29 Mayıs 2014 Perşembe

Baoo, bir ayarda sen ver Kürtlere




 

 

Bir gün… bir gün bir şey… bir gün bir hayat kaybedersin; bir nefes,  bir bakış, bir anı,  bir fotoğraf. Senden o gün bir şey gider,  sonra çok şey; Ve o kadar çok ki ölümüz. Endişelenme! duydum seni de. Hayır, öyle sandın. Peki, sandımsa, gerçek neydi? Gerçek, seni duyduğum kadar, senin beni duymadığındır. 


 

Sen; “Mustafa Kemalin askeri”,  liberalim,  cemaatçim, beyaz Türküm; şöyle dürüstsün, böyle şahanesin,  sadece gerçeğin peşindesin diye diye dolandın…durdun da...bir kerecik olsun baktın mı yere göğe sığdıramadığın gerçeğe, ne olduğuna.


 

Gerçek, bizi birbirimizden ayıran; darbelerin, katliamların, Soma’ların, fukaralığın getirdiği acıların aramıza girdiği “eskiden yoktu Kürt, Türk, Alevi güzel, güzel yaşıyorduk” dediğin, koca bir hayatın varlığıdır. Daha ne olsun! 



 

Satre’nın yazdığı “Başkaları, cehennemdir”i yaratmış ulus devlet yönetenlerinin doğuştan fişleyerek ötekileştirdiği o hayatta; çocukluk; Maraş katliamı ertesi evin duvarlarında kırmızı (x) işareti arayan babalı,  Ramazanda kapalı perdeler ardındaki sofrada annenin “çabuk yiyin”  korku komutlu, şivenizle alay edildiğinden teneffüslerde bir başına oturulan tahta sıralıdır.






 

Makbulün Türk, Sünni, seküler olduğunu bilmediğinizden “neden, niye”li çocukluğu izleyen; “sakın! Aleviyim deme,  hele Kürdüm hiç “  tembihli gençlik;  kampüse toplu çıkışlar, Auschwitz’e çevrilmiş Diyarbakır, Mamak cezaevleri. İşkence gören, öldürülen, asılan o güzel, o parlak gözlü yoldaşlar. Çokça da çaresizliğiniz, tek başınalığınızdır.


 

Dahası devrimcileri, mütedeyyinleri, gayri Müslimleri, …, …, emekçileri de kavurdukları cehennemi daimi yapmaya yeminlilerin; köy meydanında, hapiste “Türksün”, “Türkçe konuş”la döven,  “teröristsin“le  öldüren  tekçiliğine,  linçine dayanamayan, dağa vuran Kürtler.


 

Yıllar önce Yeşilyurt’ta Yüzbaşı köylülere insan dışkısı yedirdiğinde bitmiş insanlığı, “bölücü, hain” Kürtlere hak gördüğünden sana göre elbette; yoktu devlet terörü, yoktu adaletsizlik. Ülkenin gerçek sahibi yapıldığından baskı, zulümle karşılaşmayan bir ırkın mensubu sen; özgür dünyana 500, 1000 km uzaktaki Kürtlere yapılanları önemsiz bulduğundan elbette  “güzel, güzel” de yaşıyordun.



 

Oysa öyle Radikal okuyup,  CNBC-E izleyince, Nispet’te “Yine mi güzeliz, yine mi çiçek”i söyleyince, Immanuel Wallerstein okuyunca elit olunsa da; medeni,  adaletli, eşitlikçi olunmuyordu be güzelim, yakışıklım; onlarca Guernica çizilir, insan onuru postallarla,  TOMA’larla, panzerlerle  ezim,  ezim ezilirken vatanının Doğusunda, Güney Doğusunda; Kürdistanda. 


 

İşte devletin orman, köy yakıp, tonlarca bombayla dağları devirdiği, bir hiç’i feth etmek üzere savaştırdığı Mehmetçikle, Kürt gençlerinin birbirini öldürdüğü bu minval üzerinde geçen yıllar, sonunda “çözüm” sürecini dayatıvermişti. Süreç dura, kalka ilerlerken 30 Mart 2014’te buyurganlığın en baba sloganı  “tatava yapma”nın peşine takılan ama nasılsa biatçı olmayan en aydın,  en abi gazeteciler de CHP’ye oy vereceklerini açıklamışlardı.


