Teyzesinin gülü, gülseniydin sen Can’oo.
Bil ki yavrummm, bil ki bu hayat; hiç bir zaman sen
yaşadığın zamanlardaki gibi olmayacak...
bir daha dolu dolu gülemeyeceğim seninle güldüğüm gibi....hiç bir şey yaşamakta dahil keyif vermiyor bana...en mutlu anlarım, en mutlu
günlerim sen yaşadığın zamanlardaki vakitlermiş, günlermiş.
Evladını, yeğenini, annesini
babasını kaybeden, ölüm acısını yaşayan herkes gibi gözlerden süzülen yaş, ağızdan
dökülen feryat; kaybedilenle, seninle
geçirdiğim o mutluluk veren, güldüren bazen sinirlendiren vakitlerin bir daha hiç yaşanmayacağını öğrendiğimizdendir. Hepimizin
o gözyaşlarında gizlidir işte
yaşanmışlıklar, anılar...ve bir daha yaşanamayacaklar.
Nasıl yanıyorum
bir bilsen, nasıllll..her şeyi sana anlatacaktım; doğduğun günü, nasıl, nerede
doğduğunu, seni ilk kimin kucağına aldığını, adının nasıl konduğunu, ailenin geçmişini, hikayelerimizi çocukluğumuzun diğer
kuzenlerine anlattığım gibi. Olmadı...olabilecekken olmadı... insanın, çocuğun
değerinin olmadığı Ortadoğu hariç bireye değer veren başka,
medeni bir ülkede doğsaydın
olmayacak...Türkiye’de de engellenebilecek bir kaza engellenemedi...Şimdi bir Word sayfasına yazıyorum sana anlatacaklarımı;
yaşıyormuşsun gibi...karşımda o beni heyecanla dinleyecek kara gözler
parıldamıyorken...
Aralık 2008’de söyledi bize annen
hamileliğini. Annen bebekler dünyaya gelmeden önce duygu ve düşüncelerin
yazıldığı bir nevi doğacak bebeğe hazırlık sayılan; diş, el, ayaz izinin
konulacağı bebek anı defteri; bebek güncesi başlıklı ansiklopediye benzer kalın
süslü bir defter bile almıştı; bizim gibi alüminyum leğene doğmuş, çocukluğuna
dair hiç bir eşyası bugüne taşınmamış dünün gariban, yoksul çocuklarının “şimdiki çocuklar çok şanlı yaa”
ukdesine nail oldu tabii o anı defteri, bebek güncesi ... Yazdı mı bilmiyorum ama ayaz izini oraya yapıştırdı diye biliyorum.
Bebeğin cinsiyeti belli oluncaya dek
bebekle ilgili alışverişi yapmasa da annen, anneannen hemen faaliyete başladı;
bütün torunlarına ördüğü klasik
yeleklerinden, minicik patiklerinden, kazaklarından 6. torunu olacak sana da örmeye... Birlikte
aldık yünleri, sonra küçük bir battaniye renk renk yünlerden patchwork denilen
ama annenin sana aldığı mavi battaniye işte onu hiç unutmam, çok güzel bir
battaniyeydi. F.teyzende sana battaniye örmeye başladı ki o hep 4-6 yaşına
kadar kullanılabilecek büyüklükte battaniyeler
örerdi niyeyse.
Sonra bebeğin cinsiyetinin oğlan olduğu
öğrenildi, tabii sana isim arama yarışı o zaman bebek isimleri ve anlamları kitabına baktığımızı hatırlıyorum. Onlarca
isim Fırat, Ege, Rüzgar, Mert, Yılmaz, ....aileden herkesin bir fikri var, o
herkes bir isim atıyor ortaya; Onur,
Murat, Eren ama hiç Can yok. Annen Eren, Fırat diyor. Ben ne dersem diyeyim kimsenin
dikkate almayacağını; hakkımın da olmadığını bildiğimden ancak birkaç duyduğum
farklı isimi söylüyorum. Doğrusu babanla
da hemen hemen hiç karşılaşmadığımızdan, bir araya gelmediğimizden ne
düşünüyor, ne isim öneriyor eğer annen söylerse haberimiz oluyordu. Annenle
sana zıbın, atlet küçük, tulumlar alıyoruz tabii ki mavi renk ağırlıklı bayağı
bildiğin markalı giyecekler, biberonlar, en sağlıklısını araştırıyoruz Chicco, bebek, Kids
mağazalarına bakıyoruz. Pek bi meraklıyız her şeyin markalı olmasına; giysilere, minik mama önlüğü, ağzını sileceğimiz
mendil, Prima’nın, Hugies’in çocuk bezi, ıslak mendil , pudra , pişikler
için kremler gözünü yakmasa bile banyoda “gözüme girdi yaktı” diye ağladığın
bebek şampuanları ki Dalin reklamındaki “ Dalin’le bıcı bıcı yapan “ ördeklere pek
bir dikkat kesilirdin yedi sekiz aylıkken. Büyüdükçe bebek bezi
reklamlarını hep sevdin o yıllarda artık
aklın eriyordu ve sen Molfix’in reklamlarını sevdin “mutlu bebekler mutlu
yarınlar, Can bebenin de cıngıllarını da ı söylerdin.
Uyandığında
yanına koşmak için sesini duyacağımız bebek telsizi, banyo yapacağın mavi küvetin, beşik,
alındı en son.
30.07.2011; 13.38
Annen beslenmesine çok dikkat ediyordu;
balık yiyor, Folik asit, vitamin alıyor
öyle çok aş ermedi çokta midesi bulanmadı...kısa yürüyüşler yapıyor, yapıyorduk.
Şeker yüklemesi yaptırıldı bir de yaşı ileri olduğundan Amniyosentez testi yapıldı
karnından sıvı alınarak. Ki tehlikeli bir testi ama Down sendromu olup
olmadığı da belirleniyormuş; epey tereddüt ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz,
korktuğumuz testi babanla birlikte yapmaya gitti. Zaten hiç bizimle gitmedi,
gitmek istemedi doktora biz üsteledik
“biz de gelelim ne olur ne olmaz yanında olalım “ diye ama o “aman ne
olacak, alt üstü bir tahlil ne var bunda,
C. yanımda “ diyerek atlattı bizi. Yıllar sonra anlayacaktık bunun nedenini.
Rahat bir hamilelik dönemi geçirdi annen;
doğumun son ayları;7 ve 8 aylarda
rahatsız edici bir gaz problemi oldu o kadar. Grip olduğunda hiç ilaç
almak istemedi, sana zarar vermesin diye ki birkaç kez olduğunu biliyorum.
