Teyzesinin kuzusu Can’o
Dün yazamadım yavrum, çünkü amcamın eşinin taziyesine gitmek zorundaydım. Hava da öyle sıcaktı ki; aklıma sen geldin hemen; sıcağı çok sevmezdin sen, üstündekini hemen çıkartır atlet, külot dolanırdın “ayyy sıcak” derdin biz büyüklerin tekrarladığını tekrarlardın “çokk sıcak, ayyy” .Gözlerim derdin elini alnına bir şapka biçimde selam verecek şekilde koyarken “gözlerimi açamıyolum” sıcaktan.
Bazen atletini de çıkarır sadece külotunla dolanırdın. Ki sadece sıcakta değil üstünü değiştirmek için üstündekileri çıkarınca ben sen fırlardın çıplak “giyin” diye elimde atlet bazen kazak, tişört ardına düşerdim bende. Odadan odaya koşardın ardında ben seni yakalamaya çalışan. Yakalanmamak içinde elinden geleni yapar koltuğun masanın kapının arkasına saklanır, yatağın üstüne zıplardın ve ben elbette kızardım sana “Can yeter! üşüteceksin hasta olacaksın, ya işim gücüm var benim de” ama sen bu oyunu sürdürecektin “tamam bu son beni yakala”
Sıcak seni çok bunaltırdı ya kağıttan yelpaze yapardım, sallardım sana doğru, evinde de bir siyah beyaz yelpazen vardı. Ama seni evde zapt edemeyip sıcakta Lozan Park'a ya da başka parka gittiğimizde oradaki musluklardan birinden avucuma su alır özelliklede başını yüzünü ıslatırdım ki sen önce "yaaa" diye kızardın sonra kuruyunca kendin koşar ıslatırdın. Bir bakardım ki içiyorsun o suyu “sakın bir daha sakın mikrop kaparsın” diye bağırırdım, bir keresinde “Can yazık bu hayvanlara kuşlara hava çok sıcak gel onlara su bırakalım” demiştim , ondan sonra yazın sıcakta parka gidişimizde elindeki pet şişene su doldurur kuşlar için diye yapılmış kaplara boşaltırdın.
Haziran 2016,hangi gün
olduğunu bilmiyorum karne almadan önceki hafta ya da ilk hafta diye yazacaktım
ki o gün telefonumla çektiğim resimlere 11.06.2016
Cumartesiymiş ama niye bilmiyorum sanki bana hafta sonu değildi gibi geliyor şimdi.
İyi ki cep telefonları var , tarihleri unutturmayan. Gerçekleri yüze vuran..
O gün de çokk sıcaktı
çok, elimizde Fırıncı Orhan’nın yanındaki bakkaldan aldığımız pet şişe sularımız tabii ki kendime soğuk sana
ılık su almıştım, bir poşette topumuz, Lozan Parka girdik, “gel bu ağacın altında
oturalım biraz dinlenelim” dedim parka BİM tarafından girildiğinde karşımıza çıkan o koca söğüt ağacının altına oturduk sen tabii ki bir an önce top oynamanın
derdinde “ ne zaman top oynayacağız” , “oğlum hava çok sıcak, biraz gölge olsun arka tarafta (365 AVM’ye bakan )
oynarız, şimdi nasıl oynayalım” dedim aklına yatmıştı sustun hemen. Sırtımı
ağaca dayadım bekçi her sabah çimenleri sararmasın diye suladığından ıslak çimenler pantolonumu
ıslatınca hemen topu çıkarıp poşete oturdum sen başını benim uzattığım bacaklarıma koydun, ayaklarını uzattın; hafif
bir rüzgar çıktı “offf iyi ki bu ağaç varmış Can ” dedim “aynen, iyi ki var bu ağaç” diye
tekrarlayınca gülümsedim ben, “aynen”
kim bilir kimden kalmıştı aklında bu söz o günlerde bir zamanlar çok
kullandığın “yani” gibi kullanmaya başlamıştın “aynen”, “olumm” “aslanım” sözlerini..
