14 Haziran 2016 Salı

Kemalizmin büyük başarısı Tayyip Erdoğan



Öldürülen her sivil, her asker, her polis, her gerillayla Cibranlı Halit’in deyimiyle  “kendi boğazımızı kesecek kılıcı” bilediğimizin farkındasızlığında; tekrar tekrar hançerlenen sol yanım Ankara’m, Amedim; canın yanar diye sakın korkma! Canını daha fazla nasıl yakacaklar ki...

Hem birayê min; son kullanma tarihi bittiği halde elden çıkarılmayan savaşta, kimin kirlenmemiş temiz bir sayfası kaldı ki. Zalim bir kaybedişten başka bir şey olmayacak  savaşta,  bombalarla, patlatılan EYP’lerle lime lime edilen bedenler karşısında sanki hep aynıdır yaşananlar...hep aynıydı hayat...hep aynıydı zaman...

Belki de savaşın lanetlediği bu topraklarda; devletin koridorlarından, Plazaların, Towersların tepelerinden ofisleri, sokakları, okulları, kışlaları, evleri, Meclisi sarmalayan küfürlü,  ırkçı sözleri duymadan, katliamlar, acılar  görmeden  ömür sona ermediğindendir; hayatın, zamanın hep aynı yerde takılı kaldığı hissi.

Hep katliam, hep ölüm, hep kavga, hep gürültü, hep nefret; vazgeçtik sevgiden naiflikten azıcık nezakete, hoşgörüye hasret yaşam alanları içinde  kendinizi II.Dünya savaşını anlatan filmlerdeki yıkık şehirlerde,  nazi kampında; başınızda da  bağıran, çağıran kişilikleri, aidiyetleri, yaşam tarzlarını aşağılayan onlarca SS subayı var sanmanızın da  nedenidir.

Türkiyelileri dünde bırakan, yarını geciktiren hayatla bu denli iç içe geçmiş faşist tavırlara, ifadelere muhataplık da; padişahın kullarıyken Cumhuriyetin de kurucuları   olmuş Osmanlı  ittihatçılarının, paşalarının egemenlikleri için gerekliliğini şart görüp “emr-i ferman padişahımındır”ı “paşam, şefim, beyim  emret”e ikameleriyle, kılına dokunmadıkları biat kültüründendir, sanki.

Faşizmin yol arkadaşı biatın tek ihtiyacı da; bulunulan  mekâna,  konuma göre değişen; ulus devletin bütün kurumlarında, partilerde, örgütlerde, STK’larda, sendikalarda, ailede bazen; paşa,  reis, şef, başkan, önder bazen;  general, öğretmen,  imam,  yazar, sanatçı bazen; patron, dede,  baba, ağabey, koca tanımlı illaki de  erkek olacak  bir Fuhrerdir.

 “Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği, yoktan var ediyordu Tanrı gibi her şeyi” meziyetler bahşedilerek; yaşanmamış kahramanlıklarla mitleştirilen, devletin, partinin, örgütün, sendikanın, ailenin, kişinin bekasını,  selametini ondan daha çok düşünen kimsenin bulunmadığı aşılanan, her yaptığı, yapacağı  da  “bildiği vardır”la onaylattırılan Fuhrerler; hayatların üzerindeki alıcı kuşlardır.

Kendisinden her anlamda büyük,  akıllı, seçilmiş olduğuna inandırıldığı bir sözü, hareketiyle peşinden gidilen Fuhrer  sayesinde bireyler hiç itirazsız; düşman yaratan ötekileştirmeye, ölebileceğini bile bile savaşmaya, yeteneksizliğine rağmen yandaşın makam, mevki, servet sahibi yapılmasına, devletin olanaklarının peşkeş çekilmesine, “namaz kılmayanın hayvanlığına” varıncaya kadar onlarca akıl almaz iddialara, çarpıklığa, adaletsizliğe razı olurlar.

Böylece  “şunu yücelt”, “bunun tez kellesini vur” komutuna riayeti istenerek yaratıcılığı, gelişmesi de sabitlenen birbirinin kopyası bireyler “ekmeğini yediğin; ülkeye,  kaba,  patrona, kocaya bu yapılır mı” tepkisiyle hak arayanı, ötekini suçlayacak  hale getirilirler.


İşte bu alıcı kuşların emrinde “ben bilmem başımdaki bilir” modunda yaşamdı yıllarca; Avrupa’da birine söylense “faşist dikta rejiminde yaşıyorsunuz” denilecek her sabah “varlığım Türk varlığına armağan olsun“lu andın küçücük çocuklara okutulmasının, Kemalettin Kamu ’nun  “....burada erdi Musa, burada uçtu İsa, Kabe Arab’ın olsun, Çankaya bize yeter” şiirinin kendini demokrat,  solcu zanneden hatırı sayılır bir kitle tarafından da medeniyet, özgürlük sayılması.

Şimdilerde  Köşk, Paşam yerini  Saraya, Reise  bıraktı; İsviçre’de, Londra’da,  Harvard’da master  yapmış  koca koca erkekler, kadınlar AKP kongresinde kendilerini  gülünç duruma düşürerek Erdoğanın mesajını ayakta dinlediler ya başta medyanın kadrolu trolleri, çoğu insan  döktürdü de döktürdü “ ayyy bu yüzyılda biat...ııggg....”

Elbette biatçı bu toprağın ürünü Tayyip Erdoğan’nı faşizm etiketli  Kemalist ideolojinin büyük başarısı olduğundan soyutlayıp, kendilerini de özgür birey varsayarak.

İyi, güzel de gençlerin kıyma makinesinden geçirildiğine biatçı olmasan inanmayacak sen; özgür bireyim! başbakanın, üç fidanın, 17’sinde Erdal Eren’nin asılmasını; hakimlerin, savcıların, köşe yazarlarının, gazetelerin manşetini attırtan generalleri ayakta karşıladıkları brifingleri; dün Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’da “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla tekbir getirerek masum  insanları öldürenleri; bugün de Roboski’yi,   Gezi’deki devlet terörünü,  Tavşanlıda, Fethiye’de  Kürtlere linçi alkışlarken neydin sen? Bankaların içini boşaltan patronlara ait 200 milyar dolar görev zararını öder, bir gecede servetin el değiştirildiği darbelerde işkencehaneler kurulurken neydin sen?

Peki ya 1915’te Ermenilerin tehcirini; Mustafa Kemal’in 1920’de Türkiye Komünist Fıkrasını, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fıkrasını, 1933’de kadro dergisini kurdurtup, kapattırmasını; Ali Şükrü beyin tetikçi topal Osman’a öldürtülmesini; Seyit Rıza’yı onlarca muhalifi asan İstiklal mahkemelerini, Koçgiri, Ağrı, Dersim katliamlarını, 6/7 Eylül’de gayri Müslimlerin mallarını yağmalayanları onaylayan dedelerin, babaların neydi senin?

Geçmişte ve bugün,  kapanmaz yaralar açan katliamlar yaşanırken atan, deden, baban şimdi de sen biatçı, faşist değil miydin? Bu durumda seni düşman, biatçı bellediğinden ayırıp ta  doğru, haklı kılan nedir? Ve kalmış mıdır?

