"Senin için dikilen
‘fide’nin can suyunun yaşanmışlıklar, anılar ve bir daha yaşanmayacakları
anlatan gözyaşları olduğunu hiç bilmeyeceksin...hiçç. Artık karanlıktayım
bende, karanlığa aşık on binler gibi.. yazdım “Gidin, bu haber için açmam
kapıyı” yazımın son paragrafına.
Keşke dedim yazdıkça o gün bana senin ölüm haberini getirdiğinde
İ., Sultan’nın herkesin yapmak istediği ama niyeyse yapamadığı o
refleksi ben de gösterebilseydim. Ama o kadar ani , o kadar hazırlıksız
yakalandım ki oğlum.... o günü anlatacağım zamanda
gelecek...Birinin ölüm haberi her şeyi ters yüz edeceğindendir o haberi
duymamak, o haberden önceki zaman diliminde kalmak için kulakları, kapıları kapatarak
geciktirmek....duvarları yumruklamak...başı ellerle dövmek neye yarar...
neye eğer yok olmayı beceremiyorsan bu dünyadan neye yarar
Can’oo, neye.
Yazdıkça
senin hayatını, yaşadıklarını,
resimlerine videolarına baktıkça “niye...niye “diyorum “nasıl olur...nasıl.. bu
kadar canlıyken her şey nasıl olur da sen olmazsın bu dünya’da“
Büyüseydi
diyorum arkadaşlarını, yaşıtlarını görünce sonu olmayan “Can’da böyle mi olacaktı? böyle mi
konuşacaktı? böyle mi yürüyecekti? böyle mi tarayacaktı saçını?” onlarca soru dolanıyor kafamda; beni öldüren. “ Git başımdan lan oğlum” diyecek miydi? Belki
sonbaharda eli elinde Lozan’da dökülen yaprakların üzerinde romantik bir
yürüyüş yapacaktın sevgilinle, belki oynamayı
sevdiğin çocuklar oynasın diye yapılmış küçük minyatür evin önündeki bankta ya da içinde oturduğumuz
senin penceresinden baktığın kulübe de oturacaktın...kim bilir...kim .
oynadığın küçük ev
Ne
severdin ne severdin sararmış renk renk yaprakları “aaa bu turuncu, bu
sarı, aaa bak bu sararmamış yeşil kalmış”, geçenlerde salondaki
çekmeceleri düzeltirken bir ajandanın
arasında kurutmak için topladığın yaprağı ve o sarı çiçeği buldum.
Daha
bir buçuk iki yaşındayken ben seni sonbaharda dökülen yapraklarla oyna, üzerinde
yürü diye parklara götürür, yollarda gezdirir, sen onları avuçlar atardın oraya buraya, bazen de bir temizlik
görevlisi gibi toplar tepe yapardın sararmış yapraklardan. 2016 yılının Eylül ayında
ilk okula başladın ki aynı okulun ana sınıfına gitmiştin bir yıl önce; iyi bir
eğitim alman en çok isteğimiz şeydi
ki bunun için annen ve benimde hayalim senin iki kuzeninin de okuduğu Ankara’nın en iyi
okullarından Tevfik Fikret’te okumandı;
oraya kaydını yapmak için torpil bile yapmaya çalışmış, başaramamıştık; sonunda kuraya katılmış ki o noter huzurundaki kura çekiminde ben ve
babanda torbadan sayıları çekmiştik ama
ikimizde numaranı çekememiştik.Çok üzülüyorduk ki yedekte ya 4 yada 3 sırada
olunca havalara uçmuştuk annenle. Kesin demiştik o gün kesin girecek illaki
birileri kayıt yapmaz, "Can şanslı bir çocuk, biliyordum."
İşte
ilk okul birinci sınıfa başladığın 2015 Eylül’ün de yılında 25-26 Kasım da TEOG sınavı yapıldığından
tatildin ve tabii iki gün bizdeydin. O gün sabah 11 gibi yanımızdaki parka gidiyoruz; hava ılık yağdı, yağacak yağmur, rüzgar var ama sen
illaki “haydi ama dışarı gidelim”le bunaltıyorsun beni, dediğin oluyor yine ve ben
aşağıdaki videodaki “bu yaz hangi
mevsim” sorun ne çok güldürmüştü beni.
O
gün ne çok oynamıştın göreceğin o son sonbaharın
dökülmüş yapraklarıyla. Avuçlayıp savurmuştun havaya yaprakları...Sonra uzanmıştın
onlarca yaprağın üzerine ben sana “yapma Can” dememiştim.
Yaprakların
üzerine yatmışsın, ben de yukarıdaki
resmini çekiyorum “ben öldüm bak” diyerek kıpırtısız durmuştun ki aynı sözü
Haziran 2016’da senin çok sevdiğin o oyunu hani “üç yaşında, beş yaşında”
kaplan oyununu oynarken de sarf etmiştin ben de gıdıklayarak “Can, Can kalk
haydi numaracı seni“yle kaldırmıştım,”
parktaysa “ hava soğuk hasta
olursun haydi kalk “demiştim sen kalkmayınca da “haydi ama kalk bakalım”
demiş “öldüm “ lafının üstünde bile
durmamıştım hiç.
Acaba
“kızlar , bebekler için“ ya da “kız
işi” diyerek almadığın pembe topu, oyuncağı
unutup çeşit çeşit küpe mi takacaktın şu
karşıdan gelen adaşın gibi uzun boylu zayıf mı olacaktın, pek bir özen gösterdiğin
hatta ortasından bir tutamı yukarı kaldırıp
jölelediğin dağıtınca şakadan ben
ağladığın o güzel düz siyah saçlarını Amerikan tıraşı yapmak yerine
uzatacak, belki de at kuyruğu yapıp arkadan toplayacaktın.
Bunlar
aklıma geliyor işte, ama her gün aklıma geliyor her gün karşıdan gelen bir
yaşıtını görürü görmez gözden kaybedinceye kadar takip ediyorum, davranışında,
konuşmasında, yürüyüşünde senden izler
arayarak. Ve Can aslında ne çok benziyormuş çocukların konuşmaları, yaptıkları,
davranışları birbirine şimdi fark ediyorum.
Biliyorum
tatlım benim, artık biliyorum yaşayamadığın kadar sevmiş olursun, yaşayamadığın
kadar büyük olur sevgin. Yaşayamadığın kadar ukde dolusundur da kimseler bilmez. Yaşadıkları değil
yaşayamadıklarıdır en çok insana koyan, yaralayan, alt üst bende.O içte kalan
uktedir işte ölene kadar kanayan; senin 7 yıllık hayat yaşaman, çok uzun bir ömür sürecekken ki hem anne hem baba
tarafın genetik olarak öyle uzun ömür süren insanlarla dolu ki hayatına son noktanın bir ihmal, bir kazayla konulması nasıl...nasıl yok, kahretmez
insanı. Nasıl dağıtmaz beynini kuzenlerin, yaşıtların ergenliği yaşamışken senin yaşayamayacak olman.