Seninle ilk tanışmamız anne karnındaydı,
bebeklerin etrafındaki insanların seslerini duyduğunu söylüyordu uzmanlar; sana sesleniyorduk “oğlum”, “bebişko”. Bir gün
annen salonda kanepede otururken “aaa
kıpırdadı bak oynuyor dedi” hemen yanına
gittim elimi koydum karnına dönüyordun, kulağımı dayadım sonra “beni duyuyor
musun, seni yaramaz seni, anneni fazla rahatsız etme; bekliyoruz seni oğulcum”.
Annen sana klasik müzik
dinleteceğini, Erkin Koray gibi çocuğunu okula göndermeyip eğitimini kendisinin
vermek istediğini, Ege de bir kıyı kasabasına yerleşmeyi düşündüğünü anlatıp hayaller kuruyordu sana dair. Hamilelik,
doğum ve Bebek bakımıyla ilgili kitaplar
da almıştı; işyerinde de okuyor, internetten de araştırıyordu bebekle ilgili
şeyleri ki bebeklere dair çok şey biliyordu aslında kuzenlerin çoktu ve hep
yanımızda büyümüşlerdi o yüzdene bebeklere dair şeylere aşinaydı annen.
Daha doğmadan sana kimin bakacağı
konuşuldu. Annen evlenmeden önce anneannenin yaşlı, yorgun olduğunu ileri
sürerek senden önceki torunu İ.
bakmasını istememişti. Anneannen de annen ve M. dayınla evde resmen bir üçlü
çete halinde davrandığından ve annene çok ama çok düşkün olduğundan öyle böyle değildi düşkünlüğü; a demeye görsün hemen yerine getirecek, kendini yok sayacak
kadar; ne yorgunluk ne hastalık dinlerdi
isteklerini yerine getirip onu mutlu etmek için. Onun içinde annenin dediğinden
etkilenip bakmamıştı İ.ye.
Bu düşüncesini ve de evlenenlerin
eve gidip, gelmelerine “çalışıyorum bir Cumartesi Pazarım var; o günde onlara
mı hizmet edeceğim “le
karşı çıktığından mı çekindi
yoksa baban trajik bir olay yaşamış babaanneni hayata bağlayacağını ki bende
“iyi olur L. kadıncağız için “ diyerek babanı destekler bir pozisyona girmiştim baban öyle istediğinden mi doğduğun güne kadar “anne sen bak” hiç demedi
İnan yavrum asla ve asla
babaannene bir gün sormadık halanın niye
intihar ettiğini Öyle ki bir gün
babaannen H. hanım seni görmek için
evinize gelmişti sen ana okuluna
başlamıştın deden seninle Teoman Erel parkında oynarken H.hanımla sohbet ediyordum evde annem ve bana dedi ki “herkes çok şaşırıyor;
bunlar nasıl insanlar, hiç mi merak etmiyorlar,
hiç mi sormadı dünürlerin bu olayı” dedi.
İlk defa o gün sormuştuk biz de “nasıl ve niye oldu” diye. Tabii intiharda
etkisi olsa bile kimse gerçeği söylemez; herkesin hemen sarıldığı bahanedir
“depresyondaydı” hep siyah giyerdi ama
çok neşeli hayata bağlı, kediler düşkün biriydi. Akıllıydı.... Satanist miydi diye
sordum “bilmem” bana öyle gelmişti.
Annene sormuştum birkaç kez “ya
insan eşine de mi sormaz niye, neden intihar etti Funda, bir insanı hayatını
kıymaya ne zorlar, hiç mi merak etmiyorsun” demiştim o da “bana ne” demişti
“siz de sormayın sakın” talimatını eklediğinden bizde hiç sormamıştık. Sonra
bir gün yine bu konu açıldığında babanın arkadaşı A.E’nin eşi D.’nin halanın
ailesini suçlayan bir mektup bırakarak intihar ettiğini söylediğini anlatmıştı
ki aslında biz kendi aramızda annenin bu meraksızlığını “ garip bu L.; insan evlendiği aileyi taru-mar
eden bir olayın gerçeğini niye öğrenmek istemez” diye eleştirirdik. Bugün bu
satırları yazdığım şu anda annenin bu
olayın tamamen bildiğini ama bize söylemek istemediğini düşünüyorum .
“
www.milliyet.com.tr/1998/08/20/yasam/yas05.html
20 Ağu 1998
Yokluk intiharı
Parasızlığa dayanamayan genç
üniversiteli Funda, faturalarını, gitarını, kedilerini ve oyuncak ayısını
ardında bırakarak canına kıydı
Kalorifer borusunda son
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Ecazacılık Fakültesi, bir genç kızın ardından
ağlıyor. Büyük güçlüklerle üniversiteye giren ve maddi olanaksızlıklara rağmen
son sınıfa kadar eğitimini sürdüren Funda Kocataş (22), iki arkadaşıyla
birlikte kaldığı bekar evindeki tek göz odasında önceki gece geç saatlerde
kalorifer borusuna bağladığı iple hayatına son verdi.
Daha fazla dayanamadı
Funda'nın odasında, 20 milyon liralık telefon faturası, çok sevdiği gitarı,
ayıları ve, "Kiranın verilmesi gerekiyor. Beni yaşama bağlayan bir şey
kalmadı. Onun için ölümü tercih ettim. Kedilerimi Koray, Haldun veya Yasin'in
bir arkadaşına verin. Yasin'den özür dileyin. Daha fazla dayanamayacaağım. Size
sevgiler. Eğer öbür dünya varsa görüşürüz" yazılı bir not bulundu.
Son sınavına girmişti
Funda'nın hayat dolu bir kız olduğunu belirten arkadaşları ise, "Herkesin
olduğu kadar onun da ekonomik sorunları vardı. Her şeye rağmen son sınava
gelmişti. İntihar ettiğine bir türlü inanamıyoruz" dedi. Funda Kocataş'ın
intiharıyla ilgili soruşturmaya Eskişehir Cumhuriyet Savcılığı'nca başlanırken,
talihsiz genç kızın cesedi Bolu'dan gelen ailesine teslim edildi.”
Güzel oğlum hayat çok garip bir şey;
seni mezarında ziyaret ettiğimiz bir
gün anneannenle eve dönerken
otobüste birden aklıma geldi halan Funda’nın intiharı, Google yazdım ve
yukarıdaki haber çıktı karşıma. Halanın intiharı, ölüm
yavrum bir aileyi nasıl yıkar, nasıl
bir dağınıklık yaratır beyinde, babaannenin evinde ki gibi nasıl fotoğraflarıyla
donatırsın her yeri, insanı
antidepresanlara nasıl bağımlı kılar şimdi
anlıyorum o zaman anlamamışım ben.
