İstediğin
yerde, zamanda, istediğin insanlarla olamamanın verdiği ince sızı geçene dek
bırak kalsın orada, o yara, seninle birlikte, bırak kalsın orada “öylece”li
hayatlarda ki o ince sızıyı çoğaltanlar; bir ânda, derya, deniz olur da, sarıverirler her yanı.
Akasya kokusuna rastlamanın baht istediği şehirde, olmaz ya yine de bir umut,
mutlu bir gün geçirmeye ket vuracak kadar çok, bir o kadar pervazsız, bir o
kadardan daha fazla da nefret doludurlar.
Bu
el, kol göstermeli Koçgiri’yi, Dersim’i, 6/7 Eylül’ü, 1978’in; 16
Mart Beyazıt meydanı, 8 Ekim Bahçelievler, 19 Aralık Maraş, 2 Temmuz 1993 Sivas
katliamlarını akıllara düşüren nefretler; uzatılan mikrofonlara vurdukça vuran Fatma
teyzeler, Ahmet amcalar; topyekûn
“vuralım,
vuralım, ölelim, öldürelim” yalvarışları, ürkütücüdür de, adamakıllı.
Peki,
bir ânda “yine
de şahlanıyor aman” diyecek Hasan Mutlucan eksik hale gelen memlekette, ne olmuştur da “Mango indirimde, Zara’ya da bakar, Bebek Mangerie’de bir
şeyler atıştırırız”lı hayatlar; kimselere göstermedikleri şefkatleriyle
sarmalayıp kuytularına sakladıkları acımasızlıklarını, öldürmeye
sevdalılıklarını açığa çıkarmak zorunda kalmışlardır.
Ne
olmuştur da, Meclis Darbeleri ve Muhtıraları
Araştırma Komisyon raporunda belirtilen özel harp dairesinde çalışan sayıları
yüz binlerle ifade edilmiş, gömülü silah depoları da bulunan gizli ordunun
talimat almış elemanları gibi, aynı ânda yaygaraya başlayanların dünyaları yıkılmıştır.
Dünyayı başlara yıkan mevzu da, 30 yıl süren iç savaşın barışla sonlanma
ihtimali değil miymiş?
Ortalık da; anlayışlarına göre 89 yıl önce Yunan, …, Fransız, …, İngiliz’le
barış anlaşması yaparak şehitlerin kanını yerde bırakmış Kuva-i Milliyecileri
temsil iddiasındakilerin istediği “durduk yerde Türk sorunu çıkarmayın” diye
uyarmıştık, alın işte, çıkın işin içinden görelim, kıvamındadır. Sıra da icazetimizi
almadan çözüm süreci, barış ha!
söylemlerine destek çıkacak ankettedir. Sonuç; ”Kürtleri sabun yapalım
diyenlerin oranı % 45.”
Anketi görünce “Yuh artık, bu kadar mı” demiş, daha neler neler
demiş, bi çok şaşırmış, bi çok da şaşırmışlar ki o kadar olur yani. Ne de didinmiştin
be ÖZKÖK, be ÇÖLAŞAN “yapmayın” diye de…
“%45 yuh artık”la şaşıranlara şaşmayıp ta ne yapılır Vasfiye teyze.
Hem niye yuh, niye? Beşikten mezara “Türkiye Türklerindir” öğretisiyle “bekam yanında vatandaşımın canı nedir ki”li
devletinin; Türk, Sünni, başı açık olmayana estirdiği terörde, asimilasyonda
zülümkar insanlığı öğrenmişler; Kürtleri sabun yapmayıp, baş tacı yapalım mı
diyeceklerdi.
“Bakın karşımdakine nasıl rezil, cani. Ben öylemiyim ya, onlar her
yaptığımı hakediyorlar”la muhalifi kimlerse, onları, yaptıkları yüzünden
ayaklanmış, eline silah almış biri
olarak değil eli kanlı katil, eşkıya göstererek, iblisliğini kapatan bir
devletin vatandaşları; Kürtlerle eşit yurttaş olalım mı diyeceklerdi.
