Hiç
aramadığın hakikat var ya o hakikat; belki bir kuşun kanadında, belki de yanı
başında evladını kaybetmiş bir annenin gözlerinin yaşındaydı. Baktın mı hiç?
Baksaydın da şayet beyaz yakalı bayım; Taksim’de Genç Türk flaması altında
görür müydün bilmem; 18 aylık Mehmet
Uytun’nu öldüren gaz bombasına, Muş’ta,
Bingöl’de devletin yaktığı ormanlara, insanlara dışkı yedirmiş şiddetine, ikna
odalarına, köprüye, havaalanına, kışlaya isimleri verilen, anıtları dikilen
cellatlarına göstermediğin tepkinin bir darbe mağdurunu, bir aleviyi, bir
Kürdü, bir Ermeniyi nasıl incittiğini. Anlar mıydın da bilmem; tabirinle doğuda
polise taş atan genci, çocuğu terörist, batıda atanıysa direnişçi aktivist
sayanlardan kopuşun nedenini.
O
flama altında bayım sen, hiç sahiplenmediğin ötekileştirilmişlerin önceden
öğrendiğini; demokrasinin çoğunluğun
azınlığa, azınlığın çoğunluğa tahakkümü değil tahammülü, saygısı olduğunu,
azsın diye dikkate alınmamanın nasıl can yaktığını belki bugün Gezi Parkında
öğrendin; devlet terörünün insanı nasıl zıvanadan çıkarıp yollara, dağlara
vurdurabileceğini de.
Bugünse
kim olursa olsun; ister mütedeyyin, ister laik, ister Türk, ister Kürt, ister eşcinsel, ister ateist; her bireyin
varoluşuna, bedenine devletin yapacağı tacize, şiddete karşı demokrasiyi
yoldaşı özgürlüğü yanına katar mısın, bilinmez. Bilinmez çünkü yarım asırdır
genetik kodlarına işletilmiş başta ordu desteklediğin; parti, örgüt yönetiyorsa ülkeyi, sana göre
demokrasi de tamdır.
Yine
de, ne kadar ötelense de, bir gün, mutlaka öğrenilecekti askerlerin, liderlerin, medyanın isteğine bırakılmayacak
kadar hayati olan demokrasinin;
sözlüklerde, Twitterda, Facebookta yazdığın, konuştuğun bir kelime olamayacağını;
olmadığını, canlı, cansız her şeyin hakkı için verilecek bir mücadeleyle
kazanılacağını da.
Sabah
akşam demokrasi, demokrasi diyorsun ya bayım; “yılda 1 milyon dolardan fazla
kazanan herkes en az %30 vergi ödemeli” diyen Bill Gates’in
yaratıcılığından, Warren Buffett’in
“elbette ki sınıf savaşı var ve bu savaşı kazanan benim sınıfım; zenginler”
aforizmasından, Medicilerin sanatseverliğinden yoksun; Forbes’in en zengin 100
Türk listesinde 2012’de 35’ken, 2013’de
44 olan milyarderlerimizin; burjuva
demokrasisini yerleştirmek diye bir kaygıları olmadığından, demokrasi için
senin mücadelenden başka bir yol da yoktur.
Dünyadaki
sınıfdaşları feodal beylerin haksızlıklarına karşı özgürlük, eşitlik,
kardeşlik, adalet için isyanlı bir kavgaya tutuşarak, onlarca insanı da bu uğurda barikatlarda
kaybedip rüşt ispatlayarak burjuvalaşırken;
ülkelerinde de beğen, beğenme;
başlarına bir şey gelmeyeceğinden emin ABD adalet bakanının toplantı çağrısını
meslektaşlarını dinledi diye reddeden medyaya sahip bir demokrasiyi de
geliştirmişlerdir.
