14.04.2012 12;37 |
Teyzem, annem benim...
Meğer sen benim en güzel masalımmışsın... hiç sahip olunmayan masallardanmışın.
Gökyüzünde yıldızlar kayıp giderken fark
edemediğim gibi, masalım kayıp giderken her zamanki gibi fark edemedim ben...masalım
olmadan dönüyor ya bu dünya yavrum; her gün, 365 günün her günü kahroluyorum.
Sen yoksun bu dünyada yavrum ne
garip tüm elbiselerin , eşyaların
oyuncakların okul kıyafetin, ünite dergin, kalemlerin yerli yerinde sanki sen
yaşıyormuşsun gibi. Her gün gördüğümüz “Benekli”
hani sen “tanımıyor musun , ben tanıyorum, o’da beni tanıyor, tanıdıklara bir şey yapmaz, korkma gel” diye beni
cesaretlendirdiğin sokak köpeği Benekli
o da yaşıyor Canoo. “Sen yine de çok yaklaşma bak Berk’i ısırmış onun yüzünden
o kadar iğne yemiş” uyarıma rağmen
yaklaşmaktan korkmadığın ama diğer çocuklar gibi tüylerini okşamaya
yanaşmadığın, çimenlere uzanmışken eğer diğer çocuklar onu okşuyorlarsa uzaktan
seyredip yalnızca bir keresinde hafifçe elini tüylerine değdirdiğin ki o
zamanda diğer çocuklara bakıp ta cesaret aldığın Benekli yaşıyor be yavrum! her
gün gördüğüm Benekli meskeni Teoman Erel parkının ve
sizin evin kapısındayken Nasıl ölmem ben!
Seni kaybettim ben, nasıl inanılmaz geliyor bana bu yazdığım şey, yazarken
bile inanmıyorum, yaşıyorsun sayıyorum
seni. Sonra “yok” diyorum “yok işte” kaç aydır duymadın sesini, kaç aydır
görmedin yüzünü, okşamadın saclarını, tutmadın elini, simit aldın mı hiç Can’a.
Hiç Lozan da birlikte dört yapraklı yonca aradın mı?
Ne demiştin "biliyor musun Güşen, öğretmenim dört yapraklı yonca
bulmuş dün”, “aaa bulana uğur getirir
Can” bahar yeni gelmişti, 2016 baharı gelmez olaydı, yaşanmasaydı ya 2016,
atlansaydı ... Mayıstı muhtemelen, zira yoncalar... büyümüştü. Kim göstermişti
sana bilmiyorum ya da o an ben gösterdim yoncayı tanır gibiydin “haydi biz de bulalım” dedin, tam spor aletlerin orada Lozan Parktaydık. Eğildik
çimenlerin arasındaki yoncalara bakmaya başladık. İnan 3 saniye geçti geçmedi
bağırdın “bak buldum!” saydık 1,2,3..hani dört? Epey
aradık bir tane bile bulamadık "üzülme dedim yarın da ararız, buluruz bir gün". Bir daha hiç aramadık seninle
dört yapraklı yoncayı. Seni kaybettikten sonra bir kış, bir bahar geçti, bir
yaz, bir sonbahar yoncalar çıktı baharda, sarardı sonra tekrar çıktı
sonbaharda. Belki Aynı yoncaydı hem doğan, hem ölen sonra tekrar aynı yerde
biten.
01. 01.
2014
Ne garip değil mi teyzem, ne garip, doğa yenilenebiliyor, ölüyor doğuyor
bitkiler; yapraklar, çiçekler. Âmâ insan benim güzel oğlum, gitti mi gidiyor
işte. Ölüm böyle bir şeymiş, dönülmeyen bir yolmuş. Bilseydin sen ölümün ne
olduğunu, ne çok korkardın yavrum,
tahmin ediyorum da senin o korkuyu hissettiğin anı, o anda ki
paniğini....Hatırlıyor musun bir şarkı çalmıştı Kral TV de , şu an bende
hatırlamıyorum o şarkıyı çok düşündüm
hatırlayamadım ama sen içinde ölüm lafı geçen bir şarkıydı çok korkmuştun halbuki şarkı başlar başlamaz sevmiş hatta ben söylerken benim
söylediklerimi tekrar ederek söylemiştin sonra ne oldu bilmiyorum birden
kucağıma gelmiş “değiştir, kapat, korktum”. Niye ama bir şey yok ki oğlum şarkı
bu yalnızca bir şarkı. Üç ya da dört yaşındaydın bu olaya olduğunda.
Aynı şarkı çalmış TV’de, annen yanındaymış “ sevmiyorum bu şarkıyı değiştir
“ Annen de bana “ o şarkıdan çok korkuyor anlamadım, ölüm
lafı geçiyor içinde, bana sordu “ölüm ne “ diye ....” O kadar çok düşündüm ki seni
kaybedince o şarkıyı bir türlü hatırlamıyorum... bir gün eminim hatırlayacağım ya da bir yerlerde duyacağım...ve yazacağım
yavrum.
İşte ordan biliyorum ben paniğini...kalbim nasıl durmuyor benim, anlayamıyorum...nasıl
durmuyor ya...sen yoksun ben yaşıyorum “sana bir şey olursa yaşayamam “ diyen
ben. Zaten ölümün bana o kadar çok şey öğretti ki meğer ne çok yalanla
yaşıyormuşuz ...yalanmış ölenle ölmek mesela...yalanmış mesela acının zaman
geçince azaldığı katlanarak büyüyor oysa acının. Dünya yalan değilmiş mesela
yalan olan insanmış...Ve mesela çocuğunu hayatından edeni sever,
kollayabilirmiş bir anne.
çok sevdiğin kuzenin Duru ve ömrünün pek çok gününü geçirdiğin anneannenin evinin araba parkı
Bak! klavyede bu satırları yazan ellerim titriyor bak! senin o korkuyu
nasıl hissettiğini bilen kalbim hızla çarpıyor şu an ama durmuyor... dursa
ya... böyle senin acınla yaşamak, yaşamak değil ki oğlum... asla o yola, dönüşü olmayan
yola, sonu belli olmayan bir yolda yürümeyi sevmediğini ya da yanında biri
olmadan o yola girmeyeceğini bildiğimden
dönüşü olmayan ölüm getirecek o
yola düşmezdin biliyordum...tek başına
kalmaktan, oynamaktan hoşlanmayan yanında her zaman birini isteyen sen,
"keşif"i bile tanıdığın mekanlarda yapmak isteyen sen...ölümün ne
olduğunu, nasıl olabileceğini bilseydin...babanın kaza yaptığını bilen biri olarak binmezdin o
arabaya eğer sen gidilecek yerin çok uzaklarda olduğunu tahmin edecek durumda
olsaydın ama sen çocuktun yavrum, seni koruması gereken sen değildin ki..
Biliyor musun seni kaybetmek, o kaybediş...hiç başınıza gelmeyecek sandığınız,
sandığım beklenmedik o kaybediş öğretti bana da; benim, bizim diye sahiplenilen hiçbir şeyin sahibi biz
değilmişiz. O yüzden benim oğlum; o yüzden karanlıktan çok karanlıkta
görünmeyenlerden korktum ben; gözyaşları süzülürken çatlak duvarlardan. O
çatlak duvarlarda yavrum gördüm ben ,evladını kaybeden ne çok insanın yaşamaya
çabaladığını... ne kadar çok insanında hep yapılageldiği üzere gerçeğini
yadsıyarak yaşadığını...
Senden sonra bu yaz her sabah açık
pencereden içeri giren sabahın o serin esintisi yüzümü yalıyor, uyanıyorum
erkenden, yatmıyorum ki uyanayım, yarı uykulu yarı uyanık yatıyorum her gece...bir
yıldır pasiflora kullanıyorum haftada bir şişe, yine de kar etmiyor,
uyuyamıyordum tersine beni çok rahatsız ediyordu. Bıraktım ben yavrum kanser
olunca doktorun verdiği cipralex’i bile ancak dört aya kullanmıştım ki
onkologum Aytuğ bey ki o kadar paragözdü ki hastalarına o zamanlarda
muayenehanesinde kemoterapi vermek serbesti boşu boşuna kemoterapi bile
vermiştir “yapma çünkü bu kansere yakalanma olayı sonradan daha çok etkiler
insanı” ama ben hiç istemedim beynimin uyuşmasını neyse bu hayatta payıma düşen
onu yaşamak istiyorum, kanıksayarak nereye kadar yavrum nereye kadar, seni var
sayarak nereye kadar yavrum.
