çeken tahliye edile bilemez.


Netekim, milletvekilli Ali Şükrü Beyin, Halit Paşanın öldürtülmesi vari cinayetler ta 1923’lerden meşruydu. 15, 20 yaşındaki çocukların eline blog marka tabancalar, bıçaklar verip Rahip Santoro’yu, Hrant’ı vurduranların, vuranların,  Tilman Geske’in boğazını kestirtenlerin, kesenlerin rahatlığı da o meşruiyetin sonucuydu.


Nasılsa, ulus devletin karşıtına tahammülsüz Kemalist ideolojisiyle yoğrulmuş kamu vicdanı vicdansızlıkla eşleştirildiğinden; 1974 -1980 arası katledilen 5600 kişinin, Bolu-Sapanca-Hendek üçgenindeki seri cinayetlerin, MGK’da ölüm fermanı verilmiş Kürt işadamlarının, asit kuyularına atılmış köylülerin, onlarca Vedat Aydınların, Yusuf Ekincilerin faillerinin bulunmaması sorun teşkil etmeyecektir.


Zira ideoloji, eğitim, öğretim, medya eliyle öyle bir ikna edilmişliğe de imza atmıştır ki ulus devlet; öldürmeye, darbeye, katliama, yağmalamaya izin vererek masumiyetini kaybetmiş devletin yanına toplum da eklenmiştir. Önceside vardır da, 6/7 Eylül’de de; tehcirde Ermenilerin mallarını gasp ederek zenginleşenler gibi gayri Müslimlerin mallarını yağmalayıp hiçbir şey olmamışçasına hayatlarına devam edenler, masumiyeti bir kez daha kaybettirmişlerdir.


Sonrasında İlksan yolsuzluğunu “verdimse ben verdim”le noktalayan, 3 fidanın asılmasına el kaldıran Süleyman Demirel’in  Cumhurbaşkanı seçildiği;  Mesut Yılmaz’ın, Tansu Çiller’in mafyayla banka pazarlığı yaptığı,  bankaların   hortumlandığı, İbrahim Şahin’nin  “Türkiye seninle gurur duyuyor “la omuzlarda taşındığı, öldürülen gerillanın kulağından yapılan anahtarlığın ahaliye gösterildiği, …, …, ..., onlarca olayda  masumiyet öylesine yoklanmıştır ki, sonraki her olaydaki, her olgudaki  vicdansızlık mubah hale gelmiştir.


Biri öldürülüyor; adı Ali, adı Berkin, adı Burak,  adı .., adı…,; önce AKP, CHP, MHP,  BDP’li mi, solcu, sağcı mı, Türk mü, Kürt mü, Alevi,  Ermeni mi o araştırılıyor,  ki masumiyetin, sözün  bittiği yerde orasıdır. Masumiyet bittiğinden O ölümü; karşıtını köşeye sıkıştırmada, yandaşını bilemede kullanma çürümüşlüğü, ürkütmüyor insanları.


İster istemez her öldürülme,  her kayıp da geçmiş kayıpları canlandırıyor. Ulus devletin “Kürt yoktur” şiarının getirisi 30 yıl süren iç savaşın 50 bin insanı hayatından ettiği Türkiye’de; 5 yıl önce 12 yaşındaki Ceylan Önkol’un parçalanmış bedeninden dallara, taşlara konmuş parçalarını annesinin elleriyle toplayıp eteğine koyduğunu, 18 aylık Mehmet Uytun‘nun başına isabet eden gaz fişeğiyle öldürüldüğünü kaç kişi duydu,  kaç kişi ağladı, kaç kişi sokaklara döküldü?


Gezideki polis şiddetine, küçücük Berkin’nin sapanının, bilyesinin terörist imasıyla kullanılmasındaki acımasızlığa ayaklanan asırdır medyası, TUSİAD’ıyla Türkiye’yi yönetmiş beyaz Türkler;10 yıl önce Uğur Kaymaz’a terörist diye onlarca kurşun sıkıldığında  “çocuklar uyurken susulur,  ölürken değil”le ayaklansaydılar, acaba Berkin vurulur muydu, dün ? Hep, her zaman geç kalmaz mıyız zaten.


