19 Nisan 2009 Pazar

Lazımdır bi şey söyleyem size

Hani bir makalede, öyküde, romanda bozkırda yaşadığınızdan mıdır karşılaşmadığınız ama hep özlemini çektiğiniz balkonlardan sarkan,  pencerelerden içeri dolan  mor salkımlı erguvan,  mimoza, akasya kokulu cümlelerle anlatılır ya bahar, yarım kalan işler, …, boşa hazırlanmış valizler, orta yerdeyken, parktaki  kayısı çiçeklerinin üzerinde Nisan yağmuru damlacıklarını görmeseydiniz, çoğu insan gibi bu senede baharı  kaçırmış olacaktınız.
Mevsim ne olursa olsun,   bezgin, sinirli tavırlarla  dolaşan yurttaşlara alışkanlığınızda,  bir de yerleşik  “kanser öldürür” yargısıyla hareket eden "ölecek misin" diye sormasalar da bakışlarıyla hissettirip “Allah sevdiği kuluna dert verirmiş”le ( bunun  bir de  “Allah sevdiği kulunu yanına erken alırmış” versiyonu vardır ki…) moral depoladığını sanacakların kıskacındasınızdır.
Doktorlarla mesainin bıkkınlığında  “keşke, sevmeseydi”ye,  ne giyineceğinizi, hangi duyguya bürüneceğinizi  şaşırtan  oynak havalı  baharın şapşallığına takılıp, kişi başına düşen milli gelirin Hıristiyan aleminde genellikle 10 bin dolar, %99’u Müslüman  ülkedeyse 3 bin dolar seviyelerinde gezinmesinin, Tanrının Hıristiyan kullarını daha  çok sevdiğinin göstergesi saydığınızı söylemektense vazgeçeceksinizdir.
Uğraşacak haliniz olsa, size göre  ilerlemeye ket vuran memleketin tükenmeyen mazereti, hassasiyetlerinden birine, dine savaş açıp, birkaç ay önce Avrupa’da billboardların  “Tanrı muhtemelen yok; bu yüzden endişelenmeyi bırakın ve hayatın tadını çıkartın”la donatıldığını da ekleyip “hastalık delirtmiş”le yaftalanmayı  kabulleneceksinizdir de…
Boş vermişliğinizde, artık yakamadığınız sigaranın vereceği tadın kat be kat fazlasını almaya çalışacağınızsa, kendiniz olmak için direnmenin yorduğu gündüzün nahoşluğu yerini, bütün renklerin solduğu geceye bıraktığında, kah durgun denizdeki yakamozların arasında, kah  bir dağ başında serin rüzgar esmekteyken tepenizde, kah tülü çekilmiş bir pencerenin ardında görünecek gecenin sırdaşı aydır.
Hoşlanmadığınız kişiler, korna, , …, çocuk, işportacı sesleri dışarıda kalmış, evlerden yükselen TV sesine  “bugün ne oldu…, şu patron, öğretmen sekreter, …,  demez mi”li günün kırıntılarının karıştığı gecedir, birkaç saniye sonra her şeyin bir bütün olduğunu size de unutturup, kurallara uymadan yaşatacak.
Duvarına asılı çamaşırların gölgesi düşmüş oda da “derde düşen Google sarılır”la  meme kanserini araştırma turunda son aşamada  error veren vücudunuza, ülkede  kanser ve  kronik hastalıkların artmasının ardında, kanser riski taşıyan arsenikli suyun, ekmekteki beyazlatıcı kimyasalların, meyve ve sebzede serbestçe satılan hormonların, tarım ilaçlarının dozaj dışı kullanılmasının, çevre kirliğinin  etkisi yokmuşçasına “kader böyle imiş”in pençesinde kıvrananlara öfkenizde,  her şeyi olduğundan farklı gösteren ay ışığının sihrine  kapılmak isteyeceksinizdir.
