11 Temmuz 2009 Cumartesi

Hatırlıyorsun değil mi ?

Baharın  “elimi, kolumu kaldıramıyorum” bahanesi seneliğine  rafa  kaldırılıp, piyasaya “bu sıcaklar, bayıltıyor insanı, hal bırakmıyor” arzı endam ettiğinde, eldeki poşetten, üstteki giysiden kurtulma telaşında, hanımellerinin bahçe kapılarını, demirlerini sarmaladığı sokakta ilerlerken, apartman duvarına oturmuş, kaldırımı işgal eden gençlerden sevimli kız “Amerika’daki  üniversiteden  kabul gelmiş.Yıllık  20 bin dolar.Çok para, gidemiyor tabii ki ne ” diyor.

 “Türkiye’den ucuzmuş.Emre’de balıkçı olacakmış“ derken tek kulağı küpeli oğlan, geçmeniz için de ayağını çekiyor kaldırımdan.  “Şimdi, ne alaka.  “How I Met Your Mother”ın Barney’i gibisin Sinan efendi”yle  saçlarını çekmeye yeltendiğinde “Dinle bir”le karşı koyarken bağırıyor Sinan “İTÜ gemi inşaatını tutturabilirmiş. “

Amerika denince ilk olarak okuduğunuzu yoldaşlarınızın  bilmesini istemediğiniz  “Rüzgar Gibi Geçti”nin güneyli güzeli Scarlett O'Hara’nın Atlanta’sını aklınıza düşüren gençlerin konuşmaları uzaklaştığında, hafif, tatlı bir esintiyle,  saçlarınızda, yüzünüzde dolanacak  hanımellerine, bahara bulaşık  yaz kokusu çıka gelir. O  kokuyu  “Uyan kızım, bak, yaz da gelmiş.Tak çiçekli elbiseleri sırtına” düşüncelerinde, hoş bir dinginlikle  içinize çeker, önünüzde sarkan beyaz, sarı  hanımellerini kopartırsınız.

Elinizi sağa, sola savurdukça avucunuzda ezilen hanımellerinin  kokusuyla bahar geri gelir.Bahar gider. Sonra yalınayak dolaşılacak kumsalda şıpırdayan su sesine yarenlik edecek sessizlikler, can acıtan müzikler,  “ah seni, bilmiyor kimseler bilmiyor”lu aşkın özlendiği yaz  gelir. Sonra da “kadının hayali minnacık bir evdi / bahçesinde ebruliii hanımeli açan…” hafızanızdan aktığında  “ikocan, koklasana” komutu ardınıza baktırırken sizi, yaz  da gider.

Arkadaşları hanımellerini genç kızın başından aşağıya dökerken, hayatımızdan büyük “sosyalizm, emek, proleterya, burjuvazi, metafizik, temel çelişki” kavramlarıyla haşır neşir devrimciliğimize toz konduracak böylesi bir karenin, ayıplanacağından dar, karanlık yollarda sevgilinin kolunda yürüyüp,  şarkılar söylemenin yer edinmediği, az önceki konuşmaların yapılmadığı yeniyetmeliğimizi, sen de  hatırlıyorsun değil  mi?

Hatırlıyorsun değil mi ? Belki diğer çiçekler, nesneler  gibi hanımelinin adını da  Kürtçe, …, Zaza’ca tanımladığından, herkesinde o dili bildiğini varsayacak  masumiyetiyle ilkokula başladığında,  konuştuklarını anlamayan, cevap veremeyenler arasında “yabancı” duran,  akranları  yazmayı, okumayı sökerken Türkçe öğrenmeye  başlayanı  (akademik alanda ne derece başarılı olunabilineceğini de varın siz düşünün)  mevcut sisteme uygun birey yetiştirmekle mükellefliklerinde anlamaktan, yardımdan uzak öğretmenler yetmezmişçesine,  varlığımızı da “çocuğun mu var, derdin var”la sorun kabullenen ebeveynlerle çevrelendiğimiz kentlerin kaldırmalarında; daha yitirmemiş, parçalanmamışken benliğimiz, koşa koşa bitiremediğiniz küçük bahçelerde, tek tük Murat 124, 131’lerin,  Anadol’ların geçtiği  ucsuz, bucaksız  sokaklarda,   başka  hayallerimiz vardı bizim.

