16 Aralık 2012 Pazar

Sessiz Juliet’lerimiz vardı, bizim de

Ayaza vurmuştu şehir. Sen ölüyordun; “50 gün yattım…. 50 gün… dile kolay… bir avuç kalmışım ….. onca gün bir doktorun aklına bile gelmedi…  düşünsene”yle şikayetlendiğin Hacettepe hastanesinin onkoloji servisinde.
Sen ölüyordun. Ben, habersizdim bundan. Az sonra mesai  bitecek, insanlar yine doluşacaklardı vitrinlerini yılbaşı ağaçları, tavanlarını, merdivenlerini renk renk toplar, kurdeleler, yıldızlarla süslemenin kasveti silemediği alışveriş merkezlerine.
Sen ölüyordun. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Birileri Sakarya’daki balıkçıda  “… kilo Hamsi” tarttırır, birileri yılbaşı için Roma’ya, Paris’e, yurt içinde güneyde bir otele rezervasyon yaptırtır,  kadın nüfusun %70’ini oluşturan evlerin hizmetlileri ellerinde çay “Beni Affet” ya da  “Unutma Beni”yi seyrederken; kalbin durmuş senin.  Yarım saat. “… çalıştırmışlar… yapacak bir şey kalmadı …”  dediğinden doktorlar “annesini çağırmışlar Sivas’tan” diyor telefondaki ses, üç yaşındaki yeğenimin “Ecem, bana senin evin yok dedi” bağırtıları arasında.
Sen ölüyordun. Belki soğuyordun yavaş yavaş. Soğuyordu şehir. Soğuyordum elimde telefon ben de. Şehre kar yağıyor “3 Aralık 2012 Ankara’da kar yağışı” entry’leri, tweetleri dolanıyor sosyal medyada. Telefon elimde ben, öylece bakıyorum kara; boş, boş. 
Sokaktayım. Acıları umursamadan arabaların farlarıyla oynaşan karı; kamçı gibi yüzüme yüzüme savuruyor rüzgâr. Kanıyor yüzüm sanki. Kanıyor işte. Ağlıyorum ben “ölüyorsun” diye. Yok, yok, yokkk gelemem hastaneye; ilk yaşam kırıklığında dudağı bükük bir çocuğunki gibi incinmiş,  solmuş benzine bakamam. Bakamam ben. Bakamam çocuklarının, eşinin yüzüne.
“... böyle yaşanmaz… yerimden kalkacak takatim kalmadı…kalkabilsem.. şu pencereden atlayıp intihar edeceğim…. pes ettim ben…., “li  titrek, ağlamaklı sesini duymamak için son günlerinde, seni arayamayan ben gelemem, gelemem; öyle biçare, öyle kırgın, öyle erimiş, … öyle…öyle… ölmek üzereyken sen, yanına.
Açamadığım o telefon için; senden önce yakalandığım kanser, yeni geçirdiğim beni kanserden beter eden ameliyat yüzünden herkes gibi sende “ hiçbir şeye üzülme ” dediğinden affederdin beni, biliyorum. İnsan nasıl da kendini düşünüyor değil mi? Oysa ölen sensin; bütün hayallerini kaybeden… bir daha gökyüzüne, ….. caddeye bakamayacak… geri kalanı yaşamayacak olan; sen.
Akşamın yoğun insan, araba, ses trafiğine karışıyor  “Ölüyor, ölüyor”lu hıçkırıklarım. Zayıflatıp kocaman yeşil gözlerini, elmacık kemiklerini ortaya çıkaran kanserin sararttığı o güzel yüzün geliyor gözlerimin önüne; odanı zorlanarak adımlarken söylediklerin “….sıyırmalıyız kanseri...senin  kemiklerin de bu kadar ağrır mıydı ???? ”  Her soruna sen  rahatla diye “ Evet …… kemoterapinin yan etkileri, geçer” derdim…geçmedi.
Konuştuklarımız hücum ediyor dört bir yanıma, ağlıyorum. Kavşakta garip garip bakıyor insanlar; ben ağlıyorum. Ağlıyorum, ağlıyorum, …,.ahhhhh,  ah Allahım, ah Tanrım…ahhhh….ölüyor.
Yaşamımız boyunca bize kulları değilmişçesine aldırmadığını bile bile medet umuyorum Tanrıdan; MEDET. Bir daha asla buluşamayacağımız, her seferinde de ”Bu park Gökçek’in olsaydı tertemizdi,  CHP’lilerin ..”dediğin parkın önünde; bir ok saplanıyor sanki ciğerime.