Ahhh
Can’o ahhh, ne kadar saçma geliyor şimdi çocuklar için söylenen, söylediğim
“şansı bol olsun” temennileri. Ne şansı Can’o ne şansı ....bir çocuğun
hayatının seyrini, başına gelecekleri şans belirlemiyormuş ki. Meğer Bir çocuğun kaderini, yaşayacaklarını
belirleyen hiç birimize seçme hakkı tanınmamış
anne, baba ve onların aileleri, onların verdikleri kararlarmış. Bir çocuğa ne
yedirirsen onu sever, kitap okursan
kitap okur, nereye götürürsen oraya gitmeyi sever, ister, anne, babanın
çevresindekilerin cümleleri taklit eder
senin “aynen”, “Allah, Allah” , “ee
yani”leri kullanman gibi. Çünkü her anlamda bir çocuk kendine bakana, doğurana
bağlıdır tek başına ne gezebilir, ne yemek yapabilir,
ne de kitap okuyabilir, ne de bir yere gidebilir.
Temenni
ne olmalıydı biliyor musun yavrum, “eğer
şanslıysa bir çocuğun bahtına vicdanlı, mantıklı atacağı her adımın çocuğunun
geleceğini belirleyeceğini bilerek dikkat eden, çocuğunu tehlikelerden,
kazalardan koruyan bir anne, baba düşsün”.
Değiştiremeyeceğimiz genetik mirasa annen babanın davranışı, söylemleriyle eklediği özelliklerle oluşur kişilikler.
Şimdi
şimdi fark ediyorum kurduğumuz hayallerimiz bile ebeveynlerimizin
hayalleriymiş. Yaşayamadıklarını, başaramadıklarını kendi hayallerini dayatmışlar bize hayalin diye. Şimdi, şimdi anlıyorum ki çocuklar ebeveynlerinin,
ilişkide oldukları akrabalarının söylediklerini değil yaptıklarını yapıyorlar.
Aileler de iyi bir eğitim almamışlarsa çocukları iyi bir eğitim alsın, baleye,
piyanoya, tenis gitsin istiyorlar; kendilerinde gördükleri ne eksilik varsa onu
kapatmaya çalışıyorlar çocuklarıyla. Öyle bir dayatma yani tıpkı devletin
topluma tek tipçi dayatması gibi ki o
dayatma ancak bir asır sürebildi.
Bilimsel
olarak ta bir çocuğun kişiliği 7 yaşına kadar oluşur diyor uzmanlar yani 7
yaşına kadar nasıl biçimlenir, nasıl yetiştirilirse O’dur. Onun içindir “7
sinde neyse 70 inde o’dur, değişmez” sözü, ha değişmez mi değişir eğer
eksiliğini, hatasını fark ederde değişmek isterse değişirsiniz yoksa
değişmezsiniz.
Ve
çok gariptir oğlum, anne ve babanın beğendiğimiz, beğenmediğimiz huyları, davranışları, yemek
alışkınları bizde tezahur etse de, bizde ifadesini bulsa da bunun farkında olunmaz;
olunsa da itiraf edilmez; aynı kelimelerle konuşuruz, aynı şekilde yürürüz
mesela sen yavrum senin yürüyüşün babana
benzerdi, ”ayyy asla benzemem ben babama, anneme” cümlesi sadece bir
laftır, sadece... objektif bir bakış açısı gerekir gerçeği itiraf için..
Her
gün kullanılan ebeveynleri aklama “ hangi ana baba ister çocuğunun öyle olmasını”, “ölümünü” maskesi de yok edemiyor; ne bir çocuğun olumsuz davranışlarında, ne bir
trafik kazasında senin ya da havuzda
babasının gözü önünde boğulan akranın 6
yaşındaki Yiğit Atakan’nın ölümünde anne ve babanın ihmalinin varlığını. Onlarca
trafik kazasında baba direksiyonda, çocuk ya ön koltukta ya da arkada anne kucağında veya yanında ama illaki
emniyet kemersiz. İnsan neye yanıyor oğlum biliyor musun sen ABD’de, Avrupa’da,
Japonya’da doğsaydın, yaşasaydın ölmezdin trafik kazasında emniyet kemeri takılmadı diye...
Çocukların
kaderini ebeveynleri, ailesi çizer. Onlarda
ne yazık ailede, çevrelerinde kendisi
gibi düşünenler “haklısın, doğru
düşünüyorsun, onlara ne”yle destek, akıl verenlerle ilişki kurarlar. Hoşlanmadıkları
aile üyelerinin, arkadaşlarının dediklerine kulak tıkarlar ki zaten bu ülkede
herkes her şeyin en doğrusunu bildiğinden, yaptığından; iyi niyetli uyarılara
da “kime, Ona ne, benim çocuğum, benim
kararım”la karşılık verdiğinden, hoşlanılmayanlar çocuğun kaderinin etkili olamaz, söz hakları da bulunmaz ebeveynin onayı yoktur
ki onlara.
Seni
kaybettikten sonra güzel oğlum benim; acaba “arayıp sakın Cem’e araba kiralama,
sakın gitmeyin Şirince’ye” deseydim beni dinler miydi annen diye o kadar çok
düşündüm ki... ama biliyorum hayır, asla dinlemezdi, zaten benim uyarılarıma
azıcık dikkat etseydi, hayatının sonlanmasında en önemli rolü oynayacak F. teyzen kadar
dinleseydi beni, sen bugün
yaşıyordun. Şirin’ce; ben sizin Şirince’ye gideceğinizi biliyordum zira anneannen o sabah 2 Temmuz sabahı dedi
ki “L. araba kiralayıp bugün Şirince’ye gidecekmiş”. İnan yavrum nasıl
garip bir şeydir anlamış değilim hâlâ
ılık ılık aktı içime; bir sızı “anne nasıl olur, o yol ne kadar virajlı Cem
nasıl çıkar o yolu” dedim ben korkarak ama susarak.
Ve
kaza yapmış Cem diye haber verdiğinde İ.,
kaza Şirince’ye giderken oldu sanıyordum, Assos’a giderken olduğunu
sonra öğrenecektim. Niye Assos ? Niye...kim
bilir kim aklına koydu Assos’u kim?
|
30.07.2011 |
Ha
bunları yazmak bu saatten sonra neyi
değiştirir; ne yazsam, ne söylesem hep eksik yavrum, hayatın ergenliğini, olgunluğunu yaşamayacağını, akranların
büyürken senin büyümeyeceğini bilmek bütün bunlar; can yakacak, ruhu sızlatacak
bütün bu ukdeler geride kalanın kalbini,
hayatını parçalayacak öldürücü bir hançerdir...o kadar.
Hani
ben gelecektim ya “Can beyle görüşmek istiyorum” diyecektim sekreterinde bana
“hanımefendi oturun bir dakika Can beye
haber vereyim “ dersen seni arayacaktı sen “ benim teyzemi niye bekletin “ le beyaz gömleğini kıvırmış belki lacivert kravatınla kapıda belirecektin.
Tabii ki sen genel müdür falan makamı olan biriydin hatırladın mı mutfakta sana yemek yedirirken bunları konuşurduk.