Bırakınca da anladım ki bana hiç
faydası olmamış. Hem uyuşsun istemiyorum beynim, seni, yaşadıklarımızı niye
hatırlamayayım? Niye uyuşmuş bir beyinle anayım seni. Yokluğun, seni kaybedişim niye normal gelsin bana? Olmayabilecek yüz de
yüz engellenebilecek bir ihmal, bir insan hatası bir çocuğun masum hayatını yok edecek ve ben bunu bile
bile uyuşmasını dileyeceğim öyle mi? Hayır aynı şey onlarca Can’nın başına
gelmesin diye çırpınmak varken unutmak...savaş ta böyle değil mi yavrum “iyi ki
şehit oldu vatan için “ denileceğine niye savaşıyoruz dense, benim çocuğum niye
savaşta öldü” dense, savaşa karşı çıkılsa
belki onlarca insan savaşta kaybedilmeyecek. Hem sen benim hayatımın gerçeğisin seni unutmak, 7 yılı hafızamdan silmek ne kazandıracak bana...ben neyi anladım
biliyor musun? Acıdan kaçmak için uyuştursun istiyor insanlar etraflarındaki acı çekenler .Çünkü
onların acısıyla yaşamak, o acıyı görmek
istemiyorlar, bunu da acı çekeni düşündükleri için değil kendileri için
istiyorlar çünkü hayatları güzel güzel
giderken o acılı insanla yaşamak istemiyorlar.
22.09.2013
Acıyı çeken, hayatı
bitmiş kişi değil yanındakiler o acılı
yüzü gördüklerinde rahatsız oluyorlar.
Onun içinde hemen “anti depresan al, tek başına üstesinden gelemiyorsun,
çözemezsin” lafları dolanıyor ortalıkta. Anti depresan yoldaşın olsun deniyor o
zaman işte anormal normal olacak, sorgulanmayacak hiç bir şey.
Ahhhh Cano ahhhhh. Canooooo, Cano... hangi antidepresan
yok eder senin trajedini, hangi anti depresan sensiz dolaştığım sokağı bana
daha güzel gösterir, hangi anti depresan bahçe demirlerinin yanındaki minicik
betonda elimi tutarak seven seni hatırlamamı engelleyebilir ki o demirler hep karşımdayken.
Senin yokluğunun acısını
yaşamayacağımda hangi acıyı yaşayacağım
ben. Sen yoksun sen... sen yoksun ya sen. Ben nasıl acı duymadan, nasıl kahrolmadan
yaşarım güzel oğlum.? Nasıl acımaz
kalbim, nasıl yıkılmaz hayatım ? Nasıl sen varmışsın sanki hiç bir şey olmamış
değişmemiş gibi yaşayabilirim? Nasılll
Her gün yarı uykulu, yarı uyanık ezanla uyanıyorum, şimdilerde 4.30 da
okunuyor ezan. Uyanıyorum ve ilk aklıma gelen yine sensin, hep aynı şeyi
söylüyorum uyandığımda ” bugün de Can’sız bir gün başlıyor yine” her tarafım acıyor, saç diplerim acıyor,
bacaklarım, kollarım acıyor. Bildiğin her yerim ağrıyor senin bana “bu akşam
karnım çok ağrıdı” ya da “akşam hastaneye gittik, boğazım ağrıyordu dediğin
gibi değil Can’o o kadar çok ağrıyor ki
iki büklüm yaşıyorum hayatı. Sensiz günler acıtıyor. Sensiz her gün
acıtıyor...yıkıyor beni. Böyle yaşamaktansa...böyle acılar içinde...
Seni unutmamı engellemesin diye uyuşmasın beynim de sen hep canlı kal
yüreğimde diye almadığım antidepresanlar duruyor senin de eşyalarını koyduğun
yatağımın, yatağımızın başucundaki kahverengi sehpada. O güzel yüzün, duru
tenin, ellerin, yatağımda...birlikte uyuduğum elbiselerindeki kokun...lacivert
eşofmanına sarılıyorum, beyaz külotuna, küçük gri çoraplarını
kokluyorum...sesini duyuyorum... acıdan ölüyorum sanıyorum....ölmüyorum işte...
hayat dursun.. her şey donsun istiyorum... donmuyor...
Sonra bugünlerde her sabah aynı şeyi “günler kısaldı”yı söyleyen
anneannenle saat 4.50’de ıssız Kahire caddesine çıkıyoruz, Lozan Park’a
yürümeye gidiyoruz. Benim elimde senin her zaman pek bir ilgini çeken “aman ha dikkat et gözüne değer” ikazıma
neden bazen eline alıp oynadığın sopa; ”bu sopa hırsızları kovmak için mi?
Hırsızları mı kovacaksın, tak diye mi vuracaksın kafasına” Niyeyse hep bir
hırsız muhabbetti kendini bildiğinden beri, hırsızdan korkar mıydın korkardın ama sanki bir oyun gibi algılardın bu
hırsız olayını “ evet hırsızın kafasına tak diye vururum; ama asıl köpekler
için köpekleri kovmak için kullanıyorum” derdim. O sopa hep girişteki bazen iki
elini koyarak dilini dışarı çıkarıp kendini seyrettiğin bazen de ellerini
yapıştırıp salladığın benim, anneannenin “Can kıracaksın bak sallanıyor“
diye kızdığımız duvarı boydan boya kaplayan aynanın yanında dururdu. Bazen eline alır bana
doğru uzatırdın “ velet seni, gözüme sokacaksın “la elimden aldığın o
sopayla yürüyorum, elin elimde..
O sopayı kaybettim ben geçenlerde, parkta çimenlerin üzerine bırakıyordum
yürürken; turu tamamladım baktım yok, senden kalan bir şey ya, senin elini
değdiğini bulamayınca ağladım, gören, soran olmadı “delirmiş “derlerdi sopa
için ağladığımı söyleseydim ki söylerdim. Bir iki gün sonra hani seninle hep
Lozan’da karşılaştığımız, bahçesinden getirdiği organik pazıyı birlikte almak
için evine gittiğimiz Fatoş’un abisi .....Haziran 2016’ydı pazıları almak için
giderken yolda bana “biliyor musun ben
sünnet olacağım demiştin. Annem söyledi “, “ bende sınıfta her kes olmuş mu “
dedim “evet ama “ şu anda ismini belki de yanlış yazacağım “Onur “ olmamış mı
demiştin. “Korkuyor musun” “yo bir şey olmaz...”
Kısacık ömründe en çok kullandığın cümleydi” bir şey olmaz” ; çünkü anne ve
baban ve anneannen ve de etrafındaki pek çok insan kullanırdı “bir şey olmaz”
lafını. Dünyada belki de bu söz öbeğini en çok kullanan ülkenin insanları
bizlerdik ya da ne bileyim tüm Ortadoğu. Bu öylesine söylenen bu söz
öbeciği hayat felsefesini içinde
barındırırdı aslında. Zehirli gıda yenir,
elin kanar, başın ağrır , emniyet kemeri takılmaz “ayy bir şey olmaz
canım ay ne olacak, hem kaderde ne varsa o olur”. Kaderciliğin insanın hiç bir
şeyi değiştiremeyeceğin resmi ilanıydı
sana da öğretilmiş o “bir şey olmaz Güşen “ sözü
Sen bana kızardın ben karşı çıkınca “ annem de bir şey olmaz Can diyor, bir şey olmaz”. Bak güzel yavrum herkes
diyordu ya bir şey olmaz diyordun ya ne oldu yavrum. Oldu. Ve ne yazık sen o çok
kullandığın sözün aslında ne kadar tehlikeli olduğunu öğrenemeden ayrıldın
hayatımdan. Bir şey olur yavrum...hayatta hep bir şey olur. Olurmuş
değil mi Can’o...olurmuş...oldu bak !
Bir keresinde arabayla bizi annenin işyerine götürüyordu baban, Cem
demiştim sen arka koltukta benim yanımda oturuyordun tam ortada ayağa kalkmış, iki elinle öndeki
iki koltuğun kenarlarına tutuyordun....ben o zaman “otur oğlum çok tehlikeli”
diyorum sen beni dinlemiyorsun baktım baban da bir şey demiyor ses yok, Cem’in yanında beni dinlemezdin
biliyorum “Can’a bir şey söyle otursun,” baban “bir şey olmaz” demişti. “Öyle
deme Cem “ amcamın oğlu İbrahim frene bastığında 4 yaşındaki çocuğu Hasan, ön
cama çarptı ölümden döndü. Hacettepe’de zor kurtardılar.” demiştim bende.
Ne yazık ki bu “bir şey olmaz”la devam ettikleri hayatı yaşayanların cirit
attığı; insana dair olmayan iyi özellikler, huylar varmış gibi gösterecek kadar boş bir özgüvenle
dolu olduğu bir ülkede doğmuştun yavrum. Ben hep iddia etmişimdir insanın
kaderi doğduğu ülkedir. Öyle de oldu, emniyet kemeri takılmadan ABD’de, Avrupada,
Japonya da araba yerinden kıpırdayamaz hele de arabada bir çocuk varsa. Ama burada,
Türkiye de günde 10 kişi ölüyormuş trafik kazasında, bu ülkede kemer takmayıp, hız yaparak “bir şey olmaz“ diye diye onlarca hayatı hiç
yere sonlandırıyorlar. Hiç bir gün sana emniyet kemeri takmadık biz,
hatırlamıyorum ben ki benimle çok az bindin arabanıza toplasan 6, 7 kere bile
birlikte binmişizdir. 3 -3.5 yaşına kadar arabanızda arkada
bir çocuk koltuğu vardı, sabit. O koltuğa oturtur oturtmaz seni ilk iş kemerini takar eline de bir oyuncak ya
da başka bir şey verirdim. Sonra o koltuk kaldırıldıktan sonra hiç kemer
takılmadı sana.