Şimdi sen yoksun
o söğüt ağacı tüm azametiyle duruyor yerli yerinde,
her geçtiğimde önünden...her geçtiğimde sen yanımdasın sanki. Yollarda,
parklarda, yürüdüğümüz kaldırımlarda arıyorum seni. Yaşarken bilmiyordum ya seninle bu kadar dolaştığımızı. Gezmediğimiz
park, girmediğimiz sokak kalmadığını Sancak'ta, Yıldız'da. Öyle ki adı sonradan
2016 yılında futbol kursuna gittiğin adı
Rabindranath Tagore Cad. yapılan
4.cadde deki Galatasaray futbol okulunun içinde
bulunduğu o parka sen kursa gitmeden çokk önceleri gitmiş, koşmuş, oyun
oynamış, koşu yarışı yapmıştık seninle
ki bir keresin de F. teyzende vardı. O gidişlerimizin birinde üçümüzün çektiği
resim aşağıda. O gün F. teyzen ve ben bankta oturmuş sen önceleri tek başına
çimenlerde koşmuştun güvercinlerin peşinde sonra tabii ki beni kaldırmış
koşmuştuk
16.06.2014 o
parkta
Lozan Parka her gidişimizde
ya da kırmızı halılı yürüyüş yolunun olduğu bir parksa gittiğimiz evde de
yaptığımız "yürüme yarışını
yapalım" derdin. Lozan Parkta , yürüyüş yolunda belirlediğim yerde ki bu
bazen girişteki ufak çocuk parkının yanı bazen aletlerin yanı dizlerimizi kırar
bir elimizi atletler gibi üstüne
koyar senin star vermeni beklerdik
"bir, iki üç, başla" der demez sen yarış başlardı. Hızlı hızlı koşardın
küçücük ayaklarınla, önce senin beni geçmen için yavaş koşardım sonra birden hızlanırdım sen koşarken
illa ki arkana dönüp bakardın bana;
rakibini kontrol ederdin, sonra Lozan parkın tam tepe noktasına sonradan
eklenen ikinci aletlerin olduğu yere
vardığımızda ben birden fırlardım, sen tüm gücünü kullanırdın. Geçerdim seni, arkamda
kalırdın ben yavaşlardım beni geçmen için, geçerdin araba yoluna yakın
yerde arkadan bağırırdım "Can dur, dikkat et Can araba gelir koşma"
|
İnan yavrum cümleyi
yazarken “Son ayın” “son günlerin “ diye
yazıyorum ya inan ok saplanıyor sanki kalbime “son” nun bu derece yıkıcı bu
derece parçalayıcı bir kelime olduğunu şimdi fark ediyorum, işte yaşadığın son
baharının son ayı Mayıs ya da ölümünden
bir önceki yazın ilk ayı Hazirandı
galiba yine koşuyorduk seninle tam o noktaya gelmiştik ki sen koşmamış
kollarını dizlerine doğru sallayarak bana doğru yürümüştün "tamam tamam”
derken elin karnında iki büklümdün şimdi
"tamam ben yoruldum, çok top oynadım bugün okulda ".
Mahallede gitmediğimiz
sokak cadde dükkan kalmadığından belki
de gözlerim hep seni arıyor, çünkü her yere seninle gitmişim, zırto pırtlar da
o kadar çok ki , arabalara zırto pırt derdik seninle.
11.06.2016 |
Ölüm kuzum, ölüm hele de
çocuk, genç ölümü hiç bir şeye benzemezmiş, tesellisi olmayan tek şeymiş. Güzel
yaşadı, iyi bir ömür sürdü, artık yeterdi
bu kadar yaşaması denilecek bir yaşta ölüm, “sıralı ölüm” ne kadar doğru bir tahlilmiş
her ölüm erken olsa da...diye düşünüyorum taziyeye gittiğim evin balkonundan dışarı bakarken.
Senin vefatından sonra
Yavrum, ona buna zarar gelmesin diyeceğim bir şey ve de kimse yok o yüzden
hayatımda sırları hiç sevmedim ki gizlenecek hiçbir şeyimde yok benim açımdan.
Tersine belki de her aile anlatsa başkalarına
anlattıkları resmi aile tarihleri
dışındaki gerçek tarihlerini, hikayelerini yüzleşme önce ailelerden
başlayacağından belki de bu kadar vicdansız, merhametsiz bireylerden oluşan
toplumun nedeni, ailelerin payları ortaya çıkacak sonrasında aileler daha
bir dikkatle, özenle yetiştirmeye çalışacaklar çocuklarını ki
adaletli, şefkatli bireyler hakkaniyetli
davranabilsinler diye. Böylece belki de daha düzeyli, sevgi dolu bireylerin varlığı ülkenin daha yaşanır bir
gelecek kurmasına da katkıda bulunur diye düşündüğümden senin hikâyende
yaşanmış her şeyi hiç gizlemeden
yazacağım. ki yavrum seni ölüme götüren yoldaki taşlar nasıl teke tek döşendi
bilinsin ki insanlar aynı hataları yapıp başka Can ları hayatından etmesinler.
İşte şimdi yengemin
kırkının verildiği taziye o evin balkonunda evdeki kalabalığın kargaşasından uzakta balkonda otururken
bakıyorum, kızının üç ay önce ölümünden sonra
bir aydır yatağından kalkmayıp
“ölümü “bekleyen 88 yaşındaki Selbiye yengenin beklenen ölümü rahatlatmış
insanları. Sanki bir yemek davetine gelmiş gibiler bir ara ben “40 gün oldu
öyle mi” dedim...bu kadar vefasızlığa isyan mı.. ama gerçekten çok hasta ve
yaşlıydı yavrum bazen ölüm bu tür olaylarda yaşayan içi bir kurtuluş olabiliyor
demek ki....
Anlamıyorum ben yavrum...
bu ölümden sonra 40.ıncı günde yemek
verme ritüelini. Hele de senin
gibi 40 nedir ne demektir bilmeyecek kadar küçük bir çocuğun kırkı olur mu hiç yavrum? Ama senin
içinde 40’ıncı günde yemek verildi benim, annemin ve babamın katılmadığı.