O hayalin, yüz on bin yıllık  “mevzu bahis sömürüyse, halk teferruattır"ın düsturluğunda "kira, taksit, fatura ödeme"li tek boyutlu yaşamının yoksulluğunu, barış, kadın, insan, …,  azınlık haklarından da yoksunluğunu yok edeceğine inandığımız,  ilk kez birilerini  sahiplendiğimiz,  ilk kez de birilerinin  bizi sahiplendiği, genellikle akraba, arkadaş bazen de ailenin  etkisiyle tanışıp ölesiye aşık olduğumuz peri masalının, sihirli değneği  devrim “in yoluna, mezarlarına kırmızı karanfiller koyduğumuz; yanı başımızda vurulan, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp asılan  yoldaşlarımızı  feda  etmiştik.

Dünya toplanıp gelse “bizi yenemez, kazanacağız” ruh halinde,  hayattan beklenti; para, kariyer, ev,  …, şık mobilya, araba, istediğini yeme, alma, giyme, seyahatse bu sayılanlarla, temiz sokaklar, caddeler  boyunca dizili apartmanların, villaların önünden her geçişte, bir gün o evlerde oturma hayalini  gerçek kılacak  “devrim” sonu, bizim  düzenimizde, tüm imkanlar önümüze serilip, istediğimiz  mesleği de seçeceğimizden, ne fazladan  bir, iki test çözmek,  ne  avukat, ne mühendis, …., ne mimar, ne ressam  olma planları yapmak. Ne de gelecek için, bizi hayata bağlayan devrimle yatıp, devrimle kalktığımızdan, yerleşik düzeni değiştirmekte sanki   çocuk oyuncağı bir işken,  kaygılanmak gereksizdi.

Hatırlıyorsun değil mi ? Halkın büyük kısmının sistemin kilit çarklarına egemen “küçük burjuva”lardan oluştuğu, devletin kapitalizmin ana unsuru burjuvazi dolayısıyla işçi sınıfını yaratmaya çalıştığı memlekette, olmayan proletaryanın diktatörlüğünü kurmanın “neyi devirecek, düzelteceksiniz" sorusunun cevabının "Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyeti mi, inanamıyorum"la yürek hoplatıp "açık fikirliyiz ama o kadarda değil”le  tehdit getirmesinden dahi  irkilen, hemen hemen tüm fraksiyonlarda, devrimci kesimde  yetkili, etkili  “devrimci küçük burjuvalara” kaldığını nasıl da görmezden gelmiştik.
Üzerine yalnızca “küçük burjuvaya” aitmişçesine, bütün kötü özellikler; burjuvaziye kayacak gönül, …, yalakalık, kaypaklık yıkıldığından olsa gerek, sınıfından nefret eden “devrimci küçük burjuva”ların, sınıflarından kopma adına makyaja, kıyafete, dinlenecek müziğe, sevgililerin el ele tutuşmalarına dahi karışarak  neyin iyi, neyin kötü olduğunun kararını, kendilerini yönetenleri örnek alır gibi faşizan bir ikilem yaşamadan vermeleri, belli kalıplarda giyinmeyi, hareketi, düşünmeyi de beraberinde getirmişti. 

O yüzden devrim için çabalayan  “küçük burjuvaların” gelecekte az bir kısmının sınıf atlayıp diğerlerinin yine  küçük burjuva kalacağını bilemediğimiz geçmişte, duyulduğunda dellenmemenin  imkansız olduğu  “küçük burjuva”, “sekter”  gizli öznesiyle yargılanmak “devrim günü seni barikatta göremedim yoldaşım” sendromundan beterken, farklı hayal, bakıştaki  sevgiliye “dev gibi sevgilere, mezar bile olamaz“la öfkelenmede  belki de yıkılmışlığın gizlendiğini, küçümsenen  hayalin  odağındaki  bir şairse, sizi ölümsüz kılacak şiiri yazacağını  dillendirmek de kimsenin harcı olmayacaktı.

Hatırlıyorsun değil mi ? Biz “genç devrimci güçler” bir yandan HANÇERLİOĞLU’nun  felsefe sözlüğüyle  “Marksizm-Leninizm”i öğrenmek için listelenmiş onlarca kitabı okumaya uğraşırken, diğer yandan da olayların, kişilerin bağlı olunan fraksiyona göre yorumlandığı  eğitim çalışmalarında,  ENGELS’in  “Doğanın Diyalektiği”den “Göksel cisimlerin hareketinde, dengede hareket ve harekette denge vardır (göreli). Ama özgül olarak göreli olan her hareket, yani burada, hareket halinde göksel cisimlerden….”ni açıklamakta zorlanan ağabeyleri, ablaları teori de geçmeye öykünürdük.

