Sahi
nerede kalmıştık… ha, Orhan Pamuk da akıllı olsun.
Niçin mi? Çünkü… Hrant Dink’i anma etkinliğinde polis, katilinin simgesi beyaz
bereyi takabildiyse, Roboskide evler basıldıysa gece vakti, bombanın lime lime
ettiği evladının bedeninden çalılara, taşlara konmuş parçaları elleriyle
toplayan Ceylan Önkol’un, Ferhat Encü’nün annesi değil, onlar kazandı demektir
be gülüm.
Onlar; …, …, Dersim
katliamını, 6/7 Eylül’ü planlayanlar,
Kürdistanın dağlarını, taşlarını 30 yıl bombalatıp JİTEM’i kuranlar, Mecit
Baskın, Faik Candan’nın katilleri,
mahkeme önü linç timi başkanları; Kemal Kerinçsizlerin, …, Veli
Küçüklerin hükümranlığına susmuş medyanın Ertuğrul Özkökleri, beyaz Türkler
kazandı, demektir.
Ki onlar, ilk
defa, her şeylerini servetlerini,
statülerini borçlu oldukları sabıka kaydı kabarık ulus devletlerinin tuttukları
bütün köşelerinden; dünyanın her yerinde hesap vermiş Gladio’ya, Özel harp
dairesinin Ergenekonuna, darbecilere dokunulduğunda azıcık, atıvermişlerdi kendilerini meydanlara.
Öyle bir yaygara, öyle bir figan koparmışlardı ki ”terörle
mücadele etmiş anlı şanlı Paşalar” tutuklandı, yargılandı “Türkiye’nin en
parlak ve eğitimli subayları” ceza aldı diye. Cumhuriyetten önce de sonra da
kıblesini hep vesayetçisine göre ayarlamış;
Seyit Rıza’yı oğlu Resik Hüseyin’in asılışını seyrettirdikten sonra
astırmış İstiklal mahkemelerini, Menderes’i,
Denizleri, 17 yaşındaki Erdal’ı
asmış, “katile indirim, tecavüzcüye, tacizciye beraatı”, işkenceyi
yaygınlaştırmış yargı karşısında “bu nasıl adalettir ”le dövündüğünde insanlar,
savunmaları; “yargı bağımsızdır” akıllarının ucundan bile geçmemişti.
Onların, askeri
bürokratik vesayete tutunsun diye toplum; aydınların, ötekilerin
öldürtülmesini, darbeleri, linçleri
izleyenlerin bu “öyle”li feryatlarına dayanamayan devlet tetikçilerinden Ayhan
Çarkın “bunlar ne ki”yle kendini ihbar edivermişti. Kısas da gecikmemiş, paralel devlet ithamlı
KCK operasyonlarıyla on binlerce Kürt tutuklanmıştı.
Bütün bu
olumsuzluklara rağmen ötekileri; birkaç neslin kararan hayatlarının, ateş düşen evlerin, köylerin nedeni devletin
gayri nizamiliğine Ergenekon davasıyla ilişilince “nihayet demokrasi” umudu
sarmıştı, yalancı baharı bilmediğinden aldanıp çiçek açan ağaç misali.
Amma velakin, meğer
Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Şike,…, …, davaları; utanılacak bir şeymişçesine
bir tanesinin de açık açık “hizmet
harekâtındanım” demediği Ahmet
Şık deyimiyle "Hayalet gibiler. Hem her yerde hem hiçbir
yerdeler" konseptli cemaatçilerin
paralel işlerindenmiş.
Hani ÖSS,
KPSS, TUS, görevde yükselme sınav sorularını
çalarak hak gasp eden, devlette “boşuna mı o yerde, Fetullahçı” imasıyla
kadrolaşan, Galatasarayı bile şampiyon
yaptığı söylenen cemaat var ya,
onlardanmış, yargıdakiler.
