Bavê min
sen, Kobanê’ye savaşa gitmeden önce…
Keşke
barışın, demokrasinin “döndün ya…”,
“gula min, çokkk özlemişim”’in bedeli bu kadar ağır, bu kadar ölümcül
olmasaydı; yıllara ömrümüzü nasıl tükettiysek bu topraklarda, bütün yeryüzünde
öyle tükettik ‘demektir’i nakşettiğinde, gidene ‘gitme’ diyemediğin Dünya da
biter, bazen.
‘Gitme’
diyemediğin o güzel gülüşlü kadınlar, erkekler; hayata, sevdaya dair her şeyi
yarıda bırakıp, gittiler işte. Bir yaşamak vardı onlar gitmeden önce; bir
çocuğun ağlayışında, bir vapur
düdüğünde, arşınlanan Beşiktaş
sokaklarında, bir simit tezgâhında, sonbahar rüzgârlarında. Bir yaşamak vardı;
içinde ufacıcık da olsa umut barındıran; sen Dayika min, sen Bırayê min Kobanê’ye
savaşmaya gitmeden önce.
2014’te
öngörüsü, vizyonu 1930’larda gezinen Türkiye’de; 30 yıl dile kolay tam 30 yıl;
evladını savaşta yitirenler “ölmesin,
kimse ölmesin “le ayaklansa çok şey
değişirdi diyordun ya Pîrîka min; akla gelecek her türlü caniliği yapan; kafa kesen, çarmıha geren, köle pazarında
kadın satan DAİŞ’e karşı “senin değil”
denilemeyecek bir savaşa gitmek isteyeni, durdurabilir miydi ki kelimeler?
Savaş!
Etnik kimlikleri, kültürleri, inancı, hayalleri
yok edemeyeceğini kavratacak, kavrayacak…cana kastettiğinden hiç bir
ordunun, silahlı hiç bir örgütün de masum kalamayacağını gösterecek kadar çok
savaş görmüş bu dünyada; ”niye, neden
böyle oldu, oluyor ”un ardına bile düşemiyor insan, zihni hep
Kobanê’ye savaşmaya
gidenlerdeyken.
Biliyorsunuz
değil mi, ekranlarda patlayan alev toplarıyla yükselen kara dumanları, ışık
huzmesi mermileri, tepelerde bayrakların el değiştirmesini gösterideymişçesine
izlediğiniz ânlarda; gençler, yaşlılar, çocuklar ölüyordu, öldü Kobane’de,
Irak’ta, Suriye’de. Kim bilir de kimin evinin telefonu çaldı, kimin kapısı
vuruldu.
Bilirsiniz
işte, ardı haber can yakacağından açmaya cesaret edilemeyen o telefon, o kapı bir başka çalar. Çok geçmeden nette,
TV kanalları arasında dolanır ya da birinden duyarsınız belki bir, iki ay önce aynı dolmuş, otobüs
durağında karşılaştığınız, belki aynı diziyi seyredip aynı yazarı
okuduğunuz Onların; Hebun Serhad (18), Behzat Yıldırım (22)ların,
Vahap Güvenlerin Kobani’de öldüğünü.
Peki, sınır tanımaz vicdanın sahipleri; Paramaz
Kızılbaş, Delila Gever, Cennet Baba’nın öldüğünü duyunca canınız yandı mı?
Yoksa dün de olduğu gibi bugünde; komünistlerin, devrimcilerin, Mustafa
Suphiler, Deniz Gezmişler, Mazlum
Doğanların, Paramaz Kızılbaşların idealleri uğruna ölümü göze almalarına “yazık
ettiler hayatlarına… yla” değer mi biçtiniz, yine.
Halbuki,
dünde, bugünde ötekileştirilen, tutsak bir hayatı reddeden; Diyarbakır
cezaevinde “İnsanlık onuru işkenceyi
yenecek”le kendini yakan Ferhatları,
Necmileri; teslim olmaktansa bedenini kayalardan aşağıya atan Gülnaz
Karataşları hayatlarından vazgeçiren
ölüme eş yaşamı dayatmış bir Türkiye utancınız olabilseydi, öldüremeyeceklerdi; Uğur
Kaymazları, Ali İsmail Korkmazları,
Kadriye Ortakayaları, Somalı, Ermenekli madencileri de.
Bırakın
utanç duymayı; tapınılan Türk müesses nizamı öylesine kimliksizleştirmiştir ki
insanları, yıllarca, DAİŞ vahşetine benzer kötülüklerle vatanlarından,
evlerinden sürülen, katliamlara işkencelere,
darağaçlarına maruz bırakılan yanı başlarındaki Ermeni, Rum, Kürt,
Alevi, Hristiyan ve Süryanilerin, devrimcilerin, mütedeyyinlerin acılarından
belki varlığından bile
habersizdiler.
Ve
Onlar; Denizler, Mazlumlar, Delilalar devletin Kemalist ideolojisinin onayladığı
etnik kökenin, dilin, ibadetin,
düşüncenin dışındaki farklı her şeyin suç sayılması, gelirde, adalette eşitsizlik can bezdirince
sırf kardeşleri, çocukları, gelecek kuşaklar da ölümü çıkar yol görmesinler
diye vazgeçtiler gencecik hayatlarından.
Üstelikte,
ülkedeki servetin %77.7’sinin en zengin %10’nun elinde bulunduğu çarpık, ırkçı
düzenle bütünleştirilen çoğunluk gibi belki Onların da; en büyük amacı bir ev,
araba, yazlık, İtalya’ya tur; en büyük efkarı sevgilisinden ayrılmak; en büyük korkusu koltuğunu, işini kaybetmek;
en büyük sosyal ilişkisi “boş ver takma,
aslında sen yoksun zaten”i Tweetlemek, laf olsun diye Facebookta profil
değiştirmek; Asmalı Mescitte “Ey hilal bakışlım”ı söyleyip, Ahmet Hakan, “bu tarz benim” muhabbetini selfieyecekleri bir hayatları
olabilecekken.