Gerçek yavrum eninde sonunda ortaya
çıkar diye boşuna dememişler. İşte ben; sen yokken bu dünyada daha yeni
öğrendim Funda’yla ilgili gerçeği. H. hanım
sen doğduktan çok sonraları dedi
ki “Funda, Fırat ismini çok severdi bir gün çocuğum olursa adını Fırat
koyacağım “ derdi. Bir gün sana hep annenin yatak odasında komodinin üstünde
duran açık kahverengi bir
çerçevedeki Halanın resmini sordum “ bu kim”, “L.,.annem” demiştin hiç tereddütsüz.
Biliyor musun Can; her ailede
çocukluğu, gençliği el bebek, gül bebek
geçen “şanslı sperm” çocuklar vardır ki işin
tuhafı o çocuklar bu her şey kendilerine sunulduğundan sanki bütün dünya onlara
hizmet etmek zorundaymış tavrına sahiptirler ve asıl onlardır emeğe kıymet
vermeyerek karşılarındakilere hayatlarında hiç yaşamadıkları vefasızlık ve nankörlüğü tattıranlar en
olunmadık anda darbe vuranlar; bunu
yaşayarak öğrenecektik bizde; senin yokluğunda.
Aileyi kullanma sonra o insanı ki bu anne olur, baba
olur, abla, kardeş, abi olur ama hep ondan bir büyük olur işte o kullanılanı hayatının
son yıllarında elinde kalmış posasıyla
bırakırlar yolun ortasında ne yazık ki tipik
Ortadoğulu ailesinin yaşam tarzıdır bu yaşananlar. İşin ilginç yanı kendini ailesine adayan bu
adayıştan mutludur; ta ki elindeki posayı fark ettirecek olay vuku bulanan kadar ; bu da bazen yıllar sonra olur ama eninde sonunda
gerçekleşir. Olana kadarda “aile
demek bu değilde nedir”in ardına gizlerler gerçek duygularını kurdukları çekirdek
ailesiyle birlikte.
Yine bizim ev de salonda annen, ben, anneannen oturuyoruz annen “
aslında ben ailelerle çok ilişki kurmaktan yana değilim.
Cem’de, ben de ikimizde ailelerimizle
görüşmesek, çocuğu bakıcı tutsak çok iyi olur, doğrusu da bence budur” dedi
gözümüzün içine baka baka. Şaşırdık zira
tam 40 yılını ailesiyle geçiren ve o ailede de her istediğini yapmış, kimsenin
kaşının üstünde gözün var demediği, demeye de
cesaret edemediği, bir prenses gibi yaşayan birinden bu sözleri
duymak...psikolojik bir inceleme gerektirmiş. Ben “öyle yapın “ , annem de “anam, seni ne
engelliyor öyle yap” dedi. Ailesinden bu dereceye bir bıkkınlık ama onlarsız da
yapamamak... Yavrummm sen doğana kadar daha kimin sana bakacağı konusu açıklığa
kavuşmamıştı hâlâ.
Tabii ki annen o zamanın moda doğum
yöntemi sezaryeni tercih etti çünkü kadın doğumcular bebek zedelenmiyor diye
neredeyse sezaryen olmayanı suçlayacak durumdaydılar ki Avrupa kraliyet aile
mensupları, prenses Diana bile normal doğum yapmışken. Annenin doktoru Ankara
üniversitesinden bir kadın doktordu adı Oya‘ydı galiba dedi anneannen. Ben
hatırlayamadım ve ne garip bir şey oğlum anneannen aynı hastanede Ameliyat olunca
ve ben seni beklediğimiz o ameliyathanenin önünde tek başıma annemi beklerken
senin 3.Katta bir odaya getirildiğini anımsadım. Resepsiyona indim “yeğenim burada doğmuştu 2009 yılında acaba
doktorunun adını, doğum saatini öğrene bilir miyim . ??Bana “ soyadı” dedi ve
“Kocataş bebek” diye aradı. Doktoru İlknur Tolunkay ama doğum saatini bulamadım
doğum raporunda yazılıdır bunlar dedi. Diyemedim ne bu dünyada olmadığını, ne
de elimde doğum raporunun bulunmadığını.
O yıl 2009 da Türkiye de esen barış
rüzgârıydı. Zira Temmuz 2009 da AKP hükümeti kimsenin cesaret etmeyeceği bir
adım atmış, Kürt sorunu için ”açılım “ sürecini başlatmıştı, silahlar susacak
yıllardır süren, onlarca insanın öldüğü savaş nihayet bitecek diye insanlar da bir umut...sanki insan haklarına , her türlü
düşünceye saygılı yeni bir ülkenin
temeli atılıyor havasında insanlarda bir umut..bir umut...
Benim için zor bir yıldı, 2007 Eylül kanser
teşhisi konan ben 2008 yılının Mayıs’ına kadar kemoterapi almış sonrasında ilaç tedavisine başlanmıştı Arimidex alıyordum sonra 4
yıl alacağım Tamoksifen’e başlanacaktı. Ve ilaçların yan etkileri çok ağırdı; Yorulmayayım
diye genel müdür yardımcılarından birinin sekreterliğine atanmıştım. Sabah işe
gitmek için hazırlanıyorum, telefon, annen “ biz hastaneye, doğuma geldik”.
Annemle nasıl hazırlandık ben nasıl izin aldım işyerinden bilemiyorum. Doğduğun
gün havaya yağmurdan önce yaşanan
sakinlik ve ılıklık hakimdi; taksiye
atladık bir yandan da söylendik “ya insan önceden aramaz mı, arabanız var, bizi de alsanız ne olurdu” .2008
yılında kurulan HRS‘e hastanesine yollandık.
Çankaya Güneş sokakta yeni
olduğundan çok şık, güzel, özel HRS
Ankara kadın hastanesine gittik, daha anneni almamışlardı doğumhaneye; mavi
kurdelelere süslenmiş kapısında “hoş geldin” yazısı, bir valiz içinde
doğduğunda giyeceğin eşyaların; mavi battaniyen, zıbının küçücük mavi başlığın,
beyaz eldiven, beyaz çorapların. “gelirken
biz de alsaydınız ya” her zamanki suskunluk...”heyecanlı mısın “, “ ehh...” hemşire geliyor, damar yolunu açıyor, ameliyat gömleği giyiyor annen, “haydi
bakalım gidiyoruz bebeğin giyecekleri...”.Ben sedyeyle birlikte ameliyathane
kapısına kadar iniyorum yanımda teyzen. Korkuyorum, endişeliyim Bir
komplikasyon ya da başka bir şey olur diye ömrüm boyunca zaten hep endişe
duydum her ameliyat, operasyon öncesi. Hemşire “burda beklemeyin odaya çıkın,
bitince haber veririz” diyor. M. dayın galiba F. teyzenleri alıp sonra gelmişti
kuzenin T. , baban kantinde kahve içiyorlar. Babaannen, deden annen doğumhaneye
gittikten sonra geldiler.