 

Kendilerini CHP’yle bağlayınca, otomatikman  CHP’yle seçim  hezimeti yaşayan  Hasan Cemaller, Koray Çalışkanların , …, …, …,  Kürtlere negatif  hizmet hareketinin, Mart 2014  Fethiye’de, Samsun‘da Kürtleri linçe kalkışmış ırkçıların;  görünen tek hedef “Erdoğan karşıtlığı ”üzerindeki  ittifakına katılmayan Kürtler,  bir anda hezimetin sorumlusu zanıyla kara  listeye alınıvermişlerdi.


 

Hal böyle olunca; çocukça, acınacak “kurudu, kaldı ”lı laf sokuşturmayı, mesnetsiz iddiaları gazetecilik algılayan medyanın yeni sürümü “aman geç kalma, bir ayarda sen ver Kürtlere” piyasayı ele geçirmesin mi.  Bolu beylerinden;  nefret suçunu bildiğinden  düşüncesini direkt yazmayıp bir taksicinin ağzından “ Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtler oylarını Erdoğan’a mı verecek?” diye sordum. “Kürtler çok aptal ….”  yazan Şahin Alpay,  “Batı’da faşizm, doğuda özerklik mi?” yazan  Mehmet Altan,  “…Dersim, Cizre’deki Soma protestolarına müdahale edilmiyor” tweetli  Kadri Gürsel de  şahlanmasın mı.


 

Bu,  AKP’nin seçim kazandığı 2002 yılına  kadar;  dört darbe, birkaç darbe teşebbüsü geçirmiş, Türkiye’de;  her şey güllük gülistanlık, faşist diktatörlük  hiç yaşanmamış yazılarını okuyan, konuşmalarını duyan insanların da haklı olarak  nutku şaşıvermesin mi.


 

İşin kötüsü, her aklına esenin hoşlanmadığını diktatör ilanı karşısında,  ülkede diktatörlük “var mıdır, yok mudur”u tayin etsin diye başvurulacak Standard & Poor’s vari uluslararası bir adreste yoktur.


 

Acaba, hep örtülü, örtüsüz faşizme maruz kalmış ötekilere, Kürtlere yaptıklarına bakıp; hafif,  orta,  yüksek, ultra diktatör ayrımına, biz mi tabii tutsak başbakanları. Buna göre iktidarlarında İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet Güvenlik, Özel Yetkili mahkemelerle, Takriri Sükûn,  141-142, 163 maddeli TCK, TM kanunlarının yasalaştığı Mustafa Kemal, Okyar,  İnönü,  Menderes, Demirel, Ecevit, Ulusu, Özal, Yılmaz, Çiller, Erbakan,  Erdoğan, hepsi de diktatör müdür?


 

Ya Faşizm; misal, 650 bin kişinin tutuklandığı, 50 kişinin idam edildiği Evren’li yıllarda mı, Özgür Gündem’in 76 çalışanı dahil 20 bine yakın faili meçhul cinayetin işlendiği, JİTEM’in  tavan yaptığı, merkez  medyanınsa “sarışın güzel kadınlığına” vurulduğu Tansu Çiller’li yıllarda    yaşanmıştı.


 

Yoksa bugünü; darbeden ilk “Hatırla Sevgili” dizisiyle haberdar olmuş, devlet terörüyle  “Gezide” karşılaşmış biri diktatörlüğün, ”Asılacak adamsın ulan” kapaklı Türk Solu dergisini gösteren bir diğeri demokrasinin;  yasaklı Sason, Xîyan dağlarına, yaylalara çıkma özgürlüğünü tadan 1984 doğumlu bir Kürt de azıcık demokrasinin göstergesi sayabileceğinden. Ortada her kesimin, her insanın karşılaştığı yaptırımlara, baskıya göre bir diktatörlük, faşizm, demokrasi tanımı, algısı  ya da algı yönetimi mi  vardır. 