Ki bu
çoğunluk özgürlüğün, demokrasinin, farklılığın, bireyin kutsandığı sansürün, faşizmin, yolsuzluğun
yerildiği hayatlarını;1789’da Fransız devrimine ön ayak Parislilerin, 1886 1
Mayısında kölece çalışmaya karşı yürüyen Chicagolu işçilerin, diktatör
Diaz’la Huerta’ya ayaklanan Meksikalı Zapata’nın, İspanyada “No
Pasaran”la savaşmış enternasyonal tugaydakilerin, Hitlerin sonunu hazırlayan
Stalingradlıların, Martin Luther King’in, adını bildiğimiz, bilmediğimiz onlarca iyi, cesur
insanın vazgeçtikleri hayatlarına
borçlu olduklarının farkında bile değildirler.
Çoğunluk;
“Kobani’de sivil kalmadı ki”yle kimin ölmesi gerektiğine karar veren “TANRI”lar
şu ânda da; bugün neyi savunduklarını değil nasıl savunduklarını konuştuğumuz
Stalingradlılar, Bosnalılar gibi DAİŞ’le savaşan Kobanililerin; insanlara
vatanlarını, evlerini terk ettiren soykırımla karşılaşmayacakları bir Ortadoğu
uğruna hayatlarını ortaya koyduklarının ayrımında değildir.
Onun
için Kobani ölüm kalım savaşındayken mazlumları birbiriyle vuruşturma hedefli
şark kurnazlığını “ gündemde niye hep
Kobani, niye Halep değil”le örtme çabasındaki Ey Türkiye Cumhuriyeti devleti!
sen ne yaptığını biliyor musun?
Gazze’nin, Somali’nin,
Myanmar’ın yardımına koşmuş sen ne
yaptın
biliyor musun? Son model silahlarla sınırına 50 km
uzaktaki Kobani’ye saldırınca DAİŞ “akrabalarımın evlerini,
topraklarını savunmaları için silaha ihtiyaçları var, yardım koridoru aç”la ilk
sana koşan vatandaşın Kürtleri en zor anında yalnız bırakarak,
olmasa da eğreti duran bir kardeşliğin hikâyesini sonlandırdın.
Yetmedi, yerden yere vurduğun emperyalist John Kerry “IŞİD’e karşı savaşan bir halka sırtımızı
dönmek sorumsuzca ve ahlaki açıdan zor bir durum olurdu..” derken, sen “Kobani düştü, düşüyor ” beyanınla Kürtlerle arandaki bütün sorunları çözme fırsatını da kaçırdın.
Sana kalsaydı insanlığını,
vicdanını lekeleyen PKK’ya, PYD’ye nefretine yenik aklının takdirini kazanmak için bazen haklı olarak
ikiyüzlülükle, bazen de “ emperyal çıkarları için yapmayacakları
yoktur”la suçladığın ABD, Avrupa; şeriatçı DAİŞ’in soykırım yaptığı Êzidilere,
Kürtlere,
Türkmenlere yardım etmeyip, öldürülmelerini seyredecekti.
Ama, olmadı. Bu defa da izlediğin
politikaların hezimetini gizleyeceğine inandığından, 1960,70,80,90 yıllarında
yapılan darbelerin en önce “bizim çocuklar iyi iş
becerdi ”yle ABD’ye kriptolandığını unutup, Ortadoğu’da halklara kan kusturan despot yönetimleri
yıllarca desteklemiş
“ABD’ye
maşa”, “Amerikancı” olmakla itham ederek değersizleştirmeye çalıştın;
seküler Kürtleri.
Her
zaman ABD’yle stratejik ortaklığını dillendirmekten kaçınmayan sen Ey devlet
en, ennnnn Amerikancılardan olmasaydın, aylarca “hayır” dedikten sonra dünyanın gözü
önünde ABD baskısıyla Kobani’ye gitmesi için Peşmergenin topraklarını
kullanmasına izin verir miydin?
Şimdi
hangi insan, hangi vicdan unutur ya da niye unutsun düşmanı DAİŞ şehrini dört bir yandan kuşatmış, öldürülmek üzereyken de kardeşi, evladı,
akrabası yardımına koşanı. Kobani’de, Irak’ta yüzde
yüz haklı bir varoluş savaşı veren Kürtlere yardım edene ”Biji
serok Obama”yla seslenilmesine kızacağına önce niye “Biji Türkiye“ dedirtemediğini bir düşün Ey devlet!
Ve
Onlar; Kobani’nin yıkık bir duvarına “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar
seviyoruz…” yazanlar, savaşa gittikten sonradır; kurduğun cümlenin başını unutturacak her şey; “neden”, “nasıl”, “niye”li cevapsız sorular, bir fotoğrafa,
boşluğa saatlerce takılan bakışlar.
Ne
yazık ki 1789’un şiarı özgürlük, eşitlik, kardeşlik uğruna; vatanı, inançları
uğruna; öldürmek, ölmek zorunda bırakıldığımız bu dünya düzeninin hâlâ insanlığın istediği ‘o düzen” olmadığını sizce de anlatmadı
mı…evladının, Hevalının, sevdalısının koynuna bıraktığı çocukluğunu, gençliğini yaşadığı sürece
gömemeyecek bir anne, bir yoldaş, bir sevgili . Barış mı; öyle eski bir kelime,
işte. öyle işte.. öyle işte…..
22.11.2014
Gülsen FEROĞLU