15 Nisan 2019 Pazartesi

Sende, Barbie bebeklerine anlat benim yazdıklarımı

  

Üç yıl…üç yıl… artık bir hastaya eder gibi refakat edilecek, fani bir zemine  oturtulacak  hayatı; simsiyah,  yıldızsız  gecelere boyayacak bir haberin gelişi… alınışı…bir insanın öldüğünü duymak…öğrenmek; olmayan, şeytaniyken niyeyse inatla  olduğuna inanılan, belki de sanılan  büyülü, çekici, kışkırtıcı  hayatın  parlaklığını solduran, o tatlı uykuları…o hiç gerçekleşmeyecek oyalanılan hayalleri… geleceğe umudu;  saat gece yarısını vurmadan bitiren, kırdığı parçalarıyla bütünü dağıtan, ‘ben’i  geride, ölenle yaşanılan geçmişte bırakacağından bugünü, şimdiyi zora sokan…sokacak  ölümün aniliği; kaybın da.Bu vahşi… bu çirkin… bu  nefret edilesi…bu geride yalnızca ceset bırakan, ‘ben’deki  en ücra hücreyi dahi es geçmeyip  pincik pincik, lime lime edecek hoyratlıkta, fesat; kimsenin kimseye riyakarsız, içten  yoldaş, yaren, sevgili olmadığı, olmayacağı, olunmayacağı   bilinmesine rağmen illa  kalbi , ‘ben’i hançerleyen,  ruhu, iyiliği  zehirleyen  deneyimi tadarak enkaza dönmekte ısrar edildiğinden,  belki de zihinde var olduğundan gerçekliği sorgulanacak  kadar karanlık yalnızca kavramlarda yaşayan erdemli, dostça, kardeşçe ilişkiler yaşanabilirmişçesine,   varmışçasına davranmaktan vazgeçmeyen  milyonlarca insanla  dolu, üstüne meşakkati  de kendinden menkul  bu dünyada; kırıklarını kimsenin toplama zahmetine kalkışmayacağı  acı…ölüm.. ihanetle parçalanan kalbin, ‘ben’in; insani değerlerin, hakların  kutsadığının iddia edildiği  modern toplumda,  yanı başındaki kimse ona; ebeveyne, evlada, kardeşe,  …, …,  dahi  uzak, yabancı  benciliğin nirvanasındaki  insanların, kimselerin duymak istemediğinden  duymadığı, duymayacağı  nafile, biçare cümleleri,  isyanı; hayata, ölüme, acıya.Demek ki, an'da acı var; gün de… ay da… yılda da.Yaşam dediğin de;  azıcık neşe, bol hüzün, keder, imkansıza; mutluluğa, iyiliğe, aşka  erişme çabasının beyhudeliğinde hiçlikte  sonlanacak ‘ben’i, ruhu  yetmezmişçesine diğerlerini de eğlendirme için biteviye çırpınmanın; zihin  niyesini anlayıp, olmayacağını kavrayana  kadar da  hayal edilene...istenene kavuşamamanın, iyi yaşayamamanın   yıllar geçtikçe anlaşılan  kaderi, tercihleri, hayatı   belirleyen  doğulan  aile, coğrafya, hazır bulunan  köken, mezhep, din   benzeri  olgularla, yetiştirilme koşullarını  değiştirme  gücüne sahipsizliğin;  dalgalanmalarının altında  boğulacakmış hissinden,  çalkantılarından, heyezanlarından  yorgun düşmüş;  kopuşlarla…kaybetmelerle  sarmalanmış  ‘ben’i baştan çıkarıp yolunu saptırtan, eninde sonunda varılacak  gözyaşlarının sığınağında  ‘yalnızlığa’ henüz ulaşmamışken alınan inanılmaz…ani… yıkıcı… ölüm  haberinin getirdiği  yere inecek alçaklıktaki puslu bulutlarda  öldüğünü öğrendiğinle, onunla   birlikte kaybedilecek,  yitirilecek ‘ben’;  kendin;  içinizdeki ölmüş parça size aittir ne de olsa; kimse bilmez; kimsenin bilmesi de ‘gerekmez’li varoluşun  da çıkmazı.Üç yıl ‘meğer sen! yaşadığında ne kadar da  tam; hayat da onca felaketine ne kadar da keyifliymiş, şimdi bir parçam zamansız kesilip, koparıldığından hep eksik…hep yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum da .Zaten  adı, konumu, temsiliyeti  fark etmez başkaları gibi, hayatın  lüzumsuz efendilerine dönüşecek anne, baba, kardeş, eş, evlat,  sevgili, arkadaş, yoldaş, patron, siyasetçi, lider vesaire vesaire, tanıdık tanımadık kim var kim yoksa, istisnasız, hakları varmışçasına elbette çekiştireceklerinden, nefesi keseceklerinden  çekiştirenlerin elinde kalmış  öğretilen bir  hayattı benimki de; yaşanmışlıklarla öğrendiğimi, bildiğimi sandığım,  inandığım  her şey  de  yalan çıktığından; yaşananlar,  belki  ben de, koca bir yalandım… yalanmışım… ‘la  dövünülen üç yıl…üç yıl…  Daha  ölüm haberini almadan önce öylesine de azken, hayata dair   keyif aldığın ne varsa onun sonunu; son baharı…son yazı…son kışı… son güzü… son hazanı…son kahkahayı…son neşeyi… son heyecanı, hevesi…son yürek çırpıntısını… yaşadığını bilmeden geçirdiğin  günden  sonra, yokluğunda yaşanacak beşinci mevsimde değil henüz sen yaşıyorken, hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların üzerinde Cüneyt;  Munzur’un kıyısında gerilla günlüklerine dalmış Lorina’yla, Bejna; deli deli esen poyraza vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan gözümün içine baka baka arakladığın arkasını düzeltmelerimle karaladığım müsvedde  A4 kağıda  resim yaparken ‘sen’; belki  bir gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda  sen9.doc uzantılı dosyada saklı  roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni kaybettikten üç yıl sonra ancak…bugün açabildim.

 Bugün; düşünce dostunuz otuzyedi aydının yürekleri, vahşi  bir kabilenin  üyesi yamyamlarca,  hem de  can güvenliklerini sağlamakla sorumluyken, yönetimine egemen etnik kökene, mezhebe, dine mensup olmayan azınlıktaki  vatandaşlarının katlini gelenekselleştirmiş  devlet   yetkililerinin, herkesin gözü önünde canlı, canlı  yakılarak küle dönerken; yanık kokusuna karışan göğe yükselmiş ateşin etrafında toplanmış yamyamların ürkütücülüğü,  bir insan az sonra ölecekken…az sonra bir insan öldürülecekken  o öldürmenin…o ölümün hazzıyla atılan alkış tempolu  sloganlardaki coşkuda gizli insana sevgisizliği, farklıya  tahammülsüzlüğü  şefkatsizliği, vicdansızlığı; insanın insana gaddarlığını, lanetle anacağınız, bir daha asla sevmeyeceğiniz   “Sivas Katliamın“ın yapıldığı Temmuz ayının ikisinde; ertesi günün, tarihi  onlarca katliam,   vahşetle kabarıp taştığından  ölümlere, vahşete, acımasızlığa methiyeler döşemeye alışkın Türkiyelilerden ziyade, ortaçağı anımsatan insan yakma  barbarlığıyla donakalmış dünyadaki insanların gözünde Türkiye’nin imajını koruduklarını  sanma aptallığının beyanı  “İnönü’ye büyük öfke” manşetiyle çıkacak gazetelerde  “ Sivas’ katliamı kurbanı  36 kişiden  20’si  için Ankara’da düzenlenen cenaze töreni siyasi bir mitinge dönüştü….” İbareleriyle yer alacak, sonsuz egemenlik için katliamlar planlayan,  örgütleyen, lojistik destek  sağlayan,  gerekliliğine inandığında  sol, demokrat, sosyalist kisvesine de bürünecek, alanlarda, programında yıkacağını  haykıran en marjinal partide dahil hangi parti, hangi lider iktidara gelirse gelsin kulluk edeceği, darbe müptelası militarist  aklı derin  devletin;  tutuklandığın  oniki Eylül öncesinde  kullanıma koyduğu “Komünistler Moskova’ya”, “Bozkurtlar burada çakallar nerede?“, “Biz Biz Biz; Mustafa Kemal’in askerleriyiz.”  gibi, dört  yıl sonra bindokuzyuzdoksanyedinin  yirmisekiz Şubatında, olageldiği üzere yine laiklere   destekleteceği  darbe öncesi “ Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganlarıyla  budayacakları kesimi ifşa ettirdiklerini   yıllar yıllar sonra fark ettiğin, yer  yer  yanmış  bedenlerinin içine konduğu, üstüne bayrak örtülü tabutlarının  ardından Dikmen caddesinden Meclis’e doğru binlerce insanla yürüdüğün Temmuzun altısındaki cenaze töreninde; hep öyle olmaz mı? susarsın… susarsın sonra bir gün  beraberinde  toplumda, işyerinde, ailede, evde, mensup olduğun grupta, cemiyette, dünyada; katlanmak zorunda bırakıldığın dışlanmışlığı, uğradığın haksızlıkları, insanı  küçümseyen, hor görenlere duyduğun tiksintiyi,  emeğine el koymasına rağmen  kölesinden sürekli minnet bekleyen  efendilere, patronlara  öfkeyi  ‘yeter artık, dayanamıyorum, ne olacaksa olsun’la  yüzlerine haykırmayı, başkaldırmayı  sağlayacak bir olayın, bir sebebin insanda  o güne değin söylemek isteyip söylemediklerini  söyletecek cesareti buldurması gibi,  acıdan inip kalkan, öfkeyle  kızaran  ciğerlerin, maruz kalınan ötekileştirmelerle birikmiş   hıncın, gözyaşlarının; havaya kaldırılan sol yumrukta  somutlaşıp ortalara dökülmesinin gurur ve  şaşkınlığında,  şahsında katliamın sorumluluğunun  simgeleştirildiği törene katılan  Başbakan yardımcısı  İnönü’yü;   var olmuş, olacak  her sistemin yönetenleri,  yandaşları ve savunucuları; lider, yazar, çizer, düşünürlerince yaratılmış;  hele de gelişmemiş bir ülke, topluluksa yer edineceği kesin “ devlet…bayrak….din… Kuran..İncil… Peygamberimiz…atamız..aile  bizim için  kırmızı çizgidir” anlayışıyla   aşılması istenmeyen hassasiyetler…gelenekler…önyargılar  eliyle çoğaltılmış,  nasıl ki iyiliğin, vicdanın, iyi niyetin, naifliğin, zeka ve estetiğin  dışa vurumu   edebiyat, resim, müzik sinema, iyilik yapma, yardım etme, herkese saygılı davranmaysa  ‘yeter ki insan olsun, din, mezhep, etnik köken önemli değil’ paylaşımlarının  altına yazılan “kaçak elektik kullanımı Doğu da, Güneydoğu da had safhada, bu Kürtler yok mu , her şey bedava olsun isterler”,  “ Ermeni piçi” , “Türklüğünle, atanla, dininle öğün” , “dünyanın başına  bela Yahudiler”li içinden çıkılmaz, keskin bir   ırkçılığın  belirtisi  paylaşımların  tek getirisini; milyonlarca insanın ölümünün, Nazi kamplarının,  işkencelerin,  savaşların   sonunda dünyaya, insanlığa zararı görüldüğünden artık  yerilecek olgu haline gelmiş nefret, kin, intikam, ihanet, kötülük  duygularının dışa vurumu  faşistliklerini  saklamayan, besleyen   grupların ifşasının,  şimdiye, yarına  faydasını da atlamadan; bu devirde ergenlerin elindeyken birden  65 yaşındakilerin  istila alanına girmiş; kimin söylediği yazdığı muamma kalacağından, yapılan hata, yanlışlık da düzeltilmeyeceğinden,  genellikle de söylemeyen, yazmayan birinin söylediği yazdığıymışçasına ona şöhret getirecek ve neden ve kim için ve  kim görsün diye yapıyorlar’ la anlam verilemeyen  ‘ sen benimkine, ben seninkine like atalım,  o hımbıl x’inkini de dislike’layalım ’ danışıklı dövüşte Twitter, Facebook  piyasasına sürülen  gerçek yaşamda  sadece bir aforizma  kalan, kalacak  aforizmalardan en bilineni her ne kadar   hoşgörülü  çağrı gibi görünse de farklılığı, farklıyı bir yerde toplama çabası içinde o kişiyi damgalayan farklılığı vurgulamadan da geçmediğinden  gül dokunuşuyla, içten içe inciteceğinden incittiği fark edilmeyen, süslemesinde  derin bir ayrımcılık, ötekileştirme taşıdığını hissettiğiniz  Mevlana’ nın “ne olursan ol gel  yine gel" aforizmasının;  bindokuzyüzlü yıllarda , seksenlerin  darbeci çizmesiyle içi dışına çıkarılacak kadar  ezilmiş Tükiyelilerce ve belki  Madımak oteli önünde toplanmış  kişiler tarafından da, demokrasiyi getirip, yolsuzlukların hesabını soracağına inandırıldıklarından  iktidara taşıdıkları liderlerin, partilerin icraatlarıyla illa ki kıracakları yine büyük  umutlar,  büyük  coşkuyla  desteklenmiş Başbakanlığını iki yüzlülüğün  mabedi taşranın nerden kimden ne koparsam kardır kurnazı Demirel’in yaptığı DYP- SODEP (SHP)  koalisyonu zamanlarında, 1991 yıllarında, o günlerde  daha yeni yeni kullanılmaya başlanan  internet ve Messenger daki  kısa  mesajlaşmalarda  paylaşılmış olmasının hiç bir anlam ifade etmediğinin; en derinlerine ekilmiş , ırkçı, faşizm odaklı kah  bilinçli, kah bilinçsiz  ama hep var olan, olacak  cahilliğe tutunan,  dünyanın en tehlikeli silahı  haline gelebileceğini dört gün önce kanıtlanmış aynı havayı soluduğunuza, aynı toprakta yaşadığınıza utandığınız yamyamcı kalabalığın;  karşıtı kalabalıkla birlikte yuhlayıp,  çocukluktan  şahit olunan katliamlar hep tekrarlandığından,   asırdır   “katil İktidar”ların tek farkı ismi olan   Başbakanlarına, liderlerine göre öznesi değişen   defalarca  atılmış  “katil …, Erim.., …, Evren, …, Demirel…, …, ”   sloganını da  “katil İnönü”yle    tekrarlarken; dünyanın herhangi bir yerinde  hiç tanışmadığınız, karşılıklı bir bardak çay içip sohbet etmediğiniz genellikle de yaşadığı yerin azınlıklarından,  göçmenlerinden  insanların başına getirilen felaketlere; bombalı saldırılarda, katliamlarda, faili meçhul cinayetlerde, savaşlarda, polis, erkek şiddetinde  öldürülmelerine  duyulan  büyük üzüntünün,  gösterilerle verilen tepkilerinin nedeninin;  olayın mağduru taraftan, azınlıktan, düşünceden, gruptan, mezhepten, kökenden  olunmasından kaynaklı, maruz kalınan  öldürülmeli vahşetin sırf o aidiyet yüzünden  gelip  de sizi bularak tecellisiyle; ecel vakti denilen yaşlılığa varmadan hayatını kaybetme ihtimalinin,  ihtimalliğini  dahi kaybettiren gerçek olduğunu  düşünürken katılınan   tören, gösteri  bitimi sonrasında mağdurlar ve o mağduriyet  için sokaklara dökülen, gözyaşı döken kişiler  değilmişçesine mağdurların  başlarına  ne geldiğini, çektiklerini;  mağduriyetlerinin  giderilmesine yönelik neler yapıldığını, hangi yasaların çıkarıldığını   merakını, takipçiliğini  miting alanında bırakarak, içindeki öfkeyi, nefreti  kusmanın rahatlattığı benlikleriyle   evine dönen protestocular, muhalifler gibi   sende akşam -‘ daha kalabalık olur sanmıştım ama nerde ? oysa şöyle bir milyon insan toplansaydı, hep bir ağızdan haykırsalardı  gericiliğe, şeriata hayır ! …eşit yurttaşlık hakkı diye  bak bakalım bir daha insan öldürmeye kalkışırlar mıydı? İnönü’ye ne demeli, hiç sorumluluğu yokmuşçasına utanmadan kalkmış, gelmiş  törene, suç mahalline dönen katiller gibi.İyi oldu yuhalanması, az bile yapıldı... yahu sen başbakan yardımcısının nasıl emir vermezsin Vali’ye,  Jandarma Komutanına…nasıl emrin dinlenmez,  sözün, emrin geçmiyorsa  o koltukta niye  oturuyorsun, ne işin var ? ‘- ‘ama biz Aleviler, hep yalnızdık değil mi?Niye katılsınlar  cenaze törenimize.Onlara göre ne var bu memlekette,  canları yanmıyor nasılsa… hep öldürülmüyorlar.’ –‘Sosyal demokratlar  ne zaman iktidara gelse hep böyle olur Aleviler, Kürtler tırpandan geçer, katliama uğrar da ne olur ?katline aşıklar gibi yine onlara oy verirler.İşte bu yüzden hep çantada keklik olduklarından  hep böyle ölecek, öldürülecekler’ - ‘ kızım,  kızım Sivas, koca Pir Sultanı astı, ne beklenir onlardan’  yorumları arasında ana haber bülteninde katıldıkları  cenaze törenini, mitingi  seyrettiklerinde televizyon  ekranında evlatlarının fotoğrafını taşıyan anne görününce  ‘-vah… vah, vah ananız öleydi sizin, bir değil iki yavrusu birden gitti. ‘ – ‘Yasemin  ve Asuman;  ne yandım ben, ne yandım  bu iki kız kardeşe, Allahım kimselere verme bu acıyı’yla gözyaşlarını tutamayanların gözünde; dünde, geçmişte  uğruna ölünecek bir amaç;  devrim, sosyalizm, özgürlük, eşitlik  ya da özellikle de komünizme karşı devlet, beka, milliyetçilik mücadelelerine ölüm yoldaş, ülküdaş  kılındığından, mücadelede; kavga, çatışma, savaş, miting  sırasında istenen  amaç  uğruna;  bir yoldaşın…bir ülküdaşın   öldürülerek hayatından edilmesi  ‘ölen ölür kalanlarla mücadeleye  devam’la normalleştirildiğinden;  öylesi bir  mücadelenin  dışındaki ölümlerde  ‘nasıl üzüldüm anlatamam, yüzü gözümün önünden gitmiyor…ne kadar da genç, güzelmiş, çok ağladım. ‘ –‘Koca bir aile yok oldu gitti; emniyet kemeri tak be adam, bu ne hız, kaç kişinin hayatına mal oldu sarhoş araba kullanman.’ –‘İnsanın başına ne geleceği,  ne olacağı belli değil dün malı, mülkü, ailesi vardı bugün deprem, sel evsiz, kimsesiz, mülksüz bıraktı .’ –‘Kim bilir ne derdi vardı da intihar etti….’ –‘Bu gece hiç uyuyamadım üzüntüden, kahroldum , annesi babası…”  konuşmalarına sebep;bir akrabalarının, tanıdıklarının, adını sanını bilmedikleri  bir tanıdığının ya da tanımadıklarının  hayatın rutini bozan  deprem, sel, çığ,  trafik, iş, tren, uçak  kazasında, ölümcül bir hastalıkta,  operasyonda, savaştaki trajik  ölümünü, intiharını  gazetelerde, şimdiki zamanın  gözdesi  sosyal medya da  okudukları, birinden duydukları, TV’de  izledikleri anda; hissettikleri  anlık olmasa da ki bazen anlıktır,  haftalık…aylık matem, üzüntü; bir iki saat bilemedin bir, iki gün  çoğu zaman  ölenin toprağa verilişinden sonra yerini hayatın akışı  da gerektirdiğinden rutine, dinginliğe terk ettiğinde; ölen kişinin elbiseleri, ayakkabıları, kitapları, cep telefonu, tableti,  yatağı, su içtiği bardağı ona dair, kullandığı her şey; açtığı buzdolabı, televizyon  yaşadığı mekanda yerli yerinde duruyorken, yaşadığı yerde onunla hayatı paylaşmışları geçmişe kelepçeleyerek müebbette  mahkumlayacak, en ufak bir şeyin, bir su sesinin,  bir kahvenin, bir çiçeğin, bir parfüm kokusunun  çağrışımıyla saldırıya geçecek anıların; dünde yaşananları, geçmişi bugüne taşımasıyla hissedilen özlemin, çaresizliğin;  her gün duyulan  ‘ haydi ama çık banyodan geç kaldım okula, işe, servise’ -‘kahvaltı yapmayacağım, yolda bir simit alırım’ -‘çıkıyorum ben, geç kaldım’ - ‘bugün börek yapsan… ‘ –‘akşama bir şey istiyor musun’  sesini bugünde duyamamanın;  yerine getirilmesi imkansız, aklı delirtecek  sıfır ihtimalli  sarılma, saçını okşama, konuşma, görme, dokunma isteğinin; ömür boyu kullanılacağından bir gün “böyle yaşamaktansa, ölsen daha iyi” dedirtecek    öldürmeyip süründürecek kortizonlu  ilaçların  tek çare olduğu,  iflah olmaz otoimmün, kronik bir hastalığa dönüştüreceği birlikte yaşanılanın  ölümünün … bir insanın varlığının yok oluşunun  vücudu saran, hep de kanayacak açık bir yaranın dinmeyen  ağrısı…acısıyla ömrü  tüketmenin, yaşamanın   ne demek olduğunu;   hayatı  alt üst eden, edecek o kahrolası ölüm evlerini ziyaret etmediğinden,  rahatlarının bozulmasını da  geciktireceğinden  ‘ gelmek istemediyse zorlamayalım, daha çok yeni acısı, elbet  geçecek.  Koca Nazım  bile  “ en fazla bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı” dememiş miydi ? Şimdilik ellemeyelim’ telkinleriyle yaşanan faciayı…trajediyi bulunduğu yerde hapsederek dışarıya yansımasına engelleme alışkanlığıyla belki   öyle görüldüğünden… öğretildiğinden… yaşandığından tahmin edemeyecek, etmeye  de kalkışmayacak;  bilmeyecek, bilmeyen herkes gibi sen belki bende; “katiller bulunsun, hesap sorulsun”, “ ……. unutmayacağız” sloganlarını  attığını  silmiş   hafızaya sahiplikte, hiçbir şey olmamışçasına; belki bir gün bir yerde bahsedildiğinde,  payına düştüğüne  inanılan  görevi yerine getirmenin huzuruyla  ‘aaa evet nasıl unuturum o katliamı, cenaze törenine, protesto mitingine bende katılmıştım’   diyerek yaşla, genetiklikle  ilintilisiz  savaşı çıkarıp, darbeler, faili meçhul cinayetler düzenleyerek , işkence, şiddet uygulayarak kadını, çocuğu taciz ederek, iş trafik, tren kazalarını  yaparak  önlenebilir   ölümlere  meydan  vererek  düşürdükleri    ateşle   yaktıkları sıradan evleri  cenaze evine dönüştüren  sorumlularının  bulunarak, cezalandırılmasının ardını bırakıp unutuşa terk etmeye de   meyilli…hazır ve  de nazır  olunduğundan; olanın…yaşananın  ötesine…sonrasına  bakmadan  ateş düşürülen  cenaze evlerindekileri; orada öylece acılarıyla, anılarıyla birlikte baş başa bırakmayı yadsımayan doğal kabullenmeyle; katıldığım cenaze töreni sonrasında okuduğum; insanları etkileyerek yeniden yeniden okunmasının, kendisi ve eserleri hakkında  başta Samuel Beckett , Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir’le  Alain de Botton olmak üzere  düzinelerce yazının  kaleme alınmasının nedenlerinden biri;  hayatında  yer almış zamanındaki Fransa burjuvazisine,  aristokrasine mensup dedikoduyu seven, tabu sayılan eşcinselliklerini gizleyen,   Dreyfus davasındaki tutumları,  arzuları, hazları farklı onlarca kişiden ya da bir kaçının karmasından yarattığı roman kahramanlarından her birinin, Guermantes Düşesi  Mme  Oriane’ de;   ikibinonaltı yılının Mart ayında   modacı  Fortuny’nin tasarladığı, 50’ye yakın   elbisesi,  Paris’te Palais Galleria’da sergilenen  ince belli, zarif  Greffulhe Kontesi Elizabeth  gibi yaşayan  bir karşılığının   bulunması kadar, uykuya geçişi otuzsekiz,   uyanma sırasında düşündüklerini, yaşadıklarını    üç sayfa da  tanımlamak gibi  gündelik hayatta pek çok insanın fark etmediği, dikkate almadığı belleği yönlendiren sonsuz sayıda ayrıntıyı yakalayıp; hatıraya indirgenmiş  geçmiş, şimdi ve yarının iç içeliğindeki bilinç akışıyla;  her an… her hisle ilgili duygusal, gerçekçi  tespitlerini  kelimelere  döken, bugünkü yazarların  yazmayı kolaylaştıran  teknolojik olanakları düşünüldüğünde  o koşullardaki çabasına, zekasına, yeteneğine müteşekkir kalınarak  hayranlık duymamanın imkansız olacağı  Marcel Proust’a ikiyüzsekseniki sayfa roman  yazdırmış, aile efradının  yaşadığı ilişkilerde  de görüleceği üzere  aşk denilen  insanın kendi kendine yarattığı duygunun; genellikle kültürüne, aklına, tahsiline,  mesleğinde ki başarısına, güzelliğine,  gıpta edilenin boyuna posuna yakıştırılmayan,  arasında  fersah fersah mesafe, fark  olan özelliklere sahip birinde  vücut bulduğunun, bulmasının     sayısız örneklerinden olacak kremasız  sade  kahve kıvamındaki sevgilisi- hele de takipçi sayısı  kendisini kat be kat geçmiş  kültür, turizm elçisi  Şeyma Subaşı’nda   aşkı bulacak  bir  Orhan Pamuk  nasıl herkesi demeyelim de pek çok insanı hayal kırıklığına uğratıp , o ilişkiye anlam verilemeyecekse aynı şekilde hayatındaki kadın, erkek sevgililerden  biri olan fotoğrafına uzun uzun bakanın  sadece  seyretmek için yanında bulunmasını  isteyeceği yetenek ve  yakışıklıktaki besteci  Reynaldo  Hanhn dururken- Alfred Agostinelli’ye  duyduğu  romanında  böylesi bir  aşık olma durumunu  “Ayrıca, entelektüel ve duyarlı erkeklerin daima duyarsız ve düzeysiz kadınlara teslim olmaları, onlara bağlanmaları, sevilmedikleri ……”yle  bahsetmekten kendini alamayan- tutkulu, takıntılı, uyutmayan kıskançlıkta olmasına hayret duyduracak, hayıflandıracak sevdasının;  hediye ettiği  uçakla seyahateyken, uçağın Akdenize düşmesi Alfred’in aniden ölmesiyle  sonlanması gibi,  romanında ki  Albertine’nin de hediye edilen attan düşerek aniden  ölmesiyle kimi zaman Marcel olarak adlandırdığı   anlatıcının ağzından  yaşadıklarını, özlemini,  acısını damlattığı  “ıstırap , insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder… teselli bulmam için bir değil, sayısız Albertine’ni unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla aynı üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım “ lı  hüzünlü satırlara;  görmek için can atılan  ama başta ekonomik diğer nedenlerden dolayı   gidilemediğinden sanal  gezinme  imkanı sunan teknoloji sayesinde  Google da, web sitelerinde, gezi bloglarında tarihi, turistik yerlerinin fotoğraflarına bakmanız yüzünüzde sokaklarındaki havayı,  rüzgarın okşayışını  hissedemediğinizden,  konuşmalarını anlamadığınız insanların el kol hareketlerindeki  canlılığı  görmediğinizden sanki hafızanın yarattığı sanal  bir şeymişçesine  görüntülerdeki Paris’e, Karadağlar’a, Floransa’ya hissedilen duygular kadar  uzak…soğuk  kayıtsızlığım;  hayatı paylaştığın birinin yaşayacağı, seni, Haldun’u  kaybettikten sonra  benim de yaşadığım  “peşinde koştuğum şey ise , Albertine’di, birlikte yaşadığımız zamandı, bilmeden izini sürdüğüm geçmişti…hatıra böyle acımasızdı işte”lerine duyarsızlığım; ‘ama abartmış’lı hadsizliğim- oysa kitabı okuduğumda  anneannemi, dayımı, amcamı onca akrabayı, yol arkadaşını Aytül’ü , Metin’i, Fevzi’yi kaybetmiştim- hafızanın neredeyse her gün dönüp, dönüp geçmişe bakışının…o günleri arayışının nedenlerinden biri ola(cak)n ah o sırlar öyle değil mi Haldun? gerek en ‘o mu ? benden hiçbir şeyini saklamaz’ diye yemin edilecek kadar emin olunan   saklayıp mezarına da götürse bir gün   ‘kimden çekiniyorsun, öldü o, bilsem ne olur, bilmesem, seni duymaz bile haydi’yle anlatıldığında;  seninle ilgili ölümün sonrası öğrendiğim, benden nasıl saklayabildiğine  şaşırdığım  - ‘ yok artık bilmiyorum deme tüm Türkiye biliyor gay olduğunu, Nişantaşının, Nevizadenin, Tunalı’ nın yetmedi Sakarya’nın  barları anlatsın kaldırdıklarını,  şu ünlü etçi de  sevgilisiymiş…’- ‘ para veren herkesin yemek yiyip, yatağını paylaştığı; yeteneği olmadığından   güzelliğini, vücudunu pazarlamaktan çekinmeyenlerdendi o’da,  Kanal D’nin ….. yatağından geçtiği için o dizide rol aldı da adı   artist, sanatçıya çıktı.Başkası söylese inanmazdım ama meşhur ….. restoranın sahibi arkadaşım anlattı, S…’yle bildiğin  para karşılığında otel odasında birlikte olmuş ’ –‘ boşanacaktı, bıkmıştı’-‘ terk edecekti, gidecekti buralardan, ne kadar  acı, biletini bile almıştı…’lı gerekse de bir gün mutlaka da gerçekleşecek aile üyeleri, akrabalar, dostlar arasına kara kediler, dedikodularla nifak girdiğinde,  herkesin herkesle bozuşduğu da hiç görülmediğinden,   ittifak yapılıp  iki üç kişiyle çeteleşilenlerden birinin  ki o biri de;  ilişkilerinin koptuğu  güne değin  hakkınızda  söylenenleri, dedikoduları diğerleriyle birlikte tasdikleyip aynı tavırları gösterirken sizi savunmamıştır ama  içten içe onlara duyduğu  açık etmediği sinsi nefretini,  maruz kaldığı  küçümseyici tavırların intikamını alma fırsatını da kaçırmamak adına  ‘senin için söylediklerini bir bilsen’le kapattığı şemsiye yüzünden her tarafınızı ıslatan yağmur damlalarının peş peşe  dökmeden, akıtmadan öncenin ritüelli  -‘aaaa ne diyebilir ki  benim için, anlatsana, korkma! söyle zaten konuşmuyorum…’–‘belli mi olur  kardeşsiniz…akrabasınız…eski dost düşman olmaz derler, bir gün konuşursunuz o zaman da yine ben kötü olurum, yemin et öyle…’yi de tamamlandıktan sonra   ‘gerçi  inanamadım ama benden hiç hoşlanmazmışsın çağırma onu gelmesin dermişsin,  çok çıkarcı bulurmuşsun, Başkana da bütün yazışmaları ben hazırlıyorum o oturuyor diye şikayet etmişsin beni …’ -’ ay güya  sen, Leyla’yla  her gece barlara, pek sıkta Tunalı’daki Cafe Bien’e takılıyor, bildiğin koca arıyormuşsunuz.Hatta olan da olmuş Cem’le..’-’ kocan aldatmış seni hemde evli Fatma’yla,  arkadaşınla’ –‘ var ya senin için öyle kurnaz   öyle kurnaz ki  anlatamam dedi, haydi bugün dışarıda yemek yiyelim teklifini yapıp canın ne istiyorsa yiyor, hesabı da ona kilitliyormuşsun’ –‘sen ne sanıyordun değer verip seni sevdiğini mi, arkandan idare ediyorum  maddi olarak yardımına ihtiyacım var  yoksa ne diye çekeyim o manyağı derdi senin için’  -‘biliyor musun kendisi onca erkekle yattı, kaktı kimselerin ruhu duymadı ben de tersine önüme gelene anlattım o tiyatrocu  çocuğu bile,  ne oldu adım orospuya çıktı benim…’lerle;   Marcel’in de  Albetine’in ölümü sonrası çamaşırcı kızlarla ilişkisini  öğrendiği  ‘Ahhh o sırı’ dahi önemsememem; ölmeden önce  nerelere gittiği ( gidilir de ), ne yaptığı, ne yediği, içtiği,  ne giyindiği, ne konuştuğu,   son sözünün ne olduğu  zihni sürekli meşgul edip meraka yol açarken,  ölüme   neden müsebbibin şimdi ne yaptığına, nerde yaşadığına, akıbetinin ne olduğuna dair soruların  cevabı; Ortadoğu’da, Türkiye’de neredeyse bütün diktatörlerin, katliam  planlayanların, yapanların   cezalandırılmasını  geciktiren… engellen;  17 yaşında Erdal Eren’i  astırtan  Evren’i  elleri yağda, balda, kaymakta  90 yaşına kadar  yaşatan  ilahi adaletin adaletsizliği de artık  beklenmediğinden,  hayatın en kötü günü olduğundan habersiz   ölüm günün her yıl yıldönümü yaklaştığında  geçmiş günleri ve o günü  sanki o günmüşçesine  aynı tazelikte yeniden başlatan, yaşatan  makineli bir tüfekten atılıyormuşçasına   acıtan hatıraların, söndürdüğü kalbin, ‘ben’in iyileşemeyeceğini ;  “iyileşen”nin  sen değil “zaman”lığını,  acıyı yaşayan  biri ancak böyle bir şiir  yazabilirle sığındığım   B.Keskin’in “Ben hangi kelimeyi nereye koysam/ Bir sonbahar konaklar sesimde./Ben hangi kelimeyle girsem akşama/ Ben hangi kelimeyle nereye gitsem/ Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma….” mısralarındaki gerçekliği de  algılayamamam, çocuklukta… gençlikte…orta yaşlılıkta   tanık olduğum 1977’nin  1 Mayıs,  Çorum, K.Maraş, Malatya, Madımak , Roboski  dahil onlarca katliam, cinayetle ya da başka bir nedenle insanların  hayatının kaybı nedeniyle    Alevi, Kürt, azınlık  olmanın değil insan olmanın gereği  duyulması gereken… duyduğum, yaşadığım büyük üzüntüye…çöküşe  rağmen ; ölümün keskin bıçaklığını, empatiden öteliğini;   evlatlarını, eşlerini, babalarını, annelerini, sevdiklerini   kaybedenlerin kalplerindeki diplere yerleşen derin acıyı, kor alevi, Albertine Kayıp’ı okuduğum, Madımak  katliamında hayatını kaybedenlerin de cenaze törenine katıldığım o günlerde değil de  çok sonları kavramamın nedeni  meğer  daha doğmadığından  aklımın ucundan geçmesinin   imkansızlığında,  gün gelecek de katliamın yapıldığı o lanet…o zalim…o ihanetçi Temmuzun ikisinde;   Can…Can  ! seni,  öncesinde de   Haldun’u ve de … kaybetmediğimdenmiş.

 

Garipliğinin yanında acıtan şeyse; onca  kitap alışverişine, yazarlarıyla ilgili konuşmanıza rağmen Haldun’la   Proust hakkında  hiç sohbet etmediğinin ayrımına da vardıracak kaybedişten…kaybedişlerden  sonra;  Arkadaş  da  dahil  D&R’da mahalledeki, Kızılay Konur sokaktaki  Dost, İmge  kitapevlerinde   bulamayınca mecburen ‘kadere razı’ tipler gibi boş verip,   Swann'ların Tarafı’yla başlayan Yakalanan Zamanla biten  yedi  ciltlik Kayıp Zamanın İzinde serisini tamamladıktan  epeyce  sonra  bir gün yine  Dost kitapevinde bulduğun,  beşinci sıradaki Mahpus’u “ aaa  Royale sokağı kulübünün balkonunu gösteren Tissot tablosunda ayakta duran kişi olduğunu açıkladığı Swann (söz konusu tabloyu anında  Google da arayıp, merakla Swann’a tekar tekrar bakıp, her detayı da aklına yazmıştın),  Bergotte ölmüş… düşes  Mme Guermantes’ın giysilerine hayran Albertine’i metres tutmuş …. ”  nidalarıyla bitirdikten sonra  okunması gerektiğini anlayıp  Albertine Kayıp’ı  tekrar okuduğunda “Ah ! bir daha asla bir ormana adım atmayacak, ağaçların arasında gezinmeyecektim”le, ölümün sonrası gittiğimiz parklara, seninle gezindiğimiz yerlere   sensiz gidemeyeceğimi söylememi  anormal…suçlu  hissettiren  tuhaflıkla karşılayan; vefat edenin yakınlarının  arkasından  ( bir zamanlar  yirmibir yaşındaki oğlunu kaybetmiş Elmas için  benim de  yanımda)  söylenen ‘ yazık  kafayı yedi sonunda’ tespitini   benim için de  diyecek yakınlarımda, arkadaşlarımda, insanlarda varlığını bildiğim  baskın duygu, düşünce;  evinde bir elde kahve,  şarap, viski maç,   Survivor , Yasak Elma, Bay Yanlış izlemek, Facebook, Twitter, Instagram’da like almak için yatağını, şortunu, göğsünü, saçını, kalçasını, kaslarını, sevgilisini sergilemek dururken,  depresyona düşürüp, moral bozacağına inandıklarından  acısı, sorunu, derdi, tasası  bulunanlardan uzak durma,  bir araya gelmek istememe olduğundan ‘şimdi işin yoksa uğraş dur, yanlış anlamayın  insan ister istemez etkileniyor, odasını, eşyalarını gördükçe üzülüyor, başıma ağrılar saplanıyor’ söylenmesiyle cenaze evlerinde geçirilen saatleri vaktinden, ömründen  çalınmış  faaliyet görmenin sonucu olsa bile  özünde hayatın ölüm, acı, kasvetle içiçeliğini… gerçekliğini… ölümle yüzleşmeyi gençlikte, yaşlılıkta reddedişin  ahret, öbür dünyaya hazırlanmak  için dünyaya getirildiğine inandırılmış Müslüman Ortadoğulu toplumlarda varılmak istenen  hedef cennet için yapılması gerekenlerle bağdaşması olanaksız  “Sen dünya mülkündesin, öyle!” yergisinin   abes kaçmayacağı  tavırda; sonsuza kadar yaşayacak, ölüm hiç yokmuş’lu bir yaşama güdüsünde kendini var etmesi  değil miydi özellikle de  bükülmüş bel, kataraktlı göz, titreyen el,  bacaklarıyla ölüme hazırlanan vücuda ‘ben’e  aldırmayıp…ihanet ederek kendini genç sayan belleğin yönetiminde yine de ölüme gün sayarken, eğer hastalarsa ‘bak ! hepsini çekme bıkar birazını’ talimatını vermeyi unutmadıkları  evlatları maaşlarını  çekmesin diye bankamatik, banka gişeleri önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alan  yaşlıların, eşlerinden, evlatlarından daha daha düşkün oldukları  paralarını  avuçlarında pincik pincik sayması,  bildiğin yastık, çarşaf altına saklaması -‘sende bozuk var mı ? bir kuruş lazım ekmek alacağım, ben emekli bir memurum biraz indirim yap’lı  dilenmeleri ‘- ‘çok şükür a o birkaç kuruş var  bankada’ yla  sevinirken -‘aybaşına kadar bir tek  bu yüz lira var, ona göre‘yle   canlarının istediği meyveyi, sebzeyi almayıp BİM,  A101, Yunus  gibi diğerlerine göre daha ucuz marketlerin indirimlerinin, kampanyalarının müdavimliğinde para biriktirmeye çalışarak seksen, doksan yaşındalığı umursamayıp ne yapacaklarsa  ‘ Cuma günü  üç çelik tencere 200 TL’den satılacakmış bana bir set ayırsan be  kızım ! be oğlum ‘ -‘ krediler ucuzlamış çekip bir ev alsak’ - ‘yazlığa pergüle yaptırsak’, - ‘elden ayaktan düşsek kim bakar  biraz harcamaları kısalım’ planlamalarından da geri kalmamaları; öyle davranmaları belki   büyük sahteliği, aldatıcılığı  yaş geçtikçe anlaşılacak  vicdan ve merhametten yoksun   “dostluğun”, “kardeşliğin”, ”evlada sahipliğin” hatta insanlığın sadece  kavramlıkta varlığını  görmelerindendi. İşte  ben  bunları daha tam idrak ettirtecek olayları yaşamamışken sadece içgüdülerim , sezgilerim öyle istediğinden seni kaybettiğim o sancılı günlerde  “gerçek acıyı  çekmeyenler  tarafından yazılan makaleleri okumaya tahammülü olmayan “ Marcel gibi, acıyı yaşamadıklarından- suçlamakta  ne kadar doğru bilemesem de  cenaze evlerinde çoğu kez suratlarına sahtelik akan üzgün bir emoji yerleştirmiş otururlarken  gördükleri elem, acı  karşısında ’Allahım çok şükür’le yakınlarının  ölmemişliğine  sevinmeyi  akıllarından geçirdiklerinden- hissettiklerimi, yıkık ruhumu,  anıların gün boyu  resmi geçit yaptığı kederli  dünyamı  anlamaya çabalamaktansa  ‘ahh mahvoldular ailece hele de ….,  onu öyle fotoğraflarına bakar, okuduğu kitapları seyreder, atletine, oyuncaklarına sarılır görmek beni çok üzüyor, bir şey değil bu kadar üzülmekle bir yerime bir şey olacak, yarından sonra ben bir süre gitmeyeceğim, hem bu gidişle ….’yle  “deliriyor” kategorisine  terfi ettirecekleri ‘ben’im de onlardan daha çok onlarla zaman geçirmek istemediğimi, onlara  katlanamadığımı  düşünemeyecek  olmalarına  dayanamazken…  hem!  yanımdakilerden  kim,  ölüm sonrasının   unutuşa da varabilecek  aşamalarını  akla getirdiklerini, düşündürdüklerini, yaşattıklarını    somutlaştırma, betimleme güçlüğü çekmeden nesneler, eşyalar, kokular, tatların ve yemeklerin çağrıştırdığı anıları  Vinteuil sonatı eşliğinde; öylesine    içten; acının tek bir  karesini atlamadan  anlayabilir…anlatabilir… yazabilirdi ki ’yle ayrıntıların efendiliğine, büyük yazarlığına toz kondur(t)mayacağınız  Proust’un  satırlara  döktüğü “…Albertine’in hatırasıyla ayrılmaz bir bütün oluşturdukları için, sırf ilk ve sonbaharları , kışlarıyla zaten yeterince hazin olan … hayatta olsaydı bu benzer havada,şüphesiz ….gezintiye çıkardı..Son olarak ta , bu mevsim değişlilikleri ve farklı günlerin her birinin , bana başka bir Albertine’i geri getirmesi…”  hislerinin izdüşümlerini   ‘O’nu, Can’ı ve Haldun’u kaybettiğimde  bunları  bende yaşamış, aynen böyle düşünmüştüm… Marcel’in  her kadında Albertine’i görmesi gibi ben de  bir an parktaki çocukta seni görmüş hatta sen sanmış , ardından senmişçesine seslenmiştim’;  Haldun’la Gandhi filmini seyrettiğimiz, salonun, iki odanın pencereleri evin yanındaki parka  baktığından ‘bak!parkta tek bir çocuk yok çünkü hava çok soğuk, kar yağıyor biraz ısınsın’la zor zap ettiğim senin   parkta çocuk görür görmez ‘ haydi, çabuk çabuk  bizde gidelim, bak çocuklar çıktılar dışarıya ‘yla mızmızlanmana fırsat vermeden ‘haydi bakalım’ üşütme diye ağzını burnunu atkı, berelerle sarıp gittiğimiz parkta   yaptığımız kardan adamın gözlerine koymak için taş bulamayınca, diz boyu karın ortasında  ‘ icat edeni… elime geçirsem…bıktım ya rahat yok  nereye gidersen git, tuvalette bile  bulunuyorsun,  insanlardan kurtulamıyorsun, ayrı kalamıyorsun, bu nasıl görülmemiş bir  zulümdür ’ sitemimin baş rolü ama o gün, o anların fotoğrafını  çektiğimden bugün  minnet duyduğum  cep telefonuyla talimat verdiğimiz anneannenin buzdolabı poşetine koyduğu siyah zeytinleri penceren bize attığı, havadaki poşeti tutmak için gerisin geriye gittiğimizden düşerek içine gömüldüğümüz karlı her kış gününü; sen daracık pencere pervazında ayakta arkandan düşmeyesin diye tutan ben    ‘bak! işte sel bu,  su nasıl güldür güldür akıyor caddeye’ dediğimde yeni öğrendiğin hoşuna giden bir kelimeyi ya da cümleyi konuşmanın ardından hemen tekrarladığından ‘bak!güldür güldür akıyor’una gülümseyip ‘yağmur yağıyor, seller akıyor…’u söylediğimiz Nisan yağmurlarını; ‘seviyor, sevmiyor aaa sevmiyor çıktı’ kederini ‘  bu  bir oyun, seviyor çıkana kadar yapılır, tekrar yap bak seviyor çıkacak’la fal baktığımız papatyaların açtığı  ilkbaharları;  kulağımıza küpe yaptığımız kirazların, alır almaz sokakta yemeye başladığımız dutların tezgahlarda görünmesiyle yazları;  birbirinin üstüne dökülmüş sonsuz sonbahar renklerindeki yaprakları avuçlayıp bana doğru attığın videoya çektiğim Kasım aylarını sende, Haldun’da  bulduran kayıp, ölüm  sonrası yaşanacak sanrılarla  karşılaşmanın   olmazsa olmazlığındayken ben,  etrafımdakiler de duymamayım diye gizli gizli    mutfakta, balkonda, banyoda ‘bir psikologa mı götürsek acaba? dur dur şuralarda  bir yerlerde  antidepresan olacaktı onu verelim de azıcık uyusun’ konuşmalı körlükteyken;  ellerinde  bir bardak suyla yanıma gelip de  ’aç bakalım ağzını’  komutunu  verdiklerinde  -‘ne bu?içmem ben bunu’ itirazıma  -‘iç rahatlarsın’ kolaycılığını öne sürmelerini; ‘akşamları ‘uyamıyorum, ayrıca başım çok ağrıyor ‘ şikayetli evladına  kendindeki migren semptomlarını yükleyecek öngörüdeki kız kardeşinin  ‘kızım ben sana dememiş miydim uykusuzluğuna çareyi  bulacağım diye.Bugün Güven hastanesi nörologlarından  profesör Çiğdem  hanımla konuştum, sende de benim gibi sterse bağlı migren varmış.Laroxyl yazdı 10 Mg’ müjdesine yalnız kaldığınızda   -‘ böyle şey olur mu?muayene etmeden, MR çekmeden nerden biliyor çocukta migren  olduğunu da ilaç yazıyor? Ne o görüşme yapıldı, ne de reçete yazdı Çiğdem hanım.Bariz yalan söyledin çocuğuna, teşhis de, tedavi de senden, ama yapma ! 22 yaşında antidepresana alıştırma, yazık ediyorsun’ dediğinde her yalancı gibi niyeyse affedileceğine kesin gözüyle bakılan, insanı  aldatmayı ortadan kaldırmayan  ‘kimsenin canını yakmayan pembe yalan…’  bahanesine sığınarak ( ilişkilerin düzeltilmesine yardımcı olacağından  üç yerde  söylenmesinin…takiyyenin günah sayılmayacağı  İslam da yer bulduğundan mı herkesin yalana…takiyyeye başvurması)  yalan konuştuğunun bilinmesini utanma vesilesi görmeyenler kulübünün başkanı  olduğundan yalancılığının yüzüne  vurulmasını umursamayan yüzsüzlükte –‘ne yapsaydım her akşam, her akşam  başım çok ağrıyor diyor, öyle görmeye dayanamıyorum ne yapayım’ –‘ madem kararlısın antidepresan vermeye bari   pasiflora içir.Hiç olmasa bitkisel, bağımlılık yapmaz .Hem ne diye bu kadar  abartıyorsun baş ağrısını, uykusuzluğunu çocuğun? Hepimiz zaman zaman  bunaltan  dönemlerden geçeriz , yeni döndü yurtdışından;Fransa’dan, yeni  işe başladı, alışmadı daha  el bebek gül bebekken herkes gibi algılanmaya, sorunları benden  daha mı fazla? kanser oldum göğsüm alındı, bağırsaklarım yok …kanser olduğumu öğrendiğimde Semih bey,  biliyorsun alanında çok iyi bir cerrahtır  ‘ bir süreliğine kullan, şimdi anlamazsınız ama sonraları sorgularsın niye ben kanser oldum diye yardımcı olur size’ deyince ona çok güvendiğimden başladım,  üç ay zor dayandım lanet Cipralex’e ! Güya akşamları uyutacaktı beni mışıl, mşıl… tersine etki, cin gibi ayaktaydım her gece,  mahvoldum uykusuzluktan. Bunlara  şahit senin  şu yaptığın iş mi? Bu ilaçların yan etkisini de düşün’lü kadınlığın doğal  içgüdüsü anneliğin gereği itirazlarımı gözlerini sigarasının dumanından ayırmadan dinlemesiyle  kıçına saymayacağını anladığın; hayatın evrelerinden ergenliğe adımda kişi  sorumluluklarının yeni yeni farkında varır, ilişkilerin komplikeliğini görür; içini doldurmaya başlayacağı  yeni kavramlar dedikodu, ihanet, aldatma, yalan, iftira, torpil, katliam, ölümle, aşka tanışırken; sorunlarını  (ders çalışma, sınav, gönül verme, arkadaşlara  gezip tozma, arayı bozma, ebeveyne karşı çıkma, beğenmeme vb) çözmenin hayatla başa çıkmanın kolay  yolunun yarattığı alkol etkisiyle,  beynin kimyasına müdahaleyle, mutsuzluğa yol açan iletimleri azaltma işlevleri  sayesinde uyuşan aklın, karşı çıkış yerine  her şeyi  ‘evet’letmesinden  geçtiğini, bağımlılık yaptığını  bile bile  sırf rahatsız edilmemek, ‘veletlerle’  uğraşmamak için  'pelte haline getirip bebekler gibi uyutan tatlı pembe hap'’ları; yasal eroinman, esrar ve  uyuşturucuları; Lustral, Prozac, Efexor, Cipram, Selectra, Seoxat,  Lyrica’ları; evlatlarına avuç avuç kullandırmaktan çekinmeyen;   iyi bir hayat sürmenin yanında  başkalarınca da  değerli kılınmanın  insanın servetiyle doğru orantılı olduğu Türkiye gibi  ülkelerde ilaç firmaları, doktorlar arasındaki mekanik, maddi, ahlaksız ilişkiler nedeniyle kullanım alanları dışında  “kız arkadaşım beni terk etti”, “annem öldü”, “kardeşim beni çok üzüyor, cep telefonumu kullanıyor” , “ babam dışarı çıkmama izin vermiyor”,” annem Whatsapp mesajlarımı okuyor”, “prostatım var”, “kocamı kıskanıyorum”, “karım mini etek giyiyor” temalı rutin problemlerde  dahi  doktorlar tarafından reçetelendirilen antidepresanların  etkisinde, dünya yansa ‘bana yakınlarıma bir şey olmadı ya’la  umurda olmayacak, ecelini bekleyen birine iki hafta sonra sevinç çığlıkları attırtarak dans ettirtecek,  alıp başını giden tutulamayan sanal mutluluk içinde etrafında, bulunduğu  toplumda  var olan  yalanı, iftirayı, yolsuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği ‘sen mi düzelteceksin, etin ne budun ne otur oturduğun  yerde  keyfine bak’lı  adam ‘sendecilik’le  kişiyi  kendisi olmaktan çıkarıp apayrı bir karaktere de büründürebilen  öyle ki çocuğunu hayatından edenin, katilinin  yargı önüne çıkmasını istemeyecek boş vermişlikte  en anormal olguyu normal, normali  anormal  saydırtacak mantıkta ( uyuşturucu kullanımıyla edinilen antidepresan mantık hayatı allak bullak ederek, pek çok olumsuzluğu da tetikleyeceğinden, antidepresan kullandıklarını bildiklerinizden uzaklaşmak, ilişki kurmamak insanın yaşam ve akıl sağlığı için  gereklidir  sonucunu  doğrulayacak  olaylara  okumaya devam ettikçe rastlayacaksınız), detayların labirentinde  kaybolan zihnin  yeni şeyler keşfettiğini sanıp ‘diğer insanlarda farklı olarak şöyle mükemmel   bir insanmışım meğer, o yüzden bu ilacı almam lazımmış’ lı  düşüncelere de  batıp çıkan zamane ebeveynlerinin; anneler ve babaların  çocukları büyüdüğünde   isteklerinin, arzularının  dışında bir karaktere bürünüp  sonrasında  tıpkısının aynısı kendilerine benzediklerini gördüklerinde  niye o denli şaşırdıklarını da  hiç anlamadığından  yanlış anlaşılmasın demeyeceğim  yanlış  anlayan anlasın,  herhangi bir kötü olayda  özellikle de bir insanın kaybında, ölümünde hemen  antidepresan tavsiyesine, iğnesine  başvurması, kayba maruz insanlara antidepresan içirilmesi   o kişi, kişiler için  endişelendiklerinden, gerçekten daha iyi olmasını…olmalarını…olmanızı  istediklerinden falan değildir, iyi vakit geçirip, hayatın tadını çıkarma peşindeyken    acı bir olay,  bir durumla karşılaştıklarından  matemin uzun sürmesi,  kendilerinin de onların yanında matem tutmalarına devam etmelerini getireceğinden  artık sıkılmışlardır zira depresif anne, baba, evlat, kardeş, kanka, arkadaş, amca, yeğen sevgiliye bir noktaya kadar tahammül edilir,  o noktada ‘elimden geleni yaptım…geldim, gittim, sarıldım, ağladım, hizmet ettim benden bu kadar’la tahammülsüzlük kendini göstereceğinden ki   belki  bu da  çok   insani ve anlaşılır bir tepkidir de ama içindeki acıyı götürür  sanılıp  götüremediği de   illaki bir gün anlaşılacak,  kafayı kazan yapmaktan başka bir işe yaramayan ikibinli yılların popüler çerezi; patlatılmış mısırı, çitleği  çevrede neredeyse  kullanmayan  insanın kalmadığı  küçükken anneme mide ülseri için doktorun verdiği diazemden başkasını bilmezken şimdilerde ‘ay şekerim sen ne kullanıyorsun ? yaa yapma onu bırak bunu kullan, hem bu sersemletmiyor, baş ağrısı da  yapmıyor, acayip rahatlıyorsun ? sabah müdürle tartıştım attım iki tane Lustral, pamuk oldum pamuk…’ lu sohbetlerin konu başlığı antidepresanı;  o gün  ‘aç ağzını’ komutuyla  vermeye çalışanlarda midemi bulandıran şey   istedikleri için  duymana  da aldırmadıkları  ‘tamam acısını paylaşalım  ama nereye kadar, artık o’ da biraz gayret etsin   canım, kaç gün  oldu, nihayetin de bizim de işimiz gücümüz, çoluğumuz çocuğumuz var ’ konuşmalarında ki  gizli  bıkkınlıkları,  farklı kılıklara bürünmeye çalışmalarının yanında, ölümcül  bir olayla karşılaşıldığında   bir madende grizu patladığında;  yaşlı bir insan kalp krizi geçirip öldüğünde  ‘hayat bu ne yapalım’,   ‘madenciliğin…yaşlılığın özünde, kaderinde vardır’a  sığdırılmış  insanı  daraltan yalın  bencilliklerini, acımazsız kişiliklerini sergileyenler  dışındaki   pek çok insan kendini olayın mağdurlarının  yerine koyup, eşleştirecek  bir şey  bulduğundan  evet gerçekten de  üzülürler  ama  velakin  ağdalı bir söz öbeğinden, safsatadan  başka bir şey  olmayan; nasıl bölüşüldüğü bir  muamma  ‘acını paylaşıyorum’u kullanmaları yok mu !  hem bir insan ‘acımın kalbimi acıtan kısmı bu, al sana, ciğeri deleni de bu,  bu da sana’yla üleştirilmeyecek  acısını niye  paylaşılsın ki üstelik de  acının boğduğu  kişiyi  anlamaktan uzaklıkların farkında dahi olmayanların yerine getirmek zorunda  hissettikleri neden böyle bir şey hissettikleri, gerek duydukları , ilk kimin bu işi başlattığını bilmediğiniz, cidden merak ettiğiniz  ‘yalnız  bırakmayalım, sıraya koyalım bugün sen uğra, giderken bir şeylerde götür, tencere yemeği değil,  dur dur patatesli  börek sever çörek de, yarın da sen’, ‘baştan söyleyeyim ben pide yaptıracağım’  düşüncelerinin aksine; acıyı paylaşmakta aslolan kaybettiğiyle yaşanan anıları, geçmişi  hatırlayarak  ölmediğine inandıran canlı…gerçek ona ait nesnelere, eşyalara dokunmak, seslendiremediği  belki seslendirmek de istemediği acısıyla sahibini tek başına bırakmakken o söz öbeğini duymak ! üstüne durmadan  ölenle ilgili - ‘ahh  düşünsene ya sakat, yıllarca komada kalsaydı. Şimdi dersin  ömür boyu bakardım ama insan yükü ağırdır’ -‘ her gün onca genç şehit oluyor, ne güzel bir ölüm, Allah herkese nasip etsin, yaşını başını almıştı, bakalım biz o kadar yaşayacak mıyız’la sanki savaşı  çıkarmış, katliamları siz yapmış trafik, uçak,  iş  kazalarına, teşhis, tedavi hatasına siz neden olmuşsunuz   gibi   suçlama; eğer yaşlı,anne babanız yanınızda ya da birlikte kalıyorsanız aynı evde; siz hep  onların bir türlü büyümeyen  çocuğu,  onlarda ölünceye kadar  gözünüze  asla yaşlı gözükmeyeceğinden gençtense  yaşlıların; sakat ya da  yoğun bakımda makinelere bağlı kişilerin yaşamalarındansa ölmelerinin  hayırlı, sevinilecek  bir durum olduğunun  tebliğindeki    acımasızlık;  ‘ sen ölseydin acaba rahmetli bu kadar üzülecek miydi’yle ölenle  araya nifak sokma, yaşamayan birinden şüphelenme barındırdığından  sinirlendiren;  varsayımların sıralandığı konuşmalara ses çıkar(a)mamak var ya ! Haldun!  şimdi  o anlar aklıma geldiğinde,  keşke diyorum keşke bende   aynı şeyleri hissettiğinden senin ağabeyini gömdükten sonra verilen  cenaze yemeği  sırasında gösterdiğin tepkiyi gösterecek kadar  cesur olsaydım da ‘defolun gidin! Yalnız, tek başıma  bırakın beni, saçmalamalarınız,  bir boka yaramayan tesellileriniz, yardımlarınız sizin olsun’ deseydim.Hep olduğu üzere iş işten geçtikten,  güzel olan ne varsa ona geç kaldıktan sonra  başıma gelen aklımla, o gün onu   diyemeyen   mülayimliğime öylesine kızgınım ki, bugün Haldun!  etrafındakilere çıkıştığın o gün sana   söylediklerimi de düşününce nasıl kötü, aptal göründüğüme şaşıp,  kendimi nasıl suçladığımı da bir bilsen zira insanın ‘ keşke senin yerine ben gitseydim, ölseydim’ diyeceği yanında olmasa da varlığını bildiğinden hayatı mutlu, dayanılır kılan sadece bir ya da iki kişi vardır.Öylesi  bir insanın kalple birlikte dünyayı durduran ölüm haberini almanın  şoku daha  atlatılamamışken  otomatikman  söylenen… kullanılan,   bütün o  peş peşe tekrarlandığından sıkıştırdığı kalbi krizle bile  tanıştıracak   “başın sağolsun”larda; elbette hayat devam edecek, elbette  yemek yenecek, su içilecek,işe gidilecek, yemek yapılacak, yaşanacakken  sanki bunlar bilinmiyormuşçasına, ölenin  varlığını, hatıralarını silme teklifi  “hayat devam ediyor”larda  saklanmış ‘ölen öldü…siz yaşayın’ ,  ‘ya ölen sen olsaydın? ne şanslısın sen yaşıyorsun‘lu  bencillik itiraflarının sağanağında yapmak istediği tek şey    ‘ne diyorsunuz siz ? benim dünya başıma yıkılmışken,  demeyin başın sağ olsun deyin ki başını vur duvarlara…demeyin ağlama deyin ki  gencecik birini, ömrünü kaybettin sen de, ağla ağlayabildiğin kadar ‘ cümleleriyle bağırmakken beni neyin durdurduğunu hiç ama hiç bilmiyorum…hiççç bilemiyorum… bildiğim söylendiği  anda insanı  rahatsız eden  acıyı  hafifletmeyip  katmerleşmesine, söyleyenlere  öfkeye neden teselli sanılan  tesellilermiş o anlarda zihinde tuhaf  anlamsızlıklar…boşluklar yaratan… .Bakışlarıma  bir anda yerleşen  parıldamaya şaşırdıklarında senin daha birinci sınıfa başlamamıştın sabahları baban bıraktığında ya da  ben gelip seni aldığımda eve girer, ayakkabılarını çıkarır çıkarmaz annenin yedek giysilerini bazen de  aldığı organik meyveleri, hastaysan ilaçlarını koyduğu bana göstermek için bir şey; yap-boz, oyuncak, kitap, resim bazen de yiyecek  ve de tabletini  getirmemişsen  antredeki beyaz yayvan  sepete bıraktığın,  eğer gösterecek bir şey  getirmişsen önce onları göstereceğinden  anneannenin odasına taşıdığımız  küçük koyu mavi renkli sırt çantanın fermuarını açıp yatak örtüsünün  üzerine  döktükten; yatarak televizyon izleyeceğinden üzerini değiştirip  ev giysilerini giydirdikten; iki üç yastıkla sırtını destekleyip  yarı uzanır vaziyete getirip  yalnızca TRT çocuk kanalı çıktığından ( evde bir tek odamdaki televizyona tele dünya’nın  dedektörü bağlı olduğundan, son günlerinde eve geldiğinde önce  benim odama gidiyorduk)  bazen sevmediğin halde izlediğin anneannenin televizyonu açıp mutfağa sana kahvaltı hazırlamaya gittiğim  günlerde Pavlov’un köpeği alışkanlığında sana  sütlü kakao, bazen de anneannenin  ta köyden bu yana her sabah içtiği,  şahit olanın   ‘Allah , Allah  görende  Varto’nun dağından değil de İngiliz kraliyet ailesine mensupsunuz sanacak’ taşlamasına giriştiği ki girişmeyenini de görmediğim sütlü çay,  kendime de sade Türk kahvesi  yaptığım saat onu gösterdiğinde ‘haydi gellll‘ sesini hâlâ duyduğumu söylediğimde    “sanki, tıpkı hayattayken olduğu gibi, zihnimizi meşgul etmeyi sürdürür.Seyahate çıkmıştır adeta…” hissini yaşayan  Marcel gibi, benim gibi günün her anını paylaştıkları  birini kaybetmediklerinden delirdiğime işaret saymalarının da  kahrında; ve de  benden  yüzkırkbeş yıl önce doğmuş  bir yazarla  romanlarında  aynı duygularda, aynı düşüncelerde, aynı acılarda  buluşmanın, aynı fırtınaları, durulmaları yaşamanın  yaralayıcılığında, hakkında  insanların - ‘yazık… düzeleceğine, günler geçtikçe daha kötü oluyor, ’- ‘bu gidişle aklını oynatacak’-‘yas tutma  altı ayı geçti mi, profesyonel yardım alınmalıymış’ konuşmalarının nedenleri  sonraları zihnini çok  meşgul edince, bir insanın kaybı, ölümü ya da herhangi bir facia karşısında takınılan tavırda, yaşanılan matemde; verilen tepkide bulunan naiflik, duyarlılık, merhamet … empati,  olaydan etkilenme, üzülme derecesinin  ülkede  insana verilen değer, saygı  ve bilinç, gelenek ve göreneklerdeki  incelik,  eğitim ve kültür düzeyinin kalitesiyle  orantılı…ilişkili  olduğu kadar, kanıksatacak kadar çok ölümle haşır neşirliği  de payının bulunduğunu  düşündürecek onlarca olay, sözlü tarih, onlarca hikaye,  roman film şeridi gibi gözlerin önünden geçip  canlanınca;  haksızlık, adaletsizlik barındıran bir olay, hak kaybı getirecek bir yasal düzenleme karşısında kendiliğinden sokağa dökülme, protestolarda bulunma refleksi gelişmiş ülke vatandaşlarının, insanı  rahatlatacak  o naif…o duyarlı… o içinde asla ve asla ‘kader’ sözcüğünün geçmediği  filozofvari  teselli sözcüklerine, içten sarılmalarına, kaybedileni  seninle anma isteklerine, hislerine  sahipliklerini nasıl beklersin; senin deyiminle bir baştan bir başa memleketi sarmış  yetiştirildikleri  evlerin, okulların, yaşadıkları ülkenin, toplumun naiflikten yoksun  kabalığı, nobranlığı,  cahilliği  duygularına, davranışlarına sirayet  etmiş, kanaatkar  taşralığı bir türlü aşamayan daha doğrusu siyasilerin, düşünürlerin, yönetenlerin işlerine geldiğinden  kentli olması istenmeyen Türkiyelilerden; durakta bekler, pazar yerinde alışverişteyken her an  bombalı bir  saldırıda, katliamda; balkonda oturur, parkta oynar, sokakta yürür, asker uğurlarken  bir maganda kurşunuyla; trafikte yol verdin vermedin kavgasında; madende, fabrikada bir patlamada,  savaşta,  çatışmada,   iş kazasında;  selde , depremde , çığda, bir afette, bir başka ülkeye göçte, bulaşıcı bir hastalıkta;onlarca insanın, çocuğun, gencin, askerin,  gerillanın ölmesi, öldürülmesiyle insanların gözü önünde hayatların bozuk para gibi kolaylıkla harcandığı daha da  harcanacağı  ölümün de  ‘kaderiydi’yle olağanlaştırıldığı her şey olur, hiçbir şey değişmezin  Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlardan. Zaten bir kış günü annenin sana anlattıkları, nezaketten, duyarlılıktan muaf Ortadoğu’da hayatı abluka altına alan  öyle kolayca…öyle her an karşılaşılan çoğu  önlenebilir ölümlerin “şehit oldu” ,  “kader”, “ne yapalım”la sıradanlaştırılmasının   yüzyıllara   dayandığına dair düşüncelerini iyice pekiştirmişti.

  