Öğrenemedim yavrum ama aklımda
kaldığı kadarıyla saat dokuz ya da dokuz buçuğa doğru dünyaya geldin. Hemşire haber verdi “anne de,
bebek de sağlıklı” “ oh çok şükür, çok
şükür” annem dua ediyor. M. dayın anneni kameraya aldı ameliyathane çıkışından
odaya gelişine kadar; asansörde dahi. Önce
annen geldi odaya hafif baygın, sonra
seni getirdiler. Sen hemşirenin kucağında odaya girdiğinde hemşireyi izleyen
bir ordu; aşağıdaki resimdeki şeffaf beşiğine
koydular seni.
Etrafında ben, G., F. anneannen,
babaannen, baban, küçücük bir ağız,
burun, seni ilk gördüğümde bayağı bildiğin
siyah saçları gür bir bebek, kilon fena
değil 3,500 gram, “ böyle tutacaksın “ diyerek seni annenin kucağına verdi
hemşire.
Annenden sonra ilk ben aldım kucağıma. Öyle küçüktün ki korktum
düşürürüm diye, baban eğildi sonra almak için benden sigara kokuyordu “Cem , sigara kokuyorsun yazık bebeğe”
terslendi “hatırlatırım bu çocuğun babası benim” . ben de “biliyorum” dedim “ ama sigara kokusu
zararlıdır yeni doğmuş daha süt kuzusu bu “.Sustu
Resimdeki
sepetinde az mı salladım seni uyutmak için. Hastane beşiğine koyduk seni
etrafında yine biz klasik sözler ardı
ardına “ açılalım nefes alsın” “ayyy bu
kime benziyor, “ çok güzel bu “, “bak baka ağzını ne yapıyor” her hareketine
bir yorum sen bizden habersizken. Babaannen “Funda’ya benziyor” diyor biz
susuyoruz çünkü hiçbirimiz halanı tanımıyoruz ama yüzünde annenden, babandan
belli belirsiz izler var belki bizden de ya da o an bize öyle geliyor.
Doğrusu o an kime benzediğini bilmemize imkan yok.
Ağladın sen,
bebek sesi sonraları oyun oynadığımızda
taklit ettiğin bebek sesi; annene meme nasıl “verilir”i öğretti bir
hemşire. Sonra babaannen bir ara dışarı çıktı bir paket çikolatayla geri döndü.
Biz kalabalık etmeyelim mikrop almasın
diye kah hastanenin kantininde; kah senin yanında akşamı ettik; kuzenlerin de
seni görmeye geldiler; tek erkek
kuzenin T. 13 yaşında
pabucunun o gün seninle dama atıldığından bir haber gözünde gözlüklerle geldi seni
görmeye. Komikti. Gece yanında annem kaldı. Tabii gece ve sabahın ilk ışıklarıyla
süren telefon görüşmeleri “bebek nasıl,
L. ağrısı mı var, kaçta çıkacaksınız, ne yediniz” Öğlene doğru annemim
kucağında sen, baban annenin kolunda evinize gittiniz.
Annen ve baban; ne sevinçlerini ne
de sıkıntılarını paylaşmayı sevmeyen demeyeyim
istemeyen insanlardandılar; ne kazandırıyorsa bu paylaşmamak insanlara bilmem; bilinçli bir içine kapanıklık,
bir insanları uzak tutma, mesafe koyma tavrı; ardında illaki de bir gizli sırı
, bilmişliği barındıran.
Senin doğumuna çok yakın bir
Cumartesi günü o güne kadar bizi hiç
aramayan baban aradı “L. siz de mi?” , “yok. hayırdır, bir şey mi
oldu, nereye gitti” bizde anında bir telaş “erkenden çıktı, bir şey söylemedi.
Ara, ara, cevap vermiyor annen. Epey
sonra aradı “Tunalı’dayım”. Sesi bir tuhaf
sanki ağlamış gibi, ben bir şey olduğunun farkındayım ama ne? Kavga
etmiş belli babanla ama ses yok...Her ailede olan kavgalardandır diye düşündüm.
Annen evlenmeden 3 ay önce çok doğru ve benimde büyük destek verdiğim
bir kararla evden ayrılmış Sedat Simavi
sokakta bir oda, bir salon küçük ve şirin
bir ev tutmuştu. Kul köle olduğu prensesinin böyle bir laf edeceğine
inanamayacak annemi çok üzen “ bir tek gün kendime kahvaltı hazırlamadın. Şimdi
kahvaltımı hazırlıyorum” cümleciğini
sarf etmiş F.teyzene “hazırlasaydı anam kim engel oldu” demişti annemde Annem evden
ayrıldı diye annen perişan olmuştu, az gözyaşı dökmemişti yazlıkta. Sana hamile kalınca Ahmet Rasim
sokakta asansörsüz, çatı
katında 2 oda bir salon daha geniş bir eve taşındı; sen
hastaneden Salı günü Duçe Fizik tedavinin biraz ilerisindeki o eve geldin.
Tabii ki aynı gün iş çıkışı yolumuzun üzerindeki evinizdeydik biz de.
Öyle bir evdi ki tesisat dökülüyordu;
lavabonun altı akıyor altına leğen koydu annem; musluklar su kaçırıyor; bir usta getiriyoruz onarmak için. Bir de
soğuk anlatılır gibi değil; üşüme diye daha sıcak olan annenin odasında banyo
yaptırılıyor sana elektrik sobası yakılıyor.
Baban çalışmıyor çünkü ortalık
grafiker kaynıyor; kime sorsan grafiker. Annem sizin evde senin, beşiğin
annenin yatak odasında, annem hem sana hem de sezaryenli kızına gece de bakmak istiyor ama annenin odasında
yatmak için geldiğinde babanın yatığını görüyor, geri dönüyor. Bir hafta gece,
gündüz sizde kaldı, sonra kırkı çıkana kadar bebeklere her gün banyo
yaptırılmasından yana olan annem diğer torunlarına yaptığı gibi sana banyo yaptırmak için evinize geldi. Fırsatını bulur bulmaz
seni görmeye bende geliyordum annem mavi küvetinde sana banyo yaptırıyor; su saçlarına değince titriyor,
irkiliyorsun, kafatasın öyle yumuşak ki, korkuyoruz ellemeye. Banyodan
sonra kremliyor, minicik ayaklarına çoraplarını giydiriyor, başına şapkanı takıyoruz
oluyorsun sana mavi bir şirin; misler gibi kokuyorsun âdeta bir prenssin bizim
prensimiz.
