16 Temmuz 2017 Pazar

Meğer sen benim en güzel masalımmışsın... hiç sahip olamayacağım






Teyzesinin kuzusu Can’o

Dün yazamadım yavrum, çünkü amcamın eşinin taziyesine gitmek zorundaydım. Hava da öyle sıcaktı ki; aklıma sen geldin hemen; sıcağı çok sevmezdin sen, üstündekini hemen çıkartır atlet, külot dolanırdın  “ayyy sıcak” derdin biz büyüklerin tekrarladığını tekrarlardın “çokk sıcak, ayyy” .Gözlerim derdin elini alnına bir şapka biçimde  selam verecek şekilde koyarken “gözlerimi açamıyolum” sıcaktan.



Bazen atletini de çıkarır sadece külotunla dolanırdın. Ki sadece sıcakta değil üstünü değiştirmek için üstündekileri çıkarınca ben  sen fırlardın  çıplak “giyin” diye elimde atlet bazen kazak, tişört ardına düşerdim bende. Odadan odaya koşardın ardında ben seni yakalamaya çalışan. Yakalanmamak içinde elinden geleni yapar koltuğun masanın kapının arkasına saklanır, yatağın üstüne zıplardın ve ben elbette kızardım sana “Can yeter! üşüteceksin hasta olacaksın, ya işim gücüm var benim de” ama sen bu oyunu sürdürecektin “tamam bu son beni yakala”


Sıcak seni çok bunaltırdı ya kağıttan yelpaze yapardım, sallardım sana doğru, evinde de  bir siyah beyaz yelpazen vardı. Ama seni evde zapt edemeyip sıcakta Lozan Park'a ya da başka parka gittiğimizde oradaki musluklardan birinden avucuma su alır özelliklede başını yüzünü ıslatırdım ki sen önce  "yaaa" diye kızardın  sonra kuruyunca kendin koşar ıslatırdın. Bir bakardım ki içiyorsun o suyu “sakın bir daha sakın mikrop kaparsın” diye bağırırdım, bir keresinde “Can yazık bu hayvanlara kuşlara hava çok sıcak gel onlara su bırakalım” demiştim , ondan sonra  yazın sıcakta  parka gidişimizde  elindeki  pet şişene su doldurur kuşlar için diye yapılmış  kaplara boşaltırdın.













Haziran 2016,hangi gün olduğunu bilmiyorum karne almadan önceki hafta ya da ilk hafta diye yazacaktım ki o gün  telefonumla çektiğim resimlere 11.06.2016 Cumartesiymiş ama niye bilmiyorum sanki bana hafta sonu değildi gibi geliyor şimdi. İyi ki cep telefonları var , tarihleri unutturmayan. Gerçekleri yüze vuran..


O gün de çokk sıcaktı çok, elimizde Fırıncı Orhan’nın yanındaki bakkaldan aldığımız  pet şişe sularımız tabii ki kendime soğuk sana ılık su almıştım, bir poşette topumuz, Lozan Parka girdik, “gel bu ağacın altında oturalım biraz dinlenelim” dedim  parka  BİM tarafından  girildiğinde karşımıza çıkan o koca  söğüt ağacının altına oturduk  sen tabii ki bir an önce top oynamanın derdinde “ ne zaman top oynayacağız” , “oğlum hava çok sıcak, biraz  gölge olsun arka tarafta (365 AVM’ye bakan ) oynarız, şimdi nasıl oynayalım” dedim aklına yatmıştı sustun hemen. Sırtımı ağaca dayadım bekçi her sabah çimenleri sararmasın diye  suladığından ıslak çimenler pantolonumu ıslatınca hemen topu çıkarıp poşete oturdum  sen başını benim uzattığım  bacaklarıma koydun, ayaklarını uzattın; hafif bir rüzgar çıktı “offf iyi ki bu ağaç varmış Can ” dedim  “aynen, iyi ki var bu ağaç” diye tekrarlayınca gülümsedim  ben, “aynen” kim bilir kimden kalmıştı aklında bu söz o günlerde bir zamanlar çok kullandığın “yani” gibi kullanmaya başlamıştın “aynen”, “olumm”  “aslanım” sözlerini..


                     11.06.2016 tatile gitmeden bir hafta önce










Şimdi sen yoksun  o  söğüt ağacı tüm azametiyle duruyor yerli yerinde, her geçtiğimde önünden...her geçtiğimde sen yanımdasın sanki. Yollarda, parklarda, yürüdüğümüz kaldırımlarda arıyorum seni. Yaşarken bilmiyordum ya  seninle bu kadar dolaştığımızı. Gezmediğimiz park, girmediğimiz sokak kalmadığını Sancak'ta, Yıldız'da. Öyle ki adı sonradan 2016 yılında futbol kursuna gittiğin adı  Rabindranath Tagore Cadyapılan  4.cadde deki Galatasaray futbol okulunun içinde bulunduğu o parka sen kursa gitmeden çokk önceleri gitmiş, koşmuş, oyun oynamış,  koşu yarışı yapmıştık seninle ki bir keresin de F. teyzende vardı. O gidişlerimizin birinde üçümüzün çektiği resim aşağıda. O gün F. teyzen ve ben bankta oturmuş sen önceleri tek başına çimenlerde koşmuştun güvercinlerin peşinde sonra tabii ki beni kaldırmış koşmuştuk