O kış yine  kar yağıyordu Ankara’da, odamda yatağımda uzanmış; her kanalda her gün rastlanacak  hayvanlara özellikle de aslanlara ait belgesellerin bolca  yayınladığı yıllardan biriydi; bilmem ne kanalında  seyrederken aslanları; yaşadığında   ‘aaa rengi değişmiş’le fark ettiğin leylak rengi kumaşla döşettiğim Tunalı Buğday sokakta bir antikacıdan aldığım antika  koltukta oturan anneme hani hiç ortamla, konuşulan konuyla ilgisiz,  bir şey hakkında birden bir merakla  nereden akla düştüyse soru sorulur ya (Freud’a göre de illaki bilinç altında gizlenmiş düşüncedir açığa çıkan)   işte onun gibi  televizyonun sesini kısıp anneme  dönüyor ve soruyorum –‘ Sare teyzemin kaç çocuğu öldü?’   -  ‘Ben iki tane biliyorum, hele bir Hasan vardı; çok güzel bir çocuktu dedesine benziyordu,  saçları sapsarıydı, gözleri mavi, biz Van’dayken her sene köye gidiyorduk ya  depremden önce valla yalan olmasın belki sonra da olabilir görmüştüm ondan bu kadar net hatırlıyorum yüzünü  ’-‘Depremde ölmediğine göre sonradır ölümü, kaç yaşındaydı’ -‘ kocamandı’ eliyle  boy gösteriyor –‘bu kadardı , tabii ya  yedi  sekiz yaşlarındaydı.Sene 1965, yol yok bizim oralarda her taraf dağ, taş orman. Deden  ben doğduktan dört yıl sonra bir şiir kitabı yayınlamış, dayının da sana fotokopilerini gönderdiği işte o  kitabında dağlarla ilgili yazdığı en az altı yedi şiiri var, o kadar çok severdi dağları. Çünkü sabah kalkınca pencereden ilk gördüğümüz yüksek dağlar, tepelerdi’ –‘ o şiir kitabını hatırladım “Bingöllerin Sesi” kalkıyorum kütüphaneden alıp geldiğim fotokopi halindeki kitabın  sayfaları çeviriyorum  –‘gerçekten de dağlara aşıkmış. Dinle,şiirin adı Dağlar “ Burcu, burcu kokar gider yaz faslı./Sizden mi geçmiştir Kerem’le Aslı,/ Ağlamıştır sizde aşıklar nesli,/ Öter bülbülleri kafeste besli,/ Yollarda yolcuyu ağlatan dağlar,/Garip bülbülleri dağlatan dağlar” aaa bak bu da Bingöl dağları şiiri “ Yüce Bingöl şirin yurdum./ Yaylasına çadır kurdum./Suyunu içene yok ölüm/ Cennet gibisin Bingölüm/ Aras çayı senden akar,/ Murat nehri senden çıkar, /Yüce başın göğe bakar,/Sevdim seni doya doya,….hangi dağdır senin eşin,/ “ susuyorum -‘devam etsene’ diyor annem, yatağın üzerine bırakıyorum fotokopi kitabı   –‘anne ! nerden nereye geldik, Sare teyzemi anlatıyordun,  kitap burada okursun sen, hem günlerdir orada duruyor, okumadın da şimdi ben getirince mi? evet dinliyorum’ –‘şimdi taksiyle yirmi dakikada gidilen Gımgım’a o şartlarda  ya yürüyerek ya atla ya da öküz arabasıyla gitmenin dışında başka çare  yok.Tek tük araba demezdik taksi vardı ortalarda.Kırk yılda bir köye gelen  hükümette, jandarma o da.Neyse  hani bir hastalık vardı  boğazla alakalı  kuşun bir şeyi  deniyordu’  gülüyorum –‘kuşpalazı, boğmaca ’ -‘hah işte o, boğmaca, o yıl köydeki çocukları tutuyor’ -‘salgın gibi’ –‘ İbrahim enişte  Hasan’ı sırtına vurup, kara bata çıka, yaya Varto’ya götürüyor’ –‘ vay canına!’-‘gördün sende, enişte çam yarması gibi uzun, babayiğit, hastaneye yetiştiriyor  ama kurtarılamıyor,  geç kalınmış’ –‘vah yavrum kim bilir kaç çocuk gitti öyle sahipsizlikten’-‘ sırf bizim evde bir  ay içinde beş çocuk öldü kızamıktan,  beş kardeş mezarlığı derdik, hepsini bir mezara yan yana gömdüler. Sene 1953’tü Mengî Cele, Ocak ayıydı  net hatırlıyorum  çünkü  bir yıl sonra 1954 yılında  babaannem öldü. ‘ –‘ hani şu..’-‘ evet o!  kız  ! öyle  zalimdi, yıllarca babamın öldürülmesinden ‘başını sen yedin’le annemi suçladı, ölüm döşeğinde ‘ Amine, sen güldün ama gübrede yetiştin ne yazık ki değerini bilmedik.’ dedi.  O sene Pironun karısı Hanesli’de    bizdeydi,  ben hep derim ya   lojının, adircanın,  ateşin önünde oturur parmaklarını böyle koparırdı,  bende onun önünde  oturur ‘Daye derdim senin bu parmakların niye kopuyor’ sesim de  korku  –‘ nasıl yani? nasıl kopuyordu’ -‘böyle’ diyor gösteriyor parmağın en uçtaki  kıvrım yerini  ‘böyle bu kemik buradan tak diye kopuyordu, oraları  sanki  ateşe düşmüş yanmış gibi simsiyahtı… simsiyahtı -‘morarmış, eğilmiş desene anne ! belli romatizmal bir hastalığı  varmış’ –‘doğru diyorsun, ama o bana demişti ki Seys Sılıman (Seyit Süleyman)  bana beddua etti.’ Söylenen isim kafamda pek çok anekdotu    çağrıştırdığından –‘isim tanıdık geldi bana’ diyorum –‘gelir deden çok seviyormuş bu Piri derken işaret parmağını dudağına götürüp öpüyor.’Her işini ona danışırmış,  her davaya girmeden önce ona sorarmış. Çok büyük inancı, büyük itikadı varmış ona. Neredeyse o ne derse onu yaparmış.  Ölünce çok üzülmüş. Şiir yazmış arkasından’ sohbete ara verip dedemin Seys Sılıman için yazdığı şiire o an bakmadım ama sonra  “Bahar bağlarında bülbüller öter./Dostumun hasreti içimde tüter/Mezarın üstünde sümbüller biter./Gitti bu illeri viran eyledi./Yaktı ciğerimi püryan eyledi/…Mezarında nice günler inledim./Sesini duyarım diye dinledim./Gece gündüz ona niyaz eyledim./Dostum bu illeri viran eyledi…”  mısralı “Ameranlı Süleyman Uluyol, Sayın dost’ başlıklı  şiiri  okudum  –‘İşte bu Seys Sılıman Hanesli’nin kocası  annem gibi Bingöl’ün bir köyündendi.O köydeki  Tekyadan (dergahtan) ayrılan  dedelerden  biriymiş o da, gelip  bizim Ameran’a yerleşmiş.Kardeşi ölünce  de karısının adı Şerife’imiş, Seys Sılıman onunla  evlenmiş, Hanesli’de  karşı çıkmış kocasının evlenmesine.O bana öyle anlattı ‘niye evleniyorsun’ demiş’ –‘elinden öpmek lazımmış Hanesli’nin, o berbat…o saçmalığın dibi…ensest geleneğe karşı çıkmak o devirde ne kadar cesurca bir davranış.Belki o evlilik olmasa annen de zorla evlendirilmeyecekti  amcanla, peki nasıl bir bedduaymış ettiği’ –‘demiş ki ‘ dilerim kendi ceddimden  parmaklarının hepsi kopar, tek tek düşerde insanlara muhtaç olursun, sakat kalırsın, o bana öyle dedi’.Nihayet  annemim sık sık tekrarladığı ‘o bana öyle dedi’, ‘hiç unutmam’  cümlelerini fark ediyorum  –‘Neyse , Hanesli’nin bizde kaldığı  o yıl,  altı çocuk ben    sekiz yaşındaydım, okula başladık. Okul dediğim bir eğitmen geldi köye adı Remzi,  çeşmenin yanında bir  ev verildi, biz çocuklar  okul diye o eve giderdik;  ben, Hanım,  Fikriye teyzen, Fazıla, Süleyman, Abbas…okul tam gün, sabah gidip akşama eve   dönüyoruz, civar köylerden de çocuklar geliyor. Amcamın kızı Fazıla çok  da güzel bir kızdı, annem de çok severdi onu. O  kadar sessizdi ki tabii   annesi döve döve… öyle sessiz   eğitmen onu alır getirir böyle  koltuğunun yanında oturturdu’ –‘niye, çok mu severdi eğitmen onu’-‘  deme ki hepimiz çok  yaramazdık  bir çeşit ödüldü eğitmenin yanında oturmak, akşam dönüyoruz, diz boyu kar, çeşmenin orda baktım ki…’ –‘ Anne!  benim gördüğüm üzerinde dedemin adının yazılı olduğu  çeşmenin suyu ne kadar güzeldi değil mi? buz gibi’ -‘ Cepanik yaylasındaki  dağlardan gelir o  su da, ondan’ –‘ senin bu bahsettiğin eski çeşme nerdeydi ?’ sohbet bittikten    dedemin şiir kitabına  göz gezdirdiğimde   annemin bahsettiği Çeşme’ye ait bir şiirde görecektim “Asırlarca akıp akıp ta çoşmuş,/ Derinden derine çağlayan çeşme.Su yüreklere su vermiş koşmuş,/ Derinden derine çağlayan çeşme/….Bir fasıl koşmuştur şairle sâze, / Bir dem varmış hakka nazu-niyâza./ Ermiş hak sırrına ezelki râze./ Kaç bin kervan geçti yoldan saydın mı?/ Kocamışsın, bilmem gözler aydın mı?Kaynak mısın yoksa dağdan kaydın mı?’ annem sorumu cevaplıyordu -‘eve 200 metre uzaklıktaki yeni çeşmenin az ötesindeydi eski çeşme,  beton borularla şimdiki yerine çekildi.Neyse eski çeşmenin orda  baktım ki  Fazıla çok ağladı dedim ki  ‘niye ağlıyorsun?’ dedi ‘ başım çok ağrıyor’. Eve geldik, kapıdan içeri girer girmez  ‘Daye!’ dedi ağlamaya başladı, yengem Zehra kalktı, bir tane attı… bir tokat attı dedi ki  ‘seni ….’mı dövdü’ . Şimdi düşünüyorum da o  kadar  nefret edermiş ki annemden, bizden de. Hep suçlayacak bir şey bulmak umuduyla dolaşırmış.  Fazıla  ‘Daye…Daye o beni dövmedi. Benim  başım çok ağrıyor ‘dedi. Yengem aldı onu  odasına götürdü. O zaman  üç erkek kardeş, üç aile bir evde  birlikte kalıyordu.  Herkese avluya açılan bir oda düşüyordu. Sabahleyin  kalktık,  biz çocuklar hepimiz  hastayız. Kızamık tutmuşuz’ –‘kızamık olduğunuzu nasıl anladınız?’   -‘başımız ağrıyor,  vücudumuz dışarı atmıştı kırmızı lekeleri.   İlk gün Fazıla , ikinci gün Leyla, ben, diğerleri  sonra Fazıla’nın kardeşi Süleyman, memedeki altı aylık Hüsnü Cemal,  Abbas. Şimdi diyorum ki hep cahillikten öldü bütün o çol çocuk. Bizim orası dört bir yanı dağla, ormanla çevirili , dağlardan esiyor buz gibi rüzgar, tipi kış ki ne kış.Babamın da kış diye bir şiiri vardı “Şu orman ağaçları/ Soyulmuş kuşa benzer./Dumanlı yamaçları/ Korkulu düşe benzer/her tarafı bem beyaz/ Bütün ovalar dağlar/ Gök ayazdır, yer ayaz / Altı aydır halk ağlar” soğuk buz kesiyor  “ Bağırdıkça karlı kışın/ Senden bezdim doya doya” denecek kış, bunlar sobaya mazgal, kalın meşeler koyuyorlar,  sobalar kızıyor  kızgın, kırmızı alevler gözüküyor sobanın tenekelerinden, saclarından, demirlerinden… ateşimiz var yanıyoruz, odaların içi  hamam, su vermiyorlar.Soğuk su üşütür diye sıcak çay veriyorlar ateşimiz daha da çıkıyor.Benim annemin odasının bir masası var, böyle (kollarını iki yana açıyor, elinde metre varmışçasına gösteriyor) tutuyorlar bir metre, adamın birisi yapmış anneme tahtadan. Ali Usta diye biri yapmış. Bizim köyde bir tane de kirve var, Hüseyin kirve.Baktım kapı açıldı,  odaya girdi Kirve,  elinde   Amerikan bezi böyle tuttu ölçtü ‘ –‘anladığım sizin orda metre  vazifesi anneannemin masasına yüklenmiş’  gülüyor –‘  meğer Fazıla ölmüş, ben bilmiyorum.Babası  amcam Ali  de  o zaman  bu pisliklerle uğraşıyormuş  Varto’ya gitmiş, 1953 de araziyi almış diyorlar ya işte o zamana denk geliyor.Sordum dedim ki Kirve ne ölçüyorsun dedi bir şey yok.  Fazıla  da  ölmeden  önce Hanesli’ye  ‘Daye ,bana ninni söyle’ demiş.Hanesli’nin  öyle güzel  sesi vardı… öyle yumuşak…öyle içli..yavaş yavaş söylerdi, hep de dert yüklüydü klamları.Fazıla’yı iki duvara çakılmış çivilere asılı halatlardan yapılmış beşiğe koymuşlar, bizim orda o beşiklere bir de  kalın  ip bağlarlardı;  böyle oturuyorsun o iple çekiyorsun beşiği kendine sonra bırakıyorsun öyle sallayarak ninni söylemiş Fazıla’ya,  belki de  beşikte sallanırken öldü bilmiyorum. Şimdi benim annemin odası evin  arka, Hanım’ların da ön tarafta bakardı , Hanım  görmüş’ –‘neyi görmüş, Fazıla’nın öldüğünü mü?’ –‘yok yıkarlarken görüyor. cenazesini kapıya koyup yıkıyorlar ya, onu görmüş  dedi ki dört bir yan kar;  “ Altı aydır şu kargalar/ Dağdan kopan kasırgalar/ Önünde yere serilir/ Karlara gömülür kalır/Altı aydır bu illerde/ Karlı dumanlı bellerde/ Nasıl yaşarlar şaşarım / Ben olsam dağlar aşarım/ Uçar giderim sahile / Karda çekilmez bu çile “  yazdığı gibi kar,  altı ay çekerdik çileyi. Dedi ki Hanım; karların üzerine uzun tahta bir masa koydular, yanında kara bir kazan içindeki sudan buharlar çıkıyordu, siz bilmezsiniz bizde kilerlerde koca kepçeler vardı sütü, haşlanan  buğdayı karıştırmak için. Baktım Fazıla’yı kucakta getirip o tahtanın  üzerine serdiler,  gözleri kapalı, elbiselerini çıkardı yenge ‘ daye , daye ‘ ağlıyor bir yandan da…ölmüş dedim Fazıla, korktum bende öleceğim diye, Hanım öyle dedi ama ben hiç bilmiyorum neyse akşam oldu ikinci günü ’ –‘bir dakika, bir dakika dur ! hiç  merak etmedin, sormadın mı nerede bu Fazıla diye’ aklım almıyor çünkü  her sabah birlikte yediğin, içtiğin, okula gittiğin arkadaşın  aniden ortada  yok, sormuyorsun kimseye, kimseler de bir şey demiyor, bir açıklama yapmıyor.Ölümü gizliyorlar ne faydası varsa  sanki ölen bir tavuk…bir inekmiş gibi  davranıyor , eminim o yıllarda köylüler  süt verdiğinden ölen bir inek, manda, koyun, keçi  için daha çok üzülmüş…daha çok ah, vah etmişlerdir’  –‘ aynen öyle,  soruyorum tabii;anneme sordum bir şey  yok diyor, herkes bir şey yok diyor,  iki üç gün sonra  ben ve Hanım yavaş yavaş ayağa kalktık ama nasıl halsiziz, Fazıla’nın kardeşi Süleyman’da beni ‘baba odasına götürün’ demiş,  annemin odasına demeyeyim artık bizim eve  ’baba odası ‘ diyorlardı. Getirdiler arkada böyle bir sedir var Süleyman’ı sedirin arkasında yatırdı yenge Zehra, ama kadın çok kötü, Fazıla’yı kaybetmiş ağlıyor. Benim kız kardeşim de beşik diyoruz ama  bu kadar, karyola kadar büyük’ ne önemi varsa soruyorum- ‘ tahtamıydı o beşik’- ‘ tahtaydı evet, çok büyüktü çünkü Leyla 48 doğumluydu 53’de öldü, kaç yaşında altı yaşında mı ’ –‘beş’ –‘beş yaşındaydı değil mi  ? kocaman kızdı , çok güzeldi bemrad, öyle uzun kirpikleri vardı ki buraya kadar elmacık kemiklerinin olduğu yeri gösteriyor , inana buraya kadar uzundu kirpikleri, sarışındı… o zaman Leyla’da orda karyolada yatıyor iki de bir anneme “ben çok hastayım daye, sen beni ne yapıyorsun” diyordu, “annem de “ben seni ne yapayım yavrum, yavrum” diyordu.  Leyla orada, o da burada, ikisi aynı anda, aynı odada  öldü. İkisi de  aynı dakikada öldü’ –‘Süleyman kaç yaşındaydı?’-‘ Süleyman da 46’lıydı benden bir yaş küçük’ –‘ yedi yaşındaymış.’ –‘böyle parmağını (işaret parmağını ağzına götürüyor) ağzına koyardı  emerdi, demek ki onda tik varmış, yazık biz de ona Sılı Musi dın’ der, kızdırırdık, Sılı Musi diye  yaşlı bir adam vardı.  Hiç unutmam gece öldü ikisi de,  bizim yanımızda, benim yanımda öldü ikisi de’ -‘öldüklerini nasıl fark ettin sen  ?’ –‘ Hiç unutmam Süleyman  annesine  ‘Daye,   bak dedi pencerede bir tane adam var bana elma uzattı’, Leyla  bir şey demedi, Leyla  o  kadar dedi  ‘ben ölüyorum Daye‘ onu öyle duydum’ derken aktı akacak gözyaşlarına engel olmaya çalışıyor. Bugün o anları düşündüğümde neden kalkıp anneme sarılıp da onunla ağlamadığıma  anlam veremiyorum yüzünü hiç görmediğim teyzemin ölümünü anlatırken bana gözleri televizyon ekranında , yandan bakmıştım annemin artık yaşlanmış , çizgilerle dolu yüzüne.Niyeyse insan annesini, babasını hep anne , baba olarak görüyor, tanıyor, öyle doğdu sanıyor. Onların evlenmeden önce başka bambaşka bir  hayatları olduğunu aklına bile getirmiyor. Aradan yıllar yıllar geçiyor anne baba yaşlanınca, çocuk da orta yaşlara gelince; illaki agresif davranılıp eleştirilere boğulan   anne, babayı anlamanın niye böyle şüpheci, sevgisiz, açgözlü ya da duygusal, verici,  fedakar   olduklarını çözüp ona göre davranmanın artık hiçbir yararının olmayacağı  vakitte, yani yine iş işten geçtikten sonra  bir merak düşüyor insanın içine, soruyor da soruyor, bilmek istiyor geçmişi, yaşananları.Kalkıp gözyaşlarını içine akıtan anneme sarılıp yıllar, yıllar sonra birlikte Leyla’ya ağlamadım ama  küçücük bir çocuğun “ben ölüyorum anne” demesindeki o masumiyet içimi parçaladığından gözyaşlarım akıyor ben istemesem de.Annemin gözleri  o sırada ekranda ceylana saldıran aslan’nın görüntüsünde takılı titreyen sesiyle ‘ bırak öyle kalsın bu dertler burada’ derken elini kalbine götürdüğünde  ben de kolumla gözyaşlarımı siliyorum –‘Leyla öldü, annem o güzel sarı saçlarını ördü, bir tutam kesti bir beze sardı Sare teyzene uzattı ‘bunu sakla Sare, ben ölünce gözlerimin üstüne koy’ ses çıkarmaya korkuyorum ağladığımı anlayacak diye oysa sormak istiyorum öldüğünde koydu mu gözlerinin üstüne Leyla’nın saçlarını Sare teyzem.Sormak istediğimi  tahmin etmiş olacak ki  ‘öyle de oldu, kaç yıl sakladı elli , elli beş yıl…annem öldüğünde çıkarmış, hiçbir şey olmamış saçlara, gözlerinin üzerine koymuş.’ –‘  içinizde Leyla’ya kim benziyor’ –‘Kimse başka bir güzeldi o.Hiçbirimizde ona benzemedik çocuklarımız arasından da benzeyen yok. Ben orada, odada öyle  bakıyorum yani bende şaşırdım birden öldü iki çocuk.Feryat figan kucağına aldı annem Leyla’yı, yengem Süleyman’ı, odanın ortasına bir döşek attılar ikisini yan yana uzattılar, küçüklerdi.Hiç unutmam, şey geldi bu Vaide’nin annesi Elif hala geldi.O iki çocuk o gece… o Elif hala   yanımızda sabaha kadar oturduk. Tabii bende ağlıyorum bende; aynı  ev çocuklarıydık,  beraber oynuyorduk. Bir de karınlarının  üzerine büyük tepsiler koydular hiç unutmam’ –‘şişmesin diye’  diyorum tekrarlıyor annem –‘şişmesin diye evet, sabahleyin  onları da götürdüler etti üç ölü’ – ‘anne! tepsinin içine de bir şey  ağır bir taş  falan koydular mı?’ –‘yok,hayır… hayır,  tepsi bakır ya ağırdı zaten. Sabahleyin onları  götürünce yıkamaya  o zaman ben de dışarıya çıktım. Bildim artık dediler Fazıl’a da ölmüş.  Leyla’ yı  Kurmanj yıkadı annemle. Leyla’nın boynu böyleydi (yana eğiyor) şöyle olmuş, Kurmanj’ın kocası geldi cenazeye baktı ‘neden Leyla’nın boynu öyle büküktür düzeltmedin’ dedi. Ondan sonra ikisini götürdüler o yukarıda beş kardeş var ya onların yanına koydular. Onları gömdüler bu sefer de hasta  Abbas ağırlaştı. Zehra  yengem de doğum yapmıştı altı ay önce Hüsnü Cemal diye bir kızı var memedeydi…meme emmiyordu  o da öldü, ama Abbas ondan önce öldü’ –‘bu yenge Zehra kaç çocuğunu verdi kızamığa’-‘üç tane, bir ayda üç tane; Fazıla, Hüsnü Cemal,  Süleyman’a kendi babasının adını koymuştu. Hiç unutmam bu Almanya’da ki ite benziyordu. Güzel çocuktu, benden bir yaş ufaktı,  yedi yaşındaydı. Bunlar dedeyi bizim piri çağırdılar’ –‘niye?’ –‘dediler gel Abbas’ı Şehid-i Merge götürelim. Abbas’la Hanım kardeş, aynı oda da hasta yatıyorlar. Hanım bir gün dedi ki  ben babaannemi  sevmiyorum, Abbas’la hasta yatıyoruz babaanne girdi odaya  elinde bıjıki dorak yani peynirli gözleme Abbas’a verdi, benim de canım çekti istedim vermedi. Kızlar insan değildi onun gözünde, oğlan torunlarını  severdi onun için sevmezdim ben babaannemi. Neyse Abbas’ı kızağa koydular tamam mı?  biz hep… Abbas’a  bir şey olmasın  diye … üç tane çocuk ölmüş, biz de çocuğuz, tabii üzülüyoruz ondan sonra kızakla götürdüler Seyidin  üzerine, niyaz da pişirdiler, yanlarında götürdüler… karı yara yara,geri dönüp getirdiler Abbas’ı, Piro’nun sırtına verdiler.Piro sırtına aldı , etrafında öküz çevirdiler  ahırda , dediler ki ‘ ne kadar senin hastalığın varsa,  kadan belan hepsi bu öküzün üzerine gelsin.’ –‘Öküzü kurban mı ettiler ?’- ‘ Bilmiyorum, Abbas’ı içeriye aldılar, uzattılar ve  Abbas öldü. Hiç unutmam; benim annem de Bingöl’den yeni  gelmişti, babasıgil şey vermiş ,böyle güzel renk renk  yemeni, elbiselik kumaş falan annem  o yemenilerle Fazıla’nın başını süslemiş’ – ‘şimdi ben sana yoksa biz Hıristiyan mıydık?desem kızarsın, iyi de anne öleni böyle süslemek Hıristiyanlarda var’ –‘ her kılığa, her dine koydun bizi,  bu da üstüne olsun.Annem  Fazıla’nın  başını yemeniyle sarmıştı ya    amcam Varto’dan  geldiğinde gömülmüştü Fazıla, düşün bir geliyor çocuklar hep ölmüş.Yan yana gömdüklerinden  mezar açılınca tekrar Fazıla’yı çıkarmış, agzını, yüzünü açmış’ –‘çocuklarının öldüğünden onbeş gün sonra mı haberi oldu’ –‘ yok Fazıla o yokken ölmüştü, diğerleri öldüğünde evdeydi.O zaman Fazıla’nın yüzünü açmış babası, görmemiş ya.Annem diyordu ki sanki yeni uykudaydı.Sanki  ağzını burnunu kapattığımız o  yemeniye…o leçeğe buhar vermişti.’ –‘yani nefes mi almış, kim bilir ki?’ –‘Annem hep anlatırdı ama çok güzel kızdı   hakikaten güzeldi, sessiz sedasız bir kızdı. İşte hepsini gömdüler orada…biz de ayaklandık  ben, hanım,  Hatun ablam, Lütfi’ye hepimiz hastalanmıştık.Zehra yenge,  o kadar hasetti, o hep benim derdime düşmüştü ‘ -‘düşse ne olur  evladını kaybettikten sonra  iyi kadın delirmedi’ –‘yenge çok fena oldu, hep benle Lütfiye’yle uğraştı, ilgilendi. Nasıl sen yeğenlerini seviyordun öyle. Allah var kadının bizim üzerimizde emeği çoktu, oğlu Lütfiye’nin, kızı benim yaşımdaydı.O bizi var ya… her hafta,  çocukları öldükten sonra her hafta; o kadın bizi yıkadı… saçımızı yıkıyor, iki örük yapıyordu.Nasıl sen düşkündün Can’a,  kadın da bize düşkündü.Bir yıl bizimle uğraştı, en sonunda partiyi  şaşırdı’ -‘ kolay değil üç çocuğu bir anda kaybetmek’ –‘ne zaman amcam annemi aldı,  kadın zehir oldu anneme yapıştı ama emeği bizde çok’ –‘ kadın korkmuştur benim kocamı da elimden alır  diye’ –‘kızım annemin kaynıyla zorla evlendirildiğini en iyi o biliyordu.Sonra hamile kaldı ama bu defa da sıtma geldi köye.Kinin içti. Sağlık memuru gelip köylerde geziyordu,  bulaşıcıdır  diyor kinin dağıtıyordu herkese içsin diye.İşte o zaman 1954 yılıydı, yok yok  yani 53’ün kışında  onlar öldü,  o çocuklar,  53’ün ilkbaharıydı. Tamam,  bu kinin içti, hamileydi ya  meğer   ikizmiş  çocuklar, ikisi de erkek, kinin yüzünden düşük yaptı. Böyle resmen…o düşmüş  çocukları bende gördüm, böyle her şeyleri belliydi, ondan sonra da bu  Figen  oldu ’ –‘şimdi anladım Figen teyze biraz farklıydı demek   kinin iz bırakmış.Zekasında gerilik vardı sanki, eee onca kinine dahi olacak değildi ya’ –‘zavallı  Figen !  iki ismi vardı, amcam kızı dünyaya gelince,  kız kardeşim Leyla’nın adını da koydu; Figen Leyla’-‘ Allah… Allah amcan ne biliyordu ki Leyla’yı, ne kadar tanıyordu, ne kadar ilgiliydi ki  kızına adını veriyor, laf olsun işte’ –‘amcam  pislik yapmasaydı…o zamanlar tabii yaptıklarını bilmiyorduk, çocuktuk, babamız yoktu.Ben onun kucağında büyüdüm…ben var ya öyle sanıyordum babamdır, anladın?’-‘doğrusu bizde dedemiz sandık yılarca.Babacan görüntüsü vardı, ne kadar çok benzerdi Hulusi Kentmen’e, bıyıkları yüzü.’-‘gerçekten de benziyordu, akşam olunca  misafir odasında toplanırlardı,  böyle sedirler vardı,  sobanın arkasında her zaman amcam otururdu, ben de her zaman onun kucağında uyurdum.Mesela çağırırmış annemi ‘gel dermiş götür kızı’,   öbür amcam da  Lütfiye’yi çok seviyordu.Lütfiye amca olarak ona düşkündü, bende buna. Amcam öldüğünde düşün ben çoluk çocuk sahibiyim daha haberim yok babamın arsasını üzerine geçirdiğinden, hoş o arsa da Ermeniler yollanınca Varto’dan Hazineye intikal edilmiş ordan da  ihaleye çıkarılmış. Sende gördün tapuyu, ne yazıyordu’ görmüştüm… kahrolmuştum, evinden yerinden yurdundan sürülüyorsun hiç yere…hiç yere;  bin bir emekle aldığın içine  ağaçlar diktiğin, duvarını ördüğün evine başkaları kendilerinmişçesine el koyuyor; bu el koyuşu  “11295 metre …. Tarla ermen milletinden simo korki veladanı hovikden hazineye intikalı hasebile tapu 24,5, 1959 tarihi ve  sıra no, da hazine maliye namına kayıtlı iken bu kere mezkur tarla hududu asliyesi ışbu hudutaamahdut 11295 metre murabbain mahalli bilifraz Varto ilçesi kasıman köyünden Ali oğulları M….. F’ye sekizyüz lira bedelleri satıldığından ve parası tamamen teslim vezne edildiğinden namına tescilli malmüdürlüğü ifadesiyle Varto kaymakam 6,4,1949 günü ve 59458 sayılı müzekkerısı ve tarafından……” ibareleriyle yasallaştırıp devletin resmi evrakı tapuya yazmaktan da  çekinmemişler.İşte bu yüzden onlarca mazlumun ahı alındığından, lanetlendi bu topraklar…bu yüzden huzur yok… sadece mal mülk mü?  Karısına kızına da göz koyuyorlar, yollarda saldırıp altınlarını, paralarını çalıyorlar. Sonra neymiş Hitler Yahudilere neler etmişmiş, soykırım uygulamışmış…bizim atalar pürü pak ya. Savaştaki başarısızlıklarının sorumluluğunu  Ermeni milletinin üstüne yıkıp göçe zorlayan, uçsuz bucaksız yollarda kırıma uğratan   Padişah Mehmet Reşat, Enver, Talat, Cemal paşalar değil miydi   Hitler’in, Mussolini’nin   feyz, örnek aldıkları.Bir an başka bir konuya dalış…geçiş yapan zihnim annemi  ‘ çok ağlamış çok üzülmüştüm’ de yakalıyor ‘ amcam öldüğünde ,  annem  de  İstanbul’dan gelmişti, bizdeydi  ben çok ağlayınca  ‘erooo çok mu  seviyordun?’ bende  ‘evet anne  ben amcamı çok seviyordum’ dedim, baktım o da başladı ağlamaya.Bu son zamanlarda  bu pislikler…demek ki ben şimdi düşünüyorum  53’de o kış zamanı, babamın Hazineden aldığı arsayı üzerine tapu etmeye, geçirmeye  gitti, öyle olmasa karda, kışta  Varto’da ne işi vardı?Sonra amcamla karısı yaptıkları iyiliklerin içine sıçtılar kaşığı koyup önümüze bıraktılar.Oyyy  Zehra da az yapamadı hepimize; lanet olsun ben hep derdim ki ‘ bokuyla oynasın, hakikaten bokuyla oynadı .Kız kız kız…(bu yapılır mı şaşkınlığındaki  ifade yerleşiyor  yüzüne)  Zehra’nın annesi yle benim annem  amca çocuklarıydı, annem onun teyzesi gelirdi, ayrıca babaannemin  abisinin kızıydı.Kız ben onlar kadar birbirine düşman iki insan görmedim aynı   Rukoş halamla  ablam gibi.Babaannem senin gibi vericiydi, her şeyi verirdi köylülere bal, ekmek, un.. Zehra’da o verince çok kızardı. Yani ne bileyim  aman! her şey geldi geçti ama çok güzeldi babaannem Allah için ’- anne! Hasan’ı  anlatıyordun, ne oldu sonra’ –‘İşte Hasan ölüyor hastanede, enişte ölü çocuğunu yine  sırtında  vuruyor   karı yara yara  getiriyor köye’-‘ yuh ya hükümet verseymiş ya bir taksi’-‘Hükümetin derdi bitti de ölü Hasan’ı taksiyle yollayalım diyecek  öyle mi kızım? Kızım…kızım  kim kime o zaman, her gün onlarca çocuk ölüyor .Neyse  Kurmanj’ı  eniştenin annesini sen hatırlıyor musun?‘- ‘tabii hatırlıyorum, kapılarının  önünde otururdu, etekliğinin içine koyduğu ekmekle yoğurdu, mastı yerdi.Ama çok yaşlıydı, yüzündeki, elindeki  çizgiler kalemle çizilmiş gibi nasıl da kalındı,  bir de alınmadığından gözlerini kapatan kalın siyah kaşları vardı.Adı  niye Kurmanj’dı ?’ –‘ köye gelen ilk Kürt gelindi,  adı Güllü’ydü  Kurmanj kaldı. Eniştenin babası köye getirdiğinde hiç Zazaca bilmiyormuş ama kolay öğrenmiş’-‘ öğrenir tabii Kürtçenin bir lehçesi Zazaca’-‘ alakası yok biz Türk’üz. Zazalar Türk’tür’ bilmeyerek  annemin bam teline basmıştım yine, Hasan sonrası olanları öğrenmemi engelleyecek annemin   odayı terk etmesiyle sonuçlanacak  çıkmaz tartışmaya girmeden kıyısından atlamayı tercih edip   -‘tamam anne! sen Türk ol, ben Kürt sonrasını anlat’-‘Kurmanj çok sevdiği torunu Hasan’nın öldüğünü görünce…’-‘hep dram…hep trajedi… ölü oğlunun  kaskatı kesilmiş bedenini taşımak saatlerce…karda, kışta.İyi karşısına ayı, kurt falan çıkmamış ’-‘ çıkardı da az öyle olay olmadı değil, İbi Rıskın oğlunun burnunu kopardı ayı, ormanda odun keserken’  sanki hep rastlanılacak  bir olay yaşanmışçasına ayının  insanın burnunu koparmasını es geçip, ara vermeden anlatmaya devam ediyor  –‘ Kurmanj çok ağlamış, teyzen Sare önüne çökmüş, demiş ki ‘ niye ağlıyorsun Daye,  bu kadar ağlama, bak geride dokuz torunun var, yetmiyor mu sana?’  daha  aynı evde bir ayda ölen beş çocuğun, burnu ayı tarafından koparılmış kan revan bir yüzün dehşetini hazmedememişken ‘ yetmiyor mu sana dokuz çocuk’ cümlesiyle sırtımdan  vuruluyorum –‘ bunları benim teyzem Xale(m) söylemiş olamaz…yapma anne!’  ilkokul  da  ikinci ya da üçüncü sınıftaydım, tatilde  ‘babanın odasında’ sedirde yatıyorum, çok hastayım yanımda annem  titriyorum,   baş ağrısından gözlerimi açamıyorum  sonra üstü süt kokan biri yaklaşıyor elini alnıma koyuyor ‘ kalk! diyor anneme; waye (m), wardı pay; çocuk yanıyor , kalk!  dere Mengen’in  kenarında kucağından indiriyor otların üzerine  bırakıyor beni. Kalkamıyorum ,  elbiselerimi çıkarmaya çalışıyor ben debeleniyorum ‘ anne kurtar,  yapmasın’  sonra elbiselerimi çıkarmaktan vazgeçiyor  kucakladığı gibi çırpınan beni,  suyun içine daldırıyor, donuyorum ‘kêna (m)…çenik  eza vana, vındı;  kızım kıpırdama dur! vındı!’ söylediklerini anlamıyorum ama  çocuklara karşı kullandıklarından en çok duyduğum kelime ‘vındı’nın dur demek olduğunu biliyorum,  suya her batırılıp,  çıkarılışımda   bacaklarımı birbirine vuruyorum.Gözlerimi açmaya kalkıştığımda güneşle parıldayan sular süzülüyor saçlarımdan, elbiselerimden  dereye ama teyzem   gözlerimi açmama  fırsat tanımadan tekrar daldırıyor beni dereye ‘ dur!   şimdi geçecek, iyileşeceksin’ annem dayanamıyor dudaklarımın morardığını  görünce ‘O Ali’yi  seversen bırak kızı artık, nefesi kesildi, boğulacak’la  beni alıyor teyzemin ellerinden, kucaklıyor  yere kadar uzunluktaki  ıslanmasına aldırmadığı elbisesinin eteğiyle  sarıyor beni.Annemin kucağında   kendimi rahatlamış hissediyorum, bir mucize olmuş ağrıdan açamadığım gözlerim ıslak saçlarımdan damlayan dere sularının ışıltısıyla parıldamaya başlamış, baş ağrım geçmişti.Alnıma koyduğu elde anne şefkatini hissettiğim, hayatımı beni serin sulara daldırmakla kurtaran  Sare teyzemin  vicdanını, anneliğini, merhametini sorgulatan Hasan’nın ölümündeki tavrı karşısında  doğruluyorum yataktan, annemin yüzüne  bakıyorum  -‘ bir anne, nasıl der bunu, nasıl bir canavarlıktır bu’ annemin burnu ayı tarafından koparılmış bir yüzü görseydim şaşkınlığıma şaşıracak bakışlarına baka kalıyorum  tabii ya diye düşünüyorum bu  Sare teyzemle ilgili duyduğum ilk vaka değil ki, annem de  benim teyzemle ilgili olayları bildiğimden tepkime şaşırıyor olmasın.Yıllar yıllar sonra  ikibinli yıllarda köye gittiğimde, odanın duvarını yaslı uzun tahta sedirin üzerinde yan yana otururken teyzemin yüzüne kuzenimin  söylediklerini hatırlıyorum ‘bu annem var ya’ demişti  kızgınlıkla ‘ öyle bir vicdansızmış ki’ hiç tepki vermeyen teyzeme bakıyorum  –‘ niye ne yapmış ki’ –‘iki buçuk yaşında kız kardeşim varmış benim adı Saime.Çok hastaymış çokk… öyle inliyormuş ki  artık neresi ağrıyorsa, öyle de ateşi varmış, babam gece kucağına almış  odanın içinde gezdirmiş, boşuna çocuk ağlıyor, yanıyor. Bu da   uyuyormuş, babam kucağında Saime eğilmiş  ‘Sare uyan, kalk ! haydi uyan!  kız çok hasta..ölüyor’ annem uyku sersemi gözlerini aralamış  ‘çok uykum var’ demiş  uyumaya devam etmiş.O uyurken de  Saime ölmüş’ kuzenimin hızlı ve de  Zazaca karışık  Türkçe konuşmasından bir  tek isminin geçtiği kısımları  anladığından bana ‘bu ne anlatıyor’ bakışıyla bakan teyzeme dönüyorum artık kulakları da az işittiğinden  bağırarak tane, tane anlatmaya çabalıyorum az biraz Türkçe bilen teyzeme  kızının söylediklerini  ve soruyorum ‘teyze, maymı, dayé  kızın ölürken sen nasıl yatabildin?’   söyleyeceklerini  anlamam için  Türkçe konuşması gerektiğinden ama Türkçe kelimelere  tam vakıf olamadığından yardımımla tamamladığı  ‘ çene ma, o zaman en az 300 koyun, keçi,   20 inek; mal vardı evde Sabah gün ışırken kalkardım, ata atlar  malları sağmaya giderdim sonra dönerdim dokuz çocuk , yemek ver, iş yap, tarlada çalışanlara azık hazırla. Öğlen ata atlar tekrar yaylaya giderdim.’ –‘ evet ben seni hep at üzerinde hatırlıyorum, bir keresinde beni de önüne almıştın, korkmuştum ben indirmiştin hemen.Rüzgar gibi giderdin atla, bir bakardım  pencereden yaylaya giden yol üzerinde ki tepeyi gösteriyorum  bir bakardım tepeyi çoktan aşmışsın yoksun öyle hızlıydın’ –‘severdim ata binmeyi babamda severdi .Yayla dönüşü süt kaynat, ayran çal, yoğurt ,çökelek peynir, yağ yap, ekmek için hamur yoğur.Akşam tekrar malları sağmak için düş yollara gel lojını yak  ekmek yap….kızım kızım hal mı kalır insan da?  köpek bile benim kadar koşturmazdı…yorulmuştum uykum vardı gözlerimi açıp kalkacak halim yoktu ama bunu şimdi kimse anlamaz’ konuşması hayal kırıklığına  uğratsa da  niyeyse şimdi annemden duyduklarım kadar  canım yanmamıştı.O gün kalbimi sızlatan  çocuğu ölürken yorgunluktan, uykusuzluktun ayağa kalkamayacak duruma düşecek kadar iş yapmak, yorulmaktı. Bu anlatılanları, yaşananları  bir filmde seyretmiş ya da biri anlatmış  olsaydı  belki ‘yok canım, bu kadar da olmaz’ la senaryonun, kurgunun, anlatılanın  gerçekliğini  sorgulardım çünkü ancak bir filmin hayal öteliğinde olabilecek kadar gerçek dışı gelecekti bana  yaşananlar, anlatılanlar. Şimdi  annemin anlatımındaki   vahşi batıyı anımsatan kareler sonrasında öyle bir yerde yetişen, annesinin  kardeşi ölürken  uykusuna devamına  şahit kuzenime; Dikmen’ deki  beş katlı asansörsüz apartmanın dördüncü katındaki evinden elinde bavuluyla  çıktığında,  ardından koşan kapı önünde babası tarafından zapt edilmeye çalışılan  altı yaşındaki oğlunun  ‘anne ! beni bırakma , beni de götür’ feryadına,  figanına   arkasını dönmeden, koşup sarılmadan  merdivenlerden inmeyi sürdürmesine ‘  zalımın kızı…nasıl ya nasıl ciğerin  parçalanmadı o figana, nasıl geri dönüp de  almadın çocuğunu’  sitemi büyük haksızlıkmış.Sonraları  ‘ nasıl dönseydim? Evim mi ? işim mi vardı. İlkokul mezunu bile değildim. Gel yanımıza,  iş bulalım, ev tutalım, oğlunla seni yerleştirelim diye kim el uzattı bana? Bende babamın, annemin, abimin yanına sığınacaktım. Ankara’dan köye dönüyordum ve abim dedi ki ‘eğer arkanı dönersen, çocuğu  almak zorunda kalırsın ama ben de seni bırakır giderim, haberin olsun.Ancak sana bakabilecek durumdayız, hem oğlanın babasının işi gücü var, devlet memuru, kendi çocuğu baksın ’ Düşün her gün küfür, hakaret, dayak ya bildiğin dayak  canıma tak etmişti.Nasıl yaşasaydım o adamla, istemediler oğlumu,  ne yapacaktım? İnsan çocuğunu bırakmaz hizmetçilik yapar, tek göz bir oda tutar akıllarını verenler acaba hiç hizmetçilik yaptılar mı?Acaba çaresizlik ne bildiler mi?’ Niye bugün bunları yazar, dinlerken canım daha  çok yanıyor biliyor musun ?çünkü bu olaylar olur, yaşanırken daha seni, Haldun’u kaybetmemiştim yavrum! çocuklar sevdiğinden senin de seveceğini düşünüp okuduğum, tepkilerinden  hoşlanmadığını anladığım ama  seni kaybettikten sonra bile nedenini hâlâ  çözemediğim, annesi için üzülüp gözyaşı döken   "ah ne kadar nazik, ne kadar zarif, ne kadar kırılgan yaratıklar.." diye iç geçirilen badem gözlerini süzen, uzun kirpiklerini kırpıştıran asil duyguların hayvanı  masal, çizgi film  kahramanlarından masum  “bambi”lere; aç karınlarını doyurmak için  saldırıp parçaladıktan sonra mideye indiren  aslanların  ve de diğer hayvanların anlatıldığı  belgeselleri “doğanın kanunu bu işte! yaşamak için öldürmek zorundalar ”la seyredenlerin hissizliğini aşan teyzemdeki kan donduran hissizliği…merhametsizliği “aman Allahım bu nasıl bir anne! vicdan’la eleştirirken, şahit olduklarını dinlediğimde  teyzemden  daha da merhametsiz   insanların varlığı karşısında onca farklılığımıza Görkem’le  ‘tiksindim insanlardan…uzak durmak lazım  bu yaratıklardan’ düşüncesinde buluşmuştuk. ‘Kuzey Irakta operasyondaydık. Bu bacağımı (protezli sol bacağını kaldırıyor )kaybettiğim operasyonda şahit olduklarım…yaşadıklarım insanlara inancımı  yıktı, geçti niye biliyor musun?Ölüm kalım çizgisinde kader birliği yaptıkların eğer öyle davrandıysa, davrandılarsa artık kimseye güvenemez, inanmazsın. Ölen arkadaşlarının kolundaki saatini, parmağındaki yüzüğünü, cüzdanındaki parasını cebe indireni görmek… bir insan öldüğünde  diğerinin bunu düşünebilmesi….yapabilmesi akıl yitirtir insana.Haydi diyelim ki öldürdüğün düşmanın malı ganimetin, al koy cebine ama birlikte yarım saat önce siperde sigara içtiğin,  aynı şeyler için  kaygılandığın   arkadaşına düşmanına yaptığının aynısını yapmak. Sanma sadece bizimkiler yapıyor, karşı taraf senin gerilla dediğin  o teröristlerde yapıyor bunu. Ölülerini olduğu yerde bırakıp kaçarken üzerinde ne var, ne yok alıyor, soyuyorlar‘  Yaşamınızda  bir araya gelmek istemeyeceğiniz düşünce, tavır  ve kişilikte insanlarla mecburen birlikte  çalışacağınız devlettin bir kurumunda, dairesinde; en az iki üç teröristi öldürdüğünü söyleyen  Görkem’in anlattıklarındaki acımasızlığı aşan gaddarlık… yok yok bir toplumda gaddarlığın, açgözlülüğün, şiddetin, öldürme, dövme dürtüsünün bu kadar içselleştirilmesine… yaygınlığına  neden  bir şey var bilmediğimiz… bir hata…bir  yanlışlık  var ortada fark edilmeyen  ya da yaşadığın yerin,  Ülkenin evlerinin   merhametsizlik, vicdansızlık akan mirası tüm bunların nedeni. Yaşadığın, gördüğün neyse bir süre sonra onu kendinde bularak farklı biçimde olsa da gördüğünün aynısı yapma, aynısı yaşatma, aynısını düşünme  gerçeğinde; felsefeden, bilimden haz etmeyen, vahşice   birbirini katleden  Ortadoğu da yaşayan Türkiyelilerden, yakınlarından Can’ı, Haldun’u kaybedişin sonrası  acılarını, seni anlamalarını  beklemek… Marsa seyahatin kadar uzak bir hayalmiş çünkü kardeşi Leyla’yı dört kuzenini aynı zamanda kaybettikten sonra sanki onlar hiç yaşamamışçasına geride kalan çocuklarla oyun oynamaya devam eden annenin  deyimiyle kanıksattıkları  ‘ölüme hayatı katık yaptırdılar bize’. İşte o yüzden tam bir Anadolu insanı’yla övülen kim varsa onlardan çok uzaklara kaçmak istiyorum; her kapının arkasında neler döndüğünü biliyorum çünkü. İşte o yüzden asır öncesi yazdıklarında duygularını, yalnızlığını, acını bulduğun  her okuyuşunda   Proust gibi duyarlı, düşünceli, farklı  biri yanımda olsaydı  acaba ‘hayat  daha mı katlanır kılınırdı’ diye düşünmeden edemediğin;  hayallerini de çürüten bir insanı kaybetmenin dramındayken; antidepresanla  uyuşturmayı sana iyilik yapma  algılayan, algılatanları her gördüğünde   ‘Ahhh  Marcel  ne kadar şanslıymışsın Albertine, Alfred  öldüğünde, yanında bir tek  hizmetini yapan uşağın Francoise’nın bulunmasından ve  ne kadar şanslıymışsın; ya uşağını göndererek evde olup olmadığını kontrolden sonra saat kaçta geleceklerini ya da eve kadar gelip müsaitsen görüşmek istediklerini bir notla ileterek seni  rahatsız etmeyecek saygıda, anlayıştaki  sosyal çevreye sahiplikten diye düşündüğünü düşünüyordum ki tam bir görgüsüzlük addedilecek viskiyle lahmacun yeme, atletle dolanma, sosyal medya da özelini, bedenini  sergileme; okumayı, gözlemi, insanı anlamayı  ‘boşa geçirilen zaman’ sayan tembellikte ama Youtube ve Instagram fenomenliği uğruna tüm gün web de başka ülkelerde yayımlanan ilginç trend videolar arayıp taklit  etmenin, aptalca tik tokların; kopyala, yapıştırların, fotoshopların; peşinde koşmayı faaliyet    yorumlayan yaşadığımız yerleri kentleri, şehirleri  ele geçirmiş; muhtemelen seninde ait olarak doğduğun,  hep bir üst seviyeye   geçmek için çırpınan, Tanpınar’ın deyimiyle  " oturup beklemenin yeri.." taşralılıklarını; insan harcayan  tahammülsüzlüklerini  şehirlilikle  bağdaştıran, köy kökenli küçük burjuvazinin,  orta sınıfın kentli olma uğraşında o hiç bitmeyen iç çalkantılarını…bunalımlarını… yersiz  korkularını  her an ortaya çıkaracakları  törpüleyemedikleri  çiğlikleriyle ‘ben’i ,başkalarını   delik deşik ederek,  işin enteresanı kendi  kendilerini entelektüel  tanımlayan ya da  üniversite bitirmeyi cahil olmadıklarının kültürlü olduklarının koşulu görüp kendilerini  diğerlerinden ve de  bariz ayrım koydukları  halktan   farklı bir yerde konumlandıran  seninde… benim de  sosyal çevremi oluşturan güya   seviyeli  insanlardan; nasıl olup da her saniye, her saat…pek çok şeyi birlikte yaşadığın, paylaştığın hayatını dolduran anlam kazandıran birini kaybettiğinde ki itiraf et senin de yakınlarını kaybedenlere söylediğin ama Haldun’u, Can’ı ve O’nu kaybettikten sonra sana  söylendiğinde  nefret ettiğin; önlenebilirliği kesin ölümleri “kader bu..yapılacak bir şey yok” , “zaman her şeyin ilacı …sabır sabır” telkinli; hayatla  bağdaşmayan sanallıklarla yüklü, gerçekten… var olandan…yaşanandan  kopuk  Thomas Bernhard’ın   “ zamanımızın  gerçek iblisleri” dediği  psikiyatrlarla, kişisel gelişim kitaplarının uydurması, nevrotik  belleklerin   safrası niyesi belirsiz   “hayata tutunmak lazım”larla ruhunda fırtına yaratan herkesten,  fersah fersah uzakta bir  dağ köyünde ya da bir deniz kenarında nehre, denize  daldırdığın ayaklarının üstünden minik dalgalı serin sular akarken ya da aşağısındaki alabildiğine ağaç, çimen,  gelincik kaplı  tarlalarına bakacağın bir tepede rüzgarda eserken   öyle tek başına doyasıya, hıçkıra hıçkıra acılarıma, kaybettiğim insanlara…kendime ağlamak…ağlamak istedim  hep,  etrafımdaki o samimiyetsiz kalabalığı gördükçe. Gün gelecek sana  ailende dahil  insanlardan kaçmak isteyecek  duygular getirecek   olaylar yaşayacağını  bilmeden katıldığın cenaze töreninde isimleri tek tek anons edildiğinde “burada”yla andığın gençlerin, aydınların katledildiği iki Temmuzda  senin de hayatını kaybedeceğini söyleseydi biri; ki o biri  ‘sen kanser olacaksın, kız kardeşin  evlenecek, bir çocuk dünyaya getirecek,  o çocuk senin  dünyan olacak  ve sonra bir gün…’le gaipten haber vereceğinden ancak  bir  büyücü ya da medyum ya da deli  olmalıydı ki  sen doğmadan öyle biriyle karşılaşmıştım aslında DSP-MHP koalisyonu dönemimde MHP li bakan rant getiren koltukta kendi adamını görmek istediğinden sosyal demokrat daire başkanını ha bire görevden almasına,  Danıştayın  da  sürekli göreve iade kararı vermesi  yüzünden ‘bezdirelim de kendisi gitsin’ anlayışını devreye koyup, tüm çalışanlarıyla   başkanlık  Etlik’te ki eğitim tesisine sürgüne yollanınca  gözlerden, baskıdan  uzakta kamp hayatını işte yaşama mutluluğunda    bir gün mesai  arkadaşlarımızdan  birinin bir  arkadaşı ziyaretine geldi;  turuncu sarı  renkli boyası akmış kabarık saçlar, kısa  boy, göbekli bir beden, sürekli etrafı, insanların yüzlerini tarayan çipil gözler, tuhafıma gitmişti; bazen size hiç bir şey yapmadığı halde birinden durduk yerde huzursuz olur ‘ne diye geldi şimdi bu  çekse gitse ‘ dersiniz ya içimde bir sıkıntı benim de, laf lafı açtı, her zamanki gibi nerelisin muhabbetiyle kendisinin de  alevi olduğunu belirtikten sonra “haydi bir kahve yapın da  fal bakayım size” dedi doğrusu içim soğudu o an, baktırmak istemedim  ama geleceğe dair merak yüzünden hangimiz fala hayır diyebilir ki  hele de “ben çok iyi bakarım” denmişse. Bir zamanlar   devrimciyken salakça nitelendirip, yurtta kızlar birbirlerine baktıklarında  ‘ bize de bak bakalım, bugün faşistler saldıracak mı, mitinge gidebilecek miyim İzmir’e, 1 Mayıs’ı kutlayabilecek miyiz? ‘ ha bir de acaba Cansu bugün Mercedesi olan  yakışıklı birine kantinde rastlayacak mı?’yla alayladığımız  fal baktırmanın sonraları niyeyse ??? müptelası oluvermiştik. Masamın karşısındaki sandalyede oturuyordu,  ben kollarımı  yüzüme dayamış bekliyordum, ‘soğumuş’la   fincanı açar açmaz  ‘ sen hastasın, kansersin , bir doktora  git” dedi, ölümcül ‘kanser’ kelimesiyle irkilip kollarımı indirip  masaya dayarken ‘aaa daha yeni tahlil yaptırdım bir şey yok, hasta falan da değilim ‘  deli bakışlarıyla ‘ sen bilirsin ben öyle görüyorum’ dedi. Yıllar sonra kanser olduğumda eğer o gün ki sonra adını unuttuğumdan çok da aramama rağmen  bulamadığım  o kadının dediğini yapıp doktora gitseydim kanseri başlangıç noktasında yakalayacağımdan bugün her şey çok farklı bir yerde olacaktı, karşılaştığım pek çok olay; annen kırk yaşında  ‘kemoterapi alıyorsun,  sana ayıp olmaz mı, ayrılmak istiyorum evden’yla evden ayrılmak istemeyecek  belki ben de anneni  ‘git kendine bir hayat kur, beni düşünme’yle  cesaretlendirmeyeceğimden babanla tanışmayacak sonrasında onca can sıkıcı şeyler;  yaşanmayacak  belki sen bile doğmayacak, belki baban başka biri olacaktı  Can! ama ben de her mantıklı insanın yapacağını yapıp doktora gideceğime akşam iş dönüşü mutfakta sigara içerken  anneme ‘ bizim bu aleviler var ya dillerin kemiği yok, valla çoğu da deli.İnsan her aklına geleni tartıp biçmeden  niye söyler? Hiç mi düşünmez  söyleyeceğim  şey karşımdakini ne hale getirir diye,  değil mi? Alevi bir  kadın bugün bana fal baktı,   tak diye sen kansersin dedi’  dediğimde -‘ Allah, Allah deli olmasa öyle şey der mi? Ne kanseri olacak sende, inanmadın değil mi’ –‘yok canım her fal bakana  inansak….İşte Madımak Katliamının yapıldığı  zamandan  sonraki zamanlarda  falcının biri  ‘ iki Temmuzda çok sevdiğinin birini  kaybedeceksin deseydi sinirlenip   ‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz’la kahve fincanını, tarot kartlarını, suyu, taşları   yüzüne fırlatacağının kesinliğinde;  ölümünün üçüncü yılının ertesi günü  üç Temmuz’da;   yaşasaydın belki şiirlerini elinden düşürmeyeceğin,  belki   ‘harflere  cambazlık yaptırıyor’la küçümseyip  ‘ama  hayata, yaşanmışlıklara dair ayrıntılara sevdalıymış Proust gibi'yle de hakkını teslimleyecek vicdana sahiplikte; aynı cinsel tercihtekileri ABD‘de,  medeni ülkelerde orduya alınır, evlenirken “sapkın”lıkla, “hastalık”la itham edileceği  marjinal, despot Türkiye’nin; her şeyiyle sahici, yalansız yüzünün “zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın”ın; senin gibi  sıska, narin bedeninin, kırık duygularının  üzerinde yük; toprak  yığılacak vefatını Twitter’da okuduğumda; onlarca  ‘ ahhh…ahhh’lı  açık yarayla dolu yüreğimde “ahhh ince sözlü şair ahhhh…’lı yeni  bir  yara daha yerini alırken; kara kutun bulunmayacak olsa da  sende biliyordun ki   “bulamayacaklardı kara kutunu, en derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu; rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar sadece, anlamayacaklar...”lı göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde mahremiyetini  saklamanın  belki de öfkesini  yaşarken hayatına aldıkların; kimseye tuz bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de  tuz yoktu düşüncesinde; naif bünyelerin cehennemi bu dünyada;  bir an önce  av bulup, parçalamak için sürekli  tetikteliğin aptallığından bıkmayan, bulduğu her ‘leşe’ üşüşen ‘Akbaba’lıkta;  doy(urula)mayan  iflah olmaz  iştahtaki insan oğullarının kara kutularını  ‘hiç’liği sergilemek adına ortaya saçmak   lazım’ diyerek taslak romanımın rahat yatağı Sen9.word dosyasını; seni kaybettikten tam üç yıl sonra açtığım bugün;  domuz gibi değilse de insan gibi iki kadeh içesim  de var;  bir şair öldü diye… çok mu?

 

Bugün, hayatının da  didiklendiği bugün;  öldüğün gün ister bir apartman katı,  villa, köşk, gecekondu; ister  ofis, okul, karargah, mağaza,  hastane, bakanlıklar; ister bar, sinema salonu; ister  AVM olsun işlevi aynı  duvarlar arasında… kuytularda ömürlerini tüketen insanların açığa çıkmasını istemedikleri korkularını, sıradanlıklarını, cinsel tercihlerini, gizli kapaklı sevişmelerini, algısızlıklarını,  ötekileştirdiği kesimleri  canından bezdirmiş,  kendinden sapmış Türkiye’nin  çiğliğini sergilerken “sözcük aralarına, sözcük oyunlarına,  gizlenme ve oradan çemkirme…en uç sınırlara kadar gitmekten çekinmeme”yle   düşündüklerini, hislerini  yazıya dökme, istediğini söyleme serbestliğini; lanetlendiğin, horlandığın zamanlarda Beyoğlu’nda kendini siper ettiğin gay’liğinin, deyiminle ibneliğinin ‘O mu ?  rahat bırakın, ne yaparsa yapsın  marjinaldir (ki  aslında ne çok  da işine yaramıştır bu  kabullenmediğin yafta) ayyaşın, otçunun teki’dirli  kalkanını eline verenlere nispet, yaptıklarına, yapacaklarına  sınırsız  özgürlük alanı açan  zekaya sahipliğinin; çürümüş, çürüyecek  yaşamlara batırdığı kılıcınla derin  uykudayken mahalle ’uyanın salaklar hayat kaçıyor’  şamatan  ‘terbiyesizlik etme gecenin bu vakti’yle karşılık verdikten sonra  yeniden  yatağına uzanırken  ‘valla doğru söylüyor oğlan,  aslında’yla onaylanan  ahhh benim kışkırtıcı  Şairim ahhh ! şiirlerine yaşadıklarını taşıtırken  bazen  ‘ yaptım oldu, ben yaptımsa doğrudur’  tavrın sinirlendirse de,  uyarıcı  amme hizmetinden  geri durmadığın bu  hayat,   cidden de arabeskmiş be! Tanışıklığımız da ordandı işte; bir coğrafyanın işkenceden geçmiş, tecavüze uğramış   bakışlarında bir şeyleri unutmak, başka şeyleri hatırlamak istemenin sıkıntısında;  tutunmak için belki de benim gibi tutunmamak için yaşama, nafile çırpınışlarla bir mahkumun boncuktan kuş yapması gibi  yerimize tükürdüğün,  sövdüğün, dövdüğün, dövüldüğün “ama sonunda....sürprizlerine  yenildiğin”  arabesk hayattandı. Ondandı işte kazandığımızı sandığımız anda kaybettiğimizi; üstelik  kaybederken de hep, kazanmanın kirlenmekle eş olduğunu bilmeyenlerin merhametinden kaçmanın, uzaklaşmanın uçarı güzelliğini de  bilmemizdendi, tanışıklığımız.  “ Sarhoş olun”  haykırışıyla hayatı en güzel yerinden yakalamış flaneur  Baudailer,  Rimbaud ,...,..Neruda, Lorca…,Borges,…, Bukowski, Nazım, …,  Orhan Veli, …, Cemal Süreya, …, …, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Yılmaz Odabaşı’nı  okuyan ben  "gezegende bir şair daha öldü salak. o nedenle bu masal kahramanı uysallığım. yoksa ben de bilirdim bir peugeot'ya binip ters istikamete gitmeyi " mısralı, bugün vefat eden sabahın kör vaktinde ezan okuyan müezzinlerle birlikte  şiir yazmak  için  ayağa kalkan şairin  Erotika kitabındaki “ Ben ölürsem ….küçücük ömrüm hep rüzgâr gülleri kokacak...küçücük kabrim bir çocuk gibi haylaz olacak…” mısralarını  daha okuyacak, duyacak yaşa gelmemiş masal yazmış ama daha hiç şiir karalamamışken, oyunlar oynadığımız  Lozan Parktan eve dönüş yolunda Kahire caddesindeki küçük  marketin önünde sergilenen  kağıttan, plastikten  rüzgar güllerinin fırıl fırıl  döndüğünü  görünce ‘aaa ne kadar güzel’ –‘rüzgar güllü bunlar’-‘ ne garip bir çiçekmiş ’ hayranlığı  satın aldırdığında -gün gelecekte sen vefat edeceksin ve ben de… nasıl da imkansız bir yaşam hikayesiydi  o an-  zar zor önce  balkon demirine sonra saksıya  iliştirdiğimiz  dönsün diye rüzgar beklediğimiz, gelmeyince  gazeteyi savurarak  rüzgar yaratmaya çalıştığımız,  tutuğun takımın  Galatasaray’ın da renklerini taşıyan her biri farklı renk, şekil, desendeki  rüzgar gülleriyle küçücük kabrinin her  bir yanını süsledim Can,  her gelişimde rüzgar, yağmur, güneş ya da karla bozulan  rüzgar güllerini  yenisiyle değiştirdiğimde  aralarından  illaki  biri, ikisi  çocuk sevinciyle döndüğünde  ‘bildin mi yavrum… sen bildin mi kuzum geldiğimi ’  ağıtlarımı  Karşıyakada’ki  tepeden şehre doğru savuracak senin  rüzgar güllerine sadece içimdekileri değil, içimi de bıraktım…  bir rüzgar gülüne tutturdum  hayatımı,  ışığımı; Seni Can! Ahhh yavrum… ahhh… yedi yıl…o kadarcık kısaydı ki ömrün; yıllar, yıllar sonra karşılaştığımda adının; yüzünün  parktaki kumu küreğinle kovasına boşalttığın, kaydırakta kaydığın, salıncakta sallandığın  arkadaşlarının hafızasında  yer edinmediğini  göreceğimi bildiğimden, her giden…her ölen…her terk eden için değil,  senin gibi  ömrü kısa  çocuklar…gençler insanlar  için söylendiğine inandığım senin  hiç   duymadığın “bir insan onu hatırlayan son insan öldüğünde gerçekten ölür”  cümlesi, seni bilen tanıyan etrafındaki üç, beş yaşı da kemale ermiş  yakınların  da göçtüğünde dünyadan,  adının anılmayacak,  hatırlanmayacak olması gerçeği; yağmur nerde başlıyor... nerde bitiyor;  Proust’un “ölüm kelimesini kolaylık olsun diye kullanırız, oysa ne kadar çok insan varsa, yaklaşık o kadar da …. vardır…”la  tanımladığı  ölümün kiracılığını yapan; herkese  illaki  bir suç yükleyeceğinden masumiyeti sevmeyen, kovan hayat  nerden…nereye kadar beyaz, mavi, turuncu? nerden sonra siyah, griydi? sorularının cevabını da kaybettirdi; bana. Ölüm nedir, ne değildir bilmediğinden ardında bir vasiyet bırakmayı düşünmeyecek kadar küçüktün sen ve  ben  yaşlıların  geri dönüşüm kutusunda beklettikleri  çocukluklarındaki, gençliklerindeki iç kemiren  kaçkınlığı, karşı çıkma,  can  acıtsa da  istediğini yapma huylarını  zihinlerine   geri yüklediklerini   de  gördüğümden,  her defasında  değişik, farklı bir şekilde ama neredeyse aynı olaylar eşliğinde tekrar eden hayata dair her şeyin; ölümün, öfkenin,  benciliğin, yalnızlığın,   aptallığın, aşkın, kırbacın, martının, marketin,  futbolun,  Galileo’nun pergel’inin teğet’in, sigaranın, esrarın, Porche keşkül ve narkozun, iyinin kötünün,  yerleşik  algıların bilindik mekanlarını darmadağın eden,   sarsan benim zehir kusan şairimin;  her yıl  utancından kızarmış sıcaklığıyla  dünyayı  yakan  kahrolası  Temmuz’un üçünde  vefat etmeden   aylar, aylar önce  bıraktığı vasiyetine  uymak içimden gelmediğinden,  eğlenmek için   gitmedim  dansa, partiye    “….simsiyah bir gece giydim yüzüme!” böyle bir şair yaşadı…geçti  bu yaşayanını bedbaht eden Türkiye’den, dünyadan…  senin gibi  bir de çocuk  dedim Can.

  

Neden diye düşündüm sonra kendi kendime yine, neden  on yedi yaşındayken  “…. ilk kez ailemden ayrı olarak arkadaşlarımla tatile çıkmıştık,  birinci durağımız Datça'ydı, bir tahta iskeleden denize bakarak 'söz’ diye mırıldanmıştım, bir gün, öleceğimi hissedecek olursam buraya geleceğim!” sözünü neden tutmadı benim çılgın  Şairim, ‘tutamazdı’  diye mırıldandım içimden… tutamazdı…istese bile tutturmazlardı, sözünü. Ölümünden sonra sosyal medyada    ”Bir de Flu'es romanının kapağındaki onca fotoğraf karesinden birinde Galatasaray formasıyla poz vermişliği vardı. Bunu niye giydi hiçbir fikrim yok. Zerre sevmiyordu Galatasaray’ı. Bir gün bana "gel Fener'in maçını izleyelim" dediğinde "Galatasaraylıyım ben, sıkılırım orda" dediğimde, üç dört saniye yüzüme baktı sonra da "nasıl yani ya? dedi"   yazmış biri, seninle  yaşanmışlığındaki şaşkınlığını. Belki de  ona göre farklı ortamını,  ünlü çevreni ‘ çok yakın dostumdur, şiirlerimi beğeniyor’ faydacılığıyla kullanmaktan da  geri kalmayanlardan  da olacak,birlikte maç izleyecek kadar yakının birinin, senin "nasıl yani ya?” tepkinde,  gerçeği tabutlayan radikal  yandaşlıktan, doğmalardan,  özgürlüğü yok eden herhangi bir şeye biattan ışık hızı uzaklığını ”kimse kimsenin olmasın” iç boşaltımını    algılayamamış olması; nasıl ki sen çevrendeki  Ortadoğulu Türkiyelilerden  Can’ı, Haldun’u ve O’nu kaybettikten sonra  hislerini  anlayamadıklarını fark ettiğinde, seni anlamalarını beklemekten vazgeçtiysen; öleceğini tahmin eden şairin de  duygularını, hissetliklerini, isteklerini –genelde bireyler   herhangi bir olayda yakınlarının kendilerinden farklı  duygulara sahip olabileceklerini, farklı davranabileceklerini,  hissedebileceklerini hele de öylesi bir olayla karşılaşmamışlarsa düşünmediklerinden- anlamayan  ama duyar kasmaktan da geri kalmayan  kent kültürünü ayak altında ezdirdikleri taşralıklarını  entelektüel  kibirle kapatan, etrafını kuşatmış  Türkiyeli   dostları ??? peşini  bırakmadıklarından    Datça’ya   gidemedi   diye düşündün. Ah be! benim   dağınık sözlü, serseri özlü  Şairim  ahhh !!!  sözünü tutmana izin vermeyeceklerdi; ölüm  kilitsiz kapından elini kolunu sallaya sallaya evine  kanserle arz-ı endam ettiğinde ‘İstanbul’un  kirli havasından, bu çat kapı herkesin postu serdiği, girenin çıkanın belli olmadığı, hijyenden yoksun evinden, sağlığın için bir an önce uzaklaşmalısın, pek çok  İngiliz, Avrupalı   akciğer dahil her kansere  havası iyi geldiğinden Bodrum’a yerleşmiş…miş…miş…’ telkinleriyle; hani karşı çıkışlarını umursamadıkları  çocukları, kendilerinden yaşça ufak aile bireyleri, işyerlerinde astları   adına neyin doğru olduğuna  ebeveynler, büyükler, üst makamdakiler  karar verir de, bir kez olsun… bir kez olsun… içinde yerine karar verilenin hayatını barındıran,   cevabı da o denli   basit  ‘sen ne düşünüyor…ne istiyorsun…ne yapalım’ sorusunu  sormazlar, işte onun gibi  bir balon misali , kanserle iplerini elinden kaçırdığın hayatını, o dakikadan itibaren  nasıl yaşaman  gerektiğine dair kararı; seni daha uzun  yaşatacaklarına,  keyifli, mutlu bir son hazırlayacaklarına inanan  o entelektüel hoppaların; olmamak için direnilse bile  sonunda  olunan  kimsenin… olduğun kimselerin   avuçlarına bırakacaktın, kansere yakalanan herkes gibi bilirim bende. Meçhul de hep yanına katığı merakla  geldiğinden    “ Rimbaud’ya akıl notları”yla seslenmiş sen! aynı hazlar peşinde  koştuğunuzdan, aynı tutkularla kavrulduğunuzdan yazdıklarında kendini bulacağını  düşündüğüm  Proust’a  dair tek kelime yazmamanın; belki de yazdın ben kaçırdım  ama ben yazmaman üzerinden yol alacağım;  nedenini artık öğrenmeyecek olsam da, bugünde… yarında herkesin,  benim,  yaşadığın günlerde  eminim senin de düşündüklerinden olan,  yazmasaydı  başkasının belki  senin, kesinlikle de benim  yazacağım “hayatta daima sevmediklerimizle, bir kadına, bir memlekete veya bir memleketi içinde barındıran bir kadına olan dayanılmaz  aşkımızı öldürmek için ( bu satırlarda  elbette  bahse konu yaşamını paylaştığı  kişiler  Reynaldo  Hanhn, Alfred Agostinelli,  Albert Nahmias, Albert Le Cuziat, Henri Rochat ve belki  Marie de Chevilly ve Marie Finaly’dır.Sırf bu satırları okudu diye okuyucuya çektirdiğin azaba bak!  Şimdi işi gücü bırakıp ‘bunları kimi mi’ araştırsın? Yaşadığın toplumu bilmezmişsin gibi,  inan araştıracak okuyucun bir elin parmakları  kadar azdır, rahat ol, telaşlanma )   bizimle birlikte yaşamaya mecbur ettiklerimizle; bir arada yaşarız” saptaması,  ne kadar  doğru ve de  yanından da,  fark etmeden geçtiğimiz bir gerçeklikti. Belki “elbette bir gün ‘Açık Waliz’i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz…” yazan sen “hangi ağaç büyüyünce ormana katılacağım diye boy atar ki”yle  ters köşelerinden birini yapıp, hepimizde, her insanda, sende bende  var olan; sergilesek   dünyayı yerinden oynatmayacak, kimsenin umuru olmayacak  basitlikte ama niyeyse hep de  bir saklama gayretinde,  büyük efor sarf ettirtip, hayatın akan  saniyelerini boşa harcatan, bizi güçsüz kıldığına inandığımız korkularımızı,  arzularımızı, sırlarımızı ( Ahhh, o sırlar değil mi Haldun?) endişelerimizi, söylemek isteyip söyleyemediğimiz “kendini bir bok sananlarla aynı kanalizasyonda olmak zor”,  “en basit yalanları gözümün içine bakarak söyleyen aptallar tanıdım”lı   düşüncelerimizi; “bi s.k gidin”li  küfürlerimizi,  kırılganlıklarımızı, sonunda aynı evde yaşıyoruz o halde hayatı birbirimize mutlak surette zehir etmeliyiz mantalitesine sahip,  sırf birbirlerinin hayatlarına gökten zembille indiler diye birini, birilerini sevmek, korumak zorunda kalınan  keşke yalnızca sevmek zorunda kalınsaydı… hep ama hep de fedakarlık, biat beklemenin dışında hemen hemen  hiç bir paylaşımın olmadığı insanlar topluluğuna dönüşen ailenin, sistemin,  sosyal çevrenin, başkalarının dayatmalarına boyun eğmekle doldurduğumuz  kara kutularımızı; kendininmiş… seninmiş gibi ulu orta, bağıra çağıra açarken kim bilir ne çok eğlendin, ne de  çok dalga geçtin sen ! hayatla, bizimle. Seni kışkırtan hayata, yazdıklarına  ihanetin,  açmadığın  kara kutunu, evine gireceklerin  bulmayacağı  “Açık Waliz”ini “... ilk aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni’ demiştim. Sözümü tuttum sonunda…” bahanesiyle kapatıp; sözüm ona  kalabalıktan kaçan – genellikle  eğitimli, gelir düzeyi  yüksek işadamı, doktor, dişçi , avukat , bürokrat, sanatçı ve beş yıldızlı asker- büyükşehirlilerin yaşadıkları yere rahmet okutan kalabalıklar yaratmak uğruna; bir zamanlar orman, tarla, zeytinlik  olan  yeşil alanları  yakarak, doğayı katlederek  deniz esintisinin  yüzlerini okşamasını engelleyen betondan evlerini, otellerini övdükleri; yaz ekranlarının değişmez magazin merkezi, her beş  kişiden dördünün “ tatile nereye gideceksiniz” sorusunun  adresi; bir gece konaklamaya burun kıvıran, en az iki, üç gece konaklama şartı koyan,  göt kadar otellerin  geceliğine beş yüz, yedi yüz,   lahmacuna ikiyüz ,  yarım litrelik bir şişe suya  onbeş Türk Lirası  ödenen uçuk fiyatlı işletmelerin  müşterilere köpek muamelesi çektiği;  Barlar sokağında  on ikiden  sonra laf atmakla yetinmeyip  her an üzerinize atlayacak kız, oğlan  avına çıkan ”....ardıma bakmadan kaçtım onlardan....şimdi onları unutmak için terapi gören kuşlarla bir olup menfaatlerine tükürüyorum! ölseler cesetlerine yok. yaşasalar manasızlar” mısralarının muhatabı, teşhircilikte dipsiz,  yalancılıkları, iki yüzlülükleri ile de o beyaz çatılı saflığını bir şekilde kirletmişlerin duygunun "d"sini dahi  bırakmadıklarından ruhsuzluğa, ‘leş gibi’liğe mahkumladıkları;  “ her yeri boyamışsın, çok güzel, ama burada biraz kan kalmış, zincir kalmış, kırbaç kalmış…”ın  paçoz Bodrum’unda, yaşandığında    bilinecek, mecalsiz   bıraktığı bedenine  söz geçiremediğin  kanserli zamanlarında; başlarını  mineli, gümüş kumlara sokan devekuşu vizyonlu  “olduğun kimseler” yüzünden bekledin ölümü… beklemek zorunda bırakıldın.

  

Pek çoğumuz gibi kimsenin duymadığı sessizliğinde, dilinde ‘“mutlular,  ölüleriyle mutlular“;  bundan sonra hayat böyle olacaksa, salak sersem kanser; ciğerimi, her uzvumu; sırtımı, kollarımı, bacaklarımı dermansız bırakacak ağrılara  boğacaksa, böyle  Ulan İstanbul’suz,  pezevenk Beyoğlu’suz  kalacaksam, neye yarar ki yaşamak? İyisi mi,  bitsin artık  şu yaşam dersinde kaldığım hayat da; kıçına kına yakacaklar da yaksın, ben  Zozi’nin, Uzay’ın yanındayken diyerek  o s.ktiri  boktan  kasaba Bodrum’da,  ‘nerde kaldın ey sevgili ölüm’ü istedin hemen, belki “…sonrasında ne yazılabilir” dedirtmiş  aylaklığın, küstahlığın   elebaşısı Rimbaud, sadece altı yılını şiir yazmaya ayırdığı ömrüne  otuzyedisinde  ‘veda etmedi mi’yi de aklından  geçirerek. Ömürleri hep kısadır ya serserilerin, aylakların, dalgacı  şairlerin, sen   benim kışkırtıcı Şairim, sende bir gün  hayatım bitiyor işte  diye de düşündün o hastane odasında, hasta yatağında  son dakikalarını yaşarken.Haydi kalk ! in   Beyoğlu, ordan ver elini  İstiklal caddesine,  duvarları uzunca bir geçmişi de yaşatan  hep tütsü kokan   eskiden " ucuz, güzeldir" imajını şimdilerde  Terkos pasajından üç katı fiyatına sattığı mallarla yerle bir etse de,  bir kere  uğranılmışsa, hep  uğranılan  her çeşit dükkanın bulunduğu, kendini evinde hissettiğin Çalıntı’ya uğradım, Suat kapının önüne posterler yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt’un ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum olsun gibi mi hissettim? Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt Cobain  ismi çıktı. O ânı hiç unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Dükkanın sahibi Suat’a “üstümde para yok, sonra veririm dedim..O gün bugündür duvarımda asılıdır ”lı   anılarının mekanı   Atlas pasajında giriş katının sonunda çok güzel t-shirtler,  figürler satan mağazaya da  bak bakalım! cırtlak sarı, yeşil  ya da gri, beyaz çizgili  renkli bir tişört , bordo, sarı, mavi  bir pantolon var mı,  on, yirmi Türk Lirasına? Sonra   belki Atlas Sinemasına  da uğrar,  hangi film oynuyor diye bakar,  kafan eser bir bilet alır, film  de seyredersin, belki.Kalk haydi! kalk! seni, vazgeçemediği haşarı çocuğunu bekliyor Beyoğlu;  beklemesin  mi diyorsun? Bu  beni ötekileştirmeyi hep sevmiş, horlamış devletin hastane yatağında pencereye kadar kadar zar zor adım atıyor, bedenimi titreyen  bacaklarım  taşımıyor; halsiz, yorgun…çokkk yorgun,  iki cümle kuracak, iki cümle yazacak takatim  yok, canım  ne içki, ne sigara istemiyor  bitmişken…istediklerim yerine  istenenleri yapacak durumdayken  gelemem sana puşt Beyoğlu...gelmem, boşuna bekleme mi diyorsun? Nihayet şimdi anladın mı beni, sen bitik…geçmişi yitik  Beyoğlu mu diyorsun?Bak! yatak odanın kapısı, seninle  sevişmek isteyen  delikanlılara açık  koynun gibiydi, karşında yine  el değmemiş bir beden,   keşfet haydi, seviş onunla her zaman ki  fütursuzluğunla, yapamıyorsun değil mi? Ölüyorsun çünkü. Çok zor, en zor işmiş hiç bir duyguya, olguya  imgeleyemeyeceğin ölümü yaşamak, anlatmak şiir yazmaya  hiç benzemiyormuş değil mi?  zormuş be hocam !!!! zormuş öleceğini bilmek…ölümü beklemek….son dakikalarını yaşadığını bilenlerin  gizleyemedikleri,  gizlediklerini sandıkları acıyan  bakışlarını da görünce.Oysa, muhtemelen artık tükenmiş bedenim, çarpmayacak kalbim, süzmeyecek böbreklerim, sindirmeyecek midemi,   bağırsaklarımı makinelerle çalıştıracakları yoğun bakımda kapanacak bilincim sayesinde,  bilmeyeceğim  ben  öldüğümü, diye mi düşünmüştün o hastanenin  odasında.Rezil edip, kalbime bıçak soktuklarını  unutacak  Türkiyeliler gibi  sen de ulan olm blym sen de aynısını yapacak, adımın önüne ölünce;  Beat kuşağının, Underground edebiyatın,  alt kültürün Türkiye temsilcisi,  post modern hayatın ağzı,  Türk şiirinin Rimbaud’u vesaire, vesaire onlarca övücü çok az da yerici   sıfat koyacak  sonra çekilecek  belgeseller de  şiir okuduğum videoların yanı sıra ‘huzurluydu’  sanki başka bir yolum varmışçasına ‘olgunlukla karşıladı ölümü, bir gün  dedi ki’ yle anlatacaksınız son anlarımı, yanımda olmanın belki ilk defa  yararını  görerek.Halbuki, farkında bie değildiniz hiç biriniz, hasta yatağında ben, dışında biriymişçesine bebekler gibi bu ne ? niye öyle yapıyor? niye böyle sesleniyor? acaba niye acıyor bu el ? diye, diye algılamaya çalışarak manasızca,  ayağa düşmüş bir yabancınınkiymişçesine  bakıyordum bana puştluk etmiş hayata; yazacağımı  yazdım, söylemek istediğim ne varsa söyledim, otuzbir yılda altmışdokuz kitap; deliler gibi içerek, çalışarak, sevişerek, bağırarak hem de;  el atılmadık ne bir nesne, ne bir duygu, ne bir kavram , ne de alfabede bir harf, ne bir sözcük  bıraktım. Evet,  sen benim anlaşılmamak için her şeyi yapan  şairim,  el atmadık, yazmadık  bir şey  bırakmadın  Proust gibi; yazacak bir şey de kalmadığına göre bitti artık …bitti hayata gösterin bitti senin de… siyah perdenin inme zamanıdır, şimdi.  Katlanmak zorundalığına son verip  finalini intiharla süsleyeceğini düşündüğün ama intiharını, yapacaklarını  engelleyen bu boktan  hayatın kanser ibneliği yok mu ? Geç kalmışsın olm, hem de çok geç… geç kaldın; Nilgün  Marmara gibi,  Kurt gibi, Uzay gibi, Junkie  Can gibi, gibi, gibi…gibi  belleğinde bir yerde sırasının gelmesini beklettiğin, değişmeyen yegane  düşüncendi  intihar, biliyorum.Daha da  gençken; bu kadar ağrı, acı çekmeden sen vurmalıydın hayata balyozunla, vurmazsan hayat da   işte böyle başlangıcını belirleyemediğin ömrünün sonunu   belirleme hakkını  elinden alıverir; indiriverir  seni tek  yumrukla, nakavtın farkına vardığında  da zaten  ölmek üzeresindir. James Dean gibi, Kurt Cobain gibi Tanrı’nın elinden hayatları tehdit ettiği ölümü alabilseydin olmadı, olmazdı da…“benim o yaşlarda  öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok, evdeki en temiz poster odur, çerçevelidir. Sürekli temizlenir, silinir”le öğrenmiştim  evinin duvarında Kurt Cobain asılı bir fotoğrafı olduğunu  ve   ona bakıp,  bakıp  “….Avrupa Yakası’nda Burhan Abi gibi o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama yine de seyrediyorum. O bakışlarda, “ben her an çekip gidebilirim” var. Bu adamın “ben öleceğim” dediği zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir…” düşüncelerinde gezindiğini . Belki sende bindokuyüzdoksandört yılının sekiz Nisan’ında yirmiyedi  yaşında ”sönüp gitmektense yanıp kül olmak daha iyidir” mottosuyla, kanında üç  tane iğneyi peş peşe vurmaya denk yaklaşık 1,52 mg eroin bulunan;kotunu, gömleğini, ayakkabılarını giymiş,  sırt üstü uzanmış durumda, göğsünün üzerindeki yirmi kalibrelik  tüfekten attığı  tek  kurşunla suratını dağıtan Kurt; dokuzyüzdoksanaltı’nın  yedi  Mayıs’ında   onyedi yaşında,  otopsi raporunda   düşme sonucu öldüğü yazdığından;  rivayete göre de öldüreceğini bile bile aldığı  overdose uyuşturucuyla fenalaşınca, öldüğünü düşünen arkadaşlarınca uçurumdan atılan, Rumelihisarı’nda boş bir arsada  cesedi bulunan, pek çok insanın,  hatta Kurt Cobain’nin    "inandığım hiçbir ideoloji yok. değerlerin hepsi yapay. gerçek değerlerin hepsi yok olmuş, inanacağım insanlar yok. riyakar ilişkiler, düzenbazlıklar... bunlardan hangisinin içine girip beraber olabileceğimi bilemiyorum. hiçbirine ait değilim..." düşüncesine katılan annesinin de "yanlış bir dönemde yanlış bir dünyada doğurdum ben o'nu..." dediği, seninse  “olmayan kurdun ayağıyız biz seninle!” dediğin  Junkie Can; dokuzyüzdoksansekiz yılı dört Nisan’ında  “İstanbul kötü ya, tek istediğim sevgiydi” haykırışının yankılandığı  Beyoğlu sinemasında cesedi bulunan Kanat gibi  lanetli dokuyüzdoksanlı yıllarda intihar edenlerin, intiharları için en güzel, en uygun  zaman saydıkları  aşikar   bahar mevsiminin üç ayından  birinde, kendin koyacakken hayatına son noktayı,  ardından   “Sen de biliyordun ….. bu hikaye böyle bitecekti; istesen de istemesen de!” yazdığın Kanat gibi, sen de biliyordun…sende biliyordun hayatının; diğer insanlar gibi öyle dümdüz… öyle kavgasız, gürültüsüz…  öyle acısız, hüzünsüz…öyle fırtınasız…öyle huzur içinde  seksen,  doksan yaşında sonlanmayacağını, biliyordum bende   eğer kanserle kalleşlik etmeseydi hayat sana, hikayeni bitiren olacaktın sen.

 

Sana kalsaydı benim senfonik yaşamış şairim, öldüreceğini bilseydin seni…  kanserden ölmektense, Seattle’dakilerin tersine    asırlarca    yapıla geldiği   gibi    politik tavır işlerine gelmediğinden  işin imaj kısmından etkilendiklerini bilen  uyanık  işadamları (ki onlar vitrine koyduklarının  ideolojik duruş sergilediğini de bilenlerdi) mağazalarının vitrinlerini pahalı  postallar, haki renk çanta, yırtık kotlar, salaş hırkalarla    doldurduklarında;  yağlı saç, hafif ter kokusu, omuz düşük yürüyüş, ölü balık bakışıyla kombinlenirse bu hırka  optimum yarar sağlar,  mutlu mesut depresyona gireriz düşüncesine nail,  maddi, manevi  açıdan sorunsuz  gençlerden mütevellit Türkiye’deki temsilcileriyle hiç karşılaşmadığımızdan, The Manhattan markalı iki cepli,  düğmeli yün, likra karışımı yıllarca giyindiğimiz hırkanın benzerini değil neredeyse aynısını; dokuzyüzlü yılların Seattle menşeyli    bunalım takılmayı meşgale edinmiş, dağınıklıklarının dezavantajlarını; düzensiz sakal, darma duman saçlar, bileklikler, bol, lekeli; kot pantolonlu, kazaklı, oduncu gömlekli giyim kuşamlarını avantaja çevirip üstüne de ‘kime ne’li  ideolojik bir duruş,   politik bir   tavır yükleyip  tarza çeviren “Grunge”ların  simgelerinden Kurt Cobain’in üzerinde gördüğümüzde,  esen soğuk  rüzgarı kesmek için pencereleri kalın, şeffaf naylonla kapatılan, duvarları sıvasız gecekondularda  annelerimizin üşümeyelim  diye  mahalledeki tuhafiyeciden aldıkları ucuz yeşil, haki renkte  yumaklar, dört, dört  buçuk  numaralı şişlerle ördükleri, içinde kaybolacağımız kadar bol,  geniş (large)  bedenve dökümlü, her sonbahar kışlıklar çıkarılınca görür görmez ‘canımla’  sarıldığımız sonraları  apartman katlarında  kışın elde kahve, çay, şarap ;  battaniye altında saatlerce kitap okur,  film, dizi izler, ağlarken yakalarına, kenarlarına tutunarak gel gitlerimizi, kahkahalarımızı ilmeklerine döktüğümüz  ‘ bizim bazen  yüzüne  bakmadığımız eski püskü, kırk yıllık hırkalarımız  neymiş meğer, meşhur olmuş biz daha yerimizde sayarken,  adını  da depresyon hırkası koymuşlar’ hayretimize, evine gelip giden gençlerden birinin  bende de Kurt Cobain’in hırkası varmış. Üzerimdeki hırkaya Cobain hırkası diyorlarmış demesinden  öğrendiğinden belki bize  katılarak, belki  “Grunge”lar habersizliğimize  şaşırarak ama illaki    üzerinde “depresyon hırkası”, Nevermind’i dinlediğin bir ânda aklını, vücudunu  uyuşturacak, Nirvana’ya yükseltecek ne varsa elinin altında onu kullanarak, hayatını kendin  sonlandırmayı tercih ederdin. İşte o yüzden sırf kanseri  önüne koyduğundan hakkındı senin ‘ ibnesisin … ulan puştun da puştusun be ! hayat’ demek.Buraya kadarmış  sana verdiğim onca emeğin kadrini, kıymetini  bilmeyen nankör hayat; buraya kadar da  biraz tekrar, biraz dağınıktım ben şimdi içimde beni ordan oraya atan, paralayan fırtınalar yok, öldüğümü bildiğinden duruldu dalgalar… yaşadıklarım, hoyratlığım, kırdıklarım,  dert saydığım, saymadığım  onca  şey nasıl  da manasızlıklarla , anlamsızlıklarla yüklü şu an. Nazım gibi, Can (Yücel) baba gibi, Ece gibi, onlarca yazar, şair  öldüğünde  benim de yaptığım gibi ardımdan yazılar, yüz kırk karakterli Twitler, Facebook, Instagram mesajları… mesajlar… mesajlar; bir barda, bir masada beni anmak üzere toplanıp sarhoş olana dek  içip  ‘bu kadeh de  onun için haydi şerefe’ seslerini bastıramayan duvarlardaki  ekranlarda şiir okuyan  ölmüş ben. Haydi kalk! Bak!  vazgeçemediğin  “terbiyenin sadece çorbada bulunduğu” arenasından beslendiğin, şiir gecelerinde haykırışlarınla yerini  göğünü inlettiğin  uçarı  sevgilin Beyoğlu bekliyor seni.Hani iş için, gezmek  için, bir akraba ziyareti  ya da bir cenaze için  ayrılmak zorunda kalırsın da  birkaç gün geçtikten sonra sanki sevgilinmişçesine hatta sevgiliyi  sollayan bir özlemde, kavuşmak  istediğin; yokuşlu, loş koridorlu, ufak pencereli, yerde  müzik seti, masada kitaplar; buzdolabında, sandalye, koltuk üstlerinde her yerde bira, rakı şişleri, kadehler; nedenini anlamaktan, araştırmaktan  vazgeçtiğim gün, benim de her gün içmeye başladığım,  memleketin  sanatçılarında, yazarlarında,  şairlerinde eskiden çayken yurt dışına özellikle de Paris’e gide gele filizlenmiş, sonrasında alıp başını gitmiş   kahve içme modası ki günde 40 fincan içen Balzac kadar olmasa da  hizmetçisi Céleste  Albaret’in  “Bu bir ritüeldi.İlk olarak, sadece Corcellet kahvesi kullanılabilir ve taze olduğundan ve aromasının hiçbirini kaybetmediğinden emin olmak için kavrulduğu on yedinci bölgede Rue De Lévis'teki bir dükkandan satın alınması gerekiyordu.Filtre de Corcellet olmalıydı.Küçük tepsi bile Corcellet'teydi” anlatımına göre Proust gibi kahvesiz de (rakını da  atlamadan) yapamayanlardan olduğundan  bardakta koyu nescafe;    Pulp Fiction, Sürü film  posterlerinin, ara sıra  konuştuğun Kurt Cobain’in  fotoğrafının, gitarın  asıldığı duvarlar;  yirmi dört saat açık TV, salonda Fenerbahçe forması, nerdeyse Türkiye’deki bütün şehir takımlarının atkıları; köşe bucakta  küçük notlar, karalanmış şiir parçacıkları, senaryo, sergi, konser tasarımlarınla tıka basa  dolu; öpüşen, sevişen,canı sıkılan, muhabbet, etmek, gecelemek için yer arayan evsizler, düşkünler, parası olmayanlar,  dışlanmışlar; gay, lezbiyen, Kürt, Türk, Çerkez, Arap,.., ..,la   kaynayan;  ara, arka  sokaklı  canlı, parlak bir o kadarda kirli, küfürbaz  Beyoğlu’nu mekanlarını taşıdığın  evinden; ayrıldığın ilk günlerdeki gibi durgun da değildin kıstırıldığın Bodrum’da; karmakarışıktın. Zira sen ! İstanbul’un kalbinin atışını duyduğun, akşamlarında kaldırımlarında; sabahları erken kalkan çöpçülerin, fırıncıların, polislerin, simitçilerin, otobüs, dolmuş şoförlerinin, apartman bakıcılarının, geceden de;1950’ler de, 60’ lar da köyden kente göçün hızlanmasıyla, dönem romanlarında çalışan kadın için kullanmış sonrasında 80’lerde 90’larda; bilmem neredeki, bilmem ne baskınında,  bilmem kaç tane hayat kadını yakalandı haberleri arasında  çocuk, genç aklın;    kısa kollu danteli, abiye elbiseler  giyen, şapka takan, makyajlı bakımlı,  zengin , çalışmayan kadınlar  hayaline  neden; evdeki eşi , lokantadaki Ayşe’yi, sokaktaki  Nurgül ‘ü de kapsama alanına  dahil eden kadının “sokakta hanımefendi, mutfakta asçı,   yatakta orospuluğunu” isteyen  iki yüzlü erkek egemen toplumun abazan  erkeklerinin ve  işin acınası o  erkeklere istediği hizmeti vermek için çırpınan kadınların; ayıpladığı, dışladığı para karşılığı seks işi icra edenler  farklı bir işte çalışıyormuşçasına kime göre, neye göresi tartışılacak    daha terbiyeli, kibar   sanki bir kadının gelebileceği en üst mertebe imajını da veren hayat kadını tabirini de kullandıkları orospuların  ezdiği hayallerin gezindiği; senin  otuz dakikada beş bira  devirdiğinden kayışını kırıp “hapşurduğun da "çok yaşa!.." diyene  burnunu silip  kırmızı gözlerle  "baş başa!..",- “… birinin kız arkadaşına 'bu çocuğu bu gece yalnız bırakma, alırım elinden” diyerek cinsel tercihini açık etmekten çekinmediğin aksine açık etmek için el kaldırdığın; gündüz, gece fark etmez Chelsea kaşkollarıyla ellerinin  bağlanıp soyulacağın, her an çantanın gasp edileceği kalpazanların  cirit attığı; mikropları öldürecek sıcaklıkta kaynatıldığından çorbadan başka bir  şeyine ki aslında çorbasına da  el sürülemeyecek ufaktan pis  lokantalı  arka sokak bir gecelik avunmaların peşinde koşulan meyhanelerinde; kafaların sigara, içki, ot, esrar, hapla tütsülendiği; şarkıların söylendiği, sevdaların  tazelendiği; arayışların, doyumsuzlukların gizlenmediği; Pazartesi, Salı, hafta sonu şiirlerini okuduğun Deli, Veli, Redrock, Meis …, …,Lovel,  Taksim Roxy barlı; Leman Kültür Merkezli annenin de doğduğu, yaşadığı  sana  şiirler yazdırtan  katedralin Beyoğlu’ydun; birazcık Gümüşsuyu, Taksim, Cihangir çokça İstiklalin ara te arka sokaklarıydın; Küçükparmakkapı, Nizam Pide’nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine’ın  az ötesindeki  muhallebici, melek resimli Emek Sineması,  Beyoğlu/Pera gettosuydun  sen; annesinden ayrılmak zorunda bırakılan ya da  yatılı okula gönderilen  bir çocuğu nasıl eritirse  hasret…gurbet, sende gün be gün içine itildiğin, karakterine, kişiliğine uymayan temkinli ‘hayat’la  öyle…öyle eritildin  işte, o paçoz…o hoppa  aydınların aldatma, ihanet kürsüsü, her şeye aç kasabası; Bodrum’unda. “İskender’i ben öldürmedim” yazarken bile biliyordun, senden başkası öldürmüş olamazdı  benim bağrı açık küçük Şairimi;  “Ölmüşüm. kendime gelmişim“ güzellemelerin de onun  ölümden korkmaması içindi. Öldürmek için  o  küçük şairi   her şeyi yaptın sen, benim hoyrat Şairim, her şeyi; estin, gürledin, dövdün, dövüldün, ihanet edildin, ihanet ettin; harfleri dans ettirdin, sözcüklerin yerini değiştirdin, oynadın onlarla  hayatla da oynadığın  ya da oynayabilirmişsin  gibi. İnsan doğduğu coğrafyaya, ait olduğu neresiyse oraya az biraz da olsa benzermiş ya Türkiye gibi…Ortadoğu gibi…Türkiyeliler gibi  o  küçük şairi; altından kalkamadığın hırçınlığınla yarattığın fırtınalara; bedenine yaşattığın  karasal, ılıman, step, Akdeniz, Karadeniz, Okyanus, Ekvator, Muson, Çöl   iklimlerine;    dört mevsime;  yaza, kışa, bahara,  sonbahara  boğdurdun, en çokta anneni bile öldürdüğün şiirlerinde, öldürdün onu.

 

Sen ! hiç benim olmayan şairim;  Haldun’un ‘diğer kadınlar gibi  ‘vermem de vermem’ nazında  “ne derler sonra…sonra ne olacak…ne yaparım  hamile kalsam…ailemin yüzüne nasıl bakarım”la bin dereden su getirmezler çünkü  orospuyla benim sevdiğim tabirle bir yosmayla  ilişkide biz erkekleri ürküten sonra yoktur.Bakma sen insanların orda burada hayat kadınlarını  ayıplamalarına.Mahalledeki en  mutasıp  kadının  bile  o aşağıladığı yosmalara   on basacak fettanlık kaynar içinde.’ bir bilsen dercesine gülüyor ‘hem  niye kötü olsun hayat kadınları; hayatını yaşayan kadın niye kötü olsun?;hayat verir, rahatlatır, çeker gider işte, ne güzel.Gidince  bir sigara yakmam ben, düşünmem ‘ne olacak şimdi’yle memnuniyetini gizlemediği kadın, erkek ilişkilerinin yalanla, dolanla, maddi çıkarlar göz önünde alınarak  yürüdüğü günümüzde,  televizyonlarda kelli felli  adamların, kadınların birbirine yok “üstüme ev yapacak mısın ?”,  ''kaç tane evin var?'', “ne kadar paran var ?” , “ söyle evleneyim senle'' diye bas bas  bağırdığı,  birlikte takıldığı, flört ettiği kişiyle sevişmeyi evliliğe kapaklama yöntemi gören, seksi erkeğin gözünde trajediye, duygu sömürüsüne vuran kadınların; önüne geleni becermeye çalışıp sonrada bakire arayan saplantılı erkeklerin; çok yüzlü politikacıların, liderlerin, ailelerin  Türkiye’sinde,  açık seçik kim oldukları, ne yaptıkları belli, fazla yalana dolana girmeden dürüst kadın, erkek ilişkisi sergilediklerinden, bir tarafta kendi bedenini kiralayan insanlar, diğer tarafta milletin, tanıdıklarının  bedenini zorla sahiplenen erkek devlet, yönetenler, politikacılar, aile büyükleri kadar kimseye   zarar vermediklerinden takdirini  hak ettiklerinden bir gün sonuçta ben de bedenimi kiralamıyor muyum? haftanın 6 günü, günde 8 saat Plazalara, Towerlara, devletin  kurumlarına, AVM’lere, cadde yer alan bir  daireye, ofise, büroya,  dükkana   vermiyor muyum  her şeyimi? sırtım ağrıyor, kollarım uyuşuyor, çoğu zaman bilgisayar önünde gözlerim yanıyor, uyuya kalmıyor muyum yorgunluktan? Vücudun neresini feda ettiğinin önemi var mı?  İkimiz de parası olana hizmet veriyoruz, bedenimizi başkalarına kiralıyoruz. O, gece çalışıyor belki, ben gündüz. Ona "nasıl düştün?" diye soranlar var da  bana kimse sormuyor niye, nasıl düştün buralara; toplumun bakış açısına göre üniversite bitirip bir mesleğe sahipliğimden onlardan  farklı  algılansam da değilim işte, mesleği  beden üzerinde yarattığı tahribatla değerlendireceksek  yıprandığım, kendimi kullanılmış hissettiğimin apaçıklığında; öyleyse ben de diğer  tüm kadınlar gibi   "hayat kadını"yla   aynı yolun yolcusuymuşum, hayat kadınının üzerinden erkekler geçiyor, benim üzerimden  koca hayat denilen bir  ‘pezevenk’li fırtınalı akıl yürütmeden kendimi alamayıp asıl  geldim, gidiyorum dünyadan ama her şairin, yazarın  yazılarının, şiirlerinin iham perileri   (belki de tek istisna Thomas Bernhard’dır)  orospulara düşkünlüklerinin nedenini hâlâ    çözemedim diye hayıflan. Ohooo aklım o kadarına bassaydı  ne işim vardı  bu halde,  burada’yla   tıka basa dolu otobüs, dolmuş, metrodakilerin  terlerine karışan işportadan alınmış  ucuz parfüm  kokusuyla ağırlaşan   havada  nefes almazken yanımda oturan da  kulaklığını çıkardı. Bol dıptıslı şarkısını açıp kafayı geri yasladı. Dizine hafifçe  dokunup "sesini kısar mısın" dedim. Öfleyip pöfleyerek kıstı. Gerginliği atlattık derken birkaç durak sonra yayılmaya başlayanlar,  canları sıkılmasın diye  bindikleri duraktan, indikleri durağa kadar; ayda elli bin dakika konuşma süresi veren!  mobil operatörlere  küfrettirecek tarzda  cep telefonlarıyla  abartısız yarım saat sevgili, kanka, iş arkadaşları, patron, akrabalarla yapılan bazen  tartışmaya dönüşen  boş muhabbetle, özel sorunlarını  herkese afişe edenlerle mecburen birlikte olunan  ortak yaşam  alanlarında; nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen yahut   bildiği halde umursamayanların nezaketten yoksun – ayrıca nezaket emek ister, olmayanlar  ‘onlarında o saatte, orada  ne işi var’, ‘ben ondan bin kat daha yorgunum, dikildi başıma gitmiyor, yer vermemi bekliyor,  pencereden bakıyormuş gibi yapayım’,’kıro biriydi  kibarlıktan anlamaz ki.Üzülme, inan  ayıp ettiğinin farkında bile değildir’ ,’ bundan böyle adamına göre muamele’li kulplar takıp zedelemeye uğraşsalar da   şayet bir toplu taşım aracında bir hanımefendi ayakta, siz bir genç delikanlı olarak oturuyor, yerinizi vermiyorsanız, nazik bir centilmen değil, bencil bir bireysinizdir- magandavari jestleri, mimikleri karşısında sen nasıl elitlikle, kibarlıkla  alakası bulunmayan, bilmeyenin köylü değilse de kentli sayılmadığı adab-ı muaşeret kurallarından bir haber insanlardan sıkıldıysan, doğallıklarını kaybettiren bir yapmacıklıkla o kurallara riayet eden ortamlarından uzaklaştırdığından ;  kimi incitir, kimi yaralar diye temkinli davranmadan yaranmak için birilerine kendilerini paralamadan, içinden geçenleri söylemeleri, istendiği an ulaşılacak el altındalıkları, ruh ve bedenin karşılıklı ve  kisvesiz çırılçıplaklığı,  her şeye ota, boka  kullanıldığından anlamını yitirmiş aşk oyunlarının Chanel  parfümlü, acı Truff soslu  canım, cicim , aşkım, bir tanem, sevgilim’lerindense  darılmaya,  gücenmeye de  yol açmayacak  ‘sen nasıl da işveli bir kaltaksın öyle’, ‘sende iyi  pezevenkmişsin ha’ yla   birbirlerini  tahrik eden  ‘ haydi bakalım…. s.k beni’li, “kaçma a..mına koyayım’lı  açık saçık cümlelerle seks ihtiyaçlarını karşılayıp, partnerlerinden istemeyecekleri içlerinde ukde kalacakken sayelerinden denemek istedikleri her türlü farklı  cinsel ilişkiyi yaşatarak  hazzın dibine vurdurma  karşılığında  vizite ücreti, iki kadeh içki dışında ne mücevher…ne  çiçek…ne de başka bir hediye, hiçbir şey beklemediklerinden…rahatsızlık vermediklerinden olsa gerek yazarların , şairlerin orospulara düşkünlükleri diye düşündüm sonra . Belki  yanılıyorumdur da kim bilir? bildiğim  seninde diğer şairler gibi içinde  “tut elimden pis orospu! tut ki elim sana bir mektup gibi kanasın”, ”Siz Orospular ! - Aşkı sex sandığınız için, erkeklerin adı piçe çıktı…”,”sağanak halinde seviyorum bütün orospuları“  geçen onlarca mısra yazdığın. Hayat mı ? içki ve seksten ibarettir ilkesini benimseyen, bu ikiliden aldığı zevkle aklından geçirdiği,  bazılarınsa   gizli homoseksüelliklerini "erkekçe" itiraf ettikleri, istisnasız  dünyadaki tüm  erkeklerin, bir gün ağzından dökülen (müş), dökülürken de  dünyanın en ilginç şeyini ilk kez o söylüyormuş havasına girdikleri  oysa, Pis Moruk Bukowski, Kadınlar kitabında bahsetmeden önce de yazılmış, kullanılmış dünya kadar eski  klasik erkek incisi,  içinde  kesinlikle ‘ ah keşke tüm kadınlara bunun doğruluğunu anlatabilsek de, alayı bize verse’nin yatırıldığı “kadın olsaydım orospu olurdum”u;  ”Orospu olsam eline su dökemezdim belki de”yle revize ettiğinde; istediği gibi bir cinsel yaşamı sadece kendisinin ve  orospu  nitelendirdiği kadınlara hak gören erkek egemen mantaliteye   kadınların da “erkek olsaydım çok çapkın olurdum” tepkisi “kızım dil orospularından kork sen asıl’ diyen anneannene rahmet okutup  işin orospuluğu…işin orospu yanlığı bu olsa gerek dedirten,  nasıl bir psikolojiyse   artık,  hem orospu olmanızı istemezler hem kadın olsalar orospu  olurlarmış…hem çapkın olmamızı istemezler hem  erkek olsalar çok çapkın olurlarmış; arzularına bakıp da  kapitalizmin kazan kazan,   pazarlanan arzu her şeydir sloganlarına harfiyen uyan, cüzdanlardaki paraya el koyma peşindeki  şimdinin V, Y, Z  kuşağı  orospular,  fahişeler, eskortlar, hayat kadınlarını gördükçe bir zamanlar 18.inci, 19.uncu yüzyıllarda    “Kötülük Çiçeklerinin”, “Kayıp Zamanın İzinde”lerin ilham meleklerinden  Odette karakterini şekillendiren Léonie Closmesnil ile romanı okuduğunda kendini tanıyınca (düşünün  dönemin fahişeleri Proust, Baudalaire, Balzac, Kant okuyor) Proust’a  öfkeli  mektup yollayan Laure Hayman’lı;  Fransız İhtilal'inden sonra giyotin ve kanın ve frenginin başkenti Paris’in birbirini kesen dik sokaklarında, sisli bir geceye şiirsellik katsın diye öylesine konulmuş ürkek, titrek ve kendini bile aydınlatmayan bir sokak lambası altında, yırtık jartiyeri, beyaz baldırı arasında sıkıştırdığı, kedi çevikliğiyle çıkardığı bıçağıyla hakkını arayan; Baudalaire'ı Baudalaire;  Proust’u Prost   yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minneti pas geçmeden yazıyorum hiç benim olmamış şairim, sen!  Baudelaire’in “durmamacasına sarhoş olmalısınız,  ama neyle? şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz ama sarhoş olun” anlayışına canla başla riayet etmekle kalmayıp,  yeşil peri absent, afyonu da menüye ekleyen gueer Arthur Rimbaud,  Paul Verlaine, Bukowski gibi  “alkolle bağım sabittir, ancak narkotik maddelerle ilişkim süreli ve zaaf çerçevesinde olmadı... insanoğlu, ona sunulan bütün tabiatı kullandıkça mutlu olur...”la hayatının merkezine  koyduğun,   süngermişçesine çektiğin, ömrünün sonuna kadar sadık kaldığın tek sevgilin… eşin içkiyle  “sigara çok içerim. Tok içimli sigaralardan hoşlanıyorum.Her zaman içerim ben, yalnız çalışırken falan değil. Uyurken bile içerim mesela. Bırakmayacağım. Her sabah uyandığımda bağdaş kurup, yakarım.Bıraktım diyen insanların karşısında bir (tane) yakıyorum hemen, sırf içleri geçsin diye”yle  övdüğün sigarayla  öylesine bütünleşmiştin ki, elinle rakı bardağını dudaklarına götürdüğün parmaklarının arasında her daim  tütecekti sigaran. Yine de iyi dayandı ciğerlerin çalkantılı, aldatmalı, aldanmalı ötekileştiriciliğinde marjinal Türkiye’ye,   eşeleye eşeleye kendini  öldürmene. Zaten rakıyı, birayı da  pek bırakmamış gibiydin o Allahın cezasının  Bodrum’un da  Halikarnas Balıkçısı’nın, Zeki Müren’in  şerefine bir kadeh kaldırmasaydın olmazdı da . Proust  “Albertine’in içimde taşıdığım sureti, her yerde karşıma onu çıkardığı için, kızların hepsi bana birer Albertine gibi görünüyordu”yla  hayalini gördüğü  Albertine’i, sen Haldun’nu , Can’nı kaybettiğinde  nasıl içinde bir şeyler…çok şeyler öldüyse…gömüldüyse ta derinlere ve etrafındakilerin edepsizliğini, ihaneti fark ettiren, hayal dünyasından çıkaran yeni bir benlik doğurduysa kaybetme acısı; ortaya sermediğin   nefis karakalem çalışmaların vardı senin, işte öyle bir karalamaydı  tükenmez kalemle çizilmiş bir adam silueti yıldızlı göklere bağırıyor  "Uzaaaay!..” … önce Uzay, sonra Kazancı Yokuşu’ndaki evinin perdelerini kapatıp üç gün yas ilan ettiğin Zozi  öldüğünde sanırım  senin   de içinde  ölmüştü  bir şeyler…çok şeyler.

 

 

O yüzden; Şark’a, orda yaşananlara, zihniyetine dair izlenimlerinin Binbir Gece Masalıyla çizildiğini varsayıp izninle buraya bir mim koyacağım sevgili Proust  “aynı olayın farklı insanlarda farklı izlenimler uyandırması, zihinlerin arasındaki farkla, bizi sevmeyen birini ikna etmenin imkansızlığın da duyguların farklılığıyla açıklanabilir” yorumuna  - bir kere sevmezsen birini  alemi cihanda olsa  o kişi, değil kırk, yüz yıl da geçse sevmezsin, bu her insanın başına gelen, yaşanan  bir durumdur da- katılmakla birlikte,  çoğunlukla insan  kayıplarından  sonra anlar ki, aynı olay karşısında etrafındakilerin, kişilerin  faklı izlenimleri yalnızca zihinler arasındaki farkla, duyguların farklılığıyla   açıklansa bile yetiştiği, yaşadığı ülkede, evlerde yerleşik  zihniyetin  medeniliği, ilkelliği; geleneği, göreneği  ve de  geçerli dinin, Kitabın aklı paravanlayan  buyruklarının etkisi de   yadsınmayacağından,   her seferinde,  sanki insanlar daha daha vursun kan revan içinde bıraksın diye seni, sere serpe ortaya döktüğün  açık yaralarından akan irinlerinin,  vücudunu zehirlemesini izlediğin hayatının son demlerinde belki, belleğin bir şey algılayamaz,  ruhun da yavaş yavaş uyuşurken ziyaretine geldiklerinde hastanın özelini yaşamasına  izin vermeyen  taşralık her yanlarından  aktığından  yazdıkları ya da  senden alıntıladıkları şiirleri  hasta yatağında sana okuyanların  pejmürdeliğine katlanıp, gider ayak hoşuna gitmiş gibi yapma sahteliğine de soyunmayacaktın. Belki yaşadığında sürekli saate bakman da her günün son günün olabileceğini bildiğinden miydi ?   ama  “vedaları sevmem” demiştin.Vedaları kimse sevmez dendiğinde sana,  daha adın k.İ. şair değil Derman’dı.Daha seni k.İ. şair   yapacak  “her Rimbaud büyüyünce Verlaine olur” lu epigraf dizeli  aynı patırtıda şiirler yazdırtacak Baudelaire, Rimbaud,  Verlaine, Nazım Hikmet, Edip  Cansever, Foucault, Spinoza, Bataille, Allen Ginsberg, …, ..,  onca yazarı okumamış; daha beğendiğin şairlerin şiir kalıplarını aklında tutup onlara benzer şiirler yazarak şairliğe adım atıp kendi üslubunu yaratmamış;  daha yaşamını idame ettirme kapısı, geçim kaynağın olacağından periyodik  halde çıkarmak, satmak, söylemek  zorunda değilken şiir kitaplarını, dinletilerini; daha  hakkında sözlüklerde  ergenlik çağında erkeklere düşkünlüğünü sezeceğin cinsel dürtülerini ifşa etmekten imtina etmediğinden  “gizli bahçede otururken garsonun gelip "bu kağıdı size vermemi söylediler" demesinden sonra benim kağıdı açıp içinde yazanı okumam.arkadaşıma "ohaa olum kim bilir hangi hatun yazdı bunu" demem, garsonu çağırıp kim verdi bunu acaba diye sormamın ardından "şurdaki bey verdi" cevabıyla camdan atlamaya çalışırken arkadaşımın kurtarması... yazları her gün Neviza’de de rastladığım bahçıvan içine cırtlak turuncu, cırtlak yeşil, sarı  gömlekler, bordo pantolonlar giyen, masamızda erkekler varken hoşsohbet olabilen, erkekler yokken kafasını çevirip bakmayan kişilik “li entry’ler girilmemiş, hoşlaşmayacağın anılara,  yazılara da muhatap olmamış ve  daha  sen ve ben, biz;  yağmur damlalarından, sabahın “sağır vaktinde” yapraklara düşen çiylerden  gökdelenler yapmamış, çizmemiş; kimseleri  de baharlarda, Temmuzlarda daha toprağa gömmemiştik.

 

Vefatınla başkalarının rakı, benimse kederle dibe vurma hikayemi de kaybettiğim bugün, Temmuzun üçünde, üç yıl sonra  açtığım  ‘sen9.word  dosyasındaki  şimdi konusunu, kurgusunu, ne yazdığımı  dahi  hatırlayamadığım,  bildiğin  unuttuğum  taslak  romanıma  ait   satırları, paragrafları  sanki ben değil de bir  başkası yazmışcasına okuyorum. ‘Oysa ki’ diye başlamışım romana; daha karşılaştığın, karşılaşacağın ‘bu kadar  olmaz, bu da  yapılmaz ki’li  yapanın yanına da hep kar kaldığından ‘hep kötüler kazanır’ı teyitlemiş, vicdansızlık,  merhametsizlik, alçaklık  karşısında;  darbe  yapan, gençleri astıran generallerden, yargıçlardan  dahi  ‘ah’ların, ‘ah’ınızın  çıktığını şu ana kadar da hiç görmediğinizden zaten sonrasında da hiç  göremeyeceğinizden yaşanan her kötülüğün, haksızlığın, ahlaksızlığın, yoksulluğun, hayatın keskin bıçağı; ötekileştirmenin  arkasında,   sadece insanların değil Tanrı !!! nın, Allah !!! ın  olduğuna inanıp, şayet yazmasaydı; M.Ö 341’de  bol Tanrılı antik Yunan’da Epikür “Tanrı kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor? öyleyse o güçsüzdür, gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor, öyleyse o iyi niyetli değildir; hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”; 1800’ler de de yazmasaydı Nietzsche “ yarattığınız ‘Tanrı’ öldü, buyruklarını dayattığınız kitapları da’yı belki de sizin yazacağınız;  ailede, okulda, işyerinde, partide, sivil toplum örgütlerinde her yerde; illaki   herkese ne yapması, nasıl davranması  gerektiğini söyleyen ‘kutsaldır ya da kime güveneceksin onlardan başka’  dokunulmazlığı  bahşedildiğinden kötü olabilecekleri, bireyi  körelttikleri de söylenemeyecek Tanrının yeryüzü temsilciliğine -bunlar kimi zaman devleti yöneten liderler, siyasetçiler, başkanından müdürüne şefine bürokratlar, generaller, yargıçlar, hakimler, öğretmenler; kimi zaman da babadan anneye, kardeşe, arkadaşlara uzanan geniş bir yelpazedeki herkes; lüzumsuz efendilerdir- soyunan tebliğcilerin etraflarındakileri  kendi sistem, kural ve beğenilerine göre programlayıp yok eden bir biat… bir  adanmışlık… hep de bir  hizmet bekleyen ve  bir gün  muhatabı herkesi  yiyip bitirdiğini, iliğini emdiğini ‘ben’de bireyin biricikliğini karamboleyip  maddi, manevi bağımsızlığa ulaşmasını engelleyen, ezen  hastalıklı insan pompalığı da  anlaşılacak;  bir başkası söylese belki üzerinde durulmayacakken  söyleyen o  günlerde  büyük sansasyon yaratan Prens Charles’ ın elinden ödül  alan olunca, bugün sorsan iş peşindeki sizin için önemi büyük  ama o görüşmeyi  anında  geri dönüşüme atacak önemsizlikte yoğunlukta ilişkilere sahiplikten  hatırlamayacak  ”herkes beni bu kooperatiftin   imparatoru sanıyor ama aslında ben yönetimim altında şirketlerin başkanları da dahil 99 imparatorla çalışıyorum’ cümlesinde hayat bulmuş  her olumsuzlukta, her yanlışta,  her kötülükte suçu da hep başkasına atan küçük imparatorların, kendini cevval sanan tosunların, samimiyet kisvesi altında çürümüş dişlerini bileyleyen iblislerin diyarı buram buram taşralı kokan toplumsal yapıda; ‘daha iyi’si gelmiyor, ‘daha güzel’iyle  karşılaşılmıyormuş’lu günler, yıllar ardı ardına akıp giderken; ağzınızla kuş tutsanız ilk önce ailenin ardından ilişki kurulan herkesin, sizi konumlandırdığı yerden kıpırdayamadığınızı da  fark ettiğinizde  "dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde onun basitliği şaşırttı hep beni" demiş Camus’e selam yollatacak sıradanlığını keşfettiğiniz, tek yaptığının  olmamalıydı, yapılmamalıydı, yapmamalıydım’ı; ‘aman sen de’yle kabullenir, kanıksatır  hale getirmiş; filozofların, yazarların, şairlerin üzerine tonlarca yazılar, şiirler döşediği, olağanüstü, korkunç anlamlar yüklediği ve sonunda istediğiniz zamanda ilerleyeceğiniz yaşta, sona yaklaştığınızda ‘ne kadar  da gereksiz bir şeymişsin, değmezmişsin’ diyeceğiniz, denilen hayatta; daha kiraz…ayva ağaçlarının hangi renk çiçek açtığını bilmeden, daha ihanetini yaşamadan yoldaşlığın, kardeşliğin, daha Proust’un “ …siyasal tutkularda tıpkı diğer tutkular gibi kalıcı değildir’”ini de okumamışken, kendinizi kucağına attığınız devrimci  isyanınızın gölgesinde, sırf bu şehirde dinlediğinizden şarkıların,  dilendiremediğinizden  muhatabının hiç bilmediği  platonik,  imkansız sevdalarınızın  bir  anlamı vardı. 