 


İyi de insanın algıladığı, sandığı,  medyanın, liderin, partinin, örgütün, sendikanın algılattığı, sandırdığı mıdır, gerçek? İnsanların bir gün o yalana inanmalarını umarak; Kürtlerin “batıda faşizme” geçit verdikleri yalanını algılatma projesi gerçeği yansıtır mı?


 

Bedeli iç savaşta 50 bin kürdün hayatı olan;  demokrasi, özgürlük mücadelesinde; zorun savaş değil barış olduğunu günahıyla, sevabıyla kavramış Kürtlerin, herhangi bir yerde faşizmden yanalığını geç yazmayı, akıldan bile geçirmek Vicdansızlığın ta kendisidir. Bu vicdansızlığa cevabı da bırakalım  Sabahattin Ali versin;  yüzde yüz haklı “ Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer.” sözüyle.


 

Ayrıca sırf beyaz Türklerin, cemaatin; devletin olanaklarını, kent rantını kırpışmada AKP hükümetince dışlanma kızgınlığını, histerikli nefretlerini  “demokrasi, özgürlük”le makyajlama tuzağına düşmediklerinden hedefe koyulan Kürtler, kendilerini kimseye ispatlamak, beğendirmek zorunda da değillerdir.


 

Yıllarca her yenilgiye,  yalana mazeret üretip, suçu hep başkasında arayan, bulan müesses nizamının tekçi Kemalist ideolojisi dimağlara öyle bir zerk edilmiştir ki. Ne kadar özgürlükçü, ne kadar demokrat geçinilirse geçinilsin, her an,  herkesin içinden inceltilmiş bir RTE, bir Yusuf Yerkel’in fırlayacağı Türkiye’de;  zaten Kürtler de idama giderken incinmesin diye Pir Sultana taş yerine gül atarak daha çok yaralayan yarenliklere  alışkındırlar.


 

İlk taşın  hep beklemediğin insandan geldiği bu dünyada; yollarımıza leylaklar  dökün de  demiyoruz ama  eğer bugün  eşit yurttaşlık, diktatörlük,…,…,   tartışılıyor, W, Q kullanılıyor, Newroz, 1 Mayıs yasağı, andımız kalkmışsa,…, …,  bunlarda Kürtlerin asırlık  mücadelesinin etkisi, gücü niye yadsınsın.


 

Şimdi, hazır CNBC-E’deki  Game of Thornes bir dakika reklama girmişken nasıl; konuştuğun, sandığın gibi miymiş gerçek. Kavranamamış tek gerçek de, kapanmamış hesaplarla dolu geçmişle, dünle ödeşilemediğinden, bugün  özgür,  barışçıl bir geleceği, hayatı  kuramadığımız olmasın.


 

 

Hayat da, entelektüel süslemeli  büyük laflara gerek bırakmayacak sadelikte, sadece başımıza gelenlerdir. Her gün, her gece o kadar da çoktur ki ölümüz; değil mi Soma,  Ali İsmail Korkmaz, değil mi Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz, Hakan Tek,,,,,,

 


Evet, evet  hayat,  sadece başımıza gelenlerde değil, başımıza getirilenlerdir. Ve “çocuğum bol bol masal dinle/ henüz inanırken…”

Gülsen FEROĞLU

29.05.2014

 

 

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Bir gün, bir hayat kaybedersin



Ilık bir bahar akşamı, havada leylak kokusu;  hayatın ne kadar güzel olabileceğini hatırlatıp,  hafifçe gülümsetecek. Bu toprakta! azıcık gülümseme, azıcık huzur öyle mi? Asla! Çünkü “bedava ölümle” kol kola gezdiğim bu toprakta, gözyaşına doymayan Ortadoğudur benim adım. Adım acı benim…benim adım hüzün…adım savaş benim…

 
Herkes duydu değil mi; Soma’da “TKİ’nin  tonunu 140 dolara çıkarttığı kömürü 23.80 dolara “ çıkartma becerisindeki Alp Gürkan’nın madeninde;  2 km yerin altında kazma sesleri artıkça ölüm fışkırdığını. 