“Ne oldu” diyor annem panikle  “ … ölüyor. Kalbi durmuş… “ diyorum. Sarılıyorum ağlıyorum. Ağlıyoruz. En son isteğim bir teselliyken annem “… acı çekiyordu… “  diyor, diyor, diyor da diyor. ”Olsun, her şeye rağmen yaşamayı çok istiyordu …” diyorum. Biliyorum, sen, ölmemek için hâlâ direniyorsundur. Kaç kez durmuş gün içinde kalbin… hep geri dönmüşsün... Son durumunu öğrenmek için hiç kimseyi aramıyorum. Hiç kimseyi, hiç...
Ey bu topraklarda bir tek günü seni solumadan geçiremediğimiz zalım, zalım,  zalımmmm ölüm;  “ölen bizden değil ”, “Sırrı Sakık’a oh olsun”la sevindikleri ân zaten insanlıktan çıkmışları; vatandaşlarını telef ettiğini  “ … 818 Mehmetçik şehit oldu, 934’de intihar etti”,  “… süren operasyonlarda 472 PKK’lı öldürüldü”yle skor niyetine açıklayan bir devletin utanmazlığını; “Ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz” söylevindeki insanlıktan bir haberliği, küçülmüşlüğü nasıl da aşikar ettiğinin farkında bile değilsindir.
(Bilmem ki 89 yıl boyunca devlet; valisiyle,  emniyet müdürüyle Kürtlerin nedensiz dağa çıkmadıklarını, ölene ağlamayanın insan olamayacağını anca düşünüp,  anca keşfettiğinden buna şükür mü etmeliyiz.)
Sende de ki ey ölüm ; yıllardır Türk, Sünni, Müslüman olmadıklarından ötekileştirilen herkesin öldürülmesine, ölümüne sevinen; hayatını üç, dört cümleyle (hain, bayrak, vatan, …, ..) idame ettiren, Dersim’de kafalarını kestikleri insanlarla hatıra fotoğrafı çekenlerden 69 yıl sonra Hrant’ın katili  Samast’la da hatıra fotoğrafı çeken  Joseph Goebbels ekolünün temsilcilerinin; ırkçıların varlığından ta en başından haberdar değil miydin, sen?
Ey ölüm; kimsenin onaylamayacağı “içinde insanlar varken markete, otobüse molotof atmak “ eylemlerini sıralayıp; Kürtlerin yaşadığı acıları;  Ceylan’ı, Uğur’u, Roboski’yi, asit kuyularına atılanları, 30 yıldır oğlu, kızı gelecek diye kapısını kilitlemeden uyuyan anaları; sırf Goebbelsçilerin kabullendiği “terör örgütü ”nün eseri değil diye yok saydıkça; bir zamanlar Mandela, Yaser Arafat, Halid Meşal’in de “terörist” kabullenildiğini görmedikçe; bu topraklarda kazanan hep sen olacaksındır değil mi?
Ey ölüm, sana sevindiklerini göstermekten kaçınmayıp Roboski katliamını “Sayın Kaçakçı”yla meşrulaştıran Özdil’ler, Ahmet Kaya için “Yaşasaydı KCK’dan tutuklanırdı”yı yazabilen yayın yönetmenleri  yazmaya; Van depreminde ekranlarda ”….herkes haddini bilecek….”le esip gürleyen  Müge’ler, Duygu’lar hâlâ programlarını sunmaya devam ettikçe, tanımadıkları  çoluk,  çocuğu  “terörist” likle ithamladıkça,  hep ortalıkta sinsice dolaşacaksındır değil mi?
Ya siz Özdiller, Mügeler;  8 asker 10 PKK’ lı öldürüldüğünde elde toplam 18 ölü gençten başka bir şey yokken; sizler neye seviniyorsunuz; dünyayı ters yüz eden bir icat mı yaptınız, yeni bir işletim sistemi, kanser ilacı mı buldunuz? Soluklanın da bir bakın neye seviniyorsunuz siz;  ölüme, öldürmeye.
Oysa ölenin anası, babası, akrabaları olduğunu unutturan o aptalca sevinçtir de; kaybedecek bir şeyleri olsun da istenmeyen ötekini bilendirip; ölmek, öldürmek için yollara düşüren.
Hem, bu topraklarda yaşayan Kürtler dâhil tüm azınlıkların varlıklarını kendilerine borçlu olduğunu sanan, her alanda eşit yurttaşlığı Anayasalarına koymamak için bile bile direnen; hiçten kibirli Türk müesses nizamı ayakta kalabilsin diye, sebepleri besbelli bir savaşta niye gencecik Mehmetçikler,  gencecik Kürtler ölsün. Bombalanıp katledilsin köylüler, niye, niye...