Ve
sen diye devam etmiştim ben hikayeyi tamamlamak üzerek ağzına anneannenin her
sene sırf siz torunları için o artık romatizmadan yamulmuş elleriyle yaptığı tarhanaya
tavuk suyunu çok koyduğunda katılaşsın diye arpa şehriye attığım, senin de çok
sevdiğin “küçük kaşıkla ver” dediğin arpa şehriyeli tarhanayı değil bütün yemekleri yemen için kahramanı sen, ben, aile, parktaki
arkadaşların; Zeynep, Berk olan seni oyalayacak hikayeler anlatırdım. Can! her
yemek yediğinde sonunda tabağında illaki bir iki kaşık bırakırdın ya, ne yaparsak yapalım o bir iki kaşığı yemezdin
niye yavrum, huyunu bildiğimizden ısrar etmiyorduk bizde.
Anlatırken
“öyle değil mi Can’o, sen de öyle
yapardın “, “evet kızacağım Güşeni niye
bekletin, hemen kapıyı açıp odama koy“ derdin. Yaşamadan yaşamıştık biz pek çok
şeyi konuşmalarımız, hayallerimizle, hikâyelerimizle.
Hızlı
geçmişiz biz hayatı seninle; yaşayacaklarını önden yaşamışız kelimelerle,
hikayelerle mutfakta ki o cam masamızda ki parkelerin üzerine düşmüş kırıntıları İKEA dan alınan yün temizleyicisi ruloyla temizlediğinde kafanı çarpacaksın diye
korktuğumuz ve senin de birkaç
kez başını vurduğun çok acıttığından “ayyyy
kör olaydım sana Can, çok mu acıdı, çok
mu yavrum?” telaşıyla eğilince benim de başımı vuruşum.
Sen
yanımızdayken canın acımasın tek istediğimiz bu bizim annemle. Koşarken düşüyorsun
salonda; annem “ayyyy derken kendi
saçlarını yolluyor” kalkıp sana koşacağına; acını mı hissetmek istiyor ne...
teyzem de bizde şaşırıyor “kalksana saçını yolacağına çocuğun yanına git”
diyene kadar ben yetiştim mutfaktan “ hayret be anne!” .Anlık oluyor her şey
yazarken insan bunca sözün, olayın bir iki saniyede nasıl olduğuna, sözcüklerin
dudaklardan nasıl döküldüğüne şaşırıyor.
Ben
sana yemek yedirirken karşı apartmanda ki köpekcik Limon çıkardı balkona “bak Limon bak “ hani, hani “ bak işte ya dolabın altına girdi” sen görmezdin ben de gözlerinin bozukluğundan şüphelenirdim “uzağı mı görmüyor acaba”...o
acaba annene telefon ettirtir “televizyonu
da çokta yakın seyrediyor, sesini de açıyor sonuna kadar bir doktora göstersek
...” götürülürdün sonra anlatırdın doktorun gösterdiği resimleri nasıl
gördüğünü el kol hareketlerini de ekleyerek; “korkmam dişçiden Mine gibi, çürük var ama doktor nasılsa
düşecek dişleri çekmeyelim dedi anneme.
Doktor
seti oyuncaklarınla oynardık stetoskopu takar dinlerdin, ben doktor olurdum
“hoş geldiniz Can bey, şikayetiniz ? oturun şöyle atletinizi sıyıralım bakalım, derin nefes alın, öksürün, evet çok iyi kalbinizi
de dinleyeyim, nabzınıza bakalım, uzanın şimdi” elimle karnını muayene
ederdim sen tam bir hasta gibi kıpırtısız
bekler sorduğum “burası mı ağrıyor” sorularına kısa kısa cevaplar verirdin “yok burası, çok ağrıyor”, “ ağzınızı açın dilinizi dışarı çıkarın
“aaaaa” deyin, ooo kızarmış pek berbat, ateşiniz de var” bir kağıda reçete yazardım “bu ilaçları hemen
eczaneden alın, bol bol su, meyve, tabakta yemek bırakmak yok ” .
Sonra
sen doktor, ben, anneannen hasta olurdu.
O kadar çok hastaneye taşıdık ki seni, Güven, Medicana, Bayındır, sağlık ocağı,
Ertuğrul bey... O kadar sık hastalanıyordun
ki her hastalanışında sen beş yaşına
geldiğinde nedenini anlayacağımız annende anlayamadığımız bir kaygı “ya Gülsen sağlık ocağına bir götürsen de ciğerlerini
dinletsen Ertuğrul beye, öksürüyor, ciğerden geliyor acaba ” o bitmeyen öksürüklerin....
|
07.08.2015 |
I.’dan
senin için aldığım bilgisayarı kullanmadan önce yukarıdaki resminde de
görüldüğü üzere benim bilgisayarıma el koyar bende sana eşlik etmek için
koltuğu çekerdim yanına hem oyun
oynarken “yanıma da dur, gelll” dediğinden hem de Spider Man, Hazal bebek, balon patlatmaca onlarca oyunu bir sen, bir ben sırayla oynadığımızdan.
İşte
ortak kullandığımız bilgisayarımda 2013 yılından bu yana masaüstünde açtığım “Can test” klasöründe, Eylül 2012’de emekli olduktan
sonra izin alma gerekçem ortadan kalktığından 19
Nisan 2013’de İstanbul’da 800TL’ye yaptırdığım
“Cambridge testi”, “besin intolerans testi”nde çıkan sonuçlara göre
beslenip faydasını görünce; senin de müzminleşen öksürüklerinin nedeni bir
türlü bulunmayınca; koca Güven hastanesinde yapılan alerji testinde baharda şu
an adını bilmediğim her yerde rastlanacak bir ota, bir buğday türüne alerjin
olduğunu söyleyip, astım tedavisinde kullanılan ağza fısfıs yapılan bir ilacı
dayadılar hemen...
“
Nasıl bir test yapıldı” dedim annene “kan örneği alıp baktılar”; “resmini göster de bilelim nasıl bir otmuş,
gördüğümüzde uzaklaşalım bari..” cep telefonuna resmini çekmiş, gösteriyor; yabani
buğdaya benzettiğim, dolaştığımıza bütün parklarda görebileceğimiz bir tür ot.
Neyse,
okuduğum masallarda, izlediğin çizgi
filmlerde duyduğundan kolayca içeceğini
tahmin ettiğim ıhlamur, zencefil, tarçın,
adaçayı limon, Dikilide etkisini bilemediğimden korkarak topladığım okaliptüs, zeytin
yaprağı kullanarak sana
iksir adı altında “Can bu iksiri iç, bomba gibi olacaksın, boğaz ağrın
öksürüğün hemen geçecek”li bin bir çeşit güzellemeyle bazen yüzünü
ekşiterek bazen cidden severek ama hep “haydi iki yudum daha bak sonra oynayacağız, dışarı çıkacağız,
Öğretmenler kırtasiyeden top, sticer
alacağız ” vaatleriyle içtiğin o çaylar; denediğim onlarca macun, pastile
rağmen öksürüğün dinmedi... dinmedi. Ki
ben sana verdiğim bütün vaatleri de anında yerine getirirdim güvenin
zedelenmesin diye.