Anneme kalsa asla seni, prensesi anneni
bırakmayacak ama hem babanın evde olması ki annem sizde kaldığı müddetçe baban
genellikle yatarak vakit geçirmiş hem de
babanla
misafirlerin önünde yaşadıkları tartışma
yüzünden bir hafta sonra eve döndü. Şakayı sevmezdi annem anneannem Emine gibi.
Sonra babanın şaka yapacağı yaşıtı değildi ki pek hoşlanmadığı babanın yapacağı
bir şakayı da kaldıracak durumda hiç değildi. Ama baban arkadaşıyla
birlikte annemin en hassas noktasına parmak basıyor; etnik kökeni hakkında konuşuyor.
Sen doğduğunda 64 yaşında olan anneannen; hayatı boyunca kendini hep
önce Alevi sonra Türk tanımladı asla Kürt değil, bir tek Zaza denmesine itiraz etmedi. Annem sizdeyken
sanıyorum sen doğalı ya 4 ya da 5 gün
olmuş baban yemek yerken anneme “ Varto’da Ermeniler çokmuş, Ermeni misiniz “ diye sorunca annem de “aslımı niye inkar edeyim, Ermeni olsaydım derdim ve Ermenice konuşurdum ama ben Aleviyim Zaza’ca konuşuyorum“ demiş demesine de fena sinirlenmiş; Ermenilere karşı olduğundan
değil öyle olmadığından; babanın bu ona göre imalı sorusuna.
Bu olaydan bir ya da iki gün sonra
bir grup arkadaşı seni ziyaretine gelmiş; çay koymuş annem, gelenler 3-4 kişiymiş
içlerinden biri Arap kökenliymiş ve anneme
“siz Ermeni misiniz“ diye sormuş. “Değilim ama Varto’da Ermeni çok “ ve eklemiş “Ermeni olduğumu size kim söyledi “,
“damadınız söyledi “. Annem durur mu “on kere demişim bana iğneyi batırana, ben
çuvaldızı batırırım. Onun ne hakkı var aslı mı sormaya? Anlamadım niye benim
aslımın peşine düşmüş. Ben hiç Cem’in aslını soruyor muyum?” Ortam gerilince arkadaşı da “ o da bir Romandır
“demiş.
Annem hakikaten çuvaldızıyla öldürücü
darbeyi vuruyor “zaten aslı belli oluyor” la mutfağa yöneliyor. Açılım
sürecindeki Türkiye’de insanların etnik kökenlerini merak etmeleri yeni trendi;
annemin kuşağı, yerleşik önyargıları hemen silecek bir yapıda
değildi, ki o kuşak yıllarca koyu, sürekli bir propagandayla Türk dışındaki her etnik kökeni dışlayan,
kötüleyen müesses nizamda büyümüş o
sistemin eğitimden geçirilmişlerdi.
Annem “o bir çingene “ derken yıllarca Ermeniliğin hakaret olarak
kullanıldığını gördüğünden, bildiğinden Emeni diyerek kendini aşağıladığına
inandığı babanı “sen de Çingenesin”le aşağılamak istemişti. Babanın arkadaşının
giderken dediği “teyzeciğim özür
dilerim inşallah bir gün görüşürüz “üne annem de “ bir daha beni görürsen, görüşürüz” karşılık
veriyor, o sinirle sabahı zar zor ediyor,
sabah olduğunda eşyasını topluyor kahvaltı yapmadan eve geliyor ne annen, ne de baban gitme demiyor.
Annen bana
“rezil etti misafirlerin önünde C.’i ” dedi, eşinin anneme yaptığının yanlış olduğunu hiç
kabul etmedi zaten hiç bir zaman
hayatının hiç bir döneminde yanlış, hata yapmadığına inanacak kadar
kendini mükemmel sayan insanlardandı annen. Eşine yapılanı hoş görmemiş ve de “
lohusa kızını düşünür insan, ne biçin anne bu,
tek başıma bakarım bebeğime,
yardımına ihtiyacım yok ne minnetim olur ona”yla öfkesini kendini eliyle beslediğinden
kal demiyor annesine. Annem tartışmayı anlatırken “sanki ben onun
yaşıtıyım , insan yaşıma saygı duyar” diyordu
“boş ver “dediysek de o kırgınlığı hep sürdü annemin. L. kendini yönlendiren,
akıl veren ve hep “sen haklısın” cümlesini duyacağından emin
olduğu F. ye de annemin davranışının
kendisini çok kızdırdığını anlatıyor.
Bu olaydan sonraki gün annemle
alışverişe gittik “ben haydi bebeği görmeye gidelim” dedim annem haklı olarak gelmek istemedi ama benim burnumda tüttüğünden “ayyy anne ne
zamana kadar gitmeyeceksin haydi” Kapıyı çaldık, babanın elinde haşlanmış yumurta sofraya götürmek
üzere, ne hoş geldin ne bir şey, sofraya bıraktı yumurtaları “ben çıkıyorum”
dedi annene. Zaten bizi kapıda gören annen memnun olmasa da bizi gördüğüne bir şey de
demedi hep yaptığını yapıp içine attı söylemek istediklerini ta ki....inan ben
farkında bile değilim babanın anneme karşı tavrında ki umurumda değil çünkü ben soluğu senin yanında aldım “benim oğlum, ne yapıyormuş”
caddeye bakan pencereye yakın kanepeye
serdiğimiz battaniyenin üstüne koyuyoruz seni, güneş ısıtsın diye, kucağıma alıyorum ama hala çok korkuyorum
öyle miniciksin ki canını acıtırım diye. Günler geçiyor daha adın konmadı; soruyorum
“Eren”..” Kuzey” nasıl sence “güzel arkadaşımın oğlunun adıydı, C. ne diyor” “o
benim dediklerimi beğenmiyor”
Ne inanılmaz bir mutluluk, huzur çevrende
onlarca olay olurken habersiz uyumak sen işte öyle bir konumdasın mışıl mışıl
uyuyorsun arada gülümsüyorsun “melekler güldürüyor” diyoruz o meleklerin
büyümeye başlayınca kaybolacağından emin.
Bazen iş çıkışı, Cumartesi, Pazar illaki hafta
içi sonu bir iki gün seni görmeye geliyorum, annen ya 4 ya da 6 ay
doğum iznindeydi. Çok güzelsin ya da
bize mi öyle geliyordu bilmiyorum güzel ve tatlı bir bebeksin şansın konuşkan
bir ailen var herkes konuşuyor seninle “büyü azıcık parka gidelim”, sen anlamadığımız sesler çıkarıyorsun öyle çok ağlayan bir bebekte değildin. Ya da ben
öyle hatırlıyorum. Gazını çıkarırdık bol bol. Eviniz soğuk ya ısınmıyor
elektrik sobasına, son ayarda yanan kombiye rağmen epeyce yakıt masrafı sonunda
iki ay sonra galiba F. teyzenin oturduğu
yine Çankaya’da Basın sitesine taşınıyorsunuz; yıl 2009’un son ayı.