Öldürülenin adına, ırkına, sanına, dinine, anasına, babasına değil bir kez, sadece bir kez bakılsaydı yaşına “Durun artık, çocuklar öldü, ölüyor” denseydi çoktan susardı silahlar.
Susunca silahlar, susunca ölüm;  gündeme hiç alınmamış bu gidişle de alınmayacak  “niye bu kadar çok yalan söyleyen, söyleyeni baş tacı eden bir toplumuz”, “bir muslukçu, bir terzi, elektrikçi niye hep yarım yamalak yapar işini onca da para ister”, “peynirde, yoğurtta kanserojen kıvam artırıcı maddeler niye kullanılır” vari günlük hayatımızı zehirleyen onlarca olguyu tartışabilir, edebiyattan, sinemadan, tiyatrodan bahseden keyifli sohbetler yapabilirdik.
Yapamadık belki de yaptık hatırlayamıyorum tıpkı bir türlü ne zaman tanıştık biz, arkadaşlığımız ne kadar “eskiye dayanıyor”u hatırlayamadığım gibi. Dertleşmişiz, ailemizi, kızdıklarımızı, …, …,  , anlatmış, anlatmışız da anlatmışız  birbirimize. Bir bakmışız ailemizden çok görür olmuşuz birbirimizi.
Şimdiyse sen ölüyordun; akşam haberleri başlamıştı televizyonlarda. M.Ali Birand soruyordu  “Erhan; Başbakan bugün BDP’lilerin dokunulmazlıkları için ne dedi?”.
Onca kelime arasında yalnızca dört harfli bir kelimeyi duyuyorum; “…. öldü …..” Gözlerim ağrıyor, içim ağrıyor, her yerim ayrı ayrı sonra hep birlikte ağrıyor. Gidip te evinde bulamamak seni, nasıl da kahredicidir; uzandığın kahverengi kanepe, annenin “kuzum arkadaşların geldi bak, sen neredesin” çırpınışları...
Yarın,  bir zamanlar her sabah uyandığın aynı oda, yürüdüğün aynı sokak, çalıştığın aynı daire,  yemek yediğin mutfak aynı dururken bir tek sen olmayacaksın; Eylül’ün düğününde oynamayı,  Kazdağlarında bir köyde taş ev alıp ömrüne ömür katmayı düşleyen sen, sen.
Bilirim artık, en zoru toprağa vermektir öleni. Onunla birlikte kendinden de kocaman bir parçayı gömersin; biraz ellerinden, biraz gülüşünden,  biraz aklından, biraz kalbinden koca bir parçayı. Okul çıkışı el arabalarında satılan diş kıran keçiboynuzlu,  ipe dizilmiş çoğu da kurtlu alıç kokan çocukluğunu, masallarını, yapamadığın devrimi, türkülerini, rakıları da gömersin, birlikte.   
Sen gittin…zaman döndü… döndü  yine de  dünya….gün döndü…yıl ha döndü, ha dönecek. Hâlâ mesaiye koşuyor işyerindekiler, cebinde taşıdığın föyleri imzalıyorlar, yine yetmiyor maaşlar. Hâlâ operasyonlar sürüyor, ölüyor gençler hâlâ. Herkes de aynı şeyi söylüyor;” hayat bu, savaş bu” İyi de hangi hayat, hangi savaş temizdir içinde ölüm,  katiller, zülum varken.
Benim narin mi narin, iyi arkadaşım,  kardeşim. İnsan yakmanın, nefretin insanlık suçu sayılmadığı bıraktığın yerin Cumhurbaşkanını bile zehirleyecek kadar kötülüklerle; ölümlere sevinen kötü insanlarla dolu olduğunu bilerek gittin sen. Bir öteki olarak sende bilirdin; sessiz,  sedasız göçen Juliet’lerimiz, Romeo’larımız vardı bizimde; sevdalarını “anlatmayı beceremeyen”, hikâyeleri bilinmeyen, bilinse de yazılmayan.
Böyle de geçmemeliydi yıllarımız. Hayatımızın baharları, yazları,  kışları… böyle kırık… böyle hüzün yüklü... böyle 1400’lü yıllarda “Coğrafya kaderdir” demiş İbn Haldun’u haklı çıkaran ölümlere gebe.
Her bir insan ölümünde şehir,  şehirler ölüyordu usul usul; ne ” Gülhane parkındaki ceviz ağacı”,  ne bir başkası, ne de kimseler farkında değilken bunun ve  hayat da yine  fütursuz bir genç misali yanımızdan geçip gidiyorken; söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?