Ülkede süregiden sapla samanın karıştığı öylesine bir karmaşadır ki;  bombalı saldırılarda ölen, ölecek vatandaşlarının  can güvenliğini sağlayamadığı halde bir tekinin dahi  siyasi sorumluğu üstelenip istifa etmediği AKP iktidarının bakanları; “Anayasa mahkemesine dokunulmazlık başvurusu için imza verecek vekili partiden atarım” tehditli ana muhalefet; parti başkanlarının dayattığı  adını bilmediği vekili kendini temsil etsin diye seçen seçmen; aynı kusura sahipliklerini görmezden gelerek biaatçılığı, her kötülüğü, olumsuzluğu başkasına, karşıtına yakıştırır.

Biatı normalleştiren sisteme, kurumlara karşı çıkışın önü de; konjonktürel duruma göre   “o mu; devlet düşmanı, kanı bozuk, bölücü, komünist, terörist, şeriatçı, “IŞİD”ci, asi, işe yaramaz, namussuz, fahişe” yaftalı korkutma, susturma, linç,  hapisle tıkanır.

Sen de Hevalım!  ”Kürt gençlerini ölüme sürükleyen hendekler, barikatlar niye kazdırıldı” sorusunu sormayı ertelediğin müddetçe, sende; yok edici biat çemberinde hikayeni kendin tamamlayamayacaksındır.

Belki ne geçmiş, ne de bugünle can acıtan, kanatan biçimde  yüzleşilemediğinden  sırf  bu sebepten  dinmek bilmiyor gözyaşları, savaş. Dinmek bilmiyor koca dünyada bir başınalığı Türkiyenin.

Yeni bir görünümde geçmişin aynı hatalarını yaşamaktan, aynı sözleri duymaktan bitap hayatların kabusu o alıcı kuşlar keşke hiç uğramasaydı buralara. Ahhhh senle benim derdim de; yaşanmışlıklarıyla virane  Cizre, Yüksekova, Nusaybin  sokaklarını , polisin, askerin, gerillanın  birbirlerini öldürdüklerini görmekten  başka bir şey olsaydı. Başım göğsünde  “You are what you do- sen yaptıkların kadarsın” şarkısı çalarken, kahkahalarla  anlatsaydın serçe parmağına bağladığın uçurtmanı nasıl kaçırdığını.

Yaşama dair azıcık bir sıradanlığın bile çok görüldüğü bu memlekette; kurban katiliyle birlikte  cinayetin  izlerini ortadan kaldırdığının ayrımında bile değilken; ne zaman büyüdün, ne zaman elimi tutmayı bıraktın onu bile bilmiyorum.

Sesimizi duyan var mı? Öldürülüyoruz...


14.06.2016
Gülsen FEROĞLU


21 Mayıs 2016 Cumartesi

Canın yanar diye sakın korkma Amed!



Biliyor musun Destina, bu sene Ankara’da leylaklar hâlâ açmadı.  Sahi Hevalım, orada Amed’de açtı mı leylaklar? Ankara’nın her sokağında illaki karşılaşılan leylaklar Destina, sonunda açtı. Leylaklarla gelen bahar da geçmek üzere.

Yaz kapıda. Yakında tatile girecek okullar. Arkadaşların bu yılda da ellerinde cep telefonları; belki bir cafede, belki bir bahçe duvarının üstünde, belki bir kumsalda buzlu frappélerini yudumlarken, bir yandan da whatsapp’ta mesajlaşacaklar,  sensiz.

Kızılay’da seni,  15 yaşındaki Eray Özyol’u, merasim sokakta Gülşen Yıldız’ı, Ankara garında Başak Sidar’ı, onlarca insanı hayattan koparan bombaların patlattırılmasına neden gösterilen savaş mı Destina? Tüm acımasızlığı, tüm vahşetiyle devam ediyor; susmuyor, susturulmuyor silahlar.

Yaşadığın günlerdeki gibi televizyonlar, gazeteler yine 8 askerin şehit edildiğini,  15 teröristin etkisiz hale getirildiğini; Dürümlü mezrasında 15 ton patlayıcı yüklü kamyonun patlatılmasıyla un ufak edilmiş bedenleri iki poşete sığmış 13 köylüyü, evinin balkonunda kurşunlanan Pınar Gemsiz’i anlatıyor, yazıyorlar.

Öldüremediklerini de yaşayan ölülere çeviren savaşın taraflarının yoldaşı ölüm de Destina; yine bir avcı edasında; İstanbul’da, Amed’de, Bursa’da, dağda, bayırda, yolda, şu köşede, sokakta, durakta, evde; her yerde;  pusuda.

Herkesin her ân ve her yerde  patlatılan bir bomba, atılan bir kurşun, roketatar, füze, top  atışıyla öldürülebileceği savaşın ortasında; Faruk Eskioğlu’nun “İngilterede yaşıyorsanız; evinize; bölgenizde yeni yapı, inşaat ve yatırımlar için sizden görüş isteyen mektup gelmiştir mutlaka. “efendim biz yan binaya baz istasyonu dikeceğiz itirazınız var mı?” ya da “yan sokaktaki evler yıkılıp AVM yapılacak, sizin için de uygun mu” gibi…” yazısı akıyor ekranda.

O ân, insan  düşünmeden edemiyor;  Cizre’nin bodrumlarında yakılan  Derya Koç,  Mehmet Tunç,  EYP’lerin parçaladığı  Destina Parlak,  Silopi’li Enes Erdem(9), Tanışık’lı; Seyihtan Yakar, Uğur Yaman, birbirleriyle savaşmak zorunda bırakılan asker Özgür Kara,  gerilla  Metin Baran (Harun Agir)   İngiltere’de yaşasalardı... ölmeyeceklerdi.

Onlarca cansız beden...ölümün adını anmadan, bir katliama, patlatılan EYP’ye şahit olunmadan, top, silah, uçak seslerini duymadan tek bir günün yaşanamadığı Ortadoğuda, Türkiye’de acıların, gözyaşlarının kışkırttığı ölümcül nefrete yenilmiş hayatlar...yüzlere tek  gerçeği haykırıyor; insanın kaderini, yaşam tarzını, ömrünün süresini belirleyen doğduğu, yaşadığı ülkenin konumu, dini,  insan hakları, demokrasi, ekonomideki gelişmişlik düzeyidir.

Türkiyeliler içinse her alanda gelişmiş, demokratik bir Türkiye’de yaşamak şimdilik hayal ötesiyken, yine de, 13 yaşında Destina,  11 yaşında Cizreli Salih Edim öldürülmeyecekti,  eğer dili, kültürü, varlığı inkar edilmiş Kürtleri 30 yıl önce dağa çıkartan, savaştıran bugün çoğu geçersiz gerekçelere hâlâ sırtını dayayanlar; demokratik siyaseti, diyalogu etkin kılabilselerdi.     

Siyaset, Barış, yeni bir başlangıç yerine devletin, partilerin, örgütlerin, kişilerin daha daha ölüm getireceğini bile bile  “kısasa kısas“ ilkelliğindeki savaşa meşruiyet kazandırmak için ileri sürdükleri  “onlar başlattı”,  “meşru müdafaa”, “savaş bu, her şey mubah”ın koynundaki vicdansızlık; faşizme bağımlılıklarındandır.