 

Yine her ölümde, her felakette; Marmara’da 50 bin, Van’da 644  yurttaşın hayatının yittiği depremlerde, Roboski’de, Afyonkarahisar’da patlayan cephanede, Reyhanlı’da, Gezi’de, 22 yıl önce 263 madencinin öldüğü Kozlu’da, yaptığınızı yapacaksınız.

 

Önde devlet ricali, 30 Mart 2014 öncesi her biri bir anketçi, yargıç, siyasetçiyken anında maden mühendisi,  iş güvenliği, göçük, yangın uzmanı kesilecek sunucular, programcılar,  köşe yazarlarınız canlı yayın arabalarınızla koşacaksınız enkaz yerine.

 

Siyah giysiler içinde söze  en dokunaklı cümlelerle başlayacak,  en yürek burkan fotoğrafları, mucize kurtulmaları arayıp bulacak. Fonda can yakan müzik; yetim kalmış çocuklara, eşlere, annelere,…,…,, ölen madencilere ait faciaya kadar  sendikası dahil kimsenin umurunda olmayan, yıllarca Gürkan’nın asgari ücretin az üstü bir maaşla,  ölüm kusan  çalışma koşullarına  mahkum ettiği hayat hikayelerini anlatacaksınızdır.

 

 Ardından sıra yardım kampanyalarına; felakete, katliama yol açan şartları az, biraz değiştirecek düzenlemelere gelecek. Suçta; nasıl Marmara’da, Van’da depreme dayanıksız konut yapan müteahhitlerden yalnızca Veli Göçer’e, Tevfik Bayram’a yıkıldıysa, Soma’da da belki en suçsuza yıkılacaktır.

 

Onlarca felakette, katliamda hükümet hangi partiden olursa, olsun hep böyle olmadı mı? Böyle olunca da hayatını kaybeden madenci sayısında dünyada 1. ülke Türkiye’de; Soma katliamının sorumluları paçayı kurtaracak. Bir avuç kömür için 18’inde 19’unda, 26’sında hayatından olan Muhammed’in, Mustafa’nın, Cemal’in arkadaşları Ahmetler, Hakanlarda madenlerine döneceklerdir.

 

Gerideyse, herkesi esir almış küçük hesapların, küçücük insanları olmanın için için hepimizi nasıl  çürüttüğünü de  gösteren; bir ömür üzerimizde taşıdığımızı bile fark edemediğimiz Küre’den, Kozlu’dan kalma kömür tozuna bulanmış  bir utanç kalacak. 

 

İhmalleri, suiistimalleri tespitleyecek BDP ve MHP’nin de desteklediği CHP’nin “Soma’daki madenlerde yaşanan kazaları, ölümleri “araştırma önergesini AKP’ye reddettiren o çürümüşlük;  hücrelere nüfuz ettirildiğinden, karşıtının her dediğine karşı çıkma, inanmama güdüsü artık genetikleşmiştir.

 

Hızla, bu denli, nasıl çürümüş, nasıl çürütülmüşsek; madenciler daha yerin altında can pazarındayken;  Erdoğanı köşeye sıkıştıracak argümanı “Soma”yla bulduklarına inananlarla, Erdoğanı yüceltenlerin acınacak; “ Erdoğan ölsün üretim hatası diyelim”,  “Gezi yıl dönümden 2 hafta önce yaşanan Soma’ya ne sebep oldu…” tweetleri dolanmıştır, sosyal medyada.

 

Bu durum kimseyi de şaşırtmamıştır, zira burası; hayattan ziyade amaç her neyse; onun için kitlesini galeyana getirmede kullandığından; yoksulların, gençlerin ölümünün ne çok, ne çokkkk sevildiğinin 30 yıl süren iç savaşla, onlarca felaketle kanıtlandığı bir ülkedir.

 

İşte bu ülkenin “İş adamı da bir anlamda kurbanı oldu bu kazanın mı diyoruz” sorusunu soran Şirin Payzınların, sanki onun tuttuğu partiye oy verselerdi maden ocağı  kapatılmış veya Gürkan aylıklarını  6 bin TL yapacakmış gibi AKP’ye oy verdiler ????? diye madencilerin ölmesine “müstehaktır”  diyen  “katır” sicilli onlarca Yılmaz Özdillerin çalıştığı, bir de medyası vardır.