13 Ocak 2012 Cuma

Boynuma sarılma hevalım, benden sana geçer ölüm

Dışarıda  tam da  olması gereken biçimde, tane tane, usul usul yağarken kar, senin gibi duymasam beti benzi sararmış bir annenin; Felek Encü’nün  “Biricik oğlumu nasıllll benden aldın, hakkınız var mıydı Tayyip bey…..“  sesini, her şey  nasıl da olması gereken gibiydi.

Savaştan, yoksulluktan arınmış hiç olmadığı kadar taze bir hayattın hayalini kurmanın bile çok görüldüğü, egemenler / onların yakınları hariç, insan hayatının beş para etmediğinin her gün,  illaki de bir olayla kanıtlandığı  Welat’ın  Roboski köyünde; 19’u çocuk 34 köylünün toplu  gömüldüğü mezarlıktaki o ses, o seslerdeki yakıcılık her şeyi ama her şeyi nasıl da  bir ânda dağıttırır, üşütür kalbi  de attırtır te dağlara.

Hangi insana, kime, ayaklardaki botların dışına taştığı battaniyelere sarılı, traktörle, katırlarla taşınan  34 cesedin görüntüsü; insanlığa, geleceğe, kendi hayatına dair umutlar besletir ki.

Kapat televizyonu, bilgisayarı, telefonu. Açma kapıyı, pencereyi. Kıvrıl bir koltuğa.Var say ki Paris’te, Berlin’de, Londra, Newyork’dasın. Devletinin “operasyon kazasına”  kurban esilmeyeceğinden emin ışıl, ışıl caddelerde dolaşırken; derdinde; sosyal yardımlardaki kısıntıyla, dışkısı heykellere zarar verdiğinden güvercin  besleyip, beslememeyi tartışmak  olsun.