Ortadoğu’da doğmuşları, doğacakları birbirine kırdıran; düşüncesi, kökeni, dini, yaşam tarzı kendinden farklıyı bilerek düşmanlaştırma, ötekileştirme böylece düşmanına her türlü eziyeti, pogromu hak gösteren faşizm; Türkiye’de misak-ı milli sınırlarını çizmekle kalmamış, hayatın kıvrımlarına da yerleşerek âdeta sıradanlaşmıştır.

Öyle ki kendi gibi düşünmeyeni, davranmayanı, ibadet etmeyeni, giyinmeyeni, yaşamayanı aşağılayan; yobaz, kafir, terörist, kes sesini,  sapık,  şerefsiz, cahil,  diktatör, geri zekalı, geber hakaretlerini kullanmadan günü tamamlayan Türk, Kürt, Ermeni, Sünni, Alevi, Hristiyanı; devrimciyi, sağcıyı solcuyu, mütedeyyini bulmak neredeyse imkânsızdır.

Her gün “Ermeni piçi”, “pis Arap”, “ hırsız Suriyeli”, “ adi Rus, Yunan”, ”şeytan Yahudiler”, “Kuran’da Cem diye bir ibadet yok”,  “ne geliyorsa başımıza Müslümanlıktan geliyor”,  “kaşını, bıyığını, tüylerini aldırmak günahtır”,  “Kürt dönerciden.... ayyy o dinci marketten alışveriş etmeyin”  vari ötekileştiren, ırkçı onlarca cümle, mutlaka; havada uçuşur.

Bu her yanı sarmış “öyle yapma, öyle davranma, öyle düşünme”, “böyle yap, böyle davran, böyle düşün” emirli onlarca hoyrat, yaftalayan cümlede gizli önyargılı, tehditkâr faşist dil, tavır yüzündendir işte; onlarca katliam. Akranları Fineas and Förb izler, tablette sünger Bob, Mario oynar, NASA’nın uzay görüntülerini izlerken, Nusaybin’de bir çocuğun günlüğüne “YDG-H bizim evin önünde hendek yaptı biz de onlara yardım ettik sonra bitince eve geldik, uyuduk” yazmasının...ölü bedenlerin....yürek burkmadığı savaşın  hep kazan olması da.

German Marshall Fund’un araştırmasında katılımcıların %83’ünün kendisini uzak hissettiği partili biriyle kızının evlenmesini, %76’sının da görüşü ayrı biriyle komşuluğu istemediği kutuplaşmanın sebebi bu faşist tavrı özümsemiş; her partinin, örgütün her cemaatin, takımın, her gazetenin özlemi de  karşıtı diğerinin olmadığı bir Türkiye’dir.

Sevmediği karşıtından arındırılmış steril bölgede; kendi gibi olanlarla, düşünenlerle yaşamanın  hasretiyle yanıp tutuşan  herkesi,  her kesimi avucuna almış genetik miras “tek tipleştirme” çabasıdır işte  her ortamda; evde, okulda, kışlada, işyerinde, mecliste, sokakta, ...,..., kavganın, şiddettin, tacizin, baskının, seviyesizliğin zirveyi görmesi.

 İşin garibi tek tipçi dayatmasının nasıl faşizm, nasıl nefret, nasıl biatçılık barındırdığını göremeyen; kendini elit,  aydın, medeni, demokrat sınıflayanların;  hazır kılıçları  “faşist”, “faşizm” etiketiyle herkesi karalayacak kadar gerçekten kopukluklarıdır.

Her kesim Gerçeği değil kendi doğrusunu, düşüncesini allayıp pulladığından; Umberto Eco’nun “günümüzde ‘Auschwitz’i yeniden açmak, kara gömleklileri yeniden yürütmek istiyorum diyecek kadar açık bir işleyişi yoktur” dediği faşizmin “bana benzesin“  daraltmasının yıllarca onlarca insanı öldürerek, darağaçlarında astırarak hayatından ettiği de sanki unutulmuştur. 

Aynı frekansta, duyguda bir ulus yaratma uğruna ötekileştirdiğine yapmadık gaddarlık bırakmayan; “ben, biz öyle miyiz ” övgülü  “sen, ayyy onlar” hakaretli narsist,  faşist ideoloji üzerinde yükselen Türk müesses nizamı değil miydi Türk, Kürt, sağcı, solcu  gençleri birbirine katlettiren.

Herkese sinmiş farklıya tahammül, evrensel ilkeler; eşit yurttaşlık,  demokrasi, adalet, özgürlük, hesap verebilirliği dışlayan karşıtını hizalamaya, terbiyeye odaklı otoriter, faşist yaklaşımlar terk edilmedikçe dün ..., ..., Dersim, 6/7 Eylül, Maraş’ta,  Madımak, Roboski,  Gezi’de;  bugün Kızılay’da, Dürümlü’de  yaşanan; yarın  belki   İzmir’de, Varto’da  yaşanacak; hep ölüm, hep savaş, hep katliam, hep  adaletsizlik, hep yoksulluk olacaktır.

Öldürülen her sivil, her asker, her polis, her gerillayla Cibranlı Halit’in deyimiyle  “kendi boğazımızı kesecek kılıcı” bilediğimizin farkındasızlığında; tekrar tekrar hançerlenen sol yanım  Ankara’m, Amedim; canınız yanar diye sakın korkmayın! Canınızı daha fazla nasıl yakacaklar ki...

Hem birayê min;  son kullanma tarihi bittiği halde elden çıkarılmayan savaşta kimin kirlenmemiş temiz bir sayfası kaldı ki...
        
21.05.2016
Gülsen FEROĞLU

13 Nisan 2016 Çarşamba

Sana Frezyalar aldım Destina




Böyle her gün onlarca insanın öldürülmesiyle sürekli eksilerek... yarım kalınarak... nasıl yaşanacak... nasıl? Geriye sizden bir şey bırakmayan, can yakan bütün yarımlar gibi kanaya kanaya belki bir ömür de sürecek, hayat neden kirlenir, “kirletilir”i de anlamak.


Gula min, herhangi bir avluda “ne sen yorgun,  ne de ben yorgun, kederli bir akşam içmişiz hepsi bu“ sıradanlığında yaşamak mı...unut gitsin...unut gitsin...


Sıradan, sakin bir günün, bir hayatın unutulması da gula min, aylardır “.... patlamada, ..... operasyonda ... şehit oldu”, “.....terörist etkisiz hale getirildi” haberlerinin ortasında; Ankara’nın, Amed’in leylak, nergis getirecek baharına, ölüm kokusu; kanın, barutun karışmasındandır.


Her ân patlatılan bir bomba, atılan bir roket  kurşunla sonlanacak ölümün kıyısındaki hayata mahkumlukta ;asırdır  yanlışı yanlışla savunma sendromunda kıvranan Türkiyelilerin; ne içinden Erdoğan çıkar umuduyla The Panama Papers heyecanı,  ne sebep  ne olursa olsun  medeni   birinin  taciz barındırdığından söylemeyeceği, savunmayacağı  “.... birilerinin önüne....”, “.... altına yatmış....”, “siyasi”,”cinsi sapık”  seviyesizliği,  ne 50 milyonun kimlik bilgilerinin sızdırılması, sizin için  bir anlam ifade etmeyecektir.