Gecikmemek ve de Türk medyasının kılavuzluğunun nelere kadirliğini öğrenmek adına, bir bakın bakalım; Genelkurmay’ın 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül,  28 Şubat öncesi gazetelere attırdığı manşetlere. Bir sorun bakalım bu ülkede adaletsizliğin tarihini kimler yazmış, “özgürlük, demokrasi, barış” diye diye kimler canından olmuş. Sonra düşünün Roboski katliamını “Sayın kaçakçı” yazısıyla kutsamış ulusalcıların nefretlerini  “Dünya güzelimiz Keriman Halis Ece Karşılayacak Feriköy'ün kapısında Berkin'i...” yazılarıyla, Berkin’le perdeleyerek harladıkları öfkenin ateşinin kimleri yakabileceğini. 




Şimdi, bugün, sokaklarında hep “Bedava ölüm, bedava”nın gezindiği, bir yanda “bozkurt” işareti yapan sosyal demokrat iddiasındaki ana muhalefet partisinin lideri, diğer yanda Twitter’ı yasaklayan Başbakanla sıkıştırılma talihsizliğindeki bir Türkiye. Yanında da isyanına karşı çıktığı Kürtlerden daha isyancı, taşla, sopayla, molotofla, havai fişekle saldırdığı polis ölse sevinecek, yaksa yıksa  İstanbul’u, Ankara’yı  rahatlamayacak,  “AKP devrilsin de nasıl devrilirse devrilsin“ modunda başbakanın ses kayıtlarına, tapelere inanmayanları parçalayacak kadar şiddet tarafgiri bir kitle.


İyi, güzel de daha dün Kürtlerin aslında kart kurt sesi çıkaran bir Türk boyu, Newroz ’un Türk bayramı olduğuna, Menderesin kıyma makinelerine,  darbelerin vatan hainlerine karşı yapıldığına, anarşist gençlerin asıldığına, Maraş’ta caminin yakıldığına, Sivas’ta Kuran’a hakaret edildiğine inanan aynı kitle değil miydi?


Onun içinde  insan 30 Mart 2014 seçiminde, akşam çıkacak hiç bir sonuca şaşmamalı.. Biat isteyen cemaate dönmüş parti, müride dönmüş partililik konseptinde sen nasıl oy veriyorsan her günahına rağmen partine, başkası da öyle veriyordur.


Shakespeare’in  ”gözyaşınla da eğlenir, onu da alır satar “ dediği bu dünya, bu devlet, bu medya, bu partiler, bu başkalarını suçlamaktan öte bir yol görmeyen liderler, bireyler, çarkı döndüren dişliler,…, …., …, …, hepsi, hepsi,  her şey korkutuyor beni. Yine güçleri yetene dek sömürecekler ruhlarımızı, aidiyetimizi, ölülerimizi. Devlet terörünü özümsemişlerin bir anda “katil devlet” militanlaşmasındaki samimiyetsizliğinde İnsanlığımızı unutturacaklar ve böylece kazanacaklar.


İçinde kırbaç barındıran “sözlerin söküklerini” dikerken ben, 1988- 2012 arası katledilen 596 çocuğa akıtılmayan  göz yaşlardaki riyakarlığı da  sen topla Uğur, sen topla Ceylan, sen topla Burak Can, sen …, sen…, Ne de olsa içinizdeki ölmüş, öldürülmüş parça size aittir. Kimse bilmez, kimsenin bilmesi gerekmez.