Oysa sanal bir medeniyetin yaşandığı Türkiye’de öyle yalanlara, öyle görmemeye, öyle duymamaya  gark edilmiştir ki her şey; geçmişteki diğer katliamlar gibi “Uludere katliamını” da görmek istemeseniz görmez, üstüne öldürülenleri suçlu bile çıkarabilirsiniz.

He gülüm, he babam, orta yerdeki  34 ceset, toplu insan öldürmek demek olan katliam değil de ne demekse, bu defa; vatanında; kaç yaşındaysa o kadar yıldır onlarca   insanın öldürüldüğünü görmüş, bombayla parçalanmış ciğerleri dağa, taşa yapışmış / savrulmuş  çocukların ; Salih (12), Erkan (13), Şıvan (14), Mehmet (15), …, …,  Encü’nün kar üzerine  sıra sıra dizilmiş cansız bedenlerinin varlığında nasıl da yuvarlanıyor bayır aşağı yalanlarınız,  “Katliam değil bu”lu mırın kırınlarınız.

Bir de 90’lardan bir kareyle yine cehennemi yaşayan Kürtler  “Türkiye’yi sevmiyor” denmiyor mu;  haber alınan katliama sabıka dosyası kabarık devletin  kılıf ayarlamasını beklerken “asgari ücreti” ilk haber yapan kanallar; ne vardı olaydı bizim de (1709-1784) “Milliyetçilik alçakların son sığınağıdır” diyen linç de edilmeyen Samuel Johnson’larımız, “Tanrı yoktur” yazan (1844-1900) Nietzsche’lerimiz dedirten suskunluk; gönderilmeyen ambulanslar;  BDP’den başka  bir partinin,  bir  Allahın kulunun “orada” olmaması bile aslında yeter de artar bile  sevmemeye, Türkiye’yi.

Geçmişte “ama onlar eşkıyaydı”; “isyancıydılar”;  “cami yakacaklardı”; “arkadan vurdular”la,   Ermeni tehcirine, Dersim, Malatya,  Maraş,  Çorum,  Sivas katliamlarına icazet veren; bugünde; TSK sivilleri bombaladığını kabullendiği halde “terörist olabilirlerdi“, “ne köylüsü, köylünün ne işi var o saate sınırda”yla 34 insanın  öldürülmesini  kutsayan  aynı zihniyet; tarihinin büyük kısmı  katliamlar, yargısız infazlar, darbelerle dolu Türkiye Cumhuriyeti  devletinin, niye bu kadar kolay katliama giriştiğinin nedenidir.Ki o aynı zihniyeti yaratan da bu devletin  ta kendisidir de.

Geçtim köyünü, ilini bile haritada zor buldukları coğrafyada var olan ”Yıllardır burada kaçakçılık yapılıyor. Asker, polis, herkes biliyor. …..Tek geçim kaynağı bu. ……. Zaten askerler rüşvetini de alır”lı  hayat şartları için ahkam kesip, iğne ucu kadar muhakeme etme gereği duymayanların sevmek için minnacık bir neden dâhi bırakmadığı  şu halde, şu ânda  bile Kürtler Türkiye’ye, Türkiye’nin hak ettiğinden  daha fazla bağlı değilse ne olayım.

Hele de katliamı “kaçakçılardı”yla savunanlar yok mu? Hani bankalardan 100 milyar doları hortumlayanların ortalarda fink attığını,  doktor,  avukat, kuyumcunun istemesen fatura kesmediğini, vergi, uyuşturucu, insan kaçırmada da dünyada ilk onda yer alındığı bilinmese paçalardan dürüstlük akıyor sanılacak anam, bacım. Zaten devlet de  kaçakçılıkla mücadelede çığır açıp  F-16’ ları kullandığından,  kaçakçıların bombayla parçalanması gayette doğal değil mi ? 