Zaten,  illaki  de yolunuzun düşeceği Kızılay’da katledilen 36 canın; 2000 doğumlu Destina Peri, 2001 doğumlu Eray Özyol’un karanfiller arasındaki siyah beyaz fotoğraflarında duran hayatları karşısında, her şey  öylesine  de anlamsızdır ki.


Belki aynı şehirde yaşadığınızdan, belki Yeni Türkü’den “yaşamın gizini vereceğim sana Desstinaaaa”yı dinlediğinizde “ bir çocuğa verilecek isimlerden “ dediğinizden,  belki kaçırdığınız otobüsün arkasından koşarken sizi görüp şoföre beklemesini söyleyenlerden olduklarından, belki eğer Pazar olmasaydı fotoğrafınız onların yanında yer alacağından, o  otuz altı  can öylesine tanıdıktır ki.


Ancak bir katliamın, savaşın kurbanı olduğunda hikayesi öğrenilen; birbirine değmenden geçen, geçmiş  hayatların sonladığı  Suruç’ta ..., ..., Ankara Garında ...., Taksimde,  ...., Bağlar’da ....,  Bağdat’ta, ..., ...,   Brüksel’de, ....,  Pakistan’da  canlı bombaların patlatıldığı  her yerde, Kızılay’da,  burada, sadece  bu noktada mı durdu hayat?


Kurşunlarla, amonyum nitratın, C4’lerin patlatılmasıyla paramparça edilmiş bedenlerin caddelere, çatılara savrulduğu bir ânda, evladını, yakınını kaybettiğin bir günde, insan sanıyor ki  hayat da duracak... hiç sabah....hiç yarın olmayacak.


Ama bak! çalan kornalar,  telaşlı bu kalabalık, şu işporta tezgâhında çağla, erik alan “...diyormuş. biz şok” kahkahalı gençler, bir şey olmamışçasına hayatın devam ettiği gerçeğinin, kahrediciliğinden başka nedir ki.


İşte bu denli arsız hayatta, acaba 10 Ekim 2015’te Gar’da barış mitingi için toplanan  onca Başak Sidarları, Eren Akınları hayatından eden katliamı duyduğunda    “Allahım ulaşamıyorum”,  ” nerdesin”  paniğini yaşayan onca Cumali Akman, Gülşen Yıldızların akıllarından geçmiş midir,   4 ay 7 gün sonra Merasim sokakta benzer bir patlamada hayatlarından olacakları?


Acaba 24 gün sonra Kızılay’da katledilen  Zeynep Gülsoy, Nusrettin  Çalkınsın Merasim sokaktaki patlamanın sesiyle irkildiklerinde “ .... bende olabilirdim”i düşünmüşler midir?


Siz, 40 yıl süren savaşta yitmiş yüz bine yakın insanın hayatı üzerinde yükselen çözüm sürecini “buraların hakimi benim” güç gösterisine, siyaseti dışlayarak silahla, EYP’yle dayatılan öz yönetime kurban edenler,  istediğiniz oldu işte. Her yer savaş, her yer ölüm,  her yer Suriye, Irak,  Ankara, Amed, Nusaybin, Hani...., ..., 


Böylece, herkesin hayatının namlunun ucunda olduğu adı konulmamış savaşın tarafları ölmemek için öldürmek zorunda kalacaklarından; merhamet, masumiyet, insanlık, vicdan da ayaklar altına alınacak,  artık  acımız  da birilerinin sevinci, sevincimizde birilerinin acısı olacaktır.


İnsanların da  nasıl intikamcılığa azm ettirildiğinin resmi de; her patlama sonrası hesaplaşma arenası yapılmış sosyal medyadaki “Allahın belası Kürtler defolun“, “ tesellimiz ölenlerden biri (Feyza Acısu) başörtülü” , “T.C’nin p.ç....,  keşke hepsi ölseydi” entrylerinden taşan faşizmdir.


 “....göre Kızılay’da ceset sayısı 138, yaralı 200’e yakın”, “Mermer Karakolunda aslında  28 asker ”, “Cizre’de 173 PKK’lı”  öldürüldü, paylaşımlarıyla da; ölü sayısının fazlalığını, azlığını savaşta desteklediği tarafın zaferi, yenilgisi algılatma çabasındaki bu hastalıklı, nefret yüklü faşist yapı,  sadece   barışın engeli değildir. Ülkenin canlı bomba imalathanesine dönmesinin de nedenidir.

Şaşırtıcı olansa; daha demokrat, daha özgürlükçü, daha insancıl olması beklenen ötekileştirdiklerinin, muhaliflerinin; katledilmelerini dahi makbul saydırmış ulus devletin faşizan tavrını; farklı her fikre, her şeye tahammülsüzlüğünü, gaddarlığını içselleştirmeleridir.


Yoksa, halkların kardeşliği, özgürlük, eşitlik, adalet için savaştığını iddia eden bir  devrimcinin, bir örgütün, bir partinin  mücadelesinin, idealinin neresinde yer alır; yanında kendini savunacak silahı  bulunmayan onlarca İrem Çiftçi (4), Destina Peri, Berkay Başların katledilecek insanlara dönüşmesi.


Yoksa, geçmişte elde silah dağa çıkaran varlığını, ana dilini, kültürünü yok sayma, demokratik haklardan mahrumluk, TBMM’de temsil edilmeme hâlâ devam ediyor sanallığı gerçek kılınarak; Kürtlere savaşmaktan,  ölmekten başka alternatif bırakılmamış gibi  “ne yapsınlar patlatmayıp ta bombalar”ın ardına gizlenilerek; durakta otobüs bekleyenlerin; Ozan Can Akkuş, Perihan Çermiklerin öldürülmeleri meşru gösterilmez. Terör, şiddet de savaşın aparatı yapılmazdı.

Şimdi Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan herkes, hepimiz, hepimizde biliyoruz. Eşit yurttaşlığın Anayasada tanınmaması, demokrasinin yerleşememesi, yalnızca ölüm getiren  savaşta taraf tutmaktan utanılmaması; devlet, PKK, parti, cemaat, lider, ..., ...,  desteklediği her kim, her neyse; hep haklı, hep doğru, hep sorumsuz  gören, sorgulamayan, sorgulatmayan  yandaşlık yüzündendir.

Ve “........ Cizre'de.... AKP .....den radikal devrimci çizgide hesap sormak adına,..........  Ankara'da..... “  beyanındaki kısasa kısaslığın daha da kirlettiği savaşta  zafer mi? Adı, soyadı  başka olacak; onlarca  polis Yaşar Yavaşlar, asker Burak Cantürkler,  gerilla Murat Kazıcılar, sivil Destina Peri,  Derya Koçları;  bugün ve yarın;  öldürülmekten kurtaranın, savaştan şartsız vazgeçenindir, zafer.