Senin ölümünden sonra ben
eminim ki Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan hiçbir insanın başına gelmemiş, hiçbir
ailede yaşamamış bir olay başımıza gelmişken o yemeğe nasıl gidebilirdik ki ben
ve anneannen. Evet.... senin hikayende sırası gelince yavrum yazacağım, yazmak
zorundayım ki insanların ne kadar kötü olabileceği, “evlat acısını” mağdurluğu
kullanarak içlerindeki nefreti nasıl açığa çıkarabileceklerini, bir evladın
ölümünü bile insanların nasıl kendi çıkarlarına alet edebileceklerini ,
insanoğlunun ölüm karşısında bile ne kadar hayasız olduğunu da
bilsin insanlar .Ve eminim ki
böylesine olaylar olmuştur da insanlar aman açık vermeyelim çünkü bizi okumuş mükemmel görüyor insanlar , varsın
öyle görmeye devam etsinler bataklığında
anlatmıyorlardır. Her Türkiyelinin evinde bulunan Pandoranın kutusunu
açmıyorlardı.
Güzel oğlum benim; ölümden
sonra 40 gün dolunca ne değişiyor acı mı
azalıyor, özlem mi bitiyor, yokluğa mı alışıyor insan sanki...Hayır! güzel
yavrum hayır! söylenenlerde yalanmış ... acı öyle derinleşiyor, yokluğun öyle
yakıyor ki benliğimi ateş sarıyor her yanımı, ateşler içinde yatıyorum....
Tek başıma balkondaki masada oturmuş etrafa bakıyorum, baktım karşıdan sen
yaşlarda kolsuz bir tişört, altına da şort giymiş bir çocuk tıpkı senin gibi
hoplayarak iniyor yokuş aşağıya, evinizin önündeki parktan öyle koşardık sizin
eve doğru yokuş aşağıya...nasıl korkardım caddeyi geçene kadar sana araba çarpacak diye “Can yavaş, Can dur,
Can bak zırto pırt var mı” dinler miydin??? bazen evet, bazen hayır! Caddeyi geçer geçmez evinize giden kaldırıma adım atar atmaz tekrar
koşardın ben de arkandan sana yetişir elini tutardım ki düşmeyesin,
yavaşlayasın diye. O zamanlar 3,5 4 yaşlarındaydın. Koşmayı hep çok sevdin
“enerjisini boşaltsın “ diye bir arar annen seni jimnastik kursuna göndermeyi
dahi düşündü ben de bu oğlan galiba
atlet olacak en iyisi atletizme gönderelim diyordum zira koşacak bir alan görme....her yerde
koşardın 365 AVM’nin, Migros’un içinde bile... her yere koşarak giderdin.
Bir çocuğun ölümü, okula başlayana kadar her gün gördüğün, yanında olan,
kreşten aldığın yedirdiğin, içirdiğin ihtiyaçları için sana muhtaç, sen
çıkarmasan dışarı çıkıp tek başına oynayamayacak, ayakkabısını giydirmesen
giyemeyecek bir çocukla geçirilen günler...yıllar...anlar o çocuk bir anda yok
olduğunda, yarım kaldığından yaşanan her şey...hayatı...nasıl tüketir
İnsanı..nasılllll... yaşamayan bilmez yavrum, yaşamayan anlayamaz da.
O yüzden daha sana bir
şey olmadan önce de kendimi bakıcıların yerine koyar, empati yapardım. Mahalledeki
Seher 4 yıldır baktığı seninle oynayan Zeynep kreşe verilince işine son
verilince o kadar kötü olmuştu ki düşün
Zeynep’i görmek için teneffüslerde kreşe
gitmiş tel örgünün arkasında Zeynep görünce bağırmış “anne “ diye koşmuş gelmiş yanına. Gülsen çok kötüyüm
diyordu çok, ağlıyorum hep...Seher evliydi ama çocuğu olmamıştı. Bana komşu
geldiğinde evinizin önündeki Teoman Erel parkında oynamaya başladığında ilk
arkadaşın Layoş Koşut caddesinde oturduğundan bizin ve sizin eve gider gelirken
önünden geçtiğimiz apartmanda oturdu Zeynep. Zeynep’in evinin önünden geçerken
“ bakalım Zeynep uyuyor mu, soralım ne zaman gelecek Parka” derdim sende alışmıştın “bir bakalım” derdin
uyumuyorsa o da bize el sallardı “geliyoruz birazdan” derdi, Zeynep’in
kovası ve küreğiyle az oynamadın üstelik onun olduğu halde ona vermezdin de..
İşte Zeynep’ten ayrılan
Seher’in ne kadar acı çektiğini gördüğüm için ebeveynlerin bakıcıların duygularına duyarsızlıkları çünkü
onlara göre bakıcı yalnızca parayla çocuklarına bakan biri, sanki o çocukla
bütünleşemez, sanki onsuz yapamaması imkansızmış gibi. Oysa ebeveyn iştedir çocuğunun ne yaptığını bilmiyordur, çocuğunun
yanında 8 saat bakıcısı vardır, vaktini bakıcısıyla geçirir onu yediren,
içiren, hasat olunca ateşini düşüren, yatarken ninni söyleyen, yemeğini yapan,
tuvalete götüren altını temizleyen bir annenin yaptığı her şeyi yapandır
bakıcı. Çocuk onunla güler, onunla oynar bakıcıdır çocuğun neyi sevdiğini neyi sevmediğini bilen çocukta
bir süre sonra belki ailesi fark etmez ama
bakıcısının sevdiği yemeği dahi
sevecek kadar ondan etkilenir , onun gibi davranır. Tamam çok kötü bakıcılarda
vardır ama genelde çocuklar bakıcılarına anne babalardan daha düşkündürler onlar
bunu görmek istemeseler de.