İpek
hanımın çiftliğinden getirdiğim doğal nişasta, süt azıcık şeker katarak
yaptığım muhallebi, siyah turpun içine bal koyarak bir gece bekletmek
dahil Erkan Topuz, Canan Karatay, Ahmet Rasim Küçükusta, Ahmet Maranki, Ümit Aktaş ,
Mehmet Aydın, İbrahim Saraçoğlu ilaç kullanmayı sevmeyen, ticari değil insan
sağlığını düşünerek doğru bilgilendiren doktorlar ne anlatmış, ne yedirin içirin
demişlerse televizyona çıktıklarında elimde kağıt kalem “öksürük“, “reflü “
boğaz ağrısı” için ne tavsiye etmişlerse
onları yaptım hep.
Misal
“kuru kök zencefil, 3 diş karanfil,
adaçayı; bir boğumu kadar kuru kök
zencefil ve 3 diş karanfili 1 su bardağı kaynamakta olan suyun içine atın. 6
dakika ağzı kapalı olarak kaynatın. Altını kapattıktan sonra 1 tatlı kaşığı ada
çayı ekleyin. Tekrar ağzını kapatın ve kaynatmadan 10 dakika demlenmeye
bırakın. Soğutmadan için. Yetişkinler bu grip çayından 2 saatte bir, 1 su
bardağı ölçüsünde içebilirler. Çocuklar için 1 çay bardağı ölçüsünde verilmelidir” yazar hemen anneni arardım “şimdi Ümit diye bir doktor çıktı dedi ki...... mantıklı geldi yapalım, bir
deneyelim”...
Faydası
olmadı değil eğer bizim evdeysen akşam evde yiyeceğin çorban, yemeğin, içeceğin iksirin illa ki kavanoza
konmuş hazır beklerdi seni almaya gelecek annene verilmek üzere. Annene derdim “bak
küçük kavanozdaki çayı mutlaka ver, bütün
gün ben üç kere verdim, yatmadan gargara yapsın “adaçayı” cidden faydalı. Bugün
zencefil, bal, tarçın verdim iyi
geldi ya da ayva yaprağını kaynattım içine limon azıcıkta
olsa kesildi öğlenden bu yana hiç öksürmedi. Unutma sakın.” Eğer sizin evdeysek kaloriferin üzerine
koyardım en az iki üç çay bardağında iksirin
portakal suyun, meyve suların ve aynı talimatları verirdim annene
“unutma”
Eve
gider senin yattığını düşünür arardım “içirdin mi, yattı mı Can” “ayy şimdi
içireceğim, ne yatması canavar olmuş
zıplıyor yatakta... Ne içirirsem içereyim
etkisi olsun diye en az yarım saat sonra bir şey içmene, yemen izin vermezdim. Ama
çocuksun bazen dayanamaz ağzına atıverirdin bir şey.
Öksürükle
baş edemedik, gastrolojiye bile göndertti
doktorlar seni, reflü olabilir demesin
mi biri. Mide ilacı bile Gaviscon bile kullanıldı san, “niye Can’ı takip eden
bir çocuk doktor yok” dedim annene o da
haklı olarak “güven hastanesi” çocuk
bölümündeki doktorlar takip ediyor daha ne olsun. Ama sonra “ bu doktorlarda bir
şey biliyorsa...” kanaati hem annende hem bende yerleşti...
Sonra
2015 yılında Medicana da bir doktora götürdük seni, baban ben ve seni evden
almış annende işyerinden gelmişti. O doktoru annen beğendi; işin garibi adı
Hülya olan o doktor seni ultrasona gönderdi; karnın ağrıyor diye böbreklerine
bakılsın istedi; ertesi güne randevu aldık ultrasondan neyse ki annen
götürmekten vazgeçti. İnsanı öyle bir hale sokuyorlar , insanın içine öyle bir
kuşku şırınga ediyorlar, öyle bir
konuşuyorlardı ki doktorlar misal eğer
ultrasona sokmazsak seni böbreklerinde bir şey çıkarsa ilerde, töhmet altında kalınacağından ister istemez
evet diyorduk. Kısacık ömrün doktorlarla
büyük imtihanın oldu.
|
11.06.2012 cep telefonum elinde |
Ben
o test sonuçlarına göre beslenmeye başlayıp faydasını görünce aynı şikâyetlerden
muzdarip annen de yapmak istedi “ama şu an maddi açıdan çok kötüyüm, kredi
çektim ev aldım; onarımı tamiri, teste verecek param yok” , “saçmalama, sorun değil ben veririm sen sonra eline
bollaşınca ödersin, para yok diye
Can’nın perişan olmasına izin mi vereceğiz,
araştırayım Ankara’da nerede yapılıyor
”.
24
Nisan 2013 Çarşamba günü araştırmışım ;Cambridge diye bir Word
dosyasına atmışım bilgileri; Bahçelievler
de 3. cadde de Dr. Aslı Eralp. Üstelikte bir hafta önce yaptığım test güya kampanyaya
girmişmiş kişi başı 500 TL’ye inmiş. Cumartesiye randevu alıyorum sen 3 yıl 7 aylıksın, annen, anneannen ve ben taksiyle gidiyoruz. Doktor hanım kendi
çocuğuna da yaptırdığı testin faydasıyla ilgili
güzellemelerine devam ediyor, her çocuk gibi nefret ediyordun kan vermekten canın yandığından. Annenin
kucağındasın bir ağlama öyle böyle değil halbuki parmağının ucundan alınacak
azıcık.
Hemşirenin
“Can pencereden bak sokakta ne var, annesi
Can çok cesur bir çocuk değil mi, aaaa bak balon, sinek ısırığı gibi
azıcık bir sızı Can” telkinleri annenin
kucağındaki senin “yapma, yapma” haykırışlarına karışınca dayanamıyorum
koridora çıkıyorum, anneannen oynuyor
valla oynuyor “bak Can bak” neyse
alınıyor kan, muayenehaneni altında cafe var
oturuyoruz sana hamburger patates kızartması hapur hupur yiyorsun. Patates
kızarmalarına ketçap ve mayonez ama asla patatesin üstüne dökmezdin yan
tarafına döker, karıştırılmasını sevmezdin
ayrı ayrı önce ketçap sonra mayoneze batırırdın, farkına varmadan poşeti açıp birbirine
karıştırsak kızar ağlardın “Can tamam oğlum bak buraya ayrı ayrı döküyorum oldu mu, ağlama
oğlum.”
Hep
böyle yedin patates kızartmasını, ilk başlarda salatalık turşusunu da
çıkartırdın hamburgerden sonra o kadar çok sevdin ki 3,5 yaşında falandın Tiflis caddesinde yol
üstü uğrak yerimiz Beğendik’te cam tezgahın ardındaki çubuk turşusunu gösterip
“bunu alsana” şaşırmıştım, “ağzım
sulandı” gülüyorum nereden kaptın kim bilir bu sözü. “Sen turşu yiyor musun”, “evet, babam alıyor, çok
seviyorum” Allah Allah, satıcı bir tane
veriyor nasıl zevkle yiyorsun eve gelir
gelmez koca bir tabak turşuyu bitiriyorsun. Kesinlikle hamburgerin de soğan, marul
varsa çıkartırdın, bir de maydanozu börekten, anneannenin yaptığı
gözlemlerinden ki sen sade gözlemeyi severdin benim gibi onun içinde annem sana
hep sade gözleme yapardı.