“Benim kızıma nasıl kıydınız? daha 16 yaşındaydı” feryadının yaşanmışlıkları soldurduğu Ankara’da; takvim de Kızılay katliamının üzerinden ay geçtiğinin haberini veriyor. Artık tutamadığınız gözyaşlarınızın adıdır; Peri,  Elif, Berkay, ...., ..., ..., 
  

Bugün sana Ankara, sana Destina,  Sibel’e,  katledilenlere frezyalar aldım. Biliyor musun Destina, bu sene, Ankara’da leylaklar hâlâ açmadı.  Sahi Hevalım, orada Amed’de açtı mı leylaklar?





13.04.2016
Gülsen FEROĞLU


16 Mart 2016 Çarşamba

Hangi derdin dermanıdır ki savaş



Masalımı kaybettim, masalımızı kaybettik. Artık kim, hangi yalan, hangi gerçek avutabilir ki yüreklerimizi. ”Şimdiyse kırılgan mektuplar yazıyorum / hangi adrese göndereceğimi bilmeden / malumun olsun ben sende ülkemi sevdim”  mısralarıyla vurulurken, bilirim bahar da sen istedin diye gelmez Hevalım. Bilirim; gelmez.

 İstedin diye çaresizliğimiz savaşın bitirilmemesi gibi müjdecisi kardelenlerin, nergislerin boynunu büken  savaşa, faşizme  tutkunlukta; ölüme yenik baharı, boşuna bekleme Hevalım,  gelemez.

Öyle bahara hasret,  her güne de ölümle başlayan memlekette, eğer işinize, okula,  gider, döner, sokakta yürür, durakta beklerken patlatılan bir canlı bombaya, füzeye,  “adres sordun”, “yan baktın”la  kızan birilerine, bir erkeğin şiddetine, iş, trafik kazasına yakalanmadan günü sağ  tamamlayacak kadar şanlıysanız... bu defa da “Cizre’de, ..., ..., terörist etkisiz hale getirildi ...,”, “Ankara Kızılay’da patlama ... ölü, .... yaralı  ...,” sesi,  yanan  arabaların görüntüsü, masanıza  kederi buyur edecektir.

Odanıza kederi, inanamamayı taşıyan görüntüler savaşın yıktığı ...,  Dresden, Gazze,  Bosna, ..., Şam’a değil; bir zamanlar çocuk, genç kahkahalarıyla çınlayan evlerin enkazının kapattığı sokakları, Güven parkıyla  Ankara, Cizre, Sur, İdil’e; vatanınıza aittir.

Bombayla, topla yıkılmış evlerin enkazında; çayını içmeyi sevdiği şuşesini, 8 taksite aldığı çeyizini, atmaya kıyamadığı eskimiş mavi hırkasını, ekmek yaptığı sacı arayanlar da Dresdenliler, Şamlılar değil Kürtlerdir.

Peki geçmişini bugününe aktaracak birkaç eşyasını enkazdan kurtarmaya çalışan Kürtlere; toz toprak içindeki resimlerini “bunlar benim” hüznünde kucağına bastıran Helin’e; Kızılay’da akşam evine dönmek için bindikleri otobüs bombalanarak  bedenleri paramparça edilen  Türkiyelilere; reva görülen bu  vahşet, bu eziyet niyedir Bavê min, niye, niye....

Şayet Tanrının gazabından kurtulmayan Sodom’u, Gomorra’yı bilseydi şaşırmayacak yaşlı bir kadının  “tufan mı bu, ferman mı? bu zulüm hangi günahın cezası” feryadında; Esmer Tunç’un anlattığı “bana bir avuç kül verdiler ‘al bu senin oğlun” dediler cinnetinde; Kızılay’da canlı bomba sonrası yaşanan “biri 'önüme kol düştü' diye bağırıyordu” dehşetinde gizli; bu savaş niyedir, niye...

Öldürmesen düşmanının seni öldüreceği savaşın; hayatta kalmak için hiçbir kural tanımattığı siz savaşanları; bomba, top, roketatar, barikatla vatanınıza, insanlarına, şehirlerine, sokaklarına yaptığınız bu barbarlık niyedir?

Kurşunladığınız dört ayaklı minare, yaktığınız; okullar, yıktığınız; surlar, köprüler, patlattığınız canlı bombalar... bu denli acımasızca yakarak, yıkarak, sivilleri öldürerek neyin dersini verdiniz birbirinize?

Kültürel mirası saraylar, kiliseler, köprüler zarar görmesin diye 76 yıl önce Paris’i, Prag’ı tek kurşun atmadan Hitler’e bırakanları anımsamayacak kindarlıktaki  siz;  ölümün elçileri, siz ne yaptınız biliyor musunuz?

Her ilkinde; ilk adımında, “anne” dediğinde, okula başladığında, incindiğinde hep yanında olmuş; belki “halkımızın özgürlüğü, devrim için savaşırken sırası mı” mahcubiyetinde söylenmemiş “.... seviyorum”un tanığı şehrini, sokaklarını, duraklarını, evlerini insanların başına yıktınız. Ellerinden bütün yaşanmışlıklarını; çocukluklarını, gençliklerini, yaşlılıklarını, sevdiklerini de aldınız.

Ortada DAİŞ çetesinin Kobanê’yi, Hitler’in Paris’i, Stalingrad’ı, Polonya’yı işgali gibi Sur’a, Cizre’ye planlı bir saldırı yokken başlattığınız savaşın bahanelerinden çözüm sürecinden velev ki devlet, velev ki PKK vazgeçti. Binaların, sokakların, mağazaların, ...,  ..., mevzi yapılacağı şehir savaşının; göçten, harabelikten başka bir şey getirmeyeceğini bile bile; nasıl da hemencecik yığdınız tankları,  kazdınız  hendekleri, hazırladınız EYP’leri. 

Hiç mi hiç titremedi kurşun sıkan, EYP, bomba patlatan elleriniz; özgürlüğü, geleceği, güvenliği için savaştığınızı, şehit verdiğinizi söylediğiniz; Kızılay katliamından yaralı kurtulan 4,5 yaşındaki Nisanur’un güvercinlere yem attığı parkını, Cizre’li Helinlerin sığınağı yuvalarını, erik, elma, kenger topladıkları bağlarını tarumar ederken.

Demek ki savaşı istemeye gör; savaşacak onlarca bahane sıralanır; birlikte müzakere, çözüm masasına oturulan da ânında faşist, terörist, samimiyetsiz, bölücü ilan edilirmiş.

O yüzden de Silvan’da duvara  “bu devletin gücünü görün”  yazanla; Merasim sokakta 29 vatandaşı katleden canlı bomba “Zinar yoldaşın eylemi her açıdan sahiplenilecek ve onur duyulacak tarihsel bir eylemdir” diyen; aynısınız. Savaştan yana, içinizdeki nefretle de sanki birsiniz.

Halbuki varlığını,  kültürünü, anadilini, mezhebini, dinini yok sayarak; astığı, kestiği, yaktığı ötekileştirdiklerinden Kürtlere dağdan, silahtan başka yol bırakmayan ulus devletin tek tipçi ideolojisinin, geçerliliğini yittirdiği bugünün Türkiyesinde savaş; ölümden gayrı neyin dermanıdır ki.