Hoş, demokratik
ülkelerde suçta değilmiş;
görevinin ifasında evrensel hukuk ilkeleri, vicdan yerine tuttukları cemaat,
örgüt, parti kime karşı ne tür bir pozisyon aldıysa o pozisyona
geçmemek şartıyla, yargı mensuplarının da
bir cemaatin, partinin, örgütün yandaşı, destekleyeni olması ya gene de bu ola
bilemezmiş, Türkiye’de.
Rabbime binlerce şükür! François de la Rochefoucauld’ın “Nehirler
denizde kayboldukları gibi, erdemler de çıkarda kaybolurlar”ı sayesinde yapılan
17 Aralık yolsuzluk operasyonu “Kimdir
bu Fettullahçılar”ı ete kemiğe büründürüp, hayaletliklerini de sonlandırıverdi.
Yetmedi, “devletle çatışarak bir yere varılamaz” Makyavelist anlayışlı, merkez üssü USA’nın Pensilvanya’sındaki
cemaattin lideri hocaefendinin de;
din aliminden çok bir şirketin
yönetim kurulu başkanlığını da açığa çıkıverdi.
Cemaattekiler de dahil özel, tüzel kişiler hakkındaki
bilgileri sesli, görüntülü dosyalayıp gerekliliğine inandığı anda şantajlayan
cemaattin korkusundan insanların
neredeyse seks yapamadığı Türkiye’de; beyaz takkesi, gözlerinin altında
ağlamaktan aşağıya doğru sarkmış torba şişlikleriyle “Bir büyük zat ……. bir yerde bir tane alüfte (hayat kadını) ile
buluşmaya gidiyor ….. Türkiye’de onu tanıyan bir arkadaşa telefon
ettim. ….. oraya gitmesin katiyen…….,” itiraflı hocaefendinin kulaklarının derinliğiyse
CIA’ye, MOSSAD’a şapka çıkartacak
cinstendir.
Sitcom
tadındaki bamteli sohbetlerinde genellikle birbirinden kopuk
Arapça, Türkçe kelimelerle “…. bugün eşya ve
hâdiseleri didik didik eden pek çok kimse mutlak hakikat olan Allah’a ulaşma
yolunda, buna karşılık pozitivizm ve rasyonalizmin getirmiş olduğu inkâr-ı
ulûhiyet; anlayışı da…..” konuşurken birden başını mazlumca yana eğerek susan, 15,20 saniye
bekledikten sonra titrek sesi ve
elleriyle hıçkırıklara boğularak final yapan hocaefendi, adeta bir showman edasındadır.
Birkaç kelimeyle anlatılacak, açıklanacak bir mevzuyu
dolandırarak bir paragraflık tirada dönüştürdüğünden lügata, belletmen abilerin
tercümesine ihtiyaç duydurduğu Showlarınıysa, Risale-i nur alıntılı hikâyeler, benzetmelerle süsleyecektir.
“Allahı sevdiriniz
ki sizi sevsin”li Allah korkusuyla müritlerini hizalamış, " Evren Paşa … seçmeli din derslerini
mecburi yapmakla…... cennete gidebilir "le askere selam
çakmayı da atlamamış hocaefendinin; hak
yolunda niye Banka, okul, dershane, TV kurarak ticarete atıldığı, ayrı
bir muammadır. “Himmet”, “humus” adı altında kazancının belli
bir kısmına el koyulan, cemaat gazete,
dergilerine zorla abone yapılan müritlerin finansman ettiği 90’na yakın ülkede
500 den fazla okulla, 100 milyar dolara hükmettiği iddia edilen cemaat, ekonominin önemli bir figürdür.
Pek tabii bir
müteşebbis olarak hocaefendi de Kar uğruna “10 büyük
işadamından 300 milyon TL kadar mevduatın Bank Asya’ya getirilmesi” vari akçeli
işlere dalacak, kendini Mustafa Koç’a, Ali Sabancı’ya yatırımla ilgili fikirler verirken bulacaktır. Türkiye’yi alt üst
eden güce sahipliğini 17 Aralık’ta aşikar etmiş cemaat, aynı zamanda,
yerel seçimde BDP dışındaki partilerle işbirliği yapacağı kesin siyasi bir
parti konumundadır.