Oturtuyoruz annen, ben baban yok.
Kapı açıldı baban, annenin önüne bıraktı “ayyyy çıkardın mı, Can mı? Can mı
oldu adı” Baban annene sürpriz yapıyor; o gün nüfus müdürlüğüne gidip
hüviyetini çıkarıyor ve adını da
koyuyor. “Haberin var mıydı Can
koyacağından”, “yok” . Annenin az burukluğunu kapatıyor elinde tutuğu senin
nüfus cüzdanın. Baban “baktım karar verene
kadar çocuk okula başlayacak, o yüzden...“ diyor.
Daimi muhalefetlik, her şeyden
yakınmayı huy haline getirmiş bir toplulukta doğan büyüdükçe hepimize sirayet
etmiş o özelliği taşıyacaktın eminim sende, adının Can olarak baban tarafından konulmasına
eleştirilerden kimse kaçınmadı “o ne biçim isim, dolgun bir ad değil yani
ağırlığı olan, büyüyünce Can bey denecek. Can koyacağına Fırat bey daha güzel
olmaz mıydı” Yapacak bir şey yok ki sonraları herkes çok sevdi adını Can, iyi
ki Can konuldu dendi hep.
Annen seni 6 ay emzirdi, biberonu
hiç sevmedin, hiç mama yemedin biberonda desem yalan değil ama
biberonda su, meyve suyu hatta ıhlamur içmişliğin vardı. Emziği çok sevdin, bırakman da kolay olmadı, çok emzik
değiştirdik çokk. Renk renk emzikler, kolay uyuyordun emzikle. Annen
emzikten vazgeçirmek için seni evdeki bütün emzikleri kaldırıyor. Sen çok ağlıyor öyle çok huzursuzluk yapıyorsun ki babaannen
eczaneye koşup hemen emzik alıyor sana.
Doğum izni bitmek üzere işe
başlayacak annen; sana babaannenin bakmasına karar veriliyor zaten
baban da, biz de “kadıncağız çok ağır
bir acı yaşamış, Can’a bakması ona iyi
gelir, oyalanır böylece” babaannenin bakmasına sıcak bakıyoruz zira yaşadığı öyle böyle bir olay değildi ki,
gencecik bir kızın intiharı....babaannen “babişkon” sürekli Prozac
kullanıyordu.
Ahhhh can yukarıdaki videoda ki o
yere atılmış mavi tavşancığın şimdi evde senin fotoğrafların tozunu aldığın
komidinin üzerinde bana bakıyor....ahhhh...ahhh...
Annem “kızım senin eşin hep evde, ben nasıl bakayım çocuğa, belki evinde şortla dolaşmak isteyecek. Ne o, ne de ben rahat etmeyiz. En uygunu Cem’in annesi. Oğluyla birlikte baksınlar“ demişti ki zaten çok babana kırgın olduğundan o evdeyken sana bakmazdı ki babana senin hatırana ses çıkarmıyordu.
Büyük yanlış orada başlamıştı
aslında sevdiğinin hatırına susmak, hatırına katlanmak kendinden ödün vererek,
kendini yıpratarak yaşamaya hiç ama hiç gerek yokmuş yavrum. Yaşasaydın sana “hatrına”
bir şey yapmanın yanlışlığını anlatırdım inan.
Nihayet annen işe başlıyor, ben de bir süre sonra sekreterlikten
ayrılmıştım, kullandığım ilaçların yan etkileri çoktu ve beni çok etkiliyordu, sekreterliğini yaptığım genel
müdür yardımcısı da görevden alınmıştı daha rahat bir birime; arşive geçtim. Vaktim çoğalmıştı seni
görmek için sık sık işyerimin güzergahındaki evinize geliyordum. Ki annende ”bi uğrasan, bir baksan ne yapıyorlar” diyerek bir nevi denetmenlik görevini yüklemişti omuzlarına ki
benim seni görmeme bahane ya atladım üstüne tabii.
Dünya
kurulduğundan bu yana hiç değişmeyen “kaynanayı daha doğrusu kocanın annesini
sevmeme” sendromu ki bizimde yaşadığımız bir olguydu. Kocasını sanki anneleri
ellerinden alacakmış gibi hiç olmayacak bir vakayı kafasında nasıl yaratıyor
bunca gelin anlaşılır gibi değil. Annen de hem seviyor, hem sevmiyordu.
Seviyordu çok uzaktan geliyor, iyi
bakıyordu sana. Sevmiyordu temizlik
takıntılı annen ki evlenmeden önce eve
kimse gelemezdi elde bir bez ha bire paspas yapardı, ona göre herkes kirliydi, başkalarının annemin, benim
yaptığım işi bile beğenmeyen annenin içine sinmezdi evinde bir başkasının yaptığı
iş, yemek.
Gerçi babaannende temizlik konusunda annenin
tersine çok large'dı gerçekten de yağ içindeydi mutfak, bir yemek
yapıyordu tavuğu poşetinden çıkarıp tak diye mutfak tezgâhına koyup ordan
musluğun altında yıkayıp hoop tencereye.Sonra dostlar alışverişte görsün misali
üstünkörü bir bezle siliyordu tezgahı. Mama sandalyesinde sana yemek
yediriyordu, önüne çay tabağı, kaşığı koyuyordu oyna diye, ne usul, ne erkan; döke saça yemek
yediriyordu sana. Ki babaannen ilk okul
öğretmeni çalışan bir anneymiş. Allah için seni çok güzel besliyordu; yedirmediği, seni
alıştırmadığı sebze, meyve kalmamıştı kemik, tavuk sulu çorbalar, pek seveceğin
ayran çorbası, tarhana ve de mercimek.
Mercimek çorbasını o kadar severdin
ki mahallede başladığın “mor ....” kreşte öğlen iki tabak yiyince öğretmenin bir
kavanoza koyup bana verdiğinde “can çok
sevdi iki tabak yedi öğlen, akşam da yesin “. Sana bakmayı bıraktıktan sonra da
yıllarca sana yemek yapıp getirdi babaannen; hemen hemen her
hafta yaptığı yemeklerin tencerelerini koca yayvan bir sepete koyar,
Deden’le arabayla getirirlerdi annen daha onlar gelmeden uyarırdı “aman sepeti
yere koymasın elinden al mutfak tezgahına koy, boşalttıktan sonra birkaç defa sil, antreyi de sil “, evinizde
çok da oturmazdı your
grandparents’lar niye bilmem.