Bir çocuk ancak 3, 4 dört yaşlarında anı biriktirir, ondan öncesini
kolay kolay hatırlayamaz ki o yaşlarda anne baba çalışıyorsa eğer kreşe de verilmemişse yanında .sadece bakıcısı
olacaktır. Sen mesela yavrum , benim bir
kış günü Turan Güneş'te ki McDonalds' da
sana hamburger ki sen "çocuk menüsü" derdin daha içeri girer girmez ve
oyuncakların olduğu dolaba koşar, gösterirdin bu olsun diye bende tezgahtara
"abisi ya da ablası Can şu robotu, şu oyuncağı istiyor onu verin” bazen seçtiğini açıp
baktığında seçiminden memnun olmaz yüzün düşerdi hemen, “üzülme değiştiririm
şimdi” yle geri gelirdi neşen.
İşte o kış sen 3,5 ya da
dört yaşlarındaydın çocuk menüsünü paket yaptırdım. Mcdonalds kağıt çantası elimde çıktık dükkanın önü buz
tutmuş ayağım kaydı düştüm sen kalakaldın, kıpırdamıyorsun bana bakıyorsun
şaşkın, neyse ben kalkmaya çabalıyorum gülmeye başladım "nasıl da düştüm,
yahu Can insan yardım etmez mi teyzoşuna". Güldün sende, yavrum elimi
tutun küçücük elinle "nasıl da düştün Güşen". Sonraları ne zaman oraya gitsen
hep "nasıl da düştün değil mi" derdin ya da "hatırladın mı Can ben nasıl
düşmüştüm burada" dediğimde hatırlar "evet ya " illaki de
gülerdik.
Seninle yaşadıklarımız,
anılar nasıl bu kadar taze , nasıl bu kadar diri diye düşünüyorum. Evet taze...evet
diri çünkü üzerinden onları eskitecek kadar zaman geçmemiş ki... işte sen o kadar
küçüktün.. o kadar az yaşadın ki... zaten
yaşayacakların her şeye yarım
kalmadı mı?
Onun için de Sanki daha
dün gibi Kahire caddesinden Fırıncı
Orhan’a simit yemeğe giderken engelliler için belediyenin sarı şeritli yolunu “
bu çocuklar için yapıldı, sadece çocuklar yürür “ dediğimden karşıdan gelen ve
o şeritte yürüyen her kimse çocuklar hariç “çekil buradan yalnızca çocuklar
yürür” ya da anneannene “ anneanne buradan yürüme” komutun üzerine anneannenin
kenara çekilmesi. Ölünceye kadar da o sarı şeritlerin hep çocuklar için
konulduğunu sandın.
Hâlâ inanamıyorum senin
öldüğüne...biliyor musun öldüğünü...bu
dünyada artık var olmadığını unutuyorum.
Geçenlerde Migros’ta oyuncaklarda indirim... hayvanları çok sever ve öyle güzel
taklit ederdin ki şaşardım, evinizde onlara ait bir kitabın olduğu ve bana
isimlerini okuttuğun dinozorlar hakkında da o kadar çok şey bilirdin ki....
Bir keresinde birlikte youtube da hayvanlarla ilgili bir şeye bakarken yan
tarafta dinozorlara ait belgeselleri görünce “şunu aç, şunu aç, çok seviyorum
diye tutturmuştun, "bunu izleyelim". 2 saatlik bir belgesel
dinozorlarla ilgili. “Sen bunu seyrettin mi” babaannenlere gittiğinde Mustafa
dedenin sana iki saate yakın dinozorlarla ilgili bir belgeseli seyrettirdiğini
anlattın.... arada kızardın bana
dinozorun cinsini bilemedim diye hemen adını
söylerdin “adı Troodon Tsintaosaurus
ya da Abelisaurus” ve şu anda
hatırlayamadığım dinozor isimlerini ard
arda sıralardın, hem de o kadar kolay telaffuz ederdin ki unutkan olduğunu
düşünen ben şaşardım bir çırpıda isimlerini söylemene.
Migros’ta indirim
sepetinde oyuncakları görünce karıştırdım bir dinozoru attım alışveriş sepetime “Can’o ya sürpriz nasılda sevinecek”. Sonra
“Can’o yok Gülsen Can’o yok” dedim "unuttun mu" ama ölümünden sonra
hep yaptığını yapıp senin alınca sevineceğini bildiğim oyuncakları aldığım gibi o kahverengi dinozoru
da aldım, mezarına götürmek için.
Seni şaşırtmak, mutlu
etmek için olmadık şeyler alır, yapardım. Kalp biçimde küçük beyaz porselen tabak
almıştım içine pirinç pilavı doldurup,
daha büyük yayvan geniş tabağa çevirmiştim hoop kalpli pirinç pilavı, yanına köfte koyup
servis etmiştim “kalp bu dikkatli ye”
derken ben gözlerinde ki o şaşkınlığa eklenen yüz ifaden Can’o neler vermezdim
ki Can’o o anları tekrar yaşamak için
neler... .
2016 Haziran ayında Beğendikten “Koska” markalı dondurma külahı almıştım sana içinde 10 tane
vardı. Çünkü Pınar Kaftancıoğlu bir keresinde en doğal dondurmayı Mado’nun yaptığını
yazmıştı da o yüzden Turan Güneş Mado’dan dondurma aldığımızda akmasın diye iki
külaha koymasını istemiştim sen dondurmadan çok külahların çok güzel olduğunu
söylemiştin.
