Amed! Kucağında
tüm kayıplarınla, illaki bir gün kendi hikayeni, kendin yazacağın özgürlüğüne kavuşacağından; fotoğraflarda kalan çocukluklara,
faili meçhul bir aşkla kabaramamış gençliklere bakıp, bakıp da öyle çok
kaybolma kendinde...öyle çok sürüklenme hiçliğe. Bir olmaza da kapılmışken
herkes, bıraksalardı biraz da sessizlik konuşsaydı ne olurdu, ne...
Bıraksalardı, belki o sessizlik duyuracaktı Cesare
Pavese’nin ”savaş bir gün biterse
kendimize şunu sormalıyız...peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?”
sözlerini.
Belki o sessizlik anlatacaktı çaresizliğimiz; savaşın, haberimiz bile olmadan hepimizi
nasıl insanlıktan çıkardığını.
Ama hayır değil mi Hevalım hayır!!!!
“Uykusunda öldürdüler polisleri”, “durduk
yerde hendek kazdılar”, “ Roboski’de, Suruç’ta, Cizre’de, Sur’da, ..., ...,
Kürtleri öldürürken iyiydi” hışımlı
intikamcılığımızla insanlıktan çıkarak; iyiliği, affetmeyi,
sevgiyi nasıl çiğnediğimizi, nasıl gaddarlaştığımızı ne görmek, ne de duymak
istiyoruz. Her ân, hiç bir kötülüğünü görmediğimiz halde düşman belletilen her
kimse, neyse yalnızca onun öldürüldüğünü duymak istiyoruz.
Yoksa, alçakça yapılan
katliamlar sonrası daha kan kurumamış, daha bedenler
soğumamışken; sevincini Facebook’ta, sol
framede, Twitterda “onlarda... hak ettiler, ohhh ”la aşikar edebilir miydi onca insan? Yoksa kim yazar, kim kurardı Merasim sokakta evine gitmek
üzere servisine binen 29 kişi katledildiğinde “Ankara, hiç bu kadar güzel
olmamıştı” cümlesini.
İşte savaşın olduğu her
ülkede, savaş; kimsede vicdan, masumiyet, adalet, ahlak bırakmadığındandır; katlettikten
sonra onca Ekin Wan’nın çıplak bedeninin teşhiri, Lokman Birlik’in cesedinin
caddelerde sürüklenmesi, 29 insanın katili canlı bomba Abdulbaki Sömer’in
taziye çadırıyla kutsanması.
Bavêmin, böyle düşmanının acısıyla,
yıkılışıyla, ölümle dans etmekten çekinmeyenler; farkında
da değillerdir; Amed’in, Ankara’nın geleceğini çalan; sabah keyifle içilecek kahveyi, vapura, otobüse yetişilip
yetişilemeyeceğini, patronun suratsızlığını, YGS’yi, TEOG’u, doğalgaz
faturasını, kadına tacizi yani hayata dair her şeyi teferruatta dönüştürmüş savaşa
aşık olduklarının.
Birbirlerinin, masum sivillerin canını aldıklarından katil olan;
aynı havayı soluyan, musluktan akan aynı sudan içen, belki aynı sokakta,
markete karşılaşmış; nefret ederken öfkeleri, severken titreyişiler aynı bu
toprağın insanı; askerler, polisler,
PKK’lılar, gerillalar. Eyy savaşın kör aşıkları; kısır döngü “sen öldür,
onlar öldürsün”, “sen öldür, onlar
öldürsün” konseptli savaşın pençesinde, sorunları çözmeyeceğini bile bile ne çok öldürdünüz, ne çok öldünüz!
Sayfalara, ekranlara sığmayan ölülerimiz; onlarca Berkin Elvan(14),
Cizreli Sultan Irmak (16), Surlu Rozerin
(17) Çukurlar; Ankara’da katledilen Başak
Sidarlar, Eren Akınlar, Gülşen Yıldızlar, Cumali Akmanlar; onlarca uzman çavuş Serdar Akın, Mustafa
Kalfeler; gerilla Ümit Diri (Aziz Gever), Murat Kazıcılar.
Heyhat! “benim savaşım, savaşçım halkıdır” dedirtmek için kendini, taraftarlarını ikna edecek tonca sebep
üreten; durmadan da demokrasiden, barıştan, özgürlükten, eşitlikten söz ederek
öldürmelerine meşruiyet kazandırdıklarını sanan siz savaşanlar! en iyi siz bilirsiniz;
öldürülen de
orada öldürmek için bulunduğundan, savaş alanında ne öldürülen, ne de
öldüren haklıdır.