16.06.2014  o parkta




Lozan Parka her gidişimizde ya da kırmızı halılı yürüyüş yolunun olduğu bir parksa gittiğimiz evde de yaptığımız  "yürüme yarışını yapalım" derdin. Lozan Parkta , yürüyüş yolunda belirlediğim yerde ki bu bazen girişteki ufak çocuk parkının yanı bazen aletlerin yanı dizlerimizi  kırar   bir  elimizi atletler gibi üstüne koyar  senin star vermeni beklerdik "bir, iki üç, başla" der demez sen yarış başlardı. Hızlı hızlı koşardın küçücük ayaklarınla, önce senin beni geçmen için  yavaş koşardım sonra birden hızlanırdım sen koşarken illa ki  arkana dönüp bakardın bana; rakibini kontrol ederdin, sonra Lozan parkın tam tepe noktasına sonradan eklenen ikinci  aletlerin olduğu yere vardığımızda ben birden fırlardım, sen  tüm gücünü kullanırdın. Geçerdim seni, arkamda kalırdın ben  yavaşlardım  beni geçmen için, geçerdin araba yoluna yakın yerde arkadan bağırırdım "Can dur, dikkat et Can  araba gelir koşma"






İnan yavrum cümleyi yazarken  “Son ayın” “son günlerin “ diye yazıyorum ya inan ok saplanıyor sanki kalbime “son” nun bu derece yıkıcı bu derece parçalayıcı bir kelime olduğunu şimdi fark ediyorum, işte yaşadığın son baharının son ayı  Mayıs ya da ölümünden bir önceki yazın ilk ayı Hazirandı  galiba yine koşuyorduk seninle tam o noktaya gelmiştik ki sen koşmamış kollarını dizlerine doğru sallayarak bana doğru yürümüştün "tamam tamam” derken  elin karnında iki büklümdün şimdi "tamam ben yoruldum, çok top oynadım bugün okulda ".


Mahallede gitmediğimiz sokak cadde dükkan kalmadığından  belki de gözlerim hep seni arıyor, çünkü her yere seninle gitmişim, zırto pırtlar da o kadar çok ki , arabalara zırto pırt derdik seninle.



11.06.2016









Ölüm kuzum, ölüm hele de çocuk, genç ölümü hiç bir şeye benzemezmiş, tesellisi olmayan tek şeymiş. Güzel yaşadı, iyi bir ömür sürdü, artık yeterdi  bu kadar yaşaması denilecek bir yaşta  ölüm, “sıralı ölüm” ne kadar doğru bir tahlilmiş her ölüm erken olsa da...diye düşünüyorum  taziyeye gittiğim evin  balkonundan dışarı bakarken.


Senin vefatından sonra Yavrum, ona buna zarar gelmesin diyeceğim bir şey ve de kimse yok o yüzden hayatımda sırları hiç sevmedim ki gizlenecek hiçbir şeyimde yok benim açımdan. Tersine belki de her aile anlatsa  başkalarına anlattıkları resmi  aile tarihleri dışındaki gerçek tarihlerini, hikayelerini yüzleşme önce ailelerden başlayacağından belki de bu kadar vicdansız, merhametsiz bireylerden oluşan toplumun nedeni, ailelerin payları ortaya çıkacak sonrasında aileler daha bir  dikkatle, özenle  yetiştirmeye çalışacaklar çocuklarını ki adaletli, şefkatli bireyler  hakkaniyetli davranabilsinler diye. Böylece belki de daha düzeyli, sevgi dolu  bireylerin varlığı ülkenin daha yaşanır bir gelecek kurmasına da katkıda bulunur diye düşündüğümden senin hikâyende yaşanmış  her şeyi hiç gizlemeden yazacağım. ki yavrum seni ölüme götüren yoldaki taşlar nasıl teke tek döşendi bilinsin ki insanlar aynı hataları yapıp başka Can ları hayatından etmesinler.


İşte şimdi yengemin kırkının verildiği taziye o evin balkonunda evdeki kalabalığın  kargaşasından uzakta balkonda otururken bakıyorum, kızının üç ay önce ölümünden sonra  bir  aydır yatağından kalkmayıp “ölümü “bekleyen 88 yaşındaki Selbiye yengenin beklenen ölümü rahatlatmış insanları. Sanki bir yemek davetine gelmiş gibiler bir ara ben “40 gün oldu öyle mi” dedim...bu kadar vefasızlığa isyan mı.. ama gerçekten çok hasta ve yaşlıydı yavrum bazen ölüm bu tür olaylarda yaşayan içi bir kurtuluş olabiliyor demek ki....








Anlamıyorum ben yavrum... bu ölümden sonra 40.ıncı günde  yemek  verme  ritüelini. Hele de senin gibi 40 nedir ne demektir bilmeyecek kadar küçük bir  çocuğun kırkı olur mu hiç yavrum? Ama senin içinde 40’ıncı günde yemek verildi benim, annemin ve babamın katılmadığı.