 

Bu şehirde daha, Osmanlıdan bugüne her yerde, her  mekanda  biattın  ‘nedir o sokakta kıkır kıkır kıkırdamalar,    gülmeler’, ‘ seni orospu, ibne sanırlar’ dendiğinde bile kapalı gişe oynatıldığını  fark etmediğinizden ‘öyle içe işletilmiş ki boyun eğdirme, yürüyenlere, sokaktakilere bir dikkat et ! memlekette  herkes  boynu eğik, kambur, gülmeden, çatık kaşla yürüyor’ demediğiniz; işin garip yanı zavallılığına, çaresizliğine  bile bakmadan  ahlak polisi kesilmiş herkese; dayatılmış, dayatılan, dayatılacak  bir hayatı başkası için yaşamanın kimseye bir faydasının olmadığını, sonuçta herkesin   yalnızlık içinde, kendi sınavını verdiğini; hayatı  yönlendiren ayrıntıların duayeni Marcel Proust’un “annem birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa , tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm…..sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu  tat, Combray’de Pazar sabahları  Leonie halamın günaydın demeye  odasına gittiğimde,  çayına ya  da ıhlamuruna  batırıp bana verdiği bir parça Madlen’in tadıydı….” satırlarıyla bir kekin,  kurabiyenin,  bir  piyano sesinin, bir Akdikenin, bir çiçeğin; nergisin, bir safiye kasabası; Balbec’in, Dikili’nin, Ayvalık’ın,  her  insanın hafızasının, kalbinin bir yerlerinde unuttuğundan  özlemle gün ışığına çıkmayı bekleyen  hatıralar silsilesini; diğer insanların yaptığı gibi yalnızca anımsamakla kalmayıp,  yaşandığı  “kayıp zamanların” ardına düşmesinin nedenini de  henüz kavrayamadığınız; annenin, babanın, aile üyelerinin, arkadaşların, herkesin  hep bildiğiniz, tanıdığınız yaşta kalacağını sandığınız, ummaktan yorgun düşmediğiniz vakitlerde olduğunuzdandı; her şey ama her şey anne, baba, kardeş kucağı gibi  sımsıcacıktı. Henüz ve daha; içinde döndüğünüz, döndürüldüğünüz  başkaları gibi bir film, bir dizide izlendikten sonra   istenen, hayal edilen; İstanbullu Gelin’de, The İs  Us, Bir Aile Hikayesi’nde ki aileler gibi  bir ailenin   karşılığını bulmaya kalkışamadığınız, kalkışsaydınız da bulamayacağınız  bir ortamda  ‘hayalindeki  ailenin karşılığı bende yok  niye mi? Çünkü bize  hayatta rehberlik eden anne, baba,  aile, öğretmenler, arkadaşlar, Yoldaşlar, Hevaller, yöneticiler, sanatçılar,   hep  eğri, büğrü,  çürük çarıktı da ondandı işte hayat listesinin kabarıklığı, ”to do list”in  boş, bomboşluğu da.Elde maus ya da   kalem, içki, kahve, sigara…yak bir sigara sonra doldur bir kadeh; evde ne varsa viski, şarap, votkayla, iyi gider yanında…yak bir sigara bi daha…bir daha ve haydi yaz; kendini içine sığdıramadığın, gün gelecek  nefretine haiz olacak aile, ülke, toplum, insanlar;  sahip olamadığın  evlat ya da  evladın sandığının öyle olmadığını, olamayacağını kafana vura vura, kalbini kanata kanata öğretecekler…söyleyemediğin sözler; kalp kırıkların… hesaplaşmaların; kapatılması, açılması  gereken hesaplar…yarım kalanlar… yamalar… belki öncelik vermen gerekirken ancak  listenin sonunda yer alabilen  fırsat bulabilseydin yapacakların; telefon rehberinde yıllardır aramadıklarınla geçmişi anacağın muhabbetler…seyredemediğin filmler, oyunlar …okuyamadığın kitaplar… sevdiğin yazarların, ressamların yaşadığı; gidemediğin, görmek istediğin yerler…tatmadığın yemekler…ilişki kurmak, dinlemek, katlanmak  zorunda kaldığın aptal, hop hop, seni anlamaktan Everest kadar uzak dar kafalı onlarca insan.‘aslında, ben varya’yla  başlayıp ‘içimde koca  boşluk, ne yaparsam yapayım dolduramadığım.Bir anda bulunduğum ortamdan, ‘ận’dan kopuveriyor, söylenenleri anlamıyorum   eksik  ne ? aradıkça üşüyorum. Belki de eksik  şey kendimdir,  bilmiyorum…yoruldum;  dışlanmamak için herkes gibi olmaya çalışırken, insanlarla yüzeysel konuşmalar yaparak yaşayıp, hiçbirinden tatmin olmadan günü bitirmekten yorgun, ‘bitik’im. Beni rahatsız eden bütün sorunları, insanları  yok sayıp  kimseyle konuşmak istemiyorum ama bu aralar o sorular…o insanlar  gelip tekrar  tekrar beni buluyor; onları yok saymaya çalıştıkça ben olmaktan uzaklaşıyorum. Anlıyorum ki yıllardır ben değilmişim. Evet, buldum !!!! eksik benmişim; içimdeki zavallı, mutsuz  ‘ben’e   acıyor, sarılmak, teselli etmek istiyorum. İnsan hep bir farklılığının olduğuna inanmaz mı ? İnanır, hepimiz bir farklılığımız olduğuna inanmıyor muyuz? ‘yahu beni  başkalarından  ayıran, farklı  kılan yönlerim bu kadar çok, ortadayken  niye değerim anlaşılmadı;  nasıl göremediler siktiri  boktan herifler, kadınlar’ diye kaç kez iç sayıklaması yaşamadın(k) mı? sitem etmedin(k) mi ? Acaba bizi farklı yapan yönlerimiz gerçekten bizi farklı mı kılıyordu? Yoksa  kendimizi mi büyütüyoruz; kendi gözümüzde? Hiçbir şey değiliz sonuçta; statümüz, paramız, işimiz, başarılarımız, başarısızlıklarımız, ismimiz, kavgamız, sevdamız, yazdıklarımız, düşündüklerimiz,  hayallerimiz bizi  bir  hiç bir şey   olmaktan  alıkoymadı.’yla  içselliğinizi birine  açarak  yüzleşmediğiniz; Ne kadar da zavallı, acınası bir haldir;  her insan, nefret ettikleri de dahil tanıdığı insanlar  tarafından sevilmek, övülmek  ister ama her insan,  her zaman da tek bir insan tarafından çokk sevilmek ister, zamanın hışmına uğrayıp illaki yıpranacak, belki bitecek o sevginin  kalıcılığını da ister. İmkansız kalıcılığını görmediğindeyse her geçen gün, onu daha çok sevmesine, ona bağlanmasına sinirlenir. Kendisi daha çok, daha çok sevdikçe, sevdiği, sevdikleri tarafından daha daha çok…daha daha çok sevildiğini, önemsendiğini  bilmek ister.Bu olmadığı zaman da kendini eksik, boşlukta sallanıyor,  değersiz hisseder ‘niye’ diye sorar kendi kendine ‘ben buradayım’ demek için hayata bir taş  mı atmak lazım düşüncelerine de kapılmadığınızdan;  taş   atmadığın  sonrasında  hiç bir taşı  da doğru atamayacağın  hayatın, belli bir noktasında geriye dönüp baktığınızda başlangıç yeriniz; yuvanızdan, ailenizden o  zamandaki duygulardan, düşüncelerden  uzaklığınızı  görüp içinizin sızlamasına, ürpermesine  neden kimse  evlenip yuvadan uçmamış, tanıdık herkes de bazen  hasta ama  sağlıklıyken,  şairin “kimse bilmez be canım,  bir yara bir ömrü nasıl kanatır”ını  yaşatacak  ‘meğer girdiği her yeri, ocağı  dağıtıyormuş’  dedirtecek  hayatı,  aileyi, kendini  ters yüz eden  ev sahibimizi kabri… ölümü tanıştıracak kimsenin ölmediği,  yere kapaklandığında sıyrılan, bazen  kanayan dizleri, bacakları görünce çığlığı basıp ağlamanın ardından ''tamam geçti'', “geçecek''le yaraya kapanmış bir daha asla kimselerde de bulamayacağınız  hesapsız, saf, şefkat yüklü  sevgiyi duyumsatan dudaktaki ıslaklıkla avutulabilinen her şeyi sımsıcak  kucaklayan o vakitlerdeydi  işte, gidenler  geri dönecek sanıp da kurttun midesine indirdiği Kırmızı Başlıklı Kıza yanmamak; arayanın her engeli aşıp  bizi bulacağına; kötülerin illaki cezalandırılacağına Külkedisi; burnu uzayacağından kimsenin yalan  söylemeyeceğine Pinokyo  masalları sayesinde  inanmanın  da  miraslığı yüzündendi işte,  terk edinceye kadar nasıl bir  ceninin dünyası, yuvasıysa ana rahmi,  yedi, on yaşlarına kadar hayali kurulan, kurduğunuz; dünya diye bildiğiniz mahallenizin, köyünüzün, kasabanızın, şehrinizin, ailenizin,  hayatın; sadece on yaşına kadar kurulabilecek bir hayal olabilecek olması da…

 

Şu an; sen9.word dosyasında yazdıklarımı, üç yıl sonra okuduğum şu an,  ne kadar inanılmaz, ne kadar  garip geliyor daha  sen yaşıyorken; vefat edenin arkasında bıraktıklarının  hayatını allak bulak  edeceğine ‘kesin’ gözüyle bakarak  ölümle  dair   satırlar yazmış olmam. Şimdi beni şaşırtan bu satırlar; yaşasaydın  bir gün sana da anlatacağım,  sen doğmadan yirmibeş belki otuz belki  daha   önceki yıllarda okulda, işyerinde, kışlada, partide, dernekte, örgüte, cemaatte   ailenden  daha çok vakit geçirdiğin, mekanları, güncel, ailevi, sevdasal dertlerini paylaştığın,  teneffüste koşturduğun,  ders notlarını değiş tokuş ettiğin, şakalaştığın, tartıştığın, sunum hazırladığın, yemek yediğin, elini tutuğun, sarıldığın,  müzik dinlediğin, benimsediğin ideolojiye göre  ” Bağımsız Türkiye” , “Kahrolsun Faşizm” sloganlarını attığın, ırkçılığa,  HES’lere  karşı eylem yaptığın, sinemaya, tiyatroya, konsere gittiğin, mektuplaştığın sonrasında mesajlaştığın, Whatsaaplaştığın onlarca Yoldaşı, Hevalı  ilk Leyla’yı sonrasında Aytül’ü, Haldun’u, Can’ı   toprağa verme sana, hayatta ilk defa  karşılaşılan her şeydeki  gibi  aylarca etkisinde kalacağın ilk ölümü, ölen kişiyi,  ismini, nasıl öldüğünü  yıllarca unutamayıp, hep de  unutmayacağını sanırken,  yaş ilerledikçe her defasında sanki öncesinde hiç  bu kadar yakın birini  kaybetmemişsin hissini yaşatacak - Haldun’u kaybettiğin günlerde sonrasında kim ölürse ölsün canını bu kadar çok yakmayacağını  düşündüğün  acının kat be kat fazlasını Can’ı kaybettiğinde çektiğini hatta o günlerde  Haldun’u dahi unutmanın- ölümlerle karşılaşacağından  unutmam dediğini  unutabildiğini, hatırlamakta zorlandığını da   algılattığında  sıfatı ne,  kim olursa olsun,  ailenden bile  olsa,  kaybettiğin kişinin vefatını kabullenme süresiyle,  duyulan  acının derecesi  ilişkiye  verilen emeğin, yaşanmışlığının, paylaşmışlığının  azlığına, çokluğuna göre farklılaştığından,  anılar, yaşanmışlık  çoksa   sonsuza dek  beraber  olacakmışsın doğallığında varlığına alıştığın, bağlandığın öldüğünde yaşayacaklarından  haberi olmadığından, sanki onu terk ederek  ihanet yaşatmışçasına,  incitmişçesine üzüntüden   sızlayan kalbinle bir başına    “Guermantes tarafını tekrar görme arzusuna kapıldığımda, Vivonne Nehri’ndekiler kadar, hatta onlardan daha güzel nilüferlerin olduğu bir nehir kenarına giderek … bana bir akdiken çalısını…”  okuduğunda gelmiş geçmiş en bilgili, en kültürlü üstelik  bilgilerini  hizmete sunarken başına da kakmayan mütevazilikteki baş öğreticin Google’a,  Combray yazdığında gelen sayfalarda yaptığın ufacık bir  gezinme,  doğasına hayran kaldığın  Combray’ın Illiers köyü, Vivonne nehrinin  Le Loir  ve çok merak ettiğin acaba hiç gördüm mü diye akıl yokladığın akdiken çalılığına, ağacına da hiç rastlamadığını öğrendiğinde, her ülkenin kendine özgü, başkalarını hayran bırakan  doğal güzelliğe sahipliğini, hiç yurtdışı görmeyenlerle  içinizde en çok yurtdışına  seyahat edenlerden oldukları halde  belki de  vatan hainliğine eş sayılacağı korkusuyla bile bile  “memleket tamam güzelde, daha da güzel yerler var efendim, gördüm ben. Edinburg mesela uçsuz bucaksız kırlar…keza Karadağlar, Kotor, Viyana, Paris’ demeyenlerin   ‘memleketimizden  güzeli yok’ böbürlenmelerine tok karnınla,  Guermantes tarafında Le Loir nehri üzerindeki köprüden geçerek,  iki yanı ağaçlarla  örtülü  Proust yolunda yürüseydin  bile  attığın her adımdan birinin boşluğa geleceğini… ne kadar meşgul olursan ol, ister dünya kadar kitap oku, ister yaz, ister şirketin bütçesini, yatırım planını çıkar, ister arkadaşlarınla otur bir Cafe’de;  neyle uğraşırsan da uğraş ve aklın, beynin de nerede olursa olsun,  derinlerde tam olması gereken o yerde kaybettiğinin   bıraktığı boşluk,  eksiklik olmasa, hayat nasıl da  ‘tam olacaktı’yla   ordan oraya  savrularak   yaşayacağını,  bir daha dönmeyecek yola, miş’li geçmiş zamana uğurladığının sana;   ne bir  umut…ne yaşam sevinci… ne  gelecek…ne devrim…ne özgürlük hiçbir şey bırakmayıp,  bugüne, yarına dair  de ne varsa hepsini, hayatını katlanılır kılan gerekçelerini yanında götürmesiyle,  herhangi bir ölüm… bir felaket  karşısında  hiç bir Jung’cu, Freud’cu analizin açıklamayacağı   ‘ben gencecik oğlumu…kardeşimi  yitirdim bana ne… derdim, tasam bana yetiyor, ben kendime ne yaptım ki sana yapayım’,’daha yeni kaybettim hayat arkadaşımı…babamı…annemi, ölmüşse ölmüş ne yapayım’ lı,  görülme olasılığı yüzde %50 den fazla  duyarsızlıklarla dolu,  belirsizliklere, tahmin edilememeye gebe eskisinden farklı bir kişilik…bir ‘ben’   armağan ettiğini,  bunu da yalnızca yeri doldurulmayan  o   boşluğun sahibinin  bildiğini, bildiğin(m)dendi, artık ki, bu coğrafyada hiç kimseye  ölüm nedir, ne menem  şeydir  yaşanmadan  tamamlanmayacak bir çocukluk, bir gençlik bahşedilmediğinden daha önce ebeveynlerin,  sonra haki renk  postaların tekmesiyle yokuş aşağı yuvarlanmamış…daha  Arapça "gece" anlamına geldiğini bilmediğin, üç aydır hiç  eve uğramadığından -‘nerde?’-‘ çalışıyor,  çarşıda arkadaşıyla ortak  otel aldı.Sevin kız, babanın  Kartal Palas adlı   oteli var, zenginsiniz artık,  bir gün seni de götüreceğim,  babanı da görürsün’ cevaplı  amcayla evin ihtiyaçları karşılansın diye  para yollayan babanın yaptıklarına karşı elinden hiçbir şey gelmeyeceğinden ‘İki, üç aya kalmaz doğum yapacağım, bir şey var? Bu herif niye   gelmiyor  eve diyorum hep  bir şey  yok yenge, otel’de iş çok diyordu. Sonunda dayanamadı  kayınbiraderim anlattı bir  kadın varmış otel’de. Leyla’ymış adı, Ankara’dan gelmiş  bir dansöz, bir odada onunla yaşıyormuş. Öyle kadınlar eninde sonunda çeker giderler bir gün, o da geri döner ’ şikayetinde aldatılmayı ‘ne yapabilirim ki, nereye giderim’ çaresizliğine ‘üzülme tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yuvasıdır, sabret, erkek değil mi? hepsi yapıyor‘la kabullenme zorunlu  yol yordam gösteren aynı durumu yaşayan  komşularına,  eltilerine başına geleni  çocukları duymasın diye yavaş sesle anlatan  anneni kederiyle Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal, Feyzullah Çınar, Muhlis Akarsu’lara  sığındıran pikapta çalmak için, sadece adını duyduğun hiç görmeyeceğin Kartal Palas otelinden üç ay sonra  yıkık ruh halinde elinde bir plakla eve dönen babanın, defalarca  çaldırdığı, bugün   kimin söylediğini hatırlamadığın “bas bas paraları Leyla” öncesinin naif  “su ver Leyla’m yanıyorum”, “Mecnun’um Leyla’yı gördüm”,  “dertliyim Leyla”   şarkıları, türküleri yaşlıların, kuzenlerinin anlattığı masallar, hikayeler yüzünden  mavi gözlü  bir  Leyla’nın mantığa  tersliğinde, etrafındaki illa doğulu, kara bazen de koca yeşil gözlü, uzun  saçlı,  esmer tenli,  güzel bakışlı  kız  çocuklarının çoğuna  belki  babaların   annelerin dışındakilere  mecnunluğundan en çok  koydukları isimken,    annen de sana  daha   sarışın  Leyla adlı bir teyzenin öldüğü anlatmamışken artık     kayıp  bir Özge Can’ olarak   Leylâ’yı duyduğunda, tanıdığın Leylâ’ ların çoğu  da yitirten  kayıp  bir Özge Can’ olarak   Leylâ’yı duyduğunda, çok uzaklarda kerpiç bir evin pencere pervazında sessiz, sedasız gözyaşı döken biri canlanır. Leylâ’lar  gitmek için gelirler değil mi ? tamamlanmamışlık, yokluk, eksiklik yaşatacak Leylâ’ların  gidesi vardır, kalsalar  Leyla olmazlar sankiyi ruhuna   kazıtan amca kızın, oyun arkadaşın beleğinde  niye silinmeyen bir iz bıraktı demeyeceğin  Leyla’nın kaybıyla  altı yaşında tanışacaktın  ölümle. O  tanışıklığın, bu coğrafyada dijital devrim tavana vursa, Mars’ta yeni keşif  Europa’da koloni kurulsa da kötülükte MasterChef’liğe yükseldiğinden kalpleri  çoktan pas tutmuş; başkasının, komşusunun  dükkanlarını, evlerini yağmalama, talan etme suçunu işlemenin taltiflendirildiği  6/7 Eylül’ün , …, …, Maraş, Çorum, Madımak, Roboski katliamlarının planlayıcısı “masum çocuklardan katillerin“ yaratıcısı sistemin  ürünü  Türkiyelilerin  nasıl  değişmediğinin,  her nefretin, her öfkenin  kötü muameleye zincirlendiğinin, yıllarca hüküm süren,  daha da sürecek karanlığın da kanıtıydı, sana göre.

  

Abisinin, bahçedeki  çınar ağacının   köklerinden ayrılmış  ev çatısını kaplamış kalın dallarına halat bağlayarak  yaptığı salıncakta, önce üç yaş büyüğün beyaz yakalı siyah okul önlüklü  Leyla’yı, sonra seni salladığını anımsadığın,  aynı zamanda annesinin de   akrabası anneannenin ‘ismini ben koyuyorum Bad-ı Saba olsun ’  demesinin  bir şey ifade etmediği, babanın demesiyle Gımgım’da nüfus müdürlüğünde çalışan kuzeninin  ilerde sırf ‘hırboydu,  kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’ densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak  iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde fark ettiği biri 1956 ( evli bile değilken)  diğeri 1965 tarihli aynı isimli,   farklı doğum tarihli  iki kız çocuğundan sanal olanının (ölümü halinde miras işlemlerinde  sorun çıkaracağından) yokluğunu ispat için tüm aileyi, iki de şahidi   mahkemeye hakim karşısına çıkaran;  Cumhuriyetin  ilk yıllarında  1930’larda , 40’larda,  50’lilerde  hatta   60’larda   önceleri iki, üç  sonrasında yılda bir kez;    baban dahil   onlarca köylü çocuğun  doğum tarihinin   31 Aralık  olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda;  doğanları, ölenleri kaydetmek için  köy  evlerini gezen; taşrada özellikle de  resmi ideolojinin   Doğu ve Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet göstermekle kalmayıp kendilerinden de akıllı saydıkları memurlar gibi nüfus memurlarının;  ‘giderse tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar,  sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı tutun,  Abbas’ın öldüğünü söylemeyin,  yerine bunu saydıralım, nerden bilecekler’ kurnazlı köylülerin ‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu’-‘beyim dere taşmıştı, sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ -‘bizim Sofi amca  hastaydı, bütün  köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı Haziran’dı’ -‘deprem olmuştu Apo Rıza  ev damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’-‘ en tavlı inekti baktık bir gün ahırda  ölmüş,  kar kıştı; o esnada doğum yaptı, bunu doğurdu’ bilgilendirmeleri altında boyuna, posuna bakıp   akıllarından geçirdiklerine, ideolojilerine göre genellikle de ailesindekilere, çocuklarına, kardeşlerine  ait  isimleri  köylünün  çocuklara yazmalarına, doğum tarihlerini  belirlemelerine ses çıkarılmadığından   Bad-ı Saba’nın Leyla’yla yer değiştirdiği amca kızından; babasını mahpusa   düşüren    başlı başına bir film hikayesi kadınlara zaafına dair  vukuatı sonrası, bir ayağı sallanan  iki sandalye, döşek, yorgan,  iki üç de kap kaçaktan ibaret eşyalarını  kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gumgum) Gımgım’ın yerini Ermenice “Vart=Gül”den  türetilmiş  Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden Badan (Bada)  yerine Teknedüzü demek zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine geri dönmeleri yüzünden  ayrılacaktın. Yıllarca paylaştıkları  aynı toprak üzerinde yan yana yaşadıklarından olmasının mümkün olmadığını düşünecek çapsızlıkta…sığlıkta çok uzaklarda  Kürdistan’ın  dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara gönderecek,  evlerinde  klasik roman okumalarına  şaşırılmayacak,  zanaatkarlıklarından; örfünden  adetlerinden; dillerinden, dini ritüellerinden; başları  kaplayan, dik kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı, dışı  fesli  ortasından kenarlara doğru siyah püskülün  yayıldığı keçe dedikleri şapkalar takan kadınlarının  yöresel  giyimlerinden; küplerde  pancar,  kışın donmamaları için tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma, dolma,  kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday çorbası ,  kurut, sulu köfte, sir, şir, siron   belki onların belki de değil  Babuko ( Zerfet) …, ..,  onlarca yemeğin yapıldığı  mutfak kültürlerinden etkilenmemiş; şimdi üzerinde çocuklarının  oyun oynadıkları  otların altında kaldığından  kalıntıları, güç bela fark edilen viran eylenmiş  kiliselerde ilahiler okuyanların kederli  yakarışlarını  duymamış, tehcir sonrası  artık ilk sahibini bile  kendileri saydıkları, üzerlerine tapuladıkları, üstüne  evlerini  yaptıkları arsalarda, , tarlalarda birlikte  ekin biçmemiş,  bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen  kapısız  holün  mutfağa, misafir, yatak   odalarına, mahzene,  üst kata çıkan merdivenlere  açıldığı, yemek pişirilecek  ocağın da içinde bulunduğu geniş mutfakta,  holde çocukların  etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini yakalamayı sevdikleri  evi damını taşıyan,  destekleyen  kalın tahta  sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle  iki katlı, üst katta derenin, ormanların, dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği  balkonlu mimarisini çok beğendiklerinden   ;annenin çocukluğunu geçirdiği   depremde yıkılan  konak da dahil benzerini yaptıkları   evlerde sacda,  bazen de depo gibi kullanıldığından odunların da istif edildiği, ekmek, balık,  bıjıkı dorak, güveçte et pişirilen toprağa gömülü tandırda  lavaş, yufka ekmek  pişirmemiş ayran içerek ‘baoo bu sene zor geçecek, ekin az tarlada, vergide boyun bükecek’le dertleşmemiş  deré  Mengelî de  kuru, sıcak havalarda  yıkanmamış,  dedenin evindeki gibi yatay olarak bahçe duvarının üzerine yerleştirecekleri  hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş  kül, toprak saman karışımı  çamur   ya da     tezekle  çamur veya kül  karışımı harçla sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak  çay içilmemiş,  şarapla demlenmemişçesine; hâlâ  kullandıkları  Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…,  köylerine, kasabalarına adlarını  veren,  büyüdüğünde    yabancı bireylerde, filmlerde, dizilerde , kitaplar  da    rastladığından  ‘teyzeme Sara, halaya  Benevşa ???.nasıl oluyor   da asır öncesi yabancıların kullandıkları  isimler konulmuş köydekilere’ merakına ‘ne bileyim’ kaçamaklı cevapların da nedeni; çocuklarına koydukları  Dudu, Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli isimleriyle  istemeden   andıkları,  geride bıraktıkları  geçmişi saklayan mezar taşlarının  derin,  hüzünlü izlerini  silmek için yaşadıkları coğrafya’da düşmanlaştırılmalarına  göz yumup, katkı sundukları  halbuki  1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları,  kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir dağlarına ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için  kızağa yatırılmış hastaları  çektikleri  kağnı arabası, at, eşek üstünde çoğunluk yaya sarp geçitleri, tepeleri  aştıkları o kuş uçmaz, kervan geçmez taşlı  yollarda ayaklarda çarık,  lastik ayakkabı, rüzgar, tipi, fırtınada ölmeden sağ  kalma mücadelesinde, açlıktan hiç yapmayacağım denileni,  dilenciliği bile denedikleri, hayatını kaybedenleri   mezarın bulamayacaklarını  bile bile öldüğü  yerde gömecek tıpkı Türklerin, Kürtlerin,  Çerkezlerin, Rumların  yanlarında altın, para, mücevherlerini götürdüklerini düşündüklerinden göç yolunda  Ermeni konvoylarına ganimet için saldırmaları gibi her an kadınlarına da  tecavüz edecek hatta hoşuna gideni  alıp kaçıracak  korkusunu hissedecekleri  çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında  ‘bizi bu hale düşürenler hiç  gün yüzü görmesin’  lanetinde   ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara gitme  zorunda bırakılmanın nasıl bir facia …nasıl bir ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de kurtulsak şuracıkta’   yılgınlığı…nasıl bir keder  olduğunu bilmelerine rağmen onların yerine koymayacakları gibi  kendilerini haklı da çıkaracakları  tonlarca yaratılmış bahaneli Kaf dağının  ardına sığındıklarından; hiç   birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemiş tavrında  Ermeni komşularının  kayboluşuna  sanki büyük bir tufanda  yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlarının  acısının dilinden kimsenin anlamaması çaresizliğinin, kalp sızısının  fotoğrafı sıvanmamış eski  köy evlerinin duvarlarında  kiliselerden getirilmiş   taşların,  evlerden alınmış  onlarca Lara’nın, Lena’nın, Angel’in   yemek yaptığı kap kacak, kara kazanlar,  ellerini  sürdükleri saatler, lambalar; David, Adom ve Nurhan’ın  su taşıdığı bakraçlar, oturdukları  masa, sandalyeler  kadar  yakın geçmişi hatırlamak istemediğinden unutan  içinde bulunduğun Alzheimer’lı  toplum , sülale,  aile bireylerince;   93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Karsı alma,  Ruslara  darbe vurma amaçlı başlatılan; 90 bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü  Sarıkamış Harekatına !! dair  haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip saklandığından  Osmanlı tebaasınca savaşla  ilgili gerçeklerin  uzun süre  bilinmemesi misali her devlette…her ailede…her kökende…her dinde, mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere bol güzellemeli resmi; devlet, din, köken, aile…, …, …,  tarihlerinde, kitaplarında yer aldırılmayacağından,  kimse de  anlatmaya kalkışmayacağından pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din, mezhebin, …, …, sülale, aile üyelerinin  faydalandıklarından geçmişte, yarında  işledikleri ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz, hırsızlık benzeri aynı suçlarını örtbas için  ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarında  defacto sözleşmeleri, anlaşmalarıyla  gizlenen  gençliğin devrimci başkaldırısının büyüleyiciliğinde, Marx’ın Kapital’inin, Lenin’in Ulusların  Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkının altında bıraktığın, yaşadığın  coğrafyanın geçmişinden, tarihinden; kendin dışında ötekileştirilenlerin  acılarından, kayıplarından;  hayal meyal hatırladıklarından  belki de vahşetin utancından  belleklerinin bir köşesine ittikleri  çok geç dile gelip ‘ bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, 40 kişiymiş bir evde. Onların, bizim evle bir dostluğu varmış, falan. Onlar şey ederken, o kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan.Bazen yağ eritilirdi  onda.Beş teneke…Onlar gidince arazisi  olmayan köylüler gitti sahip çıktıları arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Bu sonunda Tapu kadastro gelince tapu ettiler. Bizim köyde  Ermeniler yok idi  ama Ameran (Onpınar) o köy onların elindeydi.Ne deselerdi o olurdu.’-‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü Ameran’da   Çarbuhar ‘ın kollarından deré Mengelî’de bir Kom vardı belki sende hatırlarsın, Seyhs Süleyman’ın mezarına giden yolda köprünün hemen altında, işte  devlet bunlarla ilgili  ferman çıkardığında Ruslar  da Varto’yu işgal etmişler, savaş var yani,  eee bu Ermeniler de tabii Ruslardan yana olmuşlar hemen.Neyse  Ameran’da ağalar   -o zaman önce isim sonra baba adı söylenerek insanlar tanıtıldığından Ali’nin  oğlu Veli  yerine-  Veli é Ali  başkanlığında diye devam etti amcam  kırk Ermeni erkeği samanlarında saklandığı  kom’a hapsediyorlar.Sonra bir camışın (manda) üzerine kom’un kapısı önünde  gazyağı döküyor, ateşle yakıp içeri atıyorlar, camışla birlikte içeride ne var ne yoksa birlikte  yanıyorlar. Bu nasıl bir canavarlık…nasıl gaddarlık  bir hayvanı canlı, canlı yakanlar neler yapmaz hayatta...kimse kusura bakmasın, hiç kimse benim kaşığım ak demesin  mayasında gaddarlık, vahşet var bu toprakların dedim…’le  anılarını su yüzüne çıkaran aile büyükleri sayesinde haberdarlığının kusur sayılmayacağı uluslararası öneme haziliğinden heyecanla karşılanacak “bizim yoldaşlar iyi eş becerdi”  takdiriyle alkışlanacak  proletarya diktatörlüğünü kurma peşinde  dolu dizgin arkana bakmadan koştuğundan, bir zamanlar köyünde, doğduğun Varto’da Ermenilerin yaşadığını, evlerinin, kiliselerinin bulunduğunu da  çok çok sonra, annen dahil  pek çok akrabanın da  ailevi  miras davası nedeniyle ele geçen  ‘ermen milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ibareli tapuyla  tehcirden sonra  dedenin aldığı arsanın   bir Ermeni vatandaşa aitliğini  ikibinli yıllarda  öğreneceği  koşulların varlığında ne hazindir  ölümünden sonra, o  da  bilmeden ağızdan kaçırdıklarından anlattıkları  seni kuzenin   Leyla’dan ayıran amcanın vukuatıysa  şöyle olmuş ‘ baban Karayollarında tabldot memuru,  Nuri bey diye birini Ankara’dan  göndermişler, Van’ da, İskele köyünde TRT’nin  radyo evini açacak.Baban  rica ediyor ‘kardeşim var işsiz, odacı olarak alsan’ adam  tamam diyor.Köyden geldi işe başladı amcan sonra  yengeni,  üç çocuğunu da getirdi,   yanımızda  ev kiraladık.Yazın  yengen çocuklarla beraber köye gitti kışlık hazırlamaya peynir, kavurma, çökelek.Gitmeden de iki üç tane  böyle eldiven’-‘ eldiven?aaa yaz günü???’-‘ Şehirli ya, artık fors atacak  köylü kadınlara, akrabalara; iki tane  jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven, bir de  manto aldı. O sıcakta köyde eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de  köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim kadınlar fes takıyordu daha, bir de beyaz leçeklerle  bağlıyorlardı başlarını. Yalan olmasın Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk,  evlerin yanında ahır,  bağ, bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri  adı Makbule’ydi,  sütçüydü, mahalleli sütünü ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin.Yengen kadına “ben köye gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her   sabah bir bardak  süt kaynatıp versen” diyor. ‘-‘yok artık, olacak şey mi’ –‘Aptal Makbule’de  yengen gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna dedi  ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış, getirmiş ben öyle zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcaya  bak sen !  süte atılan bir şeker neler de kadir’ –‘neyse, amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı araba getiriyor bırakıyor  eve. Bu  sinyal almış ya her gün arabadan inince  kadının evinin kapısının, camının önünde  bekliyor,  kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum,  kocası da öyle şerefsizdi ki Makbule’nin. Adı Ali’ydi,  kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı yanlarında kalıyordu  yok yemek döktün, yok altına kaçırdın, yok  bilmem ne yaptın, ölmedin gittin diye dövüyordu.Bende  kalktım’ dedikten sonra  her zamanki gibi bir  olayı anlatırken birden bağlantıyı kaybeden annen  son söylediği cümleyi havada bırakarak devam edecekti ‘ondan sonra Ali yeğenini de çağırıyor  ‘gel bu gece biz bu adamın hakkından gelelim’-‘dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın kendini gözlediğini’-‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir hafta  gözledi beni diyor.Artık kadının burasına -boğazını gösteriyor- tak  ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen gittikten sonra bir hafta bize gelmiyor bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu’ meğer adam (amcan) meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının arkasında amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl kapının önüne gelir gelmez birden kapıyı açıyorlar amcan içeri  düşüyor. Vay ulan!  sen misin, namus ırz düşmanı vur da, vur. Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ Gözünün önünde hayal meyal amcan;  yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a ilk geldiklerinde senin de bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş; sabaha kadar kaşınmalarımızın faresiz, tahtakurusuz, sineksiz bir hayat yok sanmamızın, yatağa yattığımızda tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır koşturduklarından  ‘oyun oynuyorlar’  diye düşündüğümüz, ölesiye korktuğumuz farelerin sesini duymamak için  başımıza yorgan çektiren  tavanı, tabanı tahta, ahşap  evlerde; bugünkü kadar yaygın olsaydı ebeveynlerimizce,   üç dört seansa bağlayıp  Ümit köyde, Çay yolunda, Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde  bir villa daha  alsam açgözlülüğündeki    psikiyatristlere götürüldüğümüzde  gözlerini fal taşı açtırtacak ‘  bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak özgüveni dinamitleyip, korkak  çocuklara neden oldunuz’ çıkışmasına ‘  sanki mutlu sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım, Şöför Nebahat, Senede Bir Gün,  Ah Nerede,  Hababam Sınıfı  izletilen, peri masalları öyküleri,  okutulan  nesilleriniz  psikopat olmadı mı? Zaten  içinde bulunulan koşullarda psikopat olmaları doğal  değil mi?’ yle karşılık vermekten  aciz  çok şükür ki  o çocuklarda, bizlerde   Bipolar bozukluk beklerken eksiklikleri de olacak normallikte  bir  Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarını  nasıl izah edeceklerinin de merakında,  annelerimizin  ‘kapatın  gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır, koparırlar burnunuzu’  korkutmalarını çoğaltan;  komşu evden diğerine  seyahati seven,  arka sokak otellerin, Hostellerin,  evlerimizin sahiplerinden  huylandığımızdan yatağa girmek istemediğimiz,  geceleri  ışıklar söndüğünde  fareler gibi harekete geçen yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girebilecek kadar yassı, ezdiğimizde fışkıran  kanlarımızla  beslenmiş, ısırdığı yeri  kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı yakarak ortalığı kolaçan edip  kırım yapacakken  ışığı görür görmez hızlıca  kaçan, kaldırılan yatakların altında tespih tanesi gibi dizildiklerini de gördüğümüz fareler gibi uykularımızın düşmanı kırmızı renkli  iğrenç böcek tahta kuruları, mutfakta süt tenceresinden  süt içerken gördüğümüz yılanlı çocukluğumuz da  yaşadıklarımıza  on basacak kadar  kötü olaylar yaşanacağından  gelecekte;  kendisine yer açmak isteyen  dimağlarımız o günleri hemencecik sildiğinden, Türkiyeli toplumun hep  eleştirilen ama  değişmeyen en karakteristik özelliği  balık hafızanın çoğumuzu psikiyatristlere düşürmemiş işe yaramışlığını da unutmadan,  annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye  Arap sabununa daldırdığı tahta kıl fırçayla silip yıkadığı, halısız, kilimsiz   tahta zeminde, üstüne atılan örtü kısa geldiğinden bir  demir ayağı gözüken  somya,  duvara yaslı  kanaviçe örtülü  kırlentlere yaslanmış siyah saçları kısa kesilmiş yengen, amcan , Leyla , abisi, kireç  badanalı duvarda her gece  masal kitabıymışçasına  bakarak uykuya daldığın her defasında değiştirdiğin ‘sonra kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu kendi kendine anlattığın masalların  dayanağı; bir kadının kollarındaki açık  örtüdeki çok  güzel, tombik  bir bebeğin önünde diz çökmüş elinin altında kuzu olan bir adam, yerde tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca  bacaklarının göründüğü  ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntı kaçırılmadan Kurban Bayramından ziyade  Hz. İsa’nın doğumunun  tasvirlendiği  duvar halısın da göründüğü  siyah beyaz  bir fotoğrafta bulduruyor, kendini.‘Köydeydim amcan mahpusa  düştüğünde.Dişim ağrıyordu, doktora gittik önce   okulda tatil olunca çocukları aldım doğru ev damına.Bu Makbule her sabah  süt sağardı.O da benim gibi ufak tefekti.  Ey okuyucu ! bireylerin yanında mutsuz olduğundan, davranışlarından artık hoşlanmadığından  aldatacak kadar bıktığı  eşini, sevgilisini benzer,  aynı fiziksel ruhsal özelliklerde  biriyle aldatmasının nedenini çözme görevi,  ben Leyla’nın babasının vukuatını  anlatmaya devam edeceğimden şu an senin. Kırmızı bir mantosu vardı onu giyer, böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu sağa sola evirerek taklide de yelteniyor) giyinip, kuşanır,  amcan içisin diye  süt  getirir  ‘akşam  Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye sorardı. Güneşin batmasına, gökyüzünün hafif kızılaşmasına yakın radyodan yayılan öylesine çağıldayan billur  bir sesti  ki  gece  annenin dilinde kardeşlerinin ninnisi “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”lı  Muazzez Türüng, çocuk yüreğini nedenini bilmediğin  hüzünle doldururken bir bakmışsın  bir gün  Can’ı  sallarken ayağında,  hiç aklında değilken o anda gayri ihtiyarı dudaklarından dökülendi de. ’Bilmiyorum artık kim doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’   Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçilerin “amca öyle bir sanatçı mı var?” gülüşmelerine sebep  Muazzez Türüng’in kasetini aramasına nihayet aklın erdiğinden amcanın, Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok.Zaide vardı  komşumuz.Bu olay olmadan önce  bir gün bana dedi ki “ Makbule kocanın yolunu gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha”. Amcanın dediği gece işten geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok manasına.Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki “senin bu karın  komşuyla her akşam bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın yolunu gözlüyorlar, yakalıyorlar...’-‘yengen köydeydi, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor.Ben kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor.Sonuçta  bunlar birbirlerini bir güzel dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes bana  öyle kazık attı ki... ben o kadar onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim...’ annenin anlattığı olaydan bir kopma anı daha ‘baban yemeğe gelmiş, sabahleyin  kahvaltı yapıyoruz. Anlıyorsun ki baban daha yeni tanışmış  geceyi birlikte geçirdiği o kadın Leyla’yla. Ben kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor “yenge hanım, eşin  evde mi?” dedi , evet dedim. Dedi ya ben yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne oldu?  tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime haber ver’. Hallah hallah dedim,  ‘bu ne yapmış’ dedim, valla bilmiyorum .Baban vey, vey  kör olaydım abim, abim diye dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine göndermişler. O zaman annemin akrabası  avukat  dayı Teyfik’in (Tevfik’in)  Mustafa diye bir hakimi var, orda. Hakim onun davasına bakıyor.Baban gitti dayı Teyfikle konuştu, tabii  Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay cezaevinde kaldı, yok üç ay…Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde kalabilir abin.Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim.Yıl 1965 tamam mı?Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık cezaevine.Ya biz diyoruz…baban gitmiş sormuş ‘ulan abi, sen ne yaptın?’ demiş böyle, böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar. Sen demiş ceza çok yiyeceksin.Dayı Teyfik, Mustafa  bey bakıyor demiş, ben onunla görüşürüm hele bir üç ay içerde kalsın.Üç ay sonra bunu bıraktılar.Bize geldi dedim amca sen bir hafta nerdeydin?Sen bir hafta, bize her akşam geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar  geliyordun, sen nerdeydin? Dedi erooo… hiçç,  ben  böyle bir kuyunun içinde çamur vardı dedi, ben o  çamurun içine düştüm, nasıl kendimi kurtardım bilemedim.  Çünkü dedi kadın her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak şey mi. Zaten yavrum,  sen bilmiyor musun? Doğu’nun insanı saf, hani yengen (süt götür)  öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest) olsun.’ Saçlarına aklar düşmese zamanın aynı yerde durduğuna inandıracak, bir  akrabanıza  benzediğinden resmini gösterip, adına aşinalığını bildiğiniz  ‘kendi kendime annem Sophia Loren’le  ilgili bir şey olmuş anlatmaya  çalışıyor herhalde diye düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene sesini duyunca.Bir  baktım elinde Pasiflora şişesi’yle  çocuklarının anılarda yer edinen   konuşmalarında, bazı  kelimeleri telaffuz edişindeki  komik harf hataları torunlarına   banka ajandasında bir sayfaya  ‘Gergadenger Gergadan, regretör radayatör, jet jest, Tiborg Trump,  Marko Macron, Ingılışov English Home’ notlu  ‘anneannenin söylediği yanlış kelimler’ başlığını açtırtırken, seni dumura uğratan kelimeyse- yanıldın  okuyucu demeyeceğim zira kaç kere söyletsem Associated Press’i,  acaba nasıl telaffuz eder diye düşünmedim de değil-evde olmadığını bildiğinden ’bulamadım  sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün mü? nereye koydum‘  dört dolanmasını, sonunda ne çıkacak diye merakıyla izleyip ‘buradaymış gözümün önünde buldum sonunda’ dediğinde gösterdiği  magnezyum plus tabletleriydi,   anneni ‘ gel sultanım gel, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucaklamanı  hak ettiren ’Amcana dedim ki kadın sana sütün içine şeker atmış getirmiş, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Ondan sonra çıktı gitti köye. Gitti gitmesine de  yengen alıştı bir kere şehre, durmak ister mi köyde? Sürekli çalışacağı bir saniye dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış köyde durdular, ailenin reisi büyük amcan da rahatsız onların köye, iki göz odalı ev damına dönmelerinden’

 

Dinledikçe anneni; Avrupa’da  ortaçağda şort giyecek bir kadının bugün Türkiye’de göreceği  tepkinin aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak  sosyologların  yasaklanan her neyse onun insanı tahrik ,  cezp ettiği tespitinde  yüzyıllar öncesinden kalan Apollo Belvedere (Belvedere Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl),  Michelangelo’nun 1500’lerde  yaptığı Davut  ( heykelinin Osmanlı’da İstanbul’da sergilendiğini farz  edin, parçalamak dahil heykelin, yaratıcısının  başına nelerin getirileceğinin nedenini  herkes tahmin edeceğinden kapatıyorum parantezi)  heykellerinde, resimlerde görüleceği üzere    giyinirken, soyunurken, banyo, tuvalet  yaparken   sabah, akşam görülen vücudun tamamlayanı, ayrılmaz parçası  her uzvun Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak  sergilenmesi, cinselliğin   ayıpsız, günahsız  doğallığını kabullenen Avrupa’da eğer ruhsal bir hastalıktan muzdarip değilse insanlar şortla gezen bir kadına  en fazla bakar belki de  bakmazlarken   “çükünü, pipini kaldır da amcana, abine göster”  gururlu  övüncün nedeni “çükün…pipinin”  evde, parkta değil de  meydanlarda, tablolarda  sergilenmesinin ayıp, günah  sınıflandırılmasının abesliğindeki Ortadoğu’da;  yıllar yalnızca rakamların değiştiği bir şeymiş de coğrafya,  zaman, toplum, ülke,  bireyler  hep aynı  yerde kalakalmış  hissiyle dolup taşarken, şimdilerde   cep telefonu kamerasına kayıt edilebilindiği için kamuoyuna yansıyan, yüzde 99’unun başına geldiği halde ‘süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın”  türünden basitliklerle, illa ki   suçlanacaklarını öyle ki yazın  Avrupa’da,  Küba ‘da  ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece şortla dolaşır, sutyen bile takmazken bunu  vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki  adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi  kadınlar  da dahil herkesin "böyle dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizin, tecavüzün , laf atmanın ‘geceleri yatağa yatmaya kokuyordum,  odalara serilen yer yatağında kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden üç,  beş yaş büyük oğlanlarla yan yana yatıran akıl; başta annem   dayın…kuzenin…amcan sana böyle bir şey yapmaz iftira atma diyecekti.Kime söyleseydim, kim inanırdı bana? Kardeşini, amcasını, yeğenini korumak adına kendi çocuğunu feda, lanse  edecek ‘kol kırılır yen içinde kalır’lı aşiret, sülale, aile zihniyeti ‘çocuk bu, ne söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor dedirteceğinden, bir de olan  sanki doğal olması  gerekli bir şeymiş yoksa niye bizleri yan yana yatırsınlar  sandırttığından  onbir , oniki yaşlarında başımıza gelenleri  biz kızlar birbirimize dahi itiraf etmeden  sustuk hep... iğrendiren koca bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak oynayacağı  mahrem yeri arayıp bulacağını bileceğin geceleri yatağa girmemek için uykuya direnirdim,  kızardı annem  “uyu artık, lambayı söndüreceğim” baskısının yanında yatmış numarasıyla  uzandığı yatakta  senin yanına yatırılmanı bekleyen …, hayır …anlatmak istemiyorum’  dehşetini yaşayan  çocuk ruhunda yetişkinliği de  darmadağın eden; tesadüf eseri saçıldığında ortaya,  vatanları  Türkiye’de yaşanmadığından hiç duymadıkları, karşılaşmadıkları için herkesin   “kanlarının donduğunu” söylediği,  bol kepazeli  “Palu ailesi”  hikayeli de  olabilen; ensestliğin bile  hak görüldüğünü  deneyimlerinden bilecek  kadınların aşikar edemedikleri süre giden, gidecek kadına  yönelik her türlü ayrımcılığın, tacizin, cinayetin   bin kat daha fazlasının yaşandığı dünün tacizci amcanın cezalandırılmayıp beraat ettirilmesinde görüleceği üzere bugünde  devamı;  hangi kurumda, her nerede olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç  işlersen işle  eğer  yüksek mevkilerde tanıdığın, adamın varsa  sırtın yere gelmemesi, hayatın kolaylaşması “mülkün temeli” adalet  mekanizmasında tanıdık bir   hakimin,  yargıcın   istenen  kararı alması ‘iyi hal’e sığdırıp  işlenen suçu yok saydırması    karşısında,  sadece üniversite bitirdiği için kendini kültürlü gören  yandaşlıkta kimsenin ellerine su dökemeyeceği sığlıkta  laik, dinci, muhafazakar, solcu, sağcı çığırtkanların sırf destekledikleri  liderleri, iktidarları,  zamanı, dönemi ve devirleri  ululaştırma hedefli  “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük, eşitlik, saygı, sevgi vardı,  düşün enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz,  yolsuzluk  falan hiç duymadık”  yalanlığı  “her şey kısıtlıydı, fakirdik  ama daha mutluyduk” mümkünlüğü; hayali bir yalan…bir mümkünlük olduğundan ispata kalkışmanın  gereksizliğinde;Ey Yarabbi ! bu devirde aklı başında birinin  başkasının oyuncağına, evindeki eşyasına, yediğine, içtiğine,  Malboro sigarasına dahi özendiği, istediğini  alamadığı, ulaşamadığı;  bir kamera çekimi sayesinde  Emine Bulut, George Floyd cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen ( eğer olsaydı cep telefonu kamerasına  kaydedilebilme ihtimali bulunduğundan  Sinan Suner’in öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki  eylem sırasında  çıkan  çatışmada  Er Zekeriya Önge’li  vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren tutuklanmayacaktı bile)  rüşveti, yolsuzluğu, karşılaşılan haksızlığı, hakareti, linci anında ispatlayacak  iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan, internetten, televizyonlardan,  sosyal medyadan  yoksun kele koltukta gezilen sansürlü, mahalle baskısını, yalanı, iftirayı  ortaya sereceği bir kamera, kendini, kimliğini ifade edeceği  bir platform bulamadığı,  darbenin ayak izlerini göremediği  karanlığını bir kenara bıraksa  bile yalnızca her dakika bulaşığı elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak  bulaşık makinesiz  dünü ,  ‘ahh nerede o eski günler’i özlemle anması, tutturması nasıl bir beyin fırtınasıdır ki. Belli bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerinde ya da bir,  iki ,üç  beş kuşak öncesi akrabalarındaki huyların, duyguların, davranışların, hastalıkların kendinde zuhur ettiğini  ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan  büyük dayı gibi özgürlüne pek  düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho hey’ derdi’yle  görmesine  rağmen, kendiyle, genleriyle   bağlantılı saymayıp  ‘ayyy bir inatçı…bir inatçı  kime çekmiş bilmem ki’ hayretleri içinde suçu evladına atan gerçekten kaçışı rutine bindirmiş ebeveynler  gibi , dediğim dedik yeni yetmeliğini bir türlü üzerinden  atamayan Türkiye’de kast ettikleri kendi   imparatorluk  zamanlarına  özlem olduğundan “bizim zamanımız da…”yla söze başlayanların aksine hayatı çekilmez kıldığından mevcudun, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken   Les Tuileries bahçelerinde ilk otomobil fuarının düzenlendiği  1898 Fransa’sında      Paris sokaklarında otomobilin  atlı arabaların yerini almasına,  telefonun icadına, elektriğin, uçağın  kullanımına  tanılık eden Proust’un “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte –sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden, terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırları; geç fark etsek de  başka türlü rahata, iyiye ulaşma  ihtimalsizliğinden kaçınılmazlığı tartışılmayacak  bir nevi hayatın, evrenin mazotu, dinamiği ama ne yazık ki her zaman da zihinsel   gelişimle paralel ilerlemeyen; ülkeniz aralarında   yer almasa da,  teknolojide,  sanayide  ‘atağa…yeni icatlara’ odaklanmış dünyanın itelemesiyle  ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’ dedirten bir önceki nesilde olmayan ( anne, babalarımızın gençliklerine, orta yaşlılıklarına denk gelen 30 yıl öncesine  90’ların başına  kadar- az da olsa bugünde de bazı-  evlerde buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, telefon bulunmuyordu ) teknolojideki, düşünsel alandaki   yeniliklere, farklılığa açlığından   belki de  sanki, hayatında hep varmış gibi  tahta, çamur bebekler Barbie’ lere, konuşan bebeklere;  elde dikili bez çantalar    sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı okul çantalarına,  radyolar   televizyonlara,  merdaneli çamaşır makineleri otomatik makinelere, ev telefonları  internete cep telefonlarına yerini bıraktığında;  bir kadının üstünlüğü görülen bakireliğin ‘bu yaşa kadar biriyle birliktelik  yaşamamışlığı ne bileyim  şüphe uyandırıyor,  kesin bir şey var’,  ‘hamile kaldı diye banka yönetimi mensubumuzun  evlilik dışı gayri meşru  çocuk doğurması genel ahlaka örf ve adetlerimize  aykırıdır diye işine son verdi. Şimdi  sperm bankasından edindiğin kimliğini bilmediğin erkeğin spermiyle hamile kalınıyor  çıt yok kimse de’ yergilerinin hata, kusur sayılan şeylerin  boşluğunu  ‘ Ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş biliyor musun? Pek bir zanaatkar olurlar o yüzden  duyguları da pek bir  incedir. Bu ülke  Dolmabahçe Sarayı gibi  şaheserler yaratıklarından çok şey borçlu onlara ’yla   ötekileştirilenlerin     taltifliğini   getirecek  ayıplananın ayıplanmadığı  düşünsel, zihinsel bir gelişim, değişim keşke   uzunca bir süre sonra değil de   bilgisayardan   laptop ‘a  geçiş  kadar hızlı gerçekleşe  ne kadar inanılmaz olurdu  yakarılarının  nedeniyken tek üzüntün  götürdükleri arasında  çocukluğunun, gençliğinin  olmasıydı ki, ona özlemdendi belki de kimilerinin  içten, çıkarsız “nerde o her şeyi sımsıcak kucakladığımız eski günler” kederli özlemi. Ama ve lakin “nerede bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanlarda görülen  zavallı, çarpılmış zihniyetin yaşadığı toplumdan habersizliğinin, ilgisizliğinin sonuçlarından  “biz hiç bilmezdik kim Kürt, kim Ermeni, kim Rum, kim Alevi ” söylemi,  yarattığı, sınırlarını çizdiği resmi ideolojiyle kendisinden saymayıp,   sınırları dışına atarak   ötekileştirdiği  kökeni, dini, mezhebi farklıyı,  muhalifi   mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir derin akılın önce başörtüsü yasağı  ardından “Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde  28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyet ve budamayla  belki de güdümde güçlendirdiği AKP eliyle  iktidara taşınan muhafazakar, mütedeyyin,  milliyetçi,  az biraz da liberal kesimin  kendinden öncekilerin  söylemlerini kendilerine uyarlayıp  "biz eskiden kim ateist, kim deist hiç öyle şeyler bilmez idik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama saygılarından Ramazanda ağızlarına bir lokma koymadılar. Din derslerinden  muaflardı  yine de  girerlerdi. Herkesin dini de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ?  yok inanç ayrılıkları,  yok ben Aleviyim, ateistim,  oruç tutmam da  vıy vıy da  vıy"  versiyonunu  ortaya sürmeleri yok mu ?? işte o tam evlere şenliğiydi  Türkiye’nin. Hayır,  yani yaşamasan, bilmesen sanacaksın ki  ‘sen kimsin’e içinden geldiği, hissettiğin gibi her türlü aidiyetten uzak ‘kim istersem o’yum’ dediğinde hemen  manyaklıkla  damgalanmayacağın,  bireyin düşündüğüne, davranışına, eylemine   hoşgörülü, yaftasız yaklaşan  toplumsal olgunluğa  eriştiğinden geçmişinde  Sierra Leone’de yaşanmış  tehcirin, 6/7 Eylüllerin, Maraş, Madımak katliamlarının olmadığı, onlarca gencin Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının  öldürülmediği, Deniz Gezmişlerin, Erdal Erenlerin  darağaçlarında asılmadığı, faili meçhul cinayetlerin kol gezmediği, işkencenin, şiddetin hiçlendiği,  kadına saygının tavan yaptığı, darbenin ‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin  bilinmediği, demokratik, insan haklarına saygılı  ‘ ayyy eskiden de  pek bir güzel,  pekkk bir hoş  memleketimiz vardı’’yı  haklı kılacak   bir Türkiye, bir  memleket  var da ortada o  yüzdendir “ bizim zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe tarla dutluktu” hasretli  gurbet. Heyhat ! yıllar yılar öncesi de özel, resmi bir kurumda  işe girmek   ya da başka herhangi,  hastaneden randevu alma gibi  bir kıytırık iş için bile gerekli torpili, adamı bularak, rüşvet vererek kayrılmayı, başkasının hakkını yemeyi    ‘ben yapmasam , etmesem, bulmasam başkası  yapacak, edecek.  o kuruma, o kadroya girmek, o ihaleyi almak, o arsayı kapatmak  için torpil bulacak’la normalleştirilmesine herkes gibi  babanın, amcanın, etrafındakilerin de yetenek, liyakat istenmeyeceğinden balıklama dalmaları;  uzağa gitmeye gerek yok  güya göz önünde (teknolojinin bu kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kim bilmek ister ki) yapıldığından güvenilmesi istenen  şimdilerde FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından  mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan sorularla yapılmış  KPSS, ÖSS,  komiserlik, askeri okullara giriş, görevde yükselme  sınavlarının binlerce mağduru gösterdi ki,  “bizim zamanımız da …”yı  dillerine  pelesenk edenler;  değişmeyen  mevcut sisteme hakim  o zamanın egemenleriyle  ucundan kıyısından yakınlık kuracak ilişkiyle (bunlar bazen merkezi ya da yerelde  iktidar olmuş partisinin   MYK üyesini,  bakanını, belediye, il  başkanını  tanıyan ilçe üyesi  bir  partilidir de ancak  hâlâ iş yaptırmada  en etkili tanıdık   müesses nizamın koruyucusu güvenlik güçleri ya da medya  mensubu kişilerdir ) akla gelen her türlü işlerini rahatça halleder, çolukları  çocuklarıyla hep   “hayatın bayramlığını” yaşarken vesayetçi alışkanlıklarını sonlandıran bir hükümet  değişikliğiyle karşılaşmaları yüzünden düştükleri   bunalımda kıvrananlardır.

 

Heyvaho hey !   üç yıldır elini sürmediğin sende9.doc dosyanda kurguladığın roman taslağının, taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda  ardına düştüğün  “istemsiz belleğin” belleksizliğine   uğramak üzere.Seni ölümle ilk defa  tanıştıran kuzenin Leyla’dan sonra  yaşananların  yol açacağı  onarılmaz ezikliğinle de kabaracak  yaranın ardındayken aniden okuyucuya bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanını içinden çıkılmaz, gelişi güzel yazılmış  metin haline getirmek üzere hayır !  ben söyleyeyim de sen yine bildiğini yap,  tamam… tamam sustum ben. Üç aylık mahpusluktan sonra  Badan’a  geri dönen, ayrıldığınız  günden sonra köyle özdeşleştirdiğin Leyla’nın babasına ahlaktan, kuraldan   habersiz, kabile yaşamına ait  cinselliklerin   de yaşandığı, evlenen  erkek çocukların eşleriyle çoğalan   hane halkının (  dam, bono ma) evime, ocağıma  çalıştığı feodal  aşiret, sülale  ilişkilerinde  çocuklar aynı soydan, kandan  geldiklerinden, aşirettin  ortak malıymışçasına muamele gördüğünden  her kadın, her erkek evin içindeki çocukları kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocukları, kuzenlerde  kardeş saydırıldığından,  hayatlarda  o kadar çok dede, nene,  teyze, dayı, hala, amca, kardeş olurdu ki  şehirde ‘aaaa teyzen mi?aynı yaşta teyze nasıl oluyor?’ şaşkınlığına şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın aşirettekilerin  yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz hale gelmesi,  köyden şehre göçle  yeni yeni ‘çekirdek aile’ moduna  geçildiği  günlerde; (bono ma’nın) evin  büyüğü amcanın  ‘ Bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin) Van’da.Laooo burada ne yapacaksın şimdi?Bu arazi, bu üç beş davar  geçindirmez  bizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Ceni Use Haydar  (Haydar ’ın karısı da) gitti; kadınlar erkeklerden daha şanslıymış, hemen alıyorlarmış. Önce karın gider, iki üç ay sonra sen. Çocukları merak etme, kendi çocuklarımızdır, gül gibi bakarız. Durumunuz düzelince alırsın yanına. Hem  kurtulursun tırpan çekmekten, ot, buğday  biçmekten’  akıl vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı yengenin de  ‘ben giderim, çalışırım oralarda. Bu damda, bu kadar kalabalığın hizmetini göreceğime. Hem çocuklar için de iyi olur, şehirde okurlar.Bak Apo Dikmen’in çocuklarına,  aynı yaştasınız onlar okudu dava vekili  oldu, Turna’nın abisi  Hakim çıktı’ iknasıyla   Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı   emanet ettikleri  Leyla, üzerinde kalın hırka  serin   ilkbahar  sabahında  toprak köy yolundan   ana  caddeye   kadar  birlikte yürüdüğü  ‘dön  kızım,  çok  uzaklaşma köyden’- ‘ne zaman  gelirsin Dae, Mae ma ’ -  ‘ sen ölmeden gelirim‘ cevabını alacağı annesinin arkasından hava kararana dek  ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında  Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden, alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan  celepmişçesine  bedenlerdeki ufacıcık bir çiziği  dahi bahane eden  Alman yetkililer,  sağlık raporuna da baktıkları Leyla nın annesinin 46’daki  Varto depreminde kırılan  alnındaki belirgin  yara izini gördüklerinde,  o anlarda  ‘çok uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye sıkışıyordu  göğsüm, o  sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl geçti,  hala aklımda  “fan, fun”…  anladım, beni almayacaklar‘  düşüncesiyle  sevincini açık edemediğinden hayalinde  havaya uçan  Leyla’nın annesi, büyük amcanın   Almanya rüyasını da söndürecekti. Bir  Alman yetkili görseydi anında Almanya’ya  göndereceği  güçte, kuvvetteyken niye  Almanya için  müracaata yeltenmediğini  sormayı hiçbir zaman akıl edemediğin  1.90 boyunda iri cüssesiyle  manda, at, öküz (Camış, astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı sürdüğü dilden dile dolaşan  bir oturuşta un, bulgurla birlikte pişirilip ortasına sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülen  koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı,   bir tepsi  ‘Erooo Üso, bu yaptığın ne senin? suyun başını tutuyorsun  önce benim tarlam  sulansın diye, diğer köylülerin tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’lı eften püften onlarca,  bilhassa da  ‘buraya koyduğum taş benim arazinin sınırıydı, sen niye öteye kaldırdın. Öyleyse al’  hışmıyla kucaklanan  kaya gibi koca taşı az öteye bırakıp ‘madem öyle arazimin yeni sınırı işte burası’yla   tarla, arsa  anlaşmazlıklarının, kavgaların eksik olmadığı, bugün   traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin   beden gücüyle yapıldığı,  çoğunlukla da  günde  bir kez yemek yenilen dağ  köylerinde; Batıdaki, Akdeniz’deki  gibi  yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem  lezzetli, hem de  evde ne varsa onunla yapıldığından ucuza mal edilen üstelik  misafirlere de sunacak bir şey bulalım derdinin,  fakirliğin keşfi,   kim ‘bu gün öğlen ya da akşam  yemekte  yiyeceğiz’ diyecek olsa akan suların, işin gücün durdurularak hatrına, utanma duygusu, düşmanlık  bir kenara itilerek,  kanlı bıçaklı olunanın  evine bile gidilecek kadar mühim  bazı yörelerde Bafko, Babuko,  kilora sîr’ denilen  Zệrvet’i (Zerfet’i)  bütün köylülerin yaptığı  gibi kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirilip kaşıkmışçasına  kullanarak  yiyen Leyla’nın babası,  bir yandan da ‘ erooo bu  Zerfet var ya… bir keresinde ne olmuş biliyor musunuz? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare  lambası sayesinde..…hey gidinin günleri heyyy! sonrasında   lüks(lüküs, löküs)’ün, elektriğin pabucunu dama attığı  köylerde, şehrin gecekondu mahallelerindeki eziyet yılları akla getiren; küçük, titrek, yarı karanlık  ışığında ders  kitabında yazılanları görmek için neredeyse kitabın içine girilecek,  bilmeyenlerin en son Kıbrıs Barış harekatında Ankara’da gece karatma  uygulandığında mumla birlikte revaçtalığından  haberdar oldukları,  yazın  tek ışık kaynağı olduğundan sinek, böcek cinsi haşereleri o dakikada ortamına teşrif ettirtecek,  kış akşamlarında yanan soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi yoksa anne, baba, amcası  tarafından cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle  mükafatlandırılan çocukları geceleri  dışarıya çıkamayan,  tuvalete gidemeyen  ıslah edilmez  korkağa dönüştüren,  hafif siyah dumanı, etrafına yaydığı    buram buram  gazyağı kokusuyla    solunum sistemine ince ince zarar verdiğinden akciğer hastalığının can dostu, evin hanımlarının da onca iş arasında vakit yaratıp  el işi, göz nuru  örmeler diktikleri şehirlilerin  gazyağı, köylülerin idare lambalarını yakmadan önce  az kalmış gaz, gecenin bir vakti  dert getireceğinden  bakır, porselen ya da  cam  haznesindeki   mevcut gazı kontrol etmek gerekirdi  ki yeteri kadar  gaz yoksa, gazyağı tenekesinden huniyle gaz   ikmali sağlanır; yanınca çıkan duman çabucak is yaptığından her gün  temizlenmeden önce  uzun, ince, kırılgan şişesi kırılmasın diye büyük bir dikkatle yerinden çıkarılır; kimi zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla  yıkanıp, yumuşak bir  tülbent,  bezle kurulanıp içine “hoh” diye nefes verilerek  parlatıldıktan sonra bu defa da fitili kontrol edilir; şayet   kömürleşmiş, erimişse  ucundan az kesilir, fazla yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından- kırana azar getirse de şişenin  çatlatılmadığı hane yoktu- kibrit çakılıp  en uygun ışığı yayması için fitil  ayarlanır, nihayet  parlatılmış lamba şişesi dikkatlice yerine oturtulduğunda ya hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı çiviye  asılır ya da hava kararıncaya kadar  bekletileceği  yere konulurdu. Evlerin sahip olduğu  lamba sayısı ekonomik durumuna göre değişirken üzerinde yemek, ekmek yapılan  ocağın (Lojın’ın)  bulunduğu ev damında, antrelerde, hollerde  çıra; odalarda  gazyağı lambaları yanar  eğer   geç kalınmışsa mızmız erkeklerin   ‘hele kimse, hiç kadın  yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı kapıya…sedire…sobaya  çarpıyordum, önümü göremedim  düşüyordum  lamba  nerde   kaldı’ sesleri korktukları karanlığı deldiğinde, yakılmış lambayı elinde taşıyan kimse  onun  eteğini tutarak gidilen  odalarda çocuklar;  çoğu kez gündüz koyunların peşinde çobanlık yaptıklarından yorgunluktan annenin amcasının kucağında  uyuması gibi   büyüklerin kucağında  ya   ‘gece karanlıkta ne yapabilir ki’yle   aile odalarında uyuya kalır   ya da    odanın en uç kısmında  oturup büyüklerin konuşmaları dinlerken çaktırmadan  ressamışcasına duvara yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizer avuçlarındaki kuru yufka, ekmek,  elma, salatalık, mısır, kavrulmuş buğdaylı kuruyemişleri yiyip bazen de  birbirlerini korkuttukları idare  lambasının yaydığı ‘yarı karanlık ışık sayesinde’  diye devam ediyordu ağzına koca koca Zerfet lokmaları atan  Leyla’nın babası ‘ öyle akıllıymış ki büyük büyük dede,  çuvaldan yapılma bez bir kesenin  içine  üste bir  büyük Reşad altını, arkasına da   yuvarlak   altın şeklini vererek  kestiği   Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını yerleştirip Seydali’yi Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz  senet, çek yerine geçtiğinden  ‘erooo Seydali tamam mı bak ! anlaştık değil mi?Kesede on büyük  Reşad   altın var şimdi  şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Hesse Alık sen ve sen Piro Kamer  huzurunuzda   tekrar soruyorum, Seydali   Korta Gul’de ki tarlayı  bana sattın değil mi? ‘-‘sattım gitti’yle  şahitlerin önünde aldığı kesede odadaki yarı karanlık  ışıkte  parıldayan altını görünce,  büyük büyük dedeye de güvendiğinden  işin içinde bir numara, bir kandırma  olacağını düşünmeyen zavallı  Seydali keseyi  açmadan,  altınları saymadan kalkıp  evine gidiyor.Evinde keseyi açmasıyla  soluğu bizim ev damında alması bir oluyor olmasına da  ne fayda!  itirazını ‘iyi valla, şahitlerin hem de  Piro’nun önünde el sıkış,  altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni  kandırdın diye ortalığa düş,   ne kadar akıllısın’la  geri çeviren büyük büyük dedenin aldığı tarla, civardaki en iyi buğday veren tarladır’la hikayeyi sonlandırdığında, büyük büyük dedenin koca  tarlaya Zệrvet’in, idare lambasının yardımıyla  bedavadan  el koyma sahtekarlığını ‘o kadar akıllıymış ki’yle   pazarlanması aile tarihinin özlü deyimleri arasına  ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’i de eklettiren  şimdilerde çeşitlendikçe un tam buğday, çavdar, siyez, kara buğdaydan  yapılanlarının da   piyasaya sürüldüğü   ayda en az bir kez  ‘ anne! hafta sonu Zerfet yapsan, ….gilleri de çağırsak, güzel olmaz mı ’ siparişi verildiğinde Romatoid Artritin  eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak en az üç kilo un, su, tuzla  hamur yoğurduğu  her seferinde de ‘hiç unutmam Saadet yenge derdi ki  benim yaptığım  Zerfet çok güzel oluyor  çünkü ben çok yoğuruyorum’  demeyi de  unutmayan  annenin, yuvarlak  ekmek şeklini verdiği  hamur en az üç saat  fırında, makbulü sac altın da yavaş yavaş piştikten,  ellerini yıkayan  aile üyeleri  sofra başında yerini aldıktan sonra  yemek için meşakkatli bir yolu da aşmanın gerekli olduğu Zerfet’le ilgili sofraya buyur edilecek anılar; ‘geçenlerde  daire de… ofis de… okulda  konuşuyorduk.Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da sizin  oranın meşhur yemeği ne ? diye sordular sormasına da…’ İnsanın yaşadığı ülkede, sonu nereye varacağını bildiğinden, yöresel  yemeğini tarif etmekten alıkoyan çekincelerin bulunmasından  daha acıtan bir şey olabilir mi? Hayatın her evresinde ötekine yaşatılacak varılacak O son; sağcı, solcu, demokrat, otoriter, laik, mütedeyyin fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda, her yerde  kökleştirilmiş, kökleşmediğini  gördükleri yerlere, nüvelere, bireylere  kök hücre nakliyle  enjekte edildiğinden  düşüncesini, inancını, dinini- madem Tanrı hepimizin Tanrısıydı her biri, bir öncekini ötekileştirecek tek değil de  dört Peygamber, dört kutsal Kitap  yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber HzMuhammed ve ne güzel dindir İslam ve onun kitabı  Kuran, gerisi…” yergisi de  yaptırtacağı  kullarını birbirine niye düşürdü sorgusuzluğunda  mezhebini, ibadethanesini, kökenini,  dilini, zevkini, giydiğini, yediğini, içtiğini, müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini ötekine… başkasına…diğerine dayatan tahammülsüzlük  ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan, Çorum’dan adam çıkmaz’ın’ ardına sonradan ilave ‘Kürtlerden adam çıkmaz’, ‘senin yaptığını Çorumlu yapmaz’, ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar etseler de resmen  başka bir din  Alevi’ler’ vari tonca  kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseleri, illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri  beğenmemezlik   ‘genç kız dediğin dinç olur sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘la uyduğu uykunun bile haram edildiği  ‘boş bırakırsan orospu olur’la izlendiği “kadından şöför mü olur”,  “kadın dediğin erkek işine karışmaz,  evde oturur, çocuk bakar”lı  cinsiyet ayrımcılığı  yüklü faşist yaşam kültürü, tavrıydı. Bireye,  ülkenin neresine giderse gitsin, karşılaşacağından  bir Isaac Newton,  Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner,   George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Aziz Sancar , Oğuz Atay olunsa bir nebze de olsa katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde öyleymişçesine tavan yapmış boş bir egoyla dolaşılarak  her şeye mi karşı çıkılır arkadaş? Fatih Portakalmışçasına her şey mi dizayn edilmek istenir ve hiç mi  usanılmaz;  beğen, beğenme ağızdan  çıkan her şeyin   ‘aaa’nın bile  yorumlanmasından dedirten;  devletin bir bakanlığına, o güne değin hiç işin düşmediğinden, öylesine düşünülen ortamda bulunmadığından, insanların inanılmaz  derecede kötü niyetli olabileceğini  öğretecek öylesine bir soruyla da karşılaşmadığından,  gerçekten bilmediğinden ‘sadece Varto’yu biliyorum ben, ama akşam annemlere  sorayım’ cevabındaki   masumluğunu delecek ‘aklınca   kibarca sormuş, sana direkt Alevi misin, Sünni misin  soramadığından ama inan kimse o boktan biriymiş, belki de MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımına sebep olan; soranın ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden  oraları  senden daha iyi bildiğin de kanıtı “nerelisin? Öyle mi peki aşağı, Doğu  Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?” cinliğindeki sorularıyla kendini akıl durduracak ayrımcılığını akıtmaktan  mahrum da bırakmayacak faşist yaşam kültürü   daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği  Zêrfet..’  der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?le bir mim kondurur  ‘adı Zerfet’ -‘ayy o ne öyle ayol, nasıl bir isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi’  diye on kafadan küçümseyici  on değişik isimlendirmeyle kendini ele verir.Şayet   Ermenilerden, Rumlardan çalınma baklava, sarma, dolma, börek  gibi dünyada da popüler bir yemek olsaydı Zerfet,  üstüne atlayıp  ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin yaptığına  bak ! tarih boyunca bizim olan her şeye sahip çıktıkları gibi bunda da    sahip çıktılar,   kıçımızdaki donu sahiplenmediler ya ona dua et’ nefretini de kusanın;  bir arada yaşatan toplulukların yemeğinden, dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi,  kaynaşmaması doğanın matematiğine ters onun içinde  ne kadar güzel ki  Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfak kültürlerinin birlikte   kıyısından köşesinden katkı sunup,  emek verdiği baklava, lokum  hepimizi sevindirecek kadar nam salmış dünyaya’ cümlesinden yoksun  mantığına  ‘yemeğin isminin  Kürtçe olması mı  sizin faşist kulaklarınızı tırmaladı yine’ eleştirisi yaparsan olacakları  deneyimlerinle  bildiğinden sonuçsuzluğundan  usandığın  tartışmalardan kaçınmak, ‘mim’li  O safhayı atlamak için    hemen ‘ anlatıyorum  tekrarı yok  ona göre’yle     tarife  kısmına atlamak istiyorum  ama  nasıl tarif edeceğim diye kararlar bağladığımdan bir benim haberim var. Zira üst kabuk yuvarlak biçimde kesilir bir kenara bırakılır,  alt kabuk  tepsi, tabak şekli verilene kadar  kaşıkla oyulurken çıkarılan hamur parçaları ufak ufak bölünerek ufaltılıp  ayrı geniş bir tabağa konulur. Bu arada ağzınızın, dilinizin yanacağını bilmenize rağmen sımsıcak haliyle ağza bir lokma atılır… demedim, geçtim orayı. Efendime söyleyeyim sonra o alttaki  tabak, tepsi haline getirilmiş sert kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar  üzerine yığılır,  en  üste de ilk başta hamurdan ayrılan  ufak ufak  parçalanmış,  kırtik denilen, altına benzeyen  pek bi değerli  sert kabuk yerleştirilir ki ‘  -‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin hikayesini  de mi anlatın’ -‘ daha neler… sahi  bu ailenin en akıllısı  büyük büyük dedenin ismi neydi, bilen de yok. Baba?’ dendiğinde sofradakilerin şaşkınlığı; böylesi bir sorunun babana sorulmasının   bir anlık  boş bulunmanın eserliğine inanmalarına engel değildi. Zira nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini,  kaç çocuğu olduğunu merak etmediği, görüşmediğinden seninde tanımadığın  baba bir üvey kız kardeşi, halan hakkında  ‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler,  ben  Badan’da mıydım değil miydim hatırlamıyorum sonra da…  ne merak edeceğim, evlenmiş işte’den başka bir şey konuşmayan,   yeğenlerinin  ismini  dahi bilmeyen ‘ bu kimin çocuğu’yla annene;   kardeşini götürdüğü daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘ öfkesini anlamlandırmayacak vurdumduymazlıkta,  ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini ‘ne olmuş , bilsem ne olacaktı’yla savunduğu çocuklarına soran, yaşadığı anı o saniyede yolladığı  bir daha da  ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım keşke’yle geri dönüp bakmadığı geçmişe yollayan, tek  bir gün hayata dair ‘eğer  böyle davranırsanız’ tavsiyesini  duymadığın ama hiç kimseye güvenmeyen ruh halinde ‘ sırf yemek yemek için yoksa düşündüğünden gelmiyor bize…az mı kopardı benden sıra çocuklarımda tek derdi para, para  gözü paradan başkasını görmez ha nedir gideyim de yanına iki üç kuruş koparayım… ben bilmez miyim onu bedava diye kaçırmaz gelir buraya… aman ha, Tunceli’nin okumuşundan uzak dur’ ihtarlı çevresindeki herkesten hep bir olumsuzluk, hep bir kötülük bekleme düşüncelerini aktarmayı unutmayan , 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında resen emekli edildikten sonra  akrabalarıyla ilişkisini asgaride tutan,  aile tarihine dair  bilgisi bulunmayan  babanın  tersine çocukluğunda    yaşadıklarını  bile canlı, canlı hafızasında bekleten annen, her zamanki gibi geçmişle dair  sorulan soruyu  cevaplayacaktı ‘çok önceleri olmuş  bir olay. Bizim dedeler akıllarına  eseni de yaparmış  belki de  o akıllı dedeydi  bir gün başını alıp giden. Bir daha ne  gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var, gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısının  oğlu Ali araştırdı ama bulamadı…, information’nu  yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘haydi tereyağını getirin’ sesi sonlandıracaktı.. -‘ veee  son  pişmiş hamurların  üzerine  sarımsaklı yoğurt,  tereyağı dökülür. Sonra dedim büyük bir hata yaparak  herkes  elinde   kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e. Donuk, şaşkın bakışları görünce araya   zorunlu kamu spotu koyarken  buldum kendimi  tek bir kaptan  yemek dedim  ne   göze batar, ne mide bulandırır,  ne de akla bir şey getirir,  o kadar damak çatlatan bir lezzettir -‘peki anladılar mı tarifini?’ –‘ sence ???’-‘bence anladılar anlamasına da o anda oradakilerin hepsinin  kafasından geçen ‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ, yoğurt. Nerde bizim  zeytinyağlı tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın  asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi mi,  daha isminde meymenet olmayan yemeği’ düşüncesinin  sözcülüğüne de soyunan her ofisin, her evin,  her yerin  olmazsa olmazı baş tahrikçilerinden   Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili  hangi yemeğe girse,  o yemeği zaten şahane yapar. Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalara bölüp , açın herkese bir servis, koyun ayrı ayrı  tabaklara, dökün üstüne tereyağını, sarımsaklı yoğurdu  mis gibi yesin herkes’ Tam isabet, karşınızda  varılacak son ! buyurun buradan yakın, haksız mıymışım  Zerfet’i  tarif etmek istememekten? Şimdi Zerfet bütün aile bir araya gelince ya da ağır bir misafir geldiğinde yapılan bir yemek olmasının yanında  kültürümüzde  öyle,  topluca yenirse tadı çıkan bir yemektir. Yoksa bilmiyor muyuz  servis açmayı, herkese. Ayrıca reytinglerde ilk ona  giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint dizilerinde  elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar, Araplar 17 yediğin gibi yemek yemiyorlar diye ‘ayy elleri, gözleri yağ içinde pislikler’le   öldürülmeyi mi hak ediyorlar?  Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan  yerleşik  topluma evrilerek gelinen  günümüzde;  gelişmiş, gelişmekte olan ve   bir kap yemek olsa da karın doysa gelirli makarnalı, patatesli, unlu, bulgurlu karbonhidratlara talim  yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine, gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara göre   değişkenlik gösteren;  yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem ve  malzemeyle bütünlük arz eden, damakla ilgili basit  biyolojik ihtiyaçlık  dışında;  bugünde proteine dayalı  sağlıklı, organik  beslenmeyle alakalı  tezlerin  yazıldığı  gelişmiş ülkelerde,  güzellik müptelası  erkek egemen  kapitalist sistemce yaratıldıktan sonra   dayatılan  1.70-75 arası boy,   90-60-90 beden ölçülerindeki  güzellik koordinatlarına uymak için çılgınlar gibi diyet listelerine, diyetisyenlere  koşan,  yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları kadınları  “akşama ne pişirsem” sendromunda öğüten sunumu, yeme biçimleri de farklı olabilecek  yemek kültürü;  ülkelerin, insanların ayrılmazlarındandır da. Eee, hal böyle olunca daha  hiç tatmamışken,  denesen belki de seveceğin, hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek  başka bir şey,   midesizlik,  niye öyle yapıyorsunuz falan,  filan ifadelerle yermek, b.k atmak, karşı çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle  UNESCO’nun dünya mirasını koruma listesine girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin yoksa denemek içi kalkıp ta Varto’ya  mı gidecektin merak ettim? Duyan da dünya mutfaklarını sallayan  yemeklerin çıkış noktası bir  ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra  küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının  Fransız yemeğinde kullanılmasıyla hayat bulan  "bırakınız karıştırsınlar” mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları doğurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım 'fusion cuisin’  füzyon mutfağını  yaratan Michelin yıldızlı şeflere,  restoranlara, bilinenin dışında özgün, farklı  yemeklere, tatlara  aşinalığından   diğer  mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun  sanacak Emine  diyebilirdim, demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i  değil  hava alanlarının yurt dışı dönüş kontuarlarında   "hiçbir şey yiyemedim Barcelona'da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci bulduk da …"-“ne kaz ciğeriymiş, bi dünya da  Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey.Midem kalktı, sittin sene yemem artık”-“ayyy  İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”-“Domuz çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor, domuz eti, jambonu, salamı hepsi kokuyor.Zaten biz Müslümanlara  da günah, ağzıma sürmedim, aç kaldım oralarda.Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da… yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı kullanılıyor"-“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere çay yok çay.Hep kahve, hep kahve.  Beyaz peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme, Kuruvasan dedikleri (zordur da yapılması; hazırlanan hamur buzlukta dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim,  beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam"-“ bizde tek kahvaltı da görünen yumurta maşallah  onlarda her öğün yemekte   ana kahraman olabiliyor” –‘ ben yedim , Fransa 'da hangi restorana gitsen bulacağın  pek bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.” duyulan  konuşmalara  yansıyan,   kültürlerinin parçası diğer  yöre, ülke yemeklerini de yerin dibine batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol  mevcut faşist yaşam kültürüne ait  bakış açısının altında artık   ne söylersen söyle ikna etmek bir yana  her insanın günümüz dünyasında  istediği, merak ettiği her konuda bilgiye ulaşabileceğini, her konu hakkında bir fikir oluşturabileceğini  sağlayacak başta Google’ın yer alacağı mecra ve  teknolojik olanakları yok sayan  ‘ayyy maşallah her konunu da uzmanı, her şeyi de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın, ukala işte ne olacak’ dövmeli psikolojik bir   rahatsızlığın yattığına da  inandığından  eldeki delilerin yeterliliğinde   savunmayı yarıda kesen  avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce sistematiğine sahipliklerinden hastalarıyla  iyi anlaşacak  psikiyatristlere dönerek  “tanık sizin”le aradan sıyrılmayı   akıllıca bulacaktın.Şöyle ki  her gün  duyulan   “Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘- ‘ay o neydi öyle, bizim damak tadımıza uymak bir yana…’-‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla yetinirdik. Şimdi öyle mi ya,  bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, bişinin  pankek diye yutturulduğu  garip garip Sushi Maki yok  Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ ‘-Çoluğun çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette  bizim Türk kahvesinin yanına  yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit  filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin, Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde  asl olan, olanakları el verdiği halde  yaşadığı ilin, ülkenin  dışına çıkmayı istemeyen tutucu taşralığını,  elindekiyle yetinmeyi istikrar, marifet, tutumlu, prensipli  olma  sayan,  yeni bir fikre, düşünceye,   davranışa, yemeğe, ürüne  açık olup denemektense  alıştığı  ‘kuru fasulye, pilav turşu, soğan’  kalıbının  dışındaki gıdalar, sebze, meyvelerle değişik  bir  mantarlı, zerdeçalı kuru fasulye ya da   çikolata soslu kadayıf  sunma gafletinde bulunanı  ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm görmesin’;’ güya farklı tat yaratmaya çalışmış, ne yaratıcılık ama  çikolata sos… ha bir de yeni bir kahve çıkarmışlar gel gör  benim gibi Türk kahvesi  tiryakileri için berbat bir deneyimden öteye geçemez…Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları yakışmıyor..sallama çay nasıl  demleme çayın yerini tutmuyorsa  sallama ya da kahve makinesinde kahve de cezvede- hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında kimin cezve başında on onbeş dakika geçirmeye zamanı var?- pişen  kahvenin yerini tutmuyor’la   linçleyen,  kullanmadığını, yemediğini,  içmediğini  “ığğğğ iğrenç, Taylandlılar  çiğ balık yiyorlar,  Çinlilere ne demeli? Önlerine ne gelirse hoop mideye…o ne öyle ”  hakaretleriyle  aşağılayarak   kendini onlardan  üst bir yerde konumlandıran  psikosomatik bozukluk Narsist söylenmeli depresif, çalkantılı kişilikler tavırlarında, düşüncelerinde ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden   Emine’yle  girişilecek  sonuçsuz   düelloda  yaralanmaktansa  ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen herkese  bir  servis açsın  canım benim’le kapatmıştın konuyu. ‘Ben Zerfet’i  kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum, çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’-‘ yani bitirmeyin diyorsun?’-‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer  bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına gittim, Tuna’ın  öğretmeni Simay hanım ‘ Fatma hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi! Fransız eğitim veren Tevfik Fikret okulundan, dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da Tartare de  boeuf, Chateubrıand, Croque Monsieur , Makaron  yemiş  biri sorunca,  iyi küçük dilimi yutmadım. Telaşla ‘bir şey mi oldu’ dedim -‘ yok anket  yaptık. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma...  sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum,  nasıl bir yemek bu Tuna ?  anlatamadı. Duymadığım  yemek olduğu için de...’-‘ Simay hanım, bizim yöresel  yemeğimizdir, evlerde yapılır restoranlarda  bulunmaz.  Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size  açıklayıcı olmaz. İyisi ben bunu anneme yaptırayım o arada  videoya çeker, yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne!’ sohbetleriyle  yenilirken  taş kadar sert kırtik  çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının tutulamadığı bir tepsi Zerfet’i onbeş günde bir yiyen, büyüdükçe   pek çok vukuatına tanıklık edeceğin kuzenin  Leyla’nın tacizci babası,  yengen Almanya’ya gidemeyince  onca yolu kara trenle  gerisin geriye kat ederek köye dönmektense Ankara’da kalıp iş aramaya karar verecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, iş ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün asansöre biniyor,  bir kadın da biniyor. O yukarıya basıyor, çıkıyorlar, durunca amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin.Sonunda kadın  sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen ne istiyorsun?’ o zaman, o kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan  ben görmedim. Diyor ki cebimde de beş kuruş yoktu. Yakın akraba Engin Ankara’da avukatlık yapıyordu onun evine gidiyor amcan, o zaman ayıptı, ağza bile alınmazdı   şimdiki gibi “müsait değiliz, kabul edemem”. Kim gelmişse kapına baş, göz üstüneydi çünkü hem  oteller, hem  insanlarda  para yoktu hem de  misafiri, akrabayı evine  kabul etmemek  örfümüze aykırı utanç verici ciddi bir suçtu. Engin’in yaşlı  annesi Mayk’da  Ankara’da. Karısı da  hemşire çalışıyor Hacettepe’de.  Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen;  hem  Mayk’a bakıyor, hem de evin  işlerini yapıyor’  Allahtan o günlerde   azıcık okur yazarlığı bulunanların memur, ilkokul mezunlarının müdür  görevlendirildiği devlette memlekete hem iş bulmak kolaydı, hem de   iş gücü ihtiyacı  had safhadaydı da bir süre sonra bir  Çimento fabrikasında  işe giren Leyla’nın babası,   bir göz oda  kiralayıp köye  haber gönderecekti  ‘çocukları  Hese Alık trenle Ankara’ya getirecek, hazırlayın’. Emekli edilinceye dek  çalıştığı Karayollarında sadıklığını hiç yitirmeden devletine  memurluk yapan baban, yıllık izninin yarısını   herkes erkenden uyanıp tarla, tapana gitmiş, yaylaya  yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın evinde  Badan’da, kalanını da  annenin köyü (Köprücük) Xasıma, Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla iletişimini sağlayan tercümanın  Leyla’ya kavuşma; ağaçlık bir yerde küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra üstünün kapatıldığı ya da dere kenarında dışkının yapıldığı günlerde  doğmadığına sevinsen de; heyecanını solduran, seni çocuk dertlerine salan, gitmeden tatilini kabusa çeviren  ev damına en az  50, 100 metre   uzak, kuytu  bir yere   bazen  sebze ekili bahçe,  tarla içine kondurulmuş, ayağa  kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte üstü açık manzaralı, başını  eğerek  tahta  kapısından içine girdiğinde  öyle ki Anadolu’nun  sıcağında  yukarıdan güneş vururken, aşağıdan gelen helanın dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden  Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı kadar tütün içmek caizdir”  fetvasının bulunmasına neden pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı,  açılmış  derin, geniş lağım çukurun  üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın  odunlardan az yüksek  iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya   düşüp  bok içinde boğulup ölme, birden bir el çıkıp da popoyu mu yakalayacak,  fare mi hoplayacaaak, yılan mı ısıracak yoksa kurbağa mı zıplayacak endişeleri içinde,  ip üzerinde  düşmemek için  dengesini sağlamaya çalışan  akrobatmışçasına  ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela taşına; bir keresinde olma olasılığı yüz binde bir kardeşinin  o mahrem yerini sokan Allahtan  tuvalet deré Mengelî’e yakındı da bağırmasını duyan  ‘ ne olduuu’  paniğiyle kardeşine doğru koşan  annenin ‘ dereye gir, koş, çamur sür’ haykırmasıyla acıdan ağlayarak,    bacakların arasından aşağıya düşmesi koşmasını engellediğinden bir çırpıda külotunu çıkararak yetiştiği derenin soğuk suyu, sürdüğü çamur acısını alsa da yumru gibi şiştiğinden yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin alaylı ‘valla kaç yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ sözlerinin,  gülüşmelerinin baş rolü  arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki  henüz ortada bir tuvalet, adabı yokken Güneş Kral  XIV. Louis’in yaptırdığında teamül gereği tuvalet koydurmadığı Versailles (Versay)  sarayını, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu gizlemek için parfümün  kullanıldığı  Avrupa’da,  gündüz, gece  demeden insanların  dışkılarıyla  dolu lazımlıklarını pencereden sokağa, bahçeye boşalttığı ancak 18’inci yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terör”lü  kanalizasyonsuz, hijyensiz  zamanlarda  binlerce insanı öldüren veba,  tifo, kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda  1855 yılında  III. Napolyon’un  Baron Haussman’ı yetkilendirmesiyle  inşa edilen, doğduğunda 1871 yılında en azından  tuvaletin,  adabının yerleştiği, Hazlar ve Günleri yazmaya başladığı 23 yaşında, 1894’dei gurur kaynağı görüldüğünden  kanalizasyonları ziyarete açılmış Paris’te  eveet ne yazıyoruz , ne diyoruz canımın içi Proust’cum   ‘‘O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler?Öyleydiler ….’ satırlarını sana yazdırtan koşullardan yüzonbir yıl sonra 1966’da daha tuvalet sorunsalını çözememiş Balbec yerine Badan’da  mendirekte değil deré Mengelî’de  buluşan sadece çocuklukta değil, gençlikte, orta yaşlılıkta da taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç, taş yapılı elektriksiz  evler; karanlık   sokaklarla çevrili tuvaletsiz, adapsız;  çevremizdeki büyüklerin  yaşamlarında iç içe oldukları halde haberdar olmadıklarından  yerleşik “Roma hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıkları;  ‘insan hiç köy dolmuşunda kapıya yakın  oturan daha önce  görmediği  birine elindeki erzak dolu çuvalı  ‘kardeş sen bir bak buna,  ben şuradan şekır alıp geleyim’ diyerek teslim eder mi? iyi oldu sana, adam  almış gitmiş  işte beş kilo pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen Lolıj ‘mısın?’la Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerinde yaşayan haz etmedikleri  Lolan aşiretine yakıştırdıkları  aptallığa  bağlayacak ötekileştirici; devletin  resmi söylemiyle paralel  ‘ Ermeniler, Ruslarla birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu  önlerine kim  gelmişse zulüm etmiş,  bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi öldürmüşler. Kara Ermeni  çetesi dehşet salmış.Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları görünce birer  Sepi alıp dama çıkıyorlar, Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda Kara Ermeniler   silahlarıyla deşik deşik ediyorlar.  Silah seslerini duyup gelen köylüler ne görsün ! Memil é Faki’nin  kızı Elif kanlar içinde, son nefesini verirken   ‘namusumu korudum.. ağlama’ der kocasına. Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını  alıyorlar,  Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni çetesini paramparça ediyorlar’lı, savaş ortamında karşılıklı yapılabilinecek canavarlıklar yüklenecek  hikayelerle yıllarca köylerinde yaşadıklarını söylemedikleri Ermenilerin tehcirini destekleyici, düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni, kanımızı içseler doymazlar,  bak ! onun için sana  bir bardak çay bile vermemişler, Alevisin diye’ öfkelerine alışık dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan, rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden kopan Rönesans heykellere  benzetmeyeceğimiz biz “çiçek açmamış”  genç kızların birbirlerine  ’ben sana söyleyeyim   dikkat et !  Oğlanlar tahta aralıklardan  bakıyorlar ‘ uyarsından  önce de;   elinde  tırpanla tarlaya  gideni, Monet’in At Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda omuzlarında  heybe  bazen de  eşek  üzerinde ilerleyen  çocukları, indirim yaptığından içine girmek için isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi    sabahın ilk ışıklarıyla kapısı açılan kümesten çıkan tavukların  kapısının önünde didişmelerini  seyrettiğin en az iki parmak boşluk bulunan  tahta  duvarların arasından kara, yeşil  bir  çift gözle karşılaşmaktan korkarak, özenle   sakladığın en mahrem yerini ilk  gören tahta duvarlara yapışmış, gezinen akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği,  arılar ve sineklerle göze gelerek, cebeleşerek adeta doğal bir yaşam parkı içinde dışkıladığın,   küçük bir fırtınada  uçacak,  yıkılacak   eğrilikte derme çatma  kulübe; tuvaletin varlığıydı. Hele de gece çişin gelmesi çocuk aklın gördüğü felaketlerin en büyüklerindendi.Hava karardığından   belli bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden her akşam değiştirilen ev damı  çocuklarını yatmadan tuvalete  götürme sorumlusunun   ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla   iki, üç, beş  kişilik turlar  düzenlendiği tuvaletin  kapısı  açık dışkılandığından,   piyano dersine yeni   başlayan  birinin ilk derslerinde  tuşlara  tek parmakla her basışında   bir saniyelik bir es vererek çıkardığı  do, re, mi, fa,... notalarına  benzeyen; çişin tahtaya,  taşa  çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp seslerinin resitalliğinde ay ışığında   sıranın kendisine gelmesini  bekleyenler,  gözcülük görevini de ifa ederlerdi  tabii eğer  tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere çişlerini yapmadılarsa.Önceki satırlarda yazıldığı üzere idare lambaların ancak kendisini, küçük  bir odayı aydınlatacak kadar cılız ışığı pencereleri aşıp sokağı  gündüze çevirmediğinden  zifiri karanlıkta; annenin elindeki  gazyağı lambasının fitilini bazen de yakılan çakmağı  söndüren, ürperten kurt, ayı, köpek, domuz, at, inek, horoz… hayvan seslerine karışan,   dedenin “ ta şafaktan gürlerdi/ fırtına kopmuş yeller hızla eserdi/ yaylalar yel altında titrer giderdi/ bu yüce dağ başından/ deniz gibi kudurmuş/ ufuklarda dalgalanır gezerdi” şiirinin  ilhamı;   birbirlerini tüketen... birbirlerini parçalayan bir aşka ev sahipliği de  yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları,   uğuldayan  tepeleriyle aşık atan “İnliyor uzaktan pek korkunçtur sesi/ Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi/Onu inleten bu korkunç rüziğârdır/ Dağların başında kuzgun yeller vardır”  esintili Bingöl  dağlarının  kaçık  rüzgarlarıyla dalgalanan  ağaçların  hışırtılarının  gizlemeye çalışsa da   onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin anneni de  korkuttuğunu  anladığından  artan korkun, az biraz   uzaklaşır, uzaklaşmaz  evden kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle bir kolaçan eden annenin   ‘haydi çişini yap buraya’ demesiyle azalsa da  ‘anne! ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu; bugün bu kadar eziyeti  çekmektense ev damlarına  neden  lazımlık alınmadığına  ya da geceleri çocuklar içine  çişini yapsın diye bir plastik kovanın  ayrılmadığına akıl sır erdirmekte zorlanırken; çocuk olduğundan  kâle almayıp sana   ‘ben burdayım ya.Çene konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi.De haydi…çabuk ol, indir külotunu da yap çişini.Bende yapacağım’ çıkışındaki  annenin elindeki lamba  şişesinin söneyim mi, sönmeyeyim mi kararsızlığında  rüzgarın etkisiyle bir o yana,  bir bu yana devrilen, oynaşan  ışığına  ‘cici…güzel  lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini yaparken annen de  çişe hazırlık için idare lambasını yere, toprağa bırakırdı.1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın göllere, derelere  def-i haceti yasaklamasından 572 yıl sonra,  evlerde  tuvalet bulunmadığından  gezdikleri  yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar,  hayvanlar  gibi köylüler de  ihtiyaç duydukları an  bulundukları yere  dışkılamaktan çekinmediklerinden  deré (çem) Mengelî’n   kıyıları dahil  köyün   her yerinde  hayvan dışkısına (sil, maysa) karışan  insan dışkısının yaydığı koku köyün izdüşümü  haline gelip    ‘bizim köy b.k kokuyor (dewa  ma ra boya tezekan éna)’  dedirtecek kadar yoğunlaştığından  insanların ve dahi yenilen  her şeyin  üzerine   sindiğinden   teneffüs ettiğin havayla birlikte ciğerlerine de dolup  genzini yaktığında  ’anne !!!!  ne iğrenç bir koku, bu köy ne kokuyor… midem bulandı… yemeyeceğim… bu süt ne biçim, kokuyor’ kazanı kaldırdığın, şehirde  ‘bu ne gelişmemişlik, bu nasıl bir sorumsuzluk, yöneticilik, her yanı  b..k kokusu sarmış’la  eleştirilen Kurban bayramlarında  kurbanlık  pazarında  dolaştığında  birden seni köy yolunda çocuk geçmişinle yürürken bulduran  köy kokusuna da   gide gele parfümmüşçesine  alışacaktın. Çoğaldığında kürekle toplanıp el arabasıyla güneşlik bir  alana götürülen,  içine biraz saman, su  konarak   hamur gibi   karılıp  koparılan bezeler elle yassılaştırılıp toprağa, güneşin altına serilip   kuruyunca  o zaman bilseydin benzeteceğin   Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen, yaş olanının gübre kullanılarak   ekinlere,  sebzelere, meyve ağaçlarının köklerine  atıldığı tezeğin  ‘ naz etme, bunu doğal  yiyin diye getiriyorlar sizleri buralara, çok lezzetli çokk,  bu lezzeti şehirde bulmak  ??? ne mümkün , haydi’ övgülü yumurtasındaki  zengin proteinler otlandığı tuvaletlerden, tezekli bağ,  bahçeden  gelen, anneannenin  sacda, tereyağında kızarttığı günün  moda deyimiyle gezen tavukların, hindilerin hububatı  olmasının  pek bir komik geldiği seni dertlere salan,  sıkıntıya sokan çözülmeyen tuvalet sorunsalına rağmen sadece oyundaşın kuzenlerini; pencerelerinden  dağlarını  seyrettiğin   şehirde hiç rastlamadığın, ta eskiden  Osmanlı’dan bu yana kurnazlık, dolandırıcılık  akıllı olmayla   eşitlendiğinden  Zerfet’i altın diye yutturan  büyük büyük dedenden  asır sonra; sırf Motorola’yı dolandırdı diye “ABD’yi bile dolandıran adam”,   “helal olsun adam işini biliyor”la  neredeyse üstün hizmet madalyası verecekleri Cem Uzan’nın 1992 genel seçimlerin de %7,25   bir oy almasının  hak gören yaşadığın toplumda büyüdükçe  bir dağ köyünde  edindiği daktiloyla şiir yazdığı  için büyük büyük dedenden çok daha saygın bir yere oturttuğun annenin babasının,  keçilerin hangi otları yediğini gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiğinden pişirttiği  şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün, MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldığından henüz keşfedilmediğinden  kolayca bulunan, salınarak gelip yanı başınızdan geçerken bıraktığı  başınızı döndürüp fark etmeden  cezbine  karşı konulmayacak  rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan, madımak, kara hindiba   otlarına on basacak,  karların  erimesiyle  öldürüleceklerini  bilmeden belki de bildiklerinden  coşarak her yanı “Çayırında tatlı gözler akardı/her yanı yemyeşil birer lâlezârdı”  sevincinde bahara boğarak hayata  merhaba diyen  Hệligelerin,  Kardun, So, Jağ=Jalik, Kenger, Wındık, Mendikli   endemik otlar, bitkiler, lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da Süphan dağı eteklerinde gördüğün Poppies At Argenteuil (gelincikler) tablosundaki   gelincik tepeli  dağların eteklerindeki  kardelenler,  ters laleler adını bilmediğin çiçeklerle  bezeli  doğasını  sevmen, özlemen   değildi seni köye çeken; asıl acılarına, sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri  coğrafyaların  sahiplerinin Nil, Tuna,  Seine,   Murat  diyerek en güzel   ismi  vermek için yarıştıkları  adına   “Fıratın sevdiği ey nazlı dilber/ Alem deli olmuş aşkınla inler/ Fırat ulu bezirgândır/ Gönlüm bir gevheri kandır  …. Fırat gibi deli deli söylersin/İnip deryalara umman boylarsın… Fırat der ki benim mülküm servetim/Fani dünyadaki pazara benzer” mısralar döktürdükleri; aynı sokaktan yıllar sonra geçtiğin gibi geçip gitmekten çok,  taşıdıkları kederleri, mutlukları, kayıpları   sırları çağıldayarak bıraktıkları okyanuslara açılan  denizlere ya da  göllere  dönmek gibi olsa diye düşünmediğin yaşta   tatil süresince hemen hemen her gün  içinden çıkardığın kaygan ufak beyaz, siyah bazen parlak  mavimsi, pembemsi taşları  gerisin geriye  attığın;  etrafını  çevreleyen kara çam ağaçlarına tünemiş  suskun kuşlarla kıyısında saatlerce  oturduğun, öyle yalnızca bazen usul usul, bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın deré (çem) Mengelî’ydi de. Belki senin gibi  derelere sevdalandığından asırlar önce saatlerce akışını izlediği nehrin yüzeyinde her defasında yaprak, çer çöp, bez , pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden  kaçırdıkları yünleri  getiren farklı suların aktığını keşf ederek  “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın” demiş Herakleitos’un adından, keşfinden  habersiz; deré Mengelî’ye çamaşır veya  bez parçasına süreceği kil, dereden çıkaracağı çamur ya da bugünkülere beş basacak kalınlıkta sabunla bulaşıkları  yıkamaya gittiğinde ‘bende bende’yle ardına takıldığın,  çamaşır sıkarken ‘susadım ben’ dediğinde  bazen derenin kenarında,  içinde görüp  tiksindiğin bokları ardından akan suların  alıp götürerek  nehri temizlediğini   düşündüğünden  ‘bak ben de  içiyorum, tertemiz ne kadar da duru çenei ma ! bir şey olmaz iç  haydi’yle  zorlayan  annenin  bilmeden Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını  yıllar yıllar sonra öğrendiğinde nasıl da rahatlamıştın anneni dinleyip deré Mengelî ‘n   buz gibi suyunu avuçlayarak içtiğine.