İnan herkesin kendini mükemmel saydığından, eksikliklerini görmediği bir
başka diyar var mıdır bilmiyorum. Her kesimde; sağcısı solcusu neredeyse
herkeste var olan aslında cahilliğin dibini yaşadığımızı gösteren bir “her şeyi
bilirim, en doğrusu benim yaptıklarım” havasındaki güven değil mi senin
gibi onlarca hayatın katili?
Cem’de sanki bana ralli şoförüydü tabii ki kulağının arkasına attı benim
ikazı mı ama o gün annenin işyerine gidene kadar o kadar çok tehlike atlattı ki az
daha o gün ölecektik biz. Sende yavrum oturmadın
tabii ki, ayakta “Baba haydi şu öndeki
arabayı geç baba”, “şu arabayı geçersin değil mi baba”, “hızlı, daha hızlı”
diye heyecanla bağırıyordun. Ben mi elimle seni sarmış tutuyordum ki bana
“bırak” diye kızmıştın, o zaman tek elimle karnına set çekmiştim ani bir frenle
fırlama diye. Anladım ki siz arabada böyle gidip geliyordunuz, o da “tamam
oğlum, bak geçiyorum” diyordu sana. Eskiden kullandığım bir cep telefonu vardı,
gri metalik galiba annenin kullandığı bir telefondu, zaten ben hiç telefon almazdın aile üyeleri
değiştirince bana postalarlardı eski model cep telefonlarını, hala kullandığım
telefon ki senin elin değdiğinden hiç
değiştirmeyeceğim telefonumda kuzenin kullandığı eski telefondur işte çok sonraları aklıma geldi o telefonda senin
resimlerini çekmiş olabilecğim, telefoncuya koştum evett doğru hatırlıyorum
epey bir resmini çekmişim.
2012 yılı 1 Mayıs’ın da annen, baban,
ben birlikte gittiğimiz kutladığın ilk ve son 1 Mayıs işçi bayramına ait resimler. O gün annen aramıştı “mitinge
gideceğiz gelir misin” doğrusu babanın öyle pek bir mitinglere gidebilecek tavırda olacağına inanmayan ben şaşırmıştım. Seninle birlikte olacağım hiç
bir anı kaçırmak istemezdim. Çünkü çok çabuk özlüyordum seni ve çok ağır bir ameliyattan çıkmıştım zaten
2012 Şubatında, bağırsaklarım yarısı
alınmıştı ve ben sana çok daha düşkün
olmuştum tıpkı yıllar önce İ.’ye olduğu gibi. Benim seninle çekilmiş o mitinge ait
resimlerin annende keşke o zaman hemen alsaymışım o resimleri.
03.07.2012
Babanın birkaç arkadaşıyla da karşılaşmıştık. Sıhhiye’de miting meydanında
senin çalan müziklere eşlik edişin, annede seni videoya çekmişti. Neyse
işte o gün Sıhhıye de ki çok katlı bir
otoparka güç bela park etmişti baban arabanızı, o kadar beceriksizdi araba
kullanmakta, o kadar ki anlatamam. Telefondaki resimlere bakarken o zamanki 06
BE 3126 plakalı arabanızla babanın çarptığı taksiye ait resimlerde çıktı. O
resimleri görünce ... geliyorum demiş kaza, geliyorum ama ...ne fayda kim
dinlerdi beni yavrum kimmmm...kim
1.05.2012 mitingde
Annen bunu nasıl yaptı, o gün nasıl
güvendi babanın şoförlüğüne anlamış değilim. Kaç kere bana “ ... hafta ya da
ayın ... de İstanbul’a gitmeyi
düşünüyorum, aslında arabayla gitsek çok iyi olur ama...ama demişti asla
arabayla gitmem, öldürür bizi şehirlerarası yolda araba kullanmaz o.” Bir
keresinde yine “İzmir’e gideceğiz ama Cem’le olmaz araba kullanmaz ki o“ demişti ve ben de annene
“sakın “ demiştim "sakın Cem’in
kullandığı arabayla gideyim demeyin sakın”, “saçmalama Gülsen hiç tehlikeye
atar mıyım ben Can’ı, asla onun kullandığı bir arabayla gitmem şehirlerarası yola “ diyen annen nasıl
yaptı bun nasıllll.
Niye göz döndü o kadar da araba kiraladı babanın şoförlüğüne güvenip?
Gerçekten de hiç bir zaman babanın kullandığı
arabanızla şehirlerarası yola
gitmedi, hep uçak ya da otobüsle seyahat etti. Ta ki 2016 yılı Temmuzun da...
senin hayatından edecek o arabayı kiralayana kadar .
.
26.10.2012 13;54 Beypazarı'na giderken |
Anneannene "Can'ı alıp Hacı Bektaş'a gitmek
istiyorum ama Cem’e güvenemiyorum ki , o yüzden otobüsle gidelim " diyen
annen nasıl o arabayı kiraladı akıl alır gibi değil ? Nitekim 28.04.2012
tarihinde aşağıdaki video da görüleceği üzere Hacı Bektaş'a Erhan götürdü sizi.
Adağı vardı annenin, senin için kurban kesildi, alnına sürüldü o kan. 26.10.2012
tarihinde Erhan'nın arabasıyla gittiniz Beypazarı'na. Bir keresinde G.
teyzenleri eve bırakmıştı da baban ölmüş, ölmüş dirilmişlerdi, yahu yolları
bilmiyor ki, Oran'a giderken Kızılay'dan çıkar o kadar yani, dikkatsiz
demiştiler.
Hacı Bektaş'a giderken
Tüm bunları düşününce kala kalıyorum yavrum. Nasıl olur nasıl sorusu parçalıyor beynimi. Sonra bu ülkenin
insanlarını içten içe çürüten bir özelliğin,
genetik saplantı da denile bilinir yavrum, yalnızca ölüme kapıyı açtırmadığını,
yaşayanların hayatlarını da mahvedebildiğini görüyorum....onu da yazacağım
oğlum ve o zaman anlayacaksın güzel
oğlum bir hayat nasıl ölüme sürükleniyor...göz göre göre..
Evet hayat varsa ölümde var ama yavrum sıralı olmasına izin vermeyen
insanların kader belirleme istekleri, kararları. İyi, kötü bir ömür sürer
yaşlanır ölürsün olması gereken budur. Hayat ta böyle bir ölümü kapsar...ama
hele de çocukların, gençlerin ölümün de hep bir başkasının etkisi, yazgıyı
belirleme tavrı vardır. Savaş oğlum mesela savaşın kararını veren bilir ki
illaki sonunda ölüm olacaktır. İş kazaları da trafik kazaları da öyledir,
medeniyet artıkça azalır bu tür ölümler. Savaşmaz ABD’li, Avrupalı, kıymazlar
vatandaşlarına. Savaştırırlar diğer
ülkeleri seyredeler ölümleri.
Güzel oğlum; doğduğun ülkenin
topraklarında yaşayanlar; kökeni, dini, mezhebi hiç fark etmiyor hiççç o kadar
kin ve nefretle dolu, duydukları nefretle öyle bir çevrelenmiştir ki ruhlarını
ve o nedeni bile olmayan ya da anlamsız bir nedenin sonucu olan nefretlerini körüklemek için ellerinden gelen
her şeyi yaparlar.
İnan hiç gerçekliği olmayan olayları
olmuş sandırırlar zihinlere...zihne. Öyle
bir yanıltır ki zihin; bizzat kişinin kendisi yaşanan olaylara
öylesine farklı bir anlam yükler ki; hiç olmayan “mum söndürme” nasıl alevileri
kötüleyerek onlara bir nefret beslenmesine neden olmuş ve kişiler hiç
görmedikleri “mum söndürmeye” inanarak alevi vatandaşları karalamışlarsa yıllarca
ki bu mesnetsiz iddialarla Kürtler, Ermeniler, Araplar farklı olanlar nasıl
düşman hale getirilmişse işte onun gibi her evde, ailelerde, işyerlerinde de yaşanan olaylara yüklenilen var olmamış
fiil az mahvetmemiştir hayatları. Ve insanlar
için öylesine bir kara ya da aktır ki olaylar, hoşlanmadığı kişiler, karşısındakiler...o
yarattıkları nefret yüzündendir işte gri diye bir rengin olmaması...eğer gri olursa
nefret o kadar kolay yaratılamaz...o ak ve karanın verdirdiği kararlar hayatların sonudur, hayata da onulamaz bir şey yaptıran. Öyle bir
kendilerini motive ederler ki; aile abla, kardeş dinlemezler; düşman oldu mu,
ona ters gelen bir davranış rahatsız etti mi insanı; kendine zararı olacağını
göremeden yakarlar ortalığı.. Keskin sirke küpüne zarar vermiş ne umur...
