Ve o kaybediş...hiç başınıza gelmeyecek sandığınız, sandığım beklenmedik o kaybediş öğretti bana da; benim, bizim diye sahiplenilen hiçbir şeyin sahibi biz değilmişiz. O yüzden Hevalım...o yüzden...karanlıktan çok karanlıkta görünmeyenlerden korktum ben; gözyaşları süzülürken çatlak duvarlardan.
Görünmeyeni
değil gecenin karanlığını aydınlatan
ışıl ışıl caddelerde, evlerde fark edilmeyen
çatlak duvarlardan süzülen o gözyaşlarında gizliydi işte “....Şemdinli
.... çatışmada 9 asker şehit olurken ....... toplam 56 terörist de etkisiz hale
getirildi...”’haberinin ardındaki belki
30 saniyede yitmiş 64 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayat hikâyeleri
de.
Eyyy Türkiye !!! üzülme! dertlenme sakın! 9 evladını
kaybettin ama bak “ohhh olsun“la yüreğini soğutacak, arkasından kimsenin
gözyaşı dökmediğini, yaşanmış bir hayat bırakmadığını varsaydığın, senin için
yalnızca istatiksel bir rakam; 56 terörist de öldürüldü işte! Rahatlayabilir,
az sonra başlayacak dizileri “ufak tefek cinayetler”i huzurla seyredebilirsin.
Kimliğini
taşıyan 9 evladına karşılık tam 56 vatan haini evladının öldürülmesinin
coşkusundaki eyyy Türkiye! yine mi duymadın; acının dayanılmazlığından çatlayıp
gözyaşlarını sızdıran onlarca duvardan
birinin sahibi Kırşehir belediyesinde temizlik görevlisi Ayşe’yle, işçi
Recep’in evladı Tayfun Kavun’un “Şemdinli kırsalında....” öldürüldüğünü
iletecekleri “ gidin..gidin...bu haber
için kapıyı açmam”la karşılayan, kardeşi Sultan’ın ortalığı çınlatan feryadını.
Belki
4 incili Milka’da şef Mehmet Gurs’un ıspanak yatağında pekmezli sakız kuzusunu
tadıp, Ajda’nın ınstagramdaki mutfak
pozu, telomer hakkında konuştuğundan,
belki “her 10 Kasım’da put gibi dikilen
insan” başlığına entry girdiğinden
duymadığın o “ ... kapıyı açmam” feryadı, çığlığı var ya işte o çığlık “Tayfun’nun katili bu savaş niye var
...niye”yle kırbaçlanan acının, isyanın kalbi aşarak dile vuran ulağıydı.
Tayfun’nun kırsalda çatıştığından habersiz
aynı saatlerde belki evinde temizlik
yapan, belki Müge Anlı’nın aradığı Fatma
Uyanık’ın hayatının peşinden “tatlı sert” sürüklenen Sultan’nın attığı o çığlık; bir daha asla ölüm haberini almadan önceki bir saniye gibi olmayacak hayatının, önceki o bir
saniyesinin içinde kalmak içindir de.
Kapsama alanları dışında
kaldığından duyulmayan, bu ülkede
onlarca Sultan’nın milyonarca kez
attığı “acımı, artık çarpmayan kalbimi
görmüyorsunuz” sistemini de yansıtan o
çığlık; yitirdiğiyle birlikte yaşadığı zamanlardaki tadı asla alamayacağı
hayatını kurutan; sevdiğini elinden alan;
yaşanmaya bilinecek trafik, iş
kazalarının ,..., ..., ..., ve savaşın
varlığınadır.
Ki
“hep savaş, hep öl” konseptinde aynı toprağın yaşayanı Türkleri,
Kürtleri birbirlerine öldürten, kırdırtan neredeyse kalıcı hale getirildiğinden
bağışıklık kazanılmış savaşın; 40 yıldır niye bitmediği, bitirilmediğiyse hiç
kimse için bir muamma da değildir.
Muamma; yaşanmışlıklarıyla harabe
evler, şehirler yüzünden değilse bile
sırf 1988-2013 arasındaki çatışmalarda hayatından olmuş 7 yaşındaki Silopili
Umut Furkan Akçil, Ceylan Önkol (14) ile 569 çocuk yüzünden temiz, haklı bir yanı kalmamış
savaşa Türkiyelilerin hâlâ neden, niye destek verdikleridir.
Zira
yüzyıllardır savaşanla beraber ebeveynlerinin, yakınlarının da savaştığı;
Albert Camus’un “amacı ne olursa olsun,
hiç bir savaş ahlaki olma imkanına sahip değildir”le lanetlediği savaşın
kötülüğüne, hoyratlığına, yıktığı hayatlara dair her şey yazıldı, söylenecek
her şey de söylenmedi mi?
Tüm bunlar, savaşın sadece ölüm, acı
getirdiği, sonunun olmadığı bilindiğinden değil miydi; dünün büyük suçu
Kürtçeyi konuşturtmayan, Kürdüm, Aleviyim, Ermeni’yim, ..., ..., ...,
dedirtmeyen ötekileştirmenin, devlet
terörünün “yeter ! başım gözüm üstüne ölüm”le dağlara çıkarttığı
gençleri; devlete terörist; Kürtlere
“gerilla”, “özgürlük savaşçısı” yaptırtıp sonra da “Kürt realitesi ....”,“kimse boşuna dağa
çıkmaz”la “ açılım, çözüm” sürecine yol vermesi.