Senin ölümünden sonra ben eminim ki Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan hiçbir insanın başına gelmemiş, hiçbir ailede yaşamamış bir olay başımıza gelmişken o yemeğe nasıl gidebilirdik ki ben ve anneannen. Evet.... senin hikayende sırası gelince yavrum yazacağım, yazmak zorundayım ki insanların ne kadar kötü olabileceği, “evlat acısını” mağdurluğu kullanarak içlerindeki nefreti nasıl açığa çıkarabileceklerini,  bir evladın  ölümünü bile insanların nasıl kendi çıkarlarına alet edebileceklerini , insanoğlunun ölüm karşısında bile ne kadar hayasız olduğunu  da  bilsin insanlar .Ve  eminim ki böylesine olaylar olmuştur da insanlar aman açık vermeyelim çünkü bizi  okumuş mükemmel görüyor insanlar , varsın öyle görmeye devam etsinler  bataklığında anlatmıyorlardır. Her Türkiyelinin evinde bulunan Pandoranın kutusunu açmıyorlardı.


Güzel oğlum benim; ölümden sonra 40 gün dolunca  ne değişiyor acı mı azalıyor, özlem mi bitiyor, yokluğa mı alışıyor insan sanki...Hayır! güzel yavrum hayır! söylenenlerde yalanmış ... acı öyle derinleşiyor, yokluğun öyle yakıyor ki benliğimi ateş sarıyor her yanımı, ateşler içinde yatıyorum....


Tek başıma balkondaki masada oturmuş etrafa bakıyorum, baktım karşıdan sen yaşlarda kolsuz bir tişört, altına da şort giymiş bir çocuk tıpkı senin gibi hoplayarak iniyor yokuş aşağıya, evinizin önündeki parktan öyle koşardık sizin eve doğru yokuş aşağıya...nasıl korkardım  caddeyi geçene kadar  sana araba çarpacak diye “Can yavaş, Can dur, Can bak zırto pırt var mı” dinler miydin??? bazen evet,  bazen hayır! Caddeyi  geçer geçmez  evinize giden kaldırıma adım atar atmaz tekrar koşardın ben de arkandan sana yetişir elini tutardım ki düşmeyesin, yavaşlayasın diye. O zamanlar 3,5 4 yaşlarındaydın. Koşmayı hep çok sevdin “enerjisini boşaltsın “ diye bir arar annen seni jimnastik kursuna göndermeyi dahi düşündü ben de bu oğlan galiba  atlet olacak en iyisi atletizme gönderelim diyordum  zira koşacak bir alan görme....her yerde koşardın 365 AVM’nin, Migros’un içinde bile... her yere koşarak giderdin.











Bir çocuğun ölümü, okula başlayana kadar her gün gördüğün, yanında olan, kreşten aldığın yedirdiğin, içirdiğin ihtiyaçları için sana muhtaç, sen çıkarmasan dışarı çıkıp tek başına oynayamayacak, ayakkabısını giydirmesen giyemeyecek bir çocukla geçirilen günler...yıllar...anlar o çocuk bir anda yok olduğunda, yarım kaldığından yaşanan her şey...hayatı...nasıl tüketir İnsanı..nasılllll... yaşamayan bilmez yavrum, yaşamayan anlayamaz da.

O yüzden daha sana bir şey olmadan önce de kendimi bakıcıların yerine koyar, empati yapardım. Mahalledeki Seher 4 yıldır baktığı seninle oynayan Zeynep kreşe verilince işine son verilince o kadar kötü olmuştu ki  düşün Zeynep’i görmek için teneffüslerde  kreşe gitmiş tel örgünün arkasında Zeynep görünce bağırmış “anne “ diye  koşmuş gelmiş yanına. Gülsen çok kötüyüm diyordu çok, ağlıyorum hep...Seher evliydi ama çocuğu olmamıştı. Bana komşu geldiğinde evinizin önündeki Teoman Erel parkında oynamaya başladığında ilk arkadaşın Layoş Koşut caddesinde oturduğundan bizin ve sizin eve gider gelirken önünden geçtiğimiz apartmanda oturdu Zeynep. Zeynep’in evinin önünden geçerken “ bakalım Zeynep uyuyor mu, soralım ne zaman gelecek Parka”  derdim sende alışmıştın “bir bakalım”  derdin  uyumuyorsa o da bize el sallardı “geliyoruz birazdan” derdi, Zeynep’in kovası ve küreğiyle az oynamadın üstelik onun olduğu halde ona vermezdin de..


İşte Zeynep’ten ayrılan Seher’in ne kadar acı çektiğini gördüğüm için ebeveynlerin  bakıcıların duygularına duyarsızlıkları çünkü onlara göre bakıcı yalnızca parayla çocuklarına bakan biri, sanki o çocukla bütünleşemez, sanki onsuz yapamaması imkansızmış gibi. Oysa ebeveyn iştedir  çocuğunun ne yaptığını bilmiyordur, çocuğunun yanında 8 saat bakıcısı vardır, vaktini bakıcısıyla geçirir onu yediren, içiren, hasat olunca ateşini düşüren, yatarken ninni söyleyen, yemeğini yapan, tuvalete götüren altını temizleyen bir annenin yaptığı her şeyi yapandır bakıcı. Çocuk onunla güler, onunla oynar bakıcıdır çocuğun neyi sevdiğini neyi  sevmediğini bilen  çocukta  bir süre sonra   belki ailesi fark etmez  ama  bakıcısının  sevdiği yemeği dahi sevecek kadar ondan etkilenir , onun gibi davranır. Tamam çok kötü bakıcılarda vardır ama genelde çocuklar bakıcılarına anne babalardan daha düşkündürler onlar bunu görmek istemeseler de. 