Hani dedo yemesin diye
genellikle birlikte yaptığımız sırf sen yaparken keyf al diye aldığım çam,
insan, kalp, yıldız şekilli kurabiye kalıplarını ki o kalıpları ne aramıştım
İstanbul’da yılbaşına yakın bir ayda 2015’in Ekim’de gitmiştim İstanbul’a
, sırf çam ağaçlı zencefilli, tarçınlı
kurabiye yapalım diye.
Eminönü’nde bir alt
geçitte bulmuştum metal kalıpları ki Esse ve Bernardo mağazalarında o kadar
pahalı üstelik silikonluydu çokta ucuza almıştım, işte o dedo yemesin diye kurabiyelerimizi,
çikolatalarımızı, şekerlerimizi sakladığımız holde çamaşır makinesini
koyduğumuz dolabın üstündeki dolabı açıp “bak sana ne aldım diyerek mutfağa
getirmiştim” iki tanesini yemiştin. Kalan 8 tane aynı yerde seni bekliyor
Can’o. Bu hafta annem bizim gizli
yiyecek depomuzu temizlerken “bu ne “ diye külahların olduğu paketi gösterdi
öyle bir bağırmışım ki “onlar Can’nın koy “ diye kadıncağız az kalsın
düşüryordu.
Can oğlum sen yoksun ya
hiçbir şey eskisi gibi değil, hiçbir şey...Ne yediğim yemek, ne giydiğim giysi,
ne okuduğum kitap, ne dünya, ne de ben eski Gülsen’im. Senin yaşadığın
zamanlardaki gibi değil hiç bir şey. Dünya da her şey alt üst oldu sanki. Düşün Trump gibi bir adam seçim
kazandı ABD'de.
Yavaş yavaş haberleri
bile izlemeye başlamıştın sende...dizi filmleri de izlerdin anneannenin dizisi "affet beni" Kemal'i severdin, onun
çıktığı sahneleri pür dikkat izlerdin “Feride” yi de ama çabuk sıkılırdın "Kiralık Aşk"
annem de bunu izliyor demiştin. Bende Paramparçayı seyrediyordum, bazen
fragmanına denk gelirdik. yatağıma
uzatır seni mıncıklardım "söyle bakalım Cansu mu, Hazal mı hangisi" sen benim hangisini tutuğumu bilmediğinden Hazaal
derdin ben seni yuvarlardım yatağımda "Hayıırrr" tamam tamam
"Cansu". oyunu sürdürmek için sen yine
“Hazalll” diye bağırırdın. Her
şeyi oyuna çevirirdik seninle her şeyi..
16. Temmuz .2017 Pazar
günü Bunları sana yazarken açık pencereden parktaki çocukların sesleri doluyor
içeriye. Talha’nın sesini duyuyorum hani birinin ismini hatırlamadın mı tişörtümü
çekiştirir bende eğilirdim sen kulağıma “adı ne” derdin ya o Talha yine Parkta,
en son onlarla top oynamıştık, tabii yine ben ve sen aynı takımdık “haydi
dostum yenelim onları”, “lan oğlum” ki bu lafı kullanınca sen, gülümsemiştim. Bütün
arkadaşların yine parklarda CAN’O, hava yine çokk sıcak tek sen yoksun kuzummm.
Sesler ahhhh bu içinde
senin olmadığın çocuk sesleri ;kramplar
giriyor mideme ardı ardına. Uzaktan ne çok benziyor çocukların sesleri
birbirine, halbuki her insanın sesi farklıdır ama ben o seslerde seni buluyorum
bir çocuk ağlıyor "Can gibi, Can'da böyle ağlardı" , gülüyor
"Can da böyle gülerdi"...koşuyor "Can'da böyle koşardı". Anladım
ki ben her çocukta seni bulmak istiyorum,
seni. Yaşasaydın onların yanında olurdun ama bugün Pazar belki de evinde annen,
babanla başka bir yere giderdin.
Tam bir yıl oluyor yoksun sen ve benim hala aklım almıyor yokluğunu.
Herkes, tanıdığım yaşıtın bütün çocuklar, parktaki arkadaşların hepsi gittikleri tatillerden döndüler bir sen...niye
ya...niye...
Dün sen tanımazsın Eylem
ablanla buluştuk. 365’te Kahve dünyasına gittik, dışarıda oturduk o ha bire
anlatıyor işyerini, yeğeni "Alya"yı; benim gözüm karşıda o yeşillik
alanda, aklım sende, kaç kez geldik bu
Kahve Dünyasına birlikte ? Dışarda hiç oturmadık zira dışarısı yeni yapıldı
sayılır pencere kenarına otururduk yazın dondurma, kışın sıcak çikolata
içerdin, sütunlara dizilmiş kahve dünyası markalı saleplerin yanındaki o
daracık boşluğa girmeye çalışır, gezerdin kafenin içinde.