 

Misyonunu halkın sorunlarını gündeme getirmek değil de hükümet yıkıp, hükümet kurmak sanan, buna da inanan tersanelerde, inşaatlarda, madenlerde,  fabrikalarda ölümcül cinayet; iş kazalarına geçit veren nice Alp Gürkan’ları görmezden gelerek, kusuru da hep  devlette, halkta bulan bir medya.

 

Öyle bir medyadır ki bu; dolaylı vergiler hariç devletin topladığı vergilerin % 23 ünü ödeyen memur, işçiyken,  gelir vergisinin yüzde 1.53’nü karşıladı diye “vergiyi yine beyaz Türkler ödedi” manşetiyle, Cumhuriyetle birlikte devlet olanakları peşkeş çekilerek yaratılmış Alp Gürkan’lı devlet burjuvazisine,  emekçilerden minnet ister.

 

Zira; servetleri, Spine Towerları, Plazaları emekçilerin yoksulluğu, verilmiş canı, akan kanı üzerinde yükselen; Forbes’in 2014 milyarderler listesine toplam 92,8 milyar dolarlık servetleriyle giren 25 dolar milyarderli burjuvazi, bağlaşığı; asker, sivil bürokrasi ve medya dışında kalanların hayatlarının hiç bir önemi yoktur.

 

Zaten, Türk burjuvazisi de; feodaliteye karşı verdiği mücadele sonrası insan hayatı, hak ve özgürlükler öncelikli bir düzen kurarak medeniyeti, demokrasiyi yakalayan,  işçilerin hak direnişleriyle de, bire 10 değilde 1’e 6 kazanmayı kabullenen, Avrupa burjuvazisi gibi değildir.

 

Milli gelirden en yoksul % 20’nin  % 6,5, en zengin yüzde 20’ninse % 45,2 pay aldığı Türkiye’de; kronik işsizliği fırsata çevirip üretimde otomasyon yerine ucuz işgücü kullanan burjuvazi, 18, 19.yy patentli vahşi kapitalizmin dayatanıdır da. Madencilerin hâlâ Emin Zola’nın  Germinal” romanında anlattığı 19.yy Fransa’sındaki koşullarda çalıştırılmasının nedeni de bu vahşi kapitalizmdir.

 

Burjuvazi,  Türkiye’ye  bonus olarak ta; İtalya, İspanya, …, ..,Fransa’da ekonomik krizlerde  “niye hep emekçiler krizin yükünü sırtlasın, zenginlerden daha fazla vergi alınsın”lı dev mitingler düzenleyen sendikaların, STÖ’lerin  yerine, 28 Şubat darbesi dahil dört darbeyi omuzlattığı, kendisiyle ortak iş  tutan  sendikalar, STÖ’ler vermiştir.

 

Türkiye’de vahşi kapitalizmin, devletin insan için değilde, insanın devlet, patron için varlığına dayalı müesses nizamına, ideolojisine son nokta konulmadıkça; Ölüm madencinin kaderidir” diyen Başbakanla, kardeşi madende mahsur madencinin “böyle şeyler madencilikte olur” eşleşmesi, vahim değil normal karşılanacaktır.

 

Ambulansa binerken “çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin“ diyen madencinin açığa çıkardığı kahredicilikse, müesses  nizamın;  evde babaya, okulda öğretmene, askerde komutana,  işte patrona,  hayat boyunca da devlete itaat için eğittiği ve bunu başardığı teslim alınmış yurttaş kimliğidir.

 

Arka planındaki;  aldığı sağlık hizmetini, ilacı,  servise, otobüse  ücretsiz binmeyi,  1 Mayısı kutlamayı, toplu sözleşmeyi  lütuf saydıran, bir sedyeyi bile kendine çok gördürten öğretilmiş ezikliği de  ifşa etmiş o söz;  kaderin doğulan ülkenin gelişmişliği, “cehennemi yaratanın” da  başkaları olduğunu,  anlamanın da engelidir.