Bir çocuk ancak 3, 4  dört yaşlarında anı biriktirir, ondan öncesini kolay kolay hatırlayamaz ki o yaşlarda anne baba çalışıyorsa eğer kreşe de  verilmemişse yanında .sadece bakıcısı olacaktır. Sen mesela  yavrum , benim bir kış günü Turan Güneş'te ki  McDonalds' da sana hamburger ki sen "çocuk menüsü" derdin daha içeri girer girmez ve oyuncakların olduğu dolaba koşar, gösterirdin bu olsun diye bende tezgahtara "abisi ya da ablası Can şu robotu, şu oyuncağı  istiyor onu verin” bazen seçtiğini açıp baktığında seçiminden memnun olmaz yüzün düşerdi hemen, “üzülme değiştiririm şimdi” yle  geri gelirdi neşen.



İşte o kış sen 3,5 ya da dört yaşlarındaydın çocuk menüsünü paket yaptırdım. Mcdonalds  kağıt çantası elimde çıktık dükkanın önü buz tutmuş ayağım kaydı düştüm sen kalakaldın, kıpırdamıyorsun bana bakıyorsun şaşkın, neyse ben kalkmaya çabalıyorum gülmeye başladım "nasıl da düştüm, yahu Can insan yardım etmez mi teyzoşuna". Güldün sende, yavrum elimi tutun küçücük elinle "nasıl da düştün  Güşen". Sonraları ne zaman oraya gitsen hep "nasıl da düştün değil mi"  derdin ya da "hatırladın mı Can ben nasıl düşmüştüm burada" dediğimde hatırlar "evet ya " illaki de gülerdik.







Seninle yaşadıklarımız, anılar nasıl bu kadar taze , nasıl bu kadar diri diye düşünüyorum. Evet taze...evet diri çünkü üzerinden onları eskitecek kadar zaman geçmemiş ki... işte sen o kadar küçüktün.. o kadar az yaşadın ki... zaten  yaşayacakların  her şeye yarım kalmadı mı?


Onun için de Sanki daha dün gibi  Kahire caddesinden Fırıncı Orhan’a simit yemeğe giderken engelliler için belediyenin sarı şeritli yolunu “ bu çocuklar için yapıldı, sadece çocuklar yürür “ dediğimden karşıdan gelen ve o şeritte yürüyen her kimse çocuklar hariç “çekil buradan yalnızca çocuklar yürür” ya da anneannene “ anneanne buradan yürüme” komutun üzerine anneannenin kenara çekilmesi. Ölünceye kadar da o sarı şeritlerin hep çocuklar için konulduğunu sandın.








Hâlâ inanamıyorum senin öldüğüne...biliyor musun  öldüğünü...bu dünyada artık var olmadığını  unutuyorum. Geçenlerde Migros’ta oyuncaklarda indirim... hayvanları çok sever ve öyle güzel taklit ederdin ki şaşardım, evinizde onlara ait bir kitabın olduğu ve bana isimlerini okuttuğun dinozorlar hakkında da o kadar çok şey bilirdin ki....


Bir keresinde birlikte  youtube da  hayvanlarla ilgili bir şeye bakarken yan tarafta dinozorlara ait belgeselleri görünce “şunu aç, şunu aç, çok seviyorum diye tutturmuştun, "bunu izleyelim". 2 saatlik bir belgesel dinozorlarla ilgili. “Sen bunu seyrettin mi” babaannenlere gittiğinde Mustafa dedenin sana iki saate yakın dinozorlarla ilgili bir belgeseli seyrettirdiğini anlattın.... arada  kızardın bana dinozorun cinsini bilemedim diye hemen adını  söylerdin “adı Troodon   Tsintaosaurus  ya da Abelisaurus” ve şu anda hatırlayamadığım  dinozor isimlerini ard arda sıralardın, hem de o kadar kolay telaffuz ederdin ki unutkan olduğunu düşünen ben şaşardım bir çırpıda isimlerini söylemene.



Migros’ta indirim sepetinde oyuncakları görünce karıştırdım bir  dinozoru attım alışveriş sepetime  “Can’o ya sürpriz nasılda sevinecek”. Sonra “Can’o yok Gülsen Can’o yok” dedim "unuttun mu" ama ölümünden sonra hep yaptığını yapıp senin alınca sevineceğini bildiğim  oyuncakları aldığım gibi o kahverengi dinozoru da aldım, mezarına götürmek için.






Seni şaşırtmak, mutlu etmek için olmadık şeyler alır, yapardım. Kalp biçimde küçük beyaz porselen tabak almıştım  içine pirinç pilavı doldurup, daha büyük yayvan geniş tabağa çevirmiştim  hoop kalpli pirinç pilavı, yanına köfte koyup servis etmiştim  “kalp bu dikkatli ye” derken ben gözlerinde ki o şaşkınlığa eklenen yüz ifaden Can’o neler vermezdim ki Can’o  o anları tekrar yaşamak için neler... .


2016 Haziran ayında  Beğendikten “Koska” markalı  dondurma külahı almıştım sana içinde 10 tane vardı. Çünkü Pınar Kaftancıoğlu bir keresinde en doğal dondurmayı Mado’nun yaptığını yazmıştı da o yüzden Turan Güneş Mado’dan dondurma aldığımızda akmasın diye iki külaha koymasını istemiştim sen dondurmadan çok külahların çok güzel olduğunu söylemiştin.


