28 Kasım 2010 Pazar

Kılavuzun gereği yok

Her Kasım; yağmaya görsün, dinmeden ard arda  iki, üç gün yağan  yağmurları  getiren rüzgarla   kurumuş yapraklar ağaçlardan aşağıya süzülürken, tüm şuhluğuyla ortalıkta salınan hayat da öyle bir sevda,  öyle bir ayrılık,  öyle de bir ölüm kokar ki  ıslak kızıl, sarı yollarda sebepsiz akar  yaşlar  yanaklardan.

Gözleri buğulu her sevgili gibi içinizden  her şey  ama yaşanan her şey; bir bürokrat gibi uymak zorunda olmadığı  kurallar  koyup sonra da o kurallara uyulup uyulmadığını durmadan kontrol eden,  uyanı  cennetiyle ödüllendiren, uymayanı  cehenneminde yakan  yapımcı Tanrı, eğer kendisine iman için, kendisine  muhtaç “kul”u ( belki  böylesi  çokta iyi olacaktı)  yaratmasaydı  yaşanmayacaktı dersiniz.

Her yaratanın yaptığını yapıp, yarattığının başına getirmedik bir şey bırakmadığı o günden bu yana,  dünya tarihi de bir nevi Tanrının yeryüzünde temsilciliğine soyunup biat isteyene, biat edenin; feodal beylere, Krallara, Padişahlara  karşı kölelerin, tebaanın;  burjuvaziye karşı işçilerin, diktatörlere karşı  ezilenlerin  verdiği kavganın toplamıdır. 

Hani bu biat isteyenlerden mülkü Osmanlı’yı dilediğince yöneten Padişahların, saraylarda zevk-ü sefa içinde yaşayıp, çarık, sarık, çarşaf  giyen fakir kullarına eziyet ettiklerini,  Cumhuriyet kurulunca o kötü günlerin geride kaldığını üstüne basa basa anlatırlardı ya öğretmenler “hayat bilgisi”, “tarih” derslerinde, bizlerde sahiden  inanırdık  halkın kulluktan kurtulduğuna, halk fakirken kimsenin köşklerde, saraylarda yaşamayacağına.

Bilmezdik, ebeveynlerimizin de katıldığı, katkı sunduğu o kör ebe oyununda; bilinmesi istenenin tarih diye yazıldığını. İnsanların en özel, en kişisel alanlarına  varıncaya değin her şey üzerinde tahakküm kuran; kanunlarla, yönetmeliklerle yapılacak okulun, hükümet konağının şeklini, giyinilecek giysiyi, konuşulacak dili, sahip olunacak etnik kökeni, mezhebi,  belirleyen HEGEL’in  “Tanrının yeryüzünden geçmesidir”le tanımladığı  devlete biat ettirildiğimizi.

Bilmezdik, sosyolojik bir gerçeği; insanın  yapabildiği en iyi şeyi kulluğu yapmadığında kendini değersiz, kimliksiz hissedeceğini bilen, devlet figürü ardında devleti yöneten; kendilerini de toplumun en kültürlüsü, “laik”i, çağdaşı sayanların varlıklarına, önemsenmeyen varlıklarımızın armağan edildiğini.

Bilmezdik, lezzetsiz bir yemeğe bir anda lezzet katacak bir sos gibi de kullandıkları 1789- 1794 Fransa’sında hüküm sürmüş ihtilal liderleri ROBESPİERRE, DANTON, SAİNT JUST’tan, 1,5 ayda 17000 bin kişiyi giyotine yollayan devrim mahkemelerinden etkilenmiş bu yöneticilerin, kulluğa alışkın bireyleri  birilerine de; devlete, bir ideolojiye, bir partiye, örgüte, lidere, subaya, ebeveyne, öğretmene, eşe  kolayca kul eylediklerini.

Toplumu bir  cemaati yönetircesine yönetenler;  neyi, kimi okuması, neyi dinlemesi, neyi beğenmesi, neyi yazması, nereden alışveriş etmesi, hangi diziyi, kanalı izlemesi gerektiği tebliğleriyle ayarlarıyla oynadıkları, cemaatin bir  parçası haline getirdikleri bireyin,  duygularına tenezzül  bile etmeyeceklerdir.

Zamanla cemaatin kılavuzluğundan, kendini dışlayarak her şeyi aralarında bölüşmelerinden, cemaatin efendilerini, efendiye yakınlarını  “Doğrusunu siz bilirsiniz efendim”lerle kutsamaktan usanan birey, ancak kendini yöneten egemen cemaati örnek alacak başka bir cemaatle varolacağına, erke ulaşacağına  inandığından, o başka cemaate omuz verecektir.