Yaşasaydın seni de üzecek, ağlatacak, hayata küstürtecek kişilerle karşılaşacak ve benim şu an
yazdıklarımı anlayacaktın...etrafındaki onlarca kişinin kendini
doldurmada, kendini kışkırtmada, nefretini beslemede ne denli maharetli
olduğunu da görecektin. Hiç analiz için masaya
yatırılmadığından anlayamadığımız bir zeminde düşünen insanların yanında hep
almak isteyen bireylerden oluşan kan bağını abarttığımız bazen hayatınızda
düşmanınızın bile sebep olamayacağı yaraları açan “aile” kavramını da sorgulayacaktın belki de.
07.07.2013 |
Benim anneannem’de öyle nefretini besleyen ve suçu hep başkalarında gören
biriydi, bir kere onun kara listesine
girmeye gör; asla o listeden çıkmazdın, çocuk, büyük dinlemezdi, affı
yoktu...Köye gittiğimizde dayımın çocuklarına sırf erkek çocuğunun çocuğu diye
öyle çok iltimas geçerdi ki...Bir gün çocuk aklımla köylerde o zaman sandalye
yerine oturulan tahta bir kürsüye “adaletsiz anneanne yazdım” yazmaz olaydım
ölene kadar “sen öyle bir kızdın ki nene için adaletsiz anneanne yazdın, dedene
koz verdin. Deden bir şey oldu mu hep “torunun bile senin için bu kürsüye
adaletsiz diye yazdı diyor” derdi. Sana da bir gün anlatacaktım eğer yaşasaydın
bu olayı da...Yani torunum daha çocuk yazmışsa ne olmuş diye bir hafifletici
neden ya da niye yazdı bunu demek ki bir
şey var sorgulamasını elinin tersiyle iterdi o da herkes gibi.
Bir gün Anneannen de bana dedi ki “Allah kimseyi benim çocuklarımın
düşmanı etmesin, kardeş, baba anne dinlemezler yıkar geçerler”; kalıtımla geçen
bir anda dünyayı ters yüz edecek kadar aklı yitirmenin sonucudur seni kaybettiğimiz kaza. Ancak şehir
içinde araba kullanabilecek babana araba tutturan; babanın da “yahu ben ne
bilirim bu yolları, otobüsle gidelim ya da araba tutalım” diyemediği, arabaya
binildiğinde sana emniyet kemeri takılmasını önemsemeyen zihniyettir seni hayatından eden....bu
zihniyet yüzünden değil midir onlarca Can’nın hayatından olması, her gün...
Kim bilir seni
kaybetmeye değmeyecek hangi neden ya da hangi öfke, hangi sevdayla kiralandı o araba.
Olumsuz her davranışa, yanlışa, başa gelen acıya, yaptıkları kötülüklere bahane
bulmakta, üretmekte üstüne yoktur ya
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kim bilir neydi seni kaybetmemizin
bahanesi..kim bilir..
Hep merak edeceğim, hep
bilmek isteyeceğim babanın kazayı yaptığı o arabada o sabah, o anda neler oldu? Bunu sen, annen ve baban biliyor
yavrum. Ama ben de tahmin ediyorum sen yine emniyet kemersizdin ve yine ortada
ayaktaydın ve baban da hızlıydı...gerçeği bilen baban ve annen o gerçeği
insanlarla asla paylaşmayacaklar...eminim..
Anneannene de demişsin “biliyor
musun dönüşte sünnet olacağım”. İşte pazıları almaya Fatoş ablaya giderken yolda bana da Sünnet
olacağını söylediğinde “Allahım sünnet olduğunda ben Can’nın yanında
olamayacağım, Can hasta yatacak ben onu göremeyeceğim, ona bakamayacağım. Nasıl
yapsam? Hastaneye giderim ben de. Beni okuma bayramına çağırmayanlar hayatta
bırakmazlar ben Cano’yu göreyim belki kimseyi çağırmazlar bile , Cano’yu
alırlar hoop doğru Güven hastanesine Halbuki Pipisinde bir eğrilik var onu da
düzeltmemiz lazım demiş bir doktor öyle söylemişti Cem. Cano’nun zor olacaktır sünneti” diye düşündüm
.O hiç olmayacağını o an bilemediğim sünnetin hakkında.
Sokakta, cadde de
yürürken asla elini bırakmazdım; korkardım
ya araba çarparsa ya birden kaldırımdan
caddeye fırlarsan diye o yüzden yine elin elimde Fatoş’un apartmanına girerken
“ben asker olacağım “ diyordun “ yok yok futbolcu da olabilirim” konuşmanı
sürdürüyordun merdivenleri çıkarken. Son günlerinde askerliğe merak sarmıştın ben
“astronotta olabilirsin, mühendis” “belki sanatçı da olurum, resim yaparım”
kapıyı açmıştı Fatoş abla ”oyy Can...!hoş
geldin” sen her zamanki gibi çekingen bana sokulmuş susmuştun “ Can “ dedim
Fatoş’a “ asker, futbolcu ya da sanatçı olacakmış, Can buraya çıkana
kadar yüz kere karar değiştirdi” “Haydi bakalım Can maşallah maşallah”.
Her sabah seni
anlattığımdan yürüyüştekilere zaten hepsi senin hayranın olmuştu “içeri gelin”
“yok geç kaldık” pazının olduğu poşeti aldık işte o Fatoş ablanın abisi “ya sopanı biri aşağıya atmış aldım, sakladım” deyince
sanki define bulmuşum gibi sevindim. Gözüm gibi bakıyorum o sopaya şimdi...
Bugün, hafta başı pazartesi saat 17’de yazmaya başladım; sabahtan beri
doktordayım, vefatından bu yana ya ben ya annem hastayız, hastanelerdeyiz. Bir
haftadır anneannen hasta. Hatırladın mı
bir gün anneannen yine hastaydı, küçük odada uzanmış sen de bıcır bıcır
dolanıyordun ortalıkta, bana “Can’a çorba yapmam lazım diyerek ayağa kalkmaya
çalışıyordu” o halde.
29.10.2015 15;51 faaliyet yapıyoruz |
Ki o gün annen de evdeydi. Anneannen yavrum sana hiç ama hiç kızmadı, Niye bilmem, hiç ama
hiç kızmadı “senin yüzünden bu çocuk lafa dinlemiyor, her şeyine evet, hayat
böyle değil ki anne” derdim anneanne. Ben
sana kızdığımda da; ceza müessesesini kullanıp da çocukları hizaya sokacağız ya
özür dilemesen konuşmayacağımı söylediğimde “yazıktır, yapma konuş “derdi hemen.
“Hep onun dediği olmaz ki anne, bazen yaptığının yanlış olduğunu da bilmesi
lazım dediğimde de “ben Can’a
kıyamıyorum” derdi, güya çocuk
yetiştiriyoruz ya “ama her dediği de yapılmamalı bizim her dediğimiz, her
isteğimiz oluyor mu canım “derdik. Ne kadar da yanlış bir bakış açısı olduğunu
öğrendim seni kaybedince; ne olur yani çocuklar nihayetinde nasılsa bu hayat
döve döve öğretmeyecek mi her istediklerinin olmayacağını. Bırakalım da bari
çocukken her istekleri olsun, yani karşılayabileceğimiz isteklerinin tamamını
yerine getirsek ne değişir, sanki dedikleri yapılmayanlar çok mükemmel, yaratıcı, değişimci olmuşlar gibi.
Bizim kuşakta zaten yoksulluk her
evdeydi, her sokaktaydı öyle aşırı istek ne gezer bakkalda kutularda açık
satılan bisküvi, lokum en üst isteklerdi zaten karşılanamazdı. İstekleri yerine
getirilmeyen bizim kuşak çağ mı atlattı
Türkiye’ye?
Sen sanıyorum 4,5- beş yaşındaydın Minik
İkizler kreşine gittiğinde bir gün bana
“ kuralları hiç sevmem” demiştin. Senin
bazen büyük adammışsın gibi konuşmalarına şaşardım ben. Düşünürdüm ”bu çocuk bu
lafları nerden buluyor, böyle büyümüşte küçülmüş gibi konuşuyor” diye. ”Niye
sevmiyorsun kuralları”, “işte“ demiştin “hep kural, hep kural” anlamıştım kreşin sonraları da okulun
kuralları sıkıyordu seni ama ne yapabilirdim ki...
Bugün anneanneni doktora
götürdüm, sonra kendim gittim daha muayyene başlamamıştı saat 13.10’du ben de
Hacettepe’nin arka kısmında Altındağ da restore edilmiş eski Ankara evlerin olduğu sokağa girdim, sokağın başında
karşıma çıkan dükkanda renk, renk
sapanlar asılı... “Bir sapanımız olsaydı şu kestaneleri, şu kuşu vururdum”, “sen
sapanı nerden biliyorsun zırto” demiştim saçlarını karıştırarak. Sana hiç sapan
almadığımı anımsadım, yere konmuş sepette yanar döner küçük toplar, basit bir
düzenek içinde bulaşık deterjanı ve ucu daire şeklinde plastik sopa
üflüyorsun baloncuklar oluyor; köpük yapan alet o kadar çok severdin ki köpük baloncukları sopanın ucunu üfler peş peşe baloncuklar
doldurdu her yanımızı, sen onları söndürmeye çalışırdın. Çok almıştım sana bu
basit ama seni çok mutlu eden oyuncaktan bir keresinde Migros’ta tabancasını
almıştım, hemencecik bozulmuştu; değiştirecektik öyle kaldı....