Gecede, hep aynı koltukta tespih çekerken uyuya kalan,  yaşadığı  coğrafyaya biçilmiş kederi  taşıyan yüzüne ay ışığının yansıdığı babanıza bakarken, sık sık tekrarladığı, ne yazık  doğru da çıkabilen “ sen o yollardan giderken,  biz dönüyorduk” ısrarındaysa,  ortak paydayı, yazgıyı bulacaksınızdır.
Peki, çevreyi algılamaya başladığınız andan itibaren duyduğunuz, birisine kötü, iyi bir şey olduğunda hep orada olan, anlamakta güçlük çekilen olayların, soruların cevap anahtarı, bir tarafınızın inanıp, öbürünün ittiği bazen de “kader vurmuş, bir de ben vurmayayım” narkozunda  sınırsız hoşgörü getiren yazgıyı,  ne belirler ?
Genetik özellikler, aile, doğduğun  ülkenin yönetimindeki etnik kökene, mezhebe,  çoğunluğa aitliğin, yönetenlerin zihniyetinin göstergesi yasanın, törenin, …., sivil, asker ilişkisinin, gelişim düzeyinin senkronluğunda belirledikleri, problemlerin kaynağıymışçasına yüklenip, hesap sorulamayacak Tanrı’ya sahipletilen yazgı sayesinde sorumluluktan kurtulacaklarından Laik, İslamcı, .., Milliyetçi her kesimin işine de gelir “kader işte”yle avutmalar, avunmalar.
Yıllarca Kürt  varlığı reddedilmeseydi “PKK diye bir şey olacak mıy”dıyı dışlamazsanız, vatan için ölen çocuklarımızın,  PKK'ya yardım, yataklık iddiasıyla beyaz Toros marka araçla “yolda, kapıda nerede rast gelirse alınıp” tarlalarda kurşunlanan köylülerin, suç teşkil etmeyen eylemler, düşünceler yüzünden darbelerde hayatları kaybettirilenlerin, yazgılarını yazanların kimler olduğunu bilmenin iç burukluğunda  kelimeler de gecede sinsice ilerler, yetişilemeyen yerlerde  de bir şeyler asılı kalır.
Dedelerinin dedesinden, annelerinin annesinden,  …….., miras “onun babası da öyleydi”, “ … amcamı, akrabalarımı Ermeniler, Yunanlılar  katletti”, “….arkadan vuran bu Araplardı”, “ah şu  Aleviler, Kürtler”li kendilerinin olmayan,  başkalarının nefretleriyle büyütüldüklerinden birbirine  gaddarca davranıp,  zerre kadar da birbirini sevmeyecek toplumda, en baştan  insafsızca iteleneceklerin kaderlerini çizenlerin çırakları da  Maraş, Çorum .., Zirve, .., katliamlarını, Madımak yangınını, 2008’de 6-7 Eylül’ü “Altınova”da gerçekleştirdiğinde akansa,  kimseyi dinlemeyen hayattır.
Ve bir düşte olsa,  demirden, taştan yaratıldığından, yıllardır süren savaşta atılan bombalardan, basılan evlerden Irak,  Filistin, Gazze’deki çocuklar gibi psikolojilerinin bozulmadığını varsaydıkları, konuştuğu dilden farklı bir dilde eğitime tabii tutulmanın travmasını da yaşatacakları Kürt çocuklarının yazgıların da bugünlerde Avrupa yaşasalardı, evli ve bekar kadınları ayırmak için kullanılan "Miss ve Mrs",  "Madame ve Mademoiselle", …., "Senora ve Senorita” hitaplarının "toplumsal cinsiyet açısından yansız"  dil oluşturmak amacıyla yasaklanmasına odaklanmak yer alacaktı.