Ama hangi cemaati  seçerse seçsin hep başka bir şeyden vazgeçecek, neye bağlanırsa bağlansın diğerinden  uzaklaşacak, ne elde ederse etsin hep  bir şeyleri   kaybedecek birey,  kiminde ruhunu teslim eder cemaate, kiminde bedenini. Birilerini ilk kez  sahiplenir. İlk kez de birileri onu sahiplenir. Sıra da birileri  “bizdendir”,  diğerleri “onlardandır” vardır. Bizimkiler pürü aktır. Ama ya onlar,  öyle midir ?

(“Parmağında ki yüzüğe dikkat, gümüş. Bıyıkları da imam bıyığı. Şimdilerde cemaatten olmayacan da  müsteşarlığa, daire başkanlığına atanacan. Güldürme insanı. Hem, görmedin mi  dinden, imandan, haktan, hukuktan bahsedenler sınav sorularını çalıp  nasıl da dağıttılar  adamlarına. …., … ”

Onlardan önce o makamlara  hakkıyla gelindiğinden, sınavlar hakkıyla  kazanıldığından,  ilk defa böyle bir durumla karşılaşan insanlarda doğal olarak  hayretler içinde kalmışlardır.

Çoktan unutulmuştur en basitinden ülke tarihinin yarısından fazlasına damga vurmuş darbe dönemlerinde bir albayı tanıyor diye meclise seçilenler,  …., yönetim kurularına, …,  genel müdürlüklere atananlar, banka, şirket, gazete, TV sahibi olanlar.) 
Artık cemaatten olmak, olması  istenen şeylere başkaları sahip olduğunda hiç düşünmeden nedeni sanılan şey olacağından,  ne zaman bir  usulsüzlük, adam kayırmacılık, yolsuzluk ortaya çıksa, çıkarılsa kul olunmuş bir cemaattin yandaşı değilmişçesine  “onların”  kulluğu, cemaati topa tutulacaktır.

Onlarda haksızlığa uğradıklarına inanıp bizimkilere saldıracaktır. Cemaati yıpranınca,  biat eden de yıpranacağından bizimkiler bir açığını daha yakalayıp yeniden saldıracaklardır, onlara. Bu sataşmalar  “Efendim siz şunu yaptınız,  …....,  Daha neler asıl siz  bunu yaptınız…, …., ….”larla  sürüp  gidecektir. Sürekli  cevap yetiştirmeler, atışmalar sonunda hakarete,  küfüre varan sözler, konuşmalar, yazılar arasında “Kim bizden, kim değil” merakıyla izlenen bireyler de  fişlenecektir.

Bunca karmaşada Osmanlı’da yazılsa kellelerin havada uçuşacağı yüzde yüzken ta 17., 18. yüzyılda felsefecilerin “Tanrı öldü” pasajlı kitaplarına karşın, yaratılma sebebi; kulluğuna ait  “Niye yerine getireyim mantığıma ters  emirleri” veya  “Bu inanmayanlar da nereden çıktı, onları  yaratan da her şeye gücü yeten Tanrı  değil mi”yi akıldan geçirmek dahi nasıl günahkarlık, meczupluksa,  bireyin cemaatini  sorgulaması da öyledir.

Mensubu cemaat önünde bireyin  diz çöküşü, bu ülkede, öyle bir hal almıştır ki tek bir olay;  “köpeğinin dişlerini fırçalattığı Mehmetçiği” emir eri kullanan  paşa eşi,  onlarca  söze, yazıya, araştırmaya, veriye, gerek bırakmadan bireyin nasıl diz çöktürüldüğünün resmidir.

(Yıllardır vatan borcunu hizmetçilik yaparak, “donunu indirerek” ödeyen Mehmetçiğin bu mecburiyetlerinin sorgulanamadığı bir  yerde; vatandaşı Kürt işadamları için ölüm listesi hazırlatan başbakan, bakanlar,  Alevilere sakallı adamları saldırtan” JİTEM kurucusu, devlet televizyonun 24 saat yayın yaptığı Kürtçe’nin  “bilinmeyen bir dil” olarak mahkeme tutanağına kaydettirilmesi, sıradan vakalardır. )

Danıştay baskını,  rahip SANTORO,  DİNK cinayetlerinin  Cumhuriyet gazetesine, sinagoglara atılan bombaların bir anda ülkeyi nasıl karıştırdığını görmek istemeyenlerin, failli meçhulleri, kontrgerillayı kollayan; meydanlara, camilere, müzeye  konulmak üzere  evlerde,  dere yataklarında, tarlalarda saklanmış  …., TNT kalıplarını, …, roketatarları …..,  “Onları oraya kesin AKP, Fetullahçı emniyet, savcılar  gömmüştür” fikirlerini  kabul gören  mantık haline getiren de  87 yıldır ülkenin her şeyinde imzası bulunan   o diz çöküşten, biattandır.