Ama
mayıs 2016 cam masada oturuyoruz ben
ipek hanım çiftliğinden gelen maydanozu yiyorum çiğ ; “bana da ver “diyorsun “
aaa sen yiyecek misin” evet” korkuyorum sapı boğazında kalır, yutamazsın diye
ama sen 3 dört dal maydanozu yiyorsun benim gibi. Şimdi ne zaman maydanoz
sofrada olsa senin “ bana da ver” sesin
Can’oooo.
|
26.10.2012 Beypazarın da |
Can test klasörüne baktım bunları yazarken 30.04.2013
test tarihi notu düşülmüş sonuçların yanına. Evet hemen hemen her şeye maya,
süt nispeten keçi sütüne az , yumurta sarısı, beyazı, buğday, ceviz, badem, bezelye, bal
yani yok yok bir tablo , “iyi de
bu çocuğa biz ne yedireceğiz her şeye alerjisi var “.Hemen diyetisyeni
arıyoruz “fayda görmek için en azından üç ay uygulayın” Annem benden alışkın “ben mayasız ekmek yaparım “diyor.
Ama baş edilecek gibi değil yasak listen tabii bu
işe en çok bozulan babaannen “ çocuk, daha olur mu bunun her şeye ihtiyacı var
“ gerçi annem de onun gibi düşünüyor, cidden de
çocukta bunu uygulamak imkansız. Nitekim imkansız da oluyor zira başta
babaanne yasaklar deliniyor. Annen “ inadına yapıyor sanki H. hanım ben çilek
yemesin diyorum o çilek alıyor, çilek ya hepsi hormonlu.” Annenin, benim bu karşı çıkışımıza senin en sevdiğin meyve
olacaktı çilek, karpuz. Annen, ben bile sana çilek alacaktık kıyamayıp.
2010 yılı dört ya da beş aylıktın sağlık ocağında aşı
yapılmış, sen bir ağlama tutturuyorsun annen bir bakıyor ki bacağında şişme taksiye
atıp o zaman Turan Güneş’te yeni açılmış
Çağ Tıp’a götürüyorlar, annemle. Doktor “ilaç toplanmış ovun dağılsın, sıcak
kompres yapın arada” .İşten eve bir geldim annen, annem bitik o kadar üzülmüş,
korkmuşlar ki sen figanlarına takside de devam edince. Ben geldiğimde de
ağlıyordun kucağında sen, bir o yana bir
bu yana dolanıyordu annen. Tabii elimi yıkayıp, üstümdekileri çıkarır çıkarmaz
“verin bana” dedim, salonda koltuğa oturdum , dizlerime bir yastık üzerine seni
koydum başladım “dı lori, lori dı lori lori” inanamadılar evdekiler, sustun
sen, uyudun “mahvoldu yavrum” diye annen çok üzüldü. Büyüdüğünde bu olayı anlatım
sana “kimse susturamamış mı seni? Sende sanki
beni beklemişsin sesimi duyar duymaz
sustun” bak böyle salladım, dinle bak bunu
söyledim dı lori lori, dı lori lori”
İlk yaz
tatilinden Dikili’den döneceğin günü iple çekiyorum baban havaalanından sizi
almaya gidiyor, sizdeyim bende, unutmuşsun sanıyorum beni ama tanıyorsun sesimi
unutmamışsın. Nihayet baban da iş buluyor.
Annen çok seviniyor hem babaannenin sık sık ağlamasının, sürekli
antidepresan kullanmasının senin gelişimini olumsuz etkilemesinden, hem de akşamları iş çıkışı gece yarılarına
kadar temizlik yapmaktan bitap
düştüğünden seni kreşe vererek sorunu
çözeceğine inanıyor.
Babaannen
küçük plastik saklama kaplarına koyuyor yemeklerini,
meyveni, biberona da su haydi parka Basın sitesinin karşısındaki parka, orada yemeğini yediriyor hem de diğer
anneanneler, babaannelerle sohbet ediyor. Anneanne ve babaannelerin tekelinde çocuk
bakmak bir sektör haline gelmiş “ bugün Can’ı gördüm kapıcı çocuğu gibi... ağzı
burnu yağ içinde, o ne hal “ diyor F.teyzen, annene hoşnutsuzluğunu da
belirtmeyi ihmal etmeden.
Annenin
öfkesini besliyor F., O da “F.”nin
dediği gibi daha kentli olamamışlar göçebeler ayol, ne öyle dışarda yemek
yedirmek” “kaç kere söyledim ya kaç kere çizgi film çok seyrettirmeyin diye ama
televizyon hep açık, bunlar nasıl öğretmen, bunların yetiştireceği çocuktan ne
olur ” söyleniyor ha bire.
|
bu sepetin içinde dolaştırılmayı ne çok severdin |
Annen öyle
duygularını, öfkesini hemen göstermez biriktirir, biriktirir patlardı ama ne patlama... Seni
kreşe göndermek annen için hoşnut
olmadığı ortamdan kurtuluşun tek yolu, başka çare yok ona göre...Annem baksın
da diyemiyor babaannene çünkü “niye” sorusuna
tatmin edecek bir cevap veremeyeceğine inanıyor, babaanneni kırmakta
istemiyor. Babaannene seni kreşe göndereceğini
söyleyecek yol arıyorken yeni çıkmış dişin kırılıyor parkta; babaannen
çok üzülüyor kan akıyor ağzından, doktor
sana antibiyotik veriyor. İlk antibiyotiğini alıyorsun böylece, annen bu olaydan
çok etkilendi , duyar duymaz koştuk dudağın
patlamış, şişmişti “acıdı.. “ diyordun.
Annen bu olay sonrası babaannenin kullandığı antidepresan yüzünden dikkatini toplayamadığına iyice inandı antibiyotik kullandın diye de çok üzüldü iyice tedirgin ve güvensiz oldu babaannene karşı ve kararını verdi. Sonraları annen dedi ki “eğer Cem çalışıyor olsaydı, maddi durumum iyi olsaydı kadın tutardım kimseye baktırmazdım.” Daha iki yaşındasın; kreş araştırıyor “ çok küçük” diyorum ama annenin huzura kavuşması için senin kreşe başlaman şart. Yine Dikili’ye gidiyor tatile seni alıp baban yeni işe girdiğinden izni yok, döndükten sonra da kreşe veriyor seni. Senin kreşe gideceğini de baban söylüyor babaannene.
Memel’in
aşkı mı oldun sen?