Gelelim katliamı meşrulaştırırken içinde gizlediğin Polat Alemdarı, Ogün Samastı açığa çıkmış; üniversite mezunu belki  master  da yapmış en üst düzey asker, sivil yöneticilerden oluşmuş  MGK’sı 167 Kürt işadamının ölüm listesini onaylayan,  bazılarını da infaz eden devletinin; 88 yıldır etnik kökeni, mezhebi  farklı halkına  reva gördüğü gaddarlığa, hoyratlığa ses çıkarmayan sana;

Sen; devletinin Kürtlere bakışını “Kültürel hareketleri bile ayaklanma olarak algılıyorduk ! Çünkü yetişme tarzımız böyleydi”yle afişe eden General Yalman’nın sözlerini unutup katliamı protesto edeni;  Van’da  “Çadır, çadır istiyoruz ” protestosuna katılanlar  gibi  utanmadan provokatörlük, terör örgütü yandaşlığıyla karaladığın Towers’ından, Plaza’ndan, dairenden, ofisinden ayrılıp Beyrouth Cafe’nin, Nusret’in, AVM’lerin, sıcacık evinin  yolunu tuttuğunda;

Tanrının bile unuttuğunu gösterdiği  bomba, havan, kurşunla öldürülen  12 yaşındaki Uğurların, Ceylanların, …., toprağında, iş olmadığından yapmak zorunda kaldıkları tek işi;  burada  sattıklarının beşte biri fiyatına bir bidon benzini, bir paket sigarayı, şekeri, çayı  almak için gecenin ayazında, sarp kayalar arasında kilometrelerce yolu  yürüyerek gidip gelen ve karşılığında da 30, 50 TL alan ve  Uludere de katledilenlerin 19’u  çocuktu.

Tarihindeki  katliamların hep kimlere yapıldığına, Nazım’ın “Boynuma sarılma gülüm/ benden sana geçer ölüm”ünün kimlere yazıldığına bakmayan sen; belki  farkında değilsin  diye tekrar yazsam da çocuktu onlar, çocuktu, çocuk …. mümkünâtı yok yine de  iknâ olmayacaksındır suçsuzluklarına. Sen   buyken, dedelerinin yüz sen önce neler yaptığını tahmin etmek artık o kadar  da  zor  değilken,  bu ülkede sorunlar çözülür,  işler de yoluna girer mi hiç?

He yavrum,  he kaçakçı, he PKK’lıydı hepsi. Onun içinde refah içindeyken  vatan haini genleri  “Fehman Hüseyin”i getirmek için zıpladığından geçtikleri sınırda havadan  bombalanarak öldürülmeleri de doğrudur. İstersen ulus devletlerin biricik işlerinden olan katliamlara  yeni eklenen  çiçeği burnunda  bu katliamı da  tarihçilere bırakalım !!!!!!!! olsun bitsin.

Tamam, tamam  da  demek ki  devlet  yıllardır hep böyle yapıyormuş; sürdürdüğü imha, inkar politikaları, işkencesi, adaletsizliğiyle dağa çıkarttığı,  termal kameralar, Heronlar, İHA’larla tespit ettiği gerillaları canlı ele geçirmektense, öldürmek kastıyla bombaladığı 34 köylü gibi bombalayarak  öldürmüş. Ne kahramanlık ama..

Ölüm çocukluğunun, gençliğinin  yanında öyle  uzak, öyle  uzak,  öyle uzakkkkk,  oğlu da dağda, oğlu da askerde, oğlu da kaçaktayken  “öldürüldü” haberini alan her anne gibi Roboski’de de annelerin;

 “Ne lao, laooooo,  lacê mıno delalo – be oğul, benim güzel oğlum” arkadaşlarınla  “Harçlığım olur”la hep yaptığınız işe giderken, bir garip oldum da ben  bilemedim oğul. Seni bir daha göremeyeceğimi, sarılmaya hasret kalacağımı bilseydim bavemin, bilseydim.Sarı saçlı oğlum benim bilseydim, bilseydim…. Nerden bilirdim Diyarbakır’dan havalanan F-16’daki bombaların Azrailin olacağını nereden ; haykırışları deler dağları, ovaları.