Hani dedo yemesin diye genellikle birlikte yaptığımız sırf sen yaparken keyf al diye aldığım çam, insan, kalp, yıldız şekilli kurabiye kalıplarını ki o kalıpları ne aramıştım İstanbul’da yılbaşına yakın bir ayda 2015’in Ekim’de gitmiştim İstanbul’a ,  sırf çam ağaçlı zencefilli, tarçınlı kurabiye yapalım diye.


Eminönü’nde bir alt geçitte bulmuştum metal kalıpları ki Esse ve Bernardo mağazalarında o kadar pahalı üstelik silikonluydu çokta ucuza almıştım, işte o dedo yemesin diye kurabiyelerimizi, çikolatalarımızı, şekerlerimizi sakladığımız holde çamaşır makinesini koyduğumuz dolabın üstündeki dolabı açıp “bak sana ne aldım diyerek mutfağa getirmiştim” iki tanesini yemiştin. Kalan 8 tane aynı yerde seni bekliyor Can’o.  Bu hafta annem bizim gizli yiyecek depomuzu temizlerken “bu ne “ diye külahların olduğu paketi gösterdi öyle bir bağırmışım ki “onlar Can’nın koy “ diye kadıncağız az kalsın düşüryordu.





 




Can oğlum sen yoksun ya hiçbir şey eskisi gibi değil, hiçbir şey...Ne yediğim yemek, ne giydiğim giysi, ne okuduğum kitap, ne dünya, ne de ben eski Gülsen’im. Senin yaşadığın zamanlardaki gibi değil hiç bir şey. Dünya da her şey alt üst oldu  sanki. Düşün Trump gibi bir adam seçim kazandı ABD'de.

Yavaş yavaş haberleri bile izlemeye başlamıştın sende...dizi filmleri de izlerdin anneannenin dizisi  "affet beni" Kemal'i severdin, onun çıktığı sahneleri pür dikkat izlerdin “Feride” yi de  ama çabuk sıkılırdın "Kiralık Aşk" annem de bunu izliyor demiştin. Bende Paramparçayı seyrediyordum, bazen fragmanına denk gelirdik.  yatağıma uzatır seni mıncıklardım "söyle bakalım Cansu mu, Hazal mı  hangisi" sen  benim hangisini tutuğumu bilmediğinden Hazaal derdin ben seni yuvarlardım yatağımda "Hayıırrr" tamam tamam "Cansu". oyunu sürdürmek için  sen yine  “Hazalll”  diye bağırırdın. Her şeyi oyuna çevirirdik seninle her şeyi..

16. Temmuz .2017 Pazar günü Bunları sana yazarken açık pencereden parktaki çocukların sesleri doluyor içeriye. Talha’nın sesini duyuyorum hani birinin ismini hatırlamadın mı tişörtümü çekiştirir bende eğilirdim sen kulağıma “adı ne” derdin ya o Talha yine Parkta, en son onlarla top oynamıştık, tabii yine ben ve sen aynı takımdık “haydi dostum yenelim onları”, “lan oğlum” ki bu lafı kullanınca sen, gülümsemiştim. Bütün arkadaşların yine parklarda CAN’O, hava yine  çokk sıcak tek sen yoksun kuzummm.

Sesler ahhhh bu içinde senin olmadığın  çocuk sesleri ;kramplar giriyor mideme ardı ardına. Uzaktan ne çok benziyor çocukların sesleri birbirine, halbuki her insanın sesi farklıdır ama ben o seslerde seni buluyorum bir çocuk ağlıyor "Can gibi, Can'da böyle ağlardı" , gülüyor "Can da böyle gülerdi"...koşuyor "Can'da böyle koşardı". Anladım ki ben her çocukta  seni bulmak istiyorum, seni. Yaşasaydın onların yanında olurdun ama bugün Pazar belki de evinde annen, babanla başka bir yere giderdin.










Tam bir yıl oluyor yoksun sen ve benim hala aklım almıyor yokluğunu. Herkes, tanıdığım yaşıtın bütün çocuklar, parktaki arkadaşların hepsi  gittikleri tatillerden döndüler bir sen...niye ya...niye...


Dün sen tanımazsın Eylem ablanla buluştuk. 365’te Kahve dünyasına gittik, dışarıda oturduk o ha bire anlatıyor işyerini, yeğeni "Alya"yı; benim gözüm karşıda o yeşillik alanda,  aklım sende, kaç kez geldik bu Kahve Dünyasına birlikte ? Dışarda hiç oturmadık zira dışarısı yeni yapıldı sayılır pencere kenarına otururduk yazın dondurma, kışın sıcak çikolata içerdin, sütunlara dizilmiş kahve dünyası markalı saleplerin yanındaki o daracık boşluğa girmeye çalışır, gezerdin kafenin içinde.