Kaçırıyorum
anlattıklarını Eylemin, bozuntuya vermiyorum son cümlesini yakalıyor ya da
“öyle mi” diyorum. Zira oturduğumuz yer seninle son defa top oynadığımız alana bakıyor; 11 Haziran 2016 Cumartesi günü 365'in Zirve Kent'e bakan
tarafında, hiç kullanılmayan tenis
kortuna yakın adeta küçük
koru görünümün deki o yerde top oynamıştık; hava sıcak diye o söğüt
gölgesinin altında oturup dinlenince dinlenme dediğimde 15-20 dakika. Çünkü sen
“haydi top oynayalım“ diyordun durmadan, oradan kalkmış buraya yürümüştük pembe, beyaz yeni aldığımız ve günün sonunda illaki patlayacak topumuzu çıkarmıştık poşetten.. .senin en son gittiğin Minik İkizler kreşinin yanındaki
hırdavatçıdaki kadın nasıl da tanırdı bizi.
Daha içeri girer girmez dışarıdaki plastik topların olduğu sepette
bakıp "yine mi" derdi...yine mi.Her gün bir top patlatıyorduk.
özellikle de Teoman Erel parkında oynadığımız yılda, o
zaman baban daha home ofis olarak kullanmıyordu evinizi ve ben
seni kreşten aldıktan sonra mevsim yaz
ya da sonbaharsa önce eve gider bir şey atıştırır sonra parka giderdik ama her
gün bir top patlatırdık, hırdavatın sahibi kadın da gülerek " nasılsa
birazdan yine yeni bir top almaya geleceksiniz
"derdi, topları hep sen seçerdin her defasında başka bir renk.. pahalı
topta alırdık ama onu bile patlatmıştık o yüzden günde 2,5 kuruşu gözden
çıkarmak akıllıca geliyordu bize. Vefatından sonra kaç kere geçtim Tiflis caddesinde ki o hırdavatçının
önünden de diyemedim o bayana Can YOK ARTIK diyemedim.
O gün o küçük koru da top oynamaya başlayınca bir baktım çimenlere yayılmış
sevgili bir çift; çam ağacının altında öpüşüyor sen de gördün ama top oynama
heyecanı soru sordurmadı sana "ne yapıyorlar " tabiiki sen yine oynadığımız
her oyunun yöneticisi olarak "şu ağaç senin bu ağaç benim kalem" diye
kalelerimizi belirledin “çok ses çıkarmayalım “dedim ben “şu çifti rahatsız
etmeyelim” "tamam " başladık bir gayret sende beni yenmek için her
gol attığında, 2-1, 2-2 berabere "kaç oldu şimdi" bazen itiraz
"gol değil ,değilll, şu taraftan gitti top" , " korner,
korner" "yapma Can ne korneri" "tamam değil" epey
oynadık top yüzüne değdi ağlamaya başladın kucağıma aldım gel dedim soğuk su
şişesini bastırdım topun vurduğu tarafa , kollarımla sardım seni “bir şey yok” derken
içim eziliyordu senin canın yandığı
için, canın yandı diye öyle üzüldüm öyle korktum ki bir şey oldu diye baktım
bir şey yok, ne bir morarma ne şiş “ çok mu acıdı” sen başını salladın “acıyor”
az sonra her çocuk gibi "geçti,
artık acımıyor haydi oynayalım" dedin.
Artık burada oynamayalım
dedim, sen hemen itiraz “tamam ama karşı
tarafta oynayalım”, "haydi gidelim oğlum" dedim, önündeki topa ayağınla vurarak yürümeye başladın, tenis kortunun yanında dur dedim her taraf
çiçek içinde dur bir resmini çekeceğim.
çiçek dünyası ve sen |
“Güşen” diye bağırdın
sen çiçeklerin ortasına uzanıp “çiçek dünyası burası”, " çiçek
dünyası." Ben " haydi güzel bir poz ver dedim, işte sende bu yazıya
eklediğim resimlerdeki pozları verdin" resimlerini çektim. Şimdi ne zaman kahve dünyasında otursam "çiçek
dünyası Gülsen" sesini duyuyorum yavrummm. Biliyorsun değil mi "çiçek dünyası " dediğin yerdeki
çiçeklerden toplayıp mezarına getirdim leylaklarla birlikte.
Sonra sana dışarıdaki herhangi bir ağaçtan ilaçlı diye meyve yedirmeyen
ben, bizim evin bahçesindeki dallarının yarısı parka sarkmış vişne ağacından kızarmış
vişneyi koparıp ağzına koyduğunu fark ettiğimde tükürten ben, 365’e doğru yürürken yaşlı bir amcanın elma kopardığı gördüğümüz elma
ağacından. Sen yine hayır diyeceği mi düşündüğünden ses çıkarmadın ama ben
"dur " dedim "sana da alayım" 4, beş tane topladım ağaçtan, önce tişörtümle
sonra elimle silip sana verdim “çok güzelmiş “dedin arka taraftan Lozan’da ki tenis kortuna yakın yerdeki ağacın altına
oturduk sen kucağımda ben selfimizi çektim, elma yerken sen..
Eylem konuşuyor ha bire ben seninleyim, çiçek dünyasının orayı
kazmışlar, o elma ağacını da kesmişler top oynadığımız o alana şimdi köprü gibi
bir şey yapılıyor. Yeni bir Park adını da “İsmet İnönü” koyacaklarmış..
Duyuyor musun Can’oooo....anılarımızı da yok ettiler Can'ooo..
Hep böyle oluyor bir
yere gidiyorum dikkatimi uzun süre
konuşana veremiyorum, mutlaka bir şey bir koku, bir söz, bir ses seni
hatırlatıyor bana.