“Dans edemediğim devrim, devrim değildir“le değil, örtük sevdalara bezeli sempatizan ya da militanlığımızda, devrimci dünyamızın aman aman yakışıklı olmasalar da en karizmatik,  en “cool”ları bir  tartışma, bir seminer  ya da bir panel mi var,  karşı fraksiyondakileri mat edeceğine güvenildiğinden  hemen oraya taşınan, fraksiyonun  haklılığını Lenin’den, Marx'tan en şanlı alıntıyı patlatıp ispatladığından,  hayranlığımızı kazanan, bir nevi gezici teorisyenlerdi.

Bu teorisyenlerle, en az “en büyük mutluluk yarının yaratılmasında saklıdır” zira geçmiş değil “Yarın Bizimdir Yoldaşlar”daki Vaz kadar  ulaşılmazlık, sert bakışlar,  yüz asıklığı, yönettiğiyle arasında mesafe  liderliğin, yönetmenin koşuluymuş tavırlarındaki devrimci elitlerimiz bizlerle konuşmaya tenezzül ettiklerindeyse elimiz ayağımıza dolanır, utanır, konuşamazdık.

Bunların tanışlarına ya da  hoşlandıkları saçları  fönlü, kırmızı rujlu, mavi farlı gözlerin sahiplerine gösterdikleri ilgiyi “sempatizanımız yapmaya çalışıyoruz”da kamuflajlamalarıyla, hak edilmeyen parti, yönetim kurulu üyeliklerine, ekip  sorumluluklarına  atanmalarına  yönelik yapılmayan itirazları  “davaya kazanmak lazım”la savunmalarındaki beceriksizliği de hatırlıyorsun değil mi ?

Şimdiyse eski düzeni, kuramlarını değiştirip yeniyi kuranların, dostumuz  Marx'ın yasalarına göre her şey  değişim halinde olacağından bir gün, mutlaka karşılaşacakları yeni  “değişim” dalgaları karşısında, bu defa da düzenlerini bozmama hırsıyla muhafazakar, statükocu konuma düştüklerinin tarihsel dokümanları  kütüphanelerdeyken, yapabilseydik devrimi yönetenlerimiz “hepimiz eşitiz ama bazılarımız daha eşit”li eskinin ayrıcalıklı aristokratlarının yerine mi geçerlerdi”yi düşünemeden edemeyeceksinizdir.

Bazen Lenin’in heykelini yerlerde sürükleyenler o gün,  ergenliğimizin, gençliğimizin bir dönemini de yanlarında götürdüler gibi hissetmiştik ya, yoksa gerçekten öyle mi “olmuştu”yla birlikte  benliğinize, bir insanın, kurumun yaptıkları kişinin hatta bütün ülkenin kaderini etkilediği halde, yapanların düşünceleri, uygulamalarıyla ilgili defterler, hesap istenmeden kapatıldığından mıdır, yazılanlar, olanlar yaşandı mı kuşkusunu kaplatacak geçmiş, her anıldığında  sorular, yanlışlıklar atağa kalkıyorsa, sorgulanan her şey, her olay, her kurum, her insan  ister istemez yaptıklarıyla orantılı az, çok  yıpranacak demektir.

Ha, geçerli Anayasa dahil yaptıkları darbelerle ülkenin bugününden birinci dereceden sorumlu silahlı kuvvetler gibi, tankın namlusunu eğip, mermiyi  yolundan saptıracak, bombalara koordinatlar ıskalatacak herhangi bir  “asimetrik psikolojik harekât”ta siz de yıpranmak istemiyorsanız, uyulacak kural  da çok basittir; sorgulanacak şeyleri  yapmayacaksın.

Sokaktaki hanımelleri de  artık  miadını doldurup solmaktayken, karşı karşıya gelen iki tane “ben”nin, biz” olmalarına gerek olmadan, birlikte bir bütün olamadığı, o, yeniden yazılamayacak belki de yitik vakitte, daha yüreklerimiz  iyice ufalanıp dökülmemişken devrim  bir ihtimaldi ve çok güzeldi“. Hatırlıyorsun değil mi?