Senin yağlı et dediğin pirzolalar; babaannenin
didilmiş etten yaptığı “beyaz çorba
“dediğin paça çorbası. Küçücük
kurabiyeler, bayılırdın sigara böreğine
bir de buğdaydan, pirinçten yapılan ayran çorbası; karnabahar, kabak
dolması bile yerdin. Bence babaannen sayesinde sevdin sen her sebzeyi. Vişne
suyu getirirdi, dolaba vişne, mantı atardı senin için.
Onca çocuk tam 5 bebek geçti bu evden hiç kimse “bana
lahana getir “demedi sen dedin. İpek hanımdan getirdiğimiz kütür kütür beyaz
lahana favorimizdi. yediklerim özel olduğundan sizin eve sana bakmaya
geldiğimde yiyeceklerimi de getirirdim buzdolabı poşetine koyardım çiğ lahanayı,
tabağa koyup üzerini tuzlardım ben yerken sende yemeye başlamıştın
lahana, turp, havuç ve yer elmasını. Meyveleri,
sebzeleri soyar küçük çay tabaklarına koyar yanına bırakırdım. Bazen
en az dört çay tabağı olurdu yanında; ceviz,
üzüm, leblebi, elma, fındık, fıstık,
badem her şeyi, her şeyi severdin. Büyüdüğünde
3,4 yaşında Fırıncı Orhan’a götürürdüm “ hangisini istersin” tezgâha bakar şunu
al derdin “ekler”i severdin, dört tane alırdım
eve ulaşır ulaşmaz açar hapur hupur yerdin.
Babaannen
kaşığı uzatır uzatmaz ağzını kocaman açıyordun
peş peşe dolu kaşığı dayıyordu; ödüm kopuyordu şimdi boğulacak diye. Elin, ağzın, burnun yemek,
yağ içinde yiyordun yemeğini. Sonra yaş bir bez hoppp siliyordu ağzını
sertçe ki bazen ağlıyordun.
Kucağıma
alıyordum seni pek sevimliydin yavaş yavaş tanımaya başlamıştın aileyi,
bizleri. “İyi ki geldin” diyordu
babaannen “sen Can’la oyna, ben yemek
yapayım “ ya da “sen Can’a bak ben bir Çağdaş’a gidip alışveriş yapayım”
diyordu. Büyümeye başlayınca seni alıyor
parka götürüyordum. Park konusunda hep yüzün güldü nereye taşındıysanız orada
çevrende onlarca park oldu evinin. Bazen babaannen hiç hoşlanmıyordu gelmemden,
gelmemizden belki de denetlediğimizi
düşündüğünden ama en çok da tek kalmak
istiyordu seninle.
11.02.2013 12;28 babişkon ve sen
|
Sende
kimseyi istemiyormuşsun F. anlatıyor “ya gidiyorum H. hanım bozuluyor, Can’da “sen cit “ diye tutturuyor, çıkınca da kapıyı küt diye arkamdan itiyor “. İşin garip
yanı 2013 yılında 3 yaşında bizim
mahalleye taşındığınızda “babişkon” gelince bu defa da
sen “babişkon”a git demeye
başladın, ben “gitmeyin kalın “dedikçe sen bir ağlama tuttururdun
ama öyle böyle değil “git, git “ ,
“gitsin, gitsin” apartman yıkılacak,
kadıncağız ne yapsın “tamam yeter ki sen ağlama” kaçar gibi giderdi.
Bu beni çok üzerdi; “çokk ayıp insan babaannesine böyle yapmaz,
davranmaz. O seni çok seviyor, bak sana ne güzel köfte yapmış, kurabiye yapmış,
şimdi ben arayacağım sende özür dile “ derdim. Arardık, sen “özüy dilerim” derdin,
H. hanım pek bir memnun olurdu ki ben bunu bildiğimden arada H.
hanımı aratır konuştururdum seni. Çünkü emek vermek nedir bilirdim, emeğin
sağdıç emeği sayılmayacak kadar değerli olduğunu nasıl bir güç, çaba
gerektirdiğini bilirdim.
Sen benim meleğim, sen eğer evde biriyle
oyun oynuyorsan benimle, anneannenle, annenle, babanla yani kimle
oynuyorsan o an ona takılırdın eve kimse gelsin istemezdin; Dayım,
N., teyzem , başkası eve geldiğinde
oyununun yarım kalacağını bildiğinden yüzün
asılırdı, ben televizyonu açardım çizgi
film izle, kağıt kalem verirdim resim yap diye, yemeğini getirdiğimde sorardın “ne zaman
gidecek” ya da mutfakta, salonda otururken kapıdan bakar sonra yanıma gelir iki elinle
kulağımı kapatır sorardın “ne zaman gidecek”.
Bu alışkanlığını babaannenden
edinmiş olabilirdin, babaannen de seni paylaşmak istemezdi. Bir bağırtı, bir
çağırtı topa güm güm vurmalar, alt kattaki F. hanım teyzen F.’ye söylüyor “çok
gürültü yapıyorlar”. Çoğu kez değil hemen hemen daima kucağında sen varken, seni uyuturken seni ağlardı; birden ağlamaya başlardı
“babişkon” H.hanım.
Arada işi çıkıyordu ya da M. deden
hastalanıyordu annem devr alıyordu seni. Bir nevi imece usulü bakılıyordun ama 2010
yılının ya Nisan ya Mayıs ayından itibaren sana bakmaya başlayan
babaannen bir süre sonra 2011 yılının başından itibaren annemle ortaklaşa
bakmaktan yana konuşmalara başlamıştı kolay değildir bir çocuğun peşinde koşturmak, gidip gelmek, yemek yapmak yavaş yavaş yoruldu tabii sen hareketlendikçe
koşturamıyor, holde yere oturup top oynuyordu.
Holünün çok uzundu, holde oturuyor bacaklarını
iki yana açıyor, sen de karşısında birbirinize top atıyorsunuz. Kuzenin T.
holde top peşinde koştururken başını duvara vurup kırdığından herkes çok dikkatli. Seni çamaşır sepetine koyuyorum
sürüklüyorum “çekilin yoldan, düt dütttt araba geliyor”. Biraz daha büyüdükçe
dış kapıyla senin oyuncaklarının olduğu odanın kapısı kale görevini üstlenecekti.
İşte sen ve
annen 2010 yılında bu arada dişlerin patlamaya başlamış huzursuzsun sen,
salyalar akıyor ağzından önlüğüne; beyaz, pembe renkte bir diş
kaşıyıcın var, bazen eline tahta kaşık da
veriyoruz annem “off yavrum bak
nasıl kabarmış, kaşı oğlum derdi” diğer çocukları fersah fersah geçen
bir hızla çok erken diş çıkardın, çok erken yürüdün ve de çok erken emekledin
bir hızlı emekliyordun ki holde bir anda
yok oluyorsun 2010 yılında annen seni alıp Dikili’ye tatile götürüyor. İlk tatilin son
tatilin olacağı yermiş meğer Dikili...kim
bilebilirdi... kim...