Onun içinde çözüm
sürecini gömerek çıkarılan savaş baltalarıyla dün
Ankara’da 29, bugün İdil’de 20, yarın Yüksekova’da 30 Kürdün, Türkün öldürülmesiyle ne devlet, ne de Ortadoğu, Afrika hariç miadını doldurmuş
silahla, barikatla özerlikliği dayatan
PKK bağra basılır.
Peki
savaşın tarafı her vatandaşının can, mal güvenliğinden sorumlu, herhangi bir
sorunun çözümü için önünde on seçenek varsa en sonuncusu olan öldürmeyi, sona
bırakması gereken devlet; Kürtlerin
temsilcilerinden PKK; bunca nefrete, şehide, enkaza niye savaştan
vazgeçemiyorlar?
Niye batılı ülke
vatandaşları güle oynaya, İsviçre’nin herkese 2 bin 500 frang maaş ödemesi, “He
for she-kadın için erkek” kampanyası, Apple FBI kavgasıyla meşgulken; Ankara’yı, Sur’u, Cizre’yi; Bağdat’ta, Şam’a, Kobanê’ye
çevirmeleri devletin, PKK’nın yüreğini
sızlatmıyor?
İnatla
savaşta ayak direnmesi sakın, hastalıklı erkek egemen, vesayet meraklısı “benden olmayanın, benim gibi düşünmeyenin,
yaşamayanın, giyinmeyenin, ibadet etmeyenin varsın hayatı cehenneme dönsün”
mantaliteli faşizme esirlikten olmasın.
Gula
min, inan, hayatları, şehirleri bomba,
roketatar, kurşunla delik deşik etmiş savaşın, katliamların
Türkiye’de hep tekrarlanması da; evlat, kardeş, baba, eş
acısını hasmının yaşamasını isteyecek kadar da merhametsiz faşizmin;
misakı milli sınırlarını teslim almasındandır.
Uğruna öldüklerini söyledikleri vatanları; Türkiye’ye, Kürdistan’a
onlarca kez
reva görülen taşın taş üstünde kalmadığı zulüm;
“Allahım! okul çıkışı Kızılay’da arkadaşlarıyla buluşacaktı, bakanlığa
gitmişti” nidalarıyla çevrilen telefonlar; gökyüzünü kaplayan siyah duman, yanmış
insanlar, ambulans, siren sesleri de bu faşizmin yüzündendir.
Faşizme,
savaşa nefretimizse yalnızca yaşadığımız memleketi viran ettiğinden değildir. Silahla öldürülen
Amerikalı çocukları anarken “bu çocuklar her aklıma geldiğinde çıldırıyorum”la ağlamış
başkan Obama’nın gözyaşlarının; cansız bedenleri kıyılara vurmuş onlarca Aylan’nın akıbetine olan kayıtsızlığı
saklayamamasındandır.
Bu topraklardan
sürgün edilmiş barışa özlemimiz de her gün onlarca
insanı hayatından eden savaş, esir düşmek, esir almak, araba
kundaklamak, şiddet; medeni, özgür
bireylere yakışmadığından. Eğer had bildirmekse mevzu; farklı bir başka insanı,
kültürünü, dinini, kökenini yok saymayacak haddimizi de bildiğimizdendir.
Hem atılan her bomba,
kurşun, her füze, kaldırılan her uçakla kasalarına milyar dolarların
akıtıldığı dünyanın en çok silah satan ülkelerinden ABD’nin,
Almanya’nın, Rusya’nın çıkarlarının gereği Ortadoğudaki savaşın yeni bir vatan
aramak zorunda bıraktığı milyonlarca mülteci; savaşın kahredici bir kaybedişten başka bir şey olmadığını hâlâ mı
anlatamadı?
Ve diyalogu, uzlaşmayı,
siyaseti dışlayarak savaş tamtamları çalanların; her
sabah, akşam eve sağ dönememe ihtimaliyle uğurlanan ömrün süresini, kaderleri
belirlediği bir yerde, kim; yürüdüğü yolun nereye çıkacağını bilebilir. Yanı başınızda onlarca ölü bedenin, mezar taşlarının nedeni silahlar,
bombalar patlarken de “benim yolum, benim hayatım” diye bir şey kalır mı Hevalım?
Masalımı
kaybettim, masalımızı kaybettik biz. Artık kim,
hangi yalan, hangi gerçek avutabilir ki yüreklerimizi. ”Şimdiyse kırılgan
mektuplar yazıyorum / hangi adrese göndereceğimi bilmeden / malumun olsun ben
sende ülkemi sevdim” mısralarıyla
vurulurken, bilirim bahar da sen istedin diye gelmez Hevalım. Bilirim; gelmez.
28.02.2016
Gülsen
FEROĞLU