Siz savaşanlar; çözüm sürecini “bozsan da sen;  aynı acıların tekrarına izin vermeyeceğim” diyecek bilgelikte, barışı savunsaydınız; Kızılay’da Destina Peri(16), Ozancan Akkuş(19),  Cizre’de Mehmet Tunç onca asker Serdar Akınlar, polis Abdulkadir Oğuzlar, gerilla Mazlum Kapalıgözler öldürülmeyip yaşasaydı; neyi kaybetmiş sayacaktınız?

Hem talep edilen özerkliğin, federasyonun uzlaşıyla referanduma götürüldüğü, Anayasasında eşit yurttaşlığın tanımlandığı medeni, demokratik bir devlet için siyaset etkin kılınsaydı; silah ele alınıp, uğruna ölünmediğinden yapılan mücadeleyi, mücadeleden saymayacak mıyız, Hevalım?

Şimdinin kanlı, kaotik ortamında en büyük talihsizlikte; mezarını kazacağına inandıklarından fikrini, tavrını, iktidarını beğenmedikleri, beğendikleri partiler, liderler, kişilerle hesaplaşmalarını, nefretlerini ya da sevgilerini savaşın parçası yapan partilerin, örgütlerin, sosyali de dahil  bol yazarlı medyanın varlığıdır.

Aklı,  vicdanı kilitleyen bu nefret, hesaplaşma isteği, niyeyse  sık sık referans gösterilen The Times yazmasa  “sadece cesetlerin ve yıkıntıların kaldığı Kürt şehir”lerini bilmeyecekmişiz gibi garip  psikoloji, sonunda; herkesi, her kesimi  kör kuyulara atacak  savaşı da  meşrulaştırmıştır.



Keşke gücünü farklı ötekinin zenginliğinden alan demokrasiyi kutsamış ülkelerdeki gibi Türkiye’nin de; kimden gelirse gelsin zorbalığa, şiddete, savaşa karşı çıkan Emil Zolaları, Camusları, “yalnızca barışçı değil, bir barış savaşçısıyım” diyen Einsteinları, Gandhileri, Mandelaları olabilseydi.

İşte o zaman birini yargılarken diğerini aklayan  pozisyonda,  savaşanlardan birine  tarafgirlik dayatılacağına; savaşın ta kendisine savaş açılacağından; belki bu Newroz da  savaşın  son, barışın ilk  durağı olacaktı.

Böyle her gün onlarca insanın öldürülmesiyle sürekli eksilerek... yarım kalınarak...nasıl yaşanacak...nasıl. Geriye sizden bir şey bırakmayan, can yakan bütün yarımlar gibi kanaya kanaya,  belki bir ömür de sürecek hayat neden kirlenir, “kirletilir”i  anlamak.

Gula min, herhangi bir avluda “ne sen yorgun,  ne de ben yorgun, kederli bir akşam içmişiz hepsi bu“ sıradanlığında yaşamak mı...unut gitsin....unut gitsin...

16.03.2016
Gülsen FEROĞLU


28 Şubat 2016 Pazar

Sen istedin diye bahar gelmez Hevalım





Amed! Kucağında tüm kayıplarınla, illaki bir gün kendi hikayeni, kendin yazacağın  özgürlüğüne kavuşacağından; fotoğraflarda kalan çocukluklara, faili meçhul bir aşkla kabaramamış gençliklere bakıp, bakıp da öyle çok kaybolma kendinde...öyle çok sürüklenme hiçliğe. Bir olmaza da kapılmışken herkes, bıraksalardı biraz da sessizlik konuşsaydı ne olurdu, ne... 



Bıraksalardı, belki o sessizlik duyuracaktı Cesare Pavese’nin  ”savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız...peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?” sözlerini. Belki o sessizlik anlatacaktı çaresizliğimiz; savaşın, haberimiz bile olmadan hepimizi nasıl insanlıktan çıkardığını.


Ama hayır değil mi Hevalım  hayır!!!!  “Uykusunda öldürdüler polisleri”, “durduk yerde hendek kazdılar”, “ Roboski’de, Suruç’ta, Cizre’de, Sur’da, ..., ..., Kürtleri öldürürken iyiydi” hışımlı   intikamcılığımızla insanlıktan çıkarak;  iyiliği, affetmeyi, sevgiyi nasıl çiğnediğimizi, nasıl gaddarlaştığımızı ne görmek, ne de duymak istiyoruz. Her ân, hiç bir kötülüğünü görmediğimiz halde düşman belletilen her kimse, neyse yalnızca onun öldürüldüğünü duymak istiyoruz.



Yoksa, alçakça yapılan katliamlar sonrası daha kan kurumamış, daha bedenler soğumamışken; sevincini Facebook’ta, sol framede, Twitterda   “onlarda... hak ettiler,  ohhh ”la aşikar edebilir miydi onca insan? Yoksa kim yazar, kim kurardı Merasim sokakta evine gitmek üzere servisine binen 29 kişi katledildiğinde “Ankara, hiç bu kadar güzel olmamıştı”  cümlesini.


İşte savaşın olduğu her ülkede, savaş; kimsede vicdan, masumiyet, adalet, ahlak bırakmadığındandır; katlettikten sonra onca Ekin Wan’nın çıplak bedeninin teşhiri, Lokman Birlik’in cesedinin caddelerde sürüklenmesi, 29 insanın katili canlı bomba Abdulbaki Sömer’in taziye çadırıyla kutsanması.


Bavêmin, böyle düşmanının acısıyla, yıkılışıyla, ölümle dans etmekten çekinmeyenler; farkında da değillerdir; Amed’in, Ankara’nın geleceğini çalan; sabah keyifle içilecek kahveyi, vapura, otobüse yetişilip yetişilemeyeceğini, patronun suratsızlığını, YGS’yi, TEOG’u, doğalgaz faturasını, kadına tacizi yani hayata dair her şeyi teferruatta dönüştürmüş savaşa aşık olduklarının.


Birbirlerinin, masum sivillerin canını aldıklarından katil olan; aynı havayı soluyan, musluktan akan aynı sudan içen, belki aynı sokakta, markete karşılaşmış; nefret ederken öfkeleri, severken titreyişiler aynı bu toprağın insanı; askerler, polisler,  PKK’lılar, gerillalar. Eyy savaşın kör aşıkları; kısır döngü “sen öldür, onlar öldürsün”,  “sen öldür, onlar öldürsün” konseptli savaşın pençesinde, sorunları çözmeyeceğini bile bile ne çok öldürdünüz, ne çok öldünüz!   


Sayfalara, ekranlara sığmayan ölülerimiz; onlarca Berkin Elvan(14), Cizreli Sultan Irmak (16),  Surlu Rozerin (17) Çukurlar;  Ankara’da katledilen Başak Sidarlar, Eren Akınlar, Gülşen Yıldızlar, Cumali Akmanlar;  onlarca uzman çavuş Serdar Akın, Mustafa Kalfeler;  gerilla Ümit Diri (Aziz Gever), Murat Kazıcılar.


Heyhat! “benim savaşım, savaşçım halkıdır” dedirtmek için kendini, taraftarlarını ikna edecek tonca sebep üreten; durmadan da demokrasiden, barıştan, özgürlükten, eşitlikten söz ederek öldürmelerine meşruiyet kazandırdıklarını sanan siz savaşanlar! en iyi siz bilirsiniz;  öldürülen de orada öldürmek için bulunduğundan, savaş alanında ne öldürülen,  ne de öldüren haklıdır.