Çarşamba günü M. dayınla yine mezarına gideceğiz sapan, top almayı düşündüm, sonra aklıma mezarına götürmek için sana aldığım evdeki oyuncaklar geldi. Ölüm yıldönümünde 2 Temmuzda mezarına gittiğimde, önceki gidişimde Kahire caddesinde hep önünden geçtiğimiz marketten rüzgâr gülü alırdık ya o marketten sarı kırmızı, bir de gökkuşağı renklerinden yapılmış rüzgar gülleri alıp mezarının üç yanına koymuştum. İşte o rüzgar güllerinden biri 2 Temmuzda mezarına gelir gelmez dönmeye başladı “sen geldiği mi bildin mi Can’o yavrum “ dedim “bildin mi” ağladım, ağladım.... Rüzgar gülünü severdin, evinizin balkonuna da ki demire de bir tane tutuşturmuştuk bir tarihlerde hem de ne zorluklarla, sen döndüğünü görünce nasıl mutlu olmuştun nasıll..
Eğildim sepetten yanar
döner küçük topları elledim, bıraktım sonra başka bir dükkana girdim Ahmet Kaya
” acımasız oldu şimdi bu hayat...kum gibi...” durdum... tezgahtar kadın
gülümsedi, deniz şarkısı.. yaz şarkısı. Eskiden sen yaşadığında Dikili’de
kumsalda akşam güneş batarken, sarı kırmızı renkler dalgalarla oynaşırken söylediğimiz şarkı. Bu şarkıyı sana da
söylemiştim. Sen, ben, anneannen, annen Dikiliye yazlığa gidiyoruz, uçaktayız,
sonra Aliağa metrosuna biniyoruz R. dayın
demişti ki “Aliağa’ya gelmeden bir durak önce Biçerova’sı durağında inin
Dikili’ye direkt giden otobüsler oradan yolcu alıyor böylece kolay gidersiniz, her saatte bir otobüs Geçer “
16.11.2015 meşe palamudu toplama |
Galiba ilk uçağa binişindi ama yok daha önce 2010 yılında binmiştin
bebektin daha o zaman. Hostesi, uçağın içini, sana taktığımız kemeri her
şeyi ince ince gözlemleyişin...her zaman dikkat kesilir süzerdin insanları, o
kadar iyi bir gözlemciydin ki izlediğin belgesellerdeki hayvanları öyle bir
taklit ederdin ki köpek olurdun sokak köpeği Romeo, iki elini yere bastırır iki
ayağınla öyle bir çukur kazardın ki köpek bile senin kadar ustalıkla yapamazdı,
hırlaman, bir aslan gibi kükremen, bir leoparın ceylanın peşinden fırlayışını
keskin gözleriyle sinsice izleyip avına hamle yapışını öyle bir canlandırırdın
ki..."haydi bilim adamcılığı oynayalım"
Nat Geo Wild’da belgesel
seyrederdik seninle, NCW yılanları gördüğümüzde ben korkmayasın diye
değiştirirdim sen elimden kumandayı kapar, tekrar NCW ‘a basardın. Fragmanları
tekrarlardık bağırarak “Pazar 21.30 da Nat Geo Wild’da”. Belki de oradan
esinlenmiştin arka fonda anlatıcıyı bilim adamı sanıyordun, en sevdiğin
oyunlarımızdandı ki birlikte olduğumuz son gün dahi bunu oynamıştık “haydi
bilim adamlığı oynayalım, kamerayı al. konuş”. Bazen bir belgesel seyrederken
ya da youtube da bir şeye bakarken "bu vaşak", "bu deniz
aslanı" derdin o kadar iyi tanırdın hayvanları...o kadar ki
hayallerinin, oyunlarının baş kahramanının hayvanlar odluğunu en iyi aşağıdaki video anlatıyor yavrum...
Son aylarında 2016’nın
Mayıs, Haziran’nın da ne garip sevdiğin
bütün oyunları oynadık, hayatının üstünden geçtik sanki, Haziran ayında raketleri
bile sordun hani kırmızı lastiği hafifçe
yırtılmış raketini ben hatırlayamadım
nereye koyduğumu, “tatile git gel, ben bulurum raketleri o zaman oynarız”... Ölümünden aylar sonra anneannen dışardaki
dolapta buldu, o akşam raketine sarılıp ağladım saatlerce ama saatlerce “niye o
gün sen oynamak istedin de ben
bulamadın, keşke arasaydım keşke balkondaki dolaplara baksaydım” kırmızı raketinin ucu hala açık
yavrum, bıraktığın gibi iki küçük sarı top...
“Haydi bilim adamcılığı oynayalım”; ben iki
elimin baş ve işaret parmaklarını birleştirerek oluşturduğum yuvarlağı kamera
gibi kullanır anlatmaya başlardım “sayın seyirciler bu bir ana aslan, bakın
bakın şu leopara bakın; dikkat, bakın
sakince bekliyor, böyle sakin durduğuna bakmayın, çevresini yokluyor evettt karşıda masum bir ceylan, gördü, bir ok gibi
fırlıyor” tabii sen benim anlattıklarıma eş pozisyonlara girerdin, yataktan
aşağıya atlardın, bir leopar gibi hole doğru fırlar salona koşardın hayali
Ceylan’nın ardından.
Dikili’ye gidiyoruz, Aliağa metrosundayız öyle bir esiyor ki havalandırma acayip, buz
gibi ortalık; sen trende kah oraya kah buraya zapt etmek mümkün değil ardında
yine ben sana mukayyet olmaya çalışan, ortadaki direğe tutuyorsun, o koltuktan
bu koltuğa.. metro da boş neredeyse yalnızca bizim için kalkmış bir metro zira
sonbahar da sanırım Eylül’dü, okullar açılmıştı gidiyoruz biz... iniyoruz Biçerova’sı durağında,
bir saate yakın otobüs bekliyoruz artık neredeyse taksi falan
bulsak tutacak haldeyiz, R.’yi arıyoruz “ sezon bitmiş onun için saatte bir
geliyor” “iyi biliyor musun” “gelecek bekleyin” geldi bir otobüs, Amerikan
filmlerinde kırk yılda bir otobüsün uğradığı ıssız şehirlerarası otobüs durağı
gibi bir duraktı beklediğimiz ve biz yine seninle dışarıdayız oynuyoruz,
annen terledin diye üstünü değiştiriyor.
Nihayet Dikili’de yazlıktayız, hemen bahçeyi tanıtıyorum tek
tek “merhaba domates bak bu Can... ”, “bak Can bu patlıcan, armut” Annen
gibi balkondaki salıncakta sallanıyorsun
yanında annen, ben ... uykuya kolay dalıyorsun o salıncakta, akşamları üstüne
bir çarşaf, bazen öğlende orada uyutuyoruz....
Klasik bütün yeğenlerime
söylediğim şarkıları öğretiyorum sana “sakın çıkma patika yollara.....o kırlara
” derken elimle karşıdaki Salihler köyünü çevrelemiş dağları işaret ediyorum “haydi gel patika
yollarına gidelim.”
Bizim eve bitişik Kırıkkalelilerin
oturduğu Petek kent sitesinin yanından
uzakta; bir gün orada hayatının sonlanacağını aklımızdan
geçiremeyeceğimiz şehirlerarası
Çanakkale yolunu hayal meyal göreceğimiz tarlalara doğru yürüyoruz, sen
çiçekler topluyorsun ben “patika yolu işte burası” diyorum şarkıyı söylerken..
İpek hanımın
çiftliğinden kargoyla yiyecek getirttik annenle, öyle bir ayarladık ki biz eve
geldiğimizin ertesi günü geldi kargo, babam haliyle kızıyor “burada bu kadar tarla, taze sebze var” “her yeri ilaçlıyorlar, sen bile ilaç
vuruyorsun, yedirmeyiz Can’a, ben de yemem “ diyoruz, mısırları haşlıyorum
sana, salatalık dolmalık biber, annem süt alıyor yoğurt yapacak. Asma
yaprağında sardalya yapıyoruz. Tüm yeğenlerimle yaptığımız gibi salonun ortasın
örtü seriyoruz sonra malzemeler kurabiye yapıyoruz. Hamuru yapmana izin var,
nasılsa dökülse çabuk temizleniyor yazlık. Sabah erken kalkıp hoop televizyonun
karşısına çizgi film..
Sivrisinekler ısırmasın
seni aman, akşama doğru uzun kollu tişört pantolon ve tabii saatlerce park, kum
dökülmüş park, seni sallıyorum ben tıpkı Ankara’daki parklarda ki gibi “güle güle haydi bakalım
doğru Paris’e, Amerika’ya, şimdi de İtalya’ya hoşça kal, bulutlara değiyorsun aman dikkat”
sen gülüyorsun, kahkahalar atıyorsun “daha yükseğe Gülsen, daha ..”