En ufak hücrelere nüfuz ettirtilmiş o biattır; 12 mahkumun öldüğü “Hayata Dönüş Operasyonunda” yüzünün büyük kısmı yanan, omzundan alınan parçalarla burun yapılan Hacer’in gözlerine utanmadan baktırtan.

O biattır; ana muhalefetin kurultay delegelerine yıllardır her şeyini onayladıkları genel başkanlarını bir anda terk ettirip yerine hedefleri, amacı  “nedir”i bilmeden işaret edileni genel başkan seçtirten. Milletvekilini “Allah’ın bir lütfu olarak vasıflandırdığı Recep Tayyip Erdoğan”a,  partililerin önseçimi  ağızlarına  almayan parti liderlerine kayıtsız, şartsız  taptırtan.

O biattır; referandum’da %58’le kabul edilmiş Anayasa değişiklik paketine ait  uyum yasalarının bir an önce çıkarılmamasını %58’e saygısızlık  algılatmayan.

Onun içinde 28 dolar milyarderine sahipken Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma 2010 raporunun insani gelişmişlik endeksine göre,  169 ülke arasında  83.üncü sırada yer alan Ortadoğu kültürünün ağır bastığı cemaatleştirilmiş Türkiye’de,  eğitim düzeyi yükseldikçe doğru karar verme yetisinin artacağı, kulluktan çıkılacağı iddiası ki  valla ben Kanal D’nin yalancısıyım ( Ay sıfata bak, Allah  beni bildiği gibi eylesin) dokunulamayan bir efsanedir.

Şöyle ki  yarı burjuva, orta sınıf ailelerin yeterli maddi, manevi olanakları sayesinde ana okuldan itibaren iyi bir eğitim alanlar, çalışma hayatında da  iyi bir yere gelince ekonominin kaymağını yiyenlere ortak olacaklardır.

Elde ettikleri ekonomik,  sosyal  statüyü; milli gelirin adil dağıtılacağı, fırsat eşitliğine, eşit yurttaşlığa dayalı demokratik bir düzende yeni kişilerle paylaşmak zorunda kalacaklarından,  mevzilerini, güçlerini kaybetme korkusuyla, mevcut durumlarını sağlayan hangi  cemaatse onu da  savunacak bu eğitimli kesim,  değişime, dönüşüme  şiddetle karşı çıkarak, gerici konuma düşecektir. 

Hasan Sabbah’ı bilir misin yeğeen  ? Şimdi tam da yazı bitmek üzereyken …. Yine de bir yerlere not et yeğeen. Evet yeğeen, haklısın  “Şunu yapacaksın” dense yapacağı varsa da yapmayanlar da dahil,  devrimcilerin,  sosyal demokratların, Müslümanların, muhafazakârların, Ulusalcıların,  …, Türklerin, …, Kürtlerin, …, Alevilerin  buluşacağı  her platform,  er ya da geç  mutlaka da bir beyaz Türk’ü,  beyaz Kürdü,  beyaz Alevisi,  beyaz Müslümanı, beyaz devrimcisi, beyaz solcusu,  sağcısı ….,  olacak cemaate evrileceğinden, birbirini ekarte etme üzerine inşa edilmiş Cumhuriyet’ti,  organize cemaatlerden kurtarmak  neredeyse “devrim”i  yapmaktır.

Sen söyle yeğeen önemi var mıdır; kul olduktan, şucu, bucu, o’cu, …cı olduktan sonra  ha çağdaş olana, ha dinciye,  ……, ha Kemalist cemaate, ……,  ha Gülen Cemaatine, ……,  kime, neye kul olduğunun. Mesele de  zaten kul  olmamak, kendin olmak, özgür olmakta. Benliği  tarumar edecek  “Bence artık sende herkes gibisin”i duymamakta.

 Bu Kasımda da gündüzü gece yapacak bulutların getirdiği kasveti; bir süreliğine de olsa gençleri ölümün elinden alan ateşkes,  istenirse güzel şeylere, barışa  kavuşulacağı düşüncesi dağıttığında, cemaatlerin   sınırlarına, değerlerine, önderine  biat ede ede kalabalıklarda kanayıp giden pek çok insandan geriye kalan alçak sesle yaşanmış hayatlar, söylenmemiş sözler savruk bir sonbahar yaprağı gibi dolanır ayağınıza.

Kim bilir, belki bir gün,  buralarda  da eser,  kişiliğin hiçleştirildiği cemaate biatın ayıplanacağı, onursuzluk sayılacağı Kasım rüzgarları. Kimseyi incitmeyen biraz umut hatta umutsuz bir umudun kime ne zararı olur ki….