Öğrettiği nefreti bir asır “Kürt diye bir halk yok”la besleyen, 15 bilemedin 10 yıl önce de “şaka Kürt de, Laz da, ..,, var” diyen devletinin, inandırdığının yalanlığı karşısında insanlarda; klinik bir vakanın uç vermemesi eşyanın tabiatına aykırı olmaz mıydı?
Onun için daha darbe anayasasına referandumda basılan %98 evet
mührünün mürekkebi de kurumadığından “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve
sahibi Türk milletinin adı, vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan
çıkarılamaz” dilekçesini imzalayan aydınları, toplantılarda akil insanları konuşturtmayanları, T.C kaldırılıyor safsatasına inanıp maçta
“T.C Mersin İdman Yurdu “ pankartı
açanları görünce, gönülden kutlamak
gerekir; 1921’de sakallı Nurettin paşanın
“zo diyenleri ortadan kaldırdık şimdi sıra lo diyenlerde” zihniyetini
kökleştirenleri.
Neyse, bu yaygaracıların yanında gözleri nemli, tarihsel, kültürel
süreçten solculuktan, devrimden dem vuran
“Hak alınmadan silah bırakılır mı? Nasıl güvenirsin AKP’ye ey PKK” yazan
cengâver bir kesim de var ki, sanırsın
elde keleş 30 yıldır dağda gezen, çatışan, yakınları ölen onlar. Öyle de bir
bozuk çalma; “….Kürtler ve Türkler, evet, eşit
vatandaşlar olacaklar bundan böyle. Pres makinalarında ezilen çocukları
eşitlenecek…..” yazmalı. Öyle, böyle değil.
Şikayetlendikleri
Başbakanın demokrasi, hukuk anlayışının esin kaynağının kimliğini görmezden gelen
bu saraylılar, olacağı bir de bilirler ki, hemencecik gardlarını da alırlar;
”Bunu yazdık ya barış karşıtı yaparlar bizi.” Yok
bacım, yok anam, babam; ne yapacanız, tabii akıtacanız derdinizi, eleminizi.
Akıtmayıp ta ne yapacanız.
Darbeyi yapacak askerlerin dahi mağdur edebiyatı yapabildiği
ülkede, AKP karşıtlığını darbe istemeye vardıran saraylılar, rahat olun. Kazananın
bugün ölmeyen her Türk, her Kürt genci olduğunu bile bile, altan alta ve de
yerine göre; kazanan Kürtler kaybeden Türkler, kaybeden Kürtler kazanan Türkler
algısını pompalayan sizleri; sırf bir tek çocuk ölmesin diye her şart altında barışa
katkı sunmalı her insan, düşüncesiyle sorgulamak kimselerin haddine değildir.
Meğer 30 yılda 400 milyar doların harcandığı savaşta, 40 bini Kürt
45 bin canın yitişi, onlarca insanın sakat kalmışlığı kime neymiş; çocukların,
gençlerin ecellerini, kaderlerini belirleyen savaşın meftunuymuş çoğu insan.
Buymuş; bizim de katline fermanlığımızın nedeni. Buymuş; bir insanın onurunun niye bayrak, niye paylaşılamayan toprak parçası olması gerektiğini, bunların
da bir insanın canından kıymetli olduğunu dayatanları, söyleyenleri anlamsız kılanlara
husumetin de nedeni.
1921 zihniyetinin
hâkimiyetinde katilerine bebek katli denmeyen Ceylan Önkol’un, 18 aylık Mehmet
Uytun’nun, Roboski’li Özcan Uysal’ın (18) fotoğraflarının altına “bu çocuklar
yaşamıyorsa bunun tek sorumlusu devlettir”in yazılmadığı bu yerde; herkeste memnunmuş zaten ölüm solunan günlerden.
İstenen de her kesimin hesabına, iktidar hayallerine kurban edilecek bir
barışmış. O yüzdenmiş barış sürecine karşıtların; Kürt sorununu nasıl
çözeceklerini, masanın ucuna kimleri oturtacaklarını, PKK’yı nasıl sınır dışına
çekeceklerini, hangi komisyonları kuracaklarını…, …, açıklamamaları.