Burjuvazinin
o kavgasından, kökünden kopuk hiç emek sarf etmeden devletin resmen bahşettiği
arsalı, ihaleli olanakları peşkeş
çekilerek ve de 1900’den varlık vergisi 1940’a, 6,7 Eylül 1955’e ordan 2000’li
yıllara kadar vatanlarından kovulan,
öldürülen nice Arşimidis, nice Kevork‘un hanlı, hamamlı malları gasp edilerek
zenginleştirilen çoğu da beyaz
olan Türkler; evet zenginleşmiş
ama ne yazık burjuva olamamışlardır.
Zira,
yenilgiyle biten savaşın Paşalarının, Osmanlı Meclis-i Mebusan üyelerinin başbakanlık, bakanlık, mebusluk, müteşebbislik, …, yaptığı
Cumhuriyettin ilk yıllarında
“halkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için ticaretin hariç ellerde
olmasını engelleyecek... Ticaret ve kaynaklar, bizden olan tüccarların elinde
olacaktır”la çizilen ideolojisi gereği;
gayri Müslimlerin mallarına göz dikmiş bir devlet için, zenginleştirdikleri
için; demokrasi, eşitlik, çalışma
saatlerinin uzunluğu, iş kazaları, çevreye duyarlılık öylesine manasızdı ki.
Kendini
yaratmış devlete biattan, evrensel
özelliklerini dışlayan Türk zenginlerinin;
bir dönem ne üretirse üretsin mecburen alacaklara kapıları elde kalan
otomobiller, buzdolapları, küflü
mamüller satacak düzenbazlıkla, hayali ihracatla, yolsuzlukla, %170’e, 300
varan gecelik repolarla edindikleri servetlerin harcında vardır; haksızlık,
vicdansızlık.
Bu
vicdansızlık, acı, gözyaşı üzerinde yükseldiğinden faturası da hiç gün yüzü
görmeyen, belki de görmeyecek Türkiye Cumhuriyeti olmuş; yalılara, plazalara, Armani
markalı takımlara, Mont Blanc kalemle
imzalanmış 1970 Chateau Lafite’yle kutlanmış sözleşmelere sahipliklerini,
çocuklarını Robert kolejinde, Koç lisesinde, university Yale’de, Cambridge’de
okutmalarını sağlayan servetlerinin
kaynağının bilinmesini de
istemediklerindendir; tarih kitaplarıyla geleceğe taşınmış Ermenilere, Rumlara,
Yahudilere hamaset.
Hani
kasabadaki tüm beyazlar biliyordur da
zencileri kimin linç ettiğini, evlerini kimin yaktığını da susuyorlardır ya onun gibi haksızlıkla
edinilmiş 404 milyarlık 2013 Türkiye bütçesinin yarısından fazlasına tekabül
eden 212 milyarlık servetlerini öyle biriktirenler; yutturulan sanal demokrasinin keyfinde;
hukuktan, sanattan, bilimden yan olacak değillerdi, di mi?
Servet
biriktirirken silahlı gücüyle arkasında duran asker, vurgunu, gaspı
kararlarıyla mühürleyen yargı, örtbas eden kolluk kuvveti, göz yuman medya,
bürokrasiyle bölüştükleri ranttır; bu
kesimlere de maaşlarıyla asla kavuşamayacakları mülkleri, holdinglerde, medyada yönetim kurulu üyelikleri
garantileyen.
Aralarındaki
bu “al gülüm, ver gülüm”lü kara sevda
ilişki sayesindedir; Evren’nin astırttığı gençlerin annelerinin gözyaşlarına
batırdığı fırçayla boyadığı tablolarını milyarlara satın alıp sergilemekten sıkılmayan zenginlerin “Tanırım
iyi çocuklardır ”la tüm darbelere arka çıkışları, gözdağı için gazete
patronunun da “ Milli Güvenlik Konseyi
bu yazıhanede kuruldu “ deyişi.
Ahlaksızlık,
adaletsizlik Böyle devletçe meşrulaştırıldığından; Kürt işadamlarına ait ölüm listesi
hazırlatan, mafya lideriyle banka
pazarlığı yapan Başbakanları,
masasından Rum Arşimidis’in mallarına el koyan işadamını suçlayan
belgeyi alarak kurduğu papatya grubuna üye işadamının kız kardeşine veren
Başbakan eşini, tetikçisi Çatlılara,
Yeşillere yeşil pasaport veren içişleri, adalet bakanlarını, ötekine nefreti;
kimseler de yadırgamayacaktı.