Eylem’e dedim ki kanser olunca en çok neye üzüldüm biliyor musun “ düşündüm
ben öldükten sonra benden hiçbir şey kalmayacak, benim bir özelliğimi bir
huyumu, geleceğe taşıyacak bir çocuk, beni
yaşatacak bir çocuğumun olmadığından benden geriye hiçbir şey kalmayacak. Bir
resmimi bir salonda konsolun üzerine hiç kimse koymayacak, “bu da benim annemdi” demeyecek kimse. Eylem
bak şimdi sen ne dedin “ babaannemin poğaçası gibi bu patlıcanlı poğaça onun
yaptığı gibi büyük” işte benim için kimse bunu deyip te anmayacak Eylem dedim.
Kısacası Schopenhauer çok haklıymış
Aşkın Metafiziğinde yazdıklarında “
Gerçekten de Can’o öyle düşünmüştüm ki o zamanlar sen yoktun sen olunca da
baban bir keresinde bana “Can sana benziyor demişti” sanki sende beni
hatırlatan bir şeyler vardı Can’o, belki ben senden önce vefat etseydim bilemiyorum ama eğer sen büyümüş olsaydın
inanıyorum ki sen resmi mi asardın bir yerlere “teyzem, anne yarım “ derdin
soranlara. Ama çok kesin konuşmamalıyım değil mi Can’o genetik diye bir şey var
hepimizi etkileyen duyarsız kılabilecek, vicdanı silebilecek, nankörlüğün
dibine vurduracak.... sonra bu nefret, savaş, kavganın yüceltildiği naifliğin
iyiliğin yerlere vurulduğu doğduğumuz bu ülkede yaşanan onlarca
akıldışılığı olağan karşılayan
bireylerden vefa, iyilik beklemek tam bir muamma değil midir?
Kırk yılda bir ki Can sen öldükten sonra yaşadıklarıma, ailenin dağılmasına bakıp kırk yılda bir bile olmayacağını
biliyorum artık...bir kardeşim bak yeğenim bile diyemiyorum, bir kardeşimin aklına düşmeyeceğimi
seni kaybetmeden çok önceleri nc bildiğimden
doğduğum köye Qasiman’a gömülmek istemiştim, anneme de demiştim ki
“burada kırk yılda bir bile kimse mezarımı ziyarete gelmez.
Hele de Qasiman'nın mezarlığı bir mezarlık ancak bu kadar güzel
olabilir. Qasiman'nın Mezarlığı tepede,
ağaçlar içinde ve altında Mengen deresi akıyor, ben derenin sesini çokk
severim. Hiç olmasa yılda bir defa köydekiler geleneksel olarak mezarları
ziyaret edince kuzenler de benim mezarımı ziyaret eder diye de düşünürdüm.
Ama şimdi Can sen buradayken seni nasıl bırakırım yavrum...nasıl
...Ve o unutuluş daha yaşanmadan içime koyduğundan belki de on günde, on beş
günde bir Karşıyaka’ya gidiyorum. Çünkü
yavrum senden de benim gibi geride bir
şey kalmadı....Sen’den kalan sadece
anıların, fotoğrafların...İnan sana bile benzeyen yok... baban benzer sanıyordum
şimdi fotoğraflarına bakıyorum da tam
tersine azıcık annenden esinti var sende ama yürüyüşün işte o baban benziyordu.
Ben de ölünce kuzum
inan..... ebedi evine ziyarete...
Onun için de bunları yazıyorum güzel oğlum, ben ölünce sen de unutulacağından,
unutulmana izin vermemek için yazıyorum bunları. Onun içidir bu site.
Dün o kadar yorgun... o kadar kötüydüm ki üstüne annen de bana mesaj atmış yavrum başlığını da
“şimdi gerçekleri söyleme zamanıdır“ koymuş. Bak sen nasılda çarpıcı bir
başlık. Eminim yazdıkları öylesine akıl dışı ve berbattır ki.. hem nasıl da
utanmadan bana mesaj yazabildi bir türlü kavrayamıyorum mesajı yazarken hiç mi
utanmadı hiç mi annen, biyolojik annenin
farklığı ölümünden sonra öyle bir ortaya çıktı ki.
Okumadım yavrum çünkü anne olmak ne doğurmak ne de yıllarca bakmak, anne
olmak, anne oğul olmak, anne evlat olmak paylaşmak yavrum hayatı, duyguları
paylaşmak. Anne olmak yavrum bir defa dahi elini tutuğun bir çocuğun,
sıcaklığını, bir iki saati birlikte geçirdiğin bir çocukla paylaştığın
duyguların masumiyetini o olmayınca da saklı tutmaktır yavrum..
Birini, bir çocuğu sevmek için bir
neden şart değildir ki.. Ben senin yalnızca teyzen değildim ki ara sıra
"dostum", “sen benim arkadaşımsın” dediğin ki bazen bana öyle davranırdın ki...
Cano galiba beni de kendisiyle aynı yaşta sanıyor, beni
sınıfındaki Selvinaz, Cemil Efe sanıyor
diye düşürdüm.. Hani seni yanağından öpen Selvinaz "peki sen ne yaptın
öpünce" umursamaz bir hiççç
dökülmüştü dudaklarından.