 

Yaşanmış her felakettin, her katliamın, 301 madencinin cehennemini yaratan başkaları”;  vatandaşının canından, iş güvenliğinden birinci derece sorumluluğunun gereği, evrensel yasaları, mevzuatları çıkartmayan devlet yönetenleri, sadece “kar daha fazla kar” peşinde koşan  burjuvazi, işçisinin hakkını savunmayan sendikalar, emekçilerin sesini duymayan medyadır.

 

Germinal’de  “mutlu olmak için iyi bir tanrıya ve ille de onun cennetine ihtiyacınız var mı? kendi başınıza, yeryüzünde mutluluğu inşa edemiyor musunuz?” diyor ya bir madenci. Ve madem bir hiç; 90 TL’lik gaz ölçüm sensörü yüzünden ölüne biliniyor; farklı sektörlerde faaliyet gösteren işletmelere de sahip patronlara ait medyanın, kendine, bağlaşıklarına toz kondurmayan sefil gerçekliğinde, şimdi felaketiz, katliamsız bir  gelecek için ölümüne cenk zamanıdır.

 

 

Belki Said-i Nursi’nin “Ey nefsim! Deme zaman değişmiş, çünkü ölüm değişmiyor”unu da haklı çıkarmış bu zamanda,  bir gün… bir gün bir şey… bir gün bir hayat kaybedersin; bir nefes,  bir bakış, bir anı,  bir fotoğraf. Senden o gün bir şey gider,  sonra çok şey; “Ve o kadar çok ki ölümüz”

 

 


Gülsen FEROĞLU


19.05.2014


 


 

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Kazanmak, bir hiçi fethetmekse


 
Belki en büyük zaferin içinde birlikte kaybetmişsinizdir, onu bile bilemeden; duymuyoruz birbirimizi, duymakta istemiyoruz. Kabil, Habil’i öldürdüğünde de Adem oğlunda insanlığı, merhameti yok ettiğini  bilmeden kazandığını sanmıştır da… kazanmak  bir hiçi fethetmekse, aslında nedir ki?

Kaybetmek içinde;  önce sahip olmak gerekir ki, gerçekte kim neyin ya da kimin sahibidir. Ve bunu fark etmeyen, siyaseti kutuplaştıran “biz özgürlükten yanayız, onlar diktatör”, “asıl biz demokrat, onlar diktatör” tezgahlı orta oyununa dönüştürüp, insanları kendilerine oy vermeye mecbur bırakan parti liderlerinin kıskacında, nezaketten, incelikten uzak bir hayat.

İnsanoğlu empatiyle, farkındalıkla  ilintili incelikten bir kez  uzaklaşmaya görsün, karşısındaki herkesi, her şeyi; duyguları, fikirleri küçümseyen, ezen  bir vandallığa, kabalığa itildiğinden “Başörtüsü gericiliktir…..saygı duymuyorum” diyen biri güzellemelerle karşılanır. Oysa sosyal ilişkilerde saygıyı, güveni tesis ederek  hayatı kaliteli, katlanıla bilinir kılacak; kurulan cümlelerle, söylenen sözlerdeki incelik, bilgeliktir.

Başbakanın AYM’ye, aydınlara;  AYM’nin, aydınların Başbakana, sonuçta da en tepeden, en alta kimsenin kimseye saygı duymadığı bu yerde; birbirine, karşıtına saygısızlık, ölümcül şiddet hep olageldiğinden, Daily Telegraph’ın 21 Aralık 2013 tarihli haberi önemsenmeyecektir.

Habere gelince; 130 yıllık geçmişi bulunan Marks & Spencer;  bazı şubelerinde alkol ve  domuz etiyle temas etmek istemediklerinden müşterileri başka kasalara yönlendirdikleri şikâyet edilen Müslüman çalışanlarının, bu ürünleri düzenlemek, satmak zorunda olmadığını, dini inançlarına saygı duyduğunu açıklamış.