 


 


Gülsen FEROĞLU


     22.03.2014


 


 











 

8 Mart 2014 Cumartesi

Sen anlat bana, anne




 
Annenizin sesi…elin oğluna gelinceye kadar; sevseydi, sevilseydik anne babamız severdi bizi. Aşkmış  mala mı, he, he aşkmış….aşk… Ne vardı, her şey masalardaymış gibi olsaydı. Hiç değilse, çalışsa da çalışmasa da ömrü,  illaki  bir  erkeğe; babaya, eşe, ağabeye…, ve  evlada  hizmetle  nihayetlenen kadının; üvey annesinin tüm kötülüklerine karşın iyilik perilerinin yardımıyla katıldığı baloda, dans ettiği yakışıklı prensle mutluluğu yakalayacak Cinderella olabilme  ihtimali olurdu.

Şimdi,  ne dememi isterdin sana; İrep, Rojda, Sare, Fatma,  …, ne olmak, ne yapmak,  ne yaşamak istediğinin, düşlerinin umursanmadığı  Ortadoğu’da; Afganistan’da, Irak’ta, İran’da,  Türkiye’de  gözyaşlarına,  mezar taşlarına yaslı  bir hayat sürdüren kadınlardan biriyseniz, fark eder mi?

Tanrısı  da o kadar çoktur ki say, say bitmez o kadınların  ; aklı, kimliği, bedeni aşağılayan “Türkçe konuş”, “başını ört”, “şort, kısa etek giyme”, “süslenme” , “geç kalma,” “sağa sola bakma, doğru git gel”li  istikamet belirleyerek nasıl olması, nasıl giyinmesi, nasıl konuşması, davranması gerektiğini söyleyen, dayatan devlet,  din, baba, koca, erkek kardeş, öğretmen, akraba, kapı komşu,…, …,.


Hâlâ  Fatma Nesibe Aydın’nın 1900’lerde  bahsettiği “…. erkeklerin hizmetçisi.. ….. et parçası, kuluçka makinası   görülür….. dövülür, hatta öldürülür..”   konumundayken çoğu kadın da,  sen anlat bana anne; sevgilinin pencereden baktığını bilerek adımların yavaşlatıldığı, bir seslenişin  özlendiği gelişler,  buluşmalar vaad eden masalları.

Ermeni tehcirinin öksüzü Araksilerin, Dersim katliamı tanığı Yemış Bakırayların, Ankara’da, Maraş’ta, Sivas’ta, Roboskide, Gezide evlatlarını astıran, öldüren,  yakan, bombalayan insanlardan hesap sorulduğunu göremeyen Mukaddes Gezmişlerin, Hüsne Kayaların, Felek Encülerin, çatışmada vurulan Kürt Rozaların,  öykülerini de anlat, bana.

13 yaşında 24 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç ;  okulda, iş yerinde, otobüste, vapurda,  bazen aile içinde  gördüğü ilk kadınmış bakışıyla kadını süzen, bedenine sürtünen erkeklerin tacizine maruz kaldığında   “ kim bilir ne yaptın da…”  “sus,…,  kuzenindir, eniştendir”le normalleştirilmiş cinsel istismarın kabahatlisi sayılacağından uğradığı tacizi, tecavüzü, şiddeti yıllarca anlatamayan kadınları da sen anlat, bana.

Erkeği elde etme, tutma amaçlı  “erkeği mutlu etmenin yolları”,  aç gezindiren ” aman ha bakımlı”, “fit  olun”lu  cıngılların,  “saçların ipeksiliği”,  “yüzün kırışmaması” için toksik, kansorejen maddeler  saçan  kremler, boyalar, parfümler, şampuanlar, allıklar, rujlarla,.., …,donatılmış  reyonların, reklamların  arzu nesnesi kadınların %97’sinin şiddet gördüğünü, %70’inin  görücü usulüyle evlendirildiğini gündeme almadığından TV’lerin, gazetelerin, sosyal medyanın magazin, kadın sayfaları,  programları çocuk gelin; Kaderlerin akıbetini de anlat bana, anne.