17
Aralık sonrası yarattığı gizemi “ …evlerine ateşler salsın,
yuvalarını yıksın …” bedduasıyla yerle bir
eden hocaefendinin hışmıyla tir tir titrettiği bu
topraklar; “Nefsini bil ya hû!
edeb, edeb, edeb yâ hû!” bir lokma, bir hırkayla hak, hakikat yoluna mecnun,
nice çilelere, nice yoksunluklara
katlanan Hacı Bektaşi Veli (1209-1271),
Pir Sultan Abdal (16.yüzyıl) , Yunus Emre’yi de görmüş topraklardır.
“Bu nasıl bir
din adamı, Allah kimseye böyle düşman vermesin” dedirten hışmından; “Biçare hakikatlar kıymetsiz ellerde kıymetsiz
olur” demiş (1878-1960) Said-i
Nursî’nin, “O dağa bir kuş
kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir
eksilme” demiş Mevlana’nın (1491-1574) mütevaziliğini, Dalai Lama’nın “Ne tapınak, ne de karmaşık felsefeler.
Beynimiz ve kalbimiz tapınağımız, şefkatimiz ise felsefemizdir” bilgeliğini beklemek ….???? nafile bir
bekleyiştir.
Hep olduğu üzere, 17 Aralık operasyonuyla ayyuka çıkan
birbirinin tekrarı, ardılı cemaatle, AKP
arasındaki uluslararası kavganın kazananı da
“bırak yesin, bitirsinler birbirlerini” dualarını ateşlemiş Kemalistler,
ulusalcılar, vesayet sevdalılarıdır; onlardır.
Bir yandan “Orduya
kumpas kuruldu” noktasına getirdikleri hükümete; darbecileri, faili meçhullerin
faillerini, şikecileri, hırsızları, rüşvetçileri toptan beraat ettirtecek
ayarlamaları yaptırırken, beri yandan da
“gitsin de nasıl giderse gitsin” nefretiyle 11 yıllık koalisyon ortakları
AKP’yi yok edecek materyalleri biriktirmiş, tuzakçı cemaatin peşinde bir taşla
on bin kuşu vurma telaşındadırlar.
Velhasıl ulus
devletin tek tipçiliği yüzünden katmerleşmiş cemaatler, vesayet, biat, demokrasiyle, özgürlükle bir arada yaşarmış
gibi hocaefendiyi demokrasi havarisi gösterenler “Ne mutlu Türküm diyene” den, “Ne mutlu Fethullah’çıyım diyene” bayağı bir aşama kaydetmişler değil mi?
Filmin sonu mu? Ayrıntılar gelecek…
17 Aralık
operasyonunda delil diye sıkı sıkı sarınılan, yayınlanan kasetleri, tapeleri
Ergenekon türü davalar söz konusu olunca medyalarıyla birlikte düzmece
sayanların / saymayanların
cemaatlerine toz kondurmadığı Türkiye’de,
insanlar vesayetten, yüzleşememekten niye
yakınsınlar ki.
Anlayacağın, Bavaê mı, vesayette de zaten ölmüyor, ölmeyecekte daha da ceberrut bir şekilde
yeniliyor kendini, sanki. Ellerde oyuncak olmuş bir hukuk. Usta eli bir
dokunuş, muhteşem bir bitiriş; Dava düşmüştür sayın yargıç. Hem de; Başbakanın,
Aziz Yıldırım’ın yargının kararlarını; yargının hükümeti, emniyeti; emniyetin
yargıyı tanımadığı devletin, Ali İsmail Korkmaz’ın yanı başına.
Gülsen FEROĞLU
05.02.2014