Şimdi
bizler ne yapalım; %45’in, saraylıların, Barış için
ikna olmalarını mı bekleyelim? Onlar ne zaman, nasıl ikna olur; Bosna
savaşındaki gibi 250-300 bin kişi ölünce mi? Onlar ikna olmadı ya da tutukları parti
iktidarda değil diye gencecik çocuklar tabutlarda mı dönsün evlerine?
Ve her zaman en kolay iştir; bağırmak, çağırmak, karalamak. Zor olan; insanları aleni şiddette, katliama çağıran
siyasi parti liderleri fink atar, barış sürecini olumlu bulanların başlarında mahallenin mutebersizi “AKP”lilikle itham, Demokles’in
kılıcı gibi sallandırılırken savunmaktır barışta demokrasiyi, özgürlüğü.
Kendilerine ne verildiyse onu yansıtanların gemiler yakan sözleri
kulakları tırmaladığında yine, kırağı düşmüş beyaz mermerlerin üzerinden
kaymadan yanına gelmeye çalışırken düşündüm seni. Her şeye; savaşa, işsizliğe,
GDO’lu gıdalara, paragöz doktorlara, yalanlara alıştığımız gibi alışmışım
bende, sensiz yaşamaya bile. Başucuna geceye, gündüze birlikte bakın diye hangi
vesileyle hayatına girdiğini bilmediğim sevdiğin fulyalardan diktim, bugün.
Birazdan da bırakıp seni burada, gideceğim. Yanında kalamıyorum biliyorsun;
yaşam var şu yolun sonunda. En acısı da bu değil mi?
Merak ediyorsan haklıydın, dünya hâlâ berbat bir yer. Bende
anlayamıyorum bir türlü, insanların; nice Berfo anaların evlatlarını görmeden
yıllar tüketmelerine, ağıtlara engel barış karşıtlıklarını. Yoksa herkeste
biliyor mermi de, bomba da çokkkk. Acaba diyorum acaba, sevdikleri birilerini
hiç kaybetmediklerinden midir, insani duygularının tuzla, buzluğu.
Olması gereken düzeyli, linç içermeyen bir muhaliflik yerine kavgayı, şiddeti ne çok, ne çok
sevdi bu memleket insanlarıyla, hem de boşu boşuna. Oysa ne vardı; kuşluk vakti tahta
sandalyelerde enginar dolmasına taze soğanın yakışacağından, “ nereye bu
saatte”li cins patronlardan bahsedip,
“Çankaya köşkünde yaşasaydı ailen ayrı eve çıkarmıydın”lı geyiklere
gülüp, Müslüm babanın “…. bülbül derdim ortağı”yla dertlenseydik, hiç yere. Sonra
fulyanın bir yaprağında Behra Wane bakan Sipan dağının tepesindeki kar çiçeğini
görüp, nasıl da güzel, nasıl da aşık
olunacağını gösterebilseydik herkese,
iki kadehle.
Ama, bir bilsen Higgs Bozonu, Marsta koloni, yapay böbrekle uğraşırken aptallar, her gün, ne kör nefretler dökülüyor satırlara. En büyük şansızlığımız da belki; Bakana “görüyorum ki çaresizliği tatmamışsınız hayatınızda” diyen kanser ilacını bulamamış Dilek gibi, bizi hiç anlamayacak, doğru duymayacak birine, birilerine yaralarımızı göstermenin, özlemlerimizi anlatmanın faydasızlığıdır.
Kara
duyguların esirliğinde bak, aşk da yok işte; ne fulya’da, ne lale’de, ne de
leylak’ta. Aşk hiç yoktu ama hep olacak mı dedin sen. Bizden bir şey olmaz
dedim. Bizden bir şey olmaz dedi o da. Biliyorum dedim, bu durumda ne bizden,
ne başkalarından bir şey olmaz.