Belki Internet’te sörf yaparken ortaçağa atıfta bulunacakları “Şırnak, Hakkari ve Siirt illerindeki 9 bölgeye giriş yasağı getirildiği”yle, düşen helikopterden yaralı  kurtulup, 112’yi de arayan gazetecinin donarak öldüğünü okuduklarında teknoloji üretmeyip, teknolojiyi sadece dinleme, konuşma algılayan az gelişmiş bir ülkede yaşamadıklarına sevineceklerdi. Ama, düşler de zaten bir anlıktır değil mi ?
Sonuçta Ülkenin bütün  çocuklarıyla,  nereye elimi  atsam kuruyor” biçareliğindeki bahtı karaları vatanlarındaki  ”teferruat”lıklarında,  her türlü ayrımcılığı yok edip,  herkesin her alanda zengin doğmasa da yeteneği ve zekasıyla hakkettiği payı özgürce alacağı fırsat eşitliğinin, eşitsizliğe dönüşmesi karşısında dahi aklın başkaldırısına sığınmayıp,  kaderin bir gün kendilerine gülmesini bekleyeceklerinden, her şeyden yoksun yalnızca hayatın ameleliğiyle yetineceklerdir.
Ağrılarla uyanıp her şeyinizi eksikliğinizi, gizli acılarınızı, sevginizi kusacağınız gecede, uzakta uykusu kaçmış evlerin de ışıkları yanıp sönmekteyken, varsın emperyalist, varsın beyaz adamın imajını düzeltmek için başa getirdiği olsun “….. ABD de mükemmel değildir. Farklı diller, dinler ve milletlerden ortak bir ülke kurduk. Böyle bir şey olmasa Barack Hüseyin Obama …. başkan olamazdı”yı dillendireceklere hasretlikte, kimdi “geceyi hastaya sor" diyen ?
Niyeyse geceyi seven ilham perileri yüzünden BEETHOVEN’ne tıpkı BACH gibi sonatlarını, 1800’lü yıllarda 301 laneti, linç tehlikesi olmadan ifade özgürlüğünü dibine kadar kullanıp belki  tanrının da bir gün "NİETZSCHE öldü"yü kullarına müjdeleyeceğini hesaplayıp  “Tanrı öldü"yü NİETZSCHE’ye yazdıran gece, kimisi uçuk onlarca düşüncenin hücumunda sizi de aya baktıracak vehimlerle  dolduracaktır.
 Karanlıkta antik yunan tanrıçası görüntüsünde ağaçlar,  eğri büğrü park edilmiş araçlar, arada sırada bir iki  arabanın geçtiği  sokakta  daha toplanmamış çöplerin etrafında kediler. Bakkal kapanmış, tekel bayisi son müşterisine gazete kağıdına sardığı içkisini vermekteyken,  kim bilir gecenin  görünmezliğinde ne günahlar  işlenmekte.
Gece de el mecbur güne döndüğünde, asırlardır savunulan bir cümle “teröristte olsa herkes insandır”,  tazeliği yitik bir sözcük “Türkiye Halkı”yla yazgıların değiştirilebileceği bu topraklarda, WEBER, Montesquieu, …, HUNTİNGTON’ı okuduklarını ifşa edenlerden çok şey değil, bir tek  uygarlığın gereğine uymalarını istemek en doğal hakken, an itibariyle sabah haberlerinde Süleyman DEMİREL’e “Türkiye’yi nereye götürüyorlar ?“ sorusunu soran sesi duyunca,  kim kiminle konuşuyor diye bakacak ve televizyonu kapatacaksınızdır.
 Ya kızçeler, kaderlerimiz belli, meçhul olan da  bizlerken, bu ülkede  “yalnızlar rıhtımında” yanı başlarına uzanmış geçmişin gölgesinde, küçük bir dalgayla yıkılacağını bile bile kumdan yeniden kaleler yapacaklara ne öğretildiyse hep yanlış ve de yalan  çıktığından,  hala istey misiniz söyleyem ? O vakıt Tanrının kader açılımı için kader yazıp,  0000’a  gönderin. Te o kaa.