Denize giymiyorsun
kıyıdasın hep, kumdan kaleler yapıyoruz bir telaş, kovana su dolduruyorsun ama nasıl
olacaksa ayakların da suya değmesin istiyorsun. Evde bir saat önceden
kremliyoruz seni, salatalıklar, mısır, kurabiye, su, peçete ihtiyacın
olabilecek her şeyi dolduruyoruz çantalara; ama kova yok; nerede ; koşuyorsun
kaysı ağacının altından küreğiyle getiriyorsun; doğru sahil, ayakların kuma
değer değmez yanıyor ya öyle bir koşuyoruz ki ıslak kumlara doğru seninle,
terliklerimizi fırlatıp ayaklarımızı deniz
suyuyla ıslatıyoruz, denize yakın sakin
bir yer arıyoruz, kollukların her şeyin
var ama korkuyorsun annemin, benim,
annenin kucağında giriyorsun denize ayaklarını, saçlarını deniz suyuyla
ıslatıyoruz kıyameti koparıyorsun, bırakamıyoruz hiç denize.
Ben ve sen kıyıya yakın
hani ince bir hat çizer ya kumlar sahilde kuru kumla dalganın vurduğu yerdeki
ıslak kumları ayıran işte bizde sınırda popomuz kuru, ayaklarımız ıslak
kumlarda oturuyoruz; çapkın dalgalar ayaklarımızı yalayarak geri gidiyor ben sana klasik şarkılarımı söylemeye
devam ediyorum ” deniz ve mehtap sordular seni.. bira avuç su verdi elime”
derken elime deniz suyu alıyorum muhtemelen sen de “manyak ya bu teyzem
diyorsundur.” “bak bak uzakta beyaz bir gemi, yelken” “ah o gemide bende olsaydım...” bir gün baktım sen salonda söylüyorsun “ah o
gemi de bende olsaydım....” sevmediğin tek şarkı “takalar geçiyor allı yeşilli”
.
Hep yaptığım gibi şarkıları söylerken hareketlerimle şarkının mevzusunu canlandırıyorum, bir gün elime şemsiyeyi alıyor
açıyorum Türk filmlerindeki gibi omuzuma koyuyorum başlıyorum çevirmeye ”
katibime kolalı da gömlek ne güzel yakışır “ sen hopluyorsun etrafımda
şemsiyeyi yakalamak için “ben de , ben de “ veriyorum taklit ediyorsun yaptıklarımı.2016 yılı hayattaki
son yılınmış meğer işte Mayıs ayı bana durduk yerde o şarkıyı söyle diyorsun
hani var ya bildiğin on tane şarkı söylüyorum "yok" sonunda
"hani kız vardı ya" diyorsun. Ben “ bak bir varmış bir yokmuş eski
günlerde”; “ha bu” diyorsun. Şarkıyı söyleyerek sana yaklaşıyorum “delikanlı
yaklaşmış ne kadar güzelsiniz” uzaklaşıyorum “fakat siz de kimsiniz” birlikte
canlandırıyoruz şarkıyı.
2016 Haziranı Dikili’ye
gideceksin sana dedim ki “seninle şarkılar söylemiştik hatırladın mı söylemeye
başlamıştım bunları söylemeyi unutma sen öyle çok hatırlar gibi de bakmamıştın
yüzüme; yalnız “takalar geçiyor allı yeşilli” yi söylediğimde “ayyy iğrenç “
demiştin. 2016 Nisan sonu Mayıs başı senden önce Dikili'ye gittiğimde ki gitmez olaydım...gitmez
olaydım... sana "senin için bahçeye sebzeler ektim; karpuz da ektim Can'o; onları sula oğlum, unutma yıldızlara bak
geceleri ben sana selam göndereceğim yıldızlarla".. “sen de gel”...Beni
hep yok edecek, parçalayacak, ölene
kadar aklımı kırdıracak o cümle “ sen de gel.....”
Sen benim ilk, tek ve son ve yalnız aşkım; hortumla sulamayı pek severdin
bahçeleri, parkları, denize girmez, banyo yaparken ortalığı ayağa kaldırırdın
ama suyla oynamaya bayılırdın, su tabancanla ıslatırdın beni ki Dikili’de sana
bir de su tabancası almıştık, bir yerde hortumla sulama yapa birini görsen
dikkat kesilirdin bende ya Lozan Park'ta ya da karşımızdaki İsmet Camuzoğlu parkında
çimenleri sulayan görevliye "amcası
Can'da biraz sulasın mı " der hortumu isterdim.
Sen büyük bir iş ciddiyetiyle sulamaya başlardın. İşte
Dikili'de de o 2012 yılının Ağustos sonu Eylül başındaki tatilimizde büyük bir hevesle de yazlığın
balkonunu annenle yıkardın, eline süpürgeyi alır, çekme kürekle suları çekerdik
birlikte dış kapıya kadar. Bir gün bir baktık balkonun dış duvarlarını baştan
sona küçük salyangozlar istila etmiş,
seninle hortumla su tutuk üzerlerine
temizlemeye başladık ama çok zor oldu
çünkü öyle bir yapışmışlardı ki duvarlara. Bahçede toprakla oynardın sen,
balkondan seyrederdim seni.
Balkon duvarına çıkar şarkılar söyledim sen de
balkonda çıkmak isterdin korkardım ama elini tutarak yürütürdüm. Bir de
sinekler sineklikle av zamanı; elinde pembe eski sineklik şappp duvara, kara
sinekleri öldürme harekatı o harekatın komutanı Can’o...Her şey iyi hoştu da
dedo’nun su parası çok gelecek diye “yeter da, daybeter da su, su bitti su yok “
kızgınlığı musluğu kapatmaya kadar varan
öfkesi bu oyunlara ara verdirirdi.
Akşamları odana bakardık sivrisinek gizlenmiş mi diye oyuna çevirirdin pat
pat perdelere yataklara vururduk saklandıkları yerden çıksın sivrisinekler.
Öğlenleri ara sıra güç bela uyuyorsun
sırf denizin hatırına, “uyu kalk ki denize gidelim”. Yatınca sen odanın kapısını
kapatıyoruz, kalkarsın duymayız sen merdivenlerden inmek istersin düşersin diye
ödümüz kopuyor. Sen de çocuk merakı çıkmak istiyorsun dubleks evin yukarı kata
çıkan merdivenlerden, iki elini basamağa
koyarak, bir maymun gibi çıkıyorsun sonra oturarak iniyorsun tabii arkanda
mutlaka biri oluyor, elimi tutuyorsun çık, in...çık, in.
Sen televizyonun
karşısındaki kanepede oturuyorsun ben de sana şov yapıyorum; elime aldığım herhangi bir şeyi
mikrofon gibi tutup bir şarkıcı gibi en üst merdivenden yavaş yavaş şarkımı bir şarkıcı edasıyla söyleye söyleye
iniyorum “"wantera mea, aio vantermea" kim söyler kimin şarkısıdır
bilmem ama yıllarca söyledim her
yeğenime ;tabii ki sende aynı şeyi yapmak istiyorsun, yapıyorsun da merdivenin
alt basamaklarında.
Birkaç kez akşama doğru Panayıra gidiyoruz; çocuk arabası da yanımızda
yorulunca oturuyorsun, sana masal kitabı, dondurma alıyoruz...her şey sana göre
ayarlı, kahvaltı öğle yemeği, akşam yemeği, bazen gece uykun gelmiyor koşup
odandan anneannenle benim yanıma geliyorsun, boğuşuyoruz yatakta “haydi zırto
yatma vakti”, annenle kıkırdamalarınızı duyuyorum “uyuma vakti”, “kapatın
gözlerinizi uyuyun artık”...annen sessizce "Gülsen kızıyor artık
yatalım" diyor.
Uyumayı hiç sevmedin
hiç, kreşte uyumazdın bana gelir uyumadım derdin göz mü kapadım derdin eziyetti
kreşte uyku saatleri senin için. Belki de o yüzden çok sevmedin kreşleri, Minik
İkizler kreşinde Güliz hanıma uyumasın dedim uyumak istemiyorsa uyumasın. O
yüzden anaokuluna gidince çok sevindin uyumak yok diye. Evde sana baktığımızda onca
uydurduğum, okuduğum masal, “Can bak
kolların diyor ki ah bu çocuk bir uyusa da ben de dinlensem, gözlerin yoruldum
artık bakmaktan azıcık kapasa da Can
kalktığımda daha güzel baksam her
şeye diyor yavrum, yoruluyorlar ellerimiz, kollarımız, ağzımız, kalbimiz. Onun
için uyumalıyız” açıklamalarım da yok değildi.. uykunun büyümeye yardım
ettiğini uyursak daha çabuk büyüyeceğini anlatmam falan nafile sen benim uyuman
gerektiğine inandığımı ve uyumadan seni bırakmayacağımı bildiğinden sonunda
dayanamaz “uyuyamıyorum” derdin. “Kucağıma alayım mı”,“ al”
Nerede bakıyorsak sana
yani ya sizde ya bizde alırdım kucağıma uykun gelsin diye istisnasız en az bir
saat dolaştırırdım seni. Başını omuzuma gömerdin, ayakların sallanırdı ben kollarımla
sarardım kısık sesle “dı lori, lori” ve favori şarkım “başını göğsüme yasla Can’o.. o güzel saçlarında dolaşın elim...”,
“zeytinyağlı yiyemem aman” söylerdim. Anneannenin repertuvarıysa klasik
türkülerden “yeşil ördek gibi”, “kışlalar doldu bugün”..lerdi. O gün seçtiğim tek
şarkıyı ya da iki şarkıyı aynı tonda söyleyerek uyutabilirdim eğer değişik
şarkılar söylersem dikkatin dağılırdı uyumazdın.