 

Niye’sini uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce  algıladığın telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? Türkçe meali; Kürtsün değil mi?” sorusunu sordurtmayacak sekme, kabalık bulunmayacak kadar  iyi Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin  ailedeki işbirlikçisi, lideri konumundalığını da bilmeyen anneannen başta, annen, baban ve akrabalar öğrenmesinler diye ev damı çocuklarıyla Zazaca yerine Türkçe konuştuklarından, ergenliğin de bile  ana dilin olduğunu hâlâ  bilmediğin Zazaca ve Türkçeyle,  iki farklı dille  haşır neşirliği  ‘demek ki şehirde başka, köyde başka dil konuşuluyor.Biz de şehirde yaşadığımızdan annemler bizim köy diliyle konuşmamızı  istemiyorlar’ çerçevesine  oturtarak kendine göre izaha kalkıştığından birazda konuşmaya başladığında kötü telaffuzunla    alay edildiğinden Zazaca’yı  hiç bir zaman  konuşamayacaktın.Yine de köyde, şehirde  akrabaların, annen, baban  kendi aralarında  konuştuklarından, konuşmasan da  anladığın Zazaca’yı bazen  (nan, aw  mı rê’)  ekmek, su istemek , bazen  ‘eerooo, eero Memooo ? Ez şona Gımgım (ben Varto’ya gidiyorum’) telaffuzunla büyükleri güldürmek, bazen  ailene üyelerine ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne)  şakaları yapmak için öğrenecek, şehir de anlamını bilmediklerini bildiğinden  kızdığın kişilere Zazaca küfür etmekten büyük keyf alacaktın. “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının gerçekleşmiş hali    dört yanı dik dağlar, tepeler,  ormanla  çevrili ortasından  üzerinde her geçişte sallanan tahta köprülü  Bingöl dağından doğan deré(çem) Mengelî’n geçtiği; yazın okullar  tatil edildiğinde şehre göçmüşlerin, dışarıda okuyanların da gelmesiyle bir   araya toplanan sülaleyle geçirilen … ahhhh hiç benim olmayan şairim ahhh !  şans getirmese de  herkesin iyi kötü bir ailesi vardır  ama “olmayanın  bilmeyeceği” değişik, değişken dinamikleri, tiplemeleri, karakterleri   bulunan insan topluluğuna; bir sülaleye aitlik, işte o apayrı  detaylar, deneyimler, karmaşa  getirdiğinden eğer  aynı evi paylaştığı  hatta marazi bir aşk yaşadığı bile söylenebilinecek annesi 1905 yılında hatırı sayılır bir miras  bırakarak  ölünce,  hayatını kaybedeceği elli bir yaşına  dek yalnız yaşamış, bireyselliğine, özgürlüğüne düşkün  Proust,  bir sülale, aşiret içinde yaşasaydı kim bilir Kayıp Zamanın İzinde nasıl bir nehir içinde yol alırdı  diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Niye mi? teyzenin kaynının ablasının kızının eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca  teyze bağlantısı yüzünden okumak, işe girmek, hastaneye gitmek ya da başka  tonlarca  neden ileri sürerek  eviymişçesine çekinmeden çat kapı gelebildiği, geldiği evin sakinlerinin de içeri almayıp kapıdan çevirme gibi bir edepsizliğe, ayıba başvurma  bir yana şikayet edecek birini de  ‘ma ne olmuş? nereye gitsin, akraba akraba, bize gelmeyecek de kime gidecek’le  yerin dibine koyup, gelenin  çamaşırlarını yıkama istekliliğinin; kocası öldüğünde çocuklarıyla dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen yengelere ‘bu evden tek çıkarsın çocuklarımızı yanında götüremezsin,onlar bu evin çocuklarıdır, bak kaynınla evlen,  çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasının; çalışan, az çok durumu iyi olan   abinin, kardeşin, dayıoğlunun, kuzenin  maaşına , servetine ‘aldığında maaş 100 TL ayır bana’ ‘ borcum var yardımın lazım, bana bir ev alalım’ rahatlığında ortaklığın garipsenmediği tersine kendilerine hak görüldüğü,  sev sevme sadece kan bağından dolayı katlanmak, görüşmek zorunda kalınan  birinci, ikinci, üçüncü, yirminci dereceden akrabayla özelliği parçalatılan bir  yuvayı…bir evi  paylaşacağın bireysel var oluşun, hayallerin  dalgakıranı bir sülale içinde bulunma,yaşama…  herkesin hayatının katili de olabilecek,  geleceğinin sınırı çizen, Osmanlı tokatlı ellere sahip babaların reisliğinde hır gürün, şiddetin eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı ‘çocuk okula gitmese bugün’ basitliğindeki ufak bir mevzuda dahi  ortak bir karara varamadığı, hiç sonlanmayacak  ‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum, ha adamcağız “yenge hanım bir şey olmaz, nasılsa abi devlette çalışıyor, sabit  maaşınız var, ödersiniz” diyor ama”lı  geçinme kaygılı  bireyin ilk sosyal çevresi; Ortadoğu ülkeleri hariç  diğer ülkelerde karşılaşılmayacak,  söylendiğinde içinde bir sıcaklık, sevgi, eşitlik  barındıracak   ailemin evi, yuvam yerine, ne çirkin bir söz, tanımlamadır  içinde kahpece gizlenmiş  ayrımcılık, güç, otorite,  biat, reislik taşıyan  her evlada bir gün  "18'ime geleyim bavulumu toplayıp gideceğim” dedirten, kız çocuklarının büyüdüklerinde  benzeriyle evlenmekten korktukları erkek karakter baba neyse  evi de aynısı olacak “baba evi”nde karşılaşılacak; “bu salak gibi  değil, o  daha akıllı”, “pek umudum yok bundan”, “ölme eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da  bana adam olacaksın öyle mi? “, “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan gibi uslu dur be evladım”, “bazen şüphe ediyorum seni ben mi doğurdum…”, “bu da fena değil ama  asıl sen  bunun küçüğünü gör  çokk güzel”, “Allahtan erkek, güzellik önemli değil yoksa…” , “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl, “ ,  “geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek anlamadım” , “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”, “nato kafa , nato mermer; na to kefari,na to mermari", “dinle evladım dinle sen bu  Rock mudur , tak mıdır onu.Sakın çıkarma kulağından  kulaklığı çünkü  yarın sınavda bu parçadan soru sorulacak” ,  “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep ben…bir de sanki boyun varmış gibi   aldığım güzellim elbiseyi  giyip, içine etmişsin…”,  “ucube, abla değil ucube”, “Fatodur  bu Fato, her şey bekle…”, “kim alır seni bu halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle özgüvenin ezim ezim ezileceği ilk ötekileştirilmenin; sevsin, takdir etsin diye ”benim gibi olsan keşke”yle bireyi kendisi gibi olmaya zorlayan ebeveynlerin, yakınların  istediği gibi davranıp, onlar  gibi olmaya çalışıldığı unutularak yıllar sonra  “kimsenin huyuna gitmek, gönlünü yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuzdur, kimse de sizden sızlanmıyordur…  ah şimdi baba evinde olsaydım” yalanlarıyla kutsanan, ister kabul edin ister reddedin, başta yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip kakıldığı, kendini  oradakilerden üstün gören kibrini, baskısını  fıtratında  varmış gibi sunan ülkeye,  topluma da egemen,   muktedir, iktidar  olduğundan leb demeden leblebilerin önüne serildiği ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama  erkek  öyle mi?yemese güçsüz kalır, çalışamaz eee para girmese bu haneye ne olur? o yüzden önce onun karnı doyuracaksın,  yemeğin en etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’la  hizmetin daimiliği de sağlanan  ayrıcalık sahibi erkekler; dede, baba, amca, dayı, abi ve sonunda  kocayla da  ilk tanışılan; içteki  iyiliğin, kötülüğün, egoist değerlerin, naif duyguların,  faşist ya da demokrat mantığın mayasının atıldığı, kişiyi bu dünyada diğerlerinden hem farklı hem aynı yapan, yaşanacak onlarca olumsuzluğun  başlangıç yeri olsa da kendini kötü hissettiğinde, canın yandığında kaçıp saklandığın  sığınağın, kışın rüzgar uğuldarken pencere aralarından korktuğun camından sarktığın, bağırdığın, ilk  görmenin, algılamanın, yaşamanın eşsiz kılınmasına yardım ettiği  mekanlığın getirdiği değişmeyen, özlenen bir sıcaklığı daima yanında taşıyan,  toplumun dayattığı, öğretilen, bir şekilde kabullendirilen şablonda değil gerçekten tam olarak neydi, ne yaşadım ben orda ???    uzak  güzellemelerle anılan    ayrılsak da göğüs kafesinde yaşam boyu taşınacak kişiliğin var edildiği bir hayatın kulunç altı çocukken  hep  orada yaşayacağını sandığın baba evinden  “yuvam(ız)”dan, “ evim(iz)”den bir gün  ‘gittiğim yerde eminim her şey buradan, bundan  çok  daha güzel olacak” diyerek   ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma,  evlilik gibi  sebeplerle ayrıldığında,   yaptığın değişikliğin, kısmi bağımsızlığın, özgürlüğün sarhoşluğunda önceleri  her şey yolunda gider duyumsamalarında gezinir, durursun. Bu huzur bulunduğuna inanılan “yuvamız”dan ”yuvam”a  terfili yeni mekanda can ne istenirse yapılır, istemezse  yemek   yapılmaz   kahvaltı  daha akıllıca gelir mesela, kitap okunur, yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yiyecek alışverişi de, partiler düzenlenir, arkadaşlar çağırılır ya da kimse çağrılmaz kendine göre  hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra insan “yuvamız”daymışcasına sıkılmaya başlar, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın  kapılarını açacağı özel birilerini erkekleri, kadınları katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama” birileri kafasını uzatır şöyle bir bakar geçer, birileri konuk olur bir süreliğine yine gider…bazılarının gözünün içine bakılır  bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın diye, tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememe…bilme kişiyi yorgun, bıkkın düşürür.Umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam”    “yuvamız”a dönüşürken; odalarda, duvarlarda  her yerde bir dünya kişinin ağdalı yüzleri, izleri; evin duvarlarının dili olsa bile konuşmaya isteği yokken  kendine döndüğünde bakarsın ki sende ”yuvamız”dakilerden  herhangi birisin; hayat dedikleri belki bu döngüyü döndürmektir değil mi benim kendine bile  hoyrat şairim!  Bunları niye yazdım ki şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, misyonunun, vizyonunun, karakterinin, narinliğinin    kaynağının,  doğduğundan içine, orda  bulunup , bulunmamayı  belirleme hakkının olmadığı  “yuvamız” olmasına  isyan yazdırdı belki bu satırları.Bir türlü taşralılığından ödün vermeyecek “yuvamızda” yanımızda, kıyımızda, köşemizde  sanattan, edebiyattan, okumaktan zevk alan, bilgili, kültürlü olmanın ötesinde  geniş  vizyonluklarından daha çocukken elinden tutup  Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya, Debusy’nin,  Reynaldo Hahn’nın,   klasiklerden  Beethoven’in  eserlerini  dinlemeye opera binasına,  Monet’in, Tissot’un  tablolarını  sergilendiği galerilere, duvarları Raphael, Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun  freskleriyle süslü Sistine şapelinin bulunduğu Vatikan’ı,  Rönesans’ın doğduğu Floransa’yı, Venedik’i görmesi  için seyahate götürecek  gelire de sahip Proust’un ki gibi   ebeveynler olmadığından belki de  Haldun ‘şimdi nerden aklına geldi deme, ultrason bulunmadığı zamanlarda hamile kadınlar çocuklarının  kız mı , erkek mi olacağını nasıl anlıyordu diye sordum anneme .Güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır,  benim yüzüm kızlarda  hep leke, leke oldu o yüzdem Fazıl Çil  kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek bebekler  yılan gibi alt tarata, kızlarda  tam tersi  karnın her yerinde dolaşırdı,  yaramazdınız  dedi’-‘ çok iyi yaptın canım benim öğrenmekle.Eminim hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar  Tanrı’nın sorgu sırasında soracağı sorulardandır.Öğrenmeden ölseydik cidden çok yazık olacaktı bize hem Tanrı katında  da cahil, kültürsüz tanınacaktık. Sağlıklı doğsun da  kız mı erkek mi olması önemli değil çocuğun anlayışına gelene kadar…oooo  anne, babaların, kadın erkek pek çok akrabanın “Allahım ne olursun bu sefer de  oğlan olsun, bu sefer oğlan (erkek çocuk yoksa)  olmalı.Bu  mal, mülk sahipsizdir, tarlayı sürecek, ekecek biçecek, evlenip  soyumuzu devam ettirecek bir oğlan nasip eylesin bize Allah. Arada  bir de tabii süt sağacak, peynir yağ yapacak evlenilecek kızlar doğsun ” temennili toplumda sen ! kendin,  bir gün bana demedin mi ‘son üç kardeşimin doğumunu hatırlayacak yaştaydım.Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda birer, ikişer yaş farkı var,  peş peşe üç kız çocuğu doğurduğundan babam annem doğum yaptığından yine mi  kız doğurdu diye sormuştu,  ben evet deyince çekip gitmişti, annemin yanına bile uğramadan.Kadınların o ağrı sırasında, kocasının sanki suçlu oymuşçasına kendisini suçlayacağı,  onun da kabul edeceği  ya kız doğurursam  korkularını düşünsene, ne kadar zalimler değil mi şu erkekler? Hayır Haldun! hiç öyle değilmişsin gibi bakma bana, yeri gelir senden bile en gaddar zalimlik görebilirim, şaşırmam da çünkü bu toplumun, bu erkeklerin ürünüsün sen de. Hele de beş numara Mine doğduğunda iyice morali bozulmuştu babamın zira artık tek oğlan dört kız babasıydı. Allahtan son çocuk erkek oldu da annemin  yakası  kurtuldu babamın elinden. Önce biz kızlar sonra tek erkek oğlu  kabakulak olmuştuk. Kıştı,  kar diz boyu Van’da  oğlu  hastalanınca evde hastalık olduğunu kavradı  da bir çuval portakal getirdi eve babam.Has arkadaşın Oğuz sayesinde eve getirilen  C vitamini hastalıkla mücadelenize takviye olmuştu ama ben bunu, babamın gözündeki kız çocuklarının  değersizliğinin ispatı portakal çuvalını hiç ama hiç unutmadım.’ –‘ düşün baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? demek köyde kalıp  çiftçiliğe devam etseydi  annen gibi on iki yaşında başlık parası için satacaktı seni,  kız çocuklarını. Bozulma, ne bekliyordun anlamadım ? Tek vizyonu aç kalınmayacak bir hayatı   idame ettirme olacak,  yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek, yumurtayla  karın doyurulan iki dağ arasındaki  bir köyden  geldikleri  şehirlerde şayet iş de bulmuşlarsa  bir anda  gördüklerini, istediklerini az da olsa  aldıracak üstelik de  her ay ellerine geçen maaş sayesinde   kendilerini eline buğday, yağ, peynir, bal, koyun sattığında para geçen,  kıt kanat  geçinen köylü akrabalarından  üstünde  görecek  tanışmadıkları edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini hissetmeyen  ebeveynlerimizin derdi, sorunun olabilir miydi hiç  iyi mizaçlı, donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst,  ayakları yere basan bireyler, çocuklar yetiştirmek? Anca bir iki kişinin otomobil sahibi olduğu, gözlerinin   rant paylaşma peşindeki  partileri, aç gözlü bürokratları  görmeyeceği  şehirlerde, çocuklarına    okumuş, meslek sahibi biri   avukat, öğretmen, devlette memur olmayı  aşılayacakları   hayalleri yoksullukları kadar; onca kişiyle birlikte yaşadıkları yoksul  ev damlarındansa, kendine ait  tek gözlü  bir oda; yufka ekmek değil  beyaz fırın ekmeği, ayran çorbası yerine ancak  zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında  kırk yılda bir önemli bir devlet memuru, yetkilisi ya da  aile büyüğü geldiğinde misafirliğe  ya da  kışlık kavurma yapmak için kesildiğinde yenilen  ete her gün ulaşabildiklerinden az etli bir patates, kuru fasulye  yemeği, lastik yerine kösele  bir ayakkabıydı; bir arabaya sahip olmak bile değildi.Sonra şehre alıştıkça, gördükçe yeni şeyleri, ülke de geliştikçe yavaş yavaş  hayalleri de  tek göz sobalı  evden gecekonduya ordan kaloriferli, merdaneli çamaşır makinesi bulunan  apartman katına geçiş, çalıştığı yerdeki arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın  giyindiği güzel bir elbise, çanta,  ayakkabı edinme, Yılbaşında kızarmış Hindi dolma yeme    derinliğine ulaşacak ebeveynlerimizin elindeki biz çocuklardan   senden, benden herhalde  bir  Tolstoy, Oscar Wilde,  Virginia Woolf,  Rembrandt,  Orhan Pamuk, Tezer Özlü, felsefeci Gilles Deleuze,  çıkacak değildi. Dua et  ellerinde kitap görmememize rağmen  en azından okumayı sevdik biz‘  dediklerini Haldun’un doğrular  rastlantısal olarak karşılaştığı bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını,  tadın,  müziğin irade dışı belleği,  hayal gücünü devinime geçiren; 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te seçkin sanatçıların edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren,  Dreyfus yanlısı güçlerin merkezi de olacak ünlü edebiyat salonlarının sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi   Anatol France’ın sevgilisi (Proust'u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere, France’ın  önsöz yazmasını sağlayan)  Madam De Caillavet; Geneviève Halévy  (Georges Bizet  eşi) ile Robert de Montesquiou’nun güllerin  imparatoriçesi dediği Madeleine Lemaire’in Salı, Çarşamba, Perşembe  (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri edebiyat toplantılarında onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’la; onlarca ressam Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet, Whistler, Helleu, Turner; zaman, mekan konusunda kendisini etkilemiş  felsefeci Henri Bergson’larla tanışacağı  bir gençlikti  belki de  Vatikan da Sistine Şapeli’nde  yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda Odette ile Tsippora’nın çehresi arasında  benzerlik kurdurduğu an M.Swann’ı, Odette aşık ettiği,    Madam De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine Lemaire’den  Çarşamba toplantıları düzenleyen  Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den  eşcinsel Baron de Charlus’ı;  Kontes Élisabeth Greffulhe’den  Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan  Berma’yı,  Anatole France’dan yazar Bergotte’ı,  Whistler’le  Helleu’n   adlarının anagramından Elstir’ı   yaratığı “Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu” satırlı; Tissot’un  Le  Cercle de la rue Royale’in de   kapıya yakın kişi  diye  belirttiği(Charles Haas)  M.Swann’ın   arabacısı Rem’i  Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne; bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle doluluğundan , yanlarında cep telefonu laptop, tablet  bulundurup her iki sayfa da bir Google  yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo, portre  araması  da yaptırtacak analitik zekasının ürünü Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı okuyucularının  gözünde  roman  karakterlerini   kanlı canlı  bir siluete büründüren Proust’un yaşadığı  zamandan çok sonraları,  1960’ların sonlarında daha tek tük sinema salonunun  bulunduğu, gecekondu mahallerinde  tuvalet sorunsalını çözememiş şehirlerde;  tiyatro, opera, bale, resim, heykel bireylerin dimağında soyutluğu aşamamışken, zaten de ismini duymadıkları   herhangi bir ressamın tablosunu, heykelini  görmek için müzelere gitme; operayı, baleyi merak etme,   klasik romanları okuma, Van’dan  İstanbul’a, İzmir’den  Muş’a gidilecek farklı bir şehrin, bir  ülkenin kültürünü, yaşayanlarını, doğasını, yemeklerini    tanıma  amaçlı yurt içi, yurtdışına seyahat, onca çocuğa bakma telaşlı  geçinme uğraşında  bir ev  edinme hayalinde    tek kanallı radyodan mecburen  Müzeyyen Senar, Safiye Ayla şarkıları öylesine dinleyen  ama asıl  bugün nostaljikler arasında sayılan  bütün yükünü sırtlatıp ‘yaşasan ne olur bu rezil dünyada’ dedirten bir  umutsuzluğu katmerleştiren yuvamızda her gün  Kerbela’yı  yaşatan  Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari Aşık Daimi’ den  “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler/ deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”,  ‘illa dostun bir tek gülü yareler beni beni’, “bilmem şu feleğin bende nesi var” türkülerini dinledikleri plakların ardındaki  ebeveynlerimizin zaten akılarının  ucuna değemezdi, klasik bir müziğin varlığı da. Şimdi  kendisinin,  bireylerin  değerine atıfta bulunulan hayallerine ulaşabileceği fırsatların eşitliğine, kaderini kendisinin  çizeceğine    inandırılacağı, inanacağı    duygular, düşüncelerle  büyütüleceği   toplumsal yapıda  herhangi bir konuda duyduğu kaygıyı   Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle anlatan  bir büyükanneye,  sadece kendi ülke yazarlarını değil farklı ülke yazarlarını  Puşkin’i,  Dostoyevski’yi  okuyan  anne , babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen  Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını zedelediği  gerekçesiyle aleyhine açtığı  davada sadece bir çeyrek peni tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in  Susam ve Zambaklar’nı çevirecek yabancı dile; kendisine Sara'ya, İshak'ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz.İbrahim'i andıran Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden,  Hz.İsa’ya ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin üzerinde  sadece  ekmek ve şarap bulunan  dikdörtgen masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda   tempera boya kullanıldığına ilişkin  detaylara sahip  sanat eleştirmeni  aile dostlarına sahip  birinin, bir çocuğun; Marcel Proust’un hayallerinin ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı’yla başlayan, içi boş, soyut zihinde canlandırılmayan hamaset nutukları, ‘vatan, devlet uğruna…’ ölmeli  öldürmeli , ‘tek başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek’li  kahramanlık şehitlik hikayeleri, fırsat eşitsizliği altında  yaşadığı toplumun, kitlenin değersiz bir parçası olarak büyütülen hır, gürlü tahta kurulu, fare korkulu yaşantısında  Ayvalık’ta bulunan   yaz kampına görevli gönderilecek baba devlet memuru olmasaydı  on altı yaşında  değil  belki 20’li yaşlarda  denizi görecek ancak  kırk yaşlarında  bir otelde tatil yapma imkanına  kavuşacak; altmışbeş yaşına kadar   heykel göreceği bir müzeye  gitmemiş,klasik müzik nasıl bir şeydir en ufak bir fikri olmayan,  halk ozanlarının keder, dert akıtan   türküleriyle büyüyen, nerede yaşarsa yaşasın, nerede olursa olsun    tüm kadınlar gibi en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevlendirilmiş yalnızca ailenin değil sülalenin bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu… kapı önüne dökülen bir ton kömürü tek başına kürekle doldurduğu  el arabasıyla kömürlüğe boşaltacak bedava hamalı  olma da tatmin  etmediğinden, dede bir amcasının oğlunun oğlu   Apo Rıza’ya  ‘kızının evi  burada dururken sen kalk git Şükrü amcaların evine,  çok üzüldüm’le  kendisinde yatılı  kalmaya gelmediğinden hizmet etmediğinden darılan,  ‘kokla hele, mis gibi kokuyor, bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen,  işten, yorgunluktan değil  roman, gazete  okuyacak ‘ne nedir, ne değildir’ merakı için  bile vakit bulamayan Türkiyeli annelerin, Leyla’ların ardına düşmüş, ‘bakma öyle durduğuna, Nail hin oğlu hin, aklınca beni yerimden edip kendi oturacak koltuğa’ kuşkulu düşmanlıklarda kıvranan  işin kaybetmemek için üstlerine  her türlü yağcılık  da yapabilecek babaların himayesindeki   bir çocuğun  hayalleri, vizyonu, düşünce sitemi, kurgusu, dünya, gelecek algısının  birbirinden farklılığından daha doğal ne olabilir ki? O yüzden  Proust’un “uykusuz gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( diye betimlediği  tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki sahil kasabası Cabourg’da ) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı.” çağrışımına yol açan zekasını keskinleştiren, hayallerini  bileyerek sonsuz  kırları önüne sereceği  okuyucusunun  gözlerinden, dudaklarından, zihninden geçerek  benliğini yolculuğa çıkartan " tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,..." sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı,  Venedik’i, Norman  Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını, heykelleri   çocukluğunda, gençliğinde  görmesinin etkisini küçümsemek olası bile değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70 ve  80, 90’larda  Ortadoğu’da dünyaya gelmiş nesillerin Proust’un  gençliğindeki olanaklara sahipsizliği; İbn Haldun'un zamanları aşan “doğduğun coğrafya kaderindir” tespitinin tecellisi miydi acaba Proust’u,  Rimbaud’u, Zola’yı, Balzac’ı okuyan, Claude Monet’in,  Paul Cézanne’nin, Edgar Degas’ın tablolarına    hayran, Bach, Debussy dinleyen  Fransız  yosmaları…gerçekten öyle miydi? başkalarının yerine seçtiği coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de  bir nevi kaderse eğer  bu  ikisi birden hayat  mı oluyordu, şimdi? IQ ? Onun kaderle bağlantısı ????  Kristof Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya olduğunun mu kanıtıydı ? Yoksa  coğrafyan kederindir mi demeli insan…offf sence ne demeliydik    “her yeri boyamışsın çok güzel, ama burada biraz sonbahar kalmış”  şairim !  işin içinden çıkamıyorum kader olan  ne ? coğrafya… aile…ana dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü  ne?ne??? Doğduğun yer mi kötü kader yoksa benliği gerileten kabullenilmişlikler, körü körüne bağnazlık, biat, yönetenlerin yönetim tarzlarına yansıyan zihniyetleri mi?  Dur bakalım hele bir,   biattın  İslam dininin,  Ortadoğu’nun  Müslüman   toplumlarının etle kemik  ayrılmazlığın da…bu arada bir de Lucien Fevbre’in  "coğrafya imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne düşüneceksin   sen! eyyyy  bu romanı bitiremeyecek  kadın ! söyle bana kim haklı Lucien Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Kokusunun içe sineceği doğulan  toprağın bileşimi,  konumu, iklimi,  orada yaşayanların  yapacakları işe, yiyecekleri besinlere, yaşayış tarzlarına,  psikolojilerine kadar her şeyi etkileyeceğinden  , iyiliklerini kötülüklerini, hislerini hissizliklerini de  alırsın ve bil ki ey oğul !  eğer yapıcı bir coğrafyada doğmuşsan  eylemlerinin birçoğu yapıcılık üzerine kurulur yok  savaş, ihanet, şiddet yüklü yıkıcı, her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği  bir coğrafyada  Ortadoğu’da doğmuşsan mesela,  hiçbir şey bulamasan  bu defa da kendini, benliğini   yerden yere vuracak eylemlerinin hepsi  yıkıcılık üzerine kurulur diye mi  düşündün tam da Kültür Bakanlığınca yapılan   restorasyon  çalışmasında  700 yıllık  Osmanlı Tuğrasının bulunduğu  duvarları hitli ile  yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken haberlerde; Paris’te Arc de triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi  bir yıkım  vuku bulsaydı tüm Parislilerin ‘tarihimize, değerlerimize  yapılan bu saldırının  sorumluları derhal cezalandırılsın diye ayağa kalkacağı muamma değilken’in  çağrıştırdığı bir   ülke seçime dayalı bir sisteme sahipse sorumluluk  beğenilmeyen yönetimde ısrar eden toplumdadır  onun içinde İbn Haldun’un   14. yüzyıldan çıkıp “coğrafya kaderdir” dediğini duyduğunda yaşadığı döneme, bölgeye bakarak  tespitinin   doğruluğuna  kanaat getirip  ‘buna söylenecek sözüm yok ama  bunu  alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında  üniversiteye giden  kendisini diğerlerinden bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından  Pursaklar’daki evinden  yoğun trafiğe takılmadan  İngilizce kursuna  yetişmek için  her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17'ye kadar kursta, okulda kaldıktan sonra  uzunca bir yolculukla tekrar evine dönen birinden beş adım öndeliğini  sağlayacak olanakları önüne seren  İsviçre’de doğan  aynı yaştaki  bir genç de   5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata binmek belki de yüzme için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha kreşte aldığından  Londra’ya gidip dilini geliştirecek  artan zamanlarında elektronik müzik partilerine giderken bir  yandan da mesleği ile ilgili staj yapacaktır değil mi? Bu durumda kendini geliştirmek için çalışmaktan, yorulmaktansa işine gelecek ‘ uluslararası  piyasada İsviçreli  gençle nasıl bir rekabet edebilirim?  ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek, kaderim bu coğrafya da bu kısır hayatı yaşamak’  bahanesiyle Pursaklı gencin  havlu atıp mücadeleden vaz geçmesi, kolaycılığa, bedavacılığa tutkun Ortadoğulu toplumda garipsenmeyecek   hareketlerdendir. Oysa, gözleme, deneye, yeni keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki coğrafya sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının  mazerettir, bataklıkta da güzel çiçekler açtığını  tabii bir de atılan tohumun GDO’lu olmaması gerektiğini de unutmadan; Abraham Lincoln'un  'köleliği kaldırma’ kararıyla ‘ ne yapsam da kölelikten  kurtulamayacağım’  düşüncesinde ki Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa sürüklemesiyle  oğlunu savaşta  komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren bir Alman’na;  çizdikleri kaderin coğrafyayla alakasızlığında,  doğrudur da; doğduğun coğrafyanın kültürüne, düşünce sistemine, geleneklerine, dinine  göre   hayatın, mizacın daha sen farkına bile varmadan  şekillendiğinden, Almanya  ya da başka herhangi bir  ülkeye göçenlerin ülkelerinde  edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını, düşünce yapılarını  aynen  devam ettirdiklerinden yola çıkarak o şekillenmeden kurtulmanın  sanıldığı kadar kolay olmadığını görsek de bugünkü küreselleşmiş, bir ekrana sığacak, istediklerinle ilişki kuracak  kadar küçülmüş, devletlerin güçlü bireylerin  güçsüz olduğu, korunması gereken birileri varsa o devlet değil, bireyken Latince  “quis custodiet ipsos custodes? koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde   demokratik yönetimlerin  toplumsal refahı, bireyin özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak bireyi,  haklarını güçlü devlet karşısında koruması, hukukun üstünlüğünün,  yargı bağımsızlığının devreye girmediği genelliklede Ortadoğu’da hüküm süren  otoriter,  kötü  yönetimlerinse   tersine devleti, yönetenleri bireylere karşı korumalarını kabullendirdikleri hem döven, hem seven    “Allah razı olsun, Allah zeval vermesin” duaları da ettirten, ne veriyorsa onunla yetinilecek  devlet babalığı temel aldığı  dünya da  İbn Haldun’un  sözü anlamını yitiriyor.Çünkü aynı coğrafyayı paylaşan  Güney Kore,  Kuzey Kore (Güney’de  kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$ dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran Suriye’de  kişi başına düşen gelir , refah  farklılıkları  ülkenin mevcut sisteminin, yönetim anlayışının, ideolojisinin   ve yönetenlerin  kaderin  belirlenmesinde  güçlü argümanlıklarını teyit eder  ki  bir başka güçlü argümanda  Warren   Buffett ‘ın  geleceklerini garantileyen  gelir düzeyine sahip doğan zengin çocuklarını kast ettiği  “şanslı sperm kulübü üyelerin” den biri olarak Sierra Leone’de kültürü, bilgisi  sığ görüşlü  bir aile de bile doğulsa farklı çevrelerden edinilecek arkadaşlarla çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden  daha gelişmiş bir ülkede okuma şansını da elinde bulunduracağı ailenin gelir düzeyidir dememiz…… ‘mola’…’mola istiyorum hocam! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim diyorum ama çığırından çıkarıyorsun romanı;  şu an temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede ya da internet sitesinde bir köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla  dolu  makaleye döndürdün romanı   nasıl bir kurgudur bu ? Bunları  niye yazıyorsun? Bak yazmasan sen kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici  bakışınla aynı şeyi bunu  da; beni,  yazdıklarımı, romanımı önemsediğini, kötü bir duruma düşmemi  istemediğini  hissettirerek  yapıyorsun sende herkesle aynı  dayatmacı  faşist tavrı gösterdiğini fark ettirmeyerek  hem de. Tamam ben acemiyim bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun beni?Yazma zevkini kırmasan, başkalarından farklı davranıp hemen başlamasan eleştiriye…  azıcık beklesen  belki senin düşündüğünden  çok daha iyi bir yola evrilecek roman. Yarardan çok zarar her zaman ki gibi, ne yazacağımı unutturdun araya girmekle… evet…  din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken temelli  savaşların getirdiği gerilikleri daha daha iktidarda kalmak, güçlenmek  için,  iyi yönettiklerinden her şeyin şahane olduğu  yalanını durmadan yineleyerek  bireyi sanki kendisinden daha iyisi gelmez ,bulunmaz düşüncesinde oyalayarak kullanma uyanıklılığında;  büyük ağırlıkla  sorumluluğun kendisinde olacağı beceriksizliğinin, başarısızlığının, çalışmamasının, yeterince mücadele etmemesinin, korkularının, alıştığı konforu terk etmemesinin   suçunu üzerinden atmanın yolunu da yaratmasını engellediği Satre’ın  “var oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir” nitelendirdiği  kaderini doğduğu Coğrafya kılma; asıl kaderi belirleyen o coğrafyaya…o topluma egemen düzenin,  yönetenlerin desteklediği düşünce sistemidir. İşte sen ! şayet var idiyse  Tanrının kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın; yeryüzüne …, …,    Marx,  Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı, sanatçıyı  ve  kimi zaman bir çocuğun  annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma arzusu,  kimi zaman uyku, uyanıklık arasındaki muğlaklık,  kimi zaman Rönesans üslubundaki koro yerleri, kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj, çiçek izlenimlerinden kendisinin yaratığı  sınır kapısını istediği zaman açan…istediği zaman  kapatan Proust’u  gönderdiğini; Ortadoğu’da doğmanın  da  gözyaşı, keder, acı, savaş  getirdiğini daha bilmediğin,  aldığın kokular, tattığın yiyecekler, gördüğün çiçekler, böcekler, dokunduğun insanların  hayatının içinde  genel geçer bir sınırsızlıkta  ilerlediği  zamanda, günde tek bir arabanın geçtiği, geçim kaynağı koyunlara, keçilere,ineklere, tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte, (hak) yumurtaya, salatalığa, sebzeye, buğdaya karınları doyurduğundan,   çocuklardan değer verilen, itina gösterilen   dewa ma Badan’da; yaşamadıklarından  şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli  kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız çocuklarını  ‘bu benim oğlanın yalnız iki kulağı eksik eşekten, amcan oğludur, akrabandır  evlen bununla  sen aklısın idare edersin’  ilişkilerine   zorlamalı,  başkalarına göre  eften püften ama orada yaşayanların hayatını etkilediğinden  sonsuz önemde birbirini kıskanan eltilerin, yengelerin, kaynanaların,  amcaların, yeğenlerin, gelinlerin  ‘bütün gün otursun,  biz öküz gibi çalışalım neymiş, şehirde çalışıyormuş ama ot parası almaya gelince başta o koşuyor‘,  ’bütün tarlayı tek başıma tırpanladım, otları  bağ yapacağına gitmiş uyumuş dere kenarında ‘, ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağını, yanına da Hasena’yı almış konuşuyor sabahtan bu yana, hamur öyle mayalanmış ki taşıyor tekneden ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, çocuklar aç  ne gam’lı,  bazen  yanından su geçtiğinden  verimli  gördükleri arazinin kendisinde kalmasını istediklerinden paylaşamayan erkek kardeşin atışmasına dahil olup amcasını küçük  çocukların, kuzenlerinin  önünde  döven   yeğeni büyük amcanın sopayla dövdüğü  yumak halinde birbirine girişmeli saygısızlığın tavan yaptığı  kavgaların ortasında  en az yirmi otuz kişiye ekmek, yemek yapan, sofra kuran, kaldıran, elde  bulaşık yıkayan, o kadar kişinin oturabileceği sandalye, kürsü, minder  ayarlayan, yaşı  küçükleri koğuştaymışçasına bitiştik nizam  yatırmak için  yer yatağı  hazırlayan, sürekli sıcak su bulundurmak için  ele ne geçerse ocağın üstüne koyup  bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta, semaverde  (  yeniden demlenmeyip  ha bire üzerine sıcak su  eklendiğinden   çaylıktan çıkan)  çay demleyen; ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’ , ‘her tarafım kaşınıyor bak ‘ isteklerine ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo beni dövdü’ acılarına  annenin, kadınların   kayıtsız kaldığı belki de onca yetişmesi gereken iş arasında önemsiz, basit gördüklerinden ama hayır !  onlarda annelerinden hiç almadıklarında akıllarından geçmeyen  iyi geceler öpücüğünü annenden hiç  almadığın çocukluğunda  Marcel’in  yatmadan önce her akşam annesinden aldığı iyi geceler öpücüğünü   eve misafir (M.Swann) geldiğinde  alamamasının  hayatında kapladığı değerin  sancılı,  girdaplara  sürüklemesini; sadece evlerin etrafını sardığından  reçel yapılıp,  üzerine limon sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içildiğinden Van’ın koca koca yapraklı, mis kokulu güllerinden, Süphan dağının eteklerini kapladığından gelinciklerden lalelerden haberdar olunan, tezek kokularının arasında burna değdiğinde  onlarca güzel kokuyu yaya bırakacak  cennette  yaşanıyormuş  hissi uyandıracağından  ‘ne kadar güzelsin, offf hele de  kokun beni benden alan‘ sevgisinde  yaprakları okşanmadan, güzelliklerine  bakılmadan ilgisizce  yanlarından geçilip gidildiğinden  ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’ inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp  olmadığından  vazo da  değil  bir su bardağı ya da  şişe de odalara, salona  fresh, taze  bir hava vermesi için konulmayan bin bir çeşit çiçeğin, adının ne olduğunu  ilaç için  çocuklarına anlatmayı düşünen tek bir ebeveyn çıkmadığından  ancak belki inanmayacaklar ama onaltı,  onsekiz yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama  dewa ma Badan’da  aynısı vardı bunların demek adı sümbülmüş ‘ şaşkınlığında  sümbül,  nergis,  hanımeli, leylak, erguvanla tanışılacağından  “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan  Gilberte adını yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum”  betimlemesiyle  harflere, sözcüklere resim yaptırtıp ilk aşk tomurcuğunu  bir çiçeğin renginden alınan  ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde, ipeklere sardığı sözcüklerle anlatacak  duygulardan, benzetmelerden fersah fersah uzakta; olması  için öncelikle   gidilecek bir memleket, gidildiğinde orda bulunacak hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini de bilemeyeceğin elli teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan bireyliği yoklandıran,  varlığın önemsenmemesine alışılan;  başlangıcı birey de  yere edecek   kötülükler, iyilikler;  sonu  ‘birbirlerine  sayan, söven  sonrasında  hiç ama hiçbir şey olmamış gibi yüzlerine gülen bir riyakarlık…haydi bunlardan   dostluk, insanlık  bekle! ha ben  oldum olası akraba sevmem hepsi dedikoducu, seni parçalamaya hazır meraklı akbaba gibiler.Yedi kat yabancı  kardeşinden daha candır, daha samimidir’le  biten , genetik kodları, fikirleri aynı, yeni çevre, fikir ve bireylerin ücrasında ;  bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can,  bazen  canından bezdiren kalabalık bir  sülalede bulunma, yaşama dimağda yer edinecek özelliğinden yıllar sonra yendiğinde ya da karşılaşıldığında ortaya çıkan  tat ve kokunun peşinden sürüklenerek yaz tatillerini  geçirdiği Combary gibi  seni  ev damına, Badan’a götürecek  çağrışımı tetikleyecek çaya batırılan bir parça madlenli kek (kurabiye )  türü bir yiyecek yemediğinden,  başka bir şey de kimse tarafından alınmadığından, yapılmadığından, denesen de  olmayacak ‘çaya batırılan bir madlen parçasından bu kadar cümle nasıl fışkırdı’ imrenmeni  ‘Proust’ da gerçekleşmişi var zaten herkesin kayıp zamanlarını dürtecek cinsinden hem de’yle bastıracak büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı yerde  yeniden yapılmış benzer ev damında geçirdiğin; ”bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ekonomi politikasından  da etkilenmiş Türkiye’de devletinin yönetim tarzının etkisiyle yaygınlaştırılmış, babaya  sorumluluk yükletmeyen  “saldım çayıra, mevlam kayıra” çocuk yetiştirme tekniğini benimseyen ev damı kadınları ya da annenin kendileri aynı yoldan geçtiklerinden  sorun görmeyerek  üzerine  tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı gündeyseniz bal kaymak bazen  soğan, yumurta  koydukları  yufka ekmeği,   tereyağlı çöreği ( bıjıkı) ellerine tutuşturarak başlarından savdıkları ev damındaki  on, onbeş çocuğun   günün geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını merak etmemeleri çocuklar açısından da anlam ifade etmese de yine de ‘ bugün  yayla yolun da Nade kenger sakızı nasıl yapılır size göstereyim dedi. Toprağın üzerine  çer, çöp gibi kısa  çalıları, otları  yana yana dizdi sonra  kenger’in kartlaşmış kısmını ortadan  kopardı, akan süt gibi bir şeyi  dizdiği çalıların üzerine döktü,  üstünü de  yine çer çöple kapattı , burada kurusun iki gün sonra gelir alır, çiğneriz dedi. Sonra bir kayanın üzerinde sarı, siyah,  kahverengi böyle kum gibi  bir şeyi ufak  taşla kazıdı, tuluktan azıcık su döktü alın size  kına diyerek tırnağımıza  (bu esnada parmağın iki  boğum yerini gösterirdin) buraya, buraya sürdü çaputla da üstünü bağladı, ben güzel olmazsa diye hemen yıkmak istedim olmaz dedi, bekleyeceksin .Sonunda  çeşmede yıkadık.Bak ! kına gibi olmuş mu‘ keşiflerinin sevincini bozan, kıran, üzen  ‘babanlar evin önünde çay bekler, çekil önümden sonra anlatırsın’ koşturmasıyla ciddiye   almayan ‘ evlat mecburen bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim  alacak’ modunda   katlanılması gereken  nesne muamelesi, ‘ne yaptın bugün, nerelere gittin’  meraksızlığı Badan’daki yaz tatillerinin   herhangi bir lunaparktan daha eğlenceli, daha gizemli   geçirmenin   nedeniydi de.

 

Eğitimleri de ne olursa olsun hayatlarında olacak  kişilerin kendilerinden hep  hizmet beklediği ‘haydi kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu  çalar saat yaşlıların uykuyu haram ettikleri,  şafaktan   gece yarılarına fabrikada  çalışıyormuşçasına  bitmeyen  iş akışında ancak  fırsat bulurlarsa  ‘eere  ne olmuş,  biri de dese yazıktır bu kadına öldü açlıktan…Hanım insaf et de bana   bir  çalkama (ayran) yap , ben ekmek alırım’la   yemek yerken, kırtlama  çay içerken çocuklarıyla  ilgilenecek  yazgılarının eziyet, zahmet, fakirlik çekmek, horlanmakla,  birilerine  kurbanlıkla ve değişmeyen  mansplainingle  eşitlendiğini  öğreneceğin ilk yer  dewa ma Badan, Xasıma olacaktı.O yüzden işte, çocuklarıyla ilgilenmesini erteleten  bitirmesi gereken işlere öncelik verilmesi istendiğinden kızı Saime ölürken yorgunluktan uyumasını  anlayabildiğin acıdığın   teyzenin, süt sağacak kadınların peşine takılıp mala gitmek; oturduğu görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun’ acımasında zayıf mı zayıf, kızıl saçlarıyla diğer köylü kadınlardan farklı görünen elinde  bakır,  alüminyumdan   bakraç,  sırtında deri tulum ( meşk)la yola revan Fikriye’nin; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün arasında ev damına ait  keçileri, koyunları tanımasının hayretinde   ‘çene, çenei, şu kulağı yırtık sarı bızek var ya  o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir), korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka koşturulan  keçiyi, koyunu dudaklarını büzerek çıkardığı  ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ lerle   bacağından tutup önüne çektikten sonra  kalçasına  sevecen  şaplağını indirerek ‘sakin, sakin ol… güzel kızım’la sağdığında bakraçta köpüren süte bakmayı; ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini   haklı çıkaran  saman, ot yığınlı    hayvanların  yemlerinin de  depolandığı  evin biraz ilerisindeki "kom"larda tutulan  koyunlar, keçiler gibi otlaklara,  yaylaya (ware) çıkarılmayan çobanın sabah ahırdan alıp akşama doğru köye getirdiği büyükbaşların; inek, dana, camışların (manda)nın  herhangi  bir şey yapılmasına   gerek bıarkmadan kendiliğinden sürüden ayrılıp evin karşısındaki taş zeminli  ahıra  yönelmesini;  bazen akşama doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde tahtadan yapılı  ‘yaguk’  kullanılıncaya kadar ,bütünlüğü  bozulmadan  çıkarılmış keçi,  koyun  derisin  sıcak suyun içine batırılarak kıllarının yolunduğu,  üzerindeki tüm yağlardan arındırıldığı  epeyce  zahmetli  işlem sonrası yapılan   kızıl,  siyak renkli tuluk ( meşk)’un  tavana  bağlanan kalın halata,  bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e bağlanarak yoğurt ve soğuk su doldurulan  başından bağlandıktan,    yaguk’un   tahta kapağı kapandıktan sonra ayranın   uzun süre ileri, geri itekleyerek çalkalanma sesini duyar duymaz yataktan ya da  nerede bulunuyorsa ordan  koşarak yayık yayanın yanında biterek  ‘ben yapayım’- ‘çenei…çenei rahat durun, o kadar iş var daha, bırakın da bitireyim, oyalamayın beni,   gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine ‘yorulmam ben, sen  otur biraz’ yalvarmasına  ancak on dakika  dayanabileceğini  bildiğinden  ’tamam’ pes eden büyüklerden genellikle de Fikriye’den koparılan izinle  yayığın başına geçtiğin anda çalkalanan  ayranın  ritimli “tık, tık, tok tok”una  karışan  dere Çor’un,  Mengéli’n, köpeklerin, tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları  senfonik  konsermişçesine köyü inletirken, teknolojik devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme, yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere, betimlemelere ihtiyaç bırakmayacağı 20.inci  yüzyılda yaşayacak, dewa ma Badan’da ki  sülale ortamını, doğayı gözleyecek Proust ‘un kalabalık arasında hiçlenen benliğin  devinimini, acısını, aşkı, ölümü, umudu nasıl,  hangi  sözcükler, betimlemelerle  dile getireceğinin merakında  kim bilir  belki ‘betimlemeler, imgelemeler, sözcükler arasında debelenmeye ne gerek,  yormayayım kendimi; vereceğim  linki tıklayarak gözlerinizle görün anlatacaklarımı,  hissettiklerimi  de  arada sıra da blog’umda  yayınlayarak yazma  hevesimi tatmin ederim,  hem istediğini  fotoshoplayacağın  görsellik varken;yazında betimlemenin sonunu kutlayabiliriz der miydi  acaba? yı  düşündüren multiculture de; seçtiğin cümlelerle nasıl yapıldığını doğru  ifade  edemediğin ‘yayık’ olayını üstelik  bir tane de değil http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html  yukarıda verdiğim şu üç  linki tıklayarak  görebilirsiniz yazarak okuyucuna  anlatmayı denesem mi ?? heyezanında debelenen, şayet  yazınla uğraşanlar böyle bir yol denese ki  haklısın kitap okunan ülkeler listesinin en sonlarındaki  Türkiye’de  revaçta olacak  düşüncen ortalığın  20, 30 sayfalık romanlardan geçilmeyeceği edebiyatın cenaze namazına davetiyedir .Senin bu  tembelliğe serenatlı uyanık aklına tüküreyim fazla uzağa gitmeyin e mi evladım? devam et yazmaya; arada  sırada  yaymaya ara verilip kapağı açılan,  parmak daldırıp  ‘oldu’, ‘az kaldı, beş on dakika daha’, ‘offf bitti nihayet’le çalkalanmaktan köpük köpük  ayranın  döküldüğü,   içinde  çamaşır da kaynatılan,  yıkanmak için su da ısıtılan kara kazanların üzerinde  toplanan yağlar ( ronu teze’nin) elle topak  yapılarak  bakraçtaki  soğuk suyun içine atılmasını; sonrasında odun ateşinin  üzerine konan kara kazanda çürütülen  ayranın  beyaz tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle  kışın, yazın  yenecek çökelek (dorak) deri  tulumlara aralarında hava kalmayacak biçimde elle bastırılırken bazen  katların arasına  tereyağı da konularak  ‘hoş dorak’ yapımını  izlemek;  yer yer paslanmış, emayesi, kalayı dökülmüş  tencereye konulmuş buğday,  yemek artıklarıyla    tavuklara yem vermek, kovalamak;( gomeyi,  davuleyi ) ahırı, kümesi teftişlemek, iş yaparken  üstleri kirlenmesin diye önlerine önlükten geniş peştamal takan kadınlardan farklı hiçbir yeri kirlenmesin diye  elbisesinin  üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler gibi kolunun  yarısına kadar çekilen siyah  bez kolluklar kullanan titiz anneannenin eteğine  topladığın yumurtaları koymak bazen de toprak, saman, su karıştırarak yapılan kerpiçleri kürekle kalıplara dökmek,  uçsuz bucaksız  geniş   alana serilmiş dizi dizi  kerpiçlerin üzerinden atlamak, aralarında oluşmuş  labirentli yollarda koşmak benzeri  ucundan kıyısından tutulan onlarca faaliyetin, etkinliğin içinde saatlerin  nasıl geçtiğinin habersizliğinde; babanın yıllık izni genellikle yarısı kış altında geçirildiğinden değeri büyük  salatalığın, sebze ve meyvelerin  ancak yenildiği, başakların olgunlaşıp sarardığı  harman zamanına denk geldiğinden (ma şérére cıwéna ser) haydi harmana gidelim, dövene bineriz’ eğlencesiyle  dibe vurmak için harman alanına uğramadan akşamın edilmeyeceği çocuk zamanlarında; ufak  taş köprüyle karşı kıyısına geçilen  deré Mengelî’le arasında bir iki ağaçlık mesafede  neredeyse bitişik , iki erkeğin çimen, uzun saz, kamışları yün eğirir gibi  bükerek yaptığı kalın ot halatlarla bağlanmış arpa, buğday saplarının; samanların  üç çatallı bir sopayla  yerleştirildiği  öküz arabasında  ya da insan, at, eşek  sırtında taşınarak  istif de edildiği harman alanına dağıtılan olgunlaşmış başaklar; altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu, ezecekleri  buğdaydan ( usareden)  yemesinler diye ağızları kalın  bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın  çektiği önü hafifi kalkık tahtadan döven ( moşene ) de bir nevi arabadaymışçasına uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi Leyla onu da diğer  beş kızı gibi  on iki yaşında “kocaya” verilmesine susacak, bir kız için evlenmekten başka bir alternatif olabileceğini düşünmeyen  anneannenin ‘bahardır.Murat yükselmiş; çağıldıyor, gürlüyor, yıkıyor geçiyor.Her yer, köprüler  sel altında,  kimse geçemiyor karşıya, Turna bakmış  yükseklerden insanların acizliğine seslenmiş  Murat’a  “ suyun yükselmiş Murat, Turna’nın umrunda mı ? qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e”  siz kızların ki de Turna hesabı.Evde iş, güç mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak,  varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın, öbür gün gideceğin el, evinde senden dövende oynama istemez,  iş bekler, iş…’  öfkesine değerdi değmesine de,  altındaki başağı  sapından samanından ayırmak için durmadan dönen hayvanları  ayakta idare eden büyükler düşünmediklerinden indirmeyi,  dakikalarca dövenle dönme,  ortaya çıkan hışır, hışır ses, buğday, çimen, ot, çiçek karışımı  koku   mideyi bulandırıp başı döndürdüğünde , göz kararttığında anı kollayıp,  atıverirdin kendini otların arasına.Bir dakika!  sadece bir tavsiye yanlış anlama asla  yazanın kurgusuna müdahale değil amacım. Okuyucunu  Google’da     “harman dövmek”  yazdıklarında karşılaşacakları  “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi hey...”, “Eskiden harman döğme gem sürme döven sürme böyleydi”  başlıklı Youtube videolarını seyretmeye yönlendirseydin  dövene dair  bunca satırı yazmayacak ???? işaretli olsan da ultra post post modern, bir yazıncılık daha mantıklı değil mi? Böylece okuyucun da kuzenin Leyla’nın ölümüne giden sürece bir an önce kavuşur. Bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin;  duyguların eşliksizliğin de süratle, çarçabuk  izlenerek tak…tak…tak  olup bitmesinden yana insanların fazlalığında bu ultra modern Alfa çağda , uzun satırlarımın sıkılmadan okunmayacağını bende biliyorum ama üzgünüm her  ayrıntının  önemli kıldığı  geçmiş belirlediğinden  geleceği; ultra Alfa okuyucuyu memnun edeceğim diye  beklentisini karşılayamam. Sen sıkılsan da devam et okumaya  Daye kurbane cane ! kim bilir,  belki ilerleyen sayfalarda kendinden de bir şeyler bulacağın  sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ve sapından, buğdayından, arpasından, çavdarından  ayrılacak kadar dövenle çiğnendiğinde kürekle, tırmıkla harman alanının ortasında  koni biçimi verilerek  toplanan, bazen ertesi güne bırakılacağından düşecek çiğden,  yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen  ‘pencereleri kapatın, ambarda, kilerde, ortada  açık bir yiyecek bırakmayın her yer  toz, toprak  dolar şimdi’ uyarısını yapan ağızlarını burunlarını leçeklerle, bezlerle  örtmüş erkekler genellikle  akşama doğru rüzgarın estiği yöne göre başakları tanelerinden, samandan ayıracak  savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya doğru inerek  başladıklarında; öksürük sesleriyle  birlikte  göğe yükselen kalın,  ince  sarı bir toz bulutu köyü karartırken , saman, toprak karışımı çer, çöp  de her yere; bostandaki meyveye, sebzeye,  kirpiklere,  saçlara, elbiselere konacaktı. Sonrasında  önce iri ardından seyrek gözlü  kalburdan  geçirerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı  ayıran kadınlara, erkeklere   güğüm, testi, bakraçtan ziyade  hafifliğinden taşıması kolay alüminyum   kovalarla  çeşmeden soğuk su taşımayla görevli çocuklar da bezlerin, naylonların  üzerine serilecek çiğliğinin  karnı ağrıtacağını bildiklerinden arakladıkları buğdayı, mısırı   yakacakları  ateş de ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacak da  kavuracaklardı. Çuvallara, tenekelere konulan buğdaylar  öküz, el arabalarında veya  sırtta taşınarak   köyün değirmenine gönderilirken,  alıkonulanlar   yıkanır, kara kazanlarda haşlanır, kalbur, bez üzerinde  kurutulur, azıcık ıslatıldıktan sonra  nasıl yapıldığına akıl sır erdiremediğin  dedenin evinde olduğu gibi  ev önünde sabit toprağa  gömülü olan ya da  olmayan ama her evde bulunan koca dibek taşında kaldıramayacağın ağırlıkta  ağaç,  taş tokmaklarla bir tenekesi  için iki kadının ayakta en az   2, 3 saat kol gücüyle  dövmesiyle elde edilen bulgur; bazen de  yapamayacaklarını bildikleri  çocukların denemelerine ses çıkarılmayan  taş değirmen (distar) de yapılırdı. Hava kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli acelelikte ta   gece yarılarına kadar sürecek bir dünya işin varlığında  etrafındaki kadınların hiç olmasa gece dinlendiğinden arıdan daha fazla çalıştığı yazda,   kimse karışmadığından akıllarına eseni yaparak, tarlaları, tepeleri, dağları taşları  gezerek, dere kıyısında oturarak   gün tamamlayan su ihtiyacını  çeşmeden, dereden karşılayıp, açlıklarını kenger, yemlik ağaçlardan elma yabani armut erik   toplayıp bastıran   ancak çok acıkmışlarsa  yanına uğradıkları koyunlardan kırpılan yünleri dere de   taşın üzerinde tokmakla yıkma gibi keyifli  işlerinde yardımlarına koştukları  ebeveynlerin;  kendilerini  geç ya da hiç fark etmeyen  ilgisizliklerinin çocuk ruhlarda yara açmaması herhalde bütün çocuklar aynı  tavırla  karşılaştıklarından bunun  yaşamlarının doğal bir parçası kabullenmeleri olduğunu  düşünmeyecek hengamede Champs Élysées’deki dükkândan satın aldığı akik bilyeleri buluştuğu Marcel’e hediye edecek Gilberte gibi roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen  zarif,  arkadaşlardan bir haber  göz önünde ip gibi arka arkaya dizilmiş  yuvalarına yiyecek stoklama  eylemindeki  karıncaları,  peteklerine girip çıkan arıları,  yıllar yıllar sonra  “insanların arasında da yalnızlık duyulur, dedi yılan…." cümlelerini okuduğunda Can’a,  gözlerinin bir o yana bir bu yana salınmasının ardından gelen “bu neydi şimdi”li  kalakalmış   yüzdeki ifadesine  bakıp  ‘Küçük Prens'i anlayan bir tane çocuk varsa kör olayım’ dediğin  onun sahip olduğu ; filmlerde sık rastlanılan yan yana uzanmış iki kişi arasında   ‘yıldızlar nasıl da parlak, bu ben şu da sensin, bak yıldız kayıyor haydi çabuk bir dilek tut’ repliğini tekrarlatacak “gülümseyen   yıldızlarını”  gözlemeyi  akla getirmeyen “kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli paragraflar  yazdırtacak ucuz bucaksızlığından renkli  hayal dünyasının kapılarını aralayarak, düşünme yetisini, dimağı  geliştirecek; senden bir önceki şehirde okuyan genç kuşak  getirinceye kadar -kapısı cam çerçeveli  küçük dolaptaki birkaç  kitabı gördüğün  Kasman (Xasıma) da  şiir yazan dedenin “baba oda”sı hariç köydeki ev damlarında   hiç görmediğin  kendilerini de okumadıklarından   okusunlar  diye  Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi,  Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali hatta Nasrettin Hoca fıkralı hiç bir kitabın  çocukların eline tutuşturulmadığı  dünde   en büyük düşmanı üvey baba, üvey anne kılan, Valdermort’u defetmeyi  planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter, Alacakaranlık (Twilight) ta  nasıl oluyorsa kan emen  ama sevimli vampirler Bella, Edward ; cadı Sabrina, Selena, Spider Man  olunmak istenen Narnia Günlükleri,  Netflix izlenerek büyülünen bugünde tahmin edemedikleri bir işsizlik, mesleksizle karşılaşacak  akıllı telefonlar, Facebook, Instagram da  yediklerini, içtiklerini görgüsüzce paylaşıp, sosyalleşmeyi de  kendileri gibi düşünen yüzlerini görmedikleri Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram  kullanıcılarıyla yazışma algıladıklarından  empatiden, acıdan ve dahi  hayatın gerçeklerinden uzak etrafındakilere acı çektirmeyi seven Z , Alfa kuşağının   Justin Bieber, Selena Gomez  için ağladıklarına bakıp  sanki Öyle Bir Geçer Zaman Ki Ali Kaptan'ın, Halil Güneşli'den farkı varmış gibi Üvey Baba’da ağlanmayı hak eden Lamia’ya ağlayanları eleştirmelerinin manasızlığında;  saman kağıda basılmış bol imla hatalı kitapların yerini almış televizyonların Lamia çilekeşliğini çektirdikleri  Küçük Emrah, Küçük  Ceylan’nın oynadığı   Üvey Baba'nın,  Küçük Besleme'nin bin beteri dramlarla dolu  Prime Time’larını kaçırmamak için tepsisine kumandasını, çay meyve,  çekirdek, kek  tabağını almış gecelikli, pijamalı, eşofmanlı kucaklarındaki  mutsuzluğu, mutluluğu tahmin edeceğinden yaşayamadıkları ama olmak istedikleri ne varsa  ne varsa aşk, zenginlik, kariyer, patron, çete reisi,  özgüven, mücadeleyi tadacakları  Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur  dizilerini,  başka evlerde yaşananları, başkalarının, yakınlarının hayatlarını  gözlemeyi, içinde olmayı sevdiklerinden Esra Erol,  Müge Anlı, Zühal Topal’ların   realite Show’larının sadık izleyicilerinin ‘ iyi ki bir defa çektiniz durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız hatrım kalır’ demeden on kere izleyecekleri  onlarca  Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin senaristlerinin  yönetmenlerinin , yapımcılarının  neyse  yazdıkları , onun da yazdıkları oydu  demeyip;  o  filmlerin, dizilerin  altına  "spoiler”  yazanların yaz tatili sonu   ilkokulda ‘bir eğitici, öğretmen bu tür  psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder  şuncağız çocuklara? Hem çocuğa kederi önceden öğretmenin ne gereği vardı, zaten kederi öğreneceği bir coğrafya karşısındayken’  ifritiyle  Kemallettin Tuğcu’ya yüklenmeleri neyin nesidir diye düşündüğün  bir neslin; özellikle taşralı  dar, orta  gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını; hayata hep hüzünlü tarafından baktıracak   "tuğcu sendromu"yla tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmalarının en… en önemlisi de  kendilerini  kötü hissettikleri  en kötü anda bile  babasını kaybedip annesiyle şehre taşınan, orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten  seneler sonra döndükleri köyün tamamen yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun  başından geçeni anlatan az önce bitirdikleri  romanı hatırlayıp  "olsun  her şey bundan da kötü olabilirdi"  kanaatkarlığına , kaderciliğine  teslimini  sağladığından,  kesinlikle, üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli   “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu için gizli gizli ağlardı” ruh halinde   camdan seyrettiği oyun oynayan  mutlu çocukları  görmeye dayanamadığından belki de konularından  acıklı isimler Öksüz Oğlan, Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim Malı …koyduğu hemen her romanının,   "çocuk acı çekmeli" ana fikrinde   temellendirerek   annesi babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi üstüne fakirlikten   acı çektirdiği  yavrucaklara üvey anne ya da babası tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan  büyünce tek satırını  değil de  her birine yüzlerce gözyaşı harcandığı  hatırlanan öğretmenler istediklerinden,  yatağa uzanıp   fotoroman gibi ard arda okumanın  etkisinde kalarak  fırça yedikleri, kavga ettikleri öz annelerinden ‘sen benim üvey annem misin? niye bana böyle kötü davranıyorsun? bohçacı kadından mı aldın…kesin ben üvey çocuğum’ şüphelenme dışında,     yetiştirildikleri evlerde büyüklerin  acımasızlıkları  gördüklerinden  ‘çocukların acımasız’lığını    destekleyecek senin  on bir  yaşında ilkokulu, beşinci sınıfı  bitirdiğin yıl  AP’den senatör  tanıdık vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın yaptığı  gecekonduya, mahallenize iki, üç  kilometre  var, yok uzaklıkta az ötenizde Ulucanlar cezaevinin avlusundaki kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde   sabaha karşı 03’de idam edilmelerini  %98 ‘inin sevineceklerine inandıkları Türkiyelilere  müjdelemek  için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin neredeyse hepsinin ortak  “ Gezmiş, İnan, Aslan idam edildi”  manşetine ‘aman Allahım olamaz asmışlar’ inanmazlığıyla bakmasına, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp  tutuklandıklarını radyodan öğrendiğinde  ‘  vah…vah ne zulüm yapacaklar kim bilir bu gençlere’  üzüntüsüne bir sebep bulmadığın yıllarda  babadan, atadan CHP’li olmakla gurur duymak ne kelime  ömrü boyunca sadıklığından  onaylamasa bile politikasını  vazgeçmeyen; hatırlamadığın ama  ‘Hakife ‘teyzenizle çay içip hemen  geliyorum, evi yeni temizledim  kirletmeyin ‘ uyarısına  eve döndüğünde kardeşlerinle bahçeden kovayla getirip salondaki halı üzerine koyduğunuz öbek öbek   topraklı cevabınıza ‘durun hele ben sizi  döveyim artık’ bağırmasıyla   eline geçirdiği sandalyeyi aldığını görünce karşısına dikilip ağlayarak ‘ben küçüğüm, beni değil  gücünün yettiğini döv’  dediğini  sana  hatırlattığında- ‘muhtemelen seni döven babam karşısındaki suskunluğuna itiraz etmişim’ diye düşündüğün- ‘işte o günden sonra ne zaman pataklamak gelse içimden senin sözün aklıma gelir , vazgeçerdim.Ama ‘yok yalan söylemeyeyim bir gün kız kardeşin sabah çıktı akşam döndü eve telefon yok, yol yok, otobüs yok geldiğinde  ‘nerdeydin’ -‘hala kızı Vaide’yle Kızılay’a indik gezdik’-‘haber verseydin istediğin yere gitseydin’le hırsımı almadığından çok değil az dövdüm’  diyen,  çocukluğunu,  ergenliğin savrulmalarını büyüttüğü çocuklarının yanında  yaşadığından ‘hiçbir çocuğum beni anne olarak görmedi, onların,çocuklarının hizmetini yapan biri oldum hep’ ukdesini yaşayan çocuk gelin  annenin, dayına ‘ bizim Luto (Lütfiye) bugün  bana  iyi de nasıl geziyor bu insan denizde’ demesin mi  hayretine  teyzenin de bir gün,  inanması zor ama gerçek ‘ ben  Deniz’ in isim olarak  bir insana takıldığını  bilmediğimden Deniz, Deniz diye duydukça  radyodan adını sanıyordum ki  denizin üzerinde dolaşıyorlar’ açıklamasını yaptığı günlerde her gün sabah,   öğle, akşam ajansında radyoda aranan “anarşistler” listesinde bir numara olarak  adı okunduğundan ve de  üniversite sınavlarına hazırlanan devrimci dayılarının  örgütleyerek  sempatizanları  yaptıkları ilkokul mezunu annenle anlamını bilemeyeceği ‘şimdi bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem, yatsın öyle anlatırım… ‘ gizliliğinde usul konuşmalarından anarşistlerden yanalıklarını,  anlayamadığın bir nedenle de askerden  korkmalarını hissettiğinden ‘bemrad  benim canımı yedin’le  kızan  annenden intikam almanın yolunun ondan daha güçlü gördüğün askerlere şikayetten  geçtiğine inanarak, sıcak havalarda  ayaklarını  camından çıkarıp  geceye, rüzgara emanet ettiğin altındaki somya yatağının  üzerine çıkıp açtığın pencereden, evinizden  bir caddeyle ayrılmış mesafedeki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine doğru ‘askerler dinleyin! annem anarşistlerin,  Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ bağırmanı duyduğunda al  al  suratla koşup seni kolundan çekerek uzaklaştırmasına karşı koymandan dolayı ter içinde kalan sonunda elinden kurtardığı  pencereyi kapattığın da ‘ kızım sen deli misin? Ya askerler duyduysa … bırak askerleri ya komşular duyduysa…’ çırpınmasını gördüğünde yaptığının çok kötü bir şey olduğunu anlayıp bu defa korkudan, üzüntüden neredeyse ağlayacak halde gelip pişmanlığın bakışlarına yerleştiğinde  hâlâ  olayın şokunda başını yumruklayarak  dolandığı odada sana dönerek söylediği   ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır sen yetiş, yardım et …‘ne yaptın gelip beni alıp götürseler kim bakar size’ cümlesinde ‘kim bakar size’ de ki eve babanın getireceği  bir üvey anne ya da  üvey baba tokadını dayak yemediğinden değil   daha bir acıtacağını sanmanın  sebebi hikmeti ; coğrafyanın hüzünden, acıdan, savaştan, yoksulluktan soyutlayarak onlara pembe bir dünya çizmek yerine sırf  hayatın her döneminde karşılaşılacak "iyiler her zaman kazanamaz, her öykü mutlu sonla bitmez"  mesajından dolayı  okunmasında  beis görmeyeceğin   Kemalettin Tuğcu’yu;  üzerinden buz sularının geçmesi için ayaklarını daldırdığın içindeki kaya gibi büyük taşların üzerinde  düşmemeye çalışarak geçtiğin   karşı kıyısında köylülerin dinlenme, gençlerin elle ya da dinamit patlatarak  balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri ormanlık  deré in’de,  deré Mengelî ‘n sesine karışacak hıçkırıklarınla  okuma zevkinden  azat edildiğin    ‘Leyla’yla öldüğü sene vedalaştık mı, ne dedik birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi bana’ sorularını   karanlıkta bırakan, o günlere ait  silik, bölük pörçük  birkaç anı; bugüne kadar getirdiğin, çocukluğundan.

 



  

 Duvarları çamurla sıvanmış, kerpiç,  taş, tahtaların  aralarına saman, toprak karışımı çimento  kullanarak yapılan iki, üç oda bir salondan ibaret  yirmi haneli evden ibaret  Badan’da büyükbabanın evinin, vaktin çoğunun geçirildiği; en  çok orada cirit attıklarından birkaç fare kapanlı mutfağında;  o günün ‘Locın’ı  bugünün  şöminesinde genellikle de deré Mengelî’den  çıkarılan, çocukların üzerinden suya kaydığı  yassı, yuvarlak, kaygan siyah, beyaz  sal taşın üzerinde  yakılan odun, tezek kora dönüştüğünde   kürek, kuru ya da yaş bir bez yardımıyla yan tarafta toplanır, kızgın sal taş  süpürülüp silinerek temizlenir;  Bafko, zerfet  kurabiye, çörek, ne yapılmışsa o gün  hamurdan; tepsiymişçesine  üzerine konduktan sonra yan  tarafa yığılan ateş korların üzerine atılacağı  sacla kapatılırdı. Kadınlar hangi hamur işinin ne kadar sürede pişeceğini bilirlerdi, tereyağı, unla karışmış yumurta şeker, bazen bal karışımı  piştikçe eve  yayılan o bir daha hiçbir yerde rastlamayacağın iştah kabartan; Van’da içindeki ekmekler alındıktan sonra bakkalın  önüne bırakılan, iki  çocuğun sığacağı büyüklükteki dibindeki toz halindeki ekmek kırıntılarını avuçlayıp  yemek için kimseye yakalanmadan içine girdiğiniz tahta sandıktan yayılan; o  tarif edemediğiniz  mis  ‘…yemsi’   kokuya, ekmek kırıntıların tadına  zincirli  anılar yumağına bağlı   odunların üzerine bazen  üç ayaklı demirden yapılmış, bazen de iki taştan ibaret ortasına konulan   tencere, kazan, demliği kaplamış, kazara değen  elinizi boyayan is kokan  kapkaralık.  Artık büyükbabanın  değil büyük amcanın evinde  pervazlarının odaya doğru bir insanın oturacağı kadar derinleştiği paca’da, pencerede, kollarıyla sardığı çenesini dayadığı  dizleri karnında bir aydır   görmediği,  kendisini özlemediğine inandığı  annesine, sanki herkes duysun diye coşmuş deré Mengelî’nin sesini bastıran o yaştaki bir çocuktan beklenilmeyecek  biçimde  ‘Nace, Nace, dae dae, bir gün gelirsin, gelirsin de beni bulamazsın, inşallah ne sen beni görüsün, ne ben seni, cenazemi de’ diye seslenen Leyla; tatil bitirip Van’a döndüğünüz onaltı Ağustos’tan üç gün sonra ,  bindokuzyüz altmış altı  Ağustos’unun ondokuzun da;  ertesi gün Ankara’ya sitem ettiği  annesinin yanına gideceğinden, defalarca ‘ çıkın dışarıda oynayın’ ikazını dinlemeyeceği yengesi Selbiye’nin yanına çömelmiş, Ankara’ya götürecekleri  yorganların yıkanan  yüzlerini kaplamasını izlerken, odada serili kilimin üzerindeki minderlere uzanmış  Selbiye’nin kocası büyük amcan, köy öğretmeni  albino’lu diğer amcana gülerek  ‘ Heydo ölüm kalım var, kağıt  kalem getir son isteklerimi yaz’ diyordu ki  duvarlar beşikmişçesine  gidip gelecek, toprak zemin kayacaktı; Burhan’ı kucaklayarak pencere pervazına koşan Selbiye bağıracaktı  ‘Leylo…çene, Tevfik, İbrahim’i al  kapıya koş ’ kısa bir an sonrasında  devletin açıkladığına göre otuz  saniye sürmüş 6,9 şiddetindeki  deprem sonrası  üç kuzeninin  gözlerinin bebeğini dahi kapatmış tonlarca toprağın, taşın   altında boğulmuş, ezilmiş  bedenleri  kapıya adım kala bulunacaktı. O günden sonra herhangi birinin ölümünde, dermansız hastalıkta ağladığı görülmeyecek   Leyla’nın annesi Nace sonraları  ‘Bana nail olmuştu  sanki  Leyla’nın öleceği; depremden  bir hafta önce rüyasını gördüm. Demir, Leyla  derenin  köprüsünün üzerindeler  birden köprü  yıkılıyor,  su yalnızca   Leyla’yı alıp götürüyor.  O kadar çok korkmuştum ki kan ter içinde uyandım, sabah  benim  herife anlattım ‘rüyadır ‘ dedi geçti.Depremden bir gün önce  bir rüya daha gördüm; bir ses ‘Leyla öldü, kefen yok, yorganın yüzüne sarılıp gömülecek’ diyor.İçim de bir sıkıntı, bu defa rüyamı anlatmadım benim herife.Ertesi gün akşama doğru adını şimdi hatırlamadığım bir akraba kapıyı çaldı  ‘deprem olmuş Varto’da’. O an bir parça kan  aktı  boğazımdan ciğerime, yakarak beni, acıtarak… yol bilsem,  iz sürsem hemen   kalkıp gideceğim ‘Yarabbi  !!! Ya Ali,  Ya Goşkar Baba, Ya Gıro Boğa…sen çocuklarımı korumuşsunudur’,’ dur ! figan etme, daha bir şey bilmiyoruz’ diyor akraba. bir yandan da  işten gelince   rahatça yemeğini yesin, moralini bozmayayım hemen herifin sonra söylerim herife diye  düşünüyorum (kızının   ölme ihtimali yüzde yüzken  kocasının rahatça yemeğini yemesini düşündüğünü öyle gaddarca gelmiş…öyle yaralamıştı ki seni) ‘neyin var, ne oldu, bir şey var sende’ demesine rağmen nasıl bir güç verdiyse Allah  öyle de yaptım, yemekten sonra söyledim. Benim herif Leyla’ya diğer çocuklarından daha  düşkündü, delirdi ’Hego, Hego.. Homa. Allahım Allahım çene, kadın nasıl bir yüreğin var senin böyle…bu  haberi nasıl hemen söylemezsin be kadın!  nasıl boğazından geçti bu yemek… ya çocuklara bir şey olmuşsa…senin yüzünden vakit kaybettim… hemen… hemen    beş kuruş para yok, nasıl gideceğim’   dolanıyor sığmadığı odanın dört bir yanında. Kapı çalındı  Ekin, Engin ‘Bıra, wae…  kalkın Varto’ya gidelim- urzệra mayệ şinệ Gımgım, kalkın, kalkın haydi  Varto’ya gidelim de  para yok  bizde sende var mı’  boynumdaki  ipe dizili iki altından büyüğünü  çıkardım al dedim herife, satın, araba tutun.Evde bekliyorum, beni de götürmezler diye bir düşünce aklımdan geçmiyor, bir anneyi burada bırakacak değiller ya. Sonraları avukat olacak Engin’le, amcan geldiler araba tutmuşlar, yola çıkacaklar ‘sen gelemezsin, arabada yer yok,   hem annem Hanım  yaşlı, kime bırakalım,  Hasan gelip seni bizim eve götürecek, sen anneme  bak’ demez mi Engin… amcanın yüzüne bakıyorum ‘olur mu, çocuklar  enkaz altında mı, öldüler mi, kaldılar mı belli değil, burada kalırsa delirir‘  der diye bekliyorum; ciğerim ağzımda. Ama    benim herifte  “Engin haklı, sen kal ben çocukları alıp geleceğim’ demesin mi, olmaz, ben nasıl gelmem, beni nasıl götürmezsiniz  zalımlar… zalımlar;  gittiler…gittiler,  üç dört gün  geçti  bir  sabah  yanında kaldığım Hanım’ın kapı çalındı, önde amcan  arkada üstleri hâlậ toz, toprak  lacek  Demir, Burhan ‘Leyla’yı öldürdün sonra getirdin çocuklarımı’ dedim çünkü ben, çocuklarımı köyde bırakıp Ankara’ya gelmeyi hiç istemedim , Leyla arkamdan Kom’e kadar geldiğinde içimde bir şey koptu,  dönecektim ama o büyük amcan yok mu? Kanına girdi herifimin…. ‘kim söyledi Leyla’nın öldüğünü’ dedi amcan  ‘kimse,  zaten rüyasını görmüştüm’. Hema dağ, taş yıkıldı başıma, bayılmışım, o gün  oğlanlara da sarılmadım; herif durmadan  ‘Nace! Allahtan geldi. Selbiye iki oğlunu  İbrahim’i, Tevfik’i birden verdi toprağa, o ne yapsın? Selbiye anne değil mi? O nasıl dayanıyorsa, sen de öyle dayanacaksın Çocukların kaderi buymuş, kimler ölmedi ki; köydeki çocukların yarısı yok.,  gitsen ne yapacaksın, nee…’ derken kim izin verir, kim bırakır, kim götürürdü beni Badan’a; kızımın mezarına.. Cenazesini ne ben, ne babası gördü rüyamdaki gibi kefen yerine yorgan yüzü sarılmış üç çocuğunda  aynı mezara gömmüşler.Amcan görmek için Leyla’yı mezarını kazıp çıkarmak istemiş, bırakmamışlar. Enkazdan çıkarıp çayıra  suyun içine bıraktıklarında belli belirsiz  nefes aldığını, hatta  suya işediğini   gören var ama mahşer günü,  herkes toprak  altındakileri  çıkarma derdinde, kendi derdine düşmüş  kim Leyla’yı kurtarmak  için uğraşacak; annesi mi vardı yanında… Kızım… kızım…çene…çene…ceni..ceni o zaman kadın ne; kime verildiyse onun malı? Ne hakkı, ne hali, ne de başımın çaresine bakacak  okumam, yazmam var; çaresizlik…yoksulluk…parasızlık… otobüs, tren  dersen iki günde  bir  sefer Muş’a.  Tam otuz yıl sonra gittim Badan’a, sen de gördün bizim mezarlar ancak   keçinin  çıkacağı dik  tepede ko’da; gittim de ne oldu, sanki?Bizim oralarda gömülenlerin üzerine  isimlerinin  yazıldığı  mezar taşı yerine  biri yatık, diğeri dik iki taş konurdu;  o kadar…  ama herkes ‘ bu Resul ağanın, Resul ağanın yanındaki meşe ağacının ilerisinde Seydali yatıyor, Seydali’nin ayak ucunda ki de Sakine’ diye bilirdi mezarının yerini,  çok insan öldü  depremde, kim nereye gömüldü insanlar unuttu deme ki,   kimse yerini bilemedi  mezarın, Selbiye bile..’ diyecekti..

Öyle anlattığına bakma dedi   Leyla’nın annesinin; çocuklarını da, Leyla’yı da çok döverdi, Leyla’nın ölümünden sonra bıraktı desem…yalan söylerim...amcanın kadınlara düşkülüğüne  öfkelenir hıncını çocuklarından alırdı, öyle severdi ki amcanı çoluk, çocuk onun gözünde hikayeydi, önemsizdi. Bir keresinde Badan’da ki evin kapısında oturuyoruz  lacek Demir;  gömlek, tişört, pantolon, külot  yok o günlerde, üzerinde uzun beyaz  ışlıg,   dört yaşında falandı, bir şey söyledi ya da istedi şimdi hatırlamıyorum Nace  öyle bir tokat attı ki oğlan bayıldı.  Selbiye ‘gözün kör olsun, sen niye öldürdün’le  kucakladı odaya götürdü,  su serptik yüzüne  uyandı; çocuklarda bu önemsizliklerini bilirlerdi sanki;  yedi yaşında Demir  elindeki ağaç çubukla annesinin mezarını çizmişti toprağa, öyle de  güzel çizmiş ki,  baş ucunu iki küçük çubuk dikmeyi de unutmamıştı;  mezar taşı niyetine. Sen; bu  toprakları, Türkiye’yi kaplayan  sevgisizliğin,  nefretin bu  abartılan anne, baba, aile kavramlarının  ardına gizlenen,  büyüdükçe ayrımına varacağın önemli olanın  kan bağı değil vicdan, adalet  merhamet,  dürüstlük vari insani değerleri  rehber edinmiş insanlarla birliktelik olduğunu anlamayacak, etrafının iyi,  güzel, şefkatli  insanlara  dolu sanacak  kadar küçüktün…saftın…sonrasında  bir gün aile, akraba  dediğin kim var, kim yoksa onlarında  kork(tuğun)acağın  insanlarla  aynı değerlere,  aynı gaddarlığa,  aynı kötülüğe, aynı duygulara  sahipliğini  görene dek,  yıllarca ‘‘yabancı” denilen ‘dışarıdaki’lerden korkarak;  yalnızca  ailene sığınmanın, güvenmenin  her şeyini onlara adamanın nedeniydi; Leyla’nın ölümü sonrası çocukluğuna ait en belirgin,  silinmeyen hatıran olacak  yaşadıkların. Bir yerden bir yere gitmenin iki gün sürebildiği, bir haberin eğer radyo yoksa iki ,  üç  günde duyulduğu yıllardı. Belki ondan  sabah uyandığında illaki  “bu gece rüya gördüm”le gelecekle ilgili pek çok şeyi rüyasında gören, hisleri kuvvetli akrabalarının varlığından dolayı  annenin depremden  bir gün önce, onsekiz Ağustos Perşembe günü  gördüğü rüyasını komşusu  Dürdane’ye  kilimi, yorgan  çırparken  ‘bu gece bir rüya gördüm …aman…aman çok korktum’, ‘ hayırdır inşallah’, ‘bizim  köydeyim, annem omzuna yeni alınmış halıyı atmış.Birden gök karardı yarıldı, kırmızı bir yazı çıktı .Annem ‘ne yazıyor okusana, okuyorum ‘Varto yu batıracağım’.Annem bağırıyor oğlum Atilla eve gelme’ uyandım, kalktım, koştum  çocukları  kaldırdım ‘haydi’, adam ‘ne yapıyorsun,  ne depremi, deprem yok’la anlatmasını garipsememen. ‘Dürdane abla ne diyorsun, nasıl bir yorum yapmak lazım’,  ‘kırmızı  haber, halı da yol demek, abin köyde değil mi?Valla bu kadar  diğerini bilemedim’ Ayın ondokuzu  Cuma günü  saat iki buçuk sularında ayran dolu  tencereyi koyduğu tel dolabı ‘bir bardak içeyim’ le   açtığında, altındaki zeminin  anlık sürede  gelip, gitmesi…  tencereyle birlikte köyden getirdiği bulgur, tuz, çay ne varsa dolaptan yere dökülmesi…annesinin  ‘çenei ma,   eğer yer söyle bir giderse korkma… gider de dönerse, geri gelirse  kork o depremden; yıkar, geçer her yeri’  sözlerini anımsayan ‘deprem… eyvaho, eyvah nerede olduysa viran etti o yeri’ figanı evi inleten  annenin  bir yandan da aralarında bir buçuk  yaş fark olan civciv misali peşinden ayrılmayan o ânda   korkuyla elbisesinin eteğini tutan  dört çocuğunu ‘bir şey yok, geçti’yle teskin ederek saçlarını okşaması. …radyoda duyduğu haberin;

           “Varto’yu sormayın virane oldu,
             Köyleri yıkıldı civanlar soldu,
            Her taraf cesetle mezarla doldu,
            Ağla yurdum ağla, toprağın kanlı.
                   …….

 Tutuştu depremden dağlar dumanlı
 Depremin zorundan dağlar sarsıldı,
 Kayalar oynadı köyler dağıldı,
 Ovalar titredi yarlar açıldı,
 Ağla yurdum ağla, toprağın kanlı;
…..

  Tutuştu depremden dağlar dumanlı



Üstükran bucağı kana boyandı,
Vali Hamit geldi tutuştu yandı,
 kurbanlar sayısı bine dayandı,
Ağla yurdum ağla, toprağın kanlı.