Zira, 16 yaşında devletinin  ayrımcılığından, zulmünden dağa çıkmış Delila Meyaser’in annesi Gülsüma Güçer ‘in“…. Eve geldiğimizde ekmek pişirilmişti. Kim yaptı diye sorunca, Delila dediler. Yaptığı son ekmekti. Sonra dağa çıkmıştı” rutinindeki ev işine, aşına adandırılmış can yakan köleliğini anlatmaktan bile aciz haldedir günlüğü olmayan kadın.

Belki  de ev kadını statüsünde köleliği kanıksatıldığından anlatmadığı yaşamını idame için gerekli her şey; içtiği bir bardak çayı için  bile erkeğin eline, insafına muhtaç; boğaz tokluğuna çalışan nüfusun %49, 8’ini oluşturan kadınlardan %73,7’ne  milli gelirden düşende; sabah, akşam kesintisiz mesaide; çamaşır bulaşık, silme süpürme, sofra kurma toplama, soba doldurma yakma,  tarlada bayırda çalışma,  çocuklara bakma, eğleme, yemek, ütü, alışveriştir, …, …, …, …,.

Asgari 3 saat uğraşarak yapılan yaprak dolmasını, mantıyı, böreği bir anda tüketen, kadınının güzeller güzeli, sarışın, taş gibi olmasını da isteyen erkeğin “offffff” sızlanmaları, “çay, meyve nerde”, “ çorabım, elbisem, … ???????”,  “çocuğu sen böyle yaptın”,  “ne yaptın da yoruldun” ,  “ …”, “…” küçümseyişi, üstenciliği yetmezmişçesine doyurucu seksle de yükümlüdür kadın.

Ki  “göster oğlum amcana”lı pipilerinin kesilmesi düğünlerle kutlanırken  “ kaldırma eteğini,  ört kukunu kimse görmesin”le ayıbın merkezi yapılan önce babaya, yakın akrabalara, mahalleliye sonra kocaya teslim edilen bacak arasına indirgenmiş namus bile aklı, fikir cinsellikteki erkeğin emanetidir kadına.

Osmanlı’da haremlere, kafesli pencerelere,  Cumhuriyette dört duvara mahkûm edilen kadından  bir de,  onca  iş, güç, arasında fırsat bulabilirmiş gibi “çok bilen olmayacak”  kadarlık gelişim de beklenir.  Peki bu “  bizim kadınlar çok cahil”le yere dibe konan; bütün küfürler, bütün suçlar, bütün günahlar üzerine yıkılarak silikleştirilmiş kadın kimliğinin, biçilmiş hizmetli rolünün müsebbibi kim midir?

Kalbe giden yolun mideden geçtiği de dahil yaratılış hikayesine ilk kadın Havanın ilk erkek “Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığını” yazarak erkek egemen toplum dilini, yaratacakları muhafazakar değerleri yüzyıllara sirayet ettiren erkeğin ta kendisinden başkası değildir.

İlk günahı cennetteki yasaklı tek şeyi elmayı kopararak işlemekle kalmayıp Adem’i ayarttığını da iddia ettikleri Havanın, yasağa karşı devrimci kişiliğini; iblis tarafından kandırılacak akılsızlıkta sıfırlayan gene  erkektir.

Sonrası, kutsal kitapların  erkeklere indirildiği dünyada; kadınsız nasıl çoğalıcağını çözmeden kadınların diri diri gömüldüğü cahiliye dönemini bitiren İslam,  “Ey kadın! canını kurtarmış İslam’a şükret otur, oturduğun yerde “li Osmanlı, feodalizm, kapitalizm, tarikat, cemaat, parti, örgüt, dernek, aile hep erkek egemenliğindedir.