Sizin evdeysek annelerin
odasında yatırırdım seni gözümde komidinin üstündeki siyah çerçeveli masa saattin
de 10, 15, yarım saat geçer sen hala uyumazdın, seni gezdirmekten yorulur gücümde tükenmek
üzere olurdu kızardım “kapat gözlerini eeeee haydi”. Annenin
yatak odası, hol, bazen babanın çalışma odası, senin odan yavaş yavaş dolan da dolan. Bizim ev Allahtan
daha büyüktü benim oda, hol en çok dolandığım yerdi zira hol karanlık oluyordu.
Büyüyünce ağırlaştın, seni taşımak çabuk
yorduğundan beni bu defa da yatağın ucuna oturur başını sağ koluma koyar,
diğeriyle de sarar sallardım seni kollarımda ya da bacaklarıma koyduğum yastıkta sallardım.
Bazen bu sallama o kadar uzun sürerdi ki pes etmeden bir adım öncesi bacaklarımı
kurtarır yastığı sallardım, numaradan gözlerini bir kapayışın vardı gülerdim ve
sen benim güldüğümü görünce yüz bulur hemen açardın gözlerini gülerdin ya da yastıktan kurtarırdın kendini
o gün sen kazanırdın “tamam haydi uyuma
derdim, kalak anlaşıldı yatmayacaksın.. Sonraları üstelemez oldum bende annemde
"yavrum büyüdü artık uyumaz " diyordu.
“Uyu kalk parka gidelim,
uyu kalk boya yapalım, uyu kalk faaliyet yapalım, uyu kalk dışarı çıkalım” gibi
lütuflarım rağmen çoğu kez uyumazdın, kızardım sana uyumadın diye önce suçlu
gibi sinerdin televizyonun karşısına geçerdin
iki dakika sonra gelirdin “oynayalım mı” ya da “çizgi filmi aç”
kızgınlığım geçerdi akşam annene şikayet ederdim “uyumadı” o sakin bir biçimde
“olsun derdi” uyumamana hiçç kızmazdı annen, anneannen gibi.
Sen de bunu bildiğinden anneannene koşardın zira anneannen ben seni uyutmaya çabalarken sessizce bekler
ama epey zaman geçince senin uyumadığını görünce “günahtır zorlama uyumak istemiyorsa uyumasın yeter “derdi sende hemen “ doğru diyor “der kurtulurdun
benden ama bu defa da ben anneme kızardım “bırakmıyorsun ya tam uyuyacaktı
.Anneannen seni hiç yatıramazdı hiç kırk yılda bir yatırabilirdi .Anneannen sabahları annen işe gitmeden size gelirdi bende evdeki işleri hallederdim öğlene doğru size gelirdim. Anneannenin fi tarihinden kalma türkülerini hiç sevmedin”
yeşil ördek gibi”, ama birini yukarıdaki videoda olduğu gibi ezberlemiştin “Cano’nun
beşiği camdan” .. “atem tutem men seni” söyleyince “annem de bunu söylüyor”
derdin, bir de “karlar düşer düşer düşer ağlarım...”
Ben beste yapardım sana,
uydururdum şarkı sözlerini, sen da alışkındın zaten benim şarkı bestelememe, şarkı sözleri uydurmama. Ev
kuşu diye bir program vardı orada sunucu "merhaba aşkım, nasılsın tatlım,
iyiyim aşkım " İzlediğimde ki ne zaman ilginç şeylerle karşılaşsam hemen
aklıma gelirdin, bunu Can'a söylesem, yapsam diye, servisten aldığımda dedim ki
"Can'o sana şarkı besteledim. Bak
dinle "Merhaba tatlım, nasılsın aşkım". Beğendin mi, başını salladın.
buraya konacak uydurduğun şarkı
Ertesi gün seni servisten aldığımda bana “Gülşen ben de bir şarkı yaptım”
“ayy benim oğlum bana beste mi yapmış, merak içindeyim, haydi söyle bakalım”
“merhaba tatlım, nasılsın aşkım , iyiyim tatlım” "aferin oğluma çok güzel olmuş
öptüm yanaklarından” şarkı söylemeyi
seviyordun, şarkı uydurmayı da benim gibi. Annenle seni piyano kursuna
yazdırmayı düşünmüştük, mahalledeki bir arkadaşımızın piyano hocalığı yapan kocasına götürmüştük bir cumartesi günü. Piyanonun
başına oturmuştu seni sen meraklı bir biçimde parmaklarını gezdirmiştin
tuşların üzerinde “ yeteneği var” demişti ama annen vazgeçmişti. Teyzenin evine
gittiğimizde de ellenmesinden hoşlanmadıklarını tahmin ettiğinden çaktırmadan kuzenin
gitarına illa ki el sürer, tellerini çalardın.
Denize girmedin 2012 de birlikte
tatil yaptığımızda, yüzmedin aldığımız deniz gözlüğünü takıp kıyıya yakın bir yerde denize bakardın.
Bacağında bir morartı acıyor diyorsun su döküyoruz, deniz anası vurdu diyorlar.
Bir de deniz kabuğu topluyoruz her denize girdiğimizde bir torbayı doldurmuştuk ...
Şu anda hangi sene olduğunu hatırlamıyorum zira bütün resimler ve videolar
annende; o yıla ait bende tek bir resim yok ama galiba ya 2012'ydi. Çünkü Duru ve dayın gitmiş ardından biz gitmiştik ve
sevinmiştik bu sene evi temizlemek zorunda kalmadığımıza zira yazlığı ilk açan,
temizlemek zorunda kalan perişan oluyordu.
Bir önceki yıl 2011'de de omuzunu kırdığından baban alçıya alınmış omuzunla
baban, annen ve sen yine tatile Dikili'ye gitmiştin. Anneannen o kadar çok
üzülmüştü ki omuzunun kırılmasına ki baban seni düşürmüştü, alçıda o sıcakta Dikili
de tatil yapmıştın. Anneannen sen uyuyunca düşmeyesin diye yanında yatıyormuş.
O sene o kadar koştuk ki kumsalda
bir boydan, bir boya... 2016 ya da 2015 evet 2015 yılı tatile gittiniz annenle sen yalnız bir otele
gitmeden bana servis şoförünüzün adını
söylemiştin Seyfettin di galiba bakıcı
kadın da Gül’müydü hatırlamıyorum; bana dedin
ki “Seyfettin abi bana deniz kabuğu
getir dedi ben de olur dedim “demiştin. Severdin deniz kabuklarını ” deniz
kabuğunu kulağımıza dayardık, dinlerdik..bak dalga sesi duydun mu Can! sen daha
bir dikkatli dinler “hıhı duydum duydum “derdin.
Şimdi senin ölümünden
önce topladığın son deniz kabuklarını getirdi bana M. dayın, onları sevdiğin
küçük kutu vardı ya içine koydum, üzerini streçledim, bilgisayarım yanında o
kutu .. bak dalga sesi duyuyor musun Can’o.
Akşam üstleri karanlık
olmadan Hidayet hanımın evine yakın parka giderken yol üstündeki rögar
kapağının deliğinde içeri taşlar atıyor, kulak kesiliyoruz acaba ne sesi duyacağız?. Bir de karıncalara
pek bir meraklıyız” çok çalışkanlar” diyorum bak bak nasıl taşıyor buğdayı.
Karıncalar ip gibi dizilmiş sen nereye
kadar gidiyorlar ya da nereden geliyorlar keşfe çıkıyorsun onları izleyerek.
Ahhh yavrum ah o keşif merakın ahhhh..
Sonra hastalandın, bir
koşu Dikili doktor, enfeksiyon kapmışsın, antibiyotik ben okaliptüs yaprağı kaynatıyorum
ama korkuyorum sana bir şey yapar diye azıcık içiriyorum. İki üç güne kalmadı
düzeldin. Dikili'ye gezmeye gidiyoruz denize yakın sahildeki kafelerden birine
giriyoruz, denizin ortasına doğru bir iskelesi var masala koymuşlar annenler
otururken ben ve sen aşağıya iniyoruz, taş atıyoruz denize, bak bak diyorum
balıklar, cam gibi denizde oynaşan balıkları görüyorsun, girdiğimiz cafe de bir
akvaryum var. Sen tost yiyorsun, kalamar
, midye tava sonrası Roma dondurmacısı, dondurma sefası; geziyoruz sonra
dolmuşa binip siteye geri dönüyoruz. Bunları yazarken en çok yavrum o anların
resimlerini annenden almadığıma yandım.. birlikte yaptığımız tatile ilgili tüm
resimler, videolar hep annende.