 Tutuştu depremden dağlar dumanlı…
Ağlıyor Türkiye İnönü Başkan,
 yedi yıldır yurdu sarmış bu tufan,
 Tanrı aldı bizden binlerce kurban



Bingöl dağlarında çiçek kalmadı,
yurdun çocukları murat almadı,
Ulus meydanında ATA ağladı

,…

Otuz bir mayısın sabahı nemli,
 Bütün kuşlar öter kederli dertli,
Yurdu viran olan Fırat elemli

Badan Çorsan Tatan bütün yıkıldı, 
Üstükran ikisi  şorik dağıldı,
Gonca güller soldu dağlar sarsıldı,

Yaman oldu halim Hızır gel yetiş”le annenin babasının; dedenin şiir yazdığı ; otuzbir Mayıs bindokuzyüzkırkaltı da Cuma günü  oniki yaşında koyunlara vereceği tuzu cebine koyduğu  derme çatma yayla evinin  önünde bir ânda  altından kayan toprakla yere kapaklanmasının  ardından göğe yükselen toz,  yarılan toprak, dağlardan aşağıya yuvarlanan taş ‘Ya Hüseyin, Ya Hızır’ nidaları; her sabah annesinin hazırladığı yağ, bal, peynir, kaymağı götürdüğü dün  ‘bugün bende seninle yaylaya geleyim topla kap ,kacağı  yola düşelim’le Kom’a kadar birlikte yürüdükten sonra  lao sen git ben sonra gelirim’le kararını değiştiren  babasını hatırlayarak yalın ayak  hızla  köye doğru koşarken  yayla yolunda  ‘ gelin, gelin…yetişin, yetişin.. köy harabe olmuş’ diye  bağıran Seyh Hüseyin’in; o dakikaya kadar kendisiyle birlikte  koştuğunu görmediği  annesinin ‘vuday, vuday…Heko…Heqo… gitti benim ağam, öldü Resul’üm sesini çağrıştırmasıyla ayakkabısını giymeden dışarıya fırladığını ayağına taşın batmasıyla fark edip geri dönen, Karayollarının hazırladığı yardımları götüren siyah Keryol’la hemen Varto’ya hareket eden  baban… Annenin acısına koşan,  yemek getiren  yalnızca bir  komşu Dürdane abla.Ertesi gün yirmi Ağustos’ta sabah duvara çivilenmiş kalın  tahta raf üzerinde duran  ucu kırık  radyoda  “Varto’da çok şiddetli bir deprem meydana geldi” haberi… kendini yere atan,  döven, saçlarını çeken  annenin dehşet, acı dolu çığlığı ‘ahhhh  Varto, viran  oldu, annem, ağabeyim, kardeşlerim  herkes öldü ?’ Annenin her hangi bir olumsuzlukta, kötü bir haber aldığında, sık sık dayak yediği  babanla  kavga sonlarında, birine sinirlendiğinde hırsını, acısını  ağlarken bir yandan da saçlarını çekerek koparmasından çıkarması  ancak sen kansere yakalandığında   yine öyle ağladığı  bir olay sonrası  ‘anne ! sakın bir daha  yapma bunu, ben çok kötü, alt üst  oluyorum’ demen sonucu  yıllar, yıllar sonra bırakacağı alışkanlıklarından biriydi.üç beş gün sonra dönen babanın   ‘Gımgım silinmiş, taş taş üstünde kalmamış bir şey;Leyla, İbrahim Tevfik,  Mezre’de ki ablanın  dört çocuğu birden…. ‘ ölenlerin kimliğini açıkladığında acı, dert  eşiği yükselmiş annen ‘ya annem, abim’ diyecekti; rüyasında gördüğü gibi yaz tatilinde ailesiyle anneannenin köyü Köprücük’e  Qasima’na gelmiş dayın; son gün tüm aileyi  fotoğraf çektirmek için evin önündeki bahçede topladığında; amcası tarafından  öldürülen dedenin mallarının; kızlar mirasa ortak edilmediğinden güvenmediği erkek kardeşlerince iç edilmeden;  aralarında sağır dilsiz  biri kız, diğeri erkek  yedi çocuğundan sadece oğullarına verilmesi  için cengaverce  savaşmakla kalmayıp sırf bu yüzden kaynıyla zorla ???? evlendirilmesini sineye çekecek bitirsin diye  Ankara Hukuk Fakültesini eline geçen paraları gizli gizli yolladığı  nihayetinde  hakimlik  mesleğini seçecek sağlam oğlunun; yaşı onsekiz olmamışlar dahil  vasiliğini yaptığı kız çocuklarının ellerinden babalarının malını ‘damat el oğludur, babanın malının onlarda işi ne’yle  üstüne geçirmesini, asırlardır süregelen kendisinin de maruz kaldığı kız çocuklarının söz söyleme hakkından mahrumluğunu,  damızlığını,  hiçliğini hemcinsleri olarak onaylayan tavrıyla; daha  çekirdek aile aşamasına gelinmediğinden erkek kardeşlerin çoluk çocuk birlikte yaşadığı  evde  üretilen  her şeyden ‘hani oğlumun payı , bu da onundur’ la  ayırıp   teneke teneke  peynir, yağ, bal,  yoğurt, kavurma, un, bulgur göndermek için  kendini, kızlarını heder edecek hizmetçilikten usanmadan, pek kıymet verdiği  soyu sürdürecek torunlarını doğuracağından, oğluyla eşit  muameleye tabii tutacağı, ilk çocuğunu kaybettiğinde ‘yazıksın sen ağlama, gözlerin ağrımasın, senin yerine ben ağlarım’ diyeceği  gelinin  yaşlılığında oğluna ‘huzurevine verelim, çocuklar istemiyor ben de bakamam anneye’  demesini duymasına karşın, ‘oğlum ne zaman gelip beni alacak…  benim oğlum Hakim sen nesin’le ölene dek  yaptıklarını, adaletsizliğini sorgulamak zorunda kalacağından oğluna asla toz kondurmayan anneannen; maldan gelmiş dolu meşkleri boşaltıldığı kazanda sütü kaynatırken  yakalanacaktı depreme; dedenin ölümü sonrası  hayatının tek gayesi mutlu olsun, sıkıntıya düşmesin  diye her şeyi yaptığı, yapacağı; poz vermek için gelininin elini tutmuş,  annesinin evde kaldığından  bihaber oğlunun kendisini kurtarmak için eve geleceğini sanmanın paniğiyle kendini kapıya atmış merdivenlerden inerken  telaşla ‘oğlum sakın gelme!’ diye bağırırken bir yandan da eliyle de  geri git işareti yapacaktı ki ev önceki yıl Hakim oğlu’nun önerisiyle yeniden taş kullanılarak  sağlam bir biçimde  yapıldığından  mutfak, bir iki odanın yıkımı dışında çok zarar görmeyecek, haneden kimse ölmeyecekti ama evin önündeki bahçedeki yılda beş, altı teneke bal veren hinge’lerın: arıların kovanları  sarsıntının etkisiyle yıkılacak, on binlerce arının  saldırısından  sığındıkları   mısır tarlaları da kurtarmayınca,  can havliyle  ‘dere mengeli’ye, oraya oraya’yla suyun içine attıklarında kendilerini, saçlarındaki, vücutlarındaki arılar bir anda   derenin tüm yüzeyini kaplayacaktı.Arı saldırısı enkaz altındakilere yardıma koşmayı  geciktirmekle kalmayıp  iki üç köylünün ölümüne de neden olacaktı.

O nasıl bir gündü…o nasıl bir gündü Dereza ma’nın  “herkes yaşadığı muhite benzer….o şiirlerin her birisi benim köylü ruh ve karakterimi  gösterir” önsözünü yazdığı “Bingöllerin Sesi”  şiir kitabında ki  yine bir Cuma günü  bindokuzyüzkırkaltıdaki deprem için yazdığı şiirdeki gibiydi;

“ Evler uçtu temelden,
  Sanki yokmuş ezelden,
  Bin kase mevt şerabi,
              Yetti desti Ecelden
                       ….

 Her taraf dolu mezar,
 Gönül ağlara zarü-zar,
Derdim sorma ey yiğit,
            Deprem verdi çok zarar”

Gündüzdü, evler yayladan döneli birkaç gündü;kadınlar ya malda ya da maldan dönmekteydiler, erkeklerde olgunlaşmış buğdayı biçmek için tarlada yoksa dört bin değil ondörtbin insan ölürdü.Tarlamıza yakın  armutları minik minik olan yabani armut ağacı sonra öğrendik ki şehirde  ahlat ağacı deniyormuş; köklerine baksan en az yüzyıllık öyle kocaman göğe yükselen boy, dallar desen yüz metrelik bir alanı kaplar. Yaylada topladıkları yağı kadınlar  köye dönünce  eritir, tenekenin üzerine geçirdikleri tülbentle süzer, saklarlardı  kışın yemekte kullanmak  için, annemde  o gün biri nahiyeden biri köyden eve gelen iki komşuyla yağ eritirken  atık yağlar boşa gitmesin diye de  Bafko da pişirmişti. Ben ağabeyim Hanefi, iki yeğenim  armut ağacının yanındaki tarlada buğdayı biçiyorduk Hanefi  tırpanlıyor, ben bağ yapıyorum, yeğenlerde ardını topluyordu tırmıkla. Öğle yemeği için eve gelmiş  Bafko’yu bir güzel yedikten sonra  tarlaya dönmüştük.Meret Bafko bu, susatır da susatır.Yeğenime ‘koş evden su  getir, ciğerimiz yandı’ diyerek soluklanmak için armut ağacının altında oturduk. Gımgım’dan kesme taş bile getirdiğimiz  iki katlı bir ev yapmışız, yandaki komşumuzla köy değil  Cumhuriyet caddesi dersin dillere destan.  Nahiyede bakkal, Gımgım’da   Kırtasiye dükkanımız var durumumuz  iyi anlayacağın,kardeşlerimle ele ele vermişiz, çalışıyoruz, evin içi gelinler, çocuklar ben bekarım, bir kardeşim de okuyor Gımgım’da  kimseye muhtaç değiliz. Ağacın altındayken Hanefi  bana baktı ‘bir ses duydum, duydun? böyle derinden derine gürültü’ demesine kalmadı, armut ağacı  bir sallandı, bir sallandı sağ sola değil etrafında dönüyor, kökünden çıkacak, üzerimize düşecek diye düşünürken kaçamadık da az bir öteye savrulduk, o sallantıya az biraz  armut düştü hayret …Bizim köy Kuzik;  etrafını çevirmiş  ovadaki, dağlardaki bütün köyleri kuş bakış gören yükseklikte, sarsıntı bitti; doğruldum , elimde kama fırladım Hanefi ‘nereye’, ‘deprem oldu, köye…’  dört bir yan toz, duman ama nasıl  anlatılmaz yer yok; duman var, sis var.Damı da dahil çoğu ev topraktan yapıldığından  yıkıntıyla yükselen toz bulutu kapladığından göğü; mavi gök yok  duman var; her yer karanlık oldu bir anda; dağlardan, tepelerden aşağıya büyük  gürültüyle kayalar, taşlar yuvarlanıyor; kıyamet …mahşer günü; çekemezsin  bir filmde dahi öyle bir görüntüyü; koşuyoruz ok gibi köye yüreğimizi dağlayan ’ annem, kardeşim, yeğenler ???? kim öldü, kim????’li   korkuyla. Karşıdan su almak için eve yolladığımız yeğenim geliyor  ‘baktım duvar bir o yana bir bu yana gitti, girmedim eve’ , ‘iyi yapmışsın’; ev yıkılmış iskeleti ayakta.Öyle tam  yıkılmayan evlerde ertesi gün ki  depremde yerle bir oldu.Annem dışarıda, ‘ bu neydi Hego, bu zülm niye, Allahım, Allahım’ la dövünüyor;  misafirliğe gelmiş kadınlardan  biri kaçmamış taş vurmuş başına ölü, diğeri yaralı ‘Erooo, erooo Hanefi veyvike  içeride, ‘nerede?’ bir  yer gösteriyor  eliyle ‘sesinizi  duydum, burdayım’ diyor  veyvi Sakine. Ama öyle bir feryat ‘heyvako, Heko Heko,ya Hızır, ya Hızır, kurtarın, burdayım yardım edin’ler kaplamış ki ortalığı duymakta zorlanıyoruz ‘ Hanefi eroo  makatın olduğu oda, makatın  altındayım’ diyen Sakine’nin sesini.Benim yattığım odanın bir köşesine yatakları yığmak için makat dediğimiz sedir gibi bir şey yapmıştık altına fasulye, bulgur tenekesi koyacak yükseklikte. Veyvike akıllılık edip oraya  sığınmış üzerindeki taşları elle atıyoruz. Allahtan doğru yeri kazıyoruz, ne küreği? O anda  kürek, kazma nerede bilen var mı? Alet, edevat hep enkaz altında. Sakine’yi çıkardık, yarası yok  taşlar ezmiş kollarını, bacaklarını mosmor, toz toprak içinde . Köyde  bir kaç ölü, zayiat insanda değil malda. Annem ağlıyor  ‘yıkıldı viran oldu her yer,  koşun  bir bakın Zengena ne halde, ablanlar, Hanım, Cemile,  çocuklar??? Hanefi ‘sen burada evin üzerinde dur, bekle ben gidip bir bakayım’  ilerde başı boş bir at  kimindir fark etmez, atlıyor, sürüyor. O gittikten sonra düşünüyorum burada böyle  dursam ne, ne fayda, gideyim bir bakayım diğer köylerde ne var, ne yok ablalarım, enişteler, akrabalar …belki enkaz altındadırlar, yardıma ihtiyaçları vardır…Zengena bizden daha yüksekte  o zaman  yüksekteki  dağ köylerine yol yapmak hem çok zor hem de kimin umurundaydı ki, kim yol getirir Xalıke;  yol yoktu atla, katırla, eşekle gidip gelirdik köylere, Gımgım’a giden şimdiki gibi her köyün servisi yoktu. Emera’dan  kalkan bir minibüs vardı Gımgım’a o da hafta da bir; yetiştin yetiştin, yetişmedin atla, yaya düşerdin  yola. Ortada ne eşek, ne at göremedim, yürüyerek gitmekten başka çare yok, öyle bir koşmuşum ki onbeş dakika da Zengena’daydım. Ablamın evi köyün dışında Mezre’de; harabe tam bir virane Zengena; yedi sekiz hane yirmi beş ölü, saat dört, dört buçuk civarı, evvela Sisi’yi gördüm köyün girişinde yıkılmış evinin üzerinde  ağlıyor, bağırıyor kızlarıyla  ‘yardım edin kurtarın oğlum altında oğlum’ beni gördü, ablama gideceğimi tahmin ettiğinden yanlarından geçerken tuttu kolumdan  ‘dur! gitme! bizde insanız,  oğlanı burada, toprağın altında bırakıp nereye gideceksin’ deyince teyzem kızı Sisi …’nerede??’, ‘odada yatıyordu’  o anda  ju, dıde Camerda; iki üç kişi de ellerinde kürek yardıma geldi, inan iki üç taş attık, az bir toprak çocuğu bulduk; sıcaktı, uyurken üzerine battaniye örtmüşler zanımca o battaniye olmasa çocuk kendini kurtarırdı, o oğlana  çok yandım nasıl güzeldi nasıl, sarışın sekiz dokuz yaşlarında adı Sedar’dı. Gözleri kör olsun ağlaşacaklarına  az biraz elle kazsalar enkazı çocuk kurtulurdu, çok üzüldüm o çocuğa çokkk.. Bir bilsen kaç kişi… kaç kişi öyle sahipsizlikten, yardım gelmediğinden canlı, canlı  ölüme terk edildi. Mezre’ye çıkarken yardım istiyor biri, evi tamamen çökmüş altında kalmış  genç kızı, sesini duyuyoruz ama üzerinde  öyle bir toprak yığını var kaldırmak mümkün değil ki kızı çıkaralım…gidiyorum bırakıp, o sesi duymamak için koşarak, bir şey yapamazdım sonra ablamlar ne halde, Uskira’da da bir ablam var,  nahiyeye de gitmeliyim merak içindeyim, kaldırmak o enkazı iki gün sürer… bıraktım gittim.Mezre’de  de evler yıkık, ölü var ablam sağ, Hanefi ’ben burdayım sen  git  bak bakalım Uskira’ya Hanım sağ mı?’  Zengena’dan  kendimi vurdum yolla doğru Uskira, Çaylar; yalan olmasın bir saat sonra oradaydım zayiat çok yoktu, ablamın beş altı aylık kız çocuğu ölü diğerleri sağ; evler yıkılmış. Beş çocuğu olan akrabam dördünü toplayıp büyük kızını unutmuş görünce ‘sende mi vardın’ demiş şaşkınlıktan; Haydar beğin kızı da doğum yapmasın mı? O çocuğun adını Deprem koydular. Arıcılık da yapılırdı hemen hemen her köyde;  bal arılarının  kovanları bulunurdu az biraz ötesinde köylerin; işte o kovanlar sarsıntıyla devrilince onlarca arı da saldırdı insanlara herkesin yüzü gözü, eli, kolu bacağı şiş; kaç kişide öyle öldü Badan’da, Qasima’da,  şar ma  peşlerine vermiş arılardan kurtulmak için dere Mengel’iye koşmuşlar. Baktım gece oldu, olacak  daha  Gımgım’a gideceğim, bir ablam da orda;  yolda Seys Hasan’a rastladım ‘Gımgım silinmiş, yerle bir, binalar üst üste yıkılmış ortada yol yok,  taş, tahta, beton toprak yığını her yer; sizin dükkan diye bir şey yok, ablanı gördüm iyi yalnız bir tek oğlan yok ortada. ‘hangisi’, ‘Ayhan’. “Bu oğlan yaşarsa dünyayı  alt üst eder, yönetir “ diyen sinema da işleten eniştem aklıma düşüyor çok severdi saatlerce konuşurdu onunla; dokuz yaşında var yoktu, günlerce bulunamadı sonunda babasının sinemasında bulundu cesedi kimin peşine takıldı, niye  gitti oraya kimse bilmez. Öyle bir haldeydik ki o anda annen de  öldü deseler  kıl kıpırdamayacak kadar çok ölü var  sağında, solunda, yanında;her yerde ölü onlarca insan;hepsi de akraba…hepsi de tanıdık; ölümü can yakan;daha sabah selamlaştığının, konuştuğunun, sevdiğinin ölümünü hemen  kabullendiren onlarca ölü…katmerli acı… insanı toprak altında canlı canlı ölüme terk ettiren katmerli çaresizlik taşlaştırmış, dondurmuş  kalbimizi; o gün ölüm su oldu içtik, ekmek oldu yedik… yapacak bir şey yok, ağlayacak vakit bile enkazdan insan çıkarmak lazım. Ayhan’nın  ölüm haberini alıyorum, ne bir figan ne bir tepki çünkü herkes ölmüş, ölmekte…Seys Hasan  ‘betondan yapılmış hükümet konağının altında tahsildar Orhan ‘buradayım… ben tahsildar Orhan…kurtarın beni’ diye bağırıyor ama üzerindeki beton öyle kürekle kazmayla kaldırılacak gibi değil,  vinç lazım sonra herkesin evi yıkık herkes kendi derdine düşmüş, her enkazın altından aynı ses ‘kurtarın…burdayım’, tahsildar Orhan  göz göre öldü’lü haberleri sıralayınca, vakitte hayli geç olunca  Gımgım’a  gitmekten vazgeçiyor, Uskira’dan gerisin geriye Mezre’ye dönüyorum.Hanefi ‘sen burada kal, yarın ölülerin defnine yardım edersin, ben evin üstüne gideyim, hırsızlar gelir ne bulursa götürüler’ diyor beni orada bırakıp Kuzik’e geri dönüyor.. Gece zifiri karanlık, lamba yok ki bütün şişeler kırılmış, ay ışığı ortalığı aydınlatıyor; yataklar, yiyecekler toprak altında, öğlen yediğimiz  Bafko dışında ağzımıza bir şey koymamışız ama gariptir aç değiliz öyle bir felaket görmüşüz ki açlık ne?  Bağ yapılmış otları çözüyoruz üzerinde yatıyoruz çocukları, büyükler topraktan çıkardıkları  yan yana uzattıkları taşların ezdiği, toprağın boğduğu, sıcaktan şişmiş çocuklarının, anne, baba akrabalarının ölü bedenlerinin; altından hala cılız seslerini duydukları yakınlarını  ölümün kucağında bırakmak zorunda kaldıkları çaresizlikleriyle yıkılmış evlerinin başına oturmuş sabahı bekliyor. O  gece elbiseleri yırtılmış, saçlarını, sakallarını, derilerini karartan   toz, toprak, çamur içinde illaki bir yakını da ölmüş  herkes kadın, erkek, çocuk ağlıyordu yıldızlar gökte ışıl, ışıl parıldarken yeri göğü yıkıyordu feryatlar, ağıtlar. Su da yoktu,  dere Mengel’i akmayınca dere yatağına giden köylüler ortadan yarılmış toprakla karşılaşıyor; yarıktan bakıyorlar dibi gözükmeyen sonsuz bir kuyu, gelen çamurlu, bulaşık gibi su  da yarıktan içeri akıyor  yerin yedi kat dibine gidiyor. Amıke ma, öyle bir koku vardı ki bir daha rastlamadığım, tarif et desen bugün bile edemeyeceğim.Kümeslerde, ahırlarda ki  hayvanların leşlerinden, dışkılarından ; enkaz altında  sıcaktan çürüyen insanlardan, yoğurttan, yağdan, çökelekten, peynirden;  çöken tuvaletlerden; ter içinde  kalan köylülerden yayılan  kokular birbirine karışmış ortaya çıkan o felaketin, yıkımın, sahipsizliğin  kokusu dört bir yanı sarmıştı…o koku günlerce kaldı havada…günlerce. Uyumadan, yemeden içmeden sabahı ediyoruz; gözler kıpkırmızı, dudaklar çatlamış ilk iş; su yok yıkmadan, kefen yok pislik içindeki yorganların, döşeklerin  yüzlerini  söküp  sardığımız cesetleri gömmek. Yardım???? ne yardımı aç, susuz günler geçirdik bir Allah’ın kulu, hakkını yemeyeyim Bingöl dağlarındaki göçerler atla ekmek, peynir su getirdiler bir, iki gün sonra onun dışında  yanımızda devlet, mevlet yok… ertesi gün öğlen definden sonra Zengena’dan eve  dönüyorum yol üzerinde çok hasar görmemiş  Mezre’ye yaklaşmışım baktım yürüyemiyorum başım dönüyor; bir yere oturttular; açlığımı anlayıp  bir tas su, biraz ekmek verdiler elime. Üç gün  geçti  baktık bir askeri cip içinde iki, üç asker, başlarındaki çavuş  topladı bizi ‘ enkaz altında kalan varsa çıkaralım, ne yardıma ihtiyacınız varsa karşılayalım’ .Üç gün sonra sanki enkazın altında canlı kalırmış gibi ‘çıkardık ölülerimizi’ diyoruz, çekip gidiyorlar.Bir hafta sonra da bir helikopter indi topal bir kadın, bir iki erkek  ‘burası Mengel mi’ ,’yok Kuzik’ yanlarında getirdikleri yardımları hiç indirmeden ki yardım diye sanki ortada temiz su varmış gibi süttozu falan getirmişler, çekip gittiler; herkes başının çaresine bakıyor, eşyalarını çıkarıyor toz toprağın altından,  enkazı döküyoruz  dereye.Açız; yerini tahmin edip kazıdığımız kilerden toprak, kül içindeki yufkaları silkeleyip yiyoruz kuru, kuru taş, toprakla beraber.Bazen bir şey olmamış yağ, peynir, bulgur tenekeleri buluyoruz. Bizim köyde su çok olmadığından bostan ekilmezdi ama diğer köylerde  bostanlar,  meyve ağaçları, dünya kadar kerginin, tavuğun  telef olması dışında  çobanlar  otlasınlar meraya götürdüğünden, çoğu kurtulan malların  sütleri  milleti açlıktan ölmekten kurtardı. Önceleri çadır madır da  görmedik,  kardeşim ‘devlet  Nahiyede Çadır dağıtacakmış’ deyince  koştuk hemen; bir Kızılay, bir de askeri  çadır aldık.Askerlerin  yeşil çadırı büyüktü; güneşten yandı, yırtıldı.Kendi olanaklarımızla tahtadan derme çatma barakalar yaptık, devlette altmışyedi yılında  baraka yapıp teslim etti, aylar sonra da herkese  bin, binbeşyüz lira yardım parası dağıttı Hükümet. Sonrasında  duyduk ki dünya yardıma koşmuş, dünya para gönderilmiş  Gımgım’ın ileri gelenleri, hükümet yetkilileri  iç etmişler, köylünün ağzına bir kaşık bal o kadar. Bizim oraların kışı yamandır öyle çadır, baraka kar etmez mecburen göçtük   Bingöl’e, bir ev tuttuk bahara kadar kaldık. Ben bana verilmiş o barakayı sattım sonra şehre taşınınca.Eğer deprem olmasaydı hala köydeydik, ,depremden sonra çoğu insan Almanya’ya  gitti, şehre göçtü iş, güç sahibi oldu, benim bildiğim Kırıkkale’de MKE  fabrikasına en az yirmi Varto’lu alındı. Dereza ma; depremden sağ çıkanlar öyle kolay kolay yıkılmazlar;acıyı, ölümü, yıkımı, yokluğu da kimse öğretemez  onlara, çünkü onlar ta başından öğrendiler. Serdar’a,  Emera’da iki kızını Muska’da dört çocuğunu birden  depremde kaybeden Ayten’e de ,  ablana da çokk yandım ben.

Waye, Xemza ma; dur ben sana  anlatayım;  havada garip bir sıcaklık belli bir şey olacak… mala gitmişim,  koyunları sağdıktan sonra şıt dolu meşk’i sırtıma vurdum, doğru ev…o  sıcakta bozulmasın diye hemen Locın’da  iki taştan ibaret ocağın altını  çalı çırpıyla tutuşturduğum odunlarla yakıp; düşündükçe  o zamanlar tek başıma nasıl kaldırdığıma hậlâ  şaşırdığım  etrafı isten kararmış,  içine sütü boşaltacağım  ağır kazanı üzerine yerleştirdi. Bir tas yoğurt yiyip dinleneyim derken, halbuki ne kadar kolaymış ‘cacık’ denince yoğurdun içine salatalık doğranması gerektiğini bilmek,  bilmediğimizden;  babam cacık yap yerine  “çene ma,  açım hele   git bostandan iki hıyar kopar, yoğurdun içine  doğra getir’le seslendiğinde yakalandık depreme, piye mi’nin babamın anneme ’ çocukları bırak kaç’ deyişini hiç unutmadım. Annemle dışarı koştuk, fakat annem iki küçük kardeşimi kurtarmak için içeri girdi önce birini getirdi verdi bana sonra diğerini kaptı getirdi o kadar kısa bir sürede, bunu nasıl becerdi kavramış değilim. Ama zaten bizim evin arkada iki odası yıkıldı, gerisi sağlamdı, hepimiz de kurtulduk. Köyü bir toz, duman kapladı ki göz gözü seçmez o derece…sarsıntı durdu ‘Hego, Hako, Ya Ali, heyvako, heyvako, gelin, koşun ’ sesleri dört bir yanda... yanımda, yöremde bütün evler yıkık… tek ev olmuş, yol yok ortada;  taş, toprak, tahta, cam… ‘Allah rızası için yetişin;  çocuklarım…çocuklarım…kocam…annem‘ çığlığı, hangi birine koşacağımızı şaşırdığımız.Amcam bostanda fasulyelere kazık dikiyormuş, yer yarılmış beline kadar toprakta, yan evin sahibi akraba  koşarak geldi ‘çocuklarım kaldı içerde yardım edin’, babam ‘valla önce kardeşimi kurtaracağım bak ‘ dedi , Allahtan  kürek bostanın içindeydi,zar zor kurtardı babam amcamı. İşte tam o anda gördüm ablanı,  aynı evde yaşadığı eltisi; Locın’da saç üzerinde haftalık ekmeğini yaparken evin, en büyüğü on üç yaşında dört çocuğu da, ekmek almak için mutfaktaymış. Allah düşmanımın başına vermesin, saçındaki leçek düştüğünden ablanın  uzun siyah saçları enkaz üzerinde sağa, sola savrulurken  ‘gelinnn…yetişinnn.. Munise’m, Ayten’im, Ali’mi, Hamza’m  buradalar,  seslerini duyuyorum. Dae, May’e kurban size… kurtaracağım az dayanın, babanız, babanız nerdesin Muhlis?…Muhlis ’ feryadıyla, elleriyle kazıyordu toprağı. Elma ağacının altında ablanın kayınpederi ‘oğlum Muhlis’i çıkarın’ diyordu kızı Fatma’ya. Bir kaç köylü ellerinde kürek geldiler ‘ yavaş salla küreği bıra İsmail, yavaş,  hayır hayır kazmayla olmaz… çocuklarım altında, birinin başına gelir kazma’  derken enkazdan alıp attığı her taş bir hayat, her toprak bir ömürmüşçesine öylesine  ağırdı ki…’hepsi altında… bıra ma, waye altında hepsi toprağın; bir değil, iki değil dördü de; bu damın altında, dördü de…’  çocuklarına ulaşmak için elleriyle  kazdığı topraktaki  cam, çivi, taş, kırık tahta parçaları  tırnaklarını, parmaklarını parça parça etmiş, kanlar akıyordu ki birden  bıra İsmail’in elinden  ‘ böyle yaparsan… böyle geç yaparsan çocuklar ölecek…bırak…çekil ’le küreği aldı.Bıra İsmail ‘waye, waye bu ellerinle yapamazsın... Ali adına…Goşkar baba adına  kenara çekil.Bak belki  şu anda bir çocuğunun  üzerindeyiz, ağırlık yapıp nefes almalarını  zorlaştırıyoruz…hem artık susun… susun da kim nerde seslerini duyalım’…nihayet biri akıl etti… feryat figan durdu; dae, may’e, waye, buradayım, ne olur çıkarın beni, yardım edin’ sesleri  kapladı köyü; sanırsın enkaz dile gelmiş konuşuyor… bir umut…bir umut...ama çoğu köylü yıkılan evlerin altında; enkazı kaldıracak insan o  kadar az ki…eltisinin sesini tanıyor, duyuyor ablan ‘buradayım, çocuklar da yanımda’. Elbisesi yırtılmış,  bacakları yüzü gözü toz toprak, kan yara  bere içindeki ablan,  takati kalmadığından kanlı elleriyle başını tutmuş, çömelmiş bir taşın üstüne büyük bir umutla yerini bulduğuna inandığı çocuklarını bekliyor, ağlayarak. Eltisinin sağ çıkarıldığı yerde değil  tam tersi yönde ablası Ayten’nin kucağında Munise,  az ötede de Ali’yle  Hamza bulunacaktı. Yan yana dizilmiş çocuklarının başında ablan; bir ona, bir diğerine bakıyor, üzerlerindeki  toprakları, taşları temizliyor kucağında iki buçuk yaşında  Munise. Enkazdan  kimin, nasıl, ne zaman  kurtardığını bilmediğimiz saçları, yüzü  toprak kaplı zama ma Muhlis yanında. Kızı, çene Fatma ablanın kayınpederine ‘Muhlis sağ ‘ diyor ‘ya çocuklar, Ali sağ mıdır?’; elma ağacının biraz ilerisinde yere yatırılmış, toz, toprak içinde ayırt edilmesi imkansız  çocukların arasından  babasının adını verdiği, çok sevdiği Ali’yi kendine benzeyen ayaklarından tanıyor   ‘heyvako, heyvako…Ali’m diyor kalp krizi geçirirken. ‘Munise’yi ver bana’ diyorum ablana ‘ yazıktır günahtır, yapma böyle’ tanımıyor beni, kim olduğumu bilmiyor… öyle boş, boş bakıyor gözleri; alıyorum Munise’yi kucağından, elma ağacının altından kalkıyor Fatma; Munise’yi Ayten’nin yanına uzatırken ben. Yeğenlerine arkası dönük ablanın önüne çömeliyor Fatma, elleriyle  omuzlarını tutuyor, sarsıyor, hareketsiz o anda hiçbir şey   duymayan ablanı yumrukluyor ‘ veyvike… veyve sana söylüyorum, pıye ma… babam da  öldü şimdi… baabammm.’ Öyle bir zamandı ki yok kurtarma, yok enkaz  kaldırma ekibiymiş, AFAD’mış esamesi okunmaz, yok ki…deprem bölgesine  anında yardım mı? “ Sesimi duyan  var mı” diyecek birileri mi? seslenilseydi duyacak o kadar çok insan vardı ki enkazda, bugün olsa kurtarılacak…o gün Mümkünatsız; insanı, yardımı getirecek  olanaklar kısıtlı, kaç uçak var ki memlekette…yokluk be! medeniyetin yokluğu öldürdü onca insanı…İşte böyle waye ma, bacım böyleydi ablanın hali; yardım mardım görmedik biz  önceleri; iki üç gün sonrası askerler, cipler  geldi ekmek getirdiler, konserve gibi şeyler… Kuzik, Zengena gibi dağ köylerine yanlış bilmesem üç dört gün  sonra gitti hükümet , iki üç çadır ovaya kurdular tamam bitti onlara göre. Sonra baraka falan da yaptılar…Zama ma… enişten Muhlis; deprem olduğunda ablanın  evinin arkasından geçen dere  birden  kurur, su akmaz,  kefen de bulamadığından öylece olduğu gibi mezara koyduktan sonra  çocuklarını ‘ vasiyetimdir, beni de öldüğüm andaki giysilerimle, kefene sarmadan  gömün’ dedi. Ablan depremden aylar sonra  bir gün dedi ki ‘ağırlığınca taşın, toprağın altında kalan Muhlis’in baştan aşağıya bütün vücudu simsiyahtı, etleri morarmıştı; acısı, kaybı öylesine büyüktü ki, o evlat acısı bastırmıştı o korkunç kas, kırık ağrılarını tek bir gün buram ağrıdı demedi.Bak derdi bana bu gördüğün bütün köyler, Varto’nun bütün köyleri bizim gibi, senin gibi, her evde bir ölüm’.Torunlarının ölüm haberini alıp, hakim oğlunu da yolcu ettikten sonra estora, ata binip, etrafındaki köyleri kuşbakışı gören yüksek bir rakımda kurulu  Muska’ya süren annen; kayınpederinin de ölümüyle  bir trajedi, bir felaketin tam ortasında elma ağacının altına serili yırtık, toz toprak içinde   çulun üzerine  uzatılmış, feryat figan ettiği dudakları  çatlamış, gözyaşları kurumuş, mırıltısı  duyulan kendinden geçmiş haldeki ablanı yarı baygın bulacak,  dizine koyduğu başını  incitmeme gayretiyle hafifçe ovalarken  ’çene, çenik… waye ma kızım… kızım… baban öldüğünde ben, sen  ne yaptı(n)m ki şimdi  sen ne yapacaksın. Allahtan geldi; kadero… kadero  ne yapalım’la  kızını teselli eden  anneannenin; o anda o sözcükleri ağzından döken katılığından habersiz  uzakta;  on iki yaşında ayrıldığı ablasıyla  altmış yaşında karşılaşacağından o güne değin hiç görmediği depremde ölen  yeğenlerini sanki dün görmüşçesine  yüzüne oturan acıyla ‘oy, Hego..Hego...Allahım, Allahım; ahhh benim talihsiz ablam, nasıl dayansın nasıl‘ ağıtlı anneni   elini tutuğun aranda bir yaş fark olan kız kardeşinle birlikte duvara sırtını dayamış ayakta korkarak, anlamlandırmaya çalışarak izlerken öğrenecektin Leyla’nın öldüğünü. Akşam ağlamaktan sesi kısılmış gözleri seçmez olmuş annenin  yanında yatarken ‘Anne! Leyla öldü ne demek, ne olmuş Leyla’ya’, ‘ yok artık, yok’ ,’şimdi  köyde  değil, başka  bir yere mi gitti?’. Yirmi bir yaşında dört çocuk sahibi, çocuk psikolojisi bir yana,  psikoloji diye bir terimi bilmeyecek  annen ‘hiç görmeyeceksin onu, toprağın altında artık’ derken korkmuştun bir gün senin de  üzerine atılacak  toprağın karanlığından, ağırlığından. Depremin duyulmasıyla   Karayollarına ait lojmandaki evinize  başsağlığına gelen  Van’da yaşayan çoğunluğun aksine başı açık, ten rengi çorap,  etek, ceket  giymiş kadınları gördüklerinde, duyulsun diye  yüksek sesle  “emrine, Kuran’a uymayıp saçını başını örtmeyip, her yerlerini açan dinsiz imansız bu Kızılbaşların evlerini Allah  başlarına yıktı, günahsız  çocukları bunların  yüzünden öldü, bunların cezasını çekti o sabiler. Allah böyle verdi işte  cezalarını ama nerde anlayan“ konuşmalarıyla; büyük bir yeis içindeyken ailen; tanımadıkları çocukların,  kuzenlerinin, akrabalarının ölümünü Allahın cezası sayıp üzülmeyen, “oh oldu”yla  doğal afeti tastikleyen  o mahlukların sevinçleri... o kendilerinin Allahın sevgili, makbul kul olduklarına dair sarsılmaz inançları; büyüdükçe yaşam telaşında  unuttuğunu sandığın asla unutamadığın  bir harf gibi kaldı belleğinde; insanın içinde kalan, içten içe işleyen, ruhu saran,  acıklısı faşizmin nedir; faşist, Nazi bir insan nasıldır bilmeyen ama  faşizmi, bir Nazi’yi  ırkçılığı, ayrımcılığı, merhametsizliği,  Allahın  iyilerin yanında yer almadığını anlatan bir kelime gibi. ‘Herkesin Tanrısı bir niye Müslümansın diye seni üstün tutusun, ayrımcılık yapsın kulları arasında’ diye düşündürten madem cezalandıracaktı farklı dindekileri, mezheptekileri  neden  yarattı;  bizi  Müslüman; suni, Alevi,  Şii, Şafi; bir başkasını Hıristiyan; Katolik, Ortodoks; bir diğerini  Yahudi, Budist. Neden dört kitap, dört peygamber gönderdi her şeye kadir, her şeyin yaratıcısı Allah;  tek  Hz. Muhammed’i, Kuran’ı yollamak varken. Allah  çeşitliliğin,  karşıtların daha iyiye, güzele ulaşmada  birbirini  iteleyeceğini düşündüğünden mi  dünyayı böyle dizayn etti…yoksa kullarıyla; yaratığım her şeyle isteğim gibi oynar, istediğimi yapar; ister sever, ister nefret ederim; onlar benimdir nasılsa benimmmm; ilişkisini dahi yeterli  bulmayarak dünyada sürekli sınava tabii tutarak,  acizlikleriyle eğlenmek için farklı dini , mezhebi mi yarattı?Kudreti, gücü varken neden dört kitap, dört peygamber  yerine tek kitap, tek peygamber  göndermeyerek; bir kitaptaki söylemini  diğer kitapta ters köşe yaptırtarak …, Yahudi, Hıristiyan, Müslüman’ları ‘en doğrusu benim dinim, Tanrı bizi seçti, diğerleri günahkar, gavur’ düşüncesine iterek  birbirine vurdurtan, düşman  eden , hayatın bütün kozlarını elinde tutan Tanrı’nın, yarattığı kullarına hayatlarını zehir edecek, kaderlerini belirleyemeyecekleri zavallılığı bahşederek; kazanacağı baştan belli  hayat kumarını oynatması belki öbür dünyanın  yeryüzüne tezahürü olduğundan mıdır  insanlık tarihi boyunca  ilkelliğin, cahilliğin, savaşın, nefretin, despotluğun,  ihanetin, kötülüğün, faşist anlayışın  hüküm sürmesi …iyi vallahi, önce bir insanı  farklı din, mezhep, kökenden yarat sonra  yarattığın diğer dindekileri, kökendekileri  o insana düşman ettir  , daha da vahimi her şeye kadir sen yarattığına  iyi, kötü huyu da  lütfet  ona göre   işler yaptırt sonra vesile olduğun işler yüzünden kullarını ayrımcılığa tabi tutup kendi dünyanda cehennemine, cennetine al..tüm bunların nedenini, kendini de  sorgulatma…böyle, böyle birbirine düşürdüğü kullarının halini  seyretmekten zevk aldığını düşündüğünüz Allah’ın; Tanrı’nın  adını ağızlarından düşürmeyen; hayatının ilk dönemi çocukluğunda  Leyla’nın depremde ölümü sonrası karşılaştığın o merhametsiz, o acımasız  insanların…senden önce yaşayanlarla, sonrasında yaşayacaklara da yap(acak)tıklarına,  söyle(yecek)diklerine   hayatının  her döneminde  rastlaman…yaşananların  durmadan tekrarı …, Ermeni tehciri….  altı yedi Eylül olayları… yargısız infaza kurban giden onlarca  köylü, onlarca  Taylan Özgür’ler, Vedat Aydın, Savaş Buldanlar; …1 Mayıs 1977… …, Bahçelievlerde 7 TİP’li… Maraş, …,  Çorum…,  Sivas…, Roboski …, onlarca insanın hiç yere  heba edildiği katliamlar…o katliamları  planlayan, gerçekleştiren, savunan  İnönü’den Çiller’e; Türkeş’ten Mehmet Ağar’a, Cavit Çağlar’a, Topal Osman’dan Haluk Kırcı’ya;   Abdullah Çatlı’dan Veli Küçük’e;  İbrahim Şahin’den Ayhan Çarkın’a  katliam korosunun çoğu devlet görevlisi üyeleri, tetikçileri, JİTEM’cileri,  istihbaratçı  gazetecileri, yazarları da dahil yüz binlerce katil insanın  “Türkiye sizinle gurur duyuyor”la  ayakta alkışlanmasını, hayatlarını idame için bankaların, holdinglerin, KİT’lerin yönetim kurullarına atanmalarını, saygıdeğer iş adamı, vatandaş  sayılmalarını kanıksa(t)mayan; varlığını asırlardır sürdüren bu ölümcül çevre;  her zaman, her yerde  insanları öldürmeye varan nefretin;  bir zamanlar ötekileştirdiklerini (Kürtler, Aleviler, .., .., )  bir bakmışsın bir gün  yanlarına alarak;  ötekileştirecekleri yeni kesimi (Suriyeliler, Afganlılar)  hedef göstermenin kimseleri   şaşırtmamasının da nedeniydi. Katillerin, vicdandan yoksun merhametsizlerin  ellerinde oyuncaklıktan kurtul(a)mayan biçare Türkiye’nin tarihine sürülen onlarca  kanlı leke…çıkmaz…acıtır durur. Leke acıtır mı? Acıtır; yaşadığı vahşeti, katliamı duyduğu nefret yüklü sözleri, gördüğü kötülükleri ölünceye dek unutmayacak çocukları, mağdurları acıtır, acıtacaktır  o leke ki  ne yapılırsa yapılsın  isterse  hiç dilenmemiş  özürler milyon kere dilensin; acıtır işte.“Açken tok yatan bizden değildir”li  Ayetin konusu  komşuların, insanların deprem karşısındaki o  zalimliği… ötekileştirmeleri…o vahşilikleri  ‘ayyy bizim zamanımızda yoktu öyle Alevi Sünni;Türk Kürt Ermeni  ayrımı, bilmezdik kim ne, ne değil’ safsatası, yalanıyla  her yerde kaybettirildiğinden; hiç bir yerinde hakikatin bulunmadığı Türkiye’de; insanın kendini huzurlu hissetmesi gerekli vatan diye sunulan ama vatanın olmaması için her şeyin yapıldığı bu yerde;  çocukluğundan anneannenin görünmez atlılarını hafifleten sabah rüzgarı Bad-ı Saba gibi geçmiş  kuzenin Leyla’nın  tanıştırdığı  ölümün  travmasında, gençliğinde de  devrim yolunda Yoldaşları kaybettikçe  acaba diyecektin  acaba  ölümü ilk yaşayan, gören avcı toplayıcı insan, ölüm karşısında ne yaptı, ne düşündü,  nasıl dayandı, nasıl algıladı, ne sandı ölümü? Acaba ilk ölüm nasıl gerçekleşti? İlk ölen;ormanda bir bizonun peşinde koşarken kalp krizi mi geçirdi yoksa bir kayadan diğerine atlarken uçuruma mı düştü yoksa bir hayvan saldırısı sonucunda yaralanıp hastalıktan mı kaybetti hayatını? O ân’a dek ölümle karşılaşmamış ilk insan, insanlar büyük bir şaşkınlık içinde ölenin başına toplanıp bedenin morarması karşısında ‘ne oluyor’ diye birbirlerine mi baktılar çaresizce eğer avda gerçekleştiyse ölüm, cesedi  yanlarında  getirip  bir kenarda saatlerce ayağa kalkar, uyanır  diye mi beklediler,  uyanmayınca  da kendiliğinden mi aktı ilk gözyaşı… ağlamanın ne mana, ne ifade  ettiğini  böyle mi öğrendiler  yoksa dilleri  dönmez,  simgelerle, poetikle dertlerini anlatamaz durumdayken daha  öldüğü yerde  öylece bırakıp  gittiler mi ilk öleni;  yırtıcı hayvanlara yem  diye; daha bir Totem, bir Put, bir Tanrı, Peygamber, Veli, mürit, şeytan, lider, başkan, reis …, …,  daha dünyayı kasıp kavuran kötülüklere haksızlıklara bakıp  ‘ahh Tanrım  elinden gelenin en iyisi buy muydu?buysa niye yarattın…niye insanı’ sorgusunu;daha ‘masal’ı da  yaratmamışlarken de.

Ahhh o masallar…ahh hangi akla, neye hizmetin  belirsizliğinde insanların olmasını istedikleri  ama olmasının imkansızlığını  bile bile asırlar önce, dün, şimdi, yarın  yarattıkları o  olmayan, düşünceyle, yazıyla oldurulan  büyülü dünya… Ahh benim bir Arı’ya, bir Ayvalık tostuna hayatı elinden alınan prensim;ne çok masal anlattım, ne çok masal kitabı okudum, ki babaannen  masal anlatan oyuncak arı  dahi almıştı, ne çok  masaldinle, masalizle, masal, …, …, masal.com.tr’ de masal dinlettim, seyrettirdim ben sana; öğlen, akşama doğru hatta sabahları;yormasın masallar rüyanı diye. Onlarca masal kitabı,  kapakları  farklı içinde renk renk  resimler çizili, değişik  formatta; her güne bir masalın yazıldığı  masal kitabın  da vardı  annenin aldığı. Kesmezdi  onlarca masal ‘sen anlat’ dediğinde ‘sen değişik bir şey uydur,  yarat, sıkıldım artık bu hep aynı masalardan ’ demek istediğini bilirdim .Masallar yaratırdım sana; küçük ayıcık Togi annesinin ‘evden çok uzaklaşma’ sözünü unutup arkadaşı Ponti ile o bayır senin, bu bayır benim koşarken birden  evden çok uzaklarda olduğunu fark edip, üstüne kayadan aşağıya düşmesin mi?Sonunda kendisini takip eden  annesinin yardımıyla kurtulurdu.Aynı masalı ‘ geçen gün anlattığını tekrar anlat ‘, ‘hangisini’ ‘ hani annesi buluyor ya, ayı ???? ‘ dediğinde verdiğim isimleri unuttuğumdan konu aynı olsa da isimlerin değiştiği ‘aaaa evim, annem ?? bulamıyorum‘ diye panik yaptığında  ayıcık  Togi, kendini onun yerine koyduğundan korkuyla açıp gözlerini neredeyse ağlayacak,  annesiyle kucaklaştığında sanki sen annenle kucaklaşıyormuş hissiyle  dolup taşan benim masalımın prensi yavrum; işte böyle  bizim  kendi masallarımız vardı değil mi?Sonra bana ‘dur!!  bu defa ben  sana masal anlatacağım’  dediğinde uydurduğum masalların kahramanlarına Kuki, Cuki  o anda aklına ne gelirse o ismi takarak gerisin geri bana anlatırdın ama büyüdükçe ‘ben uydurdum’ dediğin  kendi özgün masallarını anlatacaktın bana.Roman taslağımı, bir  yazıyı  yazarken bilgisayarda,  sen de sandalye ya da pembe kumaş döşettiğim antika koltuğu ortak kullanacağımız  geniş beyaz  çalışma masanın yanına ‘çek’ der bazen de ayakta durarak resim yapar, yazmayı öğrenmeye başlayınca da yazılar yazardın;eğri, büğrü.Sevdiğin eşyalar vardı evde, illaki oturmak istediğin, üzerinde kaydığın, hopladığın bej koyu mavi armut koltuk gibi niyeyse küçük yaşına rağmen  eşyalarla  ilgiliydin, malın çok kıymetliydi giysilerinin, oyuncaklarının,  kitaplarının kuzenine verilmesini istemezdin, görseydin birinin elinde hemen alırdı hatta  bir  defasında elinde  gördüğün oyuncak panda ve masal kitabını ‘bunlar benim’leyle  elinden aldığın  aranızda iki yaş  bulunan çok da  sevdiğin kuzeninin  ağlamasına  ‘yavrum o daha küçük, bak  sen abi oldun, haydi bak ver ’  dememize  aldırmamış  ‘ama bunlar benim’le tutturmuş, vermediğin gibi evine götürmüştün gerisin geri,  evde neyin değiştiğini, neyin yeni alındığını; dış kapının önüne serilen  kelebek desenli paspası ‘aaa değişmiş koca kelebekli mavi paspas çok güzel’, kapıları beyaza boyatılan gardrobı  ‘rengi değişmiş bunun’la  fark ederdin bazen ‘haydi bil  bakalım mutfakta ne yeni’   derdim, bunun üzerine elini dudağının üzerine koyar “hımmm ‘ gözlerinle  şöyle bir tarar ’kahve makinesi  değişmiş, bunun rengi siyah ‘derdin.Sen yanımda resim yapar, yazı yazarken sana bakıp içimden ‘bu oğlan yaşıtlarından  farklı , kocaman adam gibi konuşuyor, düşünüyor; yazar , ressam falan olacak sanatla da ilgilenecek ilerde, inşallah uç yaşayan bohem biri,  erken ölen lanetli şairlerden “poetes moudits”lerden olmaz’ diye düşünürdüm.Çabuk sıkılırdın sen  ‘bırak, haydi’lerin sıklaşınca sen9.doc dosyasını kapatır, kucağıma alırdım ki o zamanlar okula daha başlamamıştın.İşte öyle günlerden birinde ikibin on beş yılının Eylül ayında; doğum günün yedi Eylülden dört gün önce, saat onbeş elli dört’te    bilgisayar başındayken;  yeni  Word dosyası açmış, her zaman yaptığımız gibi ekle bölümünden  küçük resim, şekiller butonuna basarak boş beyaz sayfayı o anda hangisi hoşuna gitmişse o hayvan, trompet, kaplumbağa, tavşan, çiçek resimleri; kare, küp, slildir, yıldız, bulut şekilleriyle  doldurur sonra da yazıcıya gönderirdik.Renkli kartuş olmadığından yazıcıdan aldığımız siyah beyaz resimleri bazen de   makas ister yazıcıdan aldığımız resimlerle; gazetelerde, dergilerdeki  hoşuna giden araba, ev, ağaç benzeri figürlerle; marketlerin reklamlarındaki zeytin, elma, domates, salatalık, portakal, üzüm, nutella kavanozu, vantilatör resimlerini keser;  akşam   seni almaya gelen annene daha kapıda gösterirdin ‘bak ne yaptık’ eğere almayı unutursan yazıcıdan çektiğimiz ya da kestiğin resimleri  almak için  mutlaka  geri döner ‘masada getir’ diyerek evine götürürdün.O gün birden ‘sayfaya eklememi istediğin resimlerin altına aklından geçeni, istediğini söyle  ben de yazayım’ , ‘nasıl yani’, ‘masal gibi; Acı Biber Çatçat, Küçük Fil Filo gibi’, ‘aaaa çok güzel’, ‘hangi resmi ekleyeyim’ sen  seçmiş, söylemiş  ben yazmıştım.’







Küçük bir köyde nehrin  kenarında bir ev varmış. Sonra Deniz kenarında bir çocuk oynuyormuş. köy çok güzel demiş çocuk sonra şarkı söylemeye başlamış “laylayalay “  sokakta yürüyordum küçük bir kız gördüm bakmadı beni görmedi  beni hiç tanımadı hiççç. Suda yüzmeye başlamış balıkları görmüş dalmış her yerde bir şey görüyormuş, gidiyor gidiyor ve gidiyor. gölün karşısına geçmiş sonra bir  çocuk bir devle karşılaşmış dev merhaba demiş sudan geçip fifafo   fi fa fo diye geçmiş.









Sonra dev hay ben inşaatçıyım tık tık tık her şeyi yapmış sonra dev bir tost makinasıyla karşılaşmış








Sonra dev onu yazmaya başlamış ay ne yapalım demiş karıştırmam gerekir topu demiş bir karıştırmış havalar uçmuş dan dan dan ondan sonra ne var burda bir kalemlikmiş bir çekiçmiş


















Onlar mum ya sonra çekişe vurmaya  başlamış belli olmadık bir yere atlamış, basketbolcu bir kız görmüş bende basket atayım mı demiş.
























Ay o da golfçüymüş bende  kız sandım’


Ani bir atraksiyonla  ‘tamam yeter’ diyerek kucağımdan kalkarken ‘ dur dur kaybolmasın bir isim verelim kaydedelim ne yazalım ‘Can’nın altı yaşında yazdırdığı masal’ diyorsun diye kaydediyorum, büyüyünce ki ben olmasam da yanında,  açar, okur  belki ne  biçim yazdırmışım der  gülersin‘ le  kaydettiğimizde düşünebilir miydim hiç, bir gün sensiz tek başıma okuyacağımı yazdırdığın ilk masalını. Çok zorlandığın vefatından sonra müfredattan çıkarılan el yazısıyla yazmayı öğrendiğinde ben bilgisayarda çalışırken bu defa yine yazıcıdan çektiğin arkası karalanmış A4 kağıda kendin ayakta bir şeyler yazıyordun ‘ne yapıyorsun velet’, ‘ bak masal yazdım’… ‘ne diyeceğim oğlum, yaptıklarını, seninle ilgili her şeyi  bu çekmecede biriktirelim (  beyaz çalışma masasının yanındaki üç çekmeceli dolabın en alt çekmecesini gösteriyorum) bundan sonra burası sana ait büyüyünce ne zaman yaptığını bilmemiz içinde  de tarihini yazalım‘  dediğimden yaptığın her resme , yazdığın her yazıya, düşen dişini koyduğumuz buzdolabı  poşetin üzerindeki etikete kadar sana dair  sakladığımız  her şeye  tarihini yazardım.Onun için yaptıklarını önüme getirir, sadece bakar  unutursam telaşla  ‘tarihh’ der  sonra  çekmecene koyardın .Ölümünden bir ay on iki gün önce;  yirmiiki Mayıs   ikibin onaltı;  ilk ve son kez yazdığın masalını  öylesine  baktım ‘bir varmış bir yokmuş, evel zaman içinde kötülerin pirenses varmış,(virgü de koymuşsun) o kadar kötü bir pirensesmiş ki hep kötülük aklına her zaman kötülük yaparmış mesela tavukları bir kutuya dönüştürür başkalarının sevdiği şeyleri paramparça edermiş’ yazmışsın; masada nereden aldığımızı hatırlamadığım ama Mcdonald’stan alma  ihtimalimizin yüksek olduğu  stıckers duruyordu, ‘bunlarla da süsle’ dedim, süsledin.






























Niye? Allah cezamı versin niye ???  ‘sormadım’ diye uzun uzun  düşündüm sen vefat edince yazdığın masal elimde;  en büyük pişmanlığım, hiç olmadı diyen yalancılara  karşın   en  büyük ‘keşke’m oldu…  evet oldu ‘o an niye sormadım  sana; hani prensler, prensesler hep iyi, güzeldi sana okuduğum masallarda, senin masalında niye kötüydü pirenses’, senin kötü pirensesin kimdi? Kağıtta iki çocuk  resmi; saçları uzun olanın üzerine Başak, diğerine  Can ortasına  da ‘el ele’ yazdığın... başka bir resim, kağıdının  sağ ucuna  23 Mart 2016,  altına   ‘Başak ve Can’ın düğünü’ yazdığım ‘bu resimde neyi anlattın’ ayy sende hiçbir şey bilmez misin bakışın ‘anlamadın mı ??? Başak’la benim düğünüm; Başak’a duvak, boynuna papyon yapmayı unutmadığın gelinle damatsınız ya ‘peki bunlar‘,  ‘bunlarda düğüne gelenler’, ‘ vay vay Zırto’ya bak,  kimmiş bu talihli insanlar; üzerine isimlerini de yaz’  anneanne, baba, anne değil hepsinin isimleri resimlerinin üzerinde  arkadaşların; Furkan, Güneş, Nehir, Cemil Efe; topu topu sekiz kişi davetli düğününe… elimde katlandığı belli   kareli bir defterden kesilmiş uzun kağıt arkasına ‘Not’ yanında  kalp resmi yapılmış; çantandan çıkarıp   veriyorsun  ‘sevgili Can bana yani Başağa aşık bunu öğrendim’ yazısı  altında tavşan, sen, Başak resmi yapılmış ‘Başak verdi’ diyorsun. Sonraki gün üçgen kesilmiş bir kağıtta ‘Can benim hakkımda hissettiklerini benimle paylaşabilirisin .Sende bana bir not yazar mısın.seni çok ama çok seviyorum’  yazısı altında  dört katlı bir pasta, ilk katında cb yazısı  kalp resmi;  ikinci katında c, kalp; üçüncü katında b, kalp; son kat c  yazılı  üzerinde mum, pastanın bir yanında sen, diğer yanında Başak ikinizin resminin üzerinde de  öpücük yazısı… ‘sen de bu ince davranışa karşı not yazmalısın’, ‘tabii yazacağım‘.Sonrası senin yaptığın iç içe geçmiş kırmızıya boyadığın kalp şekli, Can, Başak yazılı o kadar. Başağa not yazıp verdin mi, içeriği neydi belleğimde karanlık. Acaba masalı yazdığın Mayıs ayında  ‘merak ettim bu Başak nasıl biri, güzel mi’, ‘ böyle saçları uzun prenses gibi’ tarif ettiğin sonra  belki bir gün, bir olayda ne bileyim herhangi bir tavrıyla kalbini kırmış  Başak mıydı kötü pirenses? Yoksa yanağına bir öpücük kondurarak seni şaşırtan Selvinaz, Elif mi? Bir gün çok çok  sevdiğin ‘kankan’ ‘Cemil Efe aşık biliyor musun‘; kime aşık olduğunu söylemene, belleğimi zorlamama rağmen hatırlamadığım ama benim ‘gidip söylesin yavrum’ dediğimi hatırladığım ‘Cemil Efe Ömer’le oynuyor teneffüste  benimle değil’ dediğinde o küçücük yaşta kırılan kalbinin yüzüne yansıttığı kederin, üzüntün, çaresizliğin  öyle bir sıkıştırmış…sızlatmıştı ki  yüreğimi  ‘üçünüz birlikte de oynayabilirsiniz, Cemil Efe seni çok sever,  bak gör yarın birlikte oynarsınız’la seni rahatlatmaya çalışmış; bütün gece ‘bu kadar işte,   üstüne titrenen evlerin prensesi, prensleri; onlarca prens, prenses bir araya gelince kreşte, okulda, parkta; kendisi hep el üstünde tutulduğundan karşısındakine değer vermeyen, kalp kıran birer cadıya dönüşüyor; sıradanlığın büyüsünü anlatmadığımızdan arızalı bir nesle önayaklık ediyoruz’ düşüncesinde üzülmene üzüldüğümden sabaha kadar uyuyamamıştım. ‘Ne oldu Cemil Efe yine oynuyor değil mi seninle’,  ‘evet, artık üçümüz koşuyoruz koridorlarda, oynuyoruz’ diyerek her şeyin yolunda olduğuna inandırmıştın ya beni acaba öyle değil miydi, kötü pirenses diyecek kadar  kırgın mıydın Cemil Efe’ye? İstediğin halde oyunlara hemen dahil olamadığın çekingenliğin yüzünden;  kreşte, ana sınıfında, okulda, parkta  sana  yalnızlık  hissettirten Neva’mı , Yusuf,  Rüzgar,  Emir Efe, Kıvanç, Berk’miydi ‘sevdiğin her şeyi paramparça eden’ pirenses;‘kalbime yumruk attı  çok acıdı’ dediğin  annenin de öğretmenini uyardığı  ‘Ege’ yoksa  serviste ‘Kocataş yerine Kocakafa diyorlar soyadımla alay ediyorlar’la kızdığın  Ali Emre, Kaan mıydı?İsmi hatırlanmayan birisi "masal en dürüstümüzdür çünkü en baştan yalan olduğunu söyler size" demiş; o minicik kalbinle…o minicik aklınla…o minicik ömründe; evde, parkta, kreşte, okulda aynı yaştaki  arkadaşlarının; ailendeki, çevrendeki   koca koca insanların yaptıkları,  yaşattıkları öğrettiğinden mi  sana okuduğum kötüyse  bile bir biçimde bir peri tarafından güzelleştirilen çirkinlerin kötülerle, güzellerin güzellerle birlikte anıldığı; sarışın uzun saçlı prenseslerin kurtarıcısı yakışıklı prenslerin  iyi,  tertemiz bir kalbe sahip; daima iyilerin kazandığı; hep de mutlu sonla biten masallara hiçç inanmamışsın; masalların masalığını da bildiğinden. Belki sen öldü,  yok oldu  demenin masalcasının “bir ömür boyu (sonsuza kadar) mutlu yaşadılar..." olduğunu da  çözmüştün de eşek kadar ben çözmemişken. Bir masal gibi kısa süren ömründe; yaşadığımız masal da yazdığı gibi bitti ‘…kötü bir pirensesmiş ki…..başkalarının sevdiği şeyleri paramparça edermiş’…. kalbimi parçalara bölerek, bir varmış, hep varmış;ölümde, ’hiç’likte dağıtarak beni bitti  masalın; kendi masalında kitli kalmak o anda, burada başladı; sen bir denize dönüştüğünden beri; arkandan yosun tutuyorum; sarararak…

Büyüklerin çocukların daha uyumaları, avunmaları hatta kendilerini rahatsız etmemeleri için  masallar okuduğunu, ellerine tablet verdiklerini, çizgi filmler izlettiğini anlamıştın sen değil mi Can.’Niye hep uykudan önce anlatıyor, okuyorlar masalı’ diye  boşuna sormamışsın bana. Ahh aptal kafam ahhh  sorularına rağmen sana masal okumaya, anlatmaya, uydurmaya  devam ettim. Sen görme telaşıyla kapıyı  kapatarak  giyindiğim kansere verdiğim sol göğsüm yerine konulan silikon sutyenin ağırlığı altında ezilen kalbim ‘aç, haydi aç, niye kapattın’ sızlanmalarınla kahrolsa da açamazdım kapıyı. Acaba ne yapıyordun da açmadın merakıyla odayı kolaçan eder  ’niye açmadın ‘ derdin işte  hep o yalancı göğsümde; masal kitabındaki  resimlere bakmak istediğinden kolumda, omzumdayken başın   ya da   yan yana yatar, otururken okurdum  Külkedisi, Kırmızı Başlıklı Kız, Pamuk Prenses, Küçük Kara Balık, niyeyse  sevmediğin Küçük Prens, Pinokyo masallarını. bir keresinde ‘bana kızdı’ diye babana şikayet ettiğinde beni ‘bak burnun uzadı bile’ demiştim;korkuyla elini burnuna götürdün ‘yaaa baba yaaa, bak ne diyor, burnum uzadı mı’ … ağlamıştın… ‘şaka oğlum, şaka ama yalan söyleme bir daha’.Gökten niyeyse de  kurtsuz üç elma da düşerdi ya  son satırı okuduğumda masalların; işte o an  masal kitabını yatağın üzerine  fırlatır ayaklarımızı havaya kaldırır, tavana bakardık ‘ yok yok’  derdim, ailedeki herkesi kapsayacak kadar  ‘ üç değil on elma düştü’ sırayla sayardık bağıra bağıra ‘ biri bana, biri sana, annene, babana anneanne.....Niye bilmem vefatın sonrası inanmadığını anladığım hangi masalı okuduysam, yeni bir  masal uydurduysam,  hangi çizgi filmi ki doğa sevgisini aşılayacağına inandığımdan çok istememe rağmen en fazla üç dakika seyrettiğin hoşlanmadığın Heidi hariç, hayvanlara dair belgeseli seyrettiysek; biter bitmez, anında  ‘haydi oynayalım ,aklıma bir şey geldi’, ‘çok güzel bir fikirim…bir planım var’ derdin; dönüşümlü canlandırırdık filmin, masalın karakterlerini, hayvanları;  bazen sen koşarak buzdolabını açıp peynir çalan Tom, ben Jerry; bazen  sen Jerry, ben Tom; bazen  iki elin başparmaklarıyla, işaret  parmaklarını birleştirerek yaptığımız  kamerayla hayvanları illaki de leoparları, aslanları  çeken bilim adamı; bazen sen kurt, ben Kırmızı Başlıklı Kız; sen orman dekorumuz;  salonda, holde   kolunda yalancıktan taşıdığın kurabiye, kek  konulmuş sepet, uydurduğun  ‘lay, lay, loommmm”’ şarkısını  söyleye söyleye ki  yeniden oynadığımızda  taklit edeceğini bildiğimden ben; salonda, holde iki, üç defa dolanır yolu uzatır, kuşlarla kelimeleri yutarak, ‘s’leri ‘ş’ yaparak  çocukça  konuşurdum  ‘ayyy ne kadar cüzel bir gün , aaaa yuvan bulutlaya da yakın, mutlu musun yükşeklerde sevgili kuç Coco; babaanneme gidiyorum, haydi arkadasım ol, beni takip et,  birlikte  salkı  söyleyelim; cik…cik..cik’; sen babaannenin evi; odama gelirken  yorganı başıma kadar çekmiş sesini izlerdim  ‘babaanne’ seslenmene ‘yavrucuğum yukarıdayım…’  içeri girerdin… ‘yaklaşsana yavrum, gel yanıma’… ‘babaanne niye böylesin, sesin niye değişik, kalın ‘…. Masallarda, filmlerde görüp özendiğinden çimenlere sermek için satın aldığım  beyaz, siyah kareli  piknik örtüsü; anneannenin tam istediğin gibi olan tutacaklı sarı  hasır sepetimiz de  vardı. ‘Haydi Park’ta piknik yapalım,  anne sepeti çıkar, hazırlayalım’ talimatımla buzdolabı poşetine koyarken ben  senin için salatalık, kiraz, ekmek içine köfte;  sen de  Eti çubuk kraker,  Oreo, Nestle gofret’ini koyuyordun çaktırmadan piknik sepetimize; ‘Cano, insan söylemez mi az daha unutuyorduk en önemli olanı peçete’yi derken ben  gülerdin sen ‘evettt’. Önde  bir an elimden kaçar yola fırlar araba çarpar diye   öldüğün güne değin sokağa çıkar çıkmaz elini tutuğum sen ve ben;  peşimizde dizleri ağrıdığından yavaş yürüyen, koluna  piknik sepetini takmış ikide bir arkanı dönerek kontrol ettiğin anneannen. Eşofmanımın cebindeki kağıt mendili çıkarıyorum ‘ne yapalım biliyor musun? Hansel ve Gretel gibi arkamızda iz bırakalım da  anneannen de bizi takip etsin olur mu?’  bir kağıt mendil de sana veriyorum minik mink kesip yuvarlayarak yürüdükçe arkamızdan  kaldırıma bırakıyoruz  ‘ama anneannem hiç bakmıyor ki’,  ‘biz de zaten bakıp bakmayacağını kontrol ediyoruz, üzülme sen az sonra fark eder’ diyerek  Lozan Park’tan içeri giriyoruz, arkamızda Kİ küçük beyaz kağıt mendil izlerini kimseler fark etmiyor. Çizgi filmler içinde Walt Disney yapımı “çirkin ördek yavrusu” gibi en az yüz kez seyretmeye doyamadığın bir tanesi de Pembe Panter’in bebek bakıcılığı yaptığıydı. Bilgisayarı açtığımı görür görmez ki bazen o kadar yaramazlık yapar, o kadar çok birlikte oyun oynardık ki yorgunluktan bitap ben; biraz nefes almak için seni oyalayan ama oyunundan, yaramazlığından alıkoyduğundan her  seferinde  bana  vicdan yaptıran kötü niyetli olduğumu hissettiren  ‘bilgisayarda oyun oynayalım, film seyredelim mi’  teklifime  art niyetsiz balıklama atlar, kucağıma oturur    Google sayfasına ben yazarken illaki müdahale edip bana yazdırırken ; ikimiz de heceleyerek ‘kır-al o-y-un.. Ha--zzal be-bek’, ‘pem-be pan-ter’ derdik,  gelen web sayfasını gördüğünde  telaşla ‘bas, bas, haydi’ derdin. Artık  Youtube sayfasında aşina  ‘Congratulations! İt’s Pink yazısını gördüğünde kucağımda kıpır, kıpır ‘bu, bu işte, bu , tamam, haydi ’yle bana fırsat bırakmadan enter tuşuna basar  ‘tamam başlıyor’la  iyice yerleşirdin kucağıma.  Recreation park, Picnic Area’da yazdığında ekrana iyice  yaklaşırdın ‘azıcık geri, gözün bozulacak’  uyarımı duymazdın bile; pikniğe gelen ailenin bebeklerini  koydukları sepeti, içinde yiyecek var sanıp kaçıran Pink Panther’in  bebeğe  bakmadaki beceriksizliği seni  öyle çok güldürürdü ki duygularını, telaşını, heyecanını  gizleme gereği hissetmediğin büyüdükçe kaybedilen  masumluktaki  o çocuk sesi(n)  ilk bahar, ilk yaz yağmuru  olur, toprak kokan dinginliği  getirirdi odamıza, eve.

Masallara inanmayı çoktan bıraktığından habersiz Can’a masallar  okur,  çizgi filmler seyrederken; sen Beyoğlu’nun aklı buğulu Şairi, sende büyüklere; how i met your mather tayfasının Maclaren’s’ı  gibi dans ederken ayaklara basmanın serbestliğinde, herkesin birbirini tanıdığı geleni, gideni aynı ziyadesiyle de;  entel, sanatçı,  sosyalist,  ötekileştirilmişlerin,İstanbul’un  onsekiz  yaş altı  gençlerinin; doksanlı yıllardaki rahatça muhabbet, küfür  ettikleri, içki içtikleri  popüler  Beyoğlu mekanları; Veli’de, Deli‘de, belki  sesini tok, kalın kıldığından ağzından düşürmediğin sigaran, elinde sabah kahvaltısı niyetine yediğin, su  niyetine içtiğin kutu biran,  şiir kitabın oysa söz vermiştik;seninle birlikte kurtaracaktık rapunzeli..ilk biz uyandıracaktık uyuyan güzeli ilk biz kırmızı başlıklı kız için kurtla dövüşecektik…pamuk prensesin cam tabutu başında en çok ağlayan biz olacaktık…hansel ve gratele biz ormanda arkadaş olacaktık…sen masallar severdin beni bir masala inandıracaktın…sabahlara kadar kızmabirader de oynayacaktık…” şiirini okuyacaktın.Seni tanımak… seni anlamak… sende bilirdin ki  şiir dinletilerine koşan, kitaplarını okuyanların çoğunun belki haberdar  bile  olmadığı  Rimbaud’u, Verlaine’i , Bukowski’yi, “boşanmış ailelerin mutsuz çocuklarının başlattığı Grunge”ın  öncülerinden Cobain’li  “kayıp çocuklar”ı  tanımaktan…anlamaktan geçiyordu. Can’nın daha doğmadığı; seni, genç bedenini, ideallerini  darma duman eden, vatanında mülteci saydıran darbe, ardından güvenlik soruşturmasında koca devlet mimlediğinden geçinme, iş bulma, eve para götürme derdinde ‘amanda beni anlamıyorlar’la trip yapıp, depresyona girecek vakit  bulmadığın  doksanlı yıllarda;  ruh halini destekleyen,  sana iyi gelen “sabahın seher vaktinde”, “ mevlam bir çok dert vermiş”, “allı turnam”lı Alevi deyişler; ”nasıl geçti habersiz”, “gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin”, “bu han garip yatağı, bülbül derdim ortağı”lı şarkılar; ezdikleri umutlarını  canlandıran teybin sesini sonuna kadar açıp mahalleye  dinlettiğin Ahmet Kaya’nın “ağlama bebeğim…çok uzakta öyle bir yer var…o yerler de mutluluk var”, “acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimizde”, ”hani benim gençliğim nerde” kasetleri; sakin sesli Joan Baez’in “donna donna”sı; lise’de vurulduğun ‘Kanarya adalarına tatile gidiyorum, ne getireyim sana’, ‘Edith Piaf’ın kasetini’,  “var ya Allah cezanı verecek, tatilimin  bir gününü harcadım bu kasete…onca dükkan yok…yok, sonunda şehrin dışında bir yerde bulabildim, al…haydi dinle’ fırçasını yediğiniz Edith Piaf’ı; Frank Sinatra, Barbara Streisand,  Beatles , Abba  , Anetta Franklin, Mirelle Mathieu , Elvis Presley'i, Celine Dion’nu, Tom Jones’tan Delilah, Love Me Tonight’ı dinlediğin o günlerde;  ekonomik, toplumsal konumlarını yansıtan anneanneden kalma eski hırkalar, yırtık kotlar, convers, oduncu gömlekleri giyen,  sahnede uçan, davula kafa atan, gitar parçalayan, öne arkaya durmadan kafasını sallayan, seyircisinin üzerine atlayan  ‘topu kaçık, kafayı yemişler’le  ithamladıkların,  küçümsediklerinle; aşırı depresiflikte, o depresyondan ürettiği şeylerin karşı durduğu şey olduğunu  anlayıp belki de düzene, topluma, aileye ‘nasıl yaşamam gerektiğini benden iyi biliyorsunuz, buyurun tek başınıza yaşayın, bensiz ’ düşüncesiyle; dördüncü yüzyıldaki Epikür’ün “hayatınızı zenginlik ve şöhret gibi önemsiz amaçlar için karmaşıklaştırmayın…sözgelimi şöhret başkalarının görüşlerinden ibarettir ve hayatlarımızı başkalarının istediği gibi yaşamamızı gerektirir.Şöhrete ulaşmak ve  onu sürdürmek için başkalarının hoşlandığı şeylerden hoşlanmamız ve uzak durdukları şeylerden uzak durmamız gerekir….” tespitlerine katılarak kafasına sıkan Nirvana, Soundgarden, Pearl Jam’ın  vokalistleri; Kurt Cobain,  Chris Cornell, Layne Staley’in  intiharıyla gündeme gelen  “grunge laneti”;  Heavy Metal, Hard Rock, Punk,  Pink Floyd,  Metallica, The Doors’la tanıştıracaktı seni. Böylece anlayacaktın; senin büyük bir dogmatikliğe; Marksizme, Leninizme, devrime  mahkum ettiğin benliğin, aklın yüzünden yıllar, yıllar sonra fark ettiğin; umut, aşk, mutluluk, devrim, kavga, aile,  dahil olumlu, olumsuz  her şeyin er, geç kabak tadı veren bir yitişe, bezginliğe, anlamsız bir dünya figürüne çıkacağını; uğruna mücadele verdiğin, vermediğin her şeyin   de dönüp, dolaşıp çıkmaza gireceğini gördüklerinden bir şeyleri değiştirmeye kalkışmaktansa efendi, efendi surat asarak, omuz silkerek yola devam etmenin gerekliliğini; senden, çoğu insandan önce  fark ettiklerinden; kurmadıkları içine doğdukları adı farklı da olsa  sistemlerin  saç ayakları  devlet, din , aile; anne, baba, toplumun başa çıkamadıkları hayatı kıskaçlayan, sıkıştıran kurallarına, despotluğuna, riyakarlığına karşı  var olma  savaşında hayattan, kurulu düzenden,  aileden, toplumdan, dinden tiksinen, şikayet eden düşüncelerini, duygularını, amaçsızlıklarını, mutsuzluklarını  adeta bir  intihar notu niteliğindeki şiirlerinde,  şarkılarında seslendiren  “kayıp çocuklar”; senin kayıp  kuşağın gibi  cidden de  mutsuz…sevgisiz… umutsuzlardı. Ne yapacağını bildiğini sandığın halde sonunda  “kayıp çocuklar”la aynı  ‘ne yapacağını bilmez bir halde’  ne kadar boğucu, sancılı  olduğunu da unutmadan yaşamak noktasında buluşacaktın tek  farkla onlar gibi yüksek dozajlı uyuşturucuyla tek başına ölmek istemiyordun oysa şimdi ….???? İşin ironisi de  ABD ve Avrupa’dakilerin tersine Türkiye gençliğinin The Grunge’ı  müzik türünden ziyade kendi içinde acı çeken, dışlananların hayata karşı isyansız bir duruş olduğunu algılamaktansa “offf karnım ağrıyor”la gezinme; uyuşturucuya, içkiye  merak; ‘bakın ne dertliyim, iyi bakın…Ece psikiyatriste gidiyor, ben de iyi değilim yollasanıza’lı depresyona  girme;  ‘kimse, dünya beni anlamıyor, hiç biriniz  annem, babam hiç kimse’ psikolojisiyle “rape me”,  “ my gırl whrere did you sleep last night”, “ come as you are”, " the man who sold the world”   ki en çok bunu sevecektin“boş ver”  “Nevermind’li  şarkı sözlerine sığınma; “depresyon hırkası”, oduncu gömleği  convers giyme sanmalarıydı.
İşte benim,  belki lanetli şairimin aklından geçirmekle kalmayıp diyebileceği  bugün seslendirdiğin ‘mutlu bir insan olarak ölmeyi beceremeyeceksem ki beceremeyeceğim; sarhoş, uyuşmuş bir halde  ölmeyi yeğlerim’ini o yıllarda  benimsemiş   “kayıp çocukların”  yalnız   öldükleri  hikâyeden bahsederken; İstiklal'in sanki Tünel’e değil sonsuzluğa açıldığını sanacak çocuksuluğunda masallar okuduğum Can,  o zamanlarda ve sonrasında  Baudlaire, Rimbaud’dan  Verlaine’den, Cobain’den; senin  benim lanetli şairimin “ yavşadığımı, asıldığımı falan düşünme biliyorsun ben gay’im”le  en yakışıklı, en karizmatik  ibne listesine yazdıran  Kenan Doğulu’yu arzu ettiğin, Tarkan’la tırnakları bakımlı olduğu için yatmak istediğin, Emre’ye, İlhan’a,  Serkan’a akrostiş şiirler yazma vari cinsel tercihinle ilgili “… futbola birlikte…bana göre en homoerotik şeylerden biri ege deki efe oyunlarıdır”lı şiir okuduğun  mekanları  doldurtan benzeri düşüncelerini, duygularını  dile getirerek, şiirlerinde kullanarak  belki de  sansasyon yaratacak doneleri ellerine vermek için  evinin kapılarını sonuna kadar açıp ertesi gün sosyal medyada “sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inan insandır... heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır”lı ilişkilerini ifşa etmelerinden çekinmediğin tabulara vurgun toplumla, insanlarla  oyun oynamayı, onları sarsıcı söylemlerde, eylemlerde bulunmayı sevdiğin, dibine vurduğun, vurdurulduğun hayatından; bazen naif bazen kaba kişiliğinden habersizken; benim içinse  daha  sen İstiklal Caddesinde, Emek, Atlas Sineması’nda, Hayal Kahvesi’nde, Kemancı’da bir konserde karşılaştığın insanların anılarında ‘o mu, birası ucuz, havası dumanlı, müziği efkarlı bir barda tesadüfen tanışıp, geceden sabaha şiirden konuştuğum şair, çık Taksim’e, Beyoğlu’na illaki rastlarsın’la  yer edinmiş “….Büyük İskender’in oğludur... Henüz beş yaşındayken -birtakım entrikalar sonucu- öldür(t)ülmüştür... Ben şiir yazıp şair sıfatını kazanmaya başladığım dönemlerde bir furyayla herkes kendine ‘büyük’, ‘mega’ v.s. gibi sıfatlar buluyordu... Madem siz ‘büyük’sünüz ben de ‘küçük’ kalacağım diyerek bu ismi kullanmaya başladım... küçük İskender, Büyük İskender’in beş yaşında öldür(t)üldüğü için hiç büyümeyen oğludur”la  anlattığın k.İskender değil bu her şeye kural uydurmuş,  despot toplumun dışında kendine bir alan yaratan, orada atılan oklardan korunarak yaşamayı beceren  zırhsız şövalyeli gece Şairi,  hülâsa “terbiyesiz bir gey”din.  O zaman hakkında  sosyal medya da yer alacak  “iki bin yılında, kısa bir süre önce başarısız bir intihar girişiminde bulunmuş olan bir arkadaşıma moral vermek amacıyla yanında bulunmaktaydım ve sırf onu keyiflendirebilmek ümidiyle bir gece vakti mevzu bahis şahsın evini aradım ve buldum. Kendisi bizi nazikçe içeri davet etti, ama cebinde sadece yüzeli Türk lirası parası bulunduğunu, bunun da yarın sabahki Radikal parası olduğunu söyleyerek, ikram da edecek hiçbir şeyi bulunmadığını ekledi ve âdeta utandı. Samimiyetinden etkilenmiştik açıkçası. Zaten "içkiler bizden!"di; biz de dışarı çıkıp sabaha kadar yetecek miktarda votka ve bira stoku ile geri döndük. Keyifli bir sohbet yaptık; kendisi bizi çok sevdiğini, şayet sevgili olsaymışız birbirimize çok yakışacağımızı, ne iyi edip de geldiğimizi, sıkıcı geçmeye aday gecesini keyiflendirdiğimizi, yarın mutlaka yine gelmemizi istediğini söyleyip durdu. evinde bir de arkadaşı vardı, Cücü diye seslendiği. yirmi yaşlarında güzel bir oğlandı, ancak bize sevgili değil, sadece arkadaş olduklarını da özellikle belirtti. Her şey çok iyi gidiyordu, ta ki sabaha karşı saat üç  sularında k.İskender bize gerçek yüzünü göstermeye başlayana dek. Çok iyi niyetli ve saf bir insan olduğu her halinden belli olan Cücü'ye incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir sebepten dolayı kızdı.buna haliyle bozulan Cücü salonu terk edip odasına gitti. Ağlıyordu ve hıçkırıkları salona kadar geliyordu, İskender daha da sinirlenip adamın yanına gitti ve bir ton küfür edip geri döndü. Arkadaşım ve ben âdeta donakalmıştık, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Beş  dakika kadar sonra İskender’in siniri geçti ve bize dönüp "çok mu sert davrandım acaba" dedi,  biz de, evet, gidip bir gönlünü alsan iyi olur diye cevapladık. İskender tekrar Cücü'nün odasına geçti ve kısa bir süre sonra ikisi beraber döndüler. bu tatsız olay için özür dilediler, biz de yok canım ne demek, olur böyle şeyler dedik (ancak hâlâ şaşkındık tabii). Birkaç dakika içinde yeniden keyifli bir muhabbetin içine girdik. Yalnız o ana dek sohbete hep aktif bir şekilde katılmış olan Cücü biraz suskun ve gergin görünüyordu; ruh hali sanki  daha yeni başlıyoruz der gibiydi. Gerçekten de birkaç dakika sonra İskender beni, o ana dek hiç Tolstoy okumamış olduğum için (!) evinden küfürler eşliğinde kovdu. Böyle bir olay gerçekleşmediği takdirde moralinin en azından önümüzdeki birkaç gün boyunca daha iyi olacağına inandığım arkadaşım ise tek kelimeyle yıkılmıştı. Hiçbir şey söylemeden sessizce evden çıkarken Cücü'nün benden özür dilemesi ve "abi bu onun her zamanki hali, kusura bakmayın" demesi ise beni hiç şaşırtmadı. K. İskender’i bir daha hiç görmedim. Cücü’ye ise ertesi gün akşam saatlerinde İstiklal Caddesi’nde rastladım; yeniden özür diledi ve İskender’in bunu yeni tanıştığı ve hoşlandığı herkese yaptığını söyledi. Eyvallah dedim ve onu da bir daha hiç görmedim. bu olaydan ciddi şekilde yara alan arkadaşım ile ise aramız bir daha asla eskisi gibi olmadı ve bunun suçlusunun nevi şahınsa münhasır bu insan olduğunu düşünmekteyim. bu olaydan bir süre sonra, yine aynı benim gibi onu tanımadan  evine giden bir başka arkadaşıma da aynen bana davrandığı şekilde davrandığını öğrendiğim ve bu son olaydan sonra artık kendisi için üzülmeye başladığım şahıstır.” Entre’yi  okuduktan sonra aynı platformda  “ belki kim olduğunu bile bilmediğiniz ‘Cücü’ye kötü davranmıştır; Cücü’nün birkaç gün önce eve getirdiği anarşistin yandan yemişi sarhoş kızın İskender’i tırmaladığından veya Zozi’yi sıkıştırdığından haberiniz yoktur oysa; Cücü’ye bağırdı diye sevmemişsinizdir siz onu; Cücü’yü tanımaksızın üstelik..”le  trollerine kendini  savunduracak mekanizmaları da yaratacak  sosyolojik  vakaya doğru yol alırken sen; ben  o zaman, hâlâ ve her zaman hiçbir şey değilken;belki konumunuzun, statünüzün, sosyal sınıfınızın farklı olduğu insanlar ya da  herkes gibi; o okuduğunuz,  canlandırdığımız  masallarla döndürdüğünü(mü)zden adına hayat denilen; yemek yeme, içme,  giyinme, iki tek atarak gevşeme, sevişme, uyuma, yürüme, konuşma, düşünme, kitap okuma, şiir dinleme, işe, okula,  sinemaya, tiyatroya, alışverişe  gitme,  olmadığı halde olduğuna inanılıp bir ömür ardından koşulan aşk, bitmeyecek sanılan okul, sınavlar, iş arama,  devrim,  demokrasi, özgürlük  için mücadele  vari onlarca meşguliyetle, alışkanlıklarla bitirdiğin günün akşamında, mesai bitimi  işyerinden  yorgun, argın ağızda  “yareme tuz diye yakamoz bastım”la ayak bastığın evinde; seni  ailen, eşin ya da sevgilinden daha büyük bir sevgiyle karşılayacak karakterini yansıtan  bir isim de taktığın  Yorkshire Terrier cinsi köpek ya da Amerikan Curl cinsi, kedinle  günün mütalaasını yapıp,  Pizza İl Forno’dan söylediğin kavurmalı pizzayla ya da   köpüklü bir küvette , gözler kapalı elde şarap dolu  kadeh Emma Shapplin’den peş peşe  “ vedia maria”,” la notte etterna” veya klasik müzik dinleyeceğini; BB kremli, yıprattığını bile bile vazgeçilmeyen fönlenmiş, yeni trend doğal bebek sarısı ya da kumral boyalı belki de  balyajlı, ombréli, röfleli saçlarını eliyle kulağının arkasına iten  hanımefendilerle,  David Beckham misali  uzun saçları arkasından toplanmış,  küpeli, kot pantolon üstüne tiril tiril gömlek ceket giymiş  cool beyefendilerle randevulaşıp, onlardan “oooo çok şıksın” övgüsünü  işitip,  beğeni dolu bakışlarını üzerinde toplayacağınız “trend”  bir restoranda, bistroda;  Mezzaluna’da Carpaccıo Dı Manzo Con Rucola E Parmıgıano yerken; menülerin olmazsa olmaz mezesi ”ne olacak memleketin halini; Evren, Ecevit, Demirel, Çiller, Yılmaz’ın yerini aldıklarını unuttuğunuzdan,  sonsuza kadar hayatınızda yer alacaklarmış sandığınız Tayyip’i, Binali’yi, Kılıçdaroğlu’nu, Demirtaş’ı, Akşener’i, İmamoğlu’nu, Serok Apo’yu Kürtleri, Türkleri, AB’ı, ABD’yi,  Trump’ı , Putin’i,  Macron’u   köşe yazarlarını, vizyona giren filmleri, Jean de la Bruyere’nin  “büyük bir servet sahibi olmadan sevmek acıklı bir şeydir“ betimli aşkı; ‘bugün öğrendim Reynmen diye bir sosyal medya fenomeni varmış,  “Derdim Olsun”  adlı bir single yayınlamış, beş saate dört milyon izlenmeye ulaşıp Youtube’da en çok izlenilen videolar listesinde birinci, sözlerini bir duysanız, halkımız bu,  tuhaf….’ ;  ‘yeni  mekan; İstanbul yıkılıyor, Akaretlerde B Blok’ta  bir  San Sebastian Cheesecake yapılıyor, efsane, bir gün de Oran’daki Kalbur balık’a  gidelim, çookk  methediyorlar, her şey   “fresh”miş,  yalnız bir ay önceden rezervasyon yapmak lazım’lı mekanları; üç kuşak  öncesinin yoksul,  orta gelirli atalarının, ebeveynlerinin bulamamalarından ziyade   pahalı ya da  imkanları elvermediğinden  alamadıkları, yiyemedikleri, içemedikleri sonrasında gelen kuşağınsa  yeme, içme, marka giyinme ulaşılmazlıklarına kavuşmasını ‘adam kapıcı Malboro içiyor,  geçenlerde Panora’da  ne göreyim, ailece El Paso’da, yanlış duymadınız El Paso’da hamburger yiyorlar’ küçümsemesiyle karşılayan, masadakilerle arasındaki statü, gelir, kültür, sınıf   üstünlüğünü ortaya dökmek için fırsat kollayanın  ‘ ben  gittim,  her şey olağanüstü, Caprese’si, bal kabaklı polenta’sı; öyle taze, öyle doğal, öyle hafif… öyle Akdeniz…öyle Ege… benim için öyle Bodrum ! Öyle Ardeşen …’serenadına “vayy hocama bak! Vedat Milör  yazamaz, söyleyemezdi bunları, ama yine de  yedik sanma; Caprese  bildiğin domates, peynir, fesleğen üçlüsü, polenta sulu mısır unu, San Sebastian Cheesecake’se bence overrated bir tatlı’yla verilen ayarı konuşacağını; ‘ bomba haber; handsome  Erkan; İstanbul’da bir barda Sabancıların torunuyla tanışıyor;  evlenmiş bile, o hedonist Erkan’ın şansına bakar mısınız, buna dört ayağının üzerine düşmek deniyor’  dedikodularını dinlerken; deliler gibi zırhsız şövalyeli Şairin “kamera stop! yalnızlığımla kapalı gişe”liği“ ‘seçiyorum lan!’ çalımıyla  ‘hepiniz…kendini bir halt sanan pisliklersiniz…aranızda  işim olmazzz.. canınız cehenneme’ çıkışıyla mekanı terk etme  hiç ama hiç bir zaman  hayalliniz ol(a)mamışken; birden gençliğini devrim güzergahına  asfalt etmiş kendinizi, herkes gibi  otuz, kırk yaşında;  anne ve babayla parkta yürüyüş, pazarda ya da AVM  de domates, biber, patlıcan, giysi, zücaciye  alış verişi yapıp,  bir Cafe’de çay,  kahve içerken bulduğunuzda;  ne yaparsan yap, ne kadar düzgün olursan ol,  her zaman hakkında atıp tutan, uğraşan, seni çamura bulayan, sana karşı asla dürüst olmayacak  birilerin  ki o birilerinin   bizzat ailenden  de olacağını; söylenenleri, yapılanları  takmanın,  cevap vermekle, kendini savunmakla uğraşmanın zaman kaybı olduğunun kavranacağı  aydınlanma çağına ancak  giriş  yapmışsınızdır.