Kaçırıyorum anlattıklarını Eylemin, bozuntuya vermiyorum son cümlesini yakalıyor ya da “öyle mi” diyorum. Zira oturduğumuz yer seninle son defa  top oynadığımız alana bakıyor; 11 Haziran  2016 Cumartesi günü 365'in Zirve Kent'e bakan tarafında,  hiç kullanılmayan tenis kortuna  yakın  adeta  küçük koru  görünümün deki o yerde  top oynamıştık; hava sıcak diye o söğüt gölgesinin altında oturup dinlenince dinlenme dediğimde 15-20 dakika. Çünkü sen “haydi top oynayalım“ diyordun durmadan, oradan kalkmış buraya yürümüştük  pembe, beyaz  yeni aldığımız  ve günün sonunda illaki patlayacak topumuzu  çıkarmıştık poşetten.. .senin en son  gittiğin Minik İkizler kreşinin yanındaki hırdavatçıdaki kadın nasıl da tanırdı bizi.







Daha içeri girer girmez  dışarıdaki plastik topların olduğu sepette bakıp "yine mi" derdi...yine mi.Her gün bir top patlatıyorduk. özellikle de Teoman Erel parkında oynadığımız  yılda,  o zaman baban  daha  home ofis olarak kullanmıyordu evinizi ve ben seni  kreşten aldıktan sonra mevsim yaz ya da sonbaharsa önce eve gider bir şey atıştırır sonra parka giderdik ama her gün bir top patlatırdık, hırdavatın sahibi kadın da gülerek " nasılsa birazdan yine yeni bir top almaya  geleceksiniz "derdi, topları hep sen seçerdin her defasında başka bir renk.. pahalı topta alırdık ama onu bile patlatmıştık o yüzden günde 2,5 kuruşu gözden çıkarmak akıllıca geliyordu bize. Vefatından sonra  kaç kere geçtim Tiflis caddesinde ki o hırdavatçının önünden de diyemedim o bayana Can YOK ARTIK diyemedim.


O gün o küçük koru da top oynamaya başlayınca bir baktım çimenlere yayılmış sevgili bir çift; çam ağacının altında öpüşüyor sen de gördün ama top oynama heyecanı soru sordurmadı sana "ne yapıyorlar " tabiiki sen yine oynadığımız her oyunun yöneticisi olarak "şu ağaç senin bu ağaç benim kalem" diye kalelerimizi belirledin “çok ses çıkarmayalım “dedim ben “şu çifti rahatsız etmeyelim” "tamam " başladık bir gayret sende beni yenmek için her gol attığında, 2-1, 2-2 berabere  "kaç oldu şimdi" bazen itiraz "gol değil ,değilll, şu taraftan gitti top" , " korner, korner" "yapma Can ne korneri" "tamam değil" epey oynadık top yüzüne değdi ağlamaya başladın kucağıma aldım gel dedim soğuk su şişesini bastırdım topun vurduğu tarafa , kollarımla sardım seni “bir şey yok” derken  içim eziliyordu senin canın yandığı için, canın yandı diye öyle üzüldüm öyle korktum ki bir şey oldu diye baktım bir şey yok, ne bir morarma ne şiş “ çok mu acıdı” sen başını salladın “acıyor” az sonra  her çocuk gibi "geçti, artık acımıyor haydi oynayalım" dedin.








Artık burada oynamayalım dedim, sen hemen itiraz “tamam ama  karşı tarafta oynayalım”, "haydi gidelim oğlum" dedim,  önündeki  topa ayağınla vurarak yürümeye başladın,  tenis kortunun yanında dur dedim her taraf çiçek içinde dur bir  resmini çekeceğim.




çiçek dünyası ve sen 


“Güşen” diye bağırdın sen çiçeklerin ortasına uzanıp “çiçek dünyası burası”, " çiçek dünyası." Ben " haydi güzel bir poz ver dedim, işte sende bu yazıya eklediğim resimlerdeki pozları verdin" resimlerini çektim. Şimdi  ne zaman kahve dünyasında otursam "çiçek dünyası Gülsen" sesini duyuyorum yavrummm. Biliyorsun değil mi  "çiçek dünyası " dediğin yerdeki çiçeklerden toplayıp mezarına getirdim leylaklarla birlikte.


Sonra sana dışarıdaki herhangi bir ağaçtan ilaçlı diye meyve yedirmeyen ben, bizim evin bahçesindeki dallarının yarısı parka sarkmış vişne ağacından kızarmış vişneyi koparıp ağzına koyduğunu fark ettiğimde tükürten ben,  365’e  doğru yürürken  yaşlı bir amcanın elma kopardığı gördüğümüz elma ağacından. Sen yine hayır diyeceği mi düşündüğünden ses çıkarmadın ama ben "dur " dedim "sana da alayım"  4, beş tane topladım ağaçtan, önce tişörtümle sonra elimle silip sana verdim “çok güzelmiş “dedin arka taraftan  Lozan’da ki  tenis kortuna yakın yerdeki ağacın altına oturduk sen kucağımda ben selfimizi çektim, elma yerken sen..
Eylem konuşuyor ha bire  ben seninleyim, çiçek dünyasının orayı kazmışlar, o elma ağacını da kesmişler top oynadığımız o alana şimdi köprü gibi bir şey yapılıyor. Yeni bir Park adını da “İsmet İnönü” koyacaklarmış..


Duyuyor musun  Can’oooo....anılarımızı  da yok ettiler Can'ooo..


 





Hep böyle oluyor bir yere gidiyorum  dikkatimi uzun süre konuşana veremiyorum, mutlaka bir şey bir koku, bir söz, bir ses seni hatırlatıyor bana.