Türkiye’de, 1960 darbesinde Said-i Nursi’nin Urfa’daki mezarını açtırtıp naaşı bilinmeyen bir yere gömdüren nefreti, gaddarlığı normal kabullenen  geçerli aydın bakışına göre; velinimete  alkol, domuz eti satmayan bre gafillerin,  iş akitlerini  fesh edeceğine inançlarına saygı duyduğunu açıklayan İngilizler, buram buram gericilik tüten bir medeniyete,  aydınlara sahiptirler.

Allahtan Türkiye’de yaşamıyorlar. Yoksa bu gericilikle; AKP’nin kazandığı her seçim sonu kıyılara taşınmaktan bahseden “Dev şaşkınım nokta net yani; bunca tapeye,  yolsuzluğa AKP’ye oy veriliyor. Demek insanlar hırsızı seviyor” sitemli beyaz Türklerin, küratörler, doktorlar, avukatlar, reklamcılar,  mali müşavirler, lokantacıların;  yatlı, katlı, son model arabalı,  Louıs Vuıtton, Dior alışverişli yaşamlarına bakıp,  kazançlarının ne kadarının kayıt altında olduğunu da soruverirler.
 
Elin gavurdur bunlar, kolay pes etmezler de; Balzac‘ın 1835’lerde  “Her büyük servetin altında mutlaka bir suç yatar” yazdığını anımsayıp,  2003’te 98 milyar dolar iken 2013’te 227 milyar dolara yükselen kayıt dışı ekonominin izini de,  sürerler mi???? sürerler.

İster misiniz bununla kalmayıp,  Osmanlı’da  padişahın kapıkulu Bab-ı Asafi, Heyet-i Âyan, Mabeyn-i Hümayun, …, …, mensubuyken  Cumhuriyetin kurucu kadrosu olanların;  paşaların, valilerin CHP il başkanı, içişleri bakanının CHP genel sekreteri yapıldığı tek parti dönemi bürokratlarının, sermayedarlarının  ‘Padişah’ın  yerine ‘tek adam, tek şef’ vesayetini koyarak sürdürdükleri Biattan, kimlerin  kazançlı çıktığını da açıklayıversinler.

Biat var ya o biat;  hazineyi talan eden nitelikli yağmacıları saygıdeğer konuma getiren, rüşvetçiyi, vesayeti  kollayan hukuk sistemini de kurmuş Cumhuriyet kadrolarının;   öğretim,  medya eliyle  “Osmanlı’yı israf yıktı”,  “Kürt yoktur”, “Ermeniler tehciri hak etmişti”,  “Aleviler İslam dışı”,  “darbeler gerekliydi”  vari onlarca yalan argümanına insanları, inandırandır.

Gencecik çocukların idam sehpalarına çıkarılmasına, ‘Ziverbey’lerde,  ‘Dal’larda solcu, Alevi, Kürt diye işkencelerden geçirilmesine,  OHAL’e,  devlet destekli faili meçhul cinayetlere yol verip,  banka hortumcularının cebe indirdiği 200 milyar dolar görev zararını ödeten, bir kutu ilaç için  SSK kapılarında günlerce bekleten de o biattı.

Servetleri, lüks yaşamları yoksullukları üzerinde yükselen, eğitimine, özgürleşmesine ket vurup     bidon kafalılıkla  aşağıladıkları  “Onlar..itaat edenler”in Biatı sayesinde günlerini gün eden, AKP gibi lider sultalı  ANAP’a,  DYP’ye, CHP’ye, DSP’ye,  RP’ye, MHP’ye, Motorola’yı dolandırdı diye Cem Uzan’a  oy verildiğinde,  Atatürk’ün  “Türk milleti zekidir,……”  vecizesine atıflı  yazılar yazan beyaz Türkler dahil hiç kimse o  ‘biattan’   muzdarip değildi.

Zira, istedikleri zaten de; katliamlara, zulme, alaya,  sürgüne maruz Ermenileri,  Kürtleri, Alevileri, Süryanileri, mütedeyyinleri, emekçileri…, …,  “çirkin ördek” muamelesiyle ötekileştiren  ulus devletin Türk, Sünni  tek tipçiliğini, tek adamlığını, ödediği verginin nereye harcandığını   sorgulamadan verilene razı, şükreden bireydi.