Aydınlamanın o ilk günü; sanki dünyayı, hayatlarını  değiştirecek bir şeymişcesine; insanların birbirlerine niyeyse  açmayıp;  ne yararı olacaksa  da beraberinde mezara götüreceğini sandığı ama  mutlaka bir gün  dünyada yokken bile açığa çıkacak  onlarca sırın, yaranın orta yerinde,  insanın belirlediği, çizdiği ama nedense Tanrı’nın boynuna atmaktan çekinmediği en büyük suç ya da   sevap;   “kader” denilenin de doğduğunuz coğrafya, ülke, birbirlerini kullanmaya endeksli  aile, üyeleri olduğu kör gözünüze parmakla sokulurken; asırlardır süren, sürecek   erkek egemenliğinin hükümranlığında; durduk yerde Ekşi Sözlükte “şaka mı bu”yla  okuyacağınız  “sende yap 3 çocuk  bak ta  görelim...evin hanımı olmak kolay; yiyorsa, evin erkeği ol.. her bok senden bekleniyor.. ekmek senden, alışveriş senden, parka götürmek senden, okula götür/getir senden, berbere götür/getir senden, spora götür/getir senden, ek derse götür/getir senden, dersleriyle ilgilen senden, kütüphaneye götür/getir senden, çocuklara hikaye oku senden.. bir yemek ve temizlik isine hanım bakıyor oda yarim yamalak haa... yeni nesil hanımlar anca bu kadar becerebiliyor çünkü... yemek desen cacık, çamaşır desen kokmuyor, bide en pahalı deterjanlardan  alıyorum şöyle burcu burcu kokalım diye yok ama nasıl oluyorsa.. bulaşık desen makine yıkıyor... ondan sonra kalkmış bana kan testi diyor... her şey senin dediğin gibi 80 yaşındaki ninenin yaptıklarına benzese keşke ama nerdeeee… yeni nesil hanımlar Facebook’tan, Survivor’dan, Twiter’dan, Müge Anlı’dan, Zühal Topal’dan, Esra Erol dan artık ahlak bozucu başka ne bokum TV programı varsa onlardan etkileniyor bana çemkiriyor, o programları yapanların Allah belasını versin, hele de o Facebook kurucusu Mark Zuckerberg; Instagram’ı bulan  Kevin Systrom yok mu işte onların da pipisi yok, yok   çükleri düşsün” Entre’siyle;   “Bukowski okuyup Tom Waits dinleyen kadınlar”  başlığı altında ‘vay canına’ dedirten “Bukowski okuyup Tom Waits dinleyen erkeklerden pek de farkı olmayan yaratıklardır. Şöyle bir kabullenme vardır ki o da Bukowski, Tom Waits   ile bütünleşmiş durumdadır. Sebebi bellidir; her ikisinin de asi kişilikleri, fiziksel özelliklerini, dış görünümlerini şekillendirmiştir ve ikisi ile ilgilenen kişiye aynı hisleri yaşatmayı başarmışlardır. Burada sorun şudur ki; sadece bir iki parçasını dinleyip Tom Waits hakkında fikir sahibi olduğunu iddia edenlerle, belki de yalnızca ismini ve eserlerinin potansiyel içeriğini bir şekilde öğrenmiş olan bazı kişilerin hemen önyargı içine düşmeleri ve bu başlığı adeta imalı bir söz öbeğine dönüştürmeleridir. Bazı konular hakkında görüş bildirmeden önce iyice anlaşılması gerektiği maalesef kendi çevrem tarafından benimsenememiş olup beni bunları yazmaya yönlendirmiştir. Ayrıca söz konusu durum, zevkler ve renkler meselesi de değildir kesinlikle... ortada eşi benzeri olmayan eserler vardır. Genelde bi saati vardır bu ikilinin gecenin bi yarısında, herkes köşesine çekilmişken fonda Tom Waits, bi elde Bukowski diğerinde sigara akar gider peki nerden mi biliyorum? Ahmet Altan  okuyup aklını katleden kadınların antitezidir bence böyle kadınlar. Keşke "vişne likörlü çikolata yerken Nietzsche okuyan kadınlar" ımız olsa da onlardan da bahsetsek. Hayır yani biz de Tom Waits dinleyip Bukowski okuyoruz lakin böyle iltifatları bi gün olsun duymadık” yorumlarını  okur  gibiyken yakacaksınızdır gemileri artık; bilmeden... belki bilerek… Üstüne artık hayatta ne kadar didinirseniz didinin gelmek, olmak  istediğiniz yerin yakınına bile gelemediğinizi, gelemeyeceğinizi; her fırsatın, her umudun, her değişimin  elden kayıp gittiğini de  gördüğünüz bu şehirde; Ankara’da, bir an bile  yalnız kalma fırsatı yakaladığınıza şükür edemeden hep aynı yüzlerle karşılaşırsınız kimseleri görmek istemediğiniz mekânlarda, sokaklarda kaçamazsınız; neden  kaçmadığınız ??? neden uzaklaşamadığınız ??? neden saklanamadığınız ??? ne bulacağınızı  bilememenin çekingenliği midir  onu da  hiç bir zaman  bilemezsiniz. Oysa kaçmak, gitmek, uzaklaşmak belki tüm sorunları da kökünden  halledecektir. Kendisini her şeyden kurtaracağını düşündüğünden insanın *en* , *uç* hayali olarak dilinden düşürmediği nasıl da büyülü bir kelimedir o; kapıdan çıkıp…hatta kapıyı ‘tak’ diye vurup alıp  başını gitmek;   “insanlardan uzağa; ellerimizi, ayaklarımızı” yüzümüzü  de  bırakıp, tek beyinli  uzaylı bir mahlukat gibi; el sallayan değil  el sallanan olmak.  Yalnızca bugünlerde mi???? hayır !! hayır !!!  her zaman, kimi görsen, kime sorsan sonucunda olmasa da nedeninde birleştiği  bir uzaklaşma fikri… herkes de  hep bir tek “başını alıp gitmek” istiyor; küçük bir sahil kasabasına, bir köye, bir başka ülkeye, “Çin lokantalı” dağlara, uzaklara, hayatından, memnun  yok… kiminle konuşsan aynı şey; her şeyi, herkesi  ardında bırakıp gitme isteği; yeknesak bir hayatı yalınlığıyla güzelleştireceği düşünülen evlerin, o evlerin içinde kurulacak geniş sofralarda, şehirdeki gündelik akışkanlığın kusursuz bir yabanilikle, çirkinlikle  ezberlettiklerini; buhranlarımızı, endişelerimizi, korkularımızı; huzur  getirmekten uzak  planlan(mış)an geleceği birlikte unutacağımız yeni insanların; yeşil, sessiz, sakin köylerin arasına yerleşmek…belki de kentsel dönüşüm denen sistematikleştirilen yıkımın nesneler, duygu  dünyasına biçtiği rol, keskin, kesin bir hunharlıkla beslendikçe; yaşamı, bireyi umursamayan yeni düzen, eskiyi; ikame edecek yeninin harcını yok etme ideolojisiyle karıyor; kentin tasfiyesi tüm ihtişamıyla kurulan şantiyelerin gürültüsü eşliğinde kutlanıyorken, bireysel alanı daralan; gündelik hayatın görünümünün, dokusunun, içeriğinin, birlikte yaşadığın insanları nasıl başkalaştırıldığını, kentsel dönüşüm denen, gereksinimmiş gibi gösterilen ihtiyaçlarla nasıl manipüle edildiğini, bireyin yerinden edilmiş, sınırları değiştirilmiş bir yaşam pratiğini benimsemeye nasıl mecbur bırakıldığını gördükçe;maalesef kent dönüştükçe değersizleşen, silikleşen, yabancılaşan bireyin yaşadığı yıkımın, yerine yenisini ve daha güzelini koyacağı şiarıyla çıktığı yolda birbiriyle aynı, sıradan ve öncesiyle kıyaslandığında daha çirkin yaşam alanlarının varlığıyla nihayetlenerek kenti, bireyi, gideni  farklı şekillerde yok edeceğini  yaşamadan, bilmeden de  önceydi  öyle yanına  üç, beş şey falan da  almadan, bir başına  gitme tutkusu.Vay canına bu paragrafı, bunca kelimeyi nasılda harmanlayıp  yazdın diye düşündün değil mi?Tabii bu satırlar seninse, yeni trend birinden  araklamadıysan…intihal mı? Yaleppii olacak şey mi bak ne deniyor şimdi  eğer tek bir yerde yazılmış, okunmuş, söylenmiş  bir şeyi alır kullanırsan intihal;  o şey üç dört yerde yazılmış, söylenmiş, okunmuşsa  esinlenmeymiş  canımın içi ya…Gitmek… . bir değil pek çok insanı da terk edeceğin gitmek; yanında, yörende kim varsa ondan, köklerinden  uzaklaşmak,  tek kendin gidiyorsundur  ya bu da yeter zaten;her şeyi, herkesi  yanında  götürdün demektir. Gitmek, terk edilmektir;bırakılmaktır öylece, bomboş, kendi başına. Kalan gelmemiştir seninle; kalmayı tercih etmiştir. Onlar kaldıkları, o  kaldığı için hep haklı, sense gittiğin için hep suçlusundur. Ve fakat, ne yazıktır ki, herkes onun, onların niye kaldığından çok senin niye gittiğinle ilgilidir. Farklıdır gitmek; bilinmeyene gidilir; bekleyene gidilir; beklenene gidilir; zorunluluktan gidilir; zevkine gidilir... gidilir de… gidilir de… niyeyse  hiç bitmez  de o gitmeler  belki  Gitmek’te bir son gizlendiğindendir;  senden öncekine,  ölene…belki de ölüme  gidilir çünkü…


Git haydi, git adından ne olduğu belli bu gitmesen hep böyle…öyle…benzer hayatlar yaşayacağın gri Ân-kara’dan; tam  da gidecek kıvamdayken bu Ân’ı hep karadan,  git haydi ! düş yollara da görelim; gitmek nasılmış? Başkaları gibi sende yapamıyorsun değil mi? bir şehirden gitmekten bir balonu uçurmaktan daha ağır geldiğinden yapamıyorsun.Enis Batur mu yazmış “kimse fark etmedi, durduğum yerde durup dururken yola çıktığımı” senin ki  de o misal . ‘Nasıl yaşıyorsun o şehirde’ nidalarına kulak tıkayıp yine gidemiyorsun işte her şeyi yüzüstü bırakıp, neden ya neden… niye alışkanlık ? Bravo, uçak, internet vesaire vesaire ile her şeyden, her yerden haberdar olduğun gökyüzü bilgisayar ekranı olmuş  dünyada;  monotonluğu,  bıkkınlığı, yeniye yelken açmayı, serüvenci ruhu, heyecanı yeniveren alışkanlığa biatta nedir yahu…kalıyorsun değil mi?Cesaret nesil atlayabilir değil mi? Bak sen cesaretin mi yok…boş versene hepimiz kalıyoruz, ait olduğun yeri bilmediğinden kuş olup uçmak isterken ağaç olup kök salıyoruz; işe girme…evlenme... çocuk sahibi olma...ömrü bankaya kiralayan kredi çekme, borçlanma...işi büyütme; mevki, makam istemeler…kendine ait bir ev, araba, yazlık, altın, para  peşinde koşmalar... bir bakmışsın meftun olduğun işin,  onca para döküp Bauhaus’tan  Verona serisi fayansla yenilediğin mutfağın,  evin, bir ağaç, bir çiçek, bir çocuk; yeğenin, geniş bir koltuk, yatak bile gitmekten alıkoymuş seni. Bırakıp gidemiyorsun işte;  bahçendeki boyu balkona uzamış kaysı ağacını, odandaki yeni alınmış ortopedik çift kişilik yatağını, üzerindeki kardan adam minyatürünü, kalemlerini, kahverengiliği solmuş vazonu koyduğun masanı,odanın duvarını süsleyen siyah çerçevesinde; siyah elbisesi içinde saçlarını siyah bir fileyle toplamış, eli çenesindeki  Marilyn Monroe fotoğraflarını  hatta krokanlı pastasına  bayıldığın  Angora pastanesini bile bırakıp gidemiyorsun. Sen zaten,  onsuz yaşayamayacağını bildiğin yanına almak istesen  çekirdek ailesini bırakıp gelmeyecek, o gelmek istese de çekirdek ailesinin bırakmayacağı yeğenini; Can’ı bırakıp ta hiçbir yere gidemezsin.

Allahım !!! Tanrım  !!! Hego !!! ‘onsuz yaşayamayacağını bildiğin…..yeğenin…’ bu satırları ben  yazmışım. İki bin  on altı yılının Nisan ayında  onu kaybetmeden dört ay önce; hayatın olağan akışında senden sonra öleceğini düşündüğünden yazmışsındır o satırı. Ne bu ya…ne… bu Allahın cezası yüzyıllardır içindeki ölümü kuşaktan kuşağa taşıyan, ezber  bozmayacak haytalıktaki hayat; ne kadar da bayat… eski…ne kadar yanlış; daha O yaşıyordu, küçücük elini almıştın avucuna ‘ooooo hayat çizgin çokk uzunmuş oğlum, ayyyy çok mutlu oldum’ ışıltılı kara gözlerinde merak; dayanamayıp sevecenlikle siyah saçlarını karıştırmıştın…evde, kreşte, parkta, TV’da ya da  oyun  arkadaşlarından duyduğu, anlamını bilmediği ama hoşuna gittiğinden  günlerce alakalı alakasız  her konuşmasında kullandıktan sonra  bir gün aniden vazgeçtiği ‘komik, yaaa, hani, yani, peki,  valla, değil mi, Allah, ohaa, lütfen lütfen,resmen, çok eğlenceli, galiba’ sözcüklerinden   o günlerde diline pelesenki söylemişti ”komik”, ‘hayat çizgisi, peki hangisi?’….parmağın avucundaki hayat çizgisinin üzerinde hareket ederken ‘ bak bu, ne kadar uzun gördün mü’, ‘ne demek’, ‘ çokkkk yaşayacaksın, kocaman  abi olacaksın’. Ne büyük safsataymış  hayat çizgisi , ne de koca bir  yanılgı, yalanmış   ‘ölümüne dayanamam… sensiz yaşayamam …’ cümleleri, yazıları; büyük kandırmaca; hayat gibi. Yapma !!!  Onsuz  içtiğin kahvenin, yediğin yemeğin  tadı, onun yaşadığı zamandaki kahvenin tadıyla, leylağın rengi, kokusu  onun yaşadığı zamandaki leylağın rengi, kokusuyla,  gittiğin park onunla gittiğin parkla,  onsuz yaşadığın hayat da onunla yaşadığında az da olsa keyf aldığın  aynı hayat mı? değil; bunu  biliyorsun. Onu kaybettikten  sonra bugüne değin  tek bir gün  ‘şunu da yiyeyim, bunu da  yapayım, alayım, şurayı da göreyim, şu toplantıya katılayım’ dedin mi ?  tek bir gün ‘yapacağım’lı bir  plan kurdun mu? gelecek bir şey ifade etti mi sana? Eskiden olsa  yirmi beş yıl sonra yerel seçimlerde  İstanbul’da,  Ankara’da belediye   başkanlıklarını AKP’nin kaybetmesinin ki kimin,  hangi ile belediye başkanı olacağını istisnasız  iktidar, muhalefet partilerinin liderleri belirlendiğinden ta başından demokrasi katledilmesine rağmen yıllar sonra  yaşanan değişikliğin  demokrasi adına kazanım kabullenilmesi yutturmacasına katılacak senin    ölü kalbine bu kazanım  suni teneffüs dahi olamıyor. Hiç beklemediğin bir ậnda bedeninden kesilen yerine konmayacağından ölünceye dek   seni  yarım, tamamlanmayacak  bırakan; güneş direk gözüne girdiğinde arkanı dönüyor, yüzüstü yatıyorsun fakat nafile, güneş gözüne vurduğundan  uyanıyor, kalkıyorsun; bakıyorsun ki yatak yok… yüzünü yıkamak için banyoya gidiyorsun, elin elektrik düğmesini arıyor, basıyorsun  lamba yanmıyor…musluğa uzanıp soğuk suda yüzünü yıkıyorsun, daha tam gözlerini açmadan havluya uzanıyorsun ki havlu yerinde değil… kahvaltı için buzdolabını açıyorsun,  kahvaltılıkların hiç birisi kalmamış…gökyüzüne bakıyorsun güneş  yerinde değil, karanlıkta  üzerini giyinip dışarı çıkıyor durağa yürüyorsun  ne dolmuş, ne otobüs yok, gelmiyor gibi nesneleri birer nesne;  isimleri birer isim;  sokakları sokak olmaktan alıkoyan parçan ‘Can’ nın  yokluğu sensindir; senindir. Yerine koyamayacağın, dolduramayacağın kesilen parçanın o yerde  bıraktığı boşluk, yokluk  içinde debelendiğin  ‘eksiğimi  Can’ı  tamamlayamazsın’ dedirten hayatın; artık böyle  ilerleyecek, böyle akacak; hep boşlukta…hep soğukta… hep  üşüyerek…hep kırılarak…hep kanayarak… daha,  daha karanlıkta yol alırken; bıraksalardı  benim  senden önce göçüp gideceğim bu dünyada;  seninse doğal olarak belki yetmiş,  seksen belki  doksan, yüz  yaşında   tamamlayacağın ömründe ‘belki gözlük takacaktı, kesin saçını uzatıp toplayacak, küpe takacak, belki kolye ama canı acıyacağından- çok kıymetliydi canı,  çizik, sıyrık  görse elinde, bacağında ‘acıyor’la panikler öyle ‘öptüm geçti’lerle de avunmaz koşar adım  banyodan  yerini bildiği Sudocrem’i  kapar gelirdi- kesin dövme yapmayacak, soğan halkalarını hep sevecek,  belki YKS’de Boğaziçi’ni tutturacak, İstanbul’da okuyacak, belki sanatçı, vegan  olacak, belki gerçekten Başak’la evlenecekti, belki…belki…”yle yaşayacaklarını, olacakları aklımda  döndürerek  tek başıma yarım kalan  hikayeni tamamlamaya çalışırken buluyorum kendimi. Ve ben ‘çok geç artık’ların tüm köşeleri tutuğu, her şeyin, hayatın  kırılma  noktasında; sensizlikte ki mabedim yorganın altına mahkum edip kendimi,  uyumanın, uyuşmanın kare kökündeyken “yarım kalmış, bitirilmemiş bir satranç da duruyordu odanın bir ucunda 'şah ve mat'ı bekleyerek”. Daha senin doğmadığın zamanlardı Ve Tanrı Kadını Yarattı filminin seyrederken öylesine bir cümle diyerek üzerinde durmadığım  Brigitte Bardot; Juliette’in söylediği “ gelecek..şimdiyi boşa harcamak için icat edilmiş bir şeydir” sözü geliyor aklıma; demincek yanımdayken yoksun ya artık ‘şimdi’leri harcarken nasıl bonkör davranıldığına, davrandığıma bakıp şarlatan geleceğe, yarına ötelediğim her şeye   öfkeyle dolup, taşıyorum.

Bıraksalardı; o gün hayatını kaybedeceğin yola onlarla  çıkmaktansa;   yazlıkta balkondaki salıncakta oturup  sallanmayı , mayonu giyip, kolluklarını takıp denize dalmayı tercih edecektin diye  düşündüğümden; kendine ait  bakışı annen de  gördüğünden  “biri var fena bakar, sık sık bara saza gider, aklına estikçe İstanbul’la gider, sıkıldıkça pencereden parka bakar” dörtlüğünü  yazan  dedenin, babamın  her hareketine, bakışına, yemek yiyişine,  ülkedeki  neredeyse çoğu insanın ki babanın da yaptığı tuvalette gittikten sonra elini yıkamamasına,   “kaysıya” düşkünlüğüne anlık, belki de sürekli nefreti, ondan bir an önce uzaklaşmak isteği  yüzünden annenin; depresif   kocasını; babanı mutlu etmek, can sıkıntısını önlemek için “farklı yerleri Ayvalığı, Assos’u  görsün,  Ayvalık tosu yesin” diyerek  Ramazan bayramı öncesi trafiğin en  yoğun  olduğu Arife günü; o güne dek  hiç araba kullanmadığı şehirler arası yollarda kullansın diye  araba  kiraladığını duyduğumda; şehir içinde dahi her araba kullanışında mutlaka bir kaza yapmış  kötü  şoförlüğü aşikar babanın kullanacağı  o arabadan, o gün  illaki bir ölünün çıkacağını ben bile biliyorken; nasıl yanmam  küçük hayatının bir Ayvalık tostuna, bir Assos manzarasına, adrenalin tutkusuna kurbanlığına. Bıraksalardı; o gün hayatını kaybedeceğin yola onlarla  çıkmaktansa;   yazlığın geniş balkonundaki salıncakta oturup  sallanmayı , mayonu giyip, kolluklarını takıp denize dalmayı tercih edecektin diye  düşündüğümden; kendine özgü   bakışını annen de  gördüğünden hakkında yazdığı şiire “biri var fena bakar…”la başlayan  ‘dedo’nun   her hareketine, bakışına, ülkedeki insanlarının çoğunun ki babanın da yaptığı tuvalette gittikten sonra elini yıkamamasına, ağzını şapırdatarak yemek yemesine, kaysıya düşkünlüğüne annenin bazen anlık ama  aslında sürekli nefreti, ‘dedo’nun yanından bir an önce uzaklaşmak isteği   ile  şehir içinde kısa mesafelerde dahil her araba kullanışında ufak tefekte olsa mutlaka bir kaza yaptığından kötü  şoförlüğü aşikar babanı mutlu etmek, can sıkıntısını önlemek için ‘farklı yerleri Ayvalığı, Assos’u  görsün,  Ayvalık tosu yesin’ diyen annenin Ramazan bayramı öncesi trafiğin en  yoğun  olduğu Arife günü; o güne dek  hiç araba sürmediği şehirler arası yolda kullansın diye araba  kiraladığını duyduğumda; o arabadan, o gün  illaki bir ölünün çıkacağını ben bile biliyorken; nasıl yanmam küçük hayatının bir Ayvalık tostuna, bir Assos manzarasına, bir can sıkıntısına adrenalin tutkusuna kurbanlığına. Ve nasıl kahredilmez, beddua edilmez bir gün insanları kan bağı safsatasıyla doldurarak; kendisine daha çok fayda sağlayacak, gelişimine yardım edecek, ufkunu açacak diğer insanlarla ilişkilerini; benim Beyoğlu’nun buğusu şairimin yazdığı gibi  “çok öteye gitmememizi söyledi ebeveynler biz çocukken; başkalarıyla / yabancılarla konuşmamamız öğütlendi; eve erken gelmemizin, dışarıda fazla durmamamızın kafamıza çakılması da çabası. Sanki biz çok temizdik ve diğerleri dehşetin tek sorumlusuydu. Ama diğerlerine gözünde biz de diğerleri olmuyor muyduk?” kuşkuculuğunda kopartıp zayıflatan; istenen biçimde yaşamaya, her  şeye duvar, kapı; sonuna da benim  hırçın Şairimin  “kötü olduğumu söyleyenlerin hepsi sahip oldum iyiliklerin katilleriydi“ noktasını koyduğu hayatların; içine eden  her şeyin;  kararsızlıkların, kötü, yanlış tercihlerin müsebbibi; seçme sansına sahip olunmadığından, tamamen rastgele geldiklerinden mutlu olanlarına ki o mutlukta  tartışmaya açık da olsa yine de çok şanslı gözüyle bakılması gereken, birbirlerine seks yoluyla bulaşmış insanlar topluluğu aileyi oluşturan bireylerin; özellikle de varsa şayet bir gün kesinlikle ‘dışarıdaki’, ‘yabancı’ ‘el’ tabirli güvenilmezi  yüz bin defa aratacak kertede size ya açık açık gösterecek ya da gizleyecek düşmanlıkta olacak  kardeş, dayı, amca, yeğen, kuzen  kim varsa birbirinden hoşlanmak bir yana; bir araya gelinen mekanın mutfağında, banyosunda, balkonunda, …, …,   ‘ayyy dayanamıyorum artık, şeytan diyor ki sık boğazını, kurtar sülaleyi’, ‘arkadaş insan her konuda  fikir sahibi mi olur?yav bir fırsat, sıra  ver de bir de başkası konuşsun, hep sen hep sen’ , ‘şuna  baksana Allah aşkına evine gitsen lokmalarını sayar, gizler ceviz, fındık  bedava yaa nasılda gömülmüş yemeklere pis cimri’, ’çekiştirmesene bakıyorum, hem sus duyacak, ortalık karışacak, gider birazdan’lı kısık sesli  nefretlerini,  bıkkınlıklarını   ‘öyle deme ne olursa olsun aileden,  atsan atılmaz… aile kutsaldır, önemlidir,  hep arkanda,  yanındadır’ lı  klişelerin baskısıyla gizlemeleri dahi  ört(e)meyecektir; hayatın başlangıcını, sonunu; kendilerinden aktardıkları genler, yetiştirme tarzı, edindirdikleri düşünce sistemiyle hazırladıklarını bir ömür inkar eden; eninde sonunda kendilerine benzeyecek  evlatlarının kaderlerine,  fenalıklarına açgözlülüklerine, kurnazlıklarına, hatalarına yaptıkları, öğrettikleri, gösterdikleriyle  neden olduklarını kabullenmeyip  ‘bu haldeysem sizin yüzünüzden, sanık ayağa kalk’ haykırışına;  ‘itiraz ediyorum sayın yargıç;hangi  anne, hangi  baba  çocuğu kötü, başarısız  olsun, ölsün ister’in  ardına saklanarak sorumluluktan sıyrılan erkek egemen bu toplumda; çocukların  idolü, kendilerine de hayatı zindan etmiş illaki bir duygusal şiddet, taciz vakası yaşatmış kocalarına, babalara beyhude  arka çıkan biatçıları; hizmetçileri anneler ile  eş, dost , akraba-i taallukat  ve  diğerlerinin yarattığı geleneklerin, hassasiyetlerin; yetmezmiş gibi  devletin de bireyin yaratıcılığını sınırladığı çoktan çöplüğe atılması gereken  yasaların, kuralların, her işin içine sokulan ki yaratıcısı yine  insan olan  dinin, kutsal kitapların, ayetlerin…, …,in…in  hepimizin, Türkiye’nin; insanları, duyguları dışlayarak edinmek için ruhlarını şeytana satacakları bir ev, bir araba,  bir yazlığa endeksli başarısızlıklarımızın; mutsuzluklarımızın başkalarına saygısızlığımızın, kuşkuculuğumuzun, güvensizliğimizin Şairimin “Siz böylesi aşklara hep aç kalacaksınız, çünkü siz hala yağmura su diyorsunuz.” da özetlenmiş mavi renge boyasan  bir resimde güneşi, ağaç dallarını  marifetmiş gibi ‘olur mu hiç sarıdır güneş,  yeşildir ağacın dalı’yla o an sizi, sizde  düşlerinizi yıkacak duyarsızlıklarıyla  farklının  önünü tıkayan,  siyah, beyaz bir mantık, dünya  edindirdiğinden olmayan yaratıcılığımızın; her şeye;kadına, içkiye, sevgiye sokağa bitmeyen açlığımızın katili olduğu gerçeğini. 

Belki de  ‘her şeyi ilk senden, benden annesinden, babasından  varsa kardeşinden  öğreniyor bunu aklından çıkarma ‘ uyarısı  gerekli  bebekken etrafınızda bulunan, tanıyacağınız   ilk insanlar; anne, baba ve  aile bireylerinin birbirleriyle, başka insanlarla, kurulu düzen, doğayla ilişkilerine; torpil, rüşvet, ötekileştirme, ırkçılık, savaş, barış, ahlak, haksızlık, adalet vesaire vesaire karşısındaki duruşlarına; siyasi, politik, insani bakış açılarına, kültür düzeyine, kitap okuyup okumadıklarına, yediklerine yedirdiklerine,  içtiklerine içirdiklerine, giydiklerine giydirdiklerine bakarak altı yaşına kadar sonrasında değiştirilmesi, değişmesi neredeyse imkansız  karakteri, huyu, duygusu şekillenen çocuk birey  üzerinde;  madden,  manen kendine  yük olmamayı becerene dek faşizanlığını, denetlemeciliğini  esirgemeyen aileyi biçimlendiren, kendine benzetenin  içinde  yaşanılan müesses nizam olduğunun ancak anlaşılacağı   yaşlılığa adım atıldığı  ân da  fark edilir ki  aile;  kurulu sistem, devlet ne kadar despot,  bireyin özgürlüğünden bi haber itaatkarlık bekleyen, bağımlı ne kadar  gelişmemiş, ne kadar demokratsa o kadar  despot, itaatkar, bağımlı o kadar da   gelişmemiş, demokrattır. Ki insanın varlığı, düşünceleri ilkin  aile sonra diğer kurumların kuralları, yasaları, söylemleri,  değer yargıları, kültürü  üzerinden şekillendiğinden, oluştuğundan mevcut  sistemde sadece farklı kökene, mezhebe sahipler değil; sisteme hakim  köken, mezhep, dine sahip geçerli  vatandaş olmalarına rağmen çoğunluktan  farklı ; ‘bu ne ya, bu devirde kılık kıyafet yönetmeliği mi olur’ ya da ‘duydun mu Kuzey Kore de Cumhurbaşkanı Kim öldü diye ağlamayan Kuzey Koreliler yargılanacakmış.... birader, bacım onlar da ne  ağladılar…ne..akıl almıyor’la  ağlayan Korelilerle  eleştirenlere ; her yıl  on Kasımda, saat dokuzu beş geçe; nerede olunursa  olunsun orada  ayakta bir dakika heykelmişçesine durarak saygı duruşunda bulunmayanın (  ki o gün  ve de Atatürk’ün öldüğü günkü  Türkiye’de çekilmiş kamera  görüntülerinde Kuzey Kore’de ki gibi  bir ortam  söz konusuyken) linç edileceği, çarmıha gerileceği  “de facto” bir durumun varlığın da itaatçi, biatçi  her toplumu, her insanı etkisine almış Stockholm sendromunu görmezden gelmek ne kadar da gerçekçi bir sorgulama yöntemidir….değil mi?’; düşüncelerini dillendirip dışlanmak istemeyen ki  o  ‘dikkat edilecek, izlenecek kişi’  damgalanmasını  da taşıyan  dışlanma; öylesine sıradan bir mevzu da değildir  zira mevcut sistem devletin,  bireye hiç vasfı olmasa da  hayatını sürdürmek, geçinmek için gerekli geliri  kazandıracak  bir iş, bir mevki  edindirmesini, her türlü ihaleden pay vermesini de sağlayan yasalarla  ülkenin en büyük  işvereni  pozisyonunu, ekonomiye müdahalesini pekiştirdiğinden;  devlet ve toplumca dışlanmanın  güvenlik soruşturması kalkanı da kullanılarak ve de aklı başına gelsin denerek işsizliği,  aç, açıklığı da beraberinde getirdiğini onlarca kez gördüğünden, yaşadığından gözü korkmuş, korkutulmuş  ailelerin sahtekarlık barındıran kör yetiştirme yolunu tercihleri,  tutumlarıyla kimliklerine, kökenlerine, dillerine, mezheplerine, düşüncelerine  yabancılaştırdıklarından   kendi gerçekliğini iteleyip kabullendirilen  değerlerle  yaşadığından gönül rahatlığıyla   ’düşünüyorum da….düşünmesem daha iyi’yi seçen,  hep de  güvenli bir limana demirlemeden yana  oldurulmuş bireyler gibi senin isteklerinin  de hiçbir önemi yoktur…önemli olan  yalnızca  ailenin , devletin, toplumun  senden, bireyden  istedikleri, aldıklarıdır. Ve ‘haklı, doğru benim’i ilke edindiğinden başkasına, özel hayatlara saygı önemsemeyen; ‘neden böyleyiz’le kendini merak etmeyen,  kendine yönelik hisleri, düşünceleri   dahi dalaverelik taşıyan;  dayatılana karşı çıkanı, kendinden farklıyı da otoriter, faşist niteleyecek kadar  cin, üçkağıtçı sistemin var ettiği bu Ortadoğulu toplumda;   Türkçü,  Atatürkçü, laik biri;  dini bütün,  tesettürlü, farklı etnik kökendekilerini,  düşüncelerini  karşıt alıp “yobaz, dinci, İslamcı, bölücü”; dini bütün biri de Atatürkçü, laik, farklı etnik kökendekilerini “ din düşmanı, gavur, günahkar”;  her iki ana eksende kendileri dışındaki herkesi, her kökeni ortaklaşa  “hain, bölücü, terörist, ihanetçi” bir  dille linç ediyorsa; iki kişinin birbirini sevmesi, sevişmesiyle hayatta  yapılan en değerli şey listesinde ilk üçe girecek bir bebek  yaratıldığına göre güzel bir kurum olması gerekirken kurallarına, ön yargılarına, hassasiyetlerine, adaletine  göre  biçimlendiği sistem, toplum gibi  içindeki  davranışı,  düşüncesi, tercihi farklı  bireyleri kendinde bir yanlışlık olduğunu düşündürecek zalimlikte  “o mu ya manyak…deli…psikopat… ona bakma o değişiktir…he de geç… şeytan”  yaftasıyla itelemesi  öylesine olağandır  ki.Ne de yazıktır sonunda kendilerine benzetecekleri  suret(ler)indeki çocuğa sunulan da; erkek egemenliğinden  arındırılamadığından en demokratik sayılanında dahi çocuğun  kendine rol model atayacağı her  yaptığını doğru, kendini akıllı gören  baban(lar)ın seçtiği  taban üzerinde çıkılan, maddi olarak kendinden  daha çok    para kazanıp kendine de  yardım ederek yaşamasını  istediği; bilmem kaç kuşak öncesi soydan sirayet   karakter, kişilik üzerinde etkisi tartışılmaz  genler, gaile alınmayan ama en etkin faktör  geçmişte olanların -nasıl ülkenin resmi tarihi  ehil ellerde hiç lekesiz yazılmış, anlatılmışsa her ailenin de yaşlılarınca örtbas edilen bir resmi tarihi olacaktı-  belirlediğini de  unuttukları  bir gelecektir. Peki  ya sunulanlara,  dayatmalara boğdurulmuş  özgürlük bu denklemin neresinde...nerededir ???? Eğer özgürlük birilerinin önüne koyacağı seçenekleri, birilerinin istediği şekilde seçmek ise; doğumdan itibaren ülkenin temeli gibi sarsaklığından ömürden ömür yiyerek bitirecek... aynı ev içinde ayrı hayatlar yaşatacak  bazen bireye  dünyayı dar edip delirmesine de sebebiyet teşkil edecek  toplum, aile; anne, baba tarafından ‘özgürlük bitirilmiyor mu’yu  ıskalatan kurulu düzeninin devletinin temsilcisi, ağzı otoriter baba demokrat, vicdanlı,  iyi bir eş  değilse çocuk ya bunalıma girecek ya da mantık  kullanarak babanın yanlışlarını ortaya çıkartıp, bunları teker teker ( bu olasılığı yerine getirmek  ilkinden kat be kat zordur) incelemektense kestirmeden karşı çıkışı deneyecektir. İşte  bu iki olasılık arasındaki dengeyi ne, hangi sistem sağlar onun hakkında bir fikir edinene kadar hayat bilgisi ya da bilmem ne dersi kitabında "anne, baba ve çocuklardan oluşan en küçük topluluk" olarak hafızaya  kazınan, olumsuzluklarla karşılaşa karşılaşa  bazen ‘gerçekten de zorlayarak olmuyor’  noktasına gelinen  aile can yakar; üstelik aforoz edilmek için geçerli bir neden de yoktur; nasıl ki bir gün CIA belgelerini açıkladığında oniki Eylül darbesinin  “bizim çocuklar iyi iş becerdi” kriptosuyla ABD’ye müjdelendiğinin yıllar yıllar sonra olsa da ortaya çıkması  ‘demek söylenen doğruydu, darbeyi ABD yaptırtmış’ gerçeğinin kanıtıysa;  anne, baba,  kardeşin, bir akrabanın;  hakkınızda söylediği ‘çok yüz verdiniz tabii…’, ‘…ona benden daha fazla sevgi,  para, verip korudunuz, bana ne yaptınız ki’ sitemini; ‘kendini ne sanıyor ? gören de ülke yönetiyor sanacak altı üstü bir..…’,  ‘ bir şey söylememi bekleme, olmaz ne de olsa kardeşim…akrabam; tanıdıkça anlayacaksın ne demek istediğimi’  imasını;’ inan ben olmasam yüzünüze bakmazdı.. zırnık vermezdi’yle suçu üzerinize attığını; bilinmesini istemediğiniz bir özelliğinizin, sırınızın  ‘benden duymuş olma da o çabuk sıkılır, bak göreceksin seni de   yarı yolda bırakacak’,  ‘aaa bilmiyor muydun Ersun’la ….Feyza’yla kaç aydır çıkıyor’,  ‘maaşı çok yüksek; ama ne pintidir o; kimseye söylemez’ , ‘ fark etmedin mi doğuştan aksaktır’ vari onlarca şeyi  başkasından duyduğunuz gün; sanılan, sandığınız gibi olmadığını öğrendiğiniz  aile   gerçekliği; hayatın yaşatacağı travmalardan en  acıtanıdır ki; yaşadığınız önce gerçekdışı gelir, hak etmediğinizi düşünürsünüz,  ıssız bir adaya düşmüş kadar yalnızsınızdır; bütün bunları dile getirecek olsanız kolayca refüze edileceğinizden susarsınız;hayattan, toplumdan, dünyadan dışlanmışlık… katlanılması zor bir izolasyon,  hayatınıza düşen  sizi hep de takip edecek bir gölgedir; bunun  yarattığınız bir  kuruntu olduğunu düşünerek avunmaya çalışırsınız ama en kötüsü  gerçek olmasıdır’ duygusunu kesinlikle de bir kayıp; ölüm, ayrılık, kavga sonrası daha çok yaşatarak kitaplarda yazılan o aile tanımlamalarını reddedecek hale gelindiğinde; o kadar da  çoklardır ki Krallarınızdan; aileye; anne, baba, eş, ağabey, dede,…. devlete, topluma “çıplaksın!” diyebilme cesaretiyle özellikle de aile içinde saygısızlık boyutuna varan yüz, göz olunan kavgalarla dejenerasyona uğramış, yaralanmış ilişkiler ağından kurtulmayı becerirseniz,  kurtulmanıza da izin verilmeyecektir;  ne yaparsanız yapın ölene kadar  ilişkinizi sonlandıramayacak obsesiflikleri yüzünden   terk edemeyeceğiniz   biyolojik aile fertleri gibi yenilikçi bir yaklaşımla  seçtiğiniz insanlardan  oluşturacağınız  yeni aile fertleri de yaşanan toplumda aynı  tedrisattan, tornalardan geçtiğinden, insanı  yaralayacak   aynı hesaplı ilişkiler, aynı sorunlarla karşılaşma ihtimali  ağır basacağından en iyisi yalnızlık mıdır ?  acaba? sevgi, saygı, annesini, babasını, evladını, eşini karşısındakini nereye kadar düşünmesi gerektiğini bir türlü ayarlayamayan herkesin birbirinin hayatına ‘valla biz…ben hiç karışma(m)yız, herkes tamamen özgürdür, istediğini yapar’ yalanıyla destekleyip  elli yaşına gelse de ‘ya oğlum…ya kızım…yine de *??? sen bilirsin ama  öğretmenliği seç, üç ay ense…. endüstri toplama bir bölüm seç bilgisayar mühendisliğini dünyada şu an geçerli  meslek yazılım, genetik…’, ‘torunuma öyle davranma… yemek ye’, ‘illa başını belaya sokacaksın otur oturduğun yerde, sana ne müdür rüşvet yiyorsa, alemin akıllısı sen misin? ‘,’ bu nasıl bir masraf listesi, kredi kartı ekstresidir; her akşam, her akşam dışarıda yemek, içmek, gezmek dağ dayanmaz’ vari usandıran  aşırı müdahalesini ,  her şeye karışmayı aile olmanın şartı  gören, sayan; ebeveyn ve çocuk arasında karşılıklı bağımlılığı gereğinden fazla içli dışlılığa dönüştüren, birbirini örseleyen sınır tanımaz  laubali ilişkiler öylesine yıpratıcı olacaktır ki  sonunda ‘kötü evlat’, ‘kötü ebeveyn’li hakaret; ’yeter !! karışmayın’ ya da ‘sana verdiğim değer, emek gözüne dizine dursun…karının, kocanın , çocuğunun, annenin, babanın  yanında azıcık değer vermedin ki bana. İşine gelecek her şeyde kullandın, yemek yaptırtın…çocuklarına baktırtın sonra sepet  havası…çok akıllısın’lı çıkışların kopuş getirdiği de  görüleceğinden; seçtiğiniz insanlardan oluşturduğunuz  ailenin  sorunlarını, yaşamlarını da   yükleneceğiniz  gerçeği karşısında; insanların  kendi yaşamlarının sorumluluğunu ta başında çocukken; yere düşünce kalkmasını bekleyip, kalkmayınca yardım ederek taşıtacak bir çocuk   yetiştirme bilincindeki aile, toplum, sosyal devlet anlayışının  farklılığı yüzünden  ‘ baba, anne , evladım   para ver… beni evlendir… eşya, ev al’ teklifini edemeyeceği ederse  ‘ kazan kendin al, bir ebeveyn olarak gerekli sorumluluklarımı yerine getirdim baktım, besledim, okuttum, meslek sahibi yaptım bundan sonrası senin işin’le tersleneceği  gelişmiş ülkelerde rastlanmayacak ‘aman da oğlumun, kızımın evi yok; masraftan kısayım; özel doktora veda…elbise almakta yok; olanlar yeter… para biriktirip bir ev alayım, miras bırakayım’ı düşünen sanki kendinden öncekiler kendisine  miras bırakmış gibi  bıraksalar  bile  hayatın amacı hiç ölünmeyeceğinden; arkandakilere  ev, arsa,  para bırakmak için para biriktirmekmişçesine; çocuğun kendi emeğiyle ev istiyorsa ev, araba istiyorsa araba alması ‘niye mahsurludur’a da akıl sır erdirilemeyen kısır döngülerde kendi iradenizle seçtiğiniz insanlardan bir aile oluşturma, oluşturmama hakkınızı elinizde tutsanız  da  hep bir  yalnızlık içinde sarhoş bir gemi gibi kah dalgalarla boğuşarak, kah yalpalayarak, kah düzelerek yol alınan  hayatta;  farklı, bazen de aynı  yıllarda yaşayıp birbirlerini etkileyen, birbirlerinin hayatlarına dokunmuş alt kültürün temsilcileri  nitelenmiş; Baudlaire (1821-1867); “şairlerin tanrısı Baudelaire”dır diyen  Rimbaud (1854-1891); Time’nın  “Amerikan tarzı ayak takımının bir numarası” ilan ettiği Bukowski (1920-1994); Cobain(1967-1994)  ve  adamım   Thomas Bernhard  (1931-1989)’ı  buluşturan  ortak nokta da; ölen, bırakıp giden ya da evladını reddeden, yok edici karakterli dizginsiz bir baba sorunsalında, sendromunda; ebeveynlerince atıldıkları  kör kuyuda mutsuz geçen çocukluklarının;  sürdükleri; toplumun, ailenin  tüm normlarından nefret, alay eden,  kural tanımaz  düşüncelerini, duygularını gizlemeyen dürüstlükte içli sesleriyle dost meclislerinde şiirler okuyan, kahve, eğlence yerlerinde, sokaklarda; uyuşturucu maddeleri, içkiyi aşırı derecede kullanarak sabahlatan savurgan, avare,  gizledikleri, gizlemedikleri eşcinsellikleri, intihara eğilimli  yaşamlarının  nedeni de olan bir aileye sahiplikleriydi ki yazdıkları, ürettikleri ‘iyi ki öyle inim inim inlerken seslerini duymayan aileleri varmış yoksa bu derece tırmalayıcı, sarsıcı satırları ortaya dökemezlerdi’yi düşündürse de  çektikleri,  yalnızlıkları,  bohem  görünen “geçim sıkıntısın”da virgüllenen hayatları da iç burkar.Bu nasıl uzun bir paragraftı arkadaş, yazarken mahvoldun okuyan ne yapsın?

Halbuki herkes için geçerli insanı, beni, seni var eden aile… bu  var ediş , bu varoluş yüzünden katlanmak zorunda kalınan   hayat; bu yanlış dünya acıttığından; varoluşunu “ben bir başkasıdır” diyecek kadar  çözümlemiş bir o kadar da kendisine ayrı düşmüş Rimbaud’u " kendi bedenim de mülteciyim”le izleyen benim her yeri pek bir güzel boyamış Şairim; etkilendiğin şairler, yazarlar; altı yaşındayken ölen babasından kalan yüklü mirası gelişi güzel harcamasını istemeyen annesiyle, üvey babasının mahkemeye başvurup gelirini kısıtlamalarından onbeş yıl sonra  arkadaşına ''hayatımı yıkan, bütün günlerimi karartan ve bütün düşüncelerime kin ve ümitsizlik rengi veren bu korkunç yanıltıyı unutmadım.'' yazarak şiirlerinin  tüyler ürperticiliğinin nedenini açıklayan, öldüğünde  mezarı başında Paul Verlaine (1844-1896 )  de bulunduğu  Baudlaire; amcasının aldığı gitarını bir gün  odaya girerek hiç bir şey söylemeden kıran ( o da konserlerinin sonunda gitarını kıracaktı)   babası yetmezmişçesine  okuldaki arkadaşlarının “homoseksüel”le  dalga geçtikleri  Cobain;  okuldan geldiğinde çimleri biçtirip yere yatırarak  çimlerin aynı boyda olup olmadığına baktıran, kemerini çıkarıp sudan sebeplere dayak atan babasını “evet  baban haklı” aklayan anneye  sahip Bukowski gibi; pek çok insan gibi; sende; insanı depresyondan depresyona hatta intihara sürükleyecek ya da hayatta kalabilmek için pes edip  ılımlı davranmaya itecek ailede vicdansızlığını, otoriterliğini, dayatmacılığını, merhametsizliğini gördüğün  birini, birilerini  sadece anne, baba ya da sadece kardeş , amca, hala …, .., diye ölümüne sevmek nasıl olur ??? neden olur ??? insanlar niye buna mecbur bırakılır ??? sorgusunun,   sırf  ailen  olduğu için birilerine  sonsuza dek güvenmek, koşulsuz sevgi göstermek vari benzeri durumlara karşı çıkmanın  bedelini  ağır ödeyenlerden olacaktın.

İngilizce kısa, öz ve gerçek  “haven in a heartless world; kalpsiz bir dünya cenneti” tanımlı aileyi; hayatı Cobain, Bukowski gibi kendilerine, kendinize adapteye çabalayıp edemedi(ğiniz)klerinin, edilemediğinin görülmesiyle yaşanan yıkım, kırıklıklarla gelen yalnızlık… o yalnızlığı yaşayan ben, sen , o,  herkes; şu an her ne yapıyorsan bırak artık,  azıcık mola  ver; TV, cep telefonu, laptop,  bilgisayar ekranından ayır gözlerini; Youtube’da, başka bir platformda hayatında hiç deniz, gemi görmediği halde “sarhoş gemi” şiirini yazan görseydi şayet neler yazabileceğini hayal edemediğiniz, hangi ruh hali içinde olursanız olun her dinlediğinizde  Rimbaud’u  akla getiren Debussy’nin “Claire de Lune”ni aç, dinle !  piyanonun  sesi, yumuşacık sarıp, sarmaladığında seni, sizi; gecenin ışığında bir peri gibi süzüleceksinizdir nemli, ıssız Paris sokaklarına; ürperir,  üşürsünüz…boş ver nasılsa  gecenin karanlık ışığında üzerinizi örtecek mavi ışık tozları serpecek, saçlarını okşayacaktır Claire de Lune;  sakinleştirici, iyileştirici bir Audrey Hepburn filminin arka fonunda Nell'deki göl kenarı gibi ıssız, sakin bir yerdeymişçesine… piyanoya vuran parmakların hızlanmasıyla arkanızı döndüğünüz anda dingin, dupduru, aydınlık bir gölle karşılaşacakmışsınız hissi... hafif, sıcak bir öğle üzeri güneşinin yüzünüze vuran sıcaklığı altında o göle doğru yeşillikler, sarılıklar arasından koşmaya başlıyorsun; koşuyorsun... koşuyorsunuz... koşuyorum;  hayatın başlangıcında masum, çıkarsız hesapsız ilişkilerin ortasındaymışçasına çocukluğun, anne kokusunu, kavrayışını, sarılışını, korunaksızlığını yaşatan Claire de Lune’le ay büyüleyici,  ulaşılmaz güzelliğiyle sinsice ruhunuza  sızmış, dalgalar tüm hışmıyla  kıyıya vururken,  senin, sizin, benim  gibi onlarca insanın tek başına, yalnız olduğunu bilmek hüznünüzü bir parça  olsa da dindirir; ne garip  hâlâ  kimse gelip beni sarayıma, sarayına da  götürmedi; benden bir yılkı, bitik  bir kadın yaratan  devlet, para, iktidar, hırs, riyakar ilişkiler, düzenbazlıklarla yoğrulmuş  bu sistem, bu aile, bu hayattı işte  onlarca  Verlaine’i, Cobain’i, …, …, de öldüren.  Şimdi sırada….

Aile olmak… tek farkları bir iş, bir aile sahibi oluncaya kadar sorumluluğunu yüklenecekleri bir çocuğa hayat vererek ölene dek sürecek karşılıklı kelepçeli,  bazen de öldüren   bağımlı bir  ilişki  yaratıp arkasından da ‘görün bakın ben annemin, babamın  yaptığını yapmayacağım, onlardan farklı bir tutum izleyerek  öyle bir çocuk yetiştireceğim ki’ iddiasıyla çıktıkları yolda  yetiştirdikleri çocukların kendi ebeveynlerine  hatta kendilerine rahmet okutacak  bencillikte, ‘ben bilirim’ci   olmaları bir romanın değil kapsamlı bir  araştırmanın konusuyken milyonlarca insanın  rezil, işe yaramaz, beş para etmez,  cani, katil, saygısız, vicdansız, tacizci, tecavüzcü, çocuk istismarcısı, ‘mobing’ci  olmalarında, şiddet uygulamalarında  hiç payları bulunmayan ??? zira olunca gökten inen vahiyle; o  güne değin  kendilerine eşlik etmiş  kılıktan,  kişilik, karakter, düşüncelerden sıyrılıp hepsi meleğe büründüklerinden sihirli değnek  muamelesi çekilen,  başta din,   müesses nizamın tüm kurumları, eğitimi, öğretimi tarafından yere göğe  sığdırılmayıp Tanrı  kutsanmışlığı,  dokunulmazlığı verilen,  her şeyi yapabilme hakkı da tanınan çocuklarının geleceklerini belirlediklerinin farkında dahi ol(a)mayan ama çocuklarından beklentisi yüksek  anne,  baba olmak… yaşattıklarının, yaşanan ân’nın dışında, istenenin, özlenenin  yalnızca kafanın  içinde  özgürce  yaşanacağı bir çocukluğu…gençliği de  beraberinde getirecektir. Öyle ya bu ağzına sıçtığımın dünyasında kapitalizm herkesin ruhunda bozulma yaratırken;  diğer insanlarla  aynı yollardan, aynı eğitimden, aynı yetiştirme, üretim bandından geçmediklerinden o çok sevgili anne, babacıklara; niyeyse aile olmanın gereği diye beyinlere şırınga edildiğinden  misal Londra’ya dil öğrensin diye giderken düşünmeden bankadan kredi çektiğiniz, paranızı verdiğiniz ya da ‘dönünceye kadar muafsın evin geçiminden…yeter ki  kendini kurtar,  güzel bir gelecek kur hatta orada kalmak için ne gerekiyorsa yap’ dediğiniz, bir kaç yıl sonra  palazlandığında  borç para isteme gafletinde bulunduğunuz ya da  ‘anneme kulaklık almak gerekiyor , bu ay çok sıkışığım, ne kadar yardım edebilirsin’ talebine ‘ancak yüz TL  verebilirim‘ cevabıyla ”ayağını yorganına göre uzat” uyarılı  parasal mevzuları da rafa kaldırdıktan sonra bir gün aynı masada otururken  aldığınız güneş gözlüğünüze bakıp ‘benimki sıradan bir gözlük, bak sen bir sürü para verip markalı hem de Guccı… almışsın’ hakkınızda  müsrif insan tespiti yapma, bunu başkalarıyla da paylaşma dahil ; anne, baba ölünce miras bölüşümün de ortaya çıkar kardeşliğin ne olduğu  ataların sözünü i doğrulayan; ölen babanın,  annenin  kırkının çıkmasını dahi beklemeden çocukluğunuzun, gençliğinizin mekanı    ata evine  ‘ne yapayım, benim de paraya ihtiyacım var…ben de ev alacağım’la “satlıktır” pankartının  asılması  benzeri onca şey dert olmuşken size, onun gündeminde olmayacak ‘ tavırdaki kardeşçiklere de kıyak geçmiş, aile bireylerinin  müthiş, kusursuz meleksi karakterleri  cadı kapitalizmin kanatlarını yakmıştır.Velhasıl illaki bir error verecek aile; ileride  yabancılarla, hayatla yaşayacağınız hayal kırıklıklarınızın ilk prova yeridir; onu çözerseniz hayatı da çözersiniz;sonrası mı? hep aynı zaten….

Gel benim karanlığın ağzı Şairim; gel haydi ! biz de seninle çözelim; genellikle  yakın çevresinden biri tarafından yapılacak,  yapanın  dahi   onaramayacağı, onarılamadığından insanın hayatında  sürekli  artçı depremlere de neden   fayı, fayları   kıran  katıksız  kötülük, hakaret  barındıran  ânlar vardır ya işte senin de arkadaşına anlattığın   “kızının düğününde, yani İskender’in ablası evlenirken, salona bir girişi vardır, İskender hala unutmaz. Herkes babayı bekliyordur acaba alkolden vakit bulup gelecek mi diye merak içindedirler. Birden salonun geniş kapısında belirir çökmüş sureti... kalabalığın uğultusu kırp diye kesilir. Soluklar tutulmuştur, davetliler şaşkın bir yerdedir, aynen film sahnesi gibidir her şey. tam o esnada İskender rol sırasının kendine geldiği vehmine kapılıp, babasına saygıyla yaklaşır, “hoş geldin baba” deyip elini öpmek için eğilir, herkes onlara bakıyordur, nefesler tutulmuş, gözler baba, oğulun kederli karşılaşmasına mıhlanmıştır. Zalim baba o an kükrer, gözlerinden ateş saçarak elini kurtarır İskender’in ellerinden; silkelenir İskender, gövdesinden ziyade ruhu sarsılır, ”benim senin gibi bir evlada verecek elim yok” sözleri yüksek desibelde yankılanırken salonda kulakları uğuldar Şairin, kanı donar, gerçek midir bütün bunlar, kabustan mı uyanacaktır birazdan. Yer yarılsa dibine mi girse, alıp başını uzak ülkelere mi gitse, kararsızdır. İnsan bu kadar da refüze edilmez ki ,insan bu kadar mahcup kılınmaz ki. Ne yaptım sana baba, bak herkes bizi izliyor. Daha az önce arkadaşla konuşuyordum “ babamı yanıma alacağım” diye” varsın özgürlüğüm kalmasın, varsın sevgilim de olmasın, babam o sefalet içindeyken ben hiç rahat değilim, o benim babam ve her şeye rağmen üzgünüm ama galiba onu çok seviyorum” demiştim. Sen bunları duymadın bilmiyorsun elbet, ama kulağında mı çınlamadı, gözlerime de mi bakmadın hiç, çocukluğumu da mı hatırlamıyorsun artık, bu denli kopmuş olamazsın kendinden, gençliğimin katili, seni yine de affetmiştim, bağışlamanın erincini bile bana bahşetmiyorsun, nasıl bir düşmanlık, nasıl bir dram bu evet İskender’in babasıyla son karşılaşmasıdır bu. O gün babasının kendisini reddeden hoyrat kükreyişi son derece üzmüş ve utandırmıştır İskender’i. Kalabalığın içinde kalbi kırılmış, haksızlığa uğramıştır. Hiç unutmaz o günü İskender. ve bir daha onu görmemeye and içmiştir adeta … öyle ki yıllar sonra babası ölüm döşeğinde oğlunu son bir kez görmek için haber yolladığında bile gitmeyecektir… babasıyla ilgili bu anıyı bana İskender anlattı. Ana hatlarıyla aktardığı için ben böyle bir üslupla atmosfer katmaya gayret ederek yazdım. Babasının İskender’i neden reddettiğini sanırım tahmin ediyorsunuzdur. Eşcinsel olduğu için. Halbuki İskender’in ilk gençlik yıllarında oğluyla arkadaş gibi sohbet edebilen, ona kız ayarlayabileceğini hatta isterse erkek bile bulabileceğini söyleyecek kadar açık görüşlü, önyargısız bir babadır. Ne olmuştur da aradan geçen yıllar böylesi bir muhafazakarlığa götürmüştür babasını”  sonrasında hep cebinde taşıdığın  o ânın,  o günün müsebbibi   hayal kırıklıklarımızın ilk prova yeri; onlarca ; ne oldum delisi, para delisi, imaj delisi, sokak delisi, seks delisi, ayar delisi, eşya delisi, yalan delisi, savaş delisi, öfke delisi… delisi… delisi… delisinin   de bulunacağı   ya  zıvanadan çıkaracak ya da  az da olsa….yok, yok  Aragon nasıl dediyse  ‘mutlu aşk yoktur’ diye mutlusu hiç görülmeyecek, yaşanmayacak hayatların  yapımcısı    ailelerin  insanı, geleceğini nasıl etkilediğini.Bak şimdi! Uzağa gitme! ürettikleri bombalar, aldıkları savaş kararları, yaptıkları ırkçılık,  trafikte, sokakta, evde, okulda, kışlada, işyerinde estirdikleri terörle, magandalıkla hayatından edilmiş milyonların geleceğini, kaderini çizen her biri bir evin,  ailenin evladı olan  insanlardı değil mi?   Kaderi yazdığı iddia edilen cehalet, cehaletimiz artıkça  üzerine atfediklerimizin de arttığı Tanrı,  bu yapılanların, olanların hangi aşamasında,  neresindedir?

Şu an bunları yazarken  nasıl da komik geldi; paslanmış ’yaşamak buysa eğer  istemiyorum’  ’bıktım’,  ‘mutsuzum’, ‘kötüyüm’lü kelimelerdeki  yardım çığlığını duyuramadığı  ailesinden, toplumdan  ‘boğuyorlar’ , ‘öldürecekler’ şikayetçisi  bireylerin; üstelikte bakmak için illaki de  beğenmedikleri ??? ailelerinden yardım alacakları ‘tadıdır, tuzudur’, ‘çocuksuz evlilik fazla sürmez’ , ‘doğur  kocanı…doğurt karını bağla eve’ çıkarcılığında, benciliğinde mutsuz edeceklerini, olacağını, istediği gibi yaşayamayacağını, yaşatmayacaklarını  bile bile  ya çocuksuz olmayacağını inanarak tam bir  aile kurma ya  aylarca karı, koca birbirinin yüzüne baktıkları rutinden, gündelikten  sıkılmaları  ya da hayata, memlekete muazzam katkısını, faydasını gördüklerinden ‘benden bir tane daha lazımdır bu Türkiye’ye’ düşüncesiyle topluma  kendine benzer birini daha katacak bir çocuğu dünyaya getirme isteğiyle yanıp tutuşmaları.Herkes kendi aile albümdeki dönüm noktalarını inceleyebilse, online yerine çevrimiçi olabilse; ailenin, toplumun  iyi insanları  rahatsız edecek derecedeki  duyarsızlığının,  ‘bana ne’ciliğinin,  insanlıktan çıkışının ‘zihnim grevde’li unutuluşun içine hapsedilmiş, konuşulmayan  ‘geçmişin’ derinliklerin de  yattığını görecekti zira  bir, iki kuşak öncesinin, yoksul, köylü, dışa kapalı gariban  Türkiye’sinde;  yöre, bölge fark etmez;  çoğu on, on iki yaşında daha  regl olmamış,  memeleri çıkmamış, seks nedir bilmeyen,  bedeni  çocuk gelinlere ; görücü usulü  evlendirildikleri kendilerinden en az on yaş büyük, gördüklerinde korktukları koca  koca adamların; babaların   tecavüzüyle istenmeden  dünyaya getiren sonrasında babanın anneye şiddetini yalnızca kendi evinde değil komşu evlerde de gördüğünden ‘demek ki her ev, dünya  böyle’yle şiddeti, kavgayı, sevgisizliği içselleştirerek büyümüş tecavüz çocuklarından oluşan bir toplumun psikopatlığının,  depresifliğinin kaçınılmazlığı sır değildir ki … Ah benim gibi  “Game over”ı bol şairim ahh…, babanın aksine  çoğu yetim  gibi ancak ilk okulu bitirmiş babamın haberi bile yoktu klasiklerden, Sabahattin Âli’den; çocukluğumdan aklımda kalmış  Van’daki evimizde babamın  bazen ağlayarak okuduğu  sarı renkli kapağında kükremiş bir at üzerinde elinde kılıç ‘Allahın Aslanı Hz. Hamza, Bedir Cengi”, “Kerbela vakası”,  “Battal Gazi”  kitaplarıydı.Babamın tayin edildiği Ankara’da ki Ortaokul, Lise çağlarında  senin evindeki gibi  bir kütüphanemizde yoktu ama onbeş günde bir sonra bir aya çıktı o süre, gecekondu  mahallesine  gelen merdivenle çıkılan eski  otobüsten yapılma, içi kitap dolu Gezici kütüphaneden edebiyat dersinde öğrendiğin kitapları alırdın; Uğultu Tepeler, Rüzgar Gibi Geçti,  Savaş ve Barış, Sefiller…,…,… hiç bir ses, hiç kimse  savaşın ortasında yol bulan  Scarlet O’hara , Red Bautler; Nataşa,  Andrey aşkının peşinden gitmeni engelleyemezdi; babanın  gecenin bir vakti yüreğini ağzına getiren tok,  kızgın ‘hala mı yanıyor bu elektrik, dünya para’ sesi dahi. ’Tamam kapatıyorum’la ışığını fark etmesin diye boğulmayı göze alıp üzerine çektiğin battaniyenin, çarşafın altında okumaya devam ederdin vermek zorunda olduğun kütüphanenin kitaplarını. İster eğitimli, ister eğitimsiz olsun hepimizin, hepinizin  korktuğu sonunda   ‘güzel mi zor mu yaşadı bilmem ama başka türlü yaşaması imkansız biriydi’ yargısına varacağınız;  benim yıkıcı şairim senin üniversitenin güzel sanatlar bölümü mezunu olduğundan  “cahil değil” entelektüel nitelenen  “çünkü babam bir ressam ve komünist. Cağaloğlu emekçisi, kitap ve dergi kapakları yapan bir ressam. Dönemin önemli politik şahsiyetleriyle yayıncılık bazında çalışmış. Militan’ın kapağını, Habora Yayınları’nın bütün kitaplarını yapan, Metin İlkin’in kitaplarını, Nâzım kitaplarını yapan, edebiyatla iç içe biri. ” diye anlattığın  Yüksekkaldırım'da farelerin arasında  bir harabede hayatı sonlanmış, solaklığına  rağmen sol elini kullanmanı yasaklamış ressam babanın, diğer  cahil babalarla  aynı otoriter tavırda çocuklarına  dayak  da attığı o yıllarda; çoğu genç  kendilerine mutluluk oyunu çizerken; filiz  kemiklerinizi, gençliğinizi  eğip  bükeceğini  anlamadığınızdan omuzlatılan,  omuzladığınız “dünyayı değiştirmenin”, “devrim yapmanın”  ağır yükü altında her şey doğru…her şey yanlıştı; hayat gibi….

Sakın !! Sakın !!! deneme! Yapma ! sakın !!!!  Dur..dur…telaş etme…anladım seni ben; verileri uç uca ekledin veeeee….  yolu hiç kesişmediği, tanışmadığı yalnızca  Bach’ın Goldberg Variations’unu dinlediği,  romanının kahramanı Wertheimer’e  “bitik” ismini verdirttiği piyano virtüözü Glenn Gould’un hayatına dair ufacıcık ayrıntıları sanki çocukluğundan  itibaren  birlikte yaşamışlar, en gizli sırlarını paylaşmışlar,  konuşmuşlarcasına Thomas Bernhard yazdığı  “Bitik Adam” romanını hatırladın  değil mi? “Yaşamak delirmek için yeterli bir sebep;yaşamak, intihar etmek için yeterli bir sebep.'' dedi, diye düşündüm ben” anlatımıyla fark yaratan  Thomas Bernhard’ı düşünüp   ‘süren başladı…  istediğin kadar kağıt alabilirsin…zaman da sınırsız… tek kural; intihar etmek yok’ dedin diye düşündüm bende. Merak etme ne benim puslu  şairim Glenn Gould; ne de tırnağı kadar yazma yeteneği olmayan ben; her gün yapılan aynı günlük aktiviteler, aynı konuşmalar,  aynı şeylerden ibaret   hayat, düşünceler, duygular sürekli yinelenen bir  tekrarı yaşatmıyormuşçasına,   değilmişçesine ‘romanlarında ne çok tekrar var’la haksız yere eleştirilmiş idolüm Thomas Bernhard olabilirim.“Bitik Adam”dan  esinlenmeyse  ???? İşte ona net bir şekilde yok desem de sen, inanacak mısın? Farklı da olsa aynı zaman diliminde yaşadığımızdan beni şiirleri,  yazdıklarıyla etkilemiş  belki aynı  düşüncede, aynı duygudaşlıkta  buluştuğumdan Can gibi zamansız ölümü beni dağıtığından  ‘benim şairim’ diye ondan bahsettim  ama ‘esinlendin bal gibi Thomas Bernhard diyorsan’ benim yalnız şairimin  sevmediği o kelimeyi kullanarak diyorum ki belki sonraki paragraflarda, satırlarda  hakkında  “artık” yazmam…nokta mı? Değil,  noktalı virgül (;) ya da yan yana iki nokta (..) koyuyor, kimsenin göremeyeceğini bildiğimden karanlığa saklanıp  devam ediyorum..

Evet..eminim ki “başkasının çocuğu böyle mi yapıyor?"  çıkışlı ebeveynler; ‘birey’liklerini  ezdiklerinden ‘git kendine bir tane başkasının çocuğu al!’ diyemeyen  çocuklarına,  üzerlerindeki  denetiminin kalitesi oranında aile büyükleri, çevre,  ve mesleki meclislerinde hava attıracak bir mülkiyet alanı baktıklarını reddeder, yadsırlar da eğer  öyle değilse bir baba, bir anne çocuğunun yeterince zeki olmamasına niye üzülür ????? Onun içinde insan yavrusu biyolojik olarak çok eksik; anneye ya da ihtiyaçlarını karşılayacak herhangi birine aşırı bağımlı doğduğundan onlarca akranın gibi   çocukluğundan  dolayı  mecburen hayatının iplerini ellerinde tutan ebeveynlerinin kendi isteklerine, tutkularına, gezmelerine, tozmalarına, düşüncesizliklerine, kinlerine feda ettikleri kimsenin hesabını da sor(a)mayacağı erken ölümünü  getiren kaderinin, bahtsızlığının yapımcılarını  affedecek bir yüreği;  arkadaşlarını parkta,  masanın üzerindeki C.K  etiketli çeşit çeşit kalemlerinin olduğu  kalemliğini  gördüğüm her gün  ”nasıl yaşarım sensiz…nasıl…”lı acı vicdan  boğarken; her akşam gülüşlerinin kaldığı fotoğraflarına bakıp, giysilerinde kokunu arayıp, gecenin bir yarısı evinden getiremeyeceğimden ‘uyuyamıyorum, olmasa ben uyuyamam’la kederlendiğin kediciğin yerine alternatif  ‘bende ona sarılmadan uyuyamıyorum,  bu akşam seninle uyursa çok sevinir’ küçük  kahverengi, beyaz benekli Zürafa’ya  sarılıp ağlayarak, sensiz bir dünyaya , güne uyanmaktansa ‘hep gece olsa…hep gece…hep karanlık…uyusam hiç uyanmasam’la başımı yastığa koyduğum üç yıl; sensiz geçti bile…sensiz yaşandı üç yıl. Sen  yaşarken de  adına hayat denilen herkesin gündelik yaptığı; yeme, içme, yatma, kalkma, temizlik, yemek yapma, kitap okuma, işe, alışverişe gitme, mitinglere katılma, iktidarı, muhalefeti, toplumu, insanları  eleştirmeyle  geçen üç yıl…nasıl bir can acısıdır bu…nasıl bir özlemdir… onca olumsuzluğa seninle yaşanan zamanların, mevsimlerin hüznünü dahi keyifli, mutlu kılan…aratan; bulamadığım… değişiyormuş da ben bilmiyormuşum ya sen yoksun diye sanki değişti her şey; insanlar, kullanılan eşyalar, gidilen  yerler; artık  mezarlığa gidiyorum... eski görüntüler, ânlar da  silikleşiyor sanırken kokusu geliyor;  buram, buram burnumun direğini  kırarcasına; koparıp su  bardağın içine koyduğumuz iğde, filbahri çiçeğinin, leylak’ın…   ‘oğlum koşturma gel.. gel bakayım sırtına’ lacivert atletini  çıkarırken soğuk  elim değdiğinde tenine ürperiyorsun  ‘ terlemişsin, hemen çıkaralım atletini yoksa  hasta olursun’ derken ben,  kaçmaya çalışıyor  ‘kıpırdama zırto…dursana…dur! dur!’lu  sesim çınlarken odada, atletini kurtarıyorsun elimden ‘elin çok soğuk’la hep ‘yapalım’ istediğin   oyuna dönüştürüyorsun o ânı da  ‘velede bak…kaçma ! yakalayacağım seni velet’ o yatağın üzerinden bu yatağın üzerine atlayarak, o odadan bu odaya,  parktaysak da bir ağaçtan diğerine koşarak, ağaçların  arkalarına saklanarak mutlaka  kahkahalar  atarak sonunda durduğun odanın parkesinde bacakların, üst gövden yatağa ya da kanepeye  uzanmış kollarını iki yana açmış bir vaziyette  ‘yoruldum’la   pes ettiğin yaşanmışlıklarımıza  dair en  ufacık  ayrıntıları  öyle çok serpiştirmişiz ki her yere; evlere, sokaklara, AVM’lere, parklara, kreşlere, okullara   baş edemiyorum   işte sensizlikle.Sensizlik; senin  kadar uçsuz bucaksız hayal gücünü getirdi bana; bazen senin yerine koyarak duvarlarda asılı, konsolun,  komidilerin, sehpaların üzerine koyduğum çerçevelerdeki fotoğraflarına  konuşuyorum, bazen hayaline sarılacakken yok oluyorsun…bazen de sen sesleniyorsun fotoğraflarından  bana masanın, konsolun üzerinden, buzdolabının kapısından, duvarlardan konuşuyorsun…dostlarınızla bir aradasınızdır; içkiler, yemekler, muhabbet, ortam güzeldir, eğlenilir ama bir şeyler… bilirsiniz bir şey (ler) eksiktir , ‘O’ yoktur, hem de her zaman beraber olduğun onun hiç tanımadığı, onu hiç tanımayan kişilerle, onunla hiç gitmediğin bir mekanda sürekli dalıp gider; hani söyleyenin karşındakinde çatlak açıp geçmişe götüreceğine  ihtimal  vermediğinden  öylesine söylediği, aynı tınıda, telaffuzda  konuştuğu bir   söz “haydi” , “çok eğlenceli”, “nefis”, “et güzelmiş”,  “hayıırr”  kulaklarınıza onun   ‘haydi oynayalım…  haydi  yarışalım…çok severim yağlı eti…nefis olmuş…hayıırr istemem…yonca’ sesini getirir;  parkta tartar pistli yürüyüş yolunda atletler gibi dizlerini kırıp bir ayağın önde diğeri arkada  ‘haydi yarış başlasın….’la  koşuya hazırlanırken birden durup çimenlerin arasında boy vermiş yoncaları göstererek  ‘biliyor musun Meltem öğretmenim dün dört yapraklı yonca bulmuş, haydi bizde bulalım’, ’tamam da dört yapraklı yoncayı bulmak çok zordur, nasıl bulmuş ki  öğretmenin.Bulmasak  da üzülme çünkü çok zordur dört yapraklısını bulmak , baksana  hep üç yapraklı’ derken gibi  senin gözlerin, ellerin de çimenlerin arasında  dört yapraklı yonca arıyoruz ‘o yüzden insanlar hep üç yapraklısını  bulur… yonca, dört yapraklısını bulana şans getirir’ diye devam ederken ben,  birden bir yoncayı koparıp bana doğru gelirken bağırıyorsun ‘bak!buldum’… bakıyorum, üç yapraklı ama birinin ortasından geçen bir ayrık sanki dört yapraklıymış gibi gösteriyor yoncayı. İllaki önü(nüz)ne bir engel çıkaracak hayatın başında şanslı olduğunu hisset , üzülme diye  ‘bak gördün mü    sende şanslı bir çocuksun, bundan sonra senin  işlerin de  hep yolunda gidecek, ne kadar güzel, çok sevindim’ derken ben  elindeki yoncayı saklamak için  cebine koyarken  ‘bende’ dediğin  ận’larını da gözünüzde canlandırır;  ‘ahhh benim  hayatı  bir Ayvalık tostuna, sahilde bir serpme kahvaltıya,  Şeytan tepesi, Cunda gezmesine kurban edilmiş tatlı yavrum  ahhh… gerçek bu  basit… dolaysız işte’ düşüncelerinde gezinirken  başınızı kaldırdığınızda anlayışlı bakışlarla karsılaşır, mahcubiyet duyarsınız ‘muhabbete, ortama saygısızlık bu yaptığın…insanlar keyifli zaman geçirmek için  buradalar, hakkın yok ki bu  yapmaya’yla kızarsınız kendinize; anlatmak ister …anlatamazsınız...olmaz işte; zira  onun yokluğunun anılarını canlı tutuğunu anlamayacaklardır ki ‘bırakın sonuna kadar, nereye götürecekse beni, nerede incelecekse oraya kadar gideyim,  yaşayayım  acımı. Beni öfkelendiren, çileden çıkaran  klasik  teselli sözcükleriniz “hayat devam ediyor” , “ölenle ölünmüyor”, “hayat böyle“  klişeleriniz ki cidden de böyle mi…bu mu..bu mudur hayat? dikkatimi başka şeylere vermem, kafamı dağıtmam için yaptığınız buram buram merhamet kokan,  sakilik akan konuşmalarınız, hissetiğim  zorlama iyilikseverlikleriniz kendime getirmiyor beni;  dindirmiyor, rahatlatmıyor, azaltmıyor yüreğime bağdaş kurmuş Can’sızlığın ağırlığının acısını… acıyla  baş başa kalmak; gittiğimiz mekanları, yediğimiz yemekleri, oynadığımız oyunları yaşanmışlıklarımızı hatırlamam, yaşamam da sizin sandığınız kadar kötü değil; korkutmuyor, delirtmiyor beni. Hem nasıl unuturum ben Can seni; küçük ellerinle saçını tarayışını, şekil verişini? nasıl unuturum nasıl bedenin yokken yanımda; bir dahaki sefere gecikmeyim, sen bana kızma  diye sipariş hattını telefon rehberime kaydettiren ‘annem çabucak getirtiyor, söylüyor  Mcdonald’s’a,  sen çok geç söylüyorsun hamburgeri, soğan halkası da söyledin mi ?’,  ‘hiç gitmeyeceğim evlenince de   yanında kalacağım’,  söyledikçe birini büktüğün üç parmağını göstererek   ‘üç tane tatil di mi? sonra ertesi gün, sonra ertesi gün’, felsefei ‘niye kurallar var, hiç sevmiyorum ben’ konuşmaların hâlâ kulağımda, benimleyken yaşadıklarımızı. Düşünsene üç yıl geçmiş bile sensiz; ben hâlâ o üç  yılın sensizliğini kavrayamamışken…sanki üç yıl süren daha da sürecek bir rüyadayım; seninle ilgileneyim zaman kaybetmeyim geldiğinde hazır olsun diye ‘anne! ipek hanımın çiftliğinden gelen organik portakallar bulamıyorum nerde? Can şimdi gelir, daha portakalı sıkmamışız…  sevmiyor zor yiyor rafadan  yumurtayı, omlet ya da yumurtalı ekmek kızartalım ’ telaşıyla  kahvaltı hazırlarken biz, sen de apartmanın önünde  zili  çalacaktın… artık  zili  hiç çalmıyorsun  Can ! o kadar bekledim ki o zili tekrar  çalmanı… çalmadın…  nasıl yani diyorum zili çalmadığı gibi bir daha  eve  telefon açıp ta  ‘annem belki işi vardır dedi ama, işin yoksa gelebilir miyim size‘ de mi demeyecek? Bitti mi yani…bitti mi; yaşamın gözyaşları da mı bitti?ne kadar sürer ? ne kadar sürer doktor? bilen var mı?  bilemiyorum.. bilmiyorum…’

Bilmiyorum; biliyor… ne doğru(ydu), ne yanlış(tı) onu da  bilmiyorum; bildiğim,  bildiğiniz; çokkk  özlediğiniz,  bulamadığınız için bir parçanız eksiktir, hiçbir şey o yanınızdayken olduğu gibi değildir, olmayacaktır da,  zorlamanın  anlamı  da yoktur ‘onsuz neler yapabileceğimi, nereye kadar gidebileceğimi de   bilmek istemiyorum’ yadsımasıyla, üzerinde bazen zıpladığınız, bazen boğuştuğunuz, bazen oyunlar oynadığınız  yatağınızda,    sarıldığınız  panda oyuncağına  ‘kimseler bilmiyor senin  bildiğini,  benim onunla; Can’la  öldüğümü’  anlatırken,  bir tek kendiniz, siz biliyorsunuzdur; onunla birlikte gömülen kalbiniz yüzünden bedeninizin;  kökünden  kuruduğundan  fark edilmeyen içi boş bir ağaca dönüştüğünü; onsuz yiyen, içen, ev temizleyen, yemek yapan, yürüyen, yatan, kalkan, yazan, okuyan ben; onun yaşadığı zamanlardaki ben de değilim ki…kalbimin tam ortasına her şeyi yakıp yıkan, parçalayan bir yıldırım düştü… yaktı beni cayır, cayır…iyileşemiyorum ben…Yedi yaşındaydı; başta bu lanet ülkede, bu her ölümü ‘kader’le içselleştirmiş kahrolası toplumda, bu her bireyinin her şeyi bildiği  ailede doğmasaydı; önlenebilecek bir  trafik kazasının  kurbanı da olmayacaktı. Bir dakika… izin ver ! Yaşarken romanına onun için  ‘…Angora pastanesini bile bırakıp gidemiyorsun. Sen zaten,  onsuz yaşayamayacağını bildiğin yanına almak istesen …’ satırlarını  yazmış seni, sözünü tutamaman,  ölmeyi becerememen  utandırmıyor mu ? ‘Allahın cezası; madem kendini öldürecektin, madem intihar edecektin Allahın belası; canını acıtacak, ağrıtacak asmak,  bir yerden, apartmandan, pencereden  atlamak, otobüse karşı yolda, trene karşı raylarda yürümek seçeneklerini dışlayıp, ataydın ya  denize kendini; bir anda dolacaktı su tüm iç organlarına…ya da gündüz, gece günün her saatinde  içtiğin   vazgeçemediğin içk; rakı, bira en iyisi  votka, evet …votka, limon, erik, buz karışım bir şişe Absolut  vodkaydı; dediğimi duysaydın ‘tabii para çok bende alırdım ben  ‘Absolut’u, inandım… delisin‘ derdin ya  oysa kendine öylesine korkunç bir son hazırlamaktansa…. intihar edeceğini bilsem de ben,  sana votka alman için para  verirdim; dışarıda kar altında; ândan âna, hatıradan hatıraya, ne kirli çıkındın sen  sevgiliden  sevgiliye,  hülyalardan  hülyalara atlayarak, dalarak  sarhoş mutluğunda donduğundan; nefes almadığını  anlayamadan acısız, ağrısız son verseydin ya hayatına ama sen…sen…sen  ne yaptın? Çektiğin onca acı yetmezmiş gibi ne yaptın sen?’le ölüsüne kızdığın Haldun’a;  duymadığını bile,  bile   akıl veren sen ??? Ben de yapacaktım; atlayacaktım uçağa, inecektim Sabiha Gökçen’e. Canımın içi niye Sabiha Gökçen; oraya Chater uçuşlar yapılıyor ondan değil mi? Yani ölmeye giderken bile Ortadoğulu insanlar diye  eleştirdiklerinle aynı düşünde de   arkandakilere para bırakmak için  uçak biletini  ucuza getirmeyi düşünmen; pes doğrusu ne diyeyim…sonra ver elini Boğaz Köprüsü, atıverecektim kendimi Marmara denizine; hızla suya gömüldüğümde bitecekti her şey; üstelik kemiklerim kırılmadan,  beynim saçılmadan ortalığa;  ağrımadan, acımadan  bedenim… bitecekti her şey; “ama”… kaçarı yok illaki  bir “ama” söylenip, yazılacak; söyleyecek, yazacaksın sende değil mi? Sen az önce ‘sözünü  tutamaman,  ölmeyi becerememen  utandırmıyor mu’ dedin ya intiharımı geciktiren arkasına sığındığımı sandığın bir bahane değil; beyin öldürücü mecburiyetler, merhamet ‘bu eşitsiz, adaletsiz burjuva düzeni hep  sizin boyun eğmeniz yüzünden devam etti’  ergenliğiyle  oklarınızı fırlattığınız,  orta yaşınızda ‘doğurarak sanki beni matah bir şey yapmışsınız gibi,  ne işler açtınız başıma, bu iğrenç dünyaya, hayata, insanlara katlanmak zorunda bıraktınız beni…bir de   adam gibi çocuk yetiştirmişsin gibi’ye evirdiğiniz hayat döngüsüne birlikte başladığınız sonuna yaklaşırken de hâlâ birlikte olduğunuz; , farklısını görüp, bilmediğinden doğruluğuna inanarak ,bir önceki kuşakta anne, babasından, ailesinden   gördüğünü, öğrendiğini   tekrarlayan döngüde despotluğuna, kavgacılığına ek yıllarca ailesini birbirine düşüren bir çocuğu yanındayken diğerinin, diğerinin yanındayken  öbürünün, çocuklarıyla da   ‘bu…o… kadın’ lakabını taktığı eşinin dedikodusunu yapmış şimdiyse  küçülmüş gözleri, buruşmuş elleri, titrek bacaklarıyla yürümeye çalışan, günde en az yüz kez adınızı söyleyen,  çağıran ‘heyy koca Kemal bu hale mi düşecektin? bak şu ellerime, damarlarıma…kabarmış,  morarmış, ne kadar incelmiş kollarım, yetmiş kiloya düşmüşüm, insaf! artık bitmişim;  üzerimde duramıyorum,  beynim de gidiyor, unutuyorum artık‘ dertlenmesiyle bıktıran  çöp öğütücüsü oburluğunu unuttup; ölüme yol alışının farkındalığına, kaslarının her gün  biraz biraz erimesine  büyük bir üzüntüyle tanıklık ettiği(m)niz  seksen altı  yaşında,   “Parkinson“lu babanızın bir bardak su içmek için dahi size muhtaçlığı, yaşama çabasıyla; on iki yaşında evlendirildiği, on sekiz   yaşında üç çocukluyken ‘yemek niye hazır değil’le   demlikteki sıcak suyu başından aşağıya döken gaddarlıklarını, kendisine çektirdiklerini ağzından  dinlediğinizde kabaran öfkenizin, nefretinizin muhatabı kendinden on iki yaş büyük babanızın yaşlılık huysuzluğuna katlanmasına engel onlarca hastalığa sahip, Can’ın vefatı sonrası sizin için  intihar seçeneğinin kapının eşiğinde oturduğunu bilen çocuk gelin annenizin ‘yapma, bana bir kez daha evlat acısı yaşatma; ölmüşken bir daha öldürme beni’ bakışıydı intiharımı şimdilik rafa kaldırtan…şimdilik …şimdilik… 

Yani  diyorsun ki değişmedi ama bu defa  beklentisizlik , rahatlatan bir umursamazlık  içinde yine birilerine hizmet ki tek fark belki bu hizmeti hak eden yaşlı  anne ve babanın huzurevi yerine kendi evlerinde yaşayıp başkalarının yanında perişan olmamaları, sürünmemeleri uğruna devam etmek zorunda kaldığın  hayatında  şimdi Can  yok ya; her günü, her ânı; ‘sıkıldım bitse de bir an önce gitsem’ modunda öylesine geleceksiz,  amaçsız, umutsuz belki de olması gereken gibi yaşıyorsun…ki artık doğru olduğunu sanırken hep başka bir istikamete; hep ters istikamete çıktığından pestilini çıkaran   bir yoldasındır; hayat gibi; senden bana ne kalır…benden ona ne kalır gibi. Biliyorum yalnızca birilerinin sana muhtaçlığı  ürkütüyor, yoruyor seni, yeni mabedin yorganın altından  çıkış biletin; yanında taşıdığın yol arkadaşın, geride bıraktığın bir sevenin varsa onu parçalayacak  ölümse hiç korkutmuyor seni. İşin garip tarafı  böyle umarsızlık içinde yaşayınca bencil de olunmuyor  “bana ne insanlardan” denmiyor  çünkü hedefleri olan insanlara yol vermek, hedefi olmayan biri için artık çok kolaydır.Hem ‘bırak onlar koşsunlar, ben yolun kenarında öleceğim güne kadar takılırım’ düşüncesiyle   bir şeylere  sahiplik için çaba sarf etmeye de gerek duyulmuyor. Sadece bir kaos, karmaşaymış gözüken hayatta; ufak tefek oynamalar bile ileri zamanda büyük değişikliklere yol açabiliyorken, her yeni gün, kendimizin değil  başka insanların kararıyla,  yaşamak istediğini yaşayamayacağın bir süre sonra da  tek düze algılayacağın,  kuralları bol hayatların aile, toplum, devletçe çok önceden  yapılmış kurgusu  ne kadar acınası bir halmiş değil mi? Bütün bu yaşananlar, bu siyasi zırvalar; kanunlar, koşullar, ahlaki düzenlemeler sırf daha çok sevişebilmeyi meşru kılmak için kurulan bütün bu ota, boka birliktelikler… bütün bu ‘olur lan bu defa  bununla’ denilen ân da yenilen tekmeler...sonra şu trendler, kılıklar, kıyafetler, markalar...değişen sanat, dönüşürken canavarlaşan toplum; çürüyen hayır kokuşan  insanlar; her gün boş yere  harcanan emek; her gün biraz daha körelen akıl; para uğruna acı çeken onca insan, prekerya… demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, petrol uğruna savaştırılan, yok edilen koca bir dünya… bir de yüzyıllardır bombadan, uyuşturucudan daha başka bi s.k, bi bok da üretmeye yaramamış sayacağın  bilim; kimya,  matematik,  fizik var. Ve elbette ki o bitmek bilmeyen her şeyi, vakti dahi   tüketme hali; üç, beş  yaşındaki çocuklar bile   “canım sıkılıyor” diyor…her şeyden sıkılıyoruz, her şeyden; en başta birbirimizden, siyasilerden, bilimden,  telefondan, kıyafetten, sokaktan... uzunluktan… yavaşlıktan… üretkenliğe yetmediğinden olsa gerek ??? kayda değer bir şey  yapmadığımız  zamanı kaybetmeye tahammülümüz de yok.İşte bu   kazanılması gereken  zamanı  kaybetmeyeyim diye bir an önce eve kapağı atma  telaşındaki  ‘niye’ de  akıllara ziyandır zira  gerçeklikle bağını çoktan  koparmış, düşünmekten haz almayan söyleneni, okunanı algılamada hep bir  sorun yaşayan kökeni, mezhebi, dini fark etmez hepsi de şu çılgın Türkiyeliler; yaşayamadıklarına kahrettikleri  oysa olmayan aşkı, özendikleri ulaşamadıkları gücü, iktidarı; çete, mafya elemanlığını, çevrelerinde görmedikleri insani vicdan, merhamet, pişmanlık, özür dileme benzeri duyguları bulduklarından   vazgeçemedikleri; günde en az üç tane izleyip  rahatladıkları sanal dünyadaki yüzlerce diziyi;  Çukur, Erkenci Kuş, Hercai, Yemin, Her yerde Sen, Bir Aile Hikayesi   vesaire, vesaireyi, yarışmaları, maçları  izlerken de sürekli bir şeyler atıştırdıklarında; tabak tabak yemek, meyve yemek,  çay, kahve, kola içtiklerinde; illaki  bakterilerin, mikropların kapısını aştığı tuvaletlerin yanında yer alan kirli mutfaklara sahip Cafe’ler,  bistro ve  restoranlarda geyik,  felsefe  muhabbetleri yaparken ellerindeki cep telefonu, tabletlerin  ekranından başta erotik olmak üzere  gereksiz onlarca  internet sitesine   ağzı  açık  baktıklarında; mütemadiyen de  ‘ayyy o var ya o kiminle birlikte duydun mu?’, ‘dur sana bir şey anlatayım, az müsaade’, ‘o üstündeki kıyafet neydi öyle’ , ‘güya entel, bohem…islamcı ya yakışır’, ‘tabii bizim arkamızda onun gibi dayımız yok’, ‘o yere nasıl geldiğini bilmesek…’, ‘paragözdür o’lu dedikodu yaparak  hayatlarının bir parçası oldukları başkalarının hayatlarını durmadan didiklediklerinde; ‘dünya bunun üzerinde dönüyor’la  okşadıkları popolarını, piplerini  sergileyip  seviştiklerinde zaman  kaybetmediklerine de eminlerdir. Şu çılgın Türkiyelilerin vakitlerini öldüren tahammülsüzlüklerine, can sıkıntılarına eşlik eden; aklı, kendi sınırlarını zorlamaya gerek duymayan  eve bir an önce varıp soyunup, dökünmeli, dizi izlemeli, yemek yemeli  rutin aktiviteli hayatlarında günler,  haftalar akıp giderken gündemlerinde  sorgulama, hesaplaşma, yüzleşme hiç yer tutmaz.‘Kapıyı kapattıktan sonra herkesin evinde ne yaşandığını kimse bilmez’ müpheminin içinde kaybettirilen aynı, benzer hayatı yaşayan Türkiyelilerin birbirlerine en çok sordukları soru da    bir  cezaymışçasına  ‘vaktini neyle  dolduruyorsun, geçiriyorsun’dur. Halbuki onlarsız tuvalete bile gidilmediğinden ‘bunu icat edeni Tanrı kahretsin’ yakınmasına  rağmen bir uzvumuza dönüşmüş akıllı  telefonlarla, internet, sosyal ağlarla;  her gün sabah saat sekiz, akşam beş çalışır gibi yapılan bir işe gidip gelmekle vakti  geçirmek çok da kolaydır. Kesmedi mi hâlâ mı geçememiş vaktiniz var ? Bakın ne önereceğim durun… öylece durun…uzanın, rahatlayın hatta teknoloji akıl almaz geliştiğinden  artık  geçmesi, ölmesi için herhangi bir eylem yapmıyor oluşunuz dahi vaktin öldürülmesine, geçmesine  engel değildir zira   kendi kendini öldürecek vakit(in) dolunca  sen de  öleceksindir zaten her şey  de zamanla   ölmüyor mu?önce geride biz kalıyoruz sonra geriye bir şey de kalmıyor.Haaa bu arada fark ettiniz mi? Son yıllarda insanları yakınlaştırmak adına keşfedilmiş  iletişim araçları  aslında insanların aralarını nasılda açmış;  aynı etkinliğe giden beş arkadaş o etkinlikte geçen ânlarını  ya da bir konu hakkındaki düşüncelerini floodlarla birbirleri yerine hiç tanımadıkları takipçileriyle paylaşmayı tercih ediyorlar. Bu kadar çok insanın, bu kadar farklı algı ve aklın, bu kadar az sosyalleştiği, direkt  yerine aracı  Instagram, Facebook, Twitter, …, …, la  iletişim kurduğu bir çağda, alınan kararların doğruluğundan insan şüphelenmez mi? Böyle düşündüğünde insanı, seni  hayatta tutan şey sanki dünyadan alacağın hazlardan çok, dünyanın senden alabilecekleri…bunları bilmene, yaşamana rağmen intihar etmekten; bugün çocuklar(ınız)da karşılaştığın(nız) bir zamanlar senin, sizin de söylediğiniz mangalda kül bırakmayan ‘senin yaşadığın zamanla şimdiki bir mi?’, ‘sen ne anlarsın…hiçbir şey bilmiyorsun’, ‘ ‘trip atıyorsun’, ‘kirlisin işte’, ‘arkadaşlarla oturduk biraz geciktim, ne var bunda, bu kadar kızacak…, ‘onsekizimi bitirdim eve geç gelebilirim’, ‘hem üzerime düşeni yapıyorum…para  da harcamadım’lı ahkam kesmelerinizin   ebeveynlerde yarattığı hayal kırıklığı, üzüntü niyeyse ancak anne baba olunduğunda anlaşıldığından  iş de işten geçecektir zira ya dünyada yokturlar  ya da artık özrünüzün, anlamanızın  anlam ifade etmeyeceği bir haldedirler o yüzden de  belki  bir tek akıllarını yeterince kullanmadıkları için suçlayacağınız çünkü yaşadıkları  zamanlarda kendinden öncekilerde ne gördüyseler onu yaptıklarından ki onların anneleri de  çocuk yetiştirmenin ne olduğunu bilmeyecek bilgisizlikte  çocuk gelin; büyüklerin yanında çocuğu kucağa almak saygısızlık, ayıp sayıldığından çocuklarla ilgilenmeyen, eşine, kadına tahakkümünün ‘ailenin reisi erkektir’li yasalarla desteklenmesinden güç alan  bir tek geçimi sağlamakla görevli baba(nın)ların  hayat(ına)lara  tökezliğini görmezden  gelmeyi seçerek tek zayıf halkan  hayata  gelmene   karar vermiş annen ile  ‘gösterdiği tanık olduğum  onca şiddete rağmen nasıl oluyor da acıyabiliyorum’ diye kendi kendini anlamakta zorlandığın babanın  çaresizlik de getirmiş  yaşlı hallerine dayanamayan  o aptal vicdanın yüzünden vazgeçtin öyle mi?

 Güldürme insanı, senin mantığına göre yaşlı ebeveynleri olanlar  intihar etmez öyleyse Haldun bu mantığının neresinde?   Bırak ya…bırak bu numaraları ister kabul et, ister etme basbayağı senin bahanen olmuş yaşlı babaya değil özellikle annene kuzuluğun; toplamının adına   hayat  dediğin  dokunamadığından  göremediğin  ama  inandığın    şeyler;  Tanrı, din, aşk, kin, özgürlük, hayal, …, …, kardeşlik  gibi  soyut  değil ki  yaşlılık öyle bir şey ki görüyor, dokunuyorsun, insanların hali üzüyor insanı yani senin düşündüğün gibi sudan bir sebep  değil  intiharımı erteleten.Memlekete, millete  hayırlı olsun, intihardan vazgeçişin…şimdi tutun hayata sende Can’sız…nedir ya bu abartılacak  şeymişcesine;  bir ölüm, bir yıkım , bir ihanet, bir terk ediliş , tükeniş, afet  anında insanları motive için söylenen  aynı gelişmişlik, aynı yaşam koşularına, aynı düşüncelere  sahipmişçesine  Amerika, Avrupa’da ki kişisel gelişim kitaplarından intihal, aktarma ‘hayata tutun’ muhabbetti ? Anlamadım ! hani yüksek bir yerden düşerken ellerin yukarı doğru gider ama yine de  tutunamazsın aslında o yüzden düşmüşsündür farz et ben de tutun(a)madım hayata, tutunmasa(m)n  ne oluyor, olacak? Çalışıyorsun ya da emeklisin  tutunmasan da;  ay sonunda yatan  maaşın  bir kaç saat içerisinde kredi kartına, otomatik ödemeli  faturalara gideceğinden içinde olduğun ayda  yeniden borçlanarak sonraki ay aynı döngüyü yaşayacağın belli hayata devam etmiyor musun? devam etmek, tutunmak  istemediğin halde tutunuyorsun işte hayatta; itildiğimiz kısır döngülü çemberden kurtulmanın kendini öldürme dışında her hangi bir yolu da yok çoğumuz da  kendini öldürecek kadar cesaretli değilken ne yapacağız; tutunmaya, tutunmaya yaşamayı öğreneceğiz değil mi? Üstelik tutun(a)madığını söyleyenlerin çoğu pekâlâ da tutunmuştur ki  işsizlik, sefalet, geçim derdiyle uğraşırken ‘hayata tutunmak nedir, ne değildir’i  bilmeyen onlarca  insan    tutunmadan yaşıyor zaten ki fark etseniz de, etmeseniz de  hayat denilen fırtına tutunmaya çalışan dallarınızı, kökleriniz dahi törpüleyip insanı sonsuz bir  boşluğa da atabiliyor. Sonra bu hayata tutunmak yalnızca istemekle de  ilgili değil şayet bazıları gibi  hırpalanmalarına,  badirelerle uğraşmalarına gerek bırakmayacak ülkenin iktidardaki çoğunluğuna ait   köken, mezhep, dine ait kısacası  beyaz bir Türk  hele de onların kaymak tabakasından  biri olarak dünyaya gelmişseniz  sımsıkı, büyük  bir keyifle tutunursunuz hayata. Aynılıklarında İslamcısı, Atatürkçüsü, muhafazakarı, devrimcisi, solcusu,  sağcı  arasında ufacıcık nüanslar dışında  fark bulunmayan  beyaz Türklerden olmayan biz gri,  siyah azınlıklarsa tutunmasak da hayatla gerçek ölümüze değin baş etmek durumunda; kendilerinden olmayanları  bir beyaz Türk gibi aralarına asla almadıkları, almayacakları  deneyimlerle de sabitken; bazı gri ve siyahların beyaz olmak için yanıp tutuşmaları, bir yosun gibi onlara yamanarak yaşamak istemeleri  tiksindirici, beyhude bir çaba ve açıkta bir yara kalacaktır. Yara çok anne…yara çok… bütün hatalarımın… bütün suskunluğumun  arasında insanların çoğu yirmibeş  yaşında ölür de  yetmişbeş yaşında gömülür gibi bir laf duymuştum bir zamanlar… bir yerlerde;benim ölüm tarihimse Can’nın öldüğü gün   öğrendiğim şekilde  tutunmadan… tutun(a)madan devam edebilirsem hayata  belki ben de yetmişbeş  yaşına kadar gri…cansız… soluk halde gömülmeyi bekleyenlerden olacağım. Şimdi intiharını da ertelediğine göre  artık ne yapacaksın onu yaz, kayıp  zamanın peşine mi düşecektin  hemen  vakit kaybetmeden topla anlamsız, küçük de olsa her yere serpiştirdiğiniz yaşamışlıklarınızın  kırıntılarını yazmak üzere…  yazdıklarını okumana  engel şu  gözyaşlarını da sil artık, bak ne yazmışsın ‘….onsuz yaşayamayacağınız….’paragrafından sonra…..;

Bugünü dünden farklı yaşa(ya)mayacağını, yarının bugünden farklı ol(a)mayacağını bile bile her zamanki gibi böyle, bu  aynı hayatını yaşamak için  gidememiştin ya ‘başını alıp’da, kaldın işte yine bu şehirde. Kalmalısın da yoksa sırtındaki kendi imalatın  yumurta küfelerin   kırılır be kızım; oysa  gitmek istemen bu şehri, bu insanları artık taşıyamadığın için mi onu bile bilmiyorsun; hem de  gitmen ihtimal dahilinde bile değilken, biri    kolundan da tutup   götürmeyecekken,  vahimi  o minicik  adımı atacak cesaretinde yokken. Belki  “gitme” denilmesini, birileri gitme desin, gidersem peşimden “gelsin”i umduğundan, dilinden düşürmüyorsun ama işin tuhafı  gitme!  diyecek kimsen de  yok. Umutlarının “gitme”nin içine sığınması ne acı…o vakitlerden…bir zamanlardan  da  ne kadar uzak.Dönüş için sebep araman olmasın sakın gitmek istemen. He…he..!!!  gittim  de dönmem eksik kalmış  gibi.Hem  senin neyine  her bahar… her yaz… her kış…her sonbahar bu   gitmek istemelerin de  niye bu kadar  zamansız; bazen sadece sıkıntıdan, bazen kaçmak için, bazen yorgunluktan, bazen de yalnızca gidiyorum demiş  olmak için dillendirdiğinden mi? Aylar önce planlansa bile gitmek, bavul da niyeyse hep son gün toplanır,  illa ki  bir şeyler de unutulur; üzerinde tepinsen de sığmaz o bavula; o güne kadar dilemediğin özürler; söylediğin,  içinde tutup söyleyemediğin onlarca  söz; kalbi kırmak, seni acıtmak  için özellikle söylenmiş “seni sevmiyorum”un  muadili ‘olmasan da olur’lar;  hep bir sonrakini beklediğin son şansların; bir sürü şey  ama hep yarım kalmış…hep kaybettiğin… belki kaybeden olmaktan daha kötüsü de kaybolandı…kaybolmaktı; ne bileyim…tamam…tamam en doğrusu cümlenin sonuna üç noktayı koyup gidivermekte…mi??? ‘ne farkı var anneni ya da babanı kaybetmenin, kaldırımlarına çıplak ayakla bastığın bir şehri kaybetmekten’i  düşünmekle gitmek arasındaki kısa zaman dilimi, cam eşyalarla sıkıştırdığın gideceğin şehirde  kırılmış kalbinin parçalarını da koyduğun karton kolilerin  arasında nihayete erdi; gözlerinde canlanan üzerinde uyuduğun, ağladığın, sevindiğin koltuklarının koca kamyona yüklendiği andaki  terk etme duygusunun yoğunluğu, derinliği ve tarif edilmez  bitiş hissi savurdu seni daha  gidememişken bu şehirde sağdan, sola… savruldun ve gidemedin;bu kadar basit işte.