Eylem’e dedim ki kanser olunca en çok neye üzüldüm biliyor musun “ düşündüm ben öldükten sonra benden hiçbir şey kalmayacak, benim bir özelliğimi bir huyumu, geleceğe taşıyacak bir çocuk,  beni yaşatacak bir çocuğumun olmadığından benden geriye hiçbir şey kalmayacak. Bir resmimi bir salonda konsolun üzerine hiç kimse koymayacak,  “bu da benim annemdi” demeyecek kimse. Eylem bak şimdi sen ne dedin “ babaannemin poğaçası gibi bu patlıcanlı poğaça onun yaptığı gibi büyük” işte benim için kimse bunu deyip te anmayacak Eylem dedim. Kısacası  Schopenhauer çok haklıymış Aşkın Metafiziğinde yazdıklarında “


Gerçekten de Can’o öyle düşünmüştüm ki o zamanlar sen yoktun sen olunca da baban bir keresinde bana “Can sana benziyor demişti” sanki sende beni hatırlatan bir şeyler vardı Can’o, belki ben senden önce vefat etseydim  bilemiyorum ama eğer sen büyümüş olsaydın inanıyorum ki sen resmi mi asardın bir yerlere “teyzem, anne yarım “ derdin soranlara. Ama çok kesin konuşmamalıyım değil mi Can’o genetik diye bir şey var hepimizi etkileyen duyarsız kılabilecek, vicdanı silebilecek, nankörlüğün dibine vurduracak.... sonra bu nefret, savaş, kavganın yüceltildiği naifliğin iyiliğin  yerlere vurulduğu  doğduğumuz bu ülkede yaşanan onlarca akıldışılığı olağan karşılayan  bireylerden vefa, iyilik beklemek tam bir  muamma değil midir?


 Kırk yılda bir ki Can sen  öldükten sonra yaşadıklarıma,  ailenin dağılmasına  bakıp kırk yılda bir bile olmayacağını biliyorum artık...bir kardeşim bak yeğenim bile  diyemiyorum, bir kardeşimin aklına düşmeyeceğimi seni kaybetmeden çok önceleri nc bildiğimden  doğduğum köye Qasiman’a gömülmek istemiştim, anneme de demiştim ki “burada kırk yılda bir bile kimse mezarımı ziyarete  gelmez.


 Hele de Qasiman'nın  mezarlığı bir mezarlık ancak bu kadar güzel olabilir. Qasiman'nın  Mezarlığı tepede, ağaçlar içinde ve altında Mengen deresi akıyor, ben derenin sesini çokk severim. Hiç olmasa yılda bir defa köydekiler geleneksel olarak mezarları ziyaret edince kuzenler de benim mezarımı ziyaret eder diye de  düşünürdüm.

Ama şimdi Can sen  buradayken seni nasıl bırakırım yavrum...nasıl ...Ve o unutuluş daha yaşanmadan içime koyduğundan belki de on günde, on beş günde  bir Karşıyaka’ya gidiyorum. Çünkü yavrum senden de  benim gibi geride bir şey kalmadı....Sen’den kalan  sadece anıların, fotoğrafların...İnan sana bile benzeyen yok... baban benzer sanıyordum şimdi fotoğraflarına bakıyorum da  tam tersine azıcık annenden esinti var sende ama yürüyüşün işte o baban benziyordu.


Ben de ölünce kuzum inan..... ebedi evine ziyarete...










Onun için de bunları yazıyorum güzel oğlum, ben ölünce sen de unutulacağından, unutulmana izin vermemek için yazıyorum bunları. Onun içidir bu site.

Dün o kadar yorgun... o kadar kötüydüm ki üstüne  annen de bana mesaj atmış yavrum başlığını da “şimdi gerçekleri söyleme zamanıdır“ koymuş. Bak sen nasılda çarpıcı bir başlık. Eminim yazdıkları öylesine akıl dışı ve berbattır ki.. hem nasıl da utanmadan bana mesaj yazabildi bir türlü kavrayamıyorum mesajı yazarken hiç mi utanmadı hiç mi  annen, biyolojik annenin farklığı ölümünden sonra öyle bir ortaya çıktı ki.

Okumadım yavrum çünkü anne olmak ne doğurmak ne de yıllarca bakmak, anne olmak, anne oğul olmak, anne evlat olmak paylaşmak yavrum hayatı, duyguları paylaşmak. Anne olmak yavrum bir defa dahi elini tutuğun bir çocuğun, sıcaklığını, bir iki saati birlikte geçirdiğin bir çocukla paylaştığın duyguların masumiyetini o olmayınca da saklı tutmaktır  yavrum..



Birini, bir çocuğu sevmek için  bir neden şart değildir ki.. Ben senin yalnızca teyzen değildim ki ara sıra "dostum", “sen benim arkadaşımsın”  dediğin ki bazen bana öyle davranırdın ki... Cano  galiba  beni de kendisiyle aynı yaşta sanıyor, beni sınıfındaki Selvinaz, Cemil Efe  sanıyor diye düşürdüm.. Hani seni yanağından öpen Selvinaz "peki sen ne yaptın öpünce"  umursamaz bir hiççç dökülmüştü dudaklarından.