Onun içinde; ne  feth edilen yerlerden 9, 10 yaşlarında devşirilen nice Hüremin,  nice Mahidevranın padişahın koynuna girip bir erkek çocuk doğurarak hayatı garantiledikten sonra oğullarının öldürüldüğünü görmemek için kalkıştıkları entrikalardaki biçarelik;  ne saray surlarından boğazın derinliklerine atılan katli vacip şehzadelerin, cariyelerin çığlıkları;  ne  dışlanan,  tehcire, katliama, mübadeleye uğrayan Ermeni, Kürt, Alevi, Rum,…, ..,  kadınlarının katmerli çileleri  erkeklerin yazdığı tarihin aparatı bile olamamıştır.

27 Mayıs 1960 darbesine kadar sürmüş 6 ve üzeri çocuk doğuran annelere altın madalya, istemeyenlere de nakdi para verdiren 1930’a 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha;  “ırkın tümlüğü ve sağlığı aleyhine cürümler"den sayılan çocuk aldırma cezalarını ağırlaştırmış 1936’ya 3038 sayılı; evlenme yaşını erkekte 17, kadında 15’e indiren 1938’e 3453 sayılı kanunları yasalaştırmış erkeklerin   “Ne demeye bunca çocuk yaparsın be kadın ”la töhmet altında bıraktırdığı da yine kadındır.
Üstelik soyadını verdi diye bir babanın kızı, erkek kardeşin, ağabeyin bacısı evlendiyse bir kocanın karısı,  çocuğunun annesi olması her şeyden önce geldiğinden “Erkek kadından sorumludur (%52)” diyecek kadar kadınlığını kaybetmekle kalmayan kadın, lüks konaklı dizilerin niyeyse paylaşılmayan erkeklerinin aşkına mahzarlık adına dalaverecisi yapılacaktır.

Hâlbuki, erkekleri asırdır memleketi yönetmiş paşa dedeleri, haminneleri, her işlerine koşturan hizmetçileri olan “X beyin kızı, karısı, ablası..”yla tanımlı Kilimanjaroya çıkayım,  Katmandu’ya da gideyim, elimde kitap, kolumda sevgili Lucca’ya takılayım,  Paris’te modayı izleyeyim pozunda, şahane tuvaletler içindeki beyaz Türk kadınlarının topuklu ayakkabı seslerinin valslere karıştığı yüksek tavanlı mermer salonlardaki Cumhuriyet balolarında, yalılarda, plazalarda, Medcezir’de, Aşk-ı Memnu’da her şey nasıl da Avrupai, özgür gözüküyordur.

Gerçi, dünyanın her yerinde Avrupa’da,  ABD’de de  kadınlık zordur ama ciddiye alınan kadının bireyliği; hakları, özgürlüğü yasalarla, pozitif ayrımcılıkla teminat altındadır. Egemenlerinin biat kültürüyle her kesimden ölümüne kadar biat istediği babaerkil Türkiye’deyse, ancak erkekleştiğinde bir yerlere gelen, tutunan kadın “çocukta, kariyerde yaparım” moduna girse de birey olmayı başaramaz.

Sesler geliyor meydanlardan,  pencerelerden, koşuşturmalar, bir telaş. Elinin hamuruyla erkek işi erkine ortak edilmediği Cumhuriyeti cilalayan aksesuar işlevli kadınlığınızla sayfalar öncesinde bir yerde bırakılmış gibisinizdir. Geride bırakılanların, kalanların enkaza dönüştüğü fark edilene kadar ölünen Ortadoğu coğrafyasında kadın olmak mı belki de sadece hayatta kalabilmektir.

Vesselam, televizyonlarda,  PC’lerde  suçun; yıllarca  vicdansız, hırsız, talancı  üretmiş sistem  yerine  kişilerde arandığı, bulunduğu   tapeler, kasetler,   hamasi konuşmalarla geçirilen  vakitlerin bolluğunda; elbette “kadının adı yoktur.”  Kül kedisinin Cinderella olduğu da kocaman  bir yalandır….o yüzden…artık uyuma vaktidir… evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…
 

Gülsen FEROĞLU
08.03.2014