Belki de  geride bırakacağın…geride kalan her şeyin yanlış olduğunu bildiğinden savrulup gidemediğin et pazarına dönmüş tatil yerlerinde kalabalığın bağrış çağırışı  arasında nefes alınamayan lanetli evet, evet lanetli bu ayda; dondurucu bir sabaha uyandığınız,  sokağa yalın ayak başı kabak çıktığınız  ensenizde boza pişirerek bitirdiğiniz  günün akşamı kuyruğu titreterek eve döndüğünüz; sokağa Haziran ortasından önce Eylül ortasından sonra çorapsız çıkamadığınız; ne zaman gelip, ne zaman gittiği belli olmayan topu topu iki bilemedin üç ay süren “yaz”a sahip bu şehirde;  Ankara’da; kırk dereceye yaklaşan sıcakta, kendini bir an önce eve atma, üstündekilerden kurtulma düşüncesiyle akşamı zor etmiş, eve girer girmez, hep yaptığını yapıp çantanı antrede ki şemsiyeleri koyduğun aksesuar görevi de üstlenmiş beyaz  örgülü  yayvan sepete  fırlatıp,  gömleğinin düğmelerini  aça, aça girdiğin salonda pencere  önüne konulmuş kanepeye yığıldığında; koltuk altından apış arasına kadar akan ter;  açık pencerelerden içeri dolup  bir kulağından girip diğerinden çıkan rüzgâr; gün boyu güneşin tecavüzüne maruz beyninde  püfür, püfür estiğinde; gün Çarşamba’da,  tarih de dokuzyüzdoksanyedinin dokuz Temmuz’undayken; bir dalga  iskeledeki, kumsaldaki taşları cilalayacak, çapkın rüzgâr da etekleri, saçları  havalandıracaktır, muhtemelen.Yığıldığın şu kanepede sıcak, kol kıpırdatamaz hale koymadan önce de yorgun, hep yorgundun sen!  ‘eve girdiğimde pencere açık mıydı yoksa  şimdi ben mi açtım’  ikileminde, rüzgârın neredeyse kanepeye kadar  uçuşturduğu  pazardan alınmış  düz beyaz  tüllerin arasından gözüken Çankaya Köşkü’nün ağaçları, çamları  gözüküyor ‘serindir orası, Demirel bunalmıyordur. Koca Cumhurbaşkanını sıcaktan bunaltacak değiller ya. Klima belki tuvaletlere bile konmuştur. Cumhurbaşkanı bu kızım. Senin gibi parasızlıktan klima taktırmadığından eriyecekse niye Cumhurbaşkanı olmak için didinsin  ki. Hamakta mayolu, göbekli Demirel, yanı başında ellerindeki geniş palmiyeleri yelpaze gibi sallayan boylu, poslu, kaslı korumalar. Demirel nasıl da uyukluyor, düştü… düşecek hamaktan. Şöyle birdoksan boylarında Humprey Bogart, Robert Redford….nerden aklına geldi Bogart, Redford; yaşlandığını bu derece aşikar… ne  lüzum. ‘Bogart’ı tanır mı, sınırsız  bencillikte kendi varlığından başkasını takmayan duyarsızlıkta, duygusallık eski nesillerde mi kaldı? teknoloji ve hız bunu da mı vurdu düşüncelerinin nedeni şimdiki  Y,Z hatta W kuşağı? yaz; Gökberk Demirci, Ashton Kutcher, Brad Pitt, Leonardo Dicaprio… Şöyle  görenin  daha daha, dönüp dönüp bakmak isteyeceği Obama, Justin Trudeau  yakışıklılığında bir Cumhurbaşkanına hasret… ölecezzz valla… Atatürk…Atatürk… Atatürk…diye haykırarak seni çarmıha gerecek,  onlarca tepki  yağdıracak bu düşünceni yazmak zorunda mısın? Ben  zamanımdaki Cumhurbaşkanlarından bahsediyorum  sonra evet, Atatürk ülkenin gelmiş, geçmiş bütün Cumhurbaşkanlarından yakışıklıydı bence  tek kusuru boyunun kısa olmasıydı ki bırak Kemalistler tamamlasın  satırını  “o kadarcık kusur….”la. Allah aşkına sıcaktan akmış aklının  saçmalamalarından sıyrıl da  farklı  dekorasyonlarıyla karşılaşacağın bulutların içinde kaybolacağın gökyüzüne bak! Havada asılı  başını kaldırsan çarpacak, elinle uzanıp bir parçasını koparıp sepetine dolduracak kadar yakınlıkta keşfedilmemiş renk icat ettirtecek  mavilikteki gri bulutların arasında sana Shakespeare’den;

                         “bazen; yıldızları süpürürsün,
                          farkında olmadan
                          güneş kucağındadır,
                          bilemezsin
                          bir çocuk gözlerine bakar,
                          arkan dönüktür.
                          yüreğinde kuruludur orkestra,
                          duyamazsın.
                          koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın
                          uçar gider,
                          koşsan da tutamazsın... “


soneler dahi döktürtecek şu  gökyüzüne bak! Hey gidinin “Shakespeare”i  hey !!!!!  daha esamenin “e”si yokken piyasada “koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın, uçar gider, koşsan da tutamazsın...” dizelerinde anlattığı  sanki ben…sanki sensin. Hep öyle olmadı mı? koştun...koştun… ama ne koşma; bazen neyin ardından koştuğunu unutacak kadar koştun… yine de tutamadın. Bu kendine yanmaları, acımaları da bırak artık; hakikatte ne dün vardır insanın elinde, ne de yarın. Onun için  rahatla, enginlere dalıp da  düşünme; ne bu şehirden gitmeyi,  ne  günün yarısından fazlasının  geçirdiğin işyerindeki psikopatları;  ne Doğu, Güneydoğuyu; Kürdistan mı diyecektin???  de bakalım diyebiliyor musun bu ülkede? ne yeni Hükümetin güvenoyu alıp almayacağını, ne çocukları…ne anneyi…ne babayı… ne eşi… ne dostu…ne dünün Yoldaşlarını,  bugünün Heval’lerini… ne  onu…ne de bunu; sadece  bir ân için  orada, bulutların  arasında ol(s)aydın, yeter  de artardı sana.

Bir ân, bulmacalarda çıkar ya lahza = ân nasıl da ezberlemiştir insanlar , kalem kendiliğinden yazar; bahşedilmiş  o sonsuz derinliği ân’ı. En kısa fakat içinde en çok kalınan zaman birimi ân nedir ki? bir saniye; zamanın içinde kaybolur, yağmurda dökülen gözyaşı gibi. Kaybolsa da yaşayan için o bir  ân, döken için de o gözyaşları nasıl da değerli ve ne yazık nasıl da  en az  kıymet görendir. Sadece ân, sade bir ân değiştirir mi yaşamı ya da  insanın kaybedeceği hiçbir şeyinin olmadığı bir an gelir mi ya da kaybedeceklerinin  s.kinde olmadığı hale gelir mi, getirilir mi insan? Aaaa ne münasebet; bu toplumda… bu asırlardır burnunu karıştırmaktan, yere tükürmekten, balgamını ağzında top yapıp çimenlere fırlatmaktan; gaddarlığın vicdansızlığın tavanı bir çocuğun mezarına konulan oyuncaklarını çalmaktan;   ikibinondokuzun Eylül ayında  İstanbul’un göbeğinde arkadaşlarıyla durakta otururken ‘bana bira al… para ver’ diyenin   para vermediğinden yirmiüç yaşındaki genci, hukuk fakültesi öğrencisinin kopya çektiğini tutanağa yazdı diye öğretim görevlisini öldürmekten,  adalet dağıtmakla mükellef  hakimin de sahte fatura düzenlemekten yargılanan dizi oyuncusu  Kıvanç Tatlıtuğ’la  “adalet mülkün temelidir” yazısı önünde fotoğraf çektirmekten çekinmeyen; ihraç edildiği ülkelerce ilaç kalıntısı var diye geri gönderildiğinden ucuzlatılarak iç piyasa sürülen domateslerden kilolarca alarak  ailesine zehirli  kış konserveleri hazırlayan, olur olmaz her yerde çocuğuna ‘çileden çıkarma beni’ , ‘sus diyorum sanaaaa’  bağırmasını şiddet algılamayan, hoş  sohbetlerini izlediğiniz  iki ya da üç arkadaştan biri yanlarından ayrılır ayrılmaz  diğerlerinin ‘duydun mu ne dedi, iğrenç şey…daha geçen gün ne yaptı  biliyor musun’la  arkadaşlarının, tanıdıklarının  arkasından konuşmanın,   dedikodu  yapmanın  gelenekselleştiği  bu sahtelikler dünyasının  mesulü  insanlar arasında… insan hiç o  s.kinde, k..çında  olunmayan hale gelir, getirilir  mi? Küfrettim diye alındın mı? Alındıysan  yazık sana, çünkü  hayat  küfürden ibarettir. Ne diyordun ? ‘ân’ diyordun, evet ân;  yalnızca masallarda mıdır her şeyi değiştirmesi “ân”ın sahi  ân ! saklanır mı? Güzel yavrum Can’ım; kısacık ömründe seninle  yaşadığımız anları sakladığım, dondurduğum gibi daha sen dünyada yokken yaşadığım  o ân’ı,… o kareyi de kalıcılık aşılayarak sakladım  ben, dinle bak; neredeyse televizyonunla bütünleşmiş pencereden, sokağın koyulaşmaya yüz tutan mavisini görüyordum. Koltuklara yayılmış dizi  belki de bir film izliyorduk. Döndü bir şey sordu filmle ilgili cevapladım ben de öylesine ‘bugün dışarıya çıktın mı’ gibi    hayatın  ortasından bir soruydu işte.Sokağın ağaçlar arasından sızan koyu mavisinin, lambasını henüz yakmadığımız odaya sızışı, yayıldığımız Amerikan tarzı geniş biri beyaz,diğeri kahverengi üzerinde; Boyner Home’dan alınmış pembe, yeşil renkte  küçük  minderi andıran; ağladığınızda karnınıza bastırdığınız, öfkelendiğinizde ellerinizle sıktığınız, bir kavga, bir şaka esnasında  fırlattığınız hayatın en  önemli aparatlarından kırlentlerin bulunduğu;  deri koltukların rahatlığı, sehpadaki bira bardağı, taze kavrulmuş kuruyemişlerin; fıstığın, fındığın, leblebinin  kokusuna karışan,  hiç  değiştirmediği parfümünün kokusu ve  o basit soru ‘niye söylemedin ona yaptığının haksızlık olduğunu niye…bilemedin mi  hayatın da bir sonu olduğunu? Tabii sende haklısın yaşarken, kendini ölümsüz sanırken insan kimin aklına gelir ki. Söylesene başka neyi bilemezdi(n)…neyi ‘ İşte o ân'ı dondurdum  çünkü o ân'da ne suç vardı… ne kargaşa… ne savaş…ne yoldaşlar…ne Hevaller…ne de başka birileri…ne başka bir şeyler…sırtımı dayadığım koltuktan kaldırmadan, o'na başımı çevirip öyle dikkatli bakmışım ki  gözleri ‘ne var.. ‘ dedi, ‘hiç’ dedim ben usulca; hiç. Yine söylemedim söylemek istediklerimi şimdi ne zaman korksam, bazen durduk yerde keder basar ya insana öyle kederlensem, dondurup birilerinden de sakladığım, paylaştığımız o ân'a kaçıyorum; huzur gibi sessiz…sakin…içten o ân’a. Bir de kolayca unutup geçtiğim öteki milyonlarca 'ân'ın kalbini kıran bir an var ki  o ‘ân’ı da hiç unutmuyorum; tozlu bir meydan, bir binadan oluşan otobüs terminalinin bir köşesine iliştirilmiş  duran çay ocağındaki masada oturuyoruz karşılıklı; her zaman sıcak olan ellerimden terledikleri için çektiğin ellerinden biri masanın üstünde diğerinde ara sıra  içtiğin gazoz şişesi evirip çeviriyor, oynuyorsun… daha önce hiç taktığını görmediğimden parmağındaki işportadan alınmış  yüzüğe takılıyor gözlerim ‘kamuflaj  amaçlı olsa gerek’ diye düşünüyorum, gözlerinse uzaklara, çok uzaklara bakıyor;  ufku sıra sıra dağlarla çevrili  bu yerde. Sonra aniden ‘izlenmedin değil mi’ diyorsun  ‘takip edildiğimi sanmıyorum, yani bir şey hissetmedim,  tren, otobüs, dolmuş kullanmadığım vasıta kalmadı, başım döndü benim,  beni takip edecek polis, MİT, istihbarat ne haltsa, kimse onun halini  düşünemiyorum bile’, ‘faşizm; ökçesi, pençesi, tüfeği,  tankı elinde ne varsa  onunla saldırıyor, faşist diktatör Evren her akşam meydanlarda halka yalan üstüne yalan söylüyor sanki hortlamış bir Hitler var karşımızda. Şartlar çok ağır, onlarca Yoldaş gözaltında, onlarcası hapiste, onlarcası işkencede, onlarcası atılıyor emniyet binalarından “düştü, intihar etti” diyorlar. Dün az daha  yakalanıyordum ‘, ‘ nasıl olur ‘ diyorum  ‘Korkma, beni  öyle kolay enseliyemeyecekler.  Muzaffer’in evini de tespit etmişler,  haberim yok, akşam onda kalacaktım, baktım  apartmanın önü kaynıyor cemse, polis arabaları…iki dakika önce gitsem bugün burada,  karşında olmazdım…neyse, iyi misin sen… nasıl çıktın evden?’ , ‘unutun sen vizeler bitti final zamanı … sınavım var dedim, önce Eskişehir’e geldim trenle…unutmadan…’ çantamdan çıkardığım damga, mum mühürlü  uzun sarı zarfı uzatıyorum ‘önemliymiş,  gerekeni yapacakmışsın…’  yanındaki  sandalyeye koyduğun küçük  el valizini açıp içine atıyorsun zarfı.Garson tek eliyle taşıdığı  dökülmüş çayla  altları   ıslanmış bardaklar, üst üste yığılı  beyaz tabaklarla dolu tepsiyle yanaşıyor “ çay” , ‘alırım’  sen ‘yok’ diyorsun.Önüme içinde  ‘zıkkımlan da  git’ gizini  taşıyan  “pat” sesi çıkaran tabağı üstüne de  “şak”la  bardağı bırakıyor;  sarı çay lekeli plastik beyaz şekerliğin kapağını açıyorsun ‘üç tane?’ başımla onaylıyorum, bir kez daha açıyorum çantamı,  bu defa beyaz bir mektup zarfı çıkarıyorum ‘para, bir süre  idare edermiş seni, sonra yine getireceğim ya da bir başkası getirecek’; ‘yarın da ne olacağı belli değil biliyorsun değil mi?  Belki bu son görüşmemizdir, belki bende…’ susuyor, ellerimin  titrediğini fark ediyor, elini uzatıyor tutacak sanıyorum, geri çekiyor usulca fark etmediğimi sanarak… sevdaydı yaşanan belki ama o kadar çaresizdi ki o sevda ve biz  o kadar acemi, o kadar masumduk  ki… belki   “bir nedeni yok…sadece öptüm” şiirini  henüz yazmadığından benim kırıp, döken Şairim;  ne tam olarak söylemek istediğimiz onca şeyin ne olduğunun farkındaydık  ne de onları nasıl söyleyeceğimizi biliyorduk...sadece vaktin dolmasını bekliyoruz; susarak oturuyoruz seninle…susarak… dünya da yalnızca ikimiz varmışçasına öylece sakin yolculuğa çıkmış da mola vermiş evli bir çift  rahatlığında… sessizliği ’Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanındaki özendiğimiz  illegal hayatın   zorluğunu  şimdi  anlıyor insan, kelle koltukta yaşayınca’ diyerek bozuyorum ‘o romanı çok sevmiştin sen’ diyor  muzipçe ekliyorsun  ‘ Andre’miydi adı, bence sen  sırf Andre için sevmiştin o romanı. Sahi bir de   günün birinde aşık olacaksam  birine  “Paris Düşerken”in,  “Fırtına” nın Mado’sunun aklını başından alan   Bolşevik Sergey’i  gibi  birine olmak  isterim derdin sen ? demek ki sen hep yaşanmayacak, olmayacak sevdaların peşine düşeceksin‘ sonra da gülümsüyorsun…o kadarcık bir konuşma; susuyoruz gene.…gelen otobüs tozu dumana katarak meydanda bir daire çiziyor, terminal binasının önünde duruyor “ İzmir  yolcusu kalmasın" diye bağırıyor bir kaç dakika sonra yanık tenli, siyah pantolon, beyaz gömlekli bir muavin.İstemeye istemeye otobüse biniyorum, yerimi bulup oturuyorum,  otobüsün yanında, ayakta bekliyorsun; rüzgar saçlarını dağıttıkça, toplayıp kulağının arkasına yerleştiriyorsun uçuşan tellerini.Otobüs hareket ediyor, ben yanağımı cama yapıştırıp sana bakarken, sen belli belirsiz bir el sallıyorsun…birkaç saatliğine odam olacak koltuğuma başımı geri yaslayıp gözlerimi yola veriyorum; ödünç. Olmayışın, olamamışın incinmişliği kavururken yüreğimi, Bir süre sonra otobüsü  çocukluğumun tanıdık, gençliğimin savruk, yanık; Müzeyyen Turing’in, Musa Eroğlu’nun,  Mahsuni Şerif’in, ….,  sesleri kaplıyor  “kışlalardoldu bugün”,  “kılavuzun gereği yok, yolun sonu görünüyor”,  “ …turnalar uçun, yayladan geçin, yarimi seçin…”, “ işte gidiyorum  çeşm-i siyahım…”  Hiç  iyi olmayan, olmayacak gecenin çöktüğü karanlığın yalnızlığında kayıplarıma; yarımlığıma kesik kesik ağladığım otobüs beni dağların arasından kıvrıla, kıvrıla gerisin  geriye; ân’a götürürken, boğazıma bir şey; sen  takılıyorsun, gözlerim doluyor…. Koca bir kimsesizliğin tam ortasında sahteliklerin, riyakarlığın  içinde  anlamak, anlaşılmak mesele değil  suskunluğunu taşıyan seni  anlayan (daha ne olsun şükür anlayan birini bulmuşsun) tek yürek; doyamadığın ağlamalar  baş etmeyi kolaylaştırır mı acaba sakladığın, belki pişmanlık da taşıyacak  ân’larınla, hayatla?  Nasıl göründüğüm, baktığım hakkında en ufak bir fikrim yok ama muavin kolonya servisinde beni es geçiyor. Biliyorum, bir ân gelecek  ve ben  aslında  kalbimi kırmış,  sakladığım o ân’da  ‘dilini korkak alıştırma’  demediğimden, konuşamadığımızı konuşsaydık eğer… değişecek diğer ận’ları hep merak edeceğim;  hem de masalın, hem de hiçbir şeyin  sonunu değiştiremeyeceğimi bile..bile... sonrası hep aynı zaten.

Bir ân   beynimi de saklasam bir yerlere ,  dondursam;  çocukluktaki gibi  “tıp”  desem oldukları yerde kala kalsa boğan düşünceler, hatıralar; bazıları abuk sabukluklarıyla da  rahatsız etmeseler beni. O zaman muhakkak; nerden aklına geldi şimdi bu muhakkak. Nasıl yazılır muhakkak iki ‘k’yla mı? Mutlaka’yı kullansana. Şimdi ne alaka muhakkak, düşündüğün neydi senin, yazdığın ne? Yazdığına devam etsene; evet insan  aynısı olmasa da belki benzerini  yaşayacağı   bir  ân’ı, bir daha hiç  yakalıyamıyor ki .Ahhh keşke  bir ân da  unutabilsek, bir ân da  silebilseydik her şeyi; gürül gürül  akarken dere kenarında,  söğüt ağacının altında oturuyor olsaydık; hiç telaşsız…hiç ağrısız…hiç aşksız…hiç kavgasız…hiç savaşsız…hiç isyansız… hiç ölümsüz bir ân ya…bir ân…bir ân ve hiçç... yalnızca, yalnızca bir ân olmayan, oldurulamayan; seven dillendirmese de sevildiğini anlayacak  hayatları, özgürlüğü de  yaşayabilseydik… hatırlamak hep acıtır…hep… çünkü  hep bir keşke barındırır değil mi  Cüneyt… Haldun? Ölçüsüz, kuralsız, dertsiz, tasasız yaşamak bizim neyimize be kızım. Öyle karar vermişler bir kere. Kafka’nın “Şato”sundaki ulaşılamayan, görünmeyen esrarengiz güç  aşkı da  kontrol ediyor buralarda. Bravo sana, bravo. ‘aşkı yaşayamamanın ??? güldürme…’The real’ı gördün de üç milyar kadını göremedin mi be üstad’ sitemine rağmen düşüncelerinde kendini bulduğundan hayranlığının eksilmediği Jacgues Lacan’ın “aşk olmayan bir şeyi başkasına vermektir”  cümleciğini ‘ne kadar halkı’yla  bayraklaştırmış sen ki bence de zaten hayatta aşk diye bir şey yoktur;  tamam… tamam ‘aşkı  yaşayamamanın’ cümlesini  değiştirip yazıyorum; sevmemenin,  sevdiğini söyleyememenin  bahanesini de buldun ya pes ! hep yaptığını yap  ertele  yine kendini, ıskala hayatı; suçu da başkasının üzerine at,  olur mu? Sakın beni şaşırtma. Zaten bu ülkede hayatlar hep bulun(an)muş bahanelere sığınmakla geçip, gitmedi mi? Herkes gibi alışkınsın  sende,  bahane bulmaya, uydurmaya; ne çok bahane(n) var, ne çokk, hem de  her şey için… inandım sıcak kafayı kırdırdı sana;  bu durumda  seni ne “kalan sağlar bizimdir” düsturundakiler, ne de uzaktaki artık hiç gel(e)meyecek olan ‘O’ kurtarır. Sen  böyle kafayı kırmışken sıcakta; hani kirazların, dutların, elmaların tezgâhlarda satılmadığını bile fark edemediğimiz hiç bitmeyen koşuşturmalara gebe hayatta; dairede,  bindiğiniz, indiğiniz otobüste, dolmuşta, sokakta,  yemek yaparken, yerken ne bileyim işte herhangi bir şey yaparken, açık pencereyi, radyoyu, televizyonu,  cep telefonunu,  kapıyı aşıpta kulağınızı delen bir şarkı, bir söz öylesine  tanıdık… öylesine de sizi anlatır ki adımlarınızı, lokmalarınızı, işinizi yavaşlatır ‘hiçbir şey beni,  şu anki ruh durumumu bundan daha iyi anlatamaz’ der de yatana  kadar o şarkı, o söz  çıkmaz ya aklınızdan, düşmez ya dilinizden işte öyle bir şarkıyı, söyleyen şarkıcıyla birlikte mırıldanıyor biri “o da özlüyormuş...benim bir tanem... hep ağlıyormuş  ben olmayınca ….” Yavuz GÖKMEN’nin “şarkıya kanını damla damla koyuyordu”  övgüsüne mahzar  Nilüfer  değil mi  bu ? Güneşin batışına yakın saatlerde Ege taraflarında küçük bir tatil beldesinde,  şu hasır üstünde kabartılmış yumuşak yastıkları olan koltuklardan birinde oturmuş, hafif hafif rüzgâr eserken, dalgalarla oynaşan kızıl  ufka doğru iç geçirerek söylenmeli bu şarkı; rakıya da gerek kalmaz, hatıra gelen ‘O’, ‘sen’ alkoldür zaten. Şimdi bu alkolün yanına  bir sigara ardından da gözyaşı gider,  de mi? Kavrulsan da özlemden ha diye gidemeyeceğinden uzaklığını  bilemediğin bir diyarda ‘ne yapıyordur ki şu anda ‘O’;  yine anlatamadıklarına, anlayamadıklarına ortaklık ederek seni yatıştıracak tek şey yap  ağlama hakkını kullan.Cüneyt görse ‘ağlamak…her şeye ağlamak,  siz kadınlarda  bildiğin alışkanlık, huy…bırakmadınız hâlâ bu mereti, basbayağı  çaresizliğin, acizliğin  belirtisi  şu küçük burjuva  alışkanlığını, davranışlarını ’  der miydi ???  derdi diye düşündüm şu an. O zamanlar  daha Özdemir Asaf’ın;

“ağlamak bazı acılara yetmez,
                         bazı ölümlere…”


şiirinden habersiz  ‘yüreğe fazla gediğinden taşınamayan,aktığı yeri erittiğini kimsenin de göremediği  acının gözyaşlarıyla dışarı salınması ağlamak bir isyandır da… bazen de  senin gibi  kimilerinin nasıl hissettirdiğini unuttuğu bir şeydir; o kimileri isyanlarını, acılarını  içlerine akıtmaya o kadar alışmışlardır ki isteseler de dışarıya vuramazlar; gözleri dolar, vücutları sallanır, bir sıcaklık gelir, beyinleri uyuşur, dudakları  titrer  ama o kahrolası iki damla yaş düşmez göz bebeklerinden. Oysa yakan, delen geçen her damla yaş gözlerden dışarıya akıtılmalıdır ki isyanının, acının  keskinliğiyle yıkılsın ortalık, hem yıkılsa ne olur ki,  hele de  birinin ölümüyse  ağlamanın nedeni; kimse söndüremeyeceğinden gözyaşınla  iç  yangınını  kendi başına söndürme çabası olacak ağlamak; geceye bırakılan, terk edilen ne varsa o’dur işte, Cüneyt efendi’  demek isterdin de dilini asıl sen korkak alıştırdığından diyemedin. Sustun  çünkü  seni yine savunmaya çekilmeye   mecbur bırakan  eleştirilerinden, suçlamalarından artık bıkmıştın da.  Cevabını merak ettiğin bir türlü sormadığın o soruysa yıllar sonra bile hâlâ  ortada ve hâlâ taptaze   ‘Cüneyt , söyler misin,  hiçliğe mi yoksa birikmişliğe mi akar gözyaşı?’  Eminim hậlậ aynı noktada, aynı yerde, aynı düşüncededir Cüneyt,  ona göre   zaten davranışlarımızın, duygularımızın neredeyse tamamı küçük burjuvalığı hiç aş(a)madı ki. Cüneyt’in, Cüneytler olmasa da  kendisi, hayatı için değil de   tanıdık tanımadık birilerinin  istediği gibi davranmakla, istediğini yapmakla, düşündüğü  düşünmekle  ‘örgüt  için, parti  için, lider için, aile için, yoldaşlar için, vatan için, bayrak  için,  kökeni için, mezhebi için, düşüncesi için, bilim için,  aşk  için, sağlık için, mutluluk için … için, …. için, …. İçin; kendini feda edecek kişilikte, güvenilir biridir ’ övgülü ; herhangi bir  ‘için’  bulunamamış,  yoksa da  ıvır zıvır için ziyan  edilmesi…yazık edilmesi zorunlu bir kuşak, bir gençlikti bizimkisi; yaşadıklarımız da. Boşuna mı  “kayıp kuşak” dendi bize… iki binli yıllarda literatürde “X kuşağı” nitelendiğimizi   öğrenmense …o günlerde, o devrimci kavganın ortasında kimin umurundaydı hangi kuşaktan olunduğu…. yaşananları düşününce  X kuşağındansa  kayıp kuşak  sanki daha  bir oturuyor…daha  anlamlı…daha mantıklı geliyor insana. 


Cüneyt’in  “kayıp kuşak”ı duyduğunda  ‘hah… kapitalizmin silahşörlerinin  dokunmadığı, bokunu çıkarmadığı  bir bizim kuşak  kalmıştı;  çok şükür ona da el atmışlar;  burjuvazinin  stepnelerinin yetmişsekiz (78) lileri  acındırma, o kanlı  dönemi romantize etme  için kolaycılıktan, saptırmadan ibaret  kayıp kuşak  tanımı tam da onlara yakışır bir niteleme’ dediğini anlatır  ‘bütün o kafa karışıklığı, sorgulamalar, kabullenememe, öfke,  bazen yapılan iğneleyici mizah arkasına gizlenen  o doğal, kocaman hüzün…yıkım  kaybedince, ne bok yiyoruz hakim bey? kime anlatıyoruz  ki gevrek tadını günlerin?’ derken Haldun; bende oysa demiştim Haldun’a, Türkiye’de hangi kuşak kayıp değil ki;  her kuşak kayıp … hiçbiri değil. Kayıp kuşak sonrasıydı değil mi benim Kurt Cobain’nin depresyon hırkasını  üzerine geçirmiş Şairimi de etkilemiş kayıp çocukların Grunge akımı; bindokuzyüzlü  yılların kayıp çocukları da  78’li  kayıp kuşaktan  birkaç insan gibi hâlâ  şemsiyeyi elden  koparan, tozu toprağı birbirine katarak  ortalığı dağıtıp, savurarak az sonra   fırtına yaratacağını  bildiren   rüzgara karşı mı koşuyorlar  ? Nefesiz bıraktığından  rüzgara karşı koşmak yazdığın, söylediğin kadar kısa bir  ânda olan, kolay  bir şey sanılsa da öyle olmadığını bilecek kemale erilmeyen; var oluş sancılarında, delirtecek ergenlikte bünyeye yakışmaması da üzücü bir ayrıntı kalan  ‘trend’ diye uzun saç , açık renkli yırtık yamalı kot, beyaz t-shirt, üstüne oduncu gömleği  ayağa da  converse  ya da postalları geçiriyorsunuz  ve bir gün biri  ‘sen de Grunge’lardan mısın?’dediğinde şaşkınlıkla öğreniyorsunuz ki giyindiklerin, düşündüklerin hiç görmediğin belki görmeyeceğin ki görmedim  Seattle’ın o depresif havasını taşıyan sizin  kayıp kuşağınız  gibi mutsuz bir mutluluk içindeki hayatlarında   bir vesileyle de olsa hep üzülmüş kayıp çocuklardan,  Grunge akımındanmışsınız. Zamanla  samimi,  içten en iyi arkadaşlarınız olacak Grunge’ların şarkıları çaldığında kafayı, gözü şişirinceye kadar azıtıyorsunuz... gençsiniz lan işte!! hakkını vererek azıtıyorsunuz; ver alttan Nirvana Kurt Cobain’den  Sappy, Soundgarden’den Jesus christ pose...Sonra  herkes üniversiteye girmediğinden  bir kısım genç gibi  üniversite hayatınız başlıyor; etrafınız altı yedi sene önce hepiniz Ash’e hayran “seni seçtim pikachu”yla pokémon, taso oynamıyor muydunuz lan neyin havası bu!! yla çıkışamadığınız  daha büyük, daha  olgun gözükmeye çalışan insanlarla doluyor .Aileye yük olmama, derslere çalışma, okul bitince ne olacak falan derken kaptırıyorsunuz kendinizi hayatın akışına, daha ciddi, hayattan zevk alamayan birine dönüşüyorsunuz hiç gereksiz yere. Ve Grunge’lara,  Cobain’lere eskisi kadar zaman ayıramadığınızı fark edip üzülüyorsunuz çünkü aynı kişi değilsiniz; sıradanlaşıyorsunuz  herkes gibi…bu kadar kaygının, iş yükünün, sorumluluğun arasında kendiniz bile olamıyorsunuz bile bile sıradanlaşıyorsunuz. Sonra yirmibirinci yüzyıldasınız ya sosyal medya maceranız başlıyor  heyecanla  şöyle, böyle ama afilisinden  “bugün ben bunu gördüm” lü dandik bir Nick alıyorsunuz kendinize. Peki şimdi ne olacak? Evlenip çocuk sahibi olarak ev , araba kredisine falan mı  girmeniz gerek? Çocuğu da onca maddi zorluğa katlanıp, o herkesin parmakla gösterdiği okula  gönder ki  geleceği parlak olsun; iki yabancı dil bilsin,  iyi bir üniversiteye girsin, yurt dışında master yapsın hatta olanak yarat yurt dışında tahsil yapsın sonra oraya yerleşsin. Yap bütün bunları, zaten aşağısı kurtarmayacağından herkes yalnızca iyi bir üniversiteye girmekle yetinmemeli   avukat, doktor, mühendis, mimar, bilgisayarcı olmalı zira  Türkiye’nin öyle kıytırık tamirciye  sıvacıya, marangozcuya, demirci, elektrikçiye, boyacıya ihtiyacı yok ki, hem olsa da bu ayak işlerini yapacaklar  nasılsa ithal edilebilinir. Hayır !! bir bok yapacağın, olacağın, olacağınız da yok… hepiniz  yalnızca  hiç bir yere ait olmadıkları halde  değişerek; işyerinde futbol maçı, dizi film, çocuk yetiştirme, siyasi, sosyal, yemek, restorant kritikleri yaparak geçmişini bastıran, amaçsızca sürdürmeye çalıştıkları hayatlarının kaybedilmişliğini çok sonra anlayacak kayıp  kuşağın,  kaybolmuş çocukların  devamısınızdır; o kadar.

 Sonra ? Sonrasında her toplumsal travmada, katliamda, darbede yaşanan    acımasızlıklara, hayatından edilenlere  dair geride bir şey kalmasın unutsunlar, unutulsunlar çırpınışında  hiçbir şey olmamışçasına  hesap  sorulmasını, sorgulamayı   engelleyen,  yoldaşlarının, kendilerinin,  hayatın da   katili;  bireyin can, mal güvenliği, sağlık, eğitim, yaşlılık  benzeri sosyal  ihtiyaçlarını  ön plana alması gerekirken maalesef insanı bir anda Bakan, daire başkanı, müdür, işçi, memur yapmakla kalmayıp servet edindirecek  alt yapı ihaleleri,  düşük faizli krediler ya da teşvikler verdirecek devletin; siyasal ekonomik, rant getiren kurumlarını  yöneten, en korkunççu da kontrol altında tuttuklarından beğenmediklerinin yerine halkı  inandıracakları  bir  gerçek bulup monteleyerek  istediklerinde darbe yaptırtan  baskıcı, faşist  zihniyetli insanların istediği  ‘anladık idealiniz devrimi yapamadınız, sosyalizmi getirip  yaşanası bir dünya da kuramadınız…keşke illaki zamanın değişimine uğrayacak düşüncelerinizi, her insanda olması erdem sayılmayacak  dürüstlük, ahlak, vicdan vari  insani değerleri önemseyen  kişiliğinizi eğmeden, bükmeden; mevcut sistemin de demokrasiyi özümseyerek,  ayrımcılığını, eşitsizliğini aksaklıklarını düzeltmek uğruna mücadeleye devam etseydiniz’ dedirtecek tiksindirici  kıvama gelerek, geçmişin üzerine aç, açık kalmamak, eve ekmek götürmek kaygısıyla  sünger çeken önceki kuşaktakiler gibi devletlunun 12 Eylül 1980’li  “demir  ökçesi”yle ezdiği kayıp kuşaktan pek çok insan da; belki karşılaştığı adaletsizliğin, gaddarlığın etkisinde zamana değil,  değiştirmek için uğruna onlarca yoldaşlarını kaybettikleri müesses nizama  yenilip, ayak uydurarak hatırı sayılır, itibar görecekleri yerlere gelecek; sıkı bir liberal,  ulusalcı, Atatürkçü olup çoluk çocuğa karışacak; yoksunlukları, hayal kırıklıkları, öfkeleri,  sindirilmişlikleri ile yetiştirecekleri  bugün şehirlerin lüks semtlerinde ki   villalarda, residence’larda, apartmanlarda  yaşayan, Zorlu Center’da , Kanyon’da,  İstinye, Bebek parkında, Çankaya’da, Tunalı’da, boğaz boyunca  ya da  Gaziosmanpaşa, Çayyolu, İncek   muhitinde sıralanan kulüplerde, barlarda,  bistrolarda görülen; TV’lerin magazin programlarında; Bodrum, Çeşme beach’lerinde  boy sergileyen; apolitik,  asosyal,  cep telefonundan, ekrandan  başını kaldırmadan “sana ne”, “size ne”, “bana ne”, “tabiî ki ne”, “nhbr”, “hayat benim”siz konuşmayan  ‘ciks’ler, ‘tiki’ler  ordusunun  yapımcısı olacak sadece yüzde onu bile geçmeyen bir grup  donanımlı, güçlü, bağımsız, adil bireyler yetiştirmeye cesaret edecekti ki  o çocuklarda  Türkiye tarihinde ilk defa  her kesimden, her kökenden  insanları  buluşturan “Gezi İsyanı” nın öncülüğünü yapacaklardı  diye düşünüyorum ki belki bunda da  yanılıyorumdur. İşte  78 kuşağının  bu ciks, tiki  ordusunu yaratmada başarıya ulaşması  cidden  de kayıplıklarındandı;  bilmedikleriyse  kapitalizm, uluslararası burjuvazi  yozluklarının, eşitsizliğinin, adaletsizliğinin; ömür boyu  kanatacak  katliamlara, baskılara neden ırkçılığının, ayrımcılığının  yerine  teknolojik, dijital gelişmişliğin akıl almayacak boyutlara ulaşıp üretimlerini neredeyse yüz katı fazlaştırması karşısında  mallarını başka ülkelerin insanlarının alması karşılığında  o ülke vatandaşlarının gelir düzeylerinin yükseltilmesine  paralel   demokrasiyi, bireyin özgürlüğünü,  insan haklarını bayraklaştırarak;  insanın çıplak hakikatinden devşireceği kendilerini dahi sıkıntıya sokacak ‘iklim değişikliğine neden sera gazlarının salınımını kısıtlatacak, ülkeler arası sınırları boşa çıkartacak  küreselleşme, globalleşme, neoliberalizm türü oyalayıcı yeni değerler koyacağıydı ki bunları da şehirlerin batakhaneleri sayılan  arka sokaklarında, bir aşkın ayrılık noktasında, resmi tarihin bin bir yalanının ifşasında bulacakken de geçmişe dair ortalık yerde öylece bıraktıkları,  susulmuş, inkar edilmiş ne varsa;  gel zaman git zaman sonra bir sinema filmi misali o inkâr edilen, susulan  karelerin tam ortasına düşerek burjuvaziyi,  toplumu, kayıp kuşakları, zamanı;  zamanının ötesini de sarsacağıdır ki   o yüzden de herkes  bir yerlere tutunsun, şimdiden.


Titrek ellerinle ampul taktığın  gül kurusu masa lambasının loş ışığında  yazarken bunları, gece karanlığın içindeki beyaz ışık tanesini; hem de o beyaz ışık tanesinin içine hapsolmuş olan kapkaranlık umutsuzluğu hissettiriyor;  iç içe geçmiş  bu ikisini “geç kalmadan yakalanabilir bir hayatın ihtimalleri” görünce; devrim diyorum devrim sırf …., onlarca  Taylan Özgür, …, …, Erdal Eren, …, Vedat Aydın ,…, Uğur Kaymaz, …, Ceylan Önkol …,  Serap Eser, …, Ali İhsan Korkmazlar   öyle mahzun…öyle üzgün… öyle kırık bakmasınlar diye de  yapılabilir miydi? Marx bu işe ne derdi? Peki ABD’nin “our boys”ların dan Evren? Hani şu Evren… hazırlattığı (tıkları)  sekseniki yılı  ve  sonrasında ergenlik dönemindeki gençlere  sorgulama !! kendi hayatına, zengin olmaya bak! başarıya odaklan! sana ne düzenden,  bela getiren siyasetten  öğretisini aşılayacak kazuistik Anayasa’nın kabulü için yaptırttığı; 18 milyon 718 bin 115 seçmenden  sadece 1 milyon 594 bin 761  kişinin hayır  oyunu kullandığı halk oylamasında;  bugün  "7 kasım 1982'de kullandığınız oy neydi?"  sorulduğunda   “hayır tabii”yle kıçının kılı ağarmasına rağmen  hâlâ  utanmadan yalanlarına  devam eden  “evet” oyu kullanmış  17 milyon insanın; burada bir parantez açıp engizisyon karanlığında  te 1670’ler de yürek işi   “Hahamlar otoritelerinin devamı için…bizi korku ve umutla idare ediyorlar” yazmış  Spinoza’ya minnet sunduktan sonra devam ediyorum; on yedi yaşındaki Erdal’ı idam sehpasına çıkartan, onlarca  insanı hayatından eden, onlarcasının da  hayatını çalan, fişleyen şu diktatör, faşist  Kenan Evren’nin yaptıklarına,  düşündüklerine büyük bir hevesle katılımlarını, ortaklıklarını  rüzgar atlılarına  savuruyordun sende, benim uslanmaz şairim; bir gencin ölüsünü almaya giden bir kızı, biber gazlı,  coplu çatışmaların tam ortasından geçirirken acıtacak bir yalınlıkta “güzeldik aslında, bizi tarih yazarak kirlettiler” sözünle resmi tarihin tuzaklarına, çirkinliğine  karşı da herkesi teyakkuza çağırarak, hem de.Evren’nin, şürekasının kayıp kuşağa indirdiği darbeyle yaralanmış  sen!!    bakıyorum da roman yazmayı bir kenara bırakarak sosyolojik tahlil yapma derdine düşmüşsün niyeyse emaresi görülmemesine rağmen  okumaya, yazmaya, araştırmaya, ideoloji, strateji  yaratmaya  eğilimli entelektüel,  hümanist,  idealist algılatılarak, ardında sanki bir  gelenek bırakmış muamelesi çekilmiş   altmışsekiz  kuşağından sonra gelen militaristliği; terör yaratmış, yapmış devlet istihbaratınca özendirilmiş, desteklenmiş ardından da  ya kıstırılarak öldürülmüş, idam edilmiş ya da cezaevlerinde, emniyetlerde, güvenlik soruşturmalarında paralanmış, dağıtılmış; aynı sosyalizmi getirme , devrimi yapma amacında ama  farklı yöntem  düşünce, tavırda  birbirine öldürecek  kadar da düşman  onlarca sol tandanslı  örgüte sahip; geçmişin devrimci,  siyasal birikimlerine, deneyimlerine, ülkenin tarihine bakmayı ,araştırmayı   zaman kaybı görecek, payına “Gezi İsyanını” düşürdüğün senin çilekeş kuşağın 78’lilerin iliklerine ; o günlerde  hocalığını  onlarca Fettullah Gülen, …,  Alihan Kuriş, …, Adnan Oktar, …, …’ın yaptığı  Nakşibendiler, Süleymancılar, Kadiriler,…, …,  cemaatler, sağ görüştekiler otoriteliğini  hiç yitirmemiş  devletle, yapısıyla ilgilenip ‘nasıl  ele geçirmeli,  nasıl kadrolaşmalı,  adamlarımızı işe nasıl koymalı,  nasıl makam, mevki edindirmeli bunlar için  ne yapılmalı’ya odaklanmışken; “motorları maviliklere süreceğimiz yarın bizimdir Yoldaşlar !!!" motivasyonlu devrim yapacaklarına dair sarsılmaz inanç   işletilir,  hararetle de o günlerin içinden çıkılması zor,  derin mevzusu  ‘Devrim nasılsa olacaktı da  silahlı mı yoksa demokratik, barışçıl  yollardan mı  yapılmalı’yı  tartışırlarken ne bilim, sanat… ne fizik, felsefe … ne devlet ne de   özel sektöre de  işe girme, çalışma… ne flört etme, evlenme… ne …...ne…ne… umurlarında olmayarak her şeyi  de bugün, yarın yapılacak devrime, sonrasına bıraktıklarından yapamadıkları  yaşayamadıkları o kadar çok şey içlerinde  ukde kalacak 78’liler ; öyle… öyle hazırdılar…öyle hazırdık  ki özel mülkiyeti  kamulaştırıp Kolhozlarda, fabrikalarda, Partide, Komsomol’da ÇEKA’da çalışmaya…. öyle  acelemiz vardı…öyle tez canlıydık  ki;  ırkçı devletin bekası  için gözünü kırpmadan kullandığı “sol”, “sağ” , “İslamcı”, “radikal”  bir  örgütün, partinin    militanlığını yapan onlarca insanın; tezgahlanan kirli, kanlı oyunun  parçası yapıldıklarından kuşkulanacakları  bir saniyelik vakitleri bile  yoktu zaten o kan, ölüm günlerinde  “örgütü” , “partiyi”, “sendikayı”, “ocağı”, “derneği”, “cemaati”, “ lideri”, “başbuğu”, “hoca efendiyi”,  “yoldaşları”, “ülküdaşları” sorgulamak ihanetin dibi sayılacağından; işin acınacak yanı size, yoldaşlarınıza, her kesime de  öyle görüneceğinden bilerek ya da  bilmeyerek; biat, itaat baş tacı edilecekti. Yoksa dünya kurulalı beri dense  yanlış da olamayacak çok, tek tanrılı dinlerin, kabile liderlerinin, hahamların, papazların, sinagogların, kiliselerin, camilerin, Firavunların,  Kralların, Çarların, Padişahların otoriterlik barındıran ideolojilerin;  faşizmin, sosyalizmin  denediği başarıya ulaştığını gördüğü kendisini takip etmesini, arkasından gelmesini  istediğin kişiyi, kitleyi inandırdığın neyse gerçek  o’dur ve o gerçek uğruna onlara dilediğin her şeyi yaptırabilirsin ilkeli itaat , biat olmasaydı  mümkün müydü; her  “yap” denileni yapmak  her “söyle”  denileni de söylemek? Niyeyse iki kişi bile olsa birinin diğerinin sorumlusu atanacağı, hep bir üst  kişiye, bir birime, bir hücreye bağlı hiyerarşik örgütlenme  modeliyle; bir üst  konumdaki yöneticilerin; parti, örgüt, dernek,  ocak , ekip, birim, hücre başlarının dediğini yaptırtan, sorgulatmayan itaat öylesine  olağanlaştırılmıştı ki; kimsenin aklının  ucundan dahi  geç(e)mezdi  yok “özgür bireymiş”, yok “bu benim hayatım, bedenim”, “benim kararım, kimse karışamaz” mış…mış… zira benlik, varlık  tam anlamıyla ideal, amaç neyse onu; devrimi, sosyalizmi ya da otoriter faşist bir rejimi  gerçekleştirecek; örgüte, partiye, derneğe, sendikaya  adanmıştır. Bugün bildiğiniz ama o günlerde  bilemediğiniz  canını yakarak, acıtarak… kahrettirerek… kırarak hayatını mahvede(n)ceklerin de insanın en çok güvendiği, sevdiği üstelikte  her dediğini yaptığı, itaat ettiği kişilerin olacağıydı.


Ne yazık ki Türkiye’de de birey  küçüklüğünden itibaren  ailede, evde, okulda, kışlada,  fabrikada, iş ve ibadet yerinde  yerleşik denilen lakin yerleştirilen   ‘herkesten  akıllı, ileri görüşlü onun için  o olmasa olmazdım, olmazdık; tek o yaşasın, ben ölsem de olur’lu  itaatkar, biatçı  mantıkla yetiştirildiğinden ki o  mantıkta köleleştirilmiş  kişi varlığını, ruhunu;    kendi kararı, isteği ve büyük bir memnuniyetle birine, birilerine, bir yerlere, bir güce illaki   bulacağı  bir şeylerin ayaklarının altına sereceğinden  bu coğrafyada Ortadoğu’da;  yönetim şekli ister Monarşi, Meşruiyet,  ister Cumhuriyet olsun; kim  yönetirse de yönetsin ister derebeyi, …,  Padişah…, Şah,…, Kral, …ister  Gazi Hazretleri, Paşa …, …, Reis,  Başkan; adı da  ister …, Abdülhamit,…,  Vahdettin,…, Mustafa Kemal, İsmet, …, Rıza,  Ayetullah…,  Enver,…Saddam,  Muammer,…, ister Adnan,  Celal, …,Kenan, Turgut …,ister Deniz, Çiller, …,  Tayyip,…, …,  ister  Abdülfettah,  …, Beşar, …,  Muhammed isterse de cemaat lideri Fetullah…, Alihan  olsun; herkesten, her kesimden  istenen, beklenen   tek şey;  biat…itaattir. “Emir kuluyum!  yerimde kim olsa aynısı yapardı”, “sadece verilen emri yerine getirdim”, “denileni yaptım"la  kendine bir kaçış yolu da bırakan itaatkar kişi böylece  yaptığının, ettiğinin sorumluluğunu da üstlenmeyeceğinden  itaat etmenin cezp edici bir yanı, hafifliği de yok değildir, hani. Bir de her gün, hepimizin birilerine yüzlerce kez yaptığı kölelik değilmişçesine varlıklarını, özgür iradelerini inkar edecekleri acınası savunma  “emre uyarak”  zulüm yaptıklarını,  can aldıklarını, başkasının hayatına yön verdiklerini  itiraf edenlere şaşıran ‘bu yüzyılda sorgusuz, sualsiz bağlılık kölelik kaldı mı hayret!!’ diyenlerin  sanki hayatlarında hiç annesine, babasına, eşine, çocuğuna, öğretmenine, müdürüne, patronuna, lideri saydığına,  milletvekiline, yargıçlara, hakimlere, kolluk kuvvetlerine, mecburiyetlere, keyfiyetlere itaat etmemiş gibi kendilerini özgür  birey sunmaları, sanmaları da yok mu !! nasıl da gülünç…nasıl da hayra alamettir. Hayır! tersine anlam yüklüdür çünkü   sürekli  ‘anneni, babanı,  ablanı, öğretmenini, kocanı, onu, bunu, şunu   dinlemesen olacağı budur; burnun boktan kurtulmaz’la  itaate methiyeler döşendiğinden; kimse karışmayacağından, kimse bir şey beklemeyeceğinden istediğini yapacağın   özgürlüğü getirecek, rahatlatacak; canhıraş bir biçimde  ‘öyle düşündüğün gibi değilim…öyle değilim’i kanıtlamak için çırpınmak zorunda da  kalınmayacağından tüm eforunu entrikalara, riyakarlığa, adaletsizliğe direnmek  yerine  kendini keşfe, doğruyu savunmaya harcatacak, ailende  dahil seni illaki bir gün boğacak statükocu, problemli, boktan insanları memnun etmek için zamanını, kendini  de heder  ettirmeyeceğinden insana gücünü, iradesini  kazandıracak tek şeyden; yalnızlıktan  niyeyse de ‘ Allaha mahsusla…’ korkutulduğundan çoğunluktan ayrılmamak uğruna  iradesi dışında istemediği şeyleri  yaptığından yabancılaştığı kendinden, kendisini gördüğü şeylerden; kandırmacadan,  riyakarlıktan, yalancılıktan, kötülükten nefret  eden itaatkar bireyi ferahlatan kendisine de itaat eden birilerinin varlığı yoksa da itaat edecek birilerini bulmasıdır; böylece yalnızca kendisini özgür sanmayacak,  kaybettiği özsaygısının yerini  de itaatin yapay saygısına aldıracaktır.


İşte içinde doğulan, yaşanan kültürlerin, ileri medeniyetlerin, parlak isimlere sahip partilerin, örgütlerin, Afrika’nın, Ortadoğu’nun  cetvelle çizilmiş sınırlarına sahip devletlerinin vazgeçilmezlerinden itaati, dört kıtada bayraklaştıran kapitalizm, faşizm hepimizi çoktan bir şeylerin, birilerinin  kölesi yapmıştır da bunun itirafı; karşı çıkanda dahil  itaatle beslendiğinden,  besleneceğinden  kimsenin   işine gelmez  zira insan bir yanlışa düştü mü  o yanlışta kaybolup gider  ve  buna da  “hayat bu..” dedirtilerek   hayatın ta kendisi yapılır. Şimdi herkesin faili meçhul bir  kurşunla sokaklarda,  işkencelerde, hapishanelerde hayatından edilebileceği ki edildiği   devrimci ruhların, devrim adına   itaatleştirilip,  boyun eğdirildiği dünde değil bugün de kendinizin, bireyselliğinizin gücünü  keşfetmek için usulca sokulacağınız hayatın dibinde ‘tasmamın kayışını  bana teslim edin’ diyebilmenin karanlık izdüşümünde;  devletlunun adları anılmasın, idealleri, hayalleri, gençlikleri bilinmesin istediği,  zamanın da yaşananları, olumsuzlukları   unutturacağına inandığı ama   yanıldığı çünkü hani  bir barda, türkü evinde, bistro  ya da Kum kapı, Nevizade, Rüzgarlı, Alsancak’ta  bir meyhanede ; Zeki Müren,  Müzeyyen Senar, İlhan İrem, Sezen Aksu  şarkıları eşliğinde sizi başka bir dünya ışınlayarak; karşınızda oturanın  size ‘ ihaleyi elimizden kaçırdın’ , ‘iletişimin yapıcı değil’ türü bahanelerle işinizi zehir eden patron, CEO, yönetmen; sevginizin içine eden sevgili, moralinizi alt üst eden ‘babam ya kredi kartımı alacakmış elimden çok para harcıyormuşum, pis cimri’,  ‘düzeltiyorum masanı,  topluyorum yatağını  yine de  yaranamıyorum sana’ söylenmesine  ‘ anne! bir kerede dokunma şu  eşyalarıma,  nereye koydun tam şurada masanın üzerindeydi şimdi yok… yok ’, ‘bir günde işten eve geldiğinde yüzün gülsün be adam!!  hep böyle yapıyorsun, illa kavga çıkaracak bir şey buluyorsun,  nesi var yemeğin yağlıymış…sorun mu bu?’ çığırtkanlı aile üyeleri, akrabalar  ‘cadı Aslı’yla, Mehmet  onlara sakın  güvenme,  ikisi şirketin yatırım hedefleri,  performansıyla ilgili senden gizli bir rapor,  sunum hazırlayıp direktöre verdiler bile; sen hala uyu‘yla dedikodu  yapan arkadaşlarınız olmadığını sandıran  aklınızı, ruhunuzu   ele geçirip sevgilinin siyah gözlerine  ‘ maviliğinde kayboldum…’ dedirtecek sarhoşlukta… ayyaşlıkta karşınızdakine kendinizden beklenmeyen  ‘ çok anlayışlısın’,   ‘ haklısınız’, ‘hayatım telefon konuşmamda duyduklarını yanlış anlama, sen istisnasın; Ekrem Ukrayna’ dan  döndü de ‘ bir görsen Rus hatunlar taş… taş… her biri bir manken; boy, pos kaş göz endam; yahu Fikret kadın onlarsa, bizimkilere  Türk kadınlarına ne demeli inan bilemedim’ deyince  bende ‘ kadınları çok güzel ama yaşlanınca o güzellikleri gidiyor  dedim.’ sen nerden biliyorsun bakışına aldırmadan’ Ekrem’in de ‘ ya oğlum sanki biz yaşlanınca aynı mı kalıyoruz;elimiz kolumuz titremiyor mu? itirazını da  atlayarak’ sevgiyle, dürüstlükle   yaklaşmanızı sağlayan sabah ayıldığınızda sizi aynı nemrut yüzler, aynı sözler, aynı  kötülük, aynı bıkkınlığa kavuşturan içki gibi uyuşturucu işlevini görmüş  zaman  hiçbir yaşananı,  hiçbir ânı unutturmaz  sadece insanı uyuşturarak bir yerlerde bırakır yaşananı… acıtanı...varsa güzel günleri ve sonra bir vesileyle o bıraktığı yerden çıkarıp önünüze koyduğunda  sallantılarda onlarca  yoldaşınızı toprağa teslim ettiğiniz  o zamana…geçmişe…düne baktıkça ağırlaşan  sis bulutunun içinde  bir bakmışsınız ki çoktan  kendinize   mülteci olmuşsunuzdur. Pek çok şeyi benden, çoğu yoldaşımızdan önce fark ettiğinden ellerimi tutup yüzüme baktığında,  hiçbir şey söylemesen de  ‘bilirdim, sen beni anlardın. Sen beni anladığını söyleyen  herkesten daha iyi anladığını  çünkü en iyi sen bilirdin zamanın sevdiğin birini kaybetmişsen onu, ona dair şeyleri  unutturmadığını sadece beynini, ruhunu uyuşturup bir yabancıymışçasına yaşananlara baktırdığını.Keşke..keşke yanımda olsaydın Can’nın küçücük bedeni  toprağa verildiğinde…herkes gittikten sonra mezar başına oturup az önce bir çocuğunun suladığı ıslak toprağı  sanki Can’mışcasına okşadığımda;  gözlerim Can’dayken ellerimi tutup ‘bak bana! hayat…’ diye başladığında söze sakın derdim  sana sakın! ben böyle acı çekerken… kalbim böyle acırken başkaları gibi  sakın konuşma… sakın bir şey deme…kal böylece. Ahhhhh… seni özlediğim…yanımda olup  elimi tutmanı, sesini duymayı  istediğim  şu ân, kalbimin üzerine koyuyorum elimi  ahhhh diyorum defalarca ahhhh… kederin sindiği toprakların izi derindir değil mi Haldun, o izi  kimseler  silemez…mezarlıkta on kişi var, yok; ömrünce hiç desteklenmemiş bir garibana omuz verdirten, senin de hiç değilse hayatında bir kez eller üzerinde tutulmana sebep;  kullanıla kullanıla  soluk  kahverengimsi  renk almış,  bir kenarı  kırık  kavak  belki de   çam  ağacından yapılma  tahta tabuttan beyaz kefene sarılmış bedenini çıkarmak için eğildiğinde  “…basbayağı  çaresizliğin, acizliğin  belirtisi  şu küçük burjuva davranışını…”yla her fırsatta, her zaman  ağlayanları küçümsediğini beyan ettiğinden  ‘ölüm de bile  savunduğunun, karşı çıktığının ardında duruyor, bravo; kendi içinde düşüncelerinde, tavırlarında tutarlı’ lığını ispatlayan “hayatta asla, asla olmaz”ı da  yalanlayan Cüneyt’in,   gözlerinden tek bir gözyaşı damlamasın diye kendini, duygularını kontrol etme uğraşı yalnız kaldığında kollarına, ellerine, bakışlarına geçmiştir; dökemediği her damla gözyaşı için  elini, parmaklarını kırana kadar hüngür, hüngür yumruklamıştır duvarı  diye düşünüyorsun, öyle olmasını istiyorsun da ondan böyle düşünüyorsun ama hep olageldiği gibi her insanın yaşayacağı sürekli bir geç kalmışlık hissi; bastıkça sızlayan….artık çok geç… çokk geç değil mi Haldun? Rengi solmuş siyah mantosu, başında insanların daha önce toprağa verdiği oğullarının cenazesinden aşina  oldukları kahverengi beyaz puantiyeli başörtüsü, ayaklarında boyası döküldüğünden  hafif yırtık yerlerinden   krem rengi derinin gözüktüğü siyah çizme,  yüzünü tamamen kaplamış buruşuk çizgiler; acı kalbinin, bedeninin  her zerresini doldurup taştığından  artık  ağlamaya, bağırmaya kalmayan takatiyle  ağzından hırıltıya benzeyen sesler çıkartan  annenin  oturduğu üzeri hafif karlı ayazdan taşlaşmış toprak  tepeciğe bakmama gayretinde ‘yanına gidip de   ne diyeceğim? bu kaçıncı başın sağ olsun; Allahım doğurduğu üç oğlunun üçüncüsünü de  bugün mezara koyan bu anneye, belini  büken  bunca acıyı niye   reva gördün ki. …’ serzenişimi duysaydın ‘dünün “Kapital”i hatmetme azmindeki devrimci,  materyalist kızımıza bakın hele, neler söylüyor; Tanrı’sıymış anneme acılar reva gören; tamam  “Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını”  tanıyacak sosyalizmi, devrimi yapamadık  ama bak !! ben  kendi kaderimi tayin hakkımı kimselere; senin o Tanrı’na dahi bırakmadım, ölümümü yaratım ben’le  kızacaktın bana, emdiğin anne memesi, biberonmuşçasına  tüm gücünle içine çekip  sonra  üflediğin sigaranın  duman   yüzünü, bal rengi gözlerini görmemi bir ân engeller,  elimle de üzerime sinmesin kokusu  diye süpürürken  ben de sana kızacaktım muhtemelen  ‘anlasana; ezberimizi  dağıtarak sonunda  akılımız da aldın; kaç kişi yılın son gününe  denk getirir  ölümünü ha kaç kişi?Üstelik  her gün  ardında bıraktığın soru işaretlerinin peşinde gidecek annene, arkadaşlarına   bu yaşattığın öyle böyle bir yıkım… öyle böyle bir şey değil tam da arkadan vurduğun öldürücü hançerken ne yapacaktım öfkelenmeyecek,  alkışlayacak mıydım seni?’ Ama tabii sen alkış beklerdin benden… mümkün müydü  bunu yapmam?

 

 

Her şeyden,  bu  hayattan  vazgeçiş eylemin bir seçim… bir kaçış… bir özgürlük kimine göre  de bir duruş belki. Biliyorum sinirlendiğinde yanında kim var, kim yok bakmadan ettiğin  küfürlerden birini ederek  sillesini fena yediğimiz hayata  ‘siktir git’ dedin,sen. Bunu yaptığın için cesur mu saymalı,  ardından övgüler saydırıp  alkışlamalı mıyım, bilemiyorum…aslolan şu an sen yokken  fark ettiğim; bencilmişsin sen, hem de hiç tahmin edemediğim kadar, hayatına öyle ya da böyle dokunmuş insanlara en büyük cezayı vererek dünya üzerindeki döngünü  tamamlarken geride bıraktıklarını hak etmedikleri halde  diyemesem de  ‘nedennn…niye…acaba öyle değil de böyle davransaydım sonuç değişecek miydi’ vicdan muhasebesine itmenin keyfini de yaşamışsındır sen. Haksız mıyım?Karşımda olsan bütün gücümle acıtacağını bile bile yumruklar,  iri cüssene aldırmadan dövmeye yeltenirdim seni;  yine de  bir gün ‘en iyisini, en güzelini  yaptı… bir hayatı böyle her şeye okula, eve, işe, cafe’ye, markete, sokağa  aileye, arkadaşlara  ona buna  yetiş telaşında, hayatını idame ettirecek  para kazanmak için başkasına patronuna, işverenine para kazandırma mecburiyeti gibi berbat bir  ikilemde iş arama  peşinde, sevmeyi, sevilmeyi de  bekleyerek yaşayıp ta ne yapacaktın ki; hep sorun…hep çözmeye uğraşacağın bir problem, dert… hep değiştiremediğin onlarca olgu… aptallığına  dayanamadığın onlarca insan… hep hayal kırıklığı…bolca mutsuzluk hayattan soğutan…bıktırtan…bunaltan…yoran şimdi mezarında telaşlardan, kavgadan, hengameden uzak dingin…rahatsın, geçmişin kanayan yaralarını da  beraberinde  götürdün, verdin toprağa… dindi  işte seni usandıran her şey’ diyebilme ihtimali, ihtimalim  öylesine yakın…öylesine yüksek ki. Arada sırada  ‘bak dün duydum bunu… okuduğum kitapta  geçiyordu..’yla birbirimize okuttuğumuz; hoşumuza giden,  etkilendiğimiz  sözleri,  aforizmaları yazdığımız çoğunlukla da bir bankanın ajandası olan defterlerimiz vardı ya işte senin  defterinde “düşüncelerimi serbest bıraksam, aklım kimseyi bulmaz. Tüm bu olup bitenden sonra, en iyisi ölmek...” Lou Andreas-Salome alıntısını okuduğumda tahmin etmeli miydim kendini öldüreceğini? edemesem de belki  didiklemeliydim  ama ben yalnızca  ‘Nietzsche, Rilke gibi seni de etkilemiş bir kaç  Lou kısacık  sürse de keşke hayatlarımıza girebilseydi. Irwın Yalom’a ne kadar dua etsek az, “Nietzsche Ağladığında“ yazmasaydı ne bilecektik  Salome’yi‘ demiştim, o kadar. Mutluluğun sadece kendimizle  ilgili olmadığını da  öğretmiş geçmişin bütün travmalarını;  ihanetleri, entrikaları,  iftiraları, yalanları,  nankörlükleri, yoklukları, yoksunlukları, ayrılıkları, özlemleri, sevgileri sırtlayıp bugüne taşımaktan  yorulmayan Sense  ‘ne olduğunu bilmesek de  hepimiz için  geçerli bir sebep   “tüm bu olup bitenden sonra, en iyisi ölmek “değil mi? Hem ne diyeceğim yapamadığımız devrimden sonra hayatım sadece bir ‘pazarlık evresine döndü’yle  başka bir konuya geçivermiştin  'Allahım n’olur bi kere daha göreyim…ömrüm yirmi sene kısalsın', 'ben ölseydim keşke onun yerine… n’olur yeniden başlasın ben öleyim’, ‘bir kere daha göreyim sonra söz kesinlikle…’ bunun gibi türlü türlü şizofrenik düşünceler… pazarlığa oturduğum kişi de inanmadığın  Allah, pazarlık konusu  hayatın…karşıdaki rakip de kaderim(n)… nasıl bir sonuç bekliyorsun da pazarlık ediyorsun ey zavallı kul  Haldun?Gülmesene, insan bazen kendinden korkuyor; aklına gelen düşüncelerinden, hissettiği duygularından. Kendi kendini hastaneye kapatmak istiyor...bunları herkes öyle ya da böyle yaşıyor,  o gizli dünyalarımızın içinde neler neler dönüyor konuş(a)madığımız…anlat(a)madığımız.Sende pazarlığa otursana, oturmaktan korkma! çünkü son çırpınışlar bunlar…bunlar  olmazsa gönül rahatlığıyla depresyona da giremeyiz.’; ‘Eyvahlar olsun’ elimi alnına koyuyorum ‘haklıymışım… bu sayıklamaların ateşin kırka dayandığından.Kalk gidiyoruz deli  doktoruna, teşhis  bipolar bozukluk; çoklu kişilik yetmezliği‘ şaşırıyorsun söylediklerime, kaşını havaya kaldırıyorsun ‘ ne, ne?? Bipolar ne??’  duvara dayalı gitarını alıp tutuştururken eline ‘ gömleğin güzelmiş, yeni mi’ ; ‘ Amerika’da yaygın Grunge akımının simgesi; oduncu gömleği’;  ‘ ne akımı bilmem yalnız… güzelmiş, yakışmış …haydi çal.’; ‘ne çalayım’, ‘en iyi çaldığını; Rodrigo’nun gitar konçertosunu.’; ‘Sen bunu besteleyenin Aşık Veysel gibi kör olduğunu biliyor muydun’; ‘ evet’; ‘ Guernica bombardımanı yalnız Picasso‘yu değil Valencialı Rodrigo’yu da etkiliyor, o zamanlar  yirmiki yaşında gencecik  adam Rodrigo abimiz duygularını yansıtan bir beste  yapmak istiyor ve sonuç bu muhteşem müzik.Her çaldığımda farklı bir anımı   canlandırıyor, bana güzel düşler gördürüyor’ ;‘bir de şu var tabii Deniz Gezmiş’in son arzusunun bunu dinlemek olduğu söyleniyor;  bir insanın  son anlarında dinlemek istediği bir beste, bir şarkı nasıl kötü olabilir ki?Gecikeceğim, çalsan artık.’ Askerden döndükten dört beş ay  sonrası bir  Pazar günü sizin evde bana bir kez daha  Rodrigo’nun gitar konçertosunu çaldığının galiba ertesi  ya da daha sonraki bir gündü; biliyor musun, insanın her şeye…her acıya dayanabileceğini öğrenmemden öncesi miydi ???  hatırlamıyorum ama  mezarlıktan evinize senin gibi hiçbir cenaze sonrası ağzıma  almadığım; acının ortasında hayat, her şey  anlamsız gelirken ‘bir insanı az önce gömmüşken nasıl boğazlarından geçiyor’la  dillere pelesenk  benimse aklımın  almadığı ‘rahmetlinin hayrıdır, az da olsa yemen lazım azıcık, bi lokmacık ye bari, onun hatrına…ölmüşlerin canına değsin’ dayatmasını da tam bir  saçmalık addedip, lanet okuduğumdan ‘ye yavrum acıyı da hafifletir’ diyen yaşını başını almışlara  diyemediğim ‘koca bir hayat yaşadıktan sonra ayrıldığında  bu dünyadan; arkalarında  pide, et  kavurma, pilavla  hafifleyen  acı bırakanlara… bırakmışsam kendime de acırım ben acırım…’lı düşüncelerimi; mezarlıkta yanına gitmekten kaçındığım annenin  ‘ ahhh benim  fidan boylum… niye kırdın, niye kopardın ki tek dalımı …böyle mi olacaktı Haldunumm, böyle mi…ne acelen vardı…dayanamadın mı kuzummm  yokluğuna ağabeylerinin…güzel oğlum… deniz gözlüm…sensiz nasıl olacak…’ inlemelerini;  yanından geçerken kolumu tutarak sorduğu ‘ sen biliyor musun kızım neden yaptı bunu?’ sorusunun yanına ‘eğer gerçekten bedeninden ayrılsaydı ruhun, şu an  sen göklerde seyretseydin  ardından verilen yemeği yiyenleri… vay hallerineydi’ yi de katıp, hiçbir yere uğramadan eve dönmüştüm. Senin de  ölenin yakınlarını  taziyeye gelenlere hizmet etme zorunda bırakan pide, ayran yanına da  helva ya da lokma  üçlüsünden ibaret ölenin arkasından yemek verme, yeme  geleneğinden nefret ettiğini; paraşüt , gökyüzü  tutkunun ‘ kafama göre iş bulamazsam ben de senin gibi THK  da pilot olmak için kursa gideceğim’ hedefinin sebebi; İzmir’de çıkan bir orman yangınına müdahale ederken  kullandığı uçağın düşmesi sonucu vefat eden pilot ağabeyinin Maltepe camisindeki cenaze namazı, Karşıyaka mezarlığın da toprağa verilişi sonrası evinize geldiğimde öğrenecektim. Salonda ellerindeki pidelere yumulmuş kalabalığın bakışlarını odanın kapısına yönelten ölü eviymiş, addetmiş, kuralmış hiçe saydığını duyurduğun ‘kapatın şu  kapıyı’ gürlemenle   kalabalığı evden kovma gibi unutulmayacak ama aslında hak edilen  bir rezalete ??? imza atma olasılığının yüzde yüzlüğünden telaşla  kapını kapatmış  ‘sakin ol’ yatıştırmalarımıza   uzun Samsun sigarandan bir fit çekip ‘sizleri de anlamıyorum… bırakın Allah aşkına  bu saçmalıkları…"rahmetliyi çok severdüğ çokk…daha dün karşılaştık…birlikte bir tek attık" diyerek  bir köşede hayvan gibi tıkınmak neyin nesi… şunların yiyişine bak! iyi ki ölmüş  ağabeyim  diyeyim mi? Yoksa akraba eş, dost  herkes açlıktan kırılacakmış da haberimiz yokmuş.Görmek istemiyorum bu insanları.Ağabeyimi kaybettim ben  ağabeyimi,  her şeyimi…ikiyüzlülüğün daniskası şu yapılan;  ulan madem o kadar seviyordunuz   yasını tutun, çekilin bi köşeye ağlayın.Ağlamasan da   sigara falan iç, yap bi şeyler.Yemeyiver yarım gün yemek. o s..ktiğimin çayını içmeyiver üç beş saat.  Nee olacak neee?? Hemen,  açlıktan mı öleceksin? Bu ibnetorlar  karın  doyurma, acıyı seyretme, akşam evlerine gittiklerinde ‘gördün mü güya ağabeyi…yeğeni ölmüş neydi o kardeşin…o amcanın hali; ağzına bir helva atışı vardı…inan kanım dondu…olan ölene oluyor’ dedikodularına  malzeme toplama   peşinde . Hayır burası güya cenaze evi;  yaşlı annem , babam  oğlunun, ben ağabeyimin  kaybına üzülmeyi bırakıp bu adamlara pide, ayran servisi yapmak  zorunda mıyız?Kalkıp da  kimseye  pide, mide  taşıyamam ben.Ulan köftehorlar ağabeyim öldü benim, siz midenizin derdindesiniz. Lan nasıl da abanıyorsunuz  pideye diye  kavga etmemek,  salonu dağıtmamak için zor tutuyorum kendimi’; ‘Aman ha Haldun!  bak  annene, babana  yazık,  yapma !’ ;’ Cüneyt ! sen bari  öyle deme. Düşün  ben ölmüşüm, siz hayattasınız   ‘merhumun;  benim ruhuma, canıma değsin’ diye pide, döner, et, pilav, helva, lokma, lokuma saldırıyorsunuz. Bunu yapanlar bir de ölümden sonra öbür dünyanın olduğuna, ölenin ruhunun yukarıda olanı biteni seyrettiğine inan insanlar. Ölenin  bunları gördüğünü de  düşünüyorken,  yaptıkları tıkınmaya ne demeli? Öldü diye arkasından kendinize ziyafet çektiğinizi  gören  kişi  ‘lan !  manyak mısınız? nispet mi yapıyorsunuz  bana öldüm diye’ demez, düşünmez mi? Başlarım ben böyle adete, bir insan ölmüş; insan… yakınları mahvolmuş… üzüntüden kahrolmuş,  dermanları takatleri  kalmamış; komşular, akrabalar destek olup yemek getireceklerine;   onlara ne yemek verelim derdine düşüyorsunuz. Bu nasıl bir ritüel, nasıl aptal bir adettir arkadaş! Öbür dünyanın varlığına inanlardan olsaydım, ölseydim bir yolunu bulur ordan kaçar, hayalet olarak geri gelip de dağıtırdım cenaze evlerini, millet korkup öyle bir kaçardı ki, yeminlen yıllarca kendilerine gelemez, sitin sene de ölenin ardından hayır yemeği vermezlerdi. Böylece  hiç olmasa bir hayrım   dokunurdu memlekete.Boş ver  memleketi, en azından  sizleri kurtarırdım bu pespaye gelenekten.’ Penceresi kiraz ağacının yapraklarının istilasındaki oturma odasında ayağı her dokunuşta sallanan  tahta  masada, sabahın erken saatinde  işe gitmeden kahvaltısını yapsın diye çay demleyen, yumurtalı ekmek kızartan annenin tabağına zeytin, domates   koyduğu,  sofrada birlikte kahvaltı yaptığın ‘oğlum yat uyu işte, işin gücün de yok, niye erken kalkıyorsun cins seni’ sataşmasına ‘ bir gün işe girdiğimde  uyanmakta zorluk çekmeyeyim diye  hazırlıyorum kendimi’; ‘he…he yuttuk bizde değil mi anne? akşamdan kalmayım uyamadım demiyor da  hazırlık, deneme yapıyormuş beyimiz’ diyerek ağzına domates atan, üzerine bir bardak çay da içtikten sonra masadan kalkarken  saçını karıştırıp cebinden çıkardığı yüz TL.’yi elinize tutuşturduğunda ‘işte benim ağabeyim candır… can’la  içinizi ısıtarak işe gidenin, iki saat sonra öldüğünü duyacağını bilemeyeceğimiz bu hayat Cüneyt;  cidden de tam  tamına  dark comedy. Haydi sorun! İki ağabeyini de kaybettin, nasıl dayanıyorsun diye sorsanıza. Acı ne biliyor musun? Acı bu, işte bu; bu bilinmezlik…bir insanı gömdükten sonra verilen bu yemek…su katılmamış bir hıyar gibi davranan bu insanlar da acı; acıtan hem de. Bakma öyle Serdar! Bakma! ne diyeceğini tahmin ediyorum başka ülkelerde,  Avrupa da  ölenin ardından  yemek veriliyor, doğru ama bizdeki gibi mi?  Öleni anmak, yaşadıklarını konuşmak için  tertemiz giyinip geliyorlar cenaze evine üstelik taziyeye gelenler üsteleniyor yemeği, içkiyi, hizmeti. Bütün evi kokutan kıymalı  pide  de yok “ gavurlar ölünce biri içki içiyorlar” diye halkımızca  ayıplanıyorlar ya  en doğrusunu yapıyorlar.İnsan neden içer ? ya dertten, ya zevkten; acıyor lan  kalbim ! abim ölmüş... sevdiğin  ölmüş içmeyip de ne yapacaksın… ben içmeyip de ne yapayım?’ sehpada duran Tuborg şişesini  açması için uzatıyorsun Serdar’a ‘Abicim bence yeter, yarım saatte bu üçüncü bira…’ , ‘aç Serdar açççç. ‘,  ‘ Tamam kızma’, pencere pervazına şişeyi dayayarak açıyor kapağını.’İçeceğim; günlerce… uyuşacağım,  öyle uyuşturacağım ki kendimi…abimin öldüğünü…yaşadığımı, bu yemeği unutturacak esrar falan da bulsanız bana da   yok etsem benliğimi‘; ‘Söylediklerinde  haklısın.Tamam da  mantıksızlığın dibi bu geleneğe bugün, burada mı karşı çıkmak geldi aklına? Yetmişine dayanmış  annen, baban bu haldeyken, hem onlar ne yapsınlar öyle görmüşler…öyle inanmışlar…kendilerini öyle rahatlatacaklar... yapmasan   cimrisin, ölenin ardından  bir yemeği çok gördü olursun.  Hem  herkes bu konuda  ne düşündüğünü,  ne hissettiğini zaten bugün öğrendi.’ O gün neden öyle konuşup, davrandığını anlamamak mümkün müydü? kızgındın, acıdan deliriyordun, bağırıp, çağırmak, akmak için bir şelale gibi  aradığın nedenindi verilen cenaze yemeği. Çok da haklıydın çokk; ölenin acısını yaşamak yerine, gelenin pide ayran alıp almadığını takip etmeye çalışan ölen kişinin yakınları yeterince absürtken üstüne bir de  ‘abi bi pide daha versene ! yapma ya onun oğlu da  mı orayı kazanmış ha’ muhabbeti yapıp ikinci  ayranı, pideyi götüren, neredeyse  Foursquare'da  "pide keyfiii ;))) @ cenaze evi w/ 55 others" şeklinde bir check-in ile taçlandırılacak vakaya  dönüştürülmüş hayır yemeğinin bugünlerde mezarlıkta verilen yeni bir  versiyonu da çıktı Haldun;  hayatlarında hiç pide yememiş, ayran içmemiş  gibi mezarların kenarına oturup ölenin yakınlarının dahi hayvan gibi yemek yediği  bu iğrenç… bu mide bulandırıcı  adet; olmaz olsun. Anladık,   boğulurcasına yediğiniz  kıymalı pide, kavurma, pilavla  hayatın devam ettiğini,  ölenle ölünmediğini  kanıtlıyorsunuz da hiç olmasa bir gün ya,  ilaç için yarım gün yas tutun nihayetinde  hayatınızdan, evinizden, sokağınızdan, işyerinizden geçip giden…yok olan;  bir insan…  yarım günlük de olsa  bir  yası, kederi  hak eden bir insan.  Ahhh  Haldun…benden gizlediklerine…her şeye  rağmen  odana sığdıramayıp  duvarları aştırdığın o  acının ifadesi gürültünü,  kavganı  ne çok özlemişim bir bilsen; eskiden hiç olmazsa bir insan öldüğünde  azıcık susulur, ağlanırdı,  gülen biri ayıplanırdı. Senin yıllardır olmadığın bu dünyada şimdilerde, artık cenaze evine taziyeye gelmişlerde gizlemeye gerek bile duymadıkları sahte bir hüzün, samimiyetsiz bir yas havası; güleni, fıkra anlatanı, şakalaşanı; bilmesen cenaze evi olduğunu,  sünnet  evi  sanırsın; güya  sevdikleri bir insanı kaybetmenin ya da kaybedenin acısını yaşamaya, paylaşmaya gelmiş insanların  ölen kişiye  bu saygısızlıklarını… terbiyesizliklerini gelenek haline getirmeleri ayıbın, densizliğin ta kendisi. Mezarlıktan evinize gitseydim odana, eşyalarına, dertleştiğimiz kahverengi kanepeye, bira şişelerini fırlattığın, gitarını dayadığın duvara  bakmaya… evet dayanırdım… sevdiğini birini kaybeden herkesin  yaptığını  yapıp; ölerek dayanırdım. Kan çanağına dönmüş ağlamaktan şişmiş gözlerim  başkasınınmışçasına  ellerimi, yüzümü yıkamış  üstümü değiştirmeden öylece yatağıma uzanmış; Can’nın  ölümü sonrası beni bir kez daha , defalarca öldüren  cebinde yediği dondurmalara ait biriktirdiği iki tane  tahta çubuğu bulduğum haki renkli şortuna, minicik çoraplarına,  oyuncaklarına  sarıldığım gibi  belki de  o ân hayattaki en iyi sırdaşıma, yoldaşıma ait bir şeye tutunarak, sarılarak  varlığını anımsamak, ölmediğini bilmek  istediğimden anneme seslenmiştim ‘ Haldun’un askerden yolladığı mektup vardı ya nereye koyduk hatırlıyor musun‘;  ‘sizin  eşyalarınıza karışmam ben  ama o  ilkokul karnelerinizi  de sakladığımız  mecmuanın arasına koymuş olmayın‘ .Bir duvarı boydan boya  kütüphane kaplı  odadan; gazetelerin kupon karşılığı  bardak, çanak, dantel, televizyon dağıtmadan   önce ilk  verdikleri ki o güne değin pahalılığı yüzünden  zengin ailelerin evini süsleyen  orta okulda, lisede ödevlerimizi yapmak için gerekli olduğundan  biz fakir ailelerin  çocuklarına, zengin aile  çocuklarına   yalakalık yaptırtan,  siyah renkli  ansiklopedi cilt, cilt Meydan Larousse’ların   konduğu geniş rafta;   dokuzyüzaltmışlı yıllara ait   onbeşe yakın hayat mecmuasının bir arada ciltlendiği üç, dört ansiklopedi kalınlığındaki  mecmuayı alarak  odana dönüyor, yatağında  sayfalarını karıştırırken   annenin salondan ‘buldun mu  ?  annesi ??? ne talihsiz kadınmış…Allahım…zavallı kadın  ne yapsın… nasıldı..’ seslenmesine  ‘nasıl olacak anne! nasılll ????  kadıncağız bu defa gerçekten öldü’yle  cevaplayacaktın. Mecmuanın sayfaları arasına sakladığın geçmişe ait  onlarca yazı, mektup, oniki  Eylül darbesinde   hakkında hazırlanmış iddianame; Lise zamanının   meşhur  aktörlerinin, aktrislerinin;   hikayesi  keder akan Romy Schneider,  Alain Delon, Jean Seberg , Rita  Hayworth, Paul Newman,  Jean Paul Belmondo,  Gregory Peck , Bette Davis, Sophia Loren …., …. ‘in gazetelerden, mecmualardan kesilmiş  fotoğrafları, posterleri  ve  nihayet aranızda üç yaş bulunan  kardeşine yolladığı mektup; sanki iki saat önce gömdüğümüz sen değilmişsin gibi…daha dün askere gitmişsin de mektup yollamışsın gibi… ellerini tutar gibi tutuyorum, ikiye katladığın ince, düz beyaz bir kağıtla arkası boş yarım bir kağıda,  ince uçlu mavi tükenmezle yazdığın bana göre bir buçuk,  sol üst köşesini parantez içinde numaralandırdığından sana göre  (beş) sayfalık  mektubunun birinci sayfasının  sağ üst köşesinde ‘6 Ocak 1990’ tarihi;  zar zor okunan   doktor  yazısına benzeyen el yazınla yazdığın   Lise sona kadar görülen onca dilbilgisi, edebiyat  dersine  inat  imla hatalarıyla dolu  mektup; ilk okuduğum günkü gibi ‘Haldun işte’yle  güldürüyor  beni, yine.

 

 

 ‘Merhaba …..Nerden başlasam bilmiyorum.Şuan saat sabahın 9.30 u falan biraz önce güzel bir kahvaltı yaptım şimdide çayımı içiyorum.eh birde cıgara yaktık.Oturduk mektup yazmaya daha askere geldiğimden beri yazdığım ilk mektup.Daha önce yazmadım.Çünkü hem zaman sınırlı, hemde sen bilirsin işte;ben pek  mektupla falan uğraşamam.Bakıyorum hala o komplexlerinden kurtulamamışsın salak herif yok arkadaşlığını ispatmışta bilmem ne çan çan.Mektup yazmadım ama sü-rekli telefon numaranı bulmaya çalıştım bir ara Cengiz aptalından istedim.yok dedi bizim Oğuzhan’a söyledim O da Mustafa’dan alamamış sanıyorum.Bana yazdığında telefonunuda yaz.Vereceğim telefonlardan benide arayabilirsin (mesai saat-leri dışında) Eğer ararsan önce beni çağırmalarını söyle 10-15 dk sonra yada saat vererek yeniden ara.telefon numaralarım 146905, 150897 Birinci telefon santral ordan Özel Görev Birliğini bağlatacaksın, ikinci telefon ankesörlü.

 

 

Buraya kadar yazdıklarımı sabah yazdım şimdi saat 19 civarı.Sabah iştima var dediler kalktık, gittik.İştimadan sonra da spor dediler tabi  …. …. aynen arazi öğleden sonrada çarşıya çıktım.ve ilk defa içmeden döndüm.Geldim, geleli pek içemiyorum ancak çarşıya çıktığımda! Kayseride paraşütçü bir öğrencim onun dükkanında (fotograf stüdyosu) çekiştiriyorum.Yılbaşında 4 matara bira ısmarladım.Hani o senin yolladığın paradan, Kesin getiriler diye başkasınıda ısmarladık.Sonuçta keleğe gelip çok içtim tabi turşu gibi oldum.

 

 

Mektubu aldığım gün bayağı şaşırdım akşam saate yemekhanede oturmuş  son 1000 liramla yarım paket sigaramı nasıl değerlendirsem diye düşünürken senin mektubun geldi hadi içindede ellilik.Askerde elime geçen ilk mektup seninki oldu ve birden ilahi bir güç mektup yağmaya başladı.Parayı görünce önce çok küfrettim, geri göndermeyi düşündüm, sonra vazgeçtim.Sağol.Hayvanlık edip bir daha aynı şeyi yapma, geri yollarım.Fırçaya başlamışken, solucan kılıklı herif tavuk meselesinden bahsedelim.gelince tavuk yerine senin tüylerini yolacağım.Dondurma gibi  kalınca  artık evlenemezsinde beraber içeriz.Hayatını değiştirmeye pek niyetli olmadığını görüyorum.Unutma yaşlanınca fazla rakı da içemezsin, çükünde kalkmaz.Ulan burada bile senden geç yatıyorum.Bide utanmadan 21 de yatıyorum yazıyorsun.Eh namazada başlada tam olsun.Çok isterdim burada benim erim olarak askerlik yapmanı.Seni ne döverdim biliyor musun .Hergün postal parlatırdım, tuvaletlere kolunu soktururdum.Askerlikten anlatalım birazda .lanet olsun.İnan ….Beter bir şey, sinirlerim anneanneme döndü. Hani ben adam dövmeye karşı idim ya.love story o.Her gün adam çarpıyorum.Beni en çok üzende sevgili göbeğim beni terk etti 85 kg ye düştüm.Birliğim Türkiyede eğitimi, sporu, disiplini en çok olan birlik. Mıke Tyson bile bu kadar spor yapmaz, sanıyorum.Isınmak için 8-10 km koşuyoruz.Hele o pentatlon geçmek, dağa çıkmak yokmu lanetler olsun.Anlayacağın Komandoluk yapıyoruz.Öğrenmediğim silah kalmadı diyebilirim.Bir çoğunuda kullandım.Atışlarım canavar gibide, sporda mahvoluyorum.Mart, Nisan gibi de doğuya gideceğiz ordada en zor bölgeleri bizim birliğe veriyorlar.dilerim kıçımıza Apo kurşunu yemeyiz.Fakat emin ol hala asker olamadım, acemiyken her tülü işten, özellikle spordan hep araziydim ama burada arazi olmak çok zor buna rağmen elimden geleni yapıyorum .Ulan bu mektubu bir okusalar var ya beni dine döndürürler.Askerlikten bahsetmek  ha! Aman Tanrım (yeni Rakı) 

 

 

Sakın ola:mektuplarında bu konulardan bahsetme okurlarsa öttürüverirler.Teyzeme söyle planlar çokiyi gidiyor 1-yat kaptanlığı 2-Norveç’te paraşütçülük  anlayacağın gelince karpuz satacagız.     O gitara da tel alsınlar ve benim için do çalsınlar arada bir de mi. Bende iyiki mektup yazamazmışım ha! Hele bak Cumhuriyet gazetesi gibi oldu.…. eve uğramana çok sevindim arada bir uğrayıp hallerini srarsan çok memnun olurum.Çok mutlu olduklarından eminim.İkiside bayağı üzgünler.Bir an düşündüm daha yazacak bir sürü şey var ama yeter artık yoruldum.Dünyanın bütün rakıları adına herkese selamlar!