Oğlunun bebek yüzüne, kefenini açtırtıp son kez baktığında; yaptığı son konuşmayı, yediği son yemeği, giyindiği  giysileri, ellerinin kokusunu beynine tekrar tekrar kazıyan her anne, her baba, her kardeş  gibi artık Roboski’dekilerin gözlerine de yerleşecektir; kimselerin bakışına benzemeyecek sonsuz kırık, soluk o bakış.

Mevsim değişir, ay değişir, zaman da “öldürülmeseydi….”,  “ … sınıfta olacaktı”,  “…. gidecekti”, “evlenecekti”, “…”, “…” lerle,  “keşke”lerle geçip; tarih öldürüldüğü güne döndüğünde; belki siyah beyaz, belki renkli bir fotoğraftaki çocuk gülüşü, hep Kürtçe akıtacaktır göz yaşlarını yanaklardan, Türkçe’yle  susulurken.

Bir o anne  bilecektir artık yaşamadığını  bir o dağ, o tepe, bir de ölü 50 bin ev. Peki ne oldu da  o 34, o  50 bin  evin ölümü karşısında bedeni parçalanmış, kolu, başı kopmuş evladının başında ağlayan adı Mecran, adı Felek, adı Naime, adı…, adı …, olan,  hayatı  da  evladının öldürüldüğü yerde  donmuş  bir anneye köreldi yürekler de bayram yapacak hâle geldi bunca insan ?

Ne oldu da 34 insanın bombalanarak öldürülmesine kayıtsızlığın, bahaneler bulunmasının, hesap sorulmamasının  başka bir zaman diliminde de yine insanların bombalanarak öldürülmesine izin vermek olduğunu bilen bunca insanda sıfırlandı insanlık ?

Bunca insan nasıl bu kadar askerleşti de tek kelimeyle faşist  “……bir tek vatandaşımıza zarar vereceği hesap ediliyorsa, devlet gereğini yapmalıdır ve bu son olayda da yapmıştır” sözlerini  alkışlayabildi diyoruz ya tüm bu çürümüşlüklerin müsebbibi; devletin yıllara devrettiği o aynı zihniyetinin 30 yıldır sürdürdüğü; bomba, silah,  helikopter, İHA, Heron üreticilerine milyar dolarlar kazandıran savaştır.

Ölen kişinin ırkının, görüşünün, işinin onun ölümü hak edip etmediğini belirlediği Türkiye’de, insanları;Türk askeri, PKK’lı, Kürt öldü diye sevinecek, intikam için karşı gördüklerinin ölmesini istetecek kadar insanlığından çıkarmış bu savaş da; ölümcül günahlar üzerinde kurulu bu devlet medenileşmediği sürece bitmeyecek / bitirilmeyecektir.

Anlaşılan bombaladığı yerde muteberlik bekleyen devlet de dâhil hep birlikte,  hiçbir şeyin insan hayatından daha değerli olmadığını  öğreninceye kadar sürecek bu savaş,  öyle de bir döngüdür ki her ân, herkes de  bundan nasibini alacağından, bir susuşun ardına  sığınmaktan başkaca bir şeyde gelmez elinizden.

Her şeyin altında kalan barışla yeni siyahlara bürünmenin arifesinde; Türk, Kürt beraberce paçavraya çevirdiğimiz hayat da arkasında tek bir damla göz yaşını  bıraktı işte. Nokta gibi.....son ve bitti. Oysa  SON / BİTTİ  demek için ne kadar da erkendi.