Diyorlar
ki herkesin hikâyesi de, her hikâye de bir gün bitermiş. Sahi biter mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun zalim her kimse, akıttığı kan duruyor, kaybolmuyorken toprağın
üzerinde; Biter mi, sahi?
Evinden
barkından, vatanından, hayatından ettiğinden; bir Ermeni tehcirin, bir Yahudi Auschwitz’in, bir Rum 6/7
Eylül’ün, bir Alevi Dersim’in, Maraş’ın,
bir devrimci Mustafa Suphi’yi boğduran,
Deniz’leri astıranların, bir
mütedeyyin 28 Şubatın, bir siyahi Apartheid’in, bir Bosnalı Srebrenitsanın, bir Suriyeli Esad’ın, bir Kürt
Halepçe’nin, bir Kobanili DAİŞ’in açtığı
yaralardan damlayan kanın peşinden gideceğinden; Bitmiyor işte, bitmez de
ötekileştirilenlerin hikâyesi.
Bitmesi bir yana, 13 Temmuz 1789’da günlüğüne “ bugün kayda değer bir
şey yok” yazan Kral 16.Louis’i devirmek üzere, 14 Temmuz 1789’da Bastill
hapishanesine “Liberté, Egalité, Fraternité”le yürüyenlerden
226 yıl sonra Paris’te aynı sloganlarla
yürünmesinin nedeni, Charlie Hebdo saldırısında hayatını yitirenlerin hikâyesi
gibi, delip geçemediğinden insanı kanatan zehirli bir
mermiye dönüşmüş hikâyelere durmadan yenileri eklenir.
Özgürlük,
eşitlik, kardeşliğin düşmanı ırkçılığa karşı 12 Ocak 2015’de Paris’te düzenlenen mitingde Parislilerin; Netanyahu vari
zülümkar başbakanlar, despot yönetimlerle özdeşleşmiş gazeteciler, yazarlarla, Cizre’yi ölü çocuklar mezarlığına çeviren; 12
yaşındaki Nihat’ı, 14 yaşındaki Ümit’ti ve Berkini katledenleri yargılatmayan
A. Davutoğluyla birlikte
yürümeleriyse…gerçek bir tragedya değilse nedir?
Böylesi
trajedilere alışmış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bile; “141-142’ye hayır”cılar
hapishanelerde çürütülür, Erdal Eren 17’sinde asılır, ana dillerini
konuşmalarını yasakladıkları 100 bin Kürdü hayatından eden iç savaş sürerken; köşesinde
Chateau Petrus’u su bardağında içme bedbahtlığını anlatan, daha 16 yıl önce
“Kürtçe kaset yapacağım” diyen Ahmet Kaya’yı linç manşetleri attırtan beyaz Türk E.Özkök’ün o mitingde, elinde Charlie Hebdo dergisiyle poz
vermesi, “Liberté”
haykırışıysa… artık şarlatanlığı da aşmış bir durumdur.
Sivas
katliamında “Aziz Nesin’in hassasiyet yaratan, tahriklere varan sözleri, karşı
tahrikle birleşiyor ve…” yazmış
E.Özkök’e, Özgür Gündem, Evrensel,
Nokta,…, …; toplatılır, kapatılır,
yazarları, muhabirleri öldürülür,
tutuklanır, “ Hepimiz
Ermeniyiz” diyenler 25 Ocak 2007 tarihli
Tercüman’nın “Türk’üm diyemeyen defolsun
gitsin” manşetine maruz
kalırken SUSAN. Ne hikmetse dün değil de bugün;
her biri bir demokrasi, özgürlük havarisi kesilmiş beyaz Türklere artık “Sevsinler! sizin Je suis Charlie’liğinizi”
DEME VAKTİDİR de.
Türkiye’yi hep yöneten tek tipçi Kemalizmin fıtratındaki
ırkçılığın, vesayetçiliğin organik bağlaşığı beyaz Türklere artık Ahmet Merabet’in
kendisini kurşunlayan Kouachi kardeşlere seslendiği “Yapma, tamam artık şef”le
seslenme vaktidir de.
Türkiye’nin
en büyük bahtsızlığı, sefaleti de budur işte; “özgürlük, kardeşlik” diye diye
gezinen iş, sanat, siyaset, askerlik, medya dünyasının önde gelen
şahsiyetlerinin,
aynı zamanda; Charlie Hebdo dergisini
dağıtacak diye Cumhuriyet gazetesini “bizim kırmızı çizgimiz de Peygamber efendimizdir”le
protesto eden, “kutsalım da kutsalım”ı linçe dönüştürmüş bağnazlığın mimarı
olmalarıdır.
Kendilerine
“aydın” payesi vermeyi de ihmal etmeyen
bu şahsiyetler Türklüğü, Kemalizmin kadrolarını kutsallaştıran eğitim, öğretim,
medya eliyle molekülerine “Türkiye Türklerindir”i işledikleri toplumun; “gerici”, ”hain”,
“bölücü”lükle suçluya suçluya ötekileştirdikleri onlarca Vedat Aydının,
Hrant Dinkin, Rahip Santoronun katlini
onaylayan, şiddetin kol gezdiği sisteminde debelenen bugünün Türkiyesinin de yaratıcılarıdırlar.