 

 

Adresim:Özel Görev Birliği

               38055 Kökşkışla/Kayseri’

 



Ne kadar da güzel…ne kadar da yapılabilecek…gerçekleştirilebilinecek  hayallermiş;  sorgulamadan katlanmanız, oyalanmanız için insana hep  kolay bir  ideal… bir hayal verdiğinden belki de  çoğu kişinin er ya da  geç önemli bir olayın başrol oyuncusu, şöhret olmayı umut ederek ömrünü tükettiği bu hayat; devlet, toplum, ailece   dayatılan, biçilen role  alışıldığından dışına çıkmanın  zorluğunu suratınıza suratınıza vurarak  fark ettirdiğinde, pek çok şey için  geç kaldığınızı anlarsınız ki  eğer bir ev, bir aile, bir çocuk, bir araba, iki yabancı dil bilme, master yapma, sanatçı, yazar, doktor olma, daha yeşil bir çevre, daha demokratik bir ülke gibi   gerçekleştirilebilecek  bir hayal…bir idealse verilen  bu defa da  hayaliniz gerçekleştiğinde her şeyin  zaten sonu gelmiştir zira artık ne  başka bir hayalin peşinden koşacak  yaşta,  ne de   heyecan da  değilsinizdir üstüne artık hiçbir şey umurunuzda da değildir.Haldun sen; gerçekleşmesi için devlere savaş ilan ettiğimiz,  uğraş gerektiren, on üç, on beş  yaşından yirmi yedi  hatta otuz yaşına kadar neredeyse ömrümüzün yarısını kaplayan  hayalimizi; devrimi yapamayınca, sosyalizmi getiremeyince   hiçliği iliklerimize kadar hissedip o yaştan sonra nihayet annemize, babamıza, kardeşlerimize, arkadaşlarımıza, akrabalarımıza memuriyet yaşayanlara bakıp ‘ulan ne yapıyoruz biz…ben.. böyle olmamalı, olmayacak benim sonum’ dediğimizde, sonumuzun büyük ihtimalle "öyle" olacağını ta o günlerde gözlemlediğinden belki de bir türlü kendini bir yerlere,  buraya ait hissedemediğinden hep uzaklara… bu Ülkeden, bu insanlardan,  bizden…hepimizden uzak  yerlere  ta Norveç’e uzanan hayallerin bir o kadar da  doğru tam sana, karakterine  göreymiş.Tek bir insanın ölmemesi için çırpınan,  Vietnam’da  yaşanan  ‘savaşa hayır!’ için onlarca korsan mitinge, panele, gösterilere katılan,  yasa olsa ya da elverseydi vicdani retçi olacakken askerliğini Doğu’da, Kürdistan’da yapmak; Halkların kardeşliğini dilinden düşürmeyen sana verilecek büyük cezaydı. O cezaydı işte,  seni parçalayan, kendinden uzaklaştıran.Asırlarca  zalim bir asimilasyona, baskıya tabii tutulmuş Kürtlere yapılan zulme, katliamlara karşı  ırkçı devlet darbeleriyle, silahlarıyla ezdiğinden; vatandaşı sayıldığı  ülkesinde sırf etnik kökeni Türk değil diye nefes almasına fırsat tanınmadığından  ‘artık yeter’le  hakları, dili, kültürü  için mecburen  dağa çıkmak zorunda kalan bir zamanlar mücadelesini desteklediğin  Filistinli gerillalar gibi  eline silah alan Hevallerinle savaşmak; asıl bir insanı öldürmeye mecbur bırakılmak… öldürmek  yeterliydi zaten benliğinin, senin paramparçalığına  ‘gözlerimin önünden hiç gitmedi hiç.Gerilla giysisi içinde inan bıyığı terlememiş bir çocuk…yanında daha memeleri çıkmamış  yarısı az ötesine düşmüş puşisinin, diğeri de toprağı örtmüş uzun bal rengi saçları kanlanmış kız çocuğu.Cesetlerinin yanına  çömeldim; kız   can çekişiyordu, oğlan çoktan ölmüştü. Kan… buhar tüter mi? tütüyordu, sıcaktı.Kız   öyle bir baktı ki bana can çekişirken,  acıyla kıvranan ama konuşamayan kalpler, gözler  vardır hani…. o kız; o  hayatının son gücünü kullanan o  kız… işte  öyle baktı bana   ‘ahhh annem’  ya da ‘ beni öldürürdünüz ama sanıyor musunuz ki…  bitecek  Yaşasın !’ der gibi bir şey  söylemek  istedi;  ben ‘annem’i ‘ duydum, belki de duymak istediğim o olduğundan. ‘ Komutanım’  dedi bir er ‘bırakın  bu o..rpunun   işini  bitireyim’ ; ‘ölüyor oğlum, savaşta da  olsak   ölmek üzereyken bir insana kurşun sıkılmaz…’ ; ‘ama komutanım vatanı bölen bu hainler,  teröristler yüzünden buradayız, dün Hasan onbaşıyı bunlar vurdu, bunlar yüzünden yetim kaldı çocukları’;   ‘görmüyor musun…bak öldü ’ diyerek kalktım. Belki gördüğüm ilk terörist ‘ susuyor  sonra ‘ gördün mü bak resmi ideoloji insanı nasıl da  esir alıyor beni bile,  gerilla ölümü olduğundan; yok, yok  o uçsuz bucaksız  dağların, sarp kayaların,  helikopter, uçak, bomba, silah  seslerinin ortasında  çocuk  masumiyetimi… inandığım ideal uğruna gençliğimi gözden çıkarışımı, feda edişimi  hatırladığından belki de,  yıllar geçti unutamadım can çekişen o kızın gözlerindeki  bakışı’ diye tamamlıyorsun konuşmanı.  ‘ Sen!  birini mi öldürdün, bir can mı aldın bu dünyadan,  nasıl yapabildin? Ya tamam insanın düşünceleri zamanla değişebilir ama insanın  evrenselliği tartışılmaz demokrasi, insan hakları, özgürlük, eşitliğin yanındaki  duruşu,  savaşa, işkenceye  karşıtlığı değişmez kriterleri olmalıdır. Nerede olursak olalım  bu değerleri savunmamız gerekmez mi?’ ; ‘ ne diyorsun sen! Sırf, sen böyle düşün diye ölmeli miydim ben?  Savaştaydık savaşta… karşındakinin seni düşman gördüğü, bildiği  savaş meydanında; dağda, ovada  ya öldürecek ya da seni düşman gören tarafından öldürüleceksin. Vurulsam, ölsem  kaç kişi ‘bir insanı öldürmemek için öldü. Öylesine tutarlıydı ki  savaş karşıtı düşüncelerine  ihanet etmedi  bravo  Haldun’a diyecekti ? farz et  dediniz, o yüzden ölüp ölmediğimi bile bilmeyecektiniz ki o da ayrı bir mesele; başka benim için ne yapacaktınız anıtı mı dikecektiniz adıma…geç bunları zaten manyaktı diyecektiniz…manyak… savaşta kendisine silah çekmiş birini öldürmemek için silahına davranmayacak kadar  aptaldı. Savaş bu  kızım! öyle okuduğun…öyle okuduğumuz romantik satırlarına bayıldığın Savaş ve Barışa, Çanlar Kimin İçin Çalıyor’a benzemiyor yaşanan.Ama hakkını yemeyeyim  Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ! olduğundan ona benziyor savaş; kan, barut kokusuna karışan yanık et kokusu, havada uçuşan bir parmak, bacak, kol;kopan, dışarı akmış delik deşik bağırsaklar, yarılmış bir karın ….’   Kulaklarımda sesin, mektubunu bastırıyorum göğsüme  ağlıyorum; hıçkırarak ağlıyorum.Odanın kapısında beliriyor ‘Yapma!!’ diyor annem ‘yapma bunu kendine! O,  kendisi ölmek istedi’. Ne yapacağını bilmez halde yatağımın kenarına oturuyor  ‘ne büyük  teselli…kendisi değil anne! yaşadıkları ölmesini istedi, öldürdü…’ çaresizce  bana, sayfası açık mecmuaya bakıyor ‘ gün gelecek acıyı  da tüketeceksin… hayatını eskisi gibi oldurmayacağı başından belli  seni alt üst eden bir haber duyarsın, kötü bir olayla karşılaşırsın hani taş atarsın  da suya  ilkin büyük bir halka oluşur  dalgalanır … dalgalanır… dalgalanır...  nefesini kesecek kadar  sonra bir   bakarsın durulur su, her şey ilk haline döner  gibi olur  ama o  taş hep suyun… hep hayatının  içindedir; ilelebet. Daha çok gençsin, arkadaşının ölümüne  dayanamayacağını sanacak kadar genç ama senin ilk kaybettiğin arkadaşın  Haldun  değil ki, sen devrimciyken o kadar çok arkadaşını kaybettin ki.  Aytül vardı hani bizim eve de gelen Döndü’nün kardeşi… Fevzi, Metin…onlar öldüğünde de bu haldeydin. Hatırla Leyla öldüğünde de o küçük yaşına rağmen ne kadar üzülmüştün bugün kaç kere hatırlıyorsun Leyla’yı. Ben daha çocukken dört yaşındaki kardeşimi; sen doğduktan sonrada annemi, ağabeyimi, amcalarımı  çok insanı kaybettim ama sen acılarımın farkında bile değildin. Sözlerim şimdi sana çok acımasız, gaddarca geliyor ama demem o ki, bir gün…’ ; ‘Anne!  artık bir şey söyleme ! ben bu haldeyken; kalbim ağrıyor…acıyorken bir şey söyleme ne olursun‘ Hiç değişmeyecekler hiççç; kötü, acı bir olay yaşıyorken etrafındaki herkes neden örnekleme yapmadan da geri kalmayarak  kendini bir şey söylemek zorunda hissediyor…susması gerekirken; bir şey söylemek zorunda olunmadığını anlamak bu kadar zor mu? Annemin söyledikleri… Aytül, soyadını dahi unutmadım Acarbaş. Bindokuzyüzseksenin beş  Nisan’ı  on iki Eylül’de tutuklandığında  delil diye önüne sürecekleri sana çok benzeyen bir kadının eline tuttuğu  beyaz bir kartona kırmızı boyayla yazılmış “141-142 Kaldırılsın” pankartları, flamalarıyla güneşten korunduğun  Eskişehir 'de İstasyon Meydanındaki  Demokratik Hak ve Özgürlükleri Koruma mitingine katılmak için  Ankara’dan gelen Aytül ve Mahmut Doğan’nın da içinde bulunduğu  grup;  ülkücülerin elinde  olduğu biline biline neden oradan geçirildikleri sır kalacak Hamamönün’de silahla taranacak; Aytül ve Mahmut orada öleceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti adlı bağımsız ülkede kendine müttefik ülkücü hareketi seçmiş NATO-Amerikan işbirliğince kurulmuş Özel Harp Dairesince;  faili meçhul cinayetlerde, provokasyon kokan  eylemlerde gayet güzel kullanılacak; onlarca insanı hayatından eden  kanlı olaylara, katliamlara  “ne için öldürdün? Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için! vatan toprağı kutsaldır kaderine terk edilemez”i  gerekçe göstermekle kalmayıp  “bunun için kaç kişiyi öldürdün?” sorusuna da  pişmanlık yerine  gurur yüklü  “yaklaşık yüz, yüz elli devlet düşmanı komünisti hakladım”lı  cevap verecek ülkücüleri silahına davrandırıp cinayet işleten bunu da devletin bekası için  yaptığına inandıran; Türklerin uğurlu sayısı dokuz'dan esinlenmiş ırkçılığın süslenip,  püslenerek  pazarlandığı MHP’nin biatçı Dokuz Işık  ideolojisi olacaktı. Yıllar, yıllar sonra yedi TİP’linin öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı hakkında “Bir sıcak çatışma varsa buna da yarı askeri harekât diyelim; bunun bir istihbarat bölümü, bir lojistik bölümü olmak zorunda. Bunları yapmıştık” diye konuşacak Ercüment Gedikli, Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı, Mahmut Korkmaz, Kürşat Poyraz gibi  tetikçi kullanılan onlarca ülkücünün   faşist saldırılarında Mehmet Dağbaşı, Hüseyin Yabuz, …,  Ali Haydar Alaydın, Nevzat Bulut, …,  Aytekin Taş, Cemal Bülbül… Çorum, Maraş katliamlarında hayatından edilen  onlarca insanın yitişi  karşısında mücadeleyi sekteye uğratacağından yas tutmaya, duygusallığa izin vermeyen faşizme karşı  kavgada   ölen ölürken,  kalanların  arkalarına dönüp bakmadan mücadeleye devam etmeleri gerektiğinden miting alanına Hamamönünde ki faşist saldırının haberi ulaştığında “Faşizme geçit yok”,  “Aytül’ün…Mahmut’un hesabı sorulacak”, “Yaşasın Ulusal Demokratik Cephe” , “Yolumuz işçi sınıfının yoludur”  sloganları atılarak  mitinge  devam edilecekti. Şimdi nasıl da korkunç…nasılda vicdansızca  geliyor Aytül öldürülmüş kanlar içinde sokakta yatarken kürsüde  konuşulanlar…attığımız sloganlar…ettiğimiz devrimci ant...ama o gün  ‘devrim yolunda her  şey olur, yanı başınız yoldaşınız öldürülür ama siz yoldaşınızın elindeki bayrağı alıp “devrimin  şanlı  yolunda” yürüyüşünüze devam etmelisiniz yoksa başaramayız’ı kabullendiğinizden  yaptıklarınız o kadar olağan…o kadar  normaldi ki. O akşam televizyonda haberlerde Eskişehir de  yapılan mitinge saldırıldığını duyan annenin ‘Aytül…ayyyy Döndü’nün kardeşi değil mi? Allahım…bugün miting mi vardı?  yoksa… doğruyu söyleyin’ şüpheleriyle  kötüleştiğini haber verince kardeşin  mitingden  iki gün sonra Ankara’ ya  eve geldiğinde  annene sarılıp birlikte ağlamıştınız Aytül’ün öldürülmesine. Tamam belki doğru,  belki de  yanlış annemin söyledikleri  ama şu anda Haldun seni kaybetmişken  yeri, zamanı mı deneyimlerini aktarmasının? Yüzüne karşı  ‘bir şey olursa sana  yaşayamam; yapamam devam edemem hayata’ dediğiniz; evlat, sevgili, anne, baba, yoldaş  her kimse; teyzesinin zeytin gözlüsü  Can’ı kaybettiğimde de ’ Can…Can… senin içinde  olmadığın  bir hayatı bilmiyorum ki ben ! şimdi sensiz hayat nasıl olacak… nasıl? Oreo, Nestle gofret almak için senin açmadığın buzdolabını ben nasıl açacağım…yiyemediğin karpuzu nasıl yiyeceğim… nasıl içime çekeceğim bir leylağın…kuaför Hüseyin’in dükkanını sarmış hanımelinin  kokusunu… nasıl sevdiğin pembe kılıflı yastığa koyacağım başımı’  diye kıvranırken Haldun! hatırladım seni toprağa verdikten sonra da   aynı şeyleri   düşünmüşüm  ‘içmediğin Gitanes’ı, Samsun’u nasıl çekeceğim ciğerlerime… bir daha nasıl dinleyeceğim  Rodrigo’nun Gitar konçertosunu…sonbaharın güzelliğini görmek için  Botanik parkına nasıl gideceğim sensiz…sensiz’.  Haldun’u, Can’ı  kaybettiğimde yapamayacakken, devam edemeyecekken hayata nasıl yaptığıma, nasıl devam ettiğime bakarak; öyle  onsuz yaşayamam, yapamam diyen onca insana ‘yalan bu söyledikleriniz  hep yapmadık mı? Her bir yeni gideni, vefat edeni  duyduğumuzda içimizdeki sızının derinleşmesiyle devam etmedik mi  köhnemiş dünyadaki yaşam döngümüze…ettik işte; zamanı da geri alabilsek diyerek.’ demek geliyor içimden ama hiç gereği yokken  kendimi tutuyorum. Hayat... gerçekçi bir insan için bile fazla gerçek; anlam verebilmek, kabullenebilmek  yokluğu…bitişi… yakıştırmadığından ağrına gider ölümü; anıların gözünün önünden uzaklaştıramadığı ;  bakış, gülüş, ses, merhaba, hitap, anlatım, oturuş, yürüyüş, sesleniş, güvenme, sevme, benimseme, yaklaşım, varlık ve  ruh. Korkar insan… kaybettiğim ileride bir gün ya zihnimde silikleşirse diye korkar. Bir fotoğraf, bir giysi, bir mektup, bir video, bir yazı kaybediş hiç olmamış…hiç yaşanmamışçasına kandırır seni; tamamen gitmiş olamaz, dönecek  dersin... tamamen gitmiş olamaz…Annenin anlattığı suya  atılan o  taşların büyüklüğünün   önüne gelen her şeyi alıp götürecek  bir taşkınlığa, sele  yol açabileceği gibi birini kaybediş, terk ediliş, terk ediş ya da devlet, aile, arkadaşlar tarafından istenmemek…ötekileştirilmek vari  karşılaştığın herhangi bir davranış; aldığın, duyduğun bir  haberin acıtmasına,  iyiliğine, kötülüğüne,  büyüklüğüne göre   belki  olumlu,  belki de olumsuz  değişecek hayat da  kimi zaman dalgalanan…kimi zaman durulan…kimi zaman çoşan…taşan   su gibi   hep akmadı mı; süre gidene, olagelene, olageleceğe,  olmak zorunda olana  aldırmayarak.Senin yaptığın, intiharın  belki ölümün en acı vereni, en vuranı  ama en nihayetinde senin de çok iyi bildiğin;   ölüm değil mi Haldun? İki ağabeyini toprağa verdikten sonra yaşamın  nasıl akıp gittiyse,  senin öldüğün gün de bıraktığın yerden öyle akıp gitti hayat. Bakışlarına sinmiş büyük bir endişeyle  o ânda orda olmadığını bilerek sana bakan annen, sayfası açık mecmuaya göz ucuyla bakarken  sorsam mı, sormasam mı ikileminde ama eninde sonunda soracağı; hayatın kimseye acımayan ‘ o ölen ölür bana ne ben yoluma devam  ederim’  vurdumduymazlığını  hatırlatan  soruyu  soruyor  ‘akşam…  daha Haldun’un ölüm  haberini almamışken  yılbaşı için… dayınlar da gelecek sonra diğerleri, istemiyorsanız iptal edelim’  sözlerine sinmiş, uzun bir süre takılı kalacağın  büyük bir öfkeyle   ‘ bu günün yılbaşı olduğunu, insanların yeni yılı  kutlayacağını bile bile,  kendini bugün  öldürdü  değil mi ? ölümümü kutlayın, şerefime için  demek değilse nedir bu? Madem öyle niye iptal edelim ki? Bırakalım şerefine içsin insanlar’ diyorsun. Ölene kızmak … saçma geliyor değil mi? Niye saçma, ölene değil kendini öldürene kızmak yaptığım. Sonuçta nasıl gerçekleşirse gerçeklesin adı; ölüm… onun  hayatı bitmiş,  sen yokluğuna  kızıyorsun; seninle kalmadığına... insanın doğası böyle… doğası... kalanlar gidene öfkeleniyor… sana  kendini iyi hissettirmiş yaşanan  ânların; bataklık gibi seni içine çekmesiyle nefes alamamanın; o ânların tümüyle gittiğini anlamanın, ayılmanın üzüntüsü  yerini öfkeye bırakıyor  ki ölen… ayrılan…kaybettiğin  bir zamanlar senin canın değildi sandıracak  öfken  yalnız kaldıran, bıraktıran  kalbini delmiş merminin;  üstündeki örtüden başka bir şey değil. Ama işte öfke güç isteyen, enerji isteyen bir şey olduğundan  çok    süremez; bir bakarsın gideni hatırlatan  bir gitar sesi, birinin  saçını onun gibi taraması,  vitrinde gördüğün bir oduncu gömleği, market  rafındaki  Samsun sigarası, kaşı alaycı bir şekilde havaya kaldıran müstehzi bir bakış, bütün öfkeni alıp götürmüş. Doğanın hiç teklemeyen gerçekleri, her şeyin olduğu gibi  öfkenin de sonunun olduğunu söylüyor; bitecek işte öfken de her şey gibi…ve bitti de.


Galiba, kendini öldürmeyi Lou Salome’nin söylediklerinin arkasına sığınarak açıkladığın  o Pazar günü sonrası  ertesi gündü, işyerinde  kimse yokken çalan kapıyı açtığımda karşımdaydın ‘kapıyı niye sen açtın, Nuray  yok mu?’; ‘öğle tatilinde, ne iyi ettin de geldin’. Canın sıkıldığında ya da iş görüşmesi için  mahalleden Kızılay’a indiğinde  işyerime uğramayı alışkanlık haline getirmiştin öyle ki  büroda  sık sık seninle karşılaşan, büro hizmetlisi şimdinin  “ofisgirl”ü  Nuray’dan; kimseye güvenmeyip işyerine gelen herkesi de  rakip inşaat firmaların adamı sanacak paranoyaklığı tavan yaptığından   işe alacakmışçasına  CV’ni öğrenmiş   patron,  bir gün   ‘efendi çocuk, birkaç ihale daha alırsak buraya  alalım Haldun’u‘ diyecekti ki  boşuna umutlanma diye söylemediğimden  bunu hiç öğrenmeden göçecektin bu dünyadan. Şirketin  çalışanıymışçasına ‘inşallah Nuray çay demlemiştir’le elimi sıkarken,  eğiliyor yanaklarımdan öpüyorsun  ‘çıkmadan demlemişti. Sen geç.Ben çayları doldurup geliyorum.Her zamanki gibi su bardağın da içersin değil mi’ ; ‘ aşağısı kesmez, sek  olsun,  rakı gibi’ . Ancak iki kişinin hareketine imkan tanıyan  küçük mutfakta, altı hafif yanan ocağın üzerindeki  kaynayan demliği alıyorum ‘ahhh Nuray ahhh ne tembellik, lavabonun içine doldurmuşsun bulaşıkları, çıkmışsın. İki dakikanı almazdı bunları yıkamak, üç dakika geç gitsen sanki ne kaçıracaksın hayattan.Gittiğin yerde yer olsa Onur Çarşısı.Koridorlardaki tezgahlara yığılı mallar arasında işe yarayacak bir şey bulmak için  saatlerce üst üste atılmış tişörtleri, kazakları, etekleri   alt üst etmekle uğraş dur …’; ‘ biriyle konuşuyorsun   sandım, kime ?? ne ?? söyleniyordun’  öyle dalmışım ki  sesini duyunca birden irkiliyor, bağırıyorum ‘ayyyyy hay Allah korktum,  az daha demlik kayacaktı elimden. Nuray’a söyleniyordum, herkeste  bir  para düşkünlüğüne  eşlik eden para kazandığı işi de yapmama, kaytarma isteği. Bünyelere zerk edilmiş atalardan miras bir tembellik ki  akıl alır gibi değil. Mutfağın haline bak’; ‘kızın mutfağı düşünecek hali mi var? koca derdinde, o saçlarla kocayı da zor bulur.Onlar nasıl saçlardır öyle. Uyarsana, kabartıyor, kabartıyor, yetmemiş kötü kirli bir sarıya da boyamış,  yakıştığını sanıyor herhal’;   ‘Harika Avcı’nın saçlarına benzetmeye çalışıyor,  genç kız özeniyor işte.Öyle konuşma, herkesin yaptığı ama bizim eleştirdiğimizi  yapma ! tedavisi olmayan tek hastalığa, hepimizde var olan demeyeyim de var oldurulan  önyargıya teslim olma bayım! “birçok insan düşündüğünü sanır, aslında yaptıkları sadece önyargılarını yeniden düzenlemektir.” demiş  William James’i  de  haklı çıkarma, tut  şu bardağı’  ; ‘kim, kim dedin???’ ;’ William James ‘ ; ‘ilk defa duyuyorum adını.Askerlik yüzünden çok cahil kalmışım çokkk’ ;’ sen Amerikalı filozof  William amcayla da çok iyi anlaşırdın  “insanın bu dünyadaki durumu kütüphanede ki kedinin durumu gibidir, görür, duyar ama bir şey anlamaz “ kısa ama net konuşmuş değil mi’; ‘ vay be klas adammış, Nuray’ın saçından konu nasıl  neydi adı; ha William James’ e geldi anlayamadım ya neyse’;’ neyi anlamadın Haldun, sende diğer insanlar gibi  herhangi bir kişiyi ilk gördüğünde o insana dair zihninde  oluşturduğun  yargının, düşüncenin  doğru olmasını istemekle kalmıyor, onu o insanın davranışında, düşüncesinde görmek, yaşamak da istiyorsun.Bir keresinde  dolmuşa bindim, iki kişilik koltuğun kenarına ilişmiş yanı boş  bir gence  ‘koltuğa geçebilir miyim ‘dedim.Ses, seda yok yalnızca bacağını topladı geçmem için  ‘suratsız , insan taş olsa da bi gülümser’ diye geçirirken içimden,  baktım  uzatılan paraları da şoföre iletmek için almıyor.İnsanlar da bir homurtu  şoför ‘ beyler, hanımlar  sağırdır o işitmez ‘ dedi. Nasıl utandım.Demem o ki önyargı, insanın kalbine giden tüm yolları tıkayan  ağır bir kaya parçası. Nuray’da  senin düşündüğün gibi çıksın  istiyorsun ama değil işte’ ; ‘pes ettim, tamam Nuray koca peşinde değil ayrıca  biliyorum ki insanın  zihindeki kategoriler, kalıplar, şemalar ailesi,  yaşadığı çevre ile uyumludur;  önyargılarımızda  onlardan bağımsız ortaya çıkmaz. Bizi de yakıp yıkmadı mı bu önyargılar  giyimine bakıp  “cık, bu parlak ayakkabıyı giyiyorsa…böyle giyiniyorsa  bundan bir cacık olmaz”  ,  “saçını boyayan…renkli, dar pantolon giyen  bir erkekten adam olmaz”  demedik mi ?’ ;’parantez aç, metroseksüel erkek, sapyoseksüel kadın tabiriyle tanışmadığımızdan olsa gerek’ ; ’Öyle değil ama öyle olsun.Sen bilmiş  hanımefendi herkesten daha ileri gidip de “ adı  Şükran olan herkes  kompleksli ve de kötü” demedin mi  bana’  gülüyorum ‘unutmuştum; sen unutmamışsın’;  ‘çay ne güzel koktu’ , ‘patron seviyor diye bergamot koyuyor Nuray. Haldun! orda dur’; ‘ne oluyor, nerede durayım?’  odanın yarısını kaplayan kocaman kahverengi masama koyuyorum  bardağı ‘Şükran  deneyimler sonucu elde ettiğim bir sonuç tam ona yakın ismi  Şükran olan kadın tanıdım, keşke biride beni yanıltsaydı. Hem benim bu önyargım başkalarının hayatına, malına  kast eden önyargıların yanında…anneannem  “varma yezidin yanına  kokusu siner canına.. ne yaparsan yap  Muaviye’nin tohumundan dost  olmaz sana” derdi. Senin annen de  “ Kızılbaş oğlum onlar mum söndürür, bacı, kardeş bilmezler…gavurlardır…ne buluyorsun onlarda. Gidip gelme onlara, günahkar olacaksın” demedi mi, hemde defalarca ve bize de duyurarak. Daha ileri gidip Kurban Bayramında size getirdiğim kurbanı çöpe atmadı mı  sırf Alevilerin  malı mundardır diye . Ermeni tehciri, altı yedi Eylüller, insanları gözünü kırpmadan  öldürten  Maraş, Çorum, Sivas  onlarca katliamın baş mimarı  önyargıların ayaklandırılması  değil miydi? Ha  kendi adımıza biz önyargıları ezip geçtiğimiz iddia ediyoruz ama bak  kaçtır söylüyorsun  Nuray  koca derdinde diye.iki yıldır birlikte çalışıyoruz öyle bir tutumunu, tavırını da görmedim’  Masanın  önündeki  karşılıklı  iki koltuğun ortasındaki  sehpaya  koyarken bardağını  ‘saftiriğin teki sen anlamazsın, aklın da ermez aşk meşk mesellerine. Bütün kadınları  kendin gibi sanman da en büyük önyargın. Bırakalım bu Nuray mevzusunu, sıkıldım…offff  masan ne  kadar da  büyük,  daha geniş bir yere taşınsanız, pinti patronun kıysa paraya;  iki koltuğa  ne gerek,  tek koltuk yeterdi bu odaya, ayaklarımı sığdıramıyorum, sehpanın altına uzanıyor’;  ‘ masa da boş yer var mı? her yeri dolu, bu masa muhasebeci masası oğlum! Hem  büro mobilyaları ortalama Türk’e  göre tasarlanıyor, standartlarımıza uymayan Hitler’in üstün ari ırkına mensup senin gibilere göre değil. Dur şöyle alıcı bir gözle bakayım sana, cidden de  Avrupalılara benziyorsun.Bir kere boyun ortalama bir Türk’e  fark atacak kadar uzun.Nazi Almanya’sında  yaşasaydın çok  iyi SS subayı çıkardı senden’; ‘faşist Evren’nin 1982 Anayasasına %98’le evet diyen halkımız gibi  Almanya’da 1940’ lar da  çoğunluğun Hitler’in ardından gittiğini, pek çoğunun da  SS subayı olduğunu düşünürsek ‘olabilirdim de’yle  çayını yudumluyorsun.Konuşmaktan hoşlanmadığın bir konunun rotasını değiştirmek için herkesin yaptığını yapıp; kişiyi konuşulandan  ayıracak  alakasızlıkta soruyu  soruyorsun ‘ne diyorsun bu olanlara’; ‘hangisine, o kadar çok şey oluyor ki’ gülümsüyorsun  ‘neyse unut dediğimi.Çayın yanında ikram edecek sigaranda mı  yok?’ Tanıyanların   ‘ha o mu? otlanmak gibi kötü  huyundan dolayı yanında sigara paketi taşımaz ’ dediklerini hatırlıyorum.Belki de  hakkında öyle söylendiğini  bildiğinden aceleyle ekliyorsun  ‘sigara paketimi evde unutmuşum, Ahmet gibi konuştum değil mi o da hep unutur ya ‘


Yapma! yapma…yalan söyleme diye itiraz et, haydi! Niye ya niye ??? aklınızda, kalbinizde başkalarından farklı bir yere koyduğunuz gözünüzde yükselttiğiniz, yargılarına güvendiğiniz,  sevdiğiniz birinde  illaki bir gün,  birlikte ‘memlekette  nasılı oluyor da herkes hiç yere  iki ayağının üstünde yalan söyleyebiliyor, hemde  yalan söylediklerini herkesin  de bilmesine rağmen’le  yerin dibine batırdığınızdan  ondan  hiç  beklemediğiniz, görmek istemediğiniz  ‘diğerlerinden  farkın yokmuş … neden, neden sen onlar gibisin’ dedirtecek davranışa, düşünceye rastlama bahtsızlığı. Bakmayın siz  Marx’tan, Lenin’den, Freud’dan, Hegel’den, Keynes’ten,  klasiklerden, Nazım Hikmet,  Oğuz Atay, Server Tanin’li, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Harun Karadeniz’den onlarca felsefeci, yazardan alıntılarla süsledikleri, teorik  cümleler kurarak anlamlı, anlamlı konuşan   ‘cahillik diz boyu,  bir tek klasik romanın kapağını açmamıştır. Victor Hugo’nun adını bilemez… kendini boşuna tüketme; bir şey anlamaz o’yla  kendilerini mental geriliğine  inandıkları toplumun çoğunluğundan farklı, üstün, kültürlü,  bilinç yüklü  gösterenlere. Yalan söyleme, insanların yüzüne değil arkasından konuşma,  bir yemeğin ortasında geğirme, eliyle dişlerini temizleme, çaktırmadan burnunu karıştırma, hüpürdeterek çorba içme,  ‘ ben ödeyeyim… birlikte ödeyelim’ li  itirazdansa  karşısındakini kelek yerine koyup hesap ödetme, bir Cafe’de, bistro da, lokanta da  garsonu çağırma, sipariş verme  biçiminden,  evde sofrayı hazırlayana yardım edip etmemekten, ayda bir evde temizliğe gelen  kadına ‘o kadar para alıyor tabii yapacak’la posasını çıkaracak iş buyurmaya, etrafındakilere,  yaşlılara, çocuğuna   ‘bıktırdın beni’yle saygısızlık etmeye kadar  onlarca davranış, düşünceyle oluşan yaşamın pratiği var ya yaşamın pratiği; bir insanın emeğe değer verip vermediğinin, iyi, kötü, dürüst, mütevazi, çıkarcı, özgürlükçü, eşitlikçi, kültürlü, adaletli  olup olmadığının tek göstergesidir; gerisi fasa fisodur. İşte çiğ bir davranış, bir düşünce, bir bakış’lı o yaşam pratiğidir değer verdiğiniz kimseye yakıştırdığınız  beyefendiliği, hanımefendiliği de bir anda    tuzla buz edecek. Sizi hayal kırıklığına uğratan çiğliğin sahibi kişi de toplumun çoğunluğu gibi  verdiği imajına, mükemmel görüntüsüne   toz kondurmamak için  bahane  bulmakla   kalmayacak  ‘Ahmet gibi ya da Ahmet var ya o da hiç …’le başkasını da çiğliğine, kusuruna,  suçuna ortak etmeyi  unutmayarak insanı  aptal yerine koyma tavrını tavizsiz sürdürecektir. Karşılaşılan bu aşikar  aldatma, riya, çiğlik ve  ahlaksızlık barındıran olumsuzlukları  onaylamamasına rağmen  ‘beni  aldatmaya, yalan söylemeye, ahlaksızlığa  niye gerek duyuyorsun’   demeyip  yalanı, aldatmayı, çiğliği,  çirkefliği, ahlaksızlığı   adeta bir gelenek haline getiren kabullenme; insanların  o  tavırda… o kusurda…o çiğlikte…o yalanda… o aldatmada, ahlaksızlıkta  saplanıp kalmalarının nedeni,  körlüklerine de  bilerek,  isteyerek  yardımcılıktan başka bir fayda sağlamayacaktır. Haldun, seni  hoş gördürecek  ‘sigaramı bilerek evde bırakıyorum çünkü param yok demek varken niye yalan söyledin’ desem… zinhar olmaz !!! ‘şuna bak  altı üstü bir sigara, ne var o kadar maaş alıyor, bir sigara kaç para ki konuşuyor  diye düşünmez mi? İyi de böyle davranarak ‘ işsiz yahu boş ver’ le   içine acımayı da katacak gerekçeler üreterek  yalanı, aldatmayı basitleştirip, aklayarak  herkesi  canından bezdiren; riyakar, yalancı, kendini kusursuz sayan   toplumun, bireylerin  varlığına önayaklık, hizmet  etmiyor musun, muyuz? Hafızamı zorluyorum  onca  eylemde,  birlikte zaman geçirdiğimiz mahallede, evde, dernekte, yurt, üniversite ortamında,  çalışma hayatına atıldığım günlerdeki gibi “sigara otlananlar”a dikkat ettiğimi  hatırlatan bir ânı yakalayamıyorum.Hepiniz otlandığından olmasın?Yok…yok… o  günlerde gözlerdeki perde; Devrim; canınıza susamış faşistlere karşı ölüm, kalımlı mücadelede kenetlenip komün hayatı yaşadığınız erdemli yoldaşlarınızı gözlemleyerek kişiliklerini  tanımaya, kusurlarını öğrenmeye  zaman, fırsat bırakmadı ki, varsa da görünen  bir olumsuzluk görmezden geldiğinden    defalarca ‘nasıl olur  herkes onun bu özelliğini;  ayran gönüllüğünü…öğlenleri yarım saat uyuduğunu… o saatte kahveye gittiğini… sigara otlandığını…sıkışınca suçu başkasının üzerine attığını…yalan söylediğini…kaytardığını…insanı yarı yolda bıraktığını…kaçtığını…sadece kendini düşünen benciliğini  biliyor da… ayyy inanmıyorum ! sen yoksa bilmiyor muydu’nla karşılaşmış sen, zaten herkesi kendin gibi sanıp körü körüne inandığından  tanımak,,  tahlil, gözlem yapmak  aklına hiç  gelmediğinden doğrusu  öylesi bir yetenekten,  dikkatten de her zaman  yoksun olduğundan  ‘senden  hiç beklemezdim … meğer   hakkında nasıl da yanılmışım…senin bunu yapman…onun öyle çıkması  beni mahvetti’ dedirten  başını belaya soktukları, gözyaşlarına boğdurdukları gün tanıyacaktın etrafındaki insanları.Hani kişiyi lanetli  kısır döngüye iten, inanamadığınız özelliklerini,  karakterini  kesinleştiren  sözler, davranışlar  vardır ve  o sözler öylesine  de basittir ki “unutmuşum…kalmış.. .gidiyorum… ne yapayım…sen uğraş… bana ne senden”  gibi öldürür hem seni,  hem karşındakini de   farkında dahi olmaz onu kullanan. işte Haldun’un    ‘sigara paketimi evde unutmuşum’ da öyle basit  sözlerdendi.Haldun’nu dargınlığa itecek, belki  kalkıp gitmesine  neden olacak  ‘söylediğin yalan..’la başlayacak  konuşmayı yapmanı öğütleyen iç  sesini  susturup çekmeceyi açıyorsun ‘ bak ne var burada! tam  senlik, özel bir sigara.İstediğin gibi  de sert; Gitanes’  paketini kaparcasına  alıyor, kokluyor  ‘ kaliteli  sigara zaten serttir.Seviyorum Jitan’nın bu kokusunu; abim getirir arada sırada’; ‘şu THK’da pilot olan   uçuşa çıktığı gün dünyanın annene dar geldiği,  seni de paraşüt kursuna yazdıran  abin mi?’;’ anneme bakma sen!  annemi  günde sekiz saat işe girmiş say’; ‘aaa Ayşe hanım teyzem işe mi başladı, bu yaşta?’; ‘ yakında emekliliğini isteyecek’;  ‘şaka…’ ; ‘ ne şakası, günde beş vakit namaz;abdest alma,  seccadeyi koyduğu yerden çıkarma, namaza durma, dua etme, seccadeyi toplama, yerine koyma, Kuran okuma…üşenmedim  hesapladım bir insanın günde hele de namaz için camiye gidiyorsa tam sekiz saatini alıyor  ibadet ritüeli.Bunu yıllarca yaptığını  düşünsene.Ölene kadar kaç bin ayet okuyor, namaz kılıyor kaç bin saatini ibadetle geçiriyordur bir insan. Eğer  konuşsaydı Tanrı  ‘kul dedikse de bu kadar da demedik  yaptığın kulluk sıktı, bir rahat bırak  beni’ derdi anneme,  ibadet etme  mesaisinden fırsat bulursa şayet  yemek, temizlik yapacak.Bir de bilsem onca dua, namaz ne işe yaradı; gencecik oğlunu toprağa vermekten başka…demek ki kulu gibi Allaha da yaranılmıyor. Ben anlamıyorum insanlar putlara tapıyor diye sen bir tane de değil, dört tane  Peygamber gönder, Kutsal Kitap indir. Sonra  putu yıkan peygamberlerin kendilerini  putlaştırmalarına göz yumarak insanların sorgulamasına da izin vermeyerek puta tapar gibi Kutsal kitaba taptır;  yeni putunu  yarat.Tek fark bu defa yarattığın  put; heykel, dağ, taş, hayvan değil de Kutsal Kitaplar. Hayır istediği kadar ibadet etsin ama bütün gün  “oğlum içme, yeme, yapma  günah” diye başımın etini yemesi yok mu? Bıktırdı…İş bulamasam pilot olacağım,  hem pilotlar   çok da iyi para alıyorlar’; ‘demek ki NASA olsaydı Türkiye’de astronot olacaktın’; ‘küçücük  kaldığından   insanlara, dünyaya gökyüzünden bakmayı çok seviyorum neyse ya   şansız günümü şenlendirdi bu Jitan,  paketi bile albenili sence de en şık paketli sigara Jitan değil mi? özel  tasarım  dumanlar arasında elinde tefiyle dans eden Çingene silueti,  arkasında da Caporal yazıyor’; ‘inan dikkat etmedim, söylemesen bilmeyecektim Caporal yazdığını’ ; ‘inanırım dikkatsizsindir sen, nerden aldın’; ‘patron dün Fransa’dan geldi,  parfüm sevmediğimi bildiğinden sigara getirmiş’;   ‘bu sigara bir çeşit hava atma aracı haline gelmiş olsa  da  sigaralar üstü klasmanda;lezzeti, tadı kıyas kabul etmez diğerleriyle, kara tütünden yapılıyor’; ‘o kadarını araştıracak vaktim yok ayrıca bilmesem de olur,  sigara da uzman sensin… bilmediğin yok, ya  yaşamadığın ???’;  ‘hatırlasana darbeden önce ‘okulda ki müfredat ne kadar da soyut , öğrettikleri yaşamdan bir haber bunlarla  ilgili de bir eylem, forum falan yapsak…’ ya da ‘ Uğur’un kardeşinin nişanı varmış ne yapalım ‘ gibi  basit bir sorunu dahi iletseydik Ahmet’e ‘sen merek etme devrim yapacağız, o sorun da o zaman halledilir’ derdi ya işte Ahmet gibi cevaplayayım bende hele bir devrim yapalım o zaman yaşamadığımı da yaşarım  da  yaşamadığım ??? senden farklı mı ? ne yaşadık ki; artık kaçırmıyorum hiçbir şeyi, kaçırdıklarımıza inat’; ’ vayy..felesofum benim, valla merak ettim  mesela benim bilmediğim neyi kaçırmıyorsun? Kaçırmıyorsun da benim yaşadığımdan farklı ne yapıyorsun?’. Susuyorsun ve ben aklından o an ‘Fevzi’yi, ağabeyini, devrimci umudunu yitiren ben senin yapmadığını öldürmeyen acının öğrettiğini yapıyorum; istisna kabul etmeden  çevremde benimle  ilgili düşüncelerine, abuk subuk yorumlarına, anlamsız konuşmalarına katlanmak istemediğim gereksiz insanları, tavırları, inanmadığım her şeyi bir bir çıkartıyorum hayatımdan. Hak ettiğim gibi…hak edenlerle yaşamak… sanırım bu, her şeyin özeti; hak edilmiş kazançlar...yine hak etmediğim.. ettiğim yenilgiler... evet, bana çok şey öğreten yenilgilerim…insan  zamanında, geç kalma telaşı olmadan uzun da olsa bildiği yoldan ilerlemeliyken şu hayatta önüme kargaşa, acıdan başka bir şey getirmeyen  uzun bir  yol seriliyken sadece zaman kaybına yol açtığını öğreten “ kestirmedir buradan giderim...gidelim” diye girdiğim, girilen  ama hiçbir yere çıkmayan yollara saptıgım(ız)dan belki de  gelgitlerle, yenilgilerle  doldu  hayatım. Kimse hayatın kendisi üzerinde kurduğu baskıyı görmek istemez, bu yüzdendir ki ya yozlaşmayı seçer ya da  görmemezlikten gelerek ilgisiz bir varlık olmayı.Şu an benim yaptığım da tam tamına O. Devrimci mücadele içinde bir tek gün şu düşündüklerini düşünmedin, çünkü ölesiye aşıktın Devrime. Sen idealist kaygılarla kayışı koparırken, geceni gündüzüne katarken sevdiğin kadını başkasının kapması gibi  kendini yolunda öldürecek büyüklükte sevgin onun gözünde bir hiç olduğundan  kaybedecektin.... evet kaybettin, hem de her şeyini.Devrimi yapamadın; senin olduğuna inandığın işi başkası aldı... hayallerindeki evde başkaları yaşıyor...sen işsizken hala anne, babadan harçlık alırken senden bilgisiz adamlar senden yüksek ücretlere çalışıyor. Tüm bunlar gerçek...evet gerçek...hayatını  boktan kılan her şey gerçek. Ne yapacaksın? Altı, onaltı  yaşındaki  bir çocuk, bir gençken yaptığın gibi hayallerde mi yaşayacaksın? Aynalar karşısında kendini görüyorsun ama gerçek hayattaki sen o değilsin işte. Gerçek daha henüz seni kirletmemişken, henüz aşık olup sahiplenmek istediğin varlığın o saf insandan, imgeden çok kadın bilincine sahip olduğunu anlayamamışken, her şeye naif bir ruhla bakma cesaretini gösterdiğin an kaybetmişken ve artık yalnızsan ve yalnızlığında  iyi niyetle gönderdiğin selamlar sadece senin olmayan mevkiine, başarılarına, sosyal hayatta ne kadar insan tanıdığına göre sana geri dönmüşse, beş para etmez insanlara insanlık gösterirken "ne işim olur lan bununla?" diyenler canını sıkmışsa, saygı görmek istediğinde hayata işerken gösterdiği itinayı gösteren insanların saygısızlık, iki laf arasında aşağılamalarına maruz kalmışsan, güzel günlerine seni dahil etmeyen bir zamanlar Yoldaş  dediklerinin düştüğünde akıl vermeye çalıştıklarını görerek onların kişiliksizliklerinden onlar adına utandıysan... tüm bunları  kabullendiysen... evet, artık  her şeyi olağan karşılıyorsun ama olağan karşılamadığın cehennemde yaşadığımızı kimselerin görmemesi. Şimdi bu odada,  Gitanes sigarasını yakmak için çakmağını bana uzatmasını beklediğim  sende dahil  hepimiz cehennemdeyiz. Güzel kızları mezar suratlı adamlar s..kiyor, tüm güzel mevkiler iki üç tanıdığı olanlara paslanıyor, tüm güzel evler esnaf kafalı zevksiz insanlar tarafından sahipleniliyor... ormanları tutan anaç toprak, yaşam veren fedakar ormanlar değerini anlamaktan aciz hırslarına yenik düşmüş kötü insanların parasal kaygıları için asfaltla kaplanıyor, beton binalar yükseliyor toprak tesettüre bürünüyor, insan insandan saklanıyor, kalplerin arasına duvarlar örülüyor, işte yaşadığımız cehennem bu. Bu yaşanan cehennemi  cennette çevirmek için yaptığın mücadeleyi kaybettim …altından kalkamayacağım  ağırlıkta  bir yenilgi tattım. Şimdi ne yapacaksın? Ne yapacaksın?Ne yapayım,  herkesin her darbe sonrası Menderesler,  Denizler, Erdallar  idam edildikten, onlarca insan öldürüldükten  sonra darbeleri yapanlardan hesap sormadan kaldıkları yerden hayatlarına devam edenlerin yaptığını mı  yapayım? Onlar gibi bulabildiği en güzel kadınla evlenmekten, en iyi maaşı almaktan ibaret, sonucunda evladına tuvalette bulmaca çözen ilgisiz arzu fakiri bir baba imgesi mi bırakayım?Ki bir gün gelecek öyle yaptığını göreceksin çünkü bu ülkede başka şansın yok senin. Herkes hayatı sever mi…sevmek zorunda mı? bilmem, ben sevmem mesela ama bence hayatla  nasıl seviştiğin, nasıl gelgitler yaşadığın,  onun uğruna ne verdiğin, ne aldığın önemlidir. Sen dün Devrim bugün gelişmiş bir Demokrasi; dün SSCB’deki sosyalist, bugün Almanya, Fransa’daki liberal kapitalist  sistem  için kavga veriyorsun hem de dünde devrim için engel gördüğümüz, düzenin yardakçısı saydığımız sosyal demokrat bir partide, başkanı da geçmişin despot, kurnaz, desteklediği darbe ile ülkenin  başbakanını  ipe göndermekten çekinmemiş, her şeyin siyasetin bile  babadan oğla, kıza devredildiği kast sisteminin muhafızı Milli şefi İnönü’nün profesör oğlu Erdal İnönü’nün peşinde   darbe sonrası  seni yalnız bırakmış insanlarla birlikte.Ben yapamam  aynı tekrarı, aynı yenilgileri, aynı kırıklıkları yaşamak aptallıktan başka bir şey değildir.Yarın eminim sen kendin diyeceksin ‘hiçbir fark yokmuş...aynı zihniyet, aynı tavır, çıkarcılık, aynı rezillik her şey aynı’ karanlığı aydınlatacağız diyorduk ya önce karanlığın en yakınımızdaki  insanların içinde de  var olduğunu anlamak, hazmetmek zorundayız’ geçtiğini bilseydim Haldun, sana ‘Tamam tokat yedin…yedik  çünkü hamdık, acemiydik hayatta.Şimdi dünyanın kaç bucak olduğunu gördün, gördük. Cehennemin ortasında insanlar  birbirlerinin üzerinde tepinirken de cenneti inşa edebiliriz; kalbi alınmış ölü suratlı insanlara içlerindeki  karanlığı gösterebiliriz  herkes birbirine el verse; tesettüre bürünmüş toprağı özgürleştirmek için asfaltları parçalayacağız, yeni ormanların tohumlarını ekeceğiz, o ormanlarda ateş yakacağız karanlığı aydınlatacak. Karanlık  siyasi, süslü laflardan çok daha büyük bir politika alanı günlük yaşamı gerçek yapan, masallardan uzaklaştıran her şeydir. Yalnız şehrin varoşlarına değil her yere giden otobüslerdeki, dolmuşlardaki, metrolardaki  insanların benim, senin, hepimizin  suratlarındaki mutsuzluk, yılgınlık, sevginin değerini bilmeyen küçük hesap erkekliğimiz,  kadınlığımız;   ülkeyi asırlardır yönetmiş otoriter, baskıcı liderlerle aynı zihniyet ve tavırdaki  ilgisiz babaların elinde tarumar olmuş  yitik anaların eseridir. Onlarda kendilerini  yapamayacaklarına, başaramayacaklarına  inandıran ebeveynleri yüzünden  özgüvensiz, zayıf bırakıldıklarından   "bu hayat böyle ya, koyver gitsin" le daha iyisi isteme adına bir arzu duymaktan korkutuldular. Meydanı arkadaşlıktan tek anladığı  Cafe’de, içki masalarında   kolpalamak olan boş, beleş insanlara, üniversite yıllarında en sosyal, en çapkın, en bilmem ne olacağım diye arkadaşlarının erkekliğinden, kadınlığından çekinen soytarılara; toprağı sevmekten tek anladığı asfaltla kaplayarak sahiplenmek olan mal sahiplerine bırakmak  kötü hissettirmediğinden ileri adım atmıyorsun sende. Haklısın çünkü geçmişte yaşadıklarımız da umudun, idealin,  hayallerin peşinde koşarken  hayatı ıskaladık biz,  sevdiklerimizi, değerlerimizi bir kenara ittik.Ömrümüzün çeyrek asrını soğuk bir duvar köşesinde noktaladığımızda  gerçek yalnızlık ve bu yalnızlıkta  kayıp giden hüznün  yakıştığı "ben geçici olarak buradayım...her an gidebilirim..." dediğimiz, yaşamsal tercihlerimizin kimi zaman ne büyük bedeller ödeteceğini yüreğimize  hançerini  saplayarak öğretmiş  bir hayat vardı elimizde. Evet Haldun yenildik..…yenilgiler…yorgunsun o soytarılarla başa çıkmanın zorluklarının farkında olmayı dahi istemeyecek kadar yılgınsın.Evet  bende biliyorum artık tüm bunların anlamsız geldiğini ama bizi tokatlatmış hayata okkalı  bir tokat atmak... cevap vermek için  değil "ben buyum...hep böyleyim…vazgeçmedim " diyebilmek için  kavgaya devam etmeliyiz’ diyecektim ama aklından  geçenleri  bilmeden devam ettim konuşmama ‘Gördüğüm kadarıyla  akşama kadar evdesin, paraşüt kursun haftada üç gün, iş arıyorsun, bu aralar çıktığın biri de yok??? Yoksa… var mı???’; ‘ var desem … sorarsın şimdi kim, tanıyor muyum, ne iş yapıyor, öğrenci mi ? sorularına cevap verecek havada değilim.‘ Elimde paket akşama kadar duracak mıyım böyle, kıyamıyor musun sigarana ‘; ‘ anlamadım’; ‘çakmak diyorum çakmak’; masada duran mavi çakmağı elimle iteliyorum;  sende kendininmiş gibi  açtığın paketi  uzatıyor,  sigaramı yakıyorsun ‘az içmek lazım bunu, ilk içtiğimde az kalsın boğuluyordum. Dumanı da kalın ya bunun öyle bir öksürdüm ki patron odasından çıkıp geldi.Nasıl da  kısa ve kalın bir sigara  tek kusuru çabuk bitmesi,  külü  de hiç düşmüyor.’ Gözlerini kısıp, tavana doğru üflüyorsun sigaranın dumanını, sana bakıyorum; gençliğin, çocukluğun  masumiyetini silen  oturmuş yüz hatlarında  devrimi yapacağımız  on beş  yıl önceki  gençten izler arıyorum. Şu an  ‘bak sonunda sende, bende  beğenmediğin kıvama geldin, duruldun, ayak uydurdun zamana, düzene’  demenin üstü kapalı yolu ‘bakıyorum da artık karşımda olgun, aklı başında biri var’ övgüsüne mazhar muğlak  kavram olgunlaşma mı  yüzünde, bakışlarında  gördüğüm.Nedir bu olgunlaşma tecrübe kazanmak mı ,durulmak mı, eski cesaretini yitirip eski gözü karalığında olmamak mı ya da beş sene önceki gibi düşünmemek mi,  otuzuna girdin artık  bundan sonra; içindeki çocuk mevzuundan ibaret kaybetmek hesabı mı…hiç biri yoksa, hepsi mi? Bir zamanlar rahatça yapabildiğin,söylemekte beis görmediğin şeylerin artık manasız, heyecansız geldiği herkesin dilindeki soyut , herkese göre de değişen  artık neyse bunlar öyle dedirten hayatın gerçeklerinin  acımadan yüzüne vurduğu fiskelerin, aklını başına getirmesi, insanı belli bir yaştan sonra sınırlaması, daha bir düşünerek davranmasını gerektirmesi, kendini, etrafındakileri  olduğu gibi kabul edişin ‘nasıl da  olgunlaştı’  diye sevinilmesi aslında en ne kadar da   acınacak bir durum;  tam bir saçmalık ve  de salaklık  zira tüm bunların olgun olmakla alakası ne? Hayat anam, babam bir süreç, insan da evrilen bir yaratık; duygularının, düşüncelerin de zamanla evrimi kadar doğal bir şey yok.İnsan önce durur, izler, algılar hayatı sonra da tavrını koyar...olaylara karşı durusunu sergiler, çabalar; yani on beş  yasında da kırk  yaşında da maalesef aynı şey mücadele, koşturma söz konusu.Yaşlandıkça insanın fiziksel, tinsel olarak yapabilitesi...kaldırabilitesi gençken ki gibi olmayacağından  insanın karakteri, kişisel özellikleri  değişmeden  zamanla edinilmiş  tecrübeler ışığında söylediklerini kale almama, bazen de onları ciddiye alıp ruhunuzda can sıkıntısı yaratmalarına izin vermemek için  insanlar uzak durma...içe kapanma… iş için, para için, kalmak için, gelmek için, otobüse binmek için, sevmek için, sevilmek için, demokrasi için, özgürlük için   her şey için  mücadele etme zorunda olmaktan  bıkkınlık…  olgunlaşma denen safsatan çok daha fazlasını bitişini…tükenişini görüyorum yüzünde, çocukluğun masumiyetini ararken.


Sense bunları düşündüğümü bilmeyerek  diğerlerine göre her zaman, bana göreyse  sonradan edindiğin, sürdürmekten de hoşlandığın serseri bir boş vermişlik içinde ‘bu sigaranın  iki ucundan çıkan dumanlar ayrı renkte ‘;  ‘yok artık’;  ‘dikkat et, bak! Sigaranın bir ucundan gri, diğerinden  mavi duman çıkıyor. Gece bu iki dumanı  masamdaki  lambamın ışığında karıştıracak, dans ettireceğim.Bu sigara var ya bu sigara  öyle yabana atılacak bir sigara değil ha. Bir bilsen Samuel Beckett, John Lennon, Jean Luc Godard’da ne mısralar…ne cümleler…ne hayaller kurdurmuş  .İçinde esrar var diyorlar.Gülme, bence de var hele de  Samuel Beckett’ın   “hep denedin hep yenildin olsun, gene dene, gene yenil, daha iyi yenil”ini   okuyunca  iyice inandım ben içinde esrar olduğuna. Yenilenlerin ağzından düşmeyen yenilgiden illa bir erdem, bir mana çıkarmaya çalışmanın, her yenilgi sonrası  “aaa bak Beckett bunu demişti” diye kendini avutarak, gazlamanın bir getirisi de yokken, deneyecek gücümün kalmadığı hayatımın özeti bu cümlenle kendini kandırmışın be  dostum çünkü daha iyi yenilmek diye bir şey yoktur; yenilgi, yenilgidir. “Hep denedin hep yenildin olsun…” diyorsun ya bunu kabullenmek de bir nevi yenilgi. Bunu Türkiye de ben deseydim, yazsaydım ya da bizim  yazarlardan biri yazsaydı millet ‘lan bu ne biçim laf, ruh  hastası bir beynin sayıklaması  yenil…yenil nedir arkadaş? yenildikçe ne oluyor, çöküntüden başka ne işe yarıyor… ne kazancı var yenilmenin.Biz hep yenildik…  yine yenildik… yine yenildik işte ne oldu ? ne değişti?   yeniden başlayabildik mi?’  demez miydi? Derdi…derdi…’; ‘Milleti bilmem de ben derdim, çok yenildik çünkü Dersim isyanından öncede sonrada on iki Eylülde de hep yenildik.Söylediklerin de yabana atılır olmasa da’ derken kapı zili çalıyor ‘ kalkma’ diyorsun ‘ ben  bakarım’  Nuray’ın sesi ‘aaaa bilseydim burada olduğunu erken dönerdim’ ; ‘alışverişe, farlara, rujlara yüz vermezdim o kadar değerlisin benim için mi diyorsun’  birlikte odaya giriyorsunuz, Nuray elindeki siyah poşetleri sehpanın  üzerine  bırakıyor ‘dışarısı soğuk nasıl soğuk’;   ‘çay al kendine’ ; ‘az soluklanayım’  diyor  gözleri sende ‘hoş çocuk, ne mezunu, annesi babası ne iş yapar’lı onlarca soruya muhataplığımın nedeni ‘sana yanıklığı mı yoksa? ‘Böyle kabanla oturup durma, terleyeceksin, mutfağa  da bir el at istersen birazdan gelir patron’ ikazımı  başıyla onaylayıp odadan çıkacakken  ‘poşetlerini unutma…hem ne aldın sen’ bozulduğunun gösterircesine ‘birkaç ıvır zıvır’ diyor. Madem bozulacaksın ne diye başkasının yanında seni uyarmak zorunda bırakıyorsun beni,  medeni bir insanın yapacağını yaptın ’merhaba’ dedin   sonra oturmak da neyin nesi.Geç  işinin başına; bıraksam mesai bitene kadar yanında oturacak Haldun’un .Birde kızıyorsun Haldun’a ‘ Nuray öyle bir kız değil’ diye… offff sonra böyle başkasının yanında ikaz ettiğim, hakkında böyle kötü düşündüğüm için pişman oluyor,  çok da üzülüyorum .  ‘Nuray’ı işe sen almıştın değil mi’; ‘iş için  ilan vermiştik Hürriyet’te.Patron ben karışmayacağım çünkü bütün gün birlikte çalışacak olan sizsiniz, onun için gelenler arasında seçimi sen yap demişti. Başvuranlar arasında en uygun adaydı Nuray.Lise mezunuydu.Çalışmak zorundayım ; çay, yemek, temizlik , telefona bakma  ne iş olsa yaparım,  demişti, çaresizdi’ ;  ’ bir çay daha alırım’ diyor Haldun   sesleniyorsun ‘Nuray,  bakar mısın?’ ıslak elleriyle odaya giriyor ‘çayları tazeler misin’ bardakları alan Nuray’ın   arkasından bakarken ‘ Haldun  demin dedin ya hep yenildik diye eğer  hakkıyla çabaladıysan,  kimse şahit değil  bir tek  sen şahitsen bile  çabana, kahretme.Belki kaybettin…kaybettik  ama kazanmak kadar değerli  bir oyun çıkardın, iyisin demek ki. Che “kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin” demiş işte  sen vazgeçesin.Dünya işçi sınıfının, devrimcilerin  son  otuz  yıldaki sürekli geri çekilişinin nedeni de  bu  bence; vazgeçmek... vazgeçen olmak. Kendilerine  benzeyelim diye ellerindeki tüm silahlı güçleri de kullanarak öylesine acımazsıca, orantısızca vurup  yendiler ki bizi.. Darbe çizmeleri, katliamlar, baskı, idam sehpaları, işkence, mahpus damlarıyla  ezmeleri dahi içlerini rahatlatmadı  açlıkla terbiye ettiler çoğumuzu, yoldaşlarımızı bize ihanet ettirdiler  yoksa   işçi sınıfının, devrimcilerin  tarihi  bir kayıplar, ihanetler, öngörüsüzlük  tarihi olsa da her kaybedilen muharebeden sonra yeniden ayağa kalkılmış, acılardan zaferler inşa edilmişti. Bunlar bizi dünyayı değiştirmekten,  bir ideal sahibi olmaktan, enginleri fethetme ruhundan vazgeçirecek çok daha kötü bir şey yaptılar  masumiyetimizi,  vicdanımızı yitirmemize neden kirlenmemizi sağladılar…kirlendik bizde onlar gibi’  Nuray’ın getirdiği sıcak çay elini yakıyor, sehpadaki yarılanmış Gitanes paketine kayıyor gözlerin  ‘farkındasın değil mi? öldürüyorsun kendini, bu kadar çok içmesen.Her zamanki  gibi laf kalabalığına  boğdun, karambole getirirdin beni.Ne oldu yine bir iş görüşmen vardı ve  kötü geçti değil mi? İşverene kafa tutmakla iş bulamazsın’; ‘tamam matah biri değilim…  bitirdiğim bölüm  Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı. İtalya’nın dışında bir işe yaramayan’;  ‘alemsin’le gülümsüyorum  ‘niye İtalyan dili popüler değildi  İngilizce gibi,  sen bunu bile bile …’; ‘eee  Viva İtalya, La dolce Vita; Türkiye’de yaşamış herhangi birinin  iç dürtülerle dolu ergen çocuklar, şefkatli anne, emektar sinirli baba, ispiyoncu rahip, seks objesi kadınlar, şehvetli erkekler, düzen muhafızı öğretmenler, iktidarın sert, adaletsiz yüzü ve daha nice karakterlerle yakınlık kurmaması için fanusta büyümüş olması gerektiğine inandığım, enternasyonal marşını  kemanla olağanüstü yorumlatan  Fellini babanın Kemalist Cumhuriyetin İtalyancasını anlattığı şaheser filmi  Amarcord,  Floransa;  Medici ailesi, Rönesans, Roma; aşk çeşmesi, özellikle de  pizza  sözcükleri kulağıma pek güzel geliyordu da ondan seçtim İtalyan dilini. Bilmiyormuşsun gibi. İyi bir  puan almadım ki üniversiteye giriş sınavında anca yetti İtalyan diline… askere gitmemek için de  mecburen bir yeri yazacaktım.Ama arkadaş artık memlekette herkes master, yetmemiş iki  master, doktora   yapmış, yetenek, bilimsellik  kusuyor da bir ben eksik kalmışım havasına dayanamıyorum.İş görüşmelerinde  üniversiteye öğretim görevlisi, DPT’ye uzman, Bankaya müfettiş alacaklar sanırsın altı üstü bir kargo, inşaat, giyim  firmasına eleman alacaksınız nedir bunca eleyip, sık dokuma;  sorgu, sual. İticiyim ya ben,  bakanın ilk bakışta hoşlanmadığı tiplerdenim.O yüzden belki de  beni değerlendirenler; personel, insan kaynakları  müdürleri, şefleri, elemanları  işe almamak için  yokuşa sürüyorlar hep.Bu kaçıncı görüşmem her yerde  aynı muamele ‘biz sizi ararız’lı uğurlamalar,  kendimi tuhaf hissettiren; bir de kendileri sanki o makamlara  hakkıyla, çalışarak  gelmişler tavırları yok mu?Oysa  hepiniz…hepimiz de biliyoruz bu ülkede herkes torpile, rüşvetle  işe alınıyor.Hanginiz o işlere, o makamlara, o mevkilere   hakkıyla geldiniz.Hakkınla  yazılıyı kazansan sözlüde şart bir tanıdık, torpil. Mahallede ki Orhan var ya  hani şu Gümüşhane’li  bakkalın oğlu,  Maliye memur sınavı açmıştı, sınav öncesi rastladım  bir rahat, bir rahat akşama yazılı sınavın soruları gelecek dedi. Şimdi Maliye Bakanlığında memur. Anasını satayım biz   yaşanası özgür bir dünya, devrim yapma peşinde Aytül’ü, Mehmet’i, Fevzi’yi, Bahri Gülpınar’ı,  Necmi Göçmen’i; işkencede Hüseyin Karakaş’ı, Recai Ünal’ı kaybeder;  Erdal Eren,  Serdar Soyergin asılırken  illaki üst düzey olması şart değil babasının  devlette çalışması  yetermiş; yaşıtlarımız  çoktan işe girmiş ya da  özel sektörde  bir iş ayarlamış, kapmışlar her yerleri. İnan ben artık o yıllarda  hayatını kaybeden, asılan ülkücülere de acıyorum onlarda  fark edemedikleri bir oyunun kurbanıydılar; biz solcular gibi’ ; ‘ baksana bizim patrona daha  ODTÜ inşaatta  okur  mezun bile değilken   inşaat firmasını kurmuş.’; ‘ Belki de  babası  her darbede yapıla geldiği üzere Oniki Eylül darbesinde bir gecede Başbakan, Bakan, Belediye Başkanı, daire başkanı, müdür  oldurulmuşlardandır. Yoksa o dönemde onlarca ODTÜ’lü dururken niye  Ankara Belediye Başkanı Atom Karınca Süleyman Önder Paşa senin Patrona taşeronluk işleri versin sonra da   tretuvar ihalesini vererek  müteahhitliğe  adım atmasına vesile olsun ki. ‘; ‘Sorsan boktan herifler  alnımızın akıyla buralara geldik derler…demekle kalmaz  söylediklerine  inanırlar da çünkü unutuverirler  devletin kutsadığı  Sünni, Türk, sistemin yandaşı  makbul vatandaşların şanslı  veletlerinden olduklarını. Geçen geldiğimde   kapıda karşılaştığım Şerefli Tük Ordusu Mensubu MSB inşaat emlak dairesi başkanı albay’a  sen kendi ellerinle yazdığın hamiline çeki…’ ;  ‘ Doğru; Güvercinlikteki Jandarma Komutanlığına bağlı 2.taktik ana üssündeki helikopter pisti hangar ve ikmal yolları ihalesini bizim firmaya verdirttiği içindi o çek’ ;’ Beni kahreden koca Albayın   çeki alırken yüzünün  kızarmaması; öyle olağan işte rüşvet almak, yolsuzluk yapmak, hakkı olmayana ihale kazandırmak.’ ; ‘İhale piyasası böyle dönüyor. Oyuna katılmasan, yapmasan iflas eder, biz de işsiz kalırız. Haldun sakın…’ elimle sus işareti yapıyorum  ‘sakın… hem yavaş konuş mitingde değiliz.Sakın bir yerlerde bunu anlatayım deme.Şimdi patron girse içeri konuştuklarımızı duysa…yanarım. Bu işi nasıl zar, zor bulduğumu bilmez gibisin’le büyük bir yeise, umutsuzluğa, çaresizliğe  sürüklendiğin geçmiş o günde buluverirsin kendini; Yirmibeş yaşında , hayatının baharında  üniversite bitmiş, BAĞ-KUR’un açtığı sınavın hem yazılısını, hem  sözlüsünü…itiraf et sende uzaktan akraban daire başkanı Ali Emre beyin sayesinde… kazanmış; en az bir haftada toparlanacak işe giriş evraklarını; vesikalık fotoğraf, ikametgah belgesi, nüfus cüzdanı örneği, savcılıktan adli sicil kaydını; hızla  iki gün gibi kısa bir sürede hazırlayarak emekli devlet memuru babanla birlikte personel dairesine teslim etmişsindir. Savcılıktan temiz sicil  kaydı almana rağmen evdekilerle paylaşamadığın  uyku uyutmayan’ içim içimi yiyor…korkuyorum ya Gülseren gibi  ben de güvenlik soruşturmasına takılırsam’ düşüncesi yüzünden  ‘biliyordum sınavı kazanacağı.. çok şükür !! benim gibi bir erkeğin eline bakmayacak, kimseye muhtaç, gebe  olmayacak,  kendini masrafını kendin karşılayacaksın…tam zamanında işe giriyorsun… hayat öyle pahalı ki, babanın emekli maaşı, kardeşinin eve getirdiği parayla geçinemiyoruz ’la sevinen annenin ‘bana artık bir kot alırsın…bir de reklamlardaki şokelladan alırız değil mi?’, ‘ ilk maaşınla  bana da bir çanta …’listesi hazırlayan,  hayaller kuran kardeşlerinin  ‘ne demek devlette çalışmak.Her kula nasip olmaz; her şeyden önce güvence demek…hem  benim gibi devlete çalışacaksın  ama benim gibi milletin ağız kokusunu çekmeyeceksin , tahsilin var  yükseleceksin,  bir bakmışsın Daire başkanı olmuşsun’la havalara uçan babanın coşkusuna katıl(a)mayacaksındır. Bazı günler…bazı anlar vardır onlarca  yıl geçse de ölene dek unutulmayan işte  bindokuzyüzseksenbeşin yirmibeş Şubatında yazılmış  güneşli bir Mart günü  bahçedeyken kapıya gelen postacının elinden kalbiniz sıkışarak  aldığınız zarftan çıkan ;


 İLGİ:27.6.1984 tarihli dilekçeniz.


Hakkınızda yaptırılan emniyet araştırması sonucu, Kurumumuza atanmanız uygun görülmemiş olup, belgeleriniz ilişikte iade edilmiştir. Bilginizi rica ederiz. ‘personel ve eğitim  daire başkanı, atama ve kadro müdürü kaşesi üzerine  atılı iki imzalı BAĞ-KUR’dan yollanmış o yazıyı siz de hiç unutmayacaktınız….hiççç. Hep de merak edecektiniz, yazıyı yazan raportör dahil imzalayan o iki zat-ı muhterem; yazdığı o yazı, attıkları o imzalarla  hayatına yön verdikleri, kaderini değiştirdikleri  o kağıdı alan gencecik bir insanın ne hale gelebileceğini  acaba düşünmüşler  miydi?  Uygar, demokratik  bir ülkede yaşasalardı öylesi bir kağıdı imzalamanın ne üstlerine  vazife…ne de  hakları olmayacağının acaba farkında mıydılar? Titreyen elinizde titreyen  o T.C devleti antetli  kağıdın; sen misin solcu, Alevi, Kürt olan; açlıktan ölürsen öl hatta  açlıktan ölmelisin,  işe alınmayacak, sürüneceksin  tebliği olduğunu bildiğinizden;  bahçede  üzerine oturmak için  karşı komşunun verdiği kırık kanepeye adeta yığılmış, ağlamıştınız…ağlamıştınız. Ağladığınızı  duyarak  bahçeye koşan, başınıza toplanan  hane halkının ‘ne oldu ? söylesene ne oldu? korkutma bizi’  paniğine dudaklarınızdan bir tek söz dökülmesine engel ağlamaya devam ettiğinizden, elinizdeki kağıdı çekerek alan, yüksek sesle okuyan kardeşinizin sararan yüzü… ‘seni kabul etmeyen bu devleti, sen de kabul etme! O devlet ki şuncağız bir kızı kendine tehdit görmüş, damgalamış o devlet ne bana, ne de sana  lazım değil Kızım. Senin gibi yüzlerce insan var, Gülseren de öyle değil mi? Haydi kalk eve girelim, elini, yüzünü bir yıka. Bir kendine gel! Bu devran hep böyle gitmez.Bakalım günler ne getirecek, dünyanın sonu değil.Benim umudum var yüce Allah elbette bir yol açar’ diyen anneniz, elinizden tutarak sizi kırık kanepeden kaldıracaktı.Ne kadar iğrenç ötesi, klişe  kelime topluluğu da olsa belki de doğruluğu tartışılmayacak  "her insanın içinde bir çocuk vardır" lafı vardır ya  içinizdeki o saf çocuk, o genç  anlam veremediği, vermek istemediği  öyle bir tekme… öyle bir dayak yer ki… öyle bir ağzı yüzü kanar ki; ruhu orada asılı kalsa da o anda, orada yitirmişsinizdir  işte içinizdeki o çocuğu...o güzel, devrimci günlerin geleceğine inanan, umutla coşan, marşlar söyleyen o genci… bir zamanlar yüzüne bakmadığın, ilgilenmediğin, sadece harçlığını vermesini  istediğin, faşist damgası vurup beğenmediğin ‘ben sana söylemiştim, bu yol, yol değil, güzel güzel okuluna git, bitir , dön, işe gir, ekmek paranı kazan diye. Size.. iki üç kıçı kırık, baldırı çıplak  anarşiste bu devleti yıktırırlar  mı ?Sizden öncede  onlarca insan denedi… onca Şeyh Said, Seyit Rıza…devrim yapacağız diyen gençler, Denizler, Yusuflar, Hüseyinler … ne oldu astılar gençleri, oldu bitti. Devlete kafa tutulmaz…’la  size bağıran,  sinirlendiren babanızın  evinde kuvvet aldığınız yoldaşlarınızın  yanınızda olmadığı hayat yolunda tek başınalığınız da artık olan, olacak, oldurulacak hiçbir şeye  şaşıramamanın  yorgunluğunda… sessizleşiyorsunuz… keşke  beni, seni, bizi iyileştirebilecek bir kelime olabilseydi, o kadar çok ihtiyacım vardı ki ama ne o gün, ne de bugün kimsenin ağzından duymayacaktınız  belki de bilinmeyen   o kelimeyi. Bugün bunları yazarken;  içimdeki o masum çocuğu…o umut yüklü  genci  ne zaman kaybettim bilmiyorum;devletin beni öteki gördüğünü hiç çekinmeden tarafıma resmi olarak bildirdiği  o yazıyı aldığım gün mü? kendim dahil herkesin nihai hedef  proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirecek devrim  yolunda ölebileceğinden yas tutmaya  vaktimiz olmadığından acısını ertelediğimiz  onlarca yoldaşı sonrasında  Haldun’u kaybettiğimde mi ?  yoksa kanayan yaralarımın üstüne hançer saplayan kara  gözlüm  Can, seni kaybettiğimde mi? bilmiyorum… bilemiyorsunuz işte ne zaman  o çocuktan…o gençten "eski ben" den,  “eski sen”den   uzaklaştığınızı… yerine yeni bir  “ben”, "sen" koymak zorunda olmadığını, eski, yeni hepsinin karışımından doğanın daha bir “ben”…daha bir "sen" olduğunu... yaptıkların, eski sivri uçların, dikenli cümlelerin ve tüm bunların "neden"lerini sorgulatan; bazen hatalarından, göz göre göre yaptıklarından, bir anda kırıp attıklarından utandıran ama artık "gör"ebildiğini,  kendini anlayabildiğini söyleyen bu karmakarışık “ben”, ”sen”; artık hayatında  hep yarı yolda bırakılacağın, devrim yerine  bir lokma ekmek için  mücadele edeceğin geçim sürecinin hiç bitmeyeceğini eskiden olsa şakır şakır anlatacakken kavganı da ... yaptıklarını da ...okuduklarını da anlatmaya  "gerek" kalmadığını, anlamasını en istediklerinin zaten anlamadıklarını, anlamayacaklarını  bildiğinden   yalnızca susacaksınızdır…susacaksındır..


Bazen acı çekmek yetmez,  çekilen acının bir yara, bir  iz bırakması  sonra bu yara izinin kanamasını durdurmak için “üretilecek feragat merhemleri” gerekir. İnsan eğer acısını tamir edip geride kalan yarayı, izleri sorgulayabilirse kendini bulur, başkalarından gelecek her türlü kötülüğe, saldırıya karşı  savunmasını da  güçlendirdikçe her türlü  darbeden, saldırılardan  korunmak için  içine, kalbine duvarlar örer; artık izlerine bakıp  aynısını yapmamaya dikkat edeceğinden de  duygusal, sosyal, fiziksel her anlamda durağanlaşır; sessizleşir. Ağlamazsınız mesela gözyaşlarınızı ördüğünüz  duvarlardan içeri akıtırsınız…konuşmaz, rüyanızda bile  bağırmak isteyip bağıramayarak kan ter içinde uyanırsınız... görmek istemezsiniz  yere eğersiniz buğulu göz bebeklerinizi.. .beyninizde yankılanan yapmacık kahkahaları sevmez, mantığına yem yaparsınız duygularınızı, heyecanlarınızı. Acılarınızı gaddarlığınıza, merhametsizliğinize  ‘ ben de yaşadım kim ne yaptı, kim vardı yanımda’yla  mazeret yaparsınız... her hatırlama girişimine hafızanızı felç eder, soru işaretli atışlar karşısında duvarlarınızın  gerisine çekilirsiniz. Ve bir süre sonra bakarsınız ki birlikte dünyayı değiştireceğiniz, hayallerinizin ortağı, ölümüne güvendiğiniz  Yoldaşlarınızın  sizi  tek  başınıza bırakmalarının, insanların  herhangi bir yerde okulda, işyerinde, sokaktaki duygu saldırılarının, tacizlerinin  kalbinizde açtığı yaraların üzerini kapatacak yara bandını aramaktan vazgeçmiş; yaralarınızın,  bıraktığı izlerin  güneş ışığında parıldamasını izliyorsunuzdur, hüzünle… yere çarpıp afalladıktan sonra kendinize geldiğinizde fark edeceğiniz  gerçeği görmenin bedelinin; lider, yönetici kadrolardaki  yoldaşlarınızın; okuduğunuz devrimci gazetenin, derginin; dinlediğiniz  frekansını bulmak için evin içinde dönülmedik yer bırakmadığınız TKP’ nin sesi, Bizim Radyonun  her haberine; her söylediğine, her yazdığına  inandıran “masumiyetinizi” kaybetmenin  olması ne kadar da büyük bir ironiydi. Neden sorusunu daha az sorup çoğu zaman cevap beklemeyeceğiniz, kaybedilenlerin, kaybedeceklerinizin  koymamaya başlayacağı, sizi  yıkamayacağı noktaysa; kendinizi  emniyette  hissettiğiniz, sağlam saydığınız zemini ayağınızın altından kaydıran uğruna ailelerimiz dahil her şeyi  bir kenara ittiğimiz,  inandığımız,  inandırıldığımız devrim için ‘ herkesin içinde Bejna’ya kızman doğru değil, çek bir kenara uyar bu yaptığın yanlış yoldaş itirazını bile  Bejna; verilen talimatta uydu mu? kim dedi ona yurda çıkarken yolda hemde bakkalın gözü önünde  pulluma yap diye.Ya adam polise ihbar etse,  tutuklansaydı  tam da  sekiz Mart öncesi adama ihtiyacımız varken, sırası mı  aklına eseni yapmanın’la itaat ettiğimiz, ettirildiğimiz örgüt, parti, sendika, dernekleri yönetenlerin, liderlerin büyük bir umursamazlık ama güvenle  militanlarını, üyelerini, sempatizanlarını sahipsiz bırakarak, ortadan yok olmalarıydı.Zaten müesses nizamca eğitim, öğretim, aile kanalıyla  topluma şırınga edildiğinden kişinin isteyerek yaptığı  işlerine geldiğinden sol, sağ örgüt fark etmez üyelerinden, sempatizanlarından  biat, itaat bekleyen  sol bir örgütün, derneğin, sendikanın, sivil toplum örgütünün liderlerinin  Sosyalizm, Devrim, Faşizme karşı direnişle  dolu dünya, ülke tarihine ait;  çok değil dokuz  yıl önceki dokuzyüzyetmişbirin oniki Martın da yapılmış darbeyi de içeren  onca  deneyime, pratiğe  sahipliklerine, onca teorik kitap, makale, yazı,  roman okumalarına,  okutmalarına  rağmen  yaklaşan  darbeyi önceden gör(e)meme öngörüsüzlüğü demeyelim de  otoriter devletin tüm kurumlarıyla darbeye   hazırlandığını  bile bile  nasıl oluyor  da… ve de neden… Devrim için “öl” dediklerinde ölecek kadar  varlığını  gözden çıkararak kendilerine güvenmiş, benliklerini örgüte  dolayısıyla  lideri, yöneticileri  olduklarından  kendilerine   adamış; ellerine geçen  harçlıkları, devletin verdiği üç kuruş öğrenci kredisini,  aldıkları maaşı gözünü kırpmadan kendilerine teslim etmiş üyelerini, sempatizanlarını   darbeden, saldırılardan  koruyacak  mekanizmaları  kurmadıkları koca bir soru işaretiyken ??? üyelerin, militanların,  sempatizanların da bir anda  hazırlıksız yakalandıkları darbenin postalları altında ezilen hayatlarını kurtarmayla karşı karşıya  kalmaları ne o gün, ne  sonrasında,  ne de bugün yöneticilerinden, liderlerinden;  öldürülen, tutuklanan, mahpuslara  atılan, işkenceden geçirilen,  takip edilen, işsiz bırakılan   yoldaşlarına, ailelerine  sahip çıkmamalarının; halleri nasıl,  ne yapıyorlar, açlar mı ? susuzlar mı ? diye sormamalarının, “kurtlar sofrasına” atılmalarının hesabını soracak   ne mecal,  ne de istek bırakmadığı  gibi;  kalabalıklar  içindeyken birden tek başınalığı yaşamaları da genç hayatlarını yaşlandıran bir sebepti.Bir anda her şeyinizi;  yoldaşlarınızı,   ‘devriminizi’ , idealinizi, kavganızı, hayalinizi  yitirmiş bir hale düşürüldüğünüzden  haksızlığa karşı  isyan eden , özgürlüğe, kardeşliğe,  düşkün özelliklerinizi gizleyerek devlet, toplum tarafından  biçilen role adapte olmuş  gözüküp  müesses nizama hakimlerin nazarında ehlileştirdiklerinden  normalleşmiş sayılırken   en uç,  en beklenmedik gelişmeleri sükunetle karşılatacak,   'aklım almıyor, bunu nasıl yaptı?bunca adaletsizlik…haksızlık  karşısında bu kabullenme niyedir ?’ sorularını  artık  sormayacağınız   hayatınızın   üst ve son  evresine  muhalifliğinizin  törpülenme sürecine  adım atarak ‘ gördük en yapmaz, işkenceye direnir dediğiniz adamları da,  sattılar herkesi…kendinden başka  kimseye güvenmeyecekmişsin’le  her an, her şeyi yapabilecek potansiyelde, kötülükte insanların varlığını fark ederek  karşı çıktığınız her şeye de başta kulluğa, riyakarlığa, yalana, …, …, alışacaksınızdır.  Öylesine şaşkınsınızdır ki kendi kendinize  “ben  kafayı yemeden önce bir tarih vardı… o tarihten önceki ben  daha keyifli, yaşam dolu… gelecek de bir şeyler vaad ediyordu” dedirten bazı olaylar…yaşananlar vardır hani   aklınızdan hiç  çıkmayıp keşke yaşanmasaydı bunlar... keşke unutabilseydim bütün olanları ve eskisi gibi hayatıma  devam ‘edebilseydim’le   kavurup,  huzur  bırakmayan…işte   darbe sonrası yaşadıklarınızla gelen  o  her şeye alışmışlığınıza, suskunluğunuza  bakanların  “olgunlaşmışsın sen…durulmuşsun” demelerine  ‘ee tabii ağzıma sıçıldı benim, yerlerde sürünüyorum, kötüyüm… yitirilmeme, yok edilişime, acı çekişime  tanık sizlerse  olgunlaştı diye seviniyorsunuz; pes doğrusu’ demek  dahi  içinizden gelmeyecektir. Darbe sonrası tutuklanan, mahpuslara atılan işkencelerden geçirilen serbest bırakıldıktan sonra da baskılara maruz kalan darma duman edilmiş sol  örgütlere üye insanlar   gibi  sizde  bir başınıza, bir çıkış yolu bularak hayatınızı sürdürme arayışındayken; özellikle de medeniyetin, demokrasinin uğramadığı yerlerde cirit atmış daha da  atacak  dünün, bugünün ve yarının Türkiyesinde, Ortadoğuda  en sağından,  en soluna  bütün ideolojileri; sağ, sol,  muhafazakar, İslamcı, radikal, faşist  sosyalist, komünist, sosyal demokrat partiyi, örgütü,  sendikayı, derneği yöneten ittihat Terakkici Enver Paşa’dan   Talat Paşa’ya,  Mustafa Kemal Paşa’dan  İsmet İnönü’ye Fethi Okyar’a Kazım Karabekir’e;  Adnan Menderes’ten Demirel ‘e,  Ecevit’e,  Baykal’a,  Türkeş’e ; MBK üyelerinden Numan Esin’e, Faruk Gürler’e, Kenan Evren’e, Çevik Bir’e; Çiller’den  Erbakan’a Tayyip Erdoğan’a;  Mahir Çayan,  Behice Boran’dan,  İsmail Bilen’e Nihat Sargın’a  Hikmet Kıvılcımlı’ya; Bakiye Beria Onger’den   A.Muhtar Sökücü,  Alaiddin Taş,  Melih Pekdemir’e, Oğuzhan Müftüoğlu, Bülent Uluer’e;  Serok Öcalana’dan Karayılan’a , Mazlum Kobani’ye  kadar;  liderleri,  sivil toplum önderlerini,  başkan ve yönetici pozisyonundaki tüm  kadroları etkileyerek, aydınlar, akademisyenler, bilim adamları,  bürokratları sarmalamış  Kemalizm’in   dayanağı; yaşadıkları toplumun,  kitlenin cahilliğine, iradelerinin güçsüzlüğüne, tercihlerinin yanlışlığına inandıklarından kaderlerini ellerine bırakmayıp kendi düşüncelerini, doğrularını, seçimlerini, kimin neyi ne kadar öğrenmesi, nasıl konuşması, giyinmesi, içmesi kısacası   nasıl yaşaması gerektiğine dair isteklerini  dayatıp sonunda da  halkının…kitlesinin kendisiyle aynı  düşüneceği, davranacağı  başarıyı  yakalayacak; dayatmalarına karşı çıkan her kişiyi, kesimi  diskalifiye etmek için de asmalı, kesmeli her türlü zulmü, baskıyı hak gören  cuntacılığın ağababası Jakobenizme,  Baascılığa ait  büyük bir kibir;  küstahlık, bilmişlik içinde;  akıl, yetenek de dahil genlerini  aldıkları ailelerinin, verdikleri çocuklarının hayatlarını biatla  yönettikleri, kaderlerini çizdikleri insanlardan daha… daha üstün, değerli görme,  kılma hubrisliğini de   meşrulaştırmış sol örgütlerin   yöneticileri de  başlarına bir şey gelirse yönettikleri ülkenin, halkın, kitlenin, partinin, örgütün, derneğin, sendikanın, sivil toplum örgütünün, gazetenin, kurumun savrulacağına, parçalanacağına inandıklarından  ‘Türkiye’de malumunuz faşist diktatörlük var, hayatımız tehlikede; ben, biz  yakalanmayalım ki örgüt, parti, sendika devam etsin… ‘  bahanesiyle  oniki Eylül  darbesinde   kendilerini, ailelerini iltica talebinde de bulunacakları Batı, Doğu  Avrupa’ya, SSCB’ye, Arnavutluğa, Çin’e kaçırtacaklardı. On binlere,  gençlere, çocuklara  masumiyetlerini yitirten  yaptıkları şiddeti, terörü   “devrim adına”yla olağanlaştıran kör  inançla itaat edilen Türkiye Cumhuriyeti devletini de   “o bizden” leştirmiş jakobenci kast sistemini kendilerine uyarlamış sol örgütlerin yöneticileri  darbe sonrası onca zulmün, işkencenin, baskının  ortasındaki yoldaşlarını bir başına bırakarak öylece kaçtılar  işte memleketlerinden. Sudan çıkınca öleceğini göreceği kara parçasıyla karşılaşan dev bir çaresizlik,   güvensizlik içindeki balığa döndürecek o kaçışların, yoldaşlarının  hayatları boyunca  iki kulaklarına takacakları ‘olan hep garibana,  sahipsize, ötekileştirilenlere olurmuş’ küpenin nedeni olduğundan,  sınırları belli memuriyet hayata  merhaba dedirttiğinden, uğruna mücadele ettirtecek  ideallerini…hayallerini, hedeflerini…insanlara  güveni ve inançlarını  kaybettirdiğini bilmek   istemedikleri yeni hayatlarının keyfini sürüp arada “ah  memleketim…” hasreti çektikleri yalanını da savururken etraflarına; birbirleriyle  kavgaya tutuşturdukları   sol  örgütlerin  üyelerinin sempatizanlarınınsa sosyalizmi, proletaryanın diktatörlüğünü önlemek, kapitalist sisteminde kitleyi isyana sevk eden sınıfsal  çelişkilerini azaltmak gayesiyle halkın kendisini yönettiğini, egemenliğinin de toplumun rızasıyla sürdürdüklerini sandıran Burjuvazinin  demokrasisinin  kandırmaca gördüren çoğu  yurtdışına kaçan  örgütlerinin yöneticilerinin  değiştirmek için mücadele edilen  müesses nizamın ötekileştirici  ‘bizden değil’li aynı duygu, aynı zihniyetini taşıdığını, aynı tavrı, aynı kast sistemini uyguladıklarını da gözlerden gizlediklerini anlayacak yaşanmışlıkları da yoktu. O yıllarda  ’biz’ yerine  özgür birey odaklı  farklıya, azınlığa eşit yurttaşlık, pozitif ayrımcılık getiren, hiç kimsenin bir başkasının değerine  öyle kolay kolay laf söyleyemediği,  ifade özgürlüğüne girdiğinden  değerinize küfredilse de yargılanılmayan,  o değeri savundu diye bireyin ölümü hak ettiğinin düşünülmediği çoğulculuğu, medeniliği,  insan haklarını  kutsadığından  “demokrasinin” Türkiye’de her anlamda yerleştirilmesi için mücadele edilmesi gerektiğini  söyleyecek  yoldaşının   ne faşistliği, ne  ajanlığı, ne de burjuva yardakçılığını bırakmayacak örgüt yöneticileri az,  biraz  demokratik adımlar atılınca, iklimin  yumuşadığına, tutuklanmayacaklarına kanat getirerek ülkeye döndüklerindeyse, darbeyle oraya, oraya savrulmuş, hapislere konmuş, geçim derdine düşmüş üyelerinin  hesap soracak halde olmadığını da bildiklerinden;  yanlarına götürdükleri ya da sakladıkları   üye  aidatlarından, haraçlardan, örgütlerini  destekleyen Avrupa, ABD, SSCB, Çin, Arnavutluk,  Küba’dan …, …, …, …’dan gelen yardımlardan, sempati duyan  insanların, kardeş örgütlerin bağışlarından oluşmuş  örgütün paralarını, el koydukları mallarını kuracakları başta medikal, bilgisayar, matbaa, kitapevi, inşaat  firmalarının sermayesi yapacakları   devrimci  ahlaklarıyla göz yaşartırken; vergi kaçırmaları, işyerlerinde çalıştırdıkları emekçilere asgari ücretin altında maaş ödemeleri, en ufak bir hatada işten atmaları  emekten yana devrimci geçmişleriyle büyük bir uyumluluk arz edecekti.



Yetmişli, seksenli yıllarda daha ortaokulda, Lisedeyken  omuzlarımıza; Lenin, Marx, Engels, Kant, Hegel …,..,   onca yazarın, felsefecinin   komünizm, sosyalizm,  proletarya diktatörlüğü, faşizm, madde, tin, materyalizm, diyalektik, determinizm, değişim, emek, katma değer,  çelişki  üzerine yazdıklarını hatmetme, kavrama; ‘yolumuz işçi sınıfın yoludur’la okulda,  fabrikada, atölyede her yerde örgütlenme vari yaşımızdan, başımızdan  büyük  sorumluluklar yüklenildiğinden, kafamızı kaldırıp da örgütü, derneği, partiyi, sendikayı yöneten Serdar’ın, Ahmet’in, Cüneyt’in, Beria’nın, Zeynep’in, Sunay’ın  tavırlarındaki  Jakobenciliği fark etmek bir yana, devrim uğruna  yapılacak her şeyi buna zulüm, idam, baskı, öldürme, asma kesme de dahil gerekli sayan, kabullendiren  devrimci zihniyetimize uygun ‘haklı…ne yapsaydı devrimi feda mı etseydi’yle  hakimlik yaparken bir daha ölüm cezası vermemek üzere görevinden istifa eden Robespierre’in, Saint Just’le birlikte  ‘her şey devrim için’ le Fransız devrimine karşı ya da karşı gelebilme ihtimali olan ki bunların kim olması gerektiğini de kendileri  belirleyeceklerdi,  herkesten kurtulmanın  yolunu   komplo, kumpas kurmada bularak  Fransa’ya  terörün saltanatı  dönemini yaşatmalarını,  devrimin liderlerinden  Hebert ve Danton’nu  giyotine göndermelerini  devrimci tavır, gereklilik  saymaya dünden razıydık. Sonrasında faşizme evirilmiş bu  tepeden inmeci şiddeti, terörü;  toplumu, bireyi kendisiyle aynı düşüncede, potada  buluşturacak şekilde  değiştirmenin, dönüştürmenin  temel değişim aracı gören Jakobenci zihniyetin yaptığı devrim, kurduğu düzen yıkılmasın diye kendisinden  farklıyı,  karşıt gördüğü her kesimi, her oluşumu  silmek, yok etmek için onları da   parçası yapacağı, göstereceği komplo kurma, senaryo yazma, yaratmadaki  hünerinin nice Kristal Gecelerin,  6-7 Eylüllerin nice Maraş, Çorum katliamlarının nedeni olduğunu, olacağını o gün biri söylese o kişiyi  ‘meğer sende onlardanmışsın, Allahtan çok geç olmadan  safını belli ettin ’le  karşı devrimcilikle suçlayan, dışlayan devrimci statükoculuğun, düz  mantığın  pençesinde ancak  iktidarı,  egemenliklerini bırakmak istemeyen  Jakobenlerin söz verdikleri vaatleri gerçekleştirmemeleri,  refah düzeyini artırmamaları, fırsat eşitliği, özgürlük, kardeşlik yerine adaletsizlik, ötekileştirme, baskı, dayatma, diktatörlüğü koymaları yüzünden  tepki çekmeleri   karşısında felaketin eşiğine geldiğini  iddia edecekleri ülkeyi, partiyi, örgütü toparlayabilmek için aşırı sert önlemler almaktan, terörü   silah  kullanmaktan imtina etmeyerek insanları birbirine düşman etme, vurdurma, kırdırma taktiklerini uyguladıklarını  otuzlu yaşlara vardığınızda fark ettiğinizde anlayacaksınızdır Türkiye Cumhuriyeti tarihinin  neden bir darbeler, isyanlar, katliamlar  tarihi; her darbe öncesi devletin kontrolündeki sağ, sol, radikal  örgütleri kullanarak ülkeyi bölecek,  parçalayacaklar… sokakta kardeş kardeşi vuruyor, akşama kimin öleceği belli değil; iç savaşa gidiyoruz… Anayasa’yı, laik sistemi  değiştirecekler…Atatürk devrimlerini çöpe atacaklar… dini, imanı ortadan kaldıracaklar…Kürtler’in asırladır toprağımızda gözü var propagandası yaptırtacakları  iletişim araçları medya, yazar, çizerler eliyle  yaratacakları panik, felaket  telalılığının tek amacının  iktidarı ellerinde tutmak olduğunu ki bu yolda onbinlerce insanın hayatının harcanmasını da  yalnızca olması gereken bir sonuç gördüklerini.


Asırlardır bu topraklarda hüküm sürmüş daha da  sürecek herkesi, herkesimi etkisi altına almış  Jakobenci, faşist zihniyet “ bak komünizm  gelirse, hak hukuk adalet rafta…  SSCB’de ki gibi tüm servete halk adına el koyup,  ibadet yerlerini kapatırlar... onlar iktidar olsun bizleri  asarlar keserler, baş örtüsünü zorunlu, çocuk gelinliği, İran’da ki  gibi şeriatı  yasal kılarlar… başörtüsünü yasaklar kızlarımıza zülüm çektirirler… tek amaçları Kürt devleti kurmak özerlikle yol açarsan sonunda parçalanır ülke ”  benzeri  argümanlarla  bilerek, isteyerek  düşman yaratma,  ötekileştirmeyle karşıtını  isyan teşvik ettirip,   bir tarafta kilitlediği, kutuplaştırdığı  toplumda  “gördünüz mü, inanmamıştınız şimdi haklılığımızı   anladınız mı? derdimiz Cumhuriyetin ilelebet payidarlığı,  bu Anayasa  bu yasalar, bu  kurallar o yüzden  bu  teröristlerle…bu dincilerle…bu  laiklerle   mücadele  bitmemeliy”le   ürettikleri korkuyu da körükleyerek,  kendinden farklılığını düşman gördüklerini, muhalifini elindeki tüm olanakları kullanıp; baskı, zulüm,   açlıkla terbiye etme, kendine muhtaç hale getirerek  karşıtlığını  kırdırma, sistemine  iliştirerek ehlileştirme  az biraz da   reformlarla da toplumun gazını  alarak sonsuz iktidar, hakimiyet,  güç  için komplo, kumpas kurmanın sürekliliğinde, Ülkenin kurgusunu  da ona göre yaptıklarını teyit eden, Oniki Eylül öncesi var olan kırkbeşden fazla  sol   örgüt  liderlerinden Bülent Uluer’in yıllar sonra “birbirimize duyduğumuz düşmanlık, egemenlere duyduğumuz düşmanlıktan daha fazlaydı. İşin tehlikeli yanı buydu. Devletin çok da büyük bir komplo hazırlamasına gerek yoktu” ; Alaadidin Taş ‘ın ” TKP, TİP ve TSİP, o dönemde birbirine yakın üç partidir. Bunların gençlik örgütleri İGD, SGB ve Genç Öncü olarak biz bir araya geldik. 12 Eylül’ün sesi geliyordu. Gençleri darbeye karşı birlikte davranmaya çağıracaktık. Örgütlerimiz kapanmıştı, Barış Derneği’nde toplandık. Bu hikâyeyi anlatırken bugün bile dehşete düşüyorum. Bildiriyi hazırladık, tartıştık, tartıştık, tartıştık ve bir noktada durduk. Tahmin bile edemezsiniz. Bildiride mücadele mi diyeceğiz, savaşım mı diyeceğiz. Yok, mücadele seni çağrıştırıyor. Yok, savaşım öbürünü çağrıştırıyor diye, biz bir tek kelimede bile anlaşamıyorduk. Gerisini siz düşünün. En akıllı olduğunu düşünen üç örgüt bunu yapıyor. Bizim günahlarımız da az değil. Devletin 12 Eylül ortamını hazırlamadaki rolünü de unutmamalıyız. Bu olaylarda askerin, istihbarat güçlerinin, kontrgerillanın büyük payı var. Sol şiddet ortamına sürüklendi.Dönemin İstanbul Birinci Ordu Komutanı “Ortalık biraz daha ısınsın, pişsin diye biz bekledik” dedi. Bu ortamda, elbette solu da bir yanlış istikamete zorladılar, sıkıştırdılar. Sol hem kendini korumak, hem iyi niyetli amaçlarını gerçekleştirmek için yanlış bir yol seçti.” açıklamalarını,  tahlillerini  okuduğunuzda gazetelerde; darbeye zemin olsun diye muktedirlerin, derin devletin senaryosunu  MİT’e, Kontrgerilla’ya  yazdırarak uygulamaya koyduğu kanlı kumpasın  oyunun ortasında; ABD emperyalizmden kurtulmuş ”Tam bağımsız bir Türkiye”de emekçilerden yana bir düzen uğruna büyük bir iyi niyet, masumiyet ve umutla varlığını feda eden,