Tatil bitti, anneanneni bırakıp orada bir taksi tutup İzmir’e havaalanına doğru
yola çıkacağız. Son gün baktık İzmir’de oturan R.dayın geldi önce zeytinliğin
olduğu tarafa girdi , bize de “merhaba “ dedi, ağaçlara bakıyor zeytinler ne
durumda diye, biliyor da bizim gideceğimiz. S. hanımda bizi uğurlamaya gelmiş
neyse ben bozuldum “S. hanım “ dedim bizim ailede zeytinler insanlardan önce
gelir” vay ki ne vay ben bunu der demez bir hışımla balkonda nasıl bağırıyor
sen siniyorsun “ne demek istiyorsun, sen kimsin” , “yahu ben ne dedim bu kadar
sinirlenecek” giderayak moralimiz alt üst oluyor annenle. Allahtan taksi geliyor
da... R. seni kucağına bile almadı öyle
sinirli ki seni doğduğundan beri ilk
görüşüydü sonraları da zaten üç dört defa gördün..
Güzel oğlum belki de resmi aile tarihleri anlatıldığından yüzleşme
olmadığından pek çok insan da yaptığını doğru kabullendiğinden yanlış kader
biçiyor insanlara oysa gerçek aile tarihi hiç de öyle le bebek gül bebek
değildir, toplumda ne varsa ailede, ailede ne varsa toplumda yer edinmiştir;
sevgi de nefrette, öfke de intikamda .Eğer memnun değilsek bugün toplumda bu kötülüğün
ailede sıradanlaştırılmasından, gerçeğin saklanmasındandır. Senin sitende
yaşanan olumsuzlukları da yazacağım yavrum çünkü sen o olumsuzluklarında içindeydin.
Belki insanlar bunu okuduğunda kızacaklar “aaaa ne gereği vardı şimdi bunu
yazmasının “ diyecekler ama benim yazmamam senin –yaşanan olayın ortasında olduğun gerçeğini değiştirmez
sadece başkaları öğrenmezdi yaşananı, ama öğrenerek hatanın önüne geçilir değil
mi kuzum....
Bir tanem; teyzesinin
göz bebeği, seninle denizde ilk ve son
tatilimdi benim. Bir de İstanbul’a gitmiştik ben, sen, annen; İrep’in evine bir
haftalığına. Sen dışarı çıkmak istemiyordun, taksiyle bir yere gideceğiz,
bindik taksiye “ bir ağlama ama ne ağlama geri gidelim, eve geri gidelim”
taksici ben, annen yok kar etmiyor
susmuyorsun öyle bir ağlama . Hep
tanıdık yerlerde huzur bulurdun, mekan değiştirince rahatsız oldun diye
düşünmüştük. Vapura binince de korkmuştun önce. Sonra güvertede seninle
martılara simit atmıştık “bak Can bak nasıl alıyor bak”
Otobüsle gitmiştik galiba
hatırlayamıyorum şimdi ama dönüşümüzü hatırlıyorum otobüste hiç durmadan
konuşmuştun ben ve annen nasıl mahcubuz otobüstekiler rahatsız oluyor diye. Bir
daha tövbe, tövbe otobüsle gitmeyelim diye karar veriyoruz.
Sonraki yıl üstteki videoda görüldüğü üzere 2013'de temmuz ayında sen yine
Dikili'deydin baban, annen, teyzen Gülvan
ve Taylan', İdil.2014 yılında ailecek Foça, orada önceden yer ayırdığınız otelden
ayrılıp başka bir otele gittiniz. O otelin sahibinin çocuğuyla çok iyi
anlaştığını söylemişti annen hemen hemen her gün telefonla görüşüyorduk annenle
Cano şunu yaptı, Cano bugün dondurma
yedi, denize yine girmedi..
2015 yılı annenle, bir başına Antalya'ya bir otele, bir haftalığına dönüşte
bana havuzda ne kadar eğlendiğini anlatıyorsun. Sonrası o ölümcül tatile çıkışın,
son tatilin 2016 Haziran’nın 18 de uçakla anneannenin yanına. Artık kocamansın;
daha önceki tatiller aklında yer etmemiş hayal meyal kalmış bir kaç anı var
zihninde, saat 20 gibi geliyorsun Dikiliye yazlığa vardığında "anneanne burası sisin eviniz
mi " "evet " ; "Güşen'nin evi Ankara da mı" evet diyor
annem. Benim sana tatile gitmeden bir gün önce ektiğimi söylediğim , sulamanı
istediğim bahçeye gidiyor; sebzelere bakıp "anneanne burası Güşen'nin bahçesi mi", sonra yola
bakan çiçeklerin olduğu tarafa gidiyorsun "burası Gülsen'nin çiçekleri mi? Yarın kalkıp bu
çiçekleri sulayacağım"
Güzel yavrum benim, ben
uzun yıllar günlük tutan ben sen doğduktan sonra niye günlük tutmadım anlaşılır
gibi değil şimdi öylesine hayıflanıyorum ki. İnsan her anı her söyleneni
aklında tutamıyor ki, bellek öyle bir şey ki...yerine yeni bir yaşanmışlığı
koyduğunda eskisi iteleniyor. o yüzden de o yıl anlattığın , yaşadığın pek çok
şey aklıma gelmiyor şimdi.ve ben “keşke”lerle
kahroluyorum hep...
Sana bir gün çok
uzaklara gidersem... ben sanıyordum ki senden öyle öleceğim çünkü hayat bunu
gerektirirdi “eğer bir gün çokk uzaklara gitmek zorunda kalırsam bil ki seni
çokkkk çokk seven teyzenin hep kalbindesin. Dünyanın neresine gidersem gideyim
yavrum unutma seni çokk seviyorum. Çok. Ve benim sesimi duyacaksın, ben hep
senin yanında olacağım uzaklarda olsam da” . Neredeyse hafta da bir derdim sana
“bu dünyada gülsen en çokk kimi seviyor” ellerini iki yana kocaman açardın
“beni” derdin. Ben hemen sarılırdım sana “evet seni, Gülsen bu dünyada en çok
Can’o yu seviyor..
Öyle bir haldeyim ki
kuzum seni hatırlatan her şey; tek bir
çocuk sesi, tek bir yağmur damlası, terleten bir güneş, düşen bir at kestanesi,
kozalak, ağaçtaki bir elma, kiraz, tezgahtaki karpuz ki sen çekirdeksiz karpuzu
severdin " annem çekirdeksiz karpuz aldı beğendikten", "ben ama
çekirdekli karpuz daha faydalı" diyerek tabağa koyduğum karpuzun
çekirdeklerini temizlerdim ve çok korkardım yanlışlıkla çekirdek boğazına kaçar
da boğulursun diye...tek bir dokunuş, davranış kanatıyor tekrar tekrar beni.
Her şey de seni hatırlatıyor, kuaför Hüseyin, bahçesinde kedi aradığımız şu
apartman; hele de lavaş ya da pideyse alır almaz yemeğe başladığımız ekmek
aldığımız Gümüşhane ekmek ... her şey ...Her şeye seni hatırlatıyor...
Anneannenle sebze almaya dışarı çıktık yürüyoruz baktım sokakta bir adam
elinde bir kasa böğürtlen bağırıyor "böğürtlen"; kala kaldım hemen
hatırladım. 2015 yazıydı, Ağustos'tu sizin evden bizim eve gelirken;
evlerimizin olduğu Layoş Koşut caddesinde
karşılaşmıştık yine böğürtlen satan bu
adamla; kaç lira demiştim "paketi
beş" almıştık. Daha yolda yemeğe başlamıştık Allahtan tatlıydı; sana dönüp
Hansel ve Gretel masalını hatırladın mı işte Hansel ve Gretel'in toplamak için
ormana gittikleri meyve bu yani bu masal meyvesi yavrum demiştim "Bu mu,
çok güzelmiş"..
Sensiz dönüyor yavrum ya
bu dünya...sen yoksun yaşıyorum ya
ben... anlayamıyorum... bitiyorum...sararıyorum gün be gün kimse fark etmiyor benden
başka sarardığımı... acılar da ne kadar sessiz,
sedasızmış sen ölene dek bilememişim..
Sen yaşadığında da güne, aya, yıla hep hüzün, hep insanı
öldürmeye, öç almaya kışkırtan acılar vururken ben mi görmedim...görmek
istemedim o sesiz matemlerin tınılarını,
o kaybedişlerin yalnızlığını.
Şimdiyse
karşımda dağıtan...sarartan...fotoğraflarda kalan çocukluğunla ne
ben eski ben; ne de Ankara,
eski Ankara... belki de başladığım yerdeyimdir...kim bilir ki...ben
bilmezken... ...kim bilir