15 günlüğüne, R.’nin zeytinliğine
bakmak için onunla sözleşme imzalayan M.
dayın, annem ve deden var Dikili’de. Anneannen beyaz ayakkabılarını giydirip
elinden tutarak seni parka götürdüğünü anlatıyor bana telefonda. Her gün
arıyoruz “Can ne yapıyor, denize girdi mi”
“yok ayaklarını suya batırıyoruz, bol bol güneşleniyor”. Kaç gün
kaldınız bilmiyorum tek bildiğim Edremit havaalanında çalışan arkadaşımın
telefonunu istediniz, zira geç
kalabilirmişsiniz uçağa biraz bekletsin
diye ricada bulunacakmışsınız; M. arabayla güç bela
yetiştirmiş uçağa sizleri; yolda bir domates kamyonu
devrilmiş, sen kaka yapmışsın.
Annen bekârken her konuda o kadar
büyük konuşurdu ki. Evlilik, evlenilecek kişi, evlendikten sonra aile
ilişkileri; sevmezdi mesela evlilerin bize sık sık gelmelerini ben
yapmayacağım; yüzyıl bekar kalsam “G. nin evlendiği E. , F.nin evlendiği İ.
gibi biriyle evlenmem” derdi ama İ.ye kızdığı zaman derdi bu sözü oysa E. için
her zaman aynı düşüncedeydi. Babam elini yıkamıyor diye hayatı zehir ediyordu;
dedektif gibi peşindeydi babamın elini yıkasın diye elinde... Elinde yaş bir bez evin içinde dolanıp dururdu .
Şimdi sen yoksun ya yaşadıklarıma
bakıp inandım ben insanın hayatta söylediğinin hep tersi olur, insanda hep
tersini yaparmış söylediklerinin. Baban annenin ölçülerine göre tabii ki
kirliydi çoğu insan gibi yemekten,
tuvalete gittikten sonra elini yıkamayan, banyo yapmayı sevmeyen. Annenin
temizlik kriterlerine uymak gerçekten kolay olmadığından babaannenin de sana bakmasından hoşnut değildi “işten yorgun
argın geliyorum sonra saat 11’e kadar ev işi, temizlik her yeri siliyorum, çünkü
buzdolabına kadar her yer yağ, kir. Yorgunluktan öleceğim “ şikayetleri artarak
devam ediyordu.
Babişkon önüne kavanozlardan çıkardığı makarna, bulgur,
fasulye koyuyor, arpa şehriye hatta çay
bildiğin çay koyuyor oyna diye mutfak bir anda karışıyor halılarda çay, bulgur
kırıntıları annene çaktırmamak için uğraşsa halıyı çırpsa da illaki bir yerde
kalıyor bir kırıntı ya da F.teyzen, ben görüp iletiyoruz. Bunu niye yaptık ne
gereği vardı, annenin takıntısını alevlendirmekten başka ne işe yaradı... Ama o
günlerde bizim için senin sağlığın, hijyen çok önemli; bakıldığın ortamın temiz
olması gerektiğini düşündüğümüzden yapıyorduk çokk yanlışmış çokk.
Bebeğim; sen
ve ben evinizin önündeki yukarıda resmi koyduğum parkta kuma ev çiziyorum, ağaç, araba. Sen de
yapıyorsun, sonra evde halının üstüne çiziyorum sende
çiziyorsun. Sen kaydırakta kaymaktan korkuyorsun birlikte merdivenden çıkıyoruz
seni kayığın başına bırakıyor aşağıya iniyorum hızla “haydi Can bana gel gel haydi bebeğim, bak bekliyorum, korkma”. Alışıyorsun sen yavaş yavaş
kayıyorsun.
Elin elimde Çankaya belediyesinin “ Rafet Genç” kreşinin önüne gidiyoruz parmaklıkların ardından bakıyoruz çocuklara, oynuyorlar, sen seyrediyorsun. İstemediğin kadar çokk oyuncağın var, salıncak, çadır bile alınıyor o çadırın içine giriyoruz birlikte sen oyuncaklarını getiriyor oynuyoruz. Abaküs almış annen sana abaküsle sayı sayıyorum sana, renkleri öğretiyorum; sarı mavi kırmızı boncukları beşer beşer farklı biçimlerde dizdiğim abaküsle oyunlar öğretiyorum sana. Aşağıdaki video’da odan, oyuncaklarının görüntüsü.
Şimdi “söylesenize, sahiden siliyor mu
hatıralar ölümün ağırlığını?” diye sormuştum ya bir önceki günce yazımda; ölümün
ağırlığını silmiyormuş hatıralar; olmuyor
sahisi gibi hiç bir şey..olmuyor
işte!
Bağbozumu
zamanı ya şimdi; rüzgar mevsimine inat sararmayan isyankar bir kaç hanımelinin
kokusunu taşırken bilinmedik diyarlara; sonbaharın orta yerinde sen yavrum
sen yoksun diye eksildim
ben...denilenlere uyup eksilenlerin yerine yenilerini koymaya çalıştım yavrum
ama hiç olmadı sahisi gibi, eskisi
gibi...hiç olmadı... ya rengi uymadı... ya dokusu tutmadı ya da başka bir
şey... olmadı sahisi gibi işte
Sen bilecek
kadar yaşamadın ciğerparem ama ben artık
biliyorum insan en büyük hüzünlerini, acılarını kalabalıkların tam ortasındayken yaşıyor. Hayır,
hayır; onlara dahil olamayıp yapayalnız hissettiği için değil, bir süre sonra
kimse duymak istemiyor da bilmekte istemiyor çektiğin ölüm acısını, gözlerinde
hüznü görmek istemiyor çünkü hayatlarına devam etmek istiyorlar; sen onlara acınla
ölümü hatırlatıyorsun, üzüyorsun. Bunu anladığında insanda kimseyle paylaşmak
istemiyor acısını, kimse rahatsız olmasın diye.
çok sevdiğin evinde bizdesin yine 14.05.2011-12;40
|
Güzel oğlum benim; insana tüm
bildiklerini unutturan o ölüm
kasırgasının altını üstüne getirdiği hayatımın enkazında bir yıl önceki “sen”e dönüp baktığımda o “sen”den
eser yok.
Onun içinde
hayatı darmadağın edecek ölüm haberini
almamak, senin kaza haberini almadığım o bir saniye önceki hayatımın an’nın içinde sonsuza kadar
kalabilecek bir mucizeyi isterdim ben.
18.07.2017