Onun içinde çözüm sürecini gömerek çıkarılan savaş baltalarıyla dün Ankara’da 29, bugün İdil’de 20, yarın Yüksekova’da 30  Kürdün, Türkün  öldürülmesiyle ne devlet, ne de  Ortadoğu, Afrika hariç miadını doldurmuş silahla, barikatla özerlikliği dayatan  PKK bağra basılır.


Peki savaşın tarafı her vatandaşının can, mal güvenliğinden sorumlu, herhangi bir sorunun çözümü için önünde on seçenek varsa en sonuncusu olan öldürmeyi, sona bırakması  gereken devlet; Kürtlerin temsilcilerinden PKK; bunca nefrete, şehide, enkaza niye savaştan vazgeçemiyorlar?


Niye batılı ülke vatandaşları güle oynaya, İsviçre’nin herkese 2 bin 500 frang maaş ödemesi, “He for she-kadın için erkek” kampanyası, Apple FBI kavgasıyla meşgulken; Ankara’yı, Sur’u, Cizre’yi; Bağdat’ta, Şam’a, Kobanê’ye çevirmeleri devletin, PKK’nın yüreğini sızlatmıyor?


İnatla savaşta ayak direnmesi sakın, hastalıklı erkek egemen, vesayet meraklısı  “benden olmayanın, benim gibi düşünmeyenin, yaşamayanın, giyinmeyenin, ibadet etmeyenin varsın hayatı cehenneme dönsün” mantaliteli faşizme esirlikten olmasın.


Gula min, inan, hayatları, şehirleri bomba, roketatar, kurşunla delik deşik etmiş savaşın, katliamların Türkiye’de hep tekrarlanması da; evlat, kardeş, baba, eş acısını hasmının yaşamasını isteyecek kadar da merhametsiz faşizmin; misakı milli sınırlarını teslim almasındandır.


Uğruna öldüklerini söyledikleri vatanları; Türkiye’ye, Kürdistan’a onlarca kez reva görülen taşın taş üstünde kalmadığı zulüm; “Allahım! okul çıkışı Kızılay’da arkadaşlarıyla buluşacaktı, bakanlığa gitmişti” nidalarıyla çevrilen telefonlar; gökyüzünü kaplayan siyah duman, yanmış insanlar, ambulans, siren sesleri de bu faşizmin yüzündendir.


Faşizme, savaşa nefretimizse yalnızca yaşadığımız memleketi viran ettiğinden değildir. Silahla öldürülen Amerikalı çocukları anarken “bu çocuklar her aklıma geldiğinde çıldırıyorum”la ağlamış başkan Obama’nın gözyaşlarının; cansız bedenleri kıyılara vurmuş onlarca Aylan’nın akıbetine olan kayıtsızlığı saklayamamasındandır.


Bu topraklardan sürgün edilmiş barışa özlemimiz de her gün onlarca insanı hayatından eden savaş, esir düşmek, esir almak, araba kundaklamak, şiddet; medeni,  özgür bireylere yakışmadığından. Eğer had bildirmekse mevzu; farklı bir başka insanı, kültürünü, dinini, kökenini yok saymayacak haddimizi de bildiğimizdendir.


Hem atılan her bomba,  kurşun, her füze, kaldırılan her uçakla kasalarına milyar dolarların akıtıldığı dünyanın en çok silah satan ülkelerinden ABD’nin, Almanya’nın, Rusya’nın çıkarlarının gereği Ortadoğudaki savaşın yeni bir vatan aramak zorunda bıraktığı milyonlarca mülteci; savaşın kahredici bir kaybedişten başka bir şey olmadığını hâlâ mı anlatamadı?


Ve diyalogu, uzlaşmayı, siyaseti dışlayarak savaş tamtamları çalanların; her sabah, akşam eve sağ dönememe ihtimaliyle uğurlanan ömrün süresini, kaderleri belirlediği bir yerde, kim; yürüdüğü yolun nereye çıkacağını bilebilir. Yanı başınızda onlarca ölü bedenin, mezar taşlarının nedeni silahlar, bombalar patlarken de “benim yolum, benim hayatım” diye bir şey kalır mı Hevalım?



Masalımı kaybettim, masalımızı kaybettik biz. Artık kim, hangi yalan, hangi gerçek avutabilir ki yüreklerimizi. ”Şimdiyse kırılgan mektuplar yazıyorum / hangi adrese göndereceğimi bilmeden / malumun olsun ben sende ülkemi sevdim”  mısralarıyla vurulurken, bilirim bahar da sen istedin diye gelmez Hevalım. Bilirim; gelmez.


28.02.2016

Gülsen FEROĞLU



15 Ocak 2016 Cuma

Katil Kim?Devlet mi, PKK mı



İzin verilen yere varacak hikâyelerdense Hevalım, artık kendi hikayeni, hikayemizi yazma zamanı mıdır? Kim bilir ki...kim...


Yeni yıl Hevalım. Norveçlilerin bağımsızlığının 100. yılı şerefine Finlandiya’ya dağ hediye edilmesi için kampanya başlattığı bu dünyada, diyorlar ki Paris’te aşk...diyorlar ki Paris’te yılbaşı başkaymış. Bu taş sana; duydun mu Ankara… duydun mu Amed...


Sana ahım, figanım Amed; dünü bitiren, bugünü kavuran, yarını muğlaklaştıran savaşın atası Ortadoğu’daki varlığımızdandır. Gülüşünde bile hüzünlerini saklayan çocukluğa, gençliğe, kadınlığa mahkum kalınan bu Ortadoğunun bebeklerindendi, büyüyebilseydi; vatanım diyeceği toprakta vurulan üç aylık; Miray İnce,  bombalanan bir  yaşındaki Ecrin Açıkgöz.

Adı Hüseyin Selçuk’tu, 5 yaşındaydı; vurulduğunda, evinin bahçesindeydi. Adı Bişeng Goran’dı, 12 yaşındaydı sokaktaydı; vurulduğunda; kahvaltı sofrasındaydı 42 yaşındaydı adı Melek Alpaydın’dı. Adı; Sêvê Demir adı;..., adı;..., adı;...,adı;...,...,  vurulduğunda.....

 Vurulan, parçalanan yalnızca bedenleri değildi; çocuklukları, gençlikleri, kadınlıkları, hayatlarıydı da.

Sonrası; Türkiye Cumhuriyetinde bugün,  her biri devletin, bir partinin, bir örgütün, bir liderin, bir holdingin, cemaatin ideolojik aygıtı, dezenformasyonun  şahı  yapılmış medya, yazarlar, troller sayesinde labirentlerde kaybettirilen gerçek.

İşte kitleyi yönlendirecek, etkileyecek mevki, makam, konumlarından dolayı yazıya, dile döktükleri düşünceleriyle bu gerçeği kaybettirenler;  bir bakarsınız sorunun ta kendisi, sorun savaşsa savaşın da ayrılmaz parçası oluvermişler. O ândan itibaren de sorunun çözümü, savaşın bitmesi, kraldan çok kralcı yandaşlıkta gerçeği saptıranları aşmaya bağlıdır.