 




Bunu kaç kişi anlar ki yavrum.. Bu ülkede kaç kişi anlar, insanlar Avrupa'da evlatlık alıyorlar doğurmuyorlar bile ama kimse onların anneliğini sorgulamıyor. Senin ölümünden sonra yaşananları da yazacağım sana anlatacağı  yavrum. Sonra  düşün yavrum bir kadının, bir yazarın, anneliği, ölümün o yıkan  acısını anlatması için yaşaması mı gerekir.

 Anneannene söyledim annenin bana attığı mesajı o da  “hiç utanmadı mı sana mesaj atmaya” dedi. Ben bilirim ben anlarım seni dedi “ ben bilirim senin Can’a nasıl annelik yaptığını, ona nasıl baktığını... Can’nın seni görünce gözlerinin nasıl parladığını... senin acını ben anlarım benim acımı sen...."

Sana hiç bakmasaydım bile yalnızca teyzen olmam bile yeterdi yavrum senin  hayatını boşu boşuna kaybetmen karşısında ki isyan etmeme. Seni hayatından edeni nasıl affedebilirim, nasıl sarılırım o insana ben nasılll.Hangi akıl, hangi vicdan bunu ister benden eğer vicdansız değilse o insanlar.

Yavrum annen sen doğduktan sonra az da olsa anneliğin değiştirdiğine inanmak istediğim biriydi. Şimdi bunu yazıyorum diye sakın bana gücenme yavrum zira yıllarca tutuğum günlükleri sende okuyacak yaşa gelseydin ne demek istediğimi anlardın. Ben de annene “senin gerçeğin yok ki söyleyesin” diye mesaj attım. Çünkü en büyük gerçek karşısında...görmüyor, seni evladını hayatından eden adamı affedebiliyor ama seninle kendisinden daha çok vakit geçirmiş ve sana hiç bir kötülük yapmamış beni affedemiyor.Ben oğlum asla affetmem seni hayatından koparanı; baban bile olsa. Ki o kazayı yapan baban yüzde yüz kusurlu bulundu..


Çok şey yazardım  annene; en azından “ sen benim Can’ımın annesi değilsin çünkü benim Can’ımın annesi asla böyle bir mesajı  bana;  Can’nın Gülsen’ine atmaz “ derdim. Yapmadım   yazdıklarına sonradan  pişman olmayacağını bilmem rağmen yazmadım zira onu kışkırtan o kadar insan var ki..ne yaptığını bilmiyor. Onun acısını da benden başka kimse anlayamazdı oğlum, o bunu bile bilmiyor.. eskiden de öyleydi annen bir gerçeği hep çok geç fark eder, anlardı.









Yavrum yüz yıl geçse de seni o güzel yüzünü bu hayattan koparanı affetmem. Kendi kendime Can’o annesinin rüyasına girip “sen ne yaptın diyecek bir gün diyorum “sen ne yaptın benim anne dediğim teyzeme sen ne yaptın” “benimle oyunlar oynayan arkadaşım teyzeme bunu nasıl yaparsın “ diye kızacağını biliyorum.

Biliyorum yavrum çünkü sen o kazada hayatını kaybetmeden kaç gün önce annenin “niye konuşmuyorsun sorusuna ” “sesimi kullanmak istemiyorum”,  “niye”,  “Çünkü Gidince Gülsen’e anlatacağım çok şey var “ diyecek kadar beni düşünen,  beni seven yavrumdum. Ve dün bana o çirkin mesajı atmaktan çekinmeyen annen Karşıyaka’da cami avlusunda kendi ağzıyla anlattı bunu bana

Anneannen Can bana “ git Gülşene söyle, ben gelip üç gün Gülsen’de kalacağım” dedi deyince 28 Haziran 2016 da ben ona “anne inşallah yaz okuluna vermez bu kız onu “demiştim o da “valla bilmem, onun sağı solu belli olamaz, yalnız bir hafta siz bakar mısınız “dediğini anlatmıştı.







O hafta sonuna ait 11.06.2016 tarihli fotoğraflarla doldurdum bu bölümü .O fotoğraflara bakınca hep keşke saçım başım daha düzgün olsaydı, keşke  daha güzel bir tişört giyseydim, keşke daha Çokk Can'nın resmini, videosunu  çekseydim diye düşünüyorum. Keşke doğru düzgün resim çekmeyi öğrenseymişim diye hayıflanıyorum.


.Beni öldürecek O kadar çok “keşke”m var ki. O kadar çok şey ukde kaldı ki içimde. Geçenlerde alelacele bir yere gitmem gerekti  resimdeki  tişörtü giydim, sokakta fark ettim ağlamaya başladım.







Bugün de  ancak bu kadar yazabildim. Bugün ilk defa bir videonu da yükledim, bir önceki gün yazdığım sayfaya. Seyredince sanki yaşıyorsun gibi konuştum seninle.

Seni nasıl nasıl özlemişim, nasıl nasıl. Yaşamak buysa, yaşamaksa bunun adı ben yaşamıyorum seninle birlikte öldüm ben yavrum.. Meğer sen benim en güzel masalımmışsın... hiç sahip olamayacağım

 Şimdi  karşımda dağıtan...sarartan...fotoğraflarda kalan çocukluğunla ne ben  eski ben;  ne de Ankara,  eski Ankara... belki de başladığım yerdeyimdir...kim bilir ki...ben bilmezken... ...kim bilir...


16.07.2017