Farklı her
etnik kökende, mezhepte, fikirde, yaşam tarzında illaki bir yara, bere bırakan;
kırmızı çizgisi, kutsalı bol öyle bir sistem öyle bir toplumsal yapı inşa etmişlerdir. Ki “kölelikten
beter bir şey var; o da köleden geçilmeyen bir yere özgür insanların memleketi
deyip çıkmaktır”ı yazan Diderot’ya nispet; “nerde bizde özgür birey… medeniyet…bak
Fransızlara, Yunanlılara…” kahrında, yaratıklarından yakınacak
kadar da aymazdırlar.
Oysa görmeye,
duymaya katlanamadıkları nefret ettikleri ne kadar şey varsa hepsi sömürge şapkalı beyaz adam
kılığındaki; kendilerinin, zihniyetlerinin yansımasından başka bir şey
değildir. Öyle ki servetin %70’nin %7’lik
kesimin elinde toplandığı Türkiye’de birbirinin karşıtıymış gözüken öncesi hariç; Milli şef
İ.İNÖNÜ’nün T.ERDOĞAN’da, T.ÇİLLER’in
Z.ÇAĞLAYAN’da, E.BERBEROĞLU’nun Y.BULUT’da;
E.ÖZKÖK’ün A.KEKEÇ’te vücut bulmuş yandaşlığında, ben merkeziciliğinde; tahammül, şefkat,
anlayış nokta bile değildir.
İyiliğe
dair tüm duyguları sıfırlayan da; neredeyse herkesin, her kesimin
“günah” , “ayıp ”la dokunulmazlık zırhı geçirerek
tartıştırmadığı kimisi için; ulusu, devleti, kökeni, dini kimi için;
vatan, bayrak, askerlik, kimi için; inancı, ideolojisi, kimi
için; lideri, örgütü, kimi için; namusu,
başörtüsü kimi içinde; annesinin, takımının başrolde olduğu bir “overrated”inin,
kutsalının varlığıdır.
Bir yerde
kutsalın, hassasiyetin bolluğundan geçilmiyorsa orada hükümran da ister istemez; aklın yerini alacak biattır. Yalnızca düşüncenin değil A’dan Z’ye her şeyin çerçevesini belirleyen
biatçılık; Recmi, kafa kesmeyi, din
alimi Mohammed Sale al Munajjid’in “Kardan adam yapmanın dinen yasak “, Fetullah Gülen’nin de “ kar yağdı, top oynayalım…. bunlar insan mı acaba hayvan mı diye..” seslenişini tatlı bir
melodiye büründürür.
İşte
olaylara aykırı bakmanın, talimatsız düşünmenin engelli biatçılığın
pençesindeki Ortadoğu’da; kutsalı neyse onun için
ölmek, öldürmek o kadar olağandır ki “12 milyon insan katledildiğinde ses çıkarmayan insanlığın, sadece 12
kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalmasını ibretle izledik”
beyanlı Diyanet İşleri Başkanının ürkütücülüğü bir vaka sayılmaz.
Tersine Tanrı katına çıkardığı
kutsalıyla bütünleşip kutsalına en ufak eleştiriyi kendine hakaret
algılayacaklar, ceza verme yetkisini de kendinde bulacakları cinneti yaşarlar.
Bu misal Charlie Hebdo bütün dinlerle, peygamberlerle ilgili karikatürler yayınladığı
halde “Peygamberiminkini yapamaz”la tavan yaptırtılan cinnet, kutsalı adına cinayeti, öldürmeyi meşru
kıldırır.
Dünya
tarihiyse; yalnızca bir zamanlar Arap yarımadasının kutsalı taştan Putlardan;
Kilisenin dünyanın
döndüğünü iddia eden Galileo Galilei’yi engizisyonda yargılattığı Ortaçağ
karanlığından, 1800’lerde
“Tanrı öldü”yü yazan Nietzsche’ye hoşgörü duyulan zamanlara nasıl
gelindiğini göstermekle kalmaz; kutsalın, kutsallığı sorgulandığında ancak bilimde,
sanatta, düşüncede ilerleme kaydedildiğini de kanıtlar.
İnsan da eğer isterse; bütün
ağızlardaki sakız “özgürlükten yanayım
ama kutsalıma da saygı, hassasiyet beklerim”deki ince tehdittin düşünceye, ifadeye nasıl
sınır koyduğunu, kutsalının da en büyük prangası olabileceğinin farkına varabilecektir.
Paris banliyölerinde “doğmuş
bebeklerden Cihatçı” üreten sistemlerini, kendilerini sorguladıklarından “Vive
L’ıslam” afişini taşımaktan çekinmeyen Fransızlar gibi Türkiye’de de; herkesin
düşüncenin, ifadenin özgürlüğünde, insan hayatının kutsallığında konsensüs sağlayacağı
gün, kalbinizin hiç dokunulmamış yerine
dokunulacağı gündür de.
Belki o gün; bir
ideolojinin, bir dinin, bir cemaatin, örgütün, partinin ona inanmayanların
kanları dökülerek, zorbalıkla hüküm sürmesinin, yayılmasının; kutsal nitelendirildiğinden ayakta kalmasının onu
nasıl iki paralık ettiğini anlayabilmek de öyle mümkün… öyle de imkansızken…
Uğruna
candan olunan, cinayetler işlenen özgürlük belki de kendi yarattığımız kutsala kaygısızca dokunulan ânda
başlayandır.
07.02.2015
Gülsen FEROĞLU