Otoriterliğinden hesapta sorulmayacak,
vatandaşını da katledebilen devletin askeri, zengini, bürokratıyla kendisine
Osmanlı’da ki gibi ümmetçilikten başka çare bırakılmayan kitleler de
yadırganmayan bu durumları içselleştireceğinden, tutuklanınca bir general, bir hakim, bir
medya mensubu ilk akla gelen “niye
yargılanıyor acaba” değil de “koskoca
general, ..,…, nasıl tutuklanır ” olacaktı.
Onun
içinde bayım, yanlış anlama; düne kadar demokrasi, özgürlük için çırpınanların
yanında durmadığından değil; minnacık da olsa mevcut ikiyüzlü DEMOKRASİYİ; hiç
hoşlaşmadığı hükümeti seçimsiz, cebren devirmek için % 100 haklı Gezi Parkı eylemine mal bulmuş mağribi gibi sarılma cinliğindekilere; kurban
etme ihtimalin de az değildir hani. Hem nefes gibi, su gibi bir ihtiyaç
demokrasi de yalnızca senin hayatına, hassasiyetlerine, ağacına, parkına, içkine dokunulduğunda
hatırlayacağın bir şey değildir.
Hâlâ
birbirini, farklıyı anlamak, dinlemek yerine terbiye etmeye kalkışılan BU biber
gazlı, sopalı hengâmede; babasını öldürdüğünü iddia edene “bu ülkede doğumda, ölümde bedavadır “ diyen
medya patronun sözü “iyi akşam”lı
topuklu ayakkabı seslerine karıştığında
“shutdown”a tıklayarak her dinleyişte Fransızca öğrenme arzusunu
uyandıran “les passants”lı Zaz’ı da susturursunuz.
İğde kokusunu bastıran kör olasıca
kızartma, börek kokulu sokakta;
yüreğinizden kaptığı bir sızıyı, bir kırılmışlığı iğde dalına konduran ud’a karışan ney’in sesi. Çay,
pisküvit, kısır zamanlarının “ey ceylan bakışlım, ey boyu
beste”si. Yutkundukça boğazınıza batan bir hüzün, bir dudak bükme isteği.
Öyle asmalı
mescitte, nevizade değil sokak ortasına düşmüş herkesin gönlündeki “ nazende sevgili”sine ithafı. Şimdi bu şarkıyı; güneş usul usul batarken denize, çıplak ayak
kumsalda, elleriniz şarap dolu su bardağını kavrarken dinlemek varken… perdeleri açık evin penceresinden IKEA
kataloğunda gördüğünüz boyası bir aya kalmaz atacak, üst rafına DVD konacak
beyaz lake kütüphaneye dalıp gitmek….
Un ufak edilemeyen öfkeler
arasında gecenin koynuna
girmeye hazırlanan denize bakma özlemi… … öyle yıkık…öyle iç çekerek… öyle bakmak işte… bilinmesini istedikleri kadarını
öğretenlerden, gösterenlerden uzakta….öyle bakmak…Daha fazla da kirlenmemek
için belki hayalleri de toplayıp, arkaya bakmadan gitmek mi lazım ne,
buralardan. Öyle de olsa bu kadar açık etmek zorunda mıydın bu şehrin, bu zamanın,
bu mekânın, bu ağacın; altındaki misafirliğini.
Zaman
aşımına uğramayan tek şeyin; geçmişin; orantısız gücüyle tüketildiğinden
sendromu bile yaşanamayacak “tükenmiş”likle,
geride de kendi içinde kapanmış
bir istiridye mi bırakılır ne; kim bilir. Gidişin ışıltısını Abdullah Cömert’in ölümüyle yitiren hayatta; hey bayım!!!!! anladın mı sen; elbette “gülünün solduğu akşamdı.”
Gülsen FEROĞLU
6.06.2013