Nasıl mı? Savaşta, bir bebek, bir kadın, bir çocuk öldürülüyor tek önemsenen kim tarafından öldürüldüğüdür. Memlekette; Twitter’da, Instagramda, Facebookta, gazetelerde, ekranlarda “o öldürdü, hayır bu öldürdü” heyezanlı,  suçu karşıtına yükleme aceleciliğinde delilsiz; kör,  sağır bir yandaşlığın esareti.

Yandaş algı için “beklediğim fırsat, nihayet”le, hemen çocuk, kadın, asker, polis, gerilla; öldürülen kimse  ona ait fotoğrafların eklendiği, iç burkan  ”çocuk bu çocuk”lu yazılar, şiirler, capsler, tweetler, profiller paylaşılır.

Atılan tweet’e, paylaşılan fotoğrafa, altındaki yoruma bakılır; evet, evet  “devlet öldürdü.” Çok emindirler, çünkü tek tipçi devlet asırdır ötekileştirdiğini öldürmüştür. Diğeri de emindir  “PKK öldürdü.” Çünkü tarafı devlet, PKK olan 40 yıldır süren  kirli savaş, kimsede  masumiyet  bırakmamıştır.

Öldürülenin failini belirleyince mahalleleri, hayatı enkaza çevirmenin alt yapısını tamamlamış saydıklarından mıdır  “kim öldürdünün” cevabının  ânında  “o öldürdü”yle verilmesi, sanki.

Böylece devletin, PKK’nın yanında saflaşanlar “barış gelsin, yeter, görmüyor musunuz mahvettik birbirimizi, onlarca insanın da hayatını“ diyeceklerine “katil devlet”, “katil PKK”yla öldürülen sivilleri; düşmanını köşeye sıkıştırmada, nefretini kusmada propaganda malzemesi kullanarak, savaşı her platforma taşırlar.


“Son terörist temizleninceye kadar operasyon“, ”hiçbir gücün özyönetim alanlarına girmesine izin verilmeyecek”, “direniş var” söylemiyle terörize ettikleri Türklerin, Kürtlerin de önceliği artık; insan hakları, demokrasi, barış, evrensel hukuk değil,  safında yer aldığı tarafın savaşın kazananı olmasıdır.

Şimdi Miray’ı, Melek’i PKK öldürdü dersem, rahatlayacak mısın eyyy militarist? Sen Hevalım; devlet öldürdü dersem, sen de rahatlayacak mısın? Ne oldu, ne fark etti;  katil devlet,  katil PKK olunca bebeklerin, sivillerin öldürülmesi normalleşiyor; acılarla, mağduriyetle beslediğiniz savaşınız, meşru zemine mi oturuyor.

Oysa Sur’da, Cizre’de, Silopi’de; yaşadıkları şehirde, bir günde mülteci olduysa insanlar; bunun tek sorumlusu savaşanlar ve yandaşlarıdır. Onlarca asker, polis onlarca gerilla, çoluk, çocuk, kadının cansız bedenleri sokaklarda, kar altındaysa,  taş da taş üstünde kalmamışsa; bu gurur da siz savaşanlarındır. O evi de; sizler başına yıktınız Melek’in, Ecrin’nin.

Sokaklar ölüm kustuğundan, herhangi bir zaman diliminde; herkesi vurulabilecek bir kurşunun, bombanın kimin tarafından atıldığının bilinemeyeceği bu lanet şehir savaşı, sürdürdükçe de; dört mevsim, on iki ayda yine çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar öldürülecektir. 

Filistin, Bosna, Suriye, Irak,  Kobani’de hayatından edilen milyonlarca masum gibi onlarca Miray, Ecrin, Melek, Sêvê de; savaşın kurbanıdırlar. Bunu inandığın, inandırıldığın;  hiç bir yalan, hiç bir gerçek  silemeyecektir.

Ve “Her şart altında ne yaparsa doğrudur”la devletin terörünü,  yasaklarını meşrulaştırmak kadar; belki biatçılığa karşı PKK’nın dahi istemeyeceği ölçüde  “PKK ne yapsa, dese doğrudur”la aynı yanlışa düşmek, barışa gidecek yolun dinamitlenmesidir. O kadar.

Kendisini çıkmaz yola sokan her şeye sahip çıkma sendromunda; aynı fikirdeki insanlarla bir arada olmaktan, aynı fikirleri duymaktan, okumaktan bir türlü bıkmayanlar! Söylesenize, demokratik mücadele, uzlaşma dururken; Kürtlerin haklı “özyönetim” talebini PKK’nın yaptığı gibi hendek, barikat, EYP dayatmasıyla savunmak ya da devletin yaptığı gibi şehirlere tank, asker, polisle girip susturmak mı lazımdı.

 Üstelik Suriyeleşmiş bir Türkiyenin; ne ötekileştirenlere, ne Türklere,  ne de yüreği dört parça bir halk Kürtlere fayda sağlayamayacağının kanıtıyken; İŞID’i palazlandıran savaşın,  Ortadoğu halklarının trajedilerinin müsebbibi  devletlerin sınırlarından çevirdiği mülteciler; Ege denizinin kıyılarına vurmuş cansız Aylanlar.

Hem bir Miray, bir Ecrin  daha ölmesin diye savaştan vazgeçmenin erdemini karartacak başarınızla ne ara, nasıl bu kadar zalimleştiniz de; onlarca  cansız beden  karşısında hâlâ “bu yaşanan ‘faşist, işgalci T.C’ ya da ‘ihanetçi Kürtler’ yüzünden” suçlamalarıyla, savaşmanızın haklılığını ispatlama derdindesiniz.


Dünya vatandaşlığını, Murray Bookchin’ni, şiddet sarmalını, diyanetin tuhaf fetvalarını, bir filmi, bir şarkıyı, bir kitabı  konuşup, tartışabileceğimiz hayatı savaşlarına dövdürenler! Ne çok şeyi öldürdünüz, ne çok hayatı,  ne çok hayali çaldınız farkında mısınız?

Bir gün, mümkün olabileceği görülmüş barış ortamından, çözüm sürecinden öncede yaşanmış bu karşılıklı cinnet hali elbette son bulacaktır. Ama ne yazık...ne yazık O gün, ölüm, bayağılık, kötülük ekmiş bu gereksiz savaşa, göz göre göre  boyun eğmenin utancı öldürülen bebekleri, çocukları geri getirmeyecektir.

Nereyi, neyi dağıtacağı belirsiz rüzgârların tutsağı Amed ! Kucağında tüm kayıplarınla  sende, illaki bir gün  hikayeni, kendin yazacağın  özgürlüğüne kavuşacağından; fotoğraflarda kalan çocukluklara, faili meçhul bir aşkla kabaramamış gençliklere bakıp...bakıp da...öyle çok kaybolma kendinde... öyle çok sürüklenme hiçliğe.

Bir olmaza kapılmışken herkes, bıraksalardı da; biraz da sessizlik konuşsaydı. Ne olurdu, ne....


15.01.2016
Gülsen FEROĞLU