O birey ne zamanki, insana dair hak ve özgürlükleri kendine bir lütuf sayan kurucu kadroların, ulus devletin ; “çile bülbülüm çile”li hayatlarına vurdum duymazlığına ‘yeter’le, makbulleri  laik ama vesayetçiyi değilde  laik ama mütedeyyini tercih etti, işte o gün  tescillediler ‘biat’ın kötülüğünü.
 
İşin garibi, bireye Daima biaat kültürünü dayatanlar arasında,   ulus devlet kadrolarıyla kurduğu bağ yüzünden bekçiliğini yaptığı Türk müesses nizamına değilde halkına, ezilene muhalif  “Ahhhhh Europa azizim, medeniyet…”le de teselli bulmuş,  kendini aydın kategorisine oturtmuş kesiminde yer almasıdır.

Halbuki, demokrasinin, medeniyetin gökten inmeyip insan eliyle var edildiği; kültürel faaliyetlerde bulunulacak insanca yaşam için gerekli ücreti, işsizine işsizlik sigortasını vererek sosyal devlet ayağını güçlendiren, sistemine karşı olsa da her türlü düşüncenin beyanını, farklı etnik kökeni, mezhebi, dini,  eşcinseli koruyan yasalarla huzuru yakalayan burjuva demokrasili “Ahhhhh Europa”da; birey özgür olduğundandır; elini sallasan filozofa, ressama, edebiyatçıya, bilim adamına çarpar, ‘biata’ değil.











Cadı avlarını, Engizisyon Mahkemelerini, giyotini, 1886 1 Mayısını, faşizmi, dünya savaşlarını görmüş Avrupa’nın, ABD’nin gelişmişliğinin itici gücü de değişimin öncüsü aydınların arkasındaki; salt edebiyat, düşünce, sanat alanında değil 16. yy’da kullanılmaya başlanan çatal, bıçağı halk alışkanlık edinsin diye avlularda sofralar kurdurarak yaşam tarzının biçimlemesine de katkı koyan aristokrasidir, burjuvazidir.

Teknolojiye, bilgiye bir tıkla ulaşılan çağımızda “Entelektüelin başkalarına ne yapmaları gerektiğini söyleme hakkı yoktur. Çünkü kitleler kendileri için neyin iyi olduğunun bilincindedirler” le aydının öğretici, bilgilendirici görevinin bittiğini savunan Michel Foucault’a bakarsak, galiba Türkiye’nin evrenselliği yitik aydınlarına ayrılan sürenin sonuna gelindi gibidir.

Özgür bir bireyde, hükümranlık kuramayacaklarından; asırdır terk etmedikleri her zamanki üstenci dil, her zaman ki “ben en doğrusunu, en iyisini bilirim, inanmayan sen aptalsın”lı buyurgan havada,  her biri bir kesimin, partinin, fikrin, örgütün yandaşı kesilip konuşan … çok konuşan… hep konuşan…, … İçinden de her an bir Melih Gökçek,  bir RTE çıkacak aydınların, siyasetçilerin, “Ahhhhh Europa”  burjuvazisinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarından habersiz davranıp darbeler desteklemiş sermayedarların özetle kimselerin işine gelmemektedir.






Hep bir vesayet altında, 1 Mayıs’ta bir alanı;  Taksim’i yasaklayıp işçi bayramını zehir eden devlet terörlü Türkiye’de…..Büyükbabanın odun ateşinde bir sopanın ucunda erittiği keçi peynirleriyle beslemesini yutkunarak izlediğiniz, kaybedilmiş Heidi'li çocukluğun sahibi bile değilken, üstü kalsın diyemediğiniz hayata  incelikten yoksun  bir bakış, bir yok oluş. Endişelenme! duydum seni de. Geceleri uyku tutmayan gençliğimden mi tanıyorum seni. Öyle mi? değil !!! sen öyle sandın. Peki, sandımsa, gerçek neydi?
 

Gülsen FEROĞLU

3.05.2014