Peki
birbirimizin her haline saygı göstererek bir ve biz olmamızı sağlayacak; gençleri, çocukları ölümden
kurtaracak çözüm sürecini daha “buraların hakimi benim” güç gösterisine,
hendek ve barikata kurban etmemişken; tarafları savaştıran nedenler
tamamen ortadan kalkmış mıydı da silahlar susmuş, diyalog, siyaset
taçlandırılmıştı.
Hayır değil mi? Öyleyse niye şimdi
savaştıran nedenleri ortadan kaldıran her şey yapıldı ama hain, terörist,
bölücü, işgalci, sömürgeci tanımlanarak düşmanlaştırılan karşıt;
buna rağmen savaşıyor algısı yerleştirilerek, geriye tarafların asla
sıfır kayıpla çıkmayacakları savaş tek seçenekmiş gibi
sunuluyor?
Eyyyy
Türkiye! her ölü bedenin, her şehidin Kürtleri, Türkleri
daha, daha kışkırtmasına “intikam...intikam”lı nefreti iyice tırmandırmasına
neden savaşı seçmen yüzünden öldü, ölüyor Mehmetçik de, gerilla da, onca çocuk
da, halk da. Ve o
yüzden öldürmeye devam ederken de ölecek işgalci T.C de, hain PKK da.
O
halde niye hâlâ yarım bırakılmış
bir hayatın yerini tutmayacağını,
acısını dindirmeyeceğini bile bile “.... ölmez, .... bölünmez”, “şehit
Namırın”, “unutulmayacak”,
“....”....”....” sloganlarının atılmasını; polis Alp Taşdemir’in babasının “ oğlum şehit....bundan şeref duyuyorum....” gerilla
kod adı Zeyra Çıra Antika Acar’ın annesinin “ kızım ...... şehididir,
kızımla gurur duyuyorum“ demelerini parlatarak savaşı, ölümle besleyip
normalleştiriyorsunuz?
Şimdi
dün Türkiye’yi “böldürmem”, “hayır bölerim” diye mi hayatından
oldu 9 asker, 56 PKK’lı? Eyyy Türkiye!
toprak bütünlüğünü korumak mı istiyorsun? O zaman önce insanlara “ahh keşke ..... doğsaydım”, “kapağı bir
atabilseydim oraya” düşleri kurduracak bir yaşam sunmalıydın. Eğer dini, ırkı,
mezhebi, cinsiyeti, düşüncesi farklı
herkesi tek bir pota da eritmek yerine farklı dillere,
kültürlere, inançlara, yaşam biçimine nefes aldıracak yasalar
çıkartılsaydı, yetişecek “vicdanı, fikri hür” birey de bilimi, sevgiyi, barışı kutsayarak bir Japon, bir
Alman, bir Fransız gibi “Türkiye vatandaşıyım...onur
duyuyorum “la ülkesine toz
kondurmayacaktı.
Ve
herkes de biliyor, herkes; bu topraklarda zamanaşımına hiç uğramayan,
uğramayacak savaşı kimin başlattığının, kimin haklı olduğunun önemini
sıfırlayan; hikayeleri de toprakta saklı savaşta kaybedilmiş 100 bine
yakın ölü beden...onlarca şehitlik yetmediğinden...daha savaşın taraflarını
tatmin edecek düzeyde insan ölmediğinden; kurulmuyor barış masası ki o güne
kadar Eren Bülbül gibi rastgele bir kurşunla ölmeyin yeter!
Yine
herkes de biliyor ki devleti, partisi, örgütü, cemaati, lideri, bürokratı, medyası, sanatçısı, bireyi;
kendisi dışında herkeste suç bula bula asır devirenlerin vatanı
Türkiye’de; eninde sonunda bir gün hayat dayatacak; İrlanda, İspanya, Kolombiya’da
ki gibi barış masası kurulacak. Sonrasında yine hiç kimse sormayacak ‘öldürerek neyin
dersini verdiniz, veriyordunuz birbirinize?’
Ne
yazık, çok yazık ki biat yüklenmiş dimağların; onulmaz acıyı yaşattığını
düşündüklerinden öldürülmesini istedikleri savaşanları hedefleyen öfkeleri,
nefretleri de hiç bir zaman; seçme hakkı tanımadıkları askeri, gerillayı
fıtratında ölüm yazılı savaşa yollayanlara, savaşı meşrulaştıranlara
yönelmeyecektir.
Bambaşka
bir alemde FARC
lideri Londono devlet başkanlığına
aday olur, “ilk güneş tutulmasının M.Ö 1207 30 Ekim
de” yaşandığı bulunurken; silah şirketlerinin
para kasası savaşla hayatları alt üst edenler; hem masum, hem ahlaklı hem de savaştan yana olunamayacağını sanki
bilmiyorlar mı?
Dakıla
mın; bağbozumu zamanı ya şimdi; rüzgar mevsimine inat sararmayan isyankar bir
kaç hanımelinin kokusunu taşırken bilinmedik diyarlara; sonbaharın orta yerinde
sen yavrum sen yoksun diye eksildim
ben... denilenlere uyup eksilenlerin yerine yenilerini koymaya çalıştım ama hiç
olmadı yavrum; sahisi gibi... eskisi gibi hiç olmadı; ya rengi uymadı... ya
dokusu tutmadı ya da ... olmadı işte sahisi gibi.
Sen, benim kanayan yaram sen de; onlarca er Tayfun
Kavun (26), onlarca kod adı Rubar Hani gerilla
Yavuz Unas (18) gibi senin için dikilen ‘fide’nin can suyunun
yaşanmışlıkları; anıları...yaşanmayacakları anlatan gözyaşları olduğunu
hiç...hiççç. Artık karanlıktayım bende,
karanlığa aşık on binler gibi.
Gülsen FEROĞLU
23.11.2017