Bunu kaç kişi anlar ki
yavrum.. Bu ülkede kaç kişi anlar, insanlar Avrupa'da evlatlık alıyorlar
doğurmuyorlar bile ama kimse onların anneliğini sorgulamıyor. Senin ölümünden
sonra yaşananları da yazacağım sana anlatacağı yavrum. Sonra düşün yavrum bir kadının, bir yazarın, anneliği,
ölümün o yıkan acısını anlatması için
yaşaması mı gerekir.
Anneannene söyledim annenin bana attığı mesajı
o da “hiç utanmadı mı sana mesaj atmaya”
dedi. Ben bilirim ben anlarım seni dedi “ ben bilirim senin Can’a nasıl annelik
yaptığını, ona nasıl baktığını... Can’nın seni görünce gözlerinin nasıl
parladığını... senin acını ben anlarım benim acımı sen...."
Sana hiç bakmasaydım
bile yalnızca teyzen olmam bile yeterdi yavrum senin hayatını boşu boşuna kaybetmen karşısında ki
isyan etmeme. Seni hayatından edeni nasıl affedebilirim, nasıl sarılırım o
insana ben nasılll.Hangi akıl, hangi vicdan bunu ister benden eğer vicdansız
değilse o insanlar.
Yavrum annen sen doğduktan sonra az da olsa anneliğin değiştirdiğine
inanmak istediğim biriydi. Şimdi bunu yazıyorum diye sakın bana gücenme yavrum
zira yıllarca tutuğum günlükleri sende okuyacak yaşa gelseydin ne demek
istediğimi anlardın. Ben de annene “senin gerçeğin yok ki söyleyesin” diye
mesaj attım. Çünkü en büyük gerçek karşısında...görmüyor, seni evladını
hayatından eden adamı affedebiliyor ama seninle kendisinden daha çok vakit
geçirmiş ve sana hiç bir kötülük yapmamış beni affedemiyor.Ben oğlum asla
affetmem seni hayatından koparanı; baban bile olsa. Ki o kazayı yapan
baban yüzde yüz kusurlu bulundu..
Çok şey yazardım annene; en azından
“ sen benim Can’ımın annesi değilsin çünkü benim Can’ımın annesi asla böyle bir
mesajı bana; Can’nın Gülsen’ine atmaz “ derdim. Yapmadım yazdıklarına sonradan pişman olmayacağını bilmem rağmen yazmadım
zira onu kışkırtan o kadar insan var ki..ne yaptığını bilmiyor. Onun acısını da
benden başka kimse anlayamazdı oğlum, o bunu bile bilmiyor.. eskiden de öyleydi
annen bir gerçeği hep çok geç fark eder, anlardı.
Yavrum yüz yıl geçse de
seni o güzel yüzünü bu hayattan koparanı affetmem. Kendi kendime Can’o annesinin
rüyasına girip “sen ne yaptın diyecek bir gün diyorum “sen ne yaptın benim anne
dediğim teyzeme sen ne yaptın” “benimle oyunlar oynayan arkadaşım teyzeme bunu
nasıl yaparsın “ diye kızacağını biliyorum.
Biliyorum yavrum çünkü sen o kazada hayatını kaybetmeden kaç gün önce annenin
“niye konuşmuyorsun sorusuna ” “sesimi kullanmak istemiyorum”, “niye”, “Çünkü Gidince Gülsen’e anlatacağım çok şey
var “ diyecek kadar beni düşünen, beni
seven yavrumdum. Ve dün bana o çirkin mesajı atmaktan çekinmeyen annen
Karşıyaka’da cami avlusunda kendi ağzıyla anlattı bunu bana
Anneannen Can bana “ git Gülşene söyle, ben gelip üç gün Gülsen’de
kalacağım” dedi deyince 28 Haziran 2016 da ben ona “anne inşallah yaz okuluna
vermez bu kız onu “demiştim o da “valla bilmem, onun sağı solu belli olamaz,
yalnız bir hafta siz bakar mısınız “dediğini anlatmıştı.
O hafta sonuna ait 11.06.2016 tarihli fotoğraflarla doldurdum bu bölümü .O
fotoğraflara bakınca hep keşke saçım başım daha düzgün olsaydı, keşke daha güzel bir tişört giyseydim, keşke daha
Çokk Can'nın resmini, videosunu çekseydim
diye düşünüyorum. Keşke doğru düzgün resim çekmeyi öğrenseymişim diye
hayıflanıyorum.
.Beni öldürecek O kadar çok “keşke”m var ki. O kadar çok şey ukde kaldı ki
içimde. Geçenlerde alelacele bir yere gitmem gerekti resimdeki
tişörtü giydim, sokakta fark ettim ağlamaya başladım.
Bugün de ancak bu kadar yazabildim. Bugün ilk defa bir
videonu da yükledim, bir önceki gün yazdığım sayfaya. Seyredince sanki yaşıyorsun
gibi konuştum seninle.
Seni nasıl nasıl
özlemişim, nasıl nasıl. Yaşamak buysa, yaşamaksa bunun adı ben yaşamıyorum
seninle birlikte öldüm ben yavrum.. Meğer sen benim en güzel masalımmışsın...
hiç sahip olamayacağım
Şimdi karşımda dağıtan...sarartan...fotoğraflarda
kalan çocukluğunla ne ben eski ben; ne de Ankara,
eski Ankara... belki de başladığım yerdeyimdir...kim bilir ki...ben
bilmezken... ...kim bilir...
16.07.2017