Sonunda yukarıdaki
videoda ki konuşmalardan da anlaşılacağı üzere bana “aşkım” derken yeni aşkın “emel”in
senin deyiminle “memel”in öğretmenin
olduğu kreşe başlıyorsun. “H. hanım bir şey “dedi mi “bakma yok o da yoruluyor,
ta nereden geliyor işine gelmiştir, en doğrusu
buydu” diyor annen. Sanıyorum bir aya yakın babaannen aldı seni servisten ki
çok üzülmüştü senin kreşe verilmene “boşlukta kaldım, çok özlüyorum, sesi hep
kulağımda ” onu çok iyi anlıyordum zira
annem 5 yıl baktığı İ. kreşe verildiğinde delirdi. Dayanamadı kreşinin önüne gitti, bekledi “ zaten okula başlayacak bir yıl sonra , yapmayın ...” diyerek kreşten
aldırdı İ’yi.
Şimdi şu an
seninle hava kararınca kaç siyah, kaç beyaz, kaç gri araba geçecek ya da gelecek olan arabanın,
zırtopırtların rengini tahmin etme
oyununu oynamak için sokağa baktığımız pencereden sensiz bakıyorum “Can gördün mü
bebek pencerede”. Lambalar yakıldı çoktan, kimin perdesi açık, kiminin kapalı mutfaklarda
akşam yemeği telaşı, karşıdaki evde kadın domates yıkıyor. Her ev, her pencere
bir hikaye yavrum bilinmedik, anlatılmayan bir hikaye. Bu hikâyelerde ortak,
tanıdık nokta kayınvalidelerle ilgili her evde yapılan konuşmaların, dertlenmelerin
aynılığı. Yalnızca annenin değil ki annen annemden de şikâyet ederdi çocuk yetiştireme
konusunda, herkesin herkese hep bir kulp
bularak kendisini iyi hissettiği bir toplum bizim ki. Kimse de açık açık anlatmadığından evlerde olanları
kapalı kutudur her şey. Senin hayatını, başına gelenleri, yaşadıklarını yazmaya karar vermemiş olsaydım , kimse bilmeyecekti
yaşadıklarımızı tıpkı diğerlerini
bilmediğimiz gibi.
Babaannenin
de boşluğa düşmesi, zorlanması çok
normaldi bütün gününü birlikte geçirdiği
her şeyini düşündüğü tek torunundan ayrılması onun açısından kolay
değildi ama hayat böyleydi işte..eninde sonunda çocuklar büyüyüp kendi
hayatlarını yaşayacak, okula giderek günlerini okulda geçireceklerdi.... böyle
böyle devam edecekti hayat. Biz deneyimliydik o yüzden babaannene “çok sev
Can’oyu, tadını çıkar bu günlerin, okula başlar başlamaz her şey değişir, ben öyle yapıyorum. Bizim diğer torunlar büyüdü gözleri bizi görmüyor; okul, kurs,
sınav. elimizde bir Can’o kaldı bu günlerin kıymetini bilelim”
2009 Eylül’ünde
doğan seni çok net olmasa da Nisan ya da
Mayıs 2010 kadar annen; o günden sonra yukarıdaki videonun çekildiği 30 Temmuz
2011 tarihinde görüleceği üzere Haziran 2011’e kadar da dedenle hastanede kaldığı, devre mülk için
Kızılcahamam’a gittiği arada mola
verdiği günleri de çıkarsak yaklaşık on ya da on bir ay babaannen baktı sana. Ne garip gittiğin her
kreşin adını hatırlıyorum ama ilk kreşinin hatırlayamıyorum galiba “Sudoku”ydu, 4. cadde’deydi;
2 yaşına girmene 3 ay varken kreşe yolluyor
annen seni.
Annem veya
ben ya da ikimiz birlikte seni alıyoruz
servisten, annem her gün evinize yürüyor, ben daha emekli değilim ama çok yoğun da değilim servisten geliş saatine göre ayarlıyorum iş
çıkışını. Servis 16, 16.30 gibi kapıda oluyor azıcık gecikti mi deliriyor illaki arıyorum bakıcı kadını “trafik” , “az
geç çıktık”. Gelince yoğurdun, çorban hazır annen “dolapta şu, şu köfte var “
ya da “ bugün yemek yok çorba yapsanız” ya da “, bulaşık makinasını
boşaltsan” gibi onlarca şey söylüyor.
Genelde annem zira ben aldığım ilaçlar yüzünden çok çabuk yoruluyorum evinizi topluyor, makinadan bulaşıkları, çamaşırları çıkarıyor, lavaboları, yerleri siliyor ki annen eve gelince rahat etsin. Eğer
senin için evde yemek yapıp getirdiğinden onları ısıtırdı
sen gelince hazır olsun diye olmazsa olmazımız; her akşam bir kap yoğurttu. Çoğu
kez annem bu işleri yetiştirmek için evde
kalıyor, seni almak için aşağıya ben iniyorum.
Servis
geliyor çokk küçüksün çokk, kucağıma atlıyorsun beni görünce... nasıl
nasıl seviniyorsun görünce ki esir kampından kurtulmuş bir esir gibisin; o yaşta.
Kuzenin İ. bize gelince ben kuzenlerinle ilişkin olsun kardeş
olsunlar sana diye “haydi Can’ı görmeye gidelim “ diyorum. İşte çocukluğunla
ilgili videoları da o gün çekiyor
ilkokula giden İ., seninle saklambaç
oynuyor. Sonra komşun F.’nin kızı
İstanbul’da üniversite okuyan
öbür kuzenin de geliyor seni görmeye .
Sağlıklı
diye annen tahtadan oyuncaklar alıyor sana annen, sana renkleri öğretiyoruz
“Can kırmızı nerde, mor”, “ em em “ ev
yapıyorsun, parklarda kuma çizdim hep evleri bir sopayla...
Kreşleri hiç
sevmedin sen, senin sevmediğini bildiğimden hep erken alırdım ya da bugün gitmesin
derdim. Öyle sürekli bir ay her gün hiç gitmedin kreşe, mola illaki mola verdin, verdirdik
sana. Ne iyi yapmışım öyle yapmakla.
Koban
diyorsun kocaman demek “ada” diyorsun “anne”ne .Senin kreşe
başlamadan tek mutlu olan annen; temizlik sorunu bitiyor, senin için kreşin iyi olduğunu düşünüyor ama sen çok
küçüksün annem sürekli “olmaz ya haline baksana Can’nın, ne kadar küçük, bu
kadar insanız, bakarım ben ” diyor.
Çocukları çok seven bir aileydik biz, hele de anneannen ve ben. Belki anne nasıl olunur bilemeden ilk çocuğu beni
kucağına 15’inde alan 12 yaşında evlendirilen anneannen yaşayamadığı anneliği torunlarıyla
yaşadığından; onları çocuklardın çok sevdi tıpkı benim onları çocuğum yerine koyup
kardeşlerimden çok sevmem gibi.
Annem sonunda
“gönderme ben bakacağım” diyor. Ben “ yaşlısın
kendini zor taşıyorsun, ben de hastayım, babam var çok yorulursun”,
” hayır çok küçük ne kadar mahzun, ne kadar masum ya bırakmam sürünsün
kreşlerde yüreğim dayanmıyor, ev işini
yemekleri gece yaparım “. Diyebilirim ki 2-3 ay sürmedi kreşten alındın sen.
2010 yılı
Eylül ayında M. dayının nikahına katıldın sen ve 16 Eylül 2011 de her zaman çok seveceğin,
resimlerini yapacağın Duru doğduğunda annem sana bakıyordu. 30 Eylül 2011 Duru’yu
ziyarete gidiyorsun sen.
Her sabah
yürüyüş yapan annem yürüyüşünü aksatmamak için sabahları daha da erken kalkıyor yürüyüşünü yapıyor sonra 20 dakikalık mesafeyi yürüyerek size geliyor, akşamda yine
yürüyerek eve dönüyor; babaannen gibi o da kar, kış, yağmur, çamur dinlemiyordu. Annenin servisi sabah 8, akşam 19’da geldiğinden ona göre ayarlıyor
geliş, gidişini.
Annem size gelince
otomotikman evin bütün işi yemek, temizlik her şey bana, sizin evinizdekilerde anneme kalıyordu
ama annem benden şanslı hem sen vardın, hem de sizin evin işi bizimki kadar çok
değildi. Üstelik bir de yaşlı babama bunun
ne demek olduğunu ancak yaşlanmış insanlarla yaşayanlar anlayabilir; yaşlılık
bir nevi huysuz bir çocukluk sendromu
güzel oğlum; sana bakmak ona bakmaktan on kat daha çekici ve mutluk vericiydi.
Çünkü her şeyi sana bakanla öğreniyordun
ama yaşlı biri her şeyi bildiğini
varsayarak her şeye bir yorum, bir
konuşma. Ömrü boyunca kızdığında anneme diye yazacaktım ki vazgeçtim neredeyse hep “o kadın” dediği anneme “ kadın yine iş buldu” “demiyor ki bu adam yaşlıdır, bakıma muhtaçtır
“diyerek verip veriştiriyordu; kölesi ya babamın annem..
Bu işten hoşnut olmayanlardan biri de teyzen F., aile oraya taşınmış gibi geliyor ona açık açık
söylemese de; içten içe hoşnutsuzluğu fark ediliyor. Evi kirlensin istemiyor annemle
arasına bir mesafe koyuyor ki annem seninle
evine girip çıkmasın diye. Senin evine gittiğinde evini karıştırmadan haz
almıyor .Annem de tedirgin zaten gitmek istemiyor F.’ye seninle.
Öyle tuhaf işler yapıyor ki tanımayan anlam
veremez. M. dayınları yemeğe çağırıyor elinde tavuk sizin evde gelip yemeği hazırlıyor, sizin evde kabul
ediyor, ağırlıyor evine çağırdığı aile üyelerini. İlk bebek ziyaretini yaptığın
Duru’ya annesi korktuğundan banyo yaptıramıyor öyle ki isilik oluyor annem de “yeni doğan
çocuğa her gün banyo yaptırılır arabanız
var getirin ben yıkarım” diyor; Duru banyo yapmaya size geliyor. “Can, Duru nasıl ağlıyor” “bebe..bebe” dediğin Duru’nun taklidini yapıyorsun. İnsanları da hayvanlar
gibi çok iyi gözlemlerdin; annem “Kemal
bey” diye seslendiğinden babama senin de arada ”Kemal bey” diyerek bizi
güldürdüğün babamın öyle güzel taklidini yapardın ki.
F. teyzen
bırak anneme yardımcı olmayı hiç aramıyor dahili telefondan dahi. Ben de
annemin yanına geliyorum yardıma; sana bakıyoruz huyunu bildiğimden F.’nin pek nadir gidiyorum evine oysa aynı 41. nolu 2. blokta siz 7. , .
F.de 10 katta oturuyor.
Hava soğuk
sıcak dinlemiyor, seni parka götürüyorum, gezdiriyorum, sadece parka değil
sitenizin önündeki tek katlı bir gecekondunun bulunduğu büyük arsayı keşfe
çıkıyoruz, çiçek topluyoruz baharda “gelincik
bu” ; büyüyorsun sen, yürüyorsun adam akıllı ki ilk adım atışın bizim evde;
salondaki sehpanın yanındaydın birden sehpaya tutunup kalktın ve sanki hep
yürüyormuşsun gibi yürüdün. Annene “videoya çek, emeklemesini, adım atışını,
konuşmasını “ derdim arada videoya aldıklarını biliyorum.
Etrafımızdaki
yaşıtlarından erken diş çıkardın “baba”
“dede”, “anne” “aşkım” dedin, heceledin, emekledin ve yürüdün. 5 aylıktın diş için
patlamıştı damağın, hep çok hızlıydın, çocukluğunun bütün evrelerini çabucak
tamamlıyordun.
Ailemizin klasik “haydi bana gel, bana gel ” oyunu
seninle de oynanıyor. Bakalım kime
gelecek; ben annen, anneannen, İ. , ev
de kim varsa diziliyoruz yan yana; bir çizgi gibi tek hatta seni bizden uzakta ortaya bırakıyoruz;
herkes en şirin halini takınıyor “ aşkım haydi bana gel Can ” , “Can haydi
annene “ “Gülsen’e” gel derken ellerimizle
gel gel işareti yapıyoruz. Sen kah bana, kah annene , kah İ.’ye gidiyorsun tek gitmediğin anneannene. Cümle kuruyorsun, her çocuğun
efsanesi “bu ne ”lere başlamışsın çoktan. Ara da babam da geliyor
benimle size, yemek yemeğe
Anneannen
bir gün “yoruldum demedi” bir gün... seni o kadar çok seviyordu ki ve sana o kadar
güzel bakıyordu ki annen işe gidince
ağlamaya başlayan seni kucağına alıyor “haydi annene bay bay diyelim”
pencerenin önüne götürüyor “bak işte
annen, haydi sende el salla, erken gel
annesi, Can seni bekliyor” ağlıyorsun sen el sallarken sonra annem sana
“kedilere bak , bak bak arabaların altına giriyor” diyerek kedileri gösteriyor.
Annenin tersine kedileri çok seviyorsun çokk, babanın evlenmeden önce iki kedisi vardı birinin adı Marsık hatta bir
keresinde kayboldu, baban çokk üzüldü ilan hazırladı tek tek astı bulundu işte o kedilere babaannen bakıyordu,
sen onlara gidip geldikçe “Marsık çizdi bak, Marsık çok yaramaz “lı Marsık ’ın hikayelerini anlatırdın.
Marsık
Ve 2013
yılında bizden üç sokak ötede annen ev alıp bana komşu geldiğinde yolda, apartmanın önünde sokakta bir kedi
görmeyelim ardına düşer takip ederdik,
arabaların altına bakar “pisi pisi” diye ayaklarını asfalta vururdun arabanın altından çıksınlar da peşine düşelim diye; özellikle
baharda en az bir saat peşlerinde
dolanırdık. Onlar koşar bizde koşardık arkalarından öyle severdin kedileri. Kuaför
Hüseyin “hayırdır “derdi “Can yine kedi kovalıyor.” Kedi apartmanın bahçesine
girerdi biz de girerdik.
Sonra 2012
Şubat’ın da ben hastalanıyorum ağır bir ameliyat sağ kalın bağırsağım
alınıyor 1 metre; kendime geldiğimde
“anneme Can ne olacak şimdi diyorum “ “babaannesi
var, bakar “ diyor annem. 6 gün sonra eve
gelince hastaneden seni görmek
istiyorum, getiriyorlar, unutmamışsın “Güşeni”.
Seni çok seviyorum çokkk; sol göğsüm
alındığında narkozdan çıkar çıkmaz gözlerim nasıl İ.’yi
aramış, o halde anneme “çantamı aç İ.ye harçlık ver” diyecek kadar kendimi
unutmuşsam seni de o kadar çok seviyorum; İ’yi nasıl kızım bilmişsem seni
de oğlum sayıyorum..
Babaannen
ben düzelene kadar sana bakıyor; annen aynı sıkıntıları yaşıyor yine çok
huzursuz. 2012’nin Nisan ayının başında tekrar annem bakmaya başlıyor zira M. deden hastalanıyor, babaannen hastanede refakatçi. Nisan'nın
28'in de Hacıbektaş'a gidiyorsunuz. Sana diktiğimiz ağacı görmeye, annen
kurbanını da kesiyor. Dönüşte G.lerin araba bozuluyor güç bela geliyorsunuz Ankara’ya.
Baban arabasıyla G.leri evlerine bırakıyor o kadar kötü kullanıyor ki arabayı ölüp
ölüp diriliyorlar. Eve varır varmaz telefon ediyor G. "bilmiyordum ben, ne kadar kötü bir şoför, yola çıkılmaz onunla”.
2012 Ekim’in 26'sında
Beypazarı'na gidiyorsunuz gezmeye G.lerin arabasıyla zira annen asla
cesaret edemiyor babanın kullanacağı arabanızla şehirlerarası yola çıkmaya
Bense artık işe
gidecek durumda değilim emekliliği
düşünüyorum. Ve benimle ilk tatiline çıkıyorsun sen, ben, anneannen, annen. Dönüyoruz annen, ben, sen ;
anneannen orada kalıyor zira deden büyük problem çözümsüz “yaşlıyım, kim bakacak” sorunsalı. Daha Dikili’de
karar veriyor annen seni yeniden kreşe yollamaya. Annenin daha izni bitmemişti,
kreşe başlayana kadar üçümüz birlikteyiz.
Hafta da iki üç gün işe gidiyorum saat 3 gibi ayrılıyorum annen arıyor ” kreşten aradılar Can bugün erken
çıkacakmış yetişebilir misin” hemen fırlıyorum. Birim değiştirmişim Dikmen’deki
genel müdürlükte arşiv bölümündeyim. İşyerim eve çok yakın; servis
gelmeden yetişiyorum. Seni beklerken aynı
saatlerde torunu İpek’in servisini
bekleyen anneannesiyle arkadaş oluyoruz,
konuşuyor, sizlerden bahsediyoruz.
Servis
gelmeden 1 ya da iki saat önce geliyorum evinize; yoğurdunu, yemeğini, meyveni,
cevizini çıkarıyorum. Seni beklerken evi
toparlıyorum, temizlik yapıyorum, bulaşık makinesini boşaltıyorum. Sonra aşağıya
iniyorum, servis gecikirse kafayı yiyorum.
Niye
bilmiyorum vefatına kadar içimde ancak
seni kucağım alıp sarıldığımda biten bir korku; sana bir şey oldu, olacak korkusuyla yaşadım.
Asansöre biniyoruz “ben basacağım”, “ne
yaptınız bugün” “ düştüm” ayağım kaydı, havuza girdik.. anlatıyorsun kreşte
olanları; bazen eve girmek istemiyorsun
önce parka gidiyoruz, pencereden T.’nin basket oynayışını seyrettiğimiz
basket sahasın da top oynuyoruz. Büyümüşsün ya topu potaya atmaya çalışıyorsun
atamıyorsun ben atıyorum seviniyorsun.
Sitenin içindeki basket sahasına yakın küçücük parkta salıyorum seni” haydi
Paris’e”, dönen oyuncaklara biniyorsun. Siteyi keşf ediyoruz;havuzunuzu
gösteriyorum sana, geçiyor günler.
|
14.04.2012 çok sevdiğin odamız ve kelebekler
|
Sonra “artık
yeter haydi eve “mevsimine göre “üşüdün, terledin hasta olacaksın üstünü
değiştirelim”le eve giriyoruz. Elini yüzünü yıkıyorum, üstünü değiştiriyorum,
çizgi film açıyorum yemek yediriyorum annen geliyor. Ağlıyorsun “gitme “ , oyun
yarım kalıyor ya ondan, balonlarla oynuyoruz birbirimize atıyoruz. Sonra Dikili’den
annem geliyor, ben de emekli oluyorum
Eylül 2012’de artık tek meşguliyetimizsin sensin annemle, benim.
Arada bize
de geliyorsun, getiriyoruz, çok sık hastalandığından kreşe gidemediğin zamanlar
çok, o yıl kolon kanseri teşhisi konuyor hem partiden,
hem işyerinde arkadaşım Cahit’e. Onu görmeye gidiyorum sık sık. Bir gün yine
Cahit’i ziyaretten geldim ki Cahit “biraz daha otur gitme derdi ben gitmeliyim
Can’nın servisi gelir “ “annen alsın “ yok beni görmezse telaşlanır” derdim, her şeyimi senin vaktine göre
ayarlamama kızar “ biraz da kendin için yaşa “derdi .
O gün Cahit
çok kötüydü çokk “bu ağrılar inanılmaz yahu nasıl bir ağrıdır bu” ölmek üzere
olduğunu gördüğümden o kadar üzülmüştüm ki eve gelir gelmez mutfakta anneme
sarıldım “Cahit ölüyor anne”
ağlıyorum; sen bana bakıyorsun sonra hâlâ dün gibi hatırlıyorum,
koridorda “ölüyo”, “ölüyo” diye dolanıyorsun. Hemen toparlanıyorum, gözyaşlarımı
siliyorum kalbimde tuhaf bir çarpıntı, koşup seni kucağıma alıyorum sarılıyorum
; öpüyorum “Can yok öyle öldü demedim ki ben, çok seviyorum Can'ı dedim “
2012’Aralık
ayı öyle bir kar yağıyor ki Ankara’da,
servisin gecikiyor; nihayet geliyor servis bana “Ecem, bana senin evin yok
dedi” derken sen ben arkadaşım Cahit’in ölüm haberini alıyorum Doğan’dan.
Arsından “sessiz
Juliet'lerimiz vardı, bizim de” yazısını yazıyorum “3 Aralık 2012 Ankara’da kar
yağışı” entry’leri, tweetleri dolanıyor sosyal medyada. Telefon elimde ben,
öylece bakıyorum kara; boş, boş” ve o yazıyı şu satırlarla bitiriyorum bir gün
senin çocuk yaşata öleceğini bilmeden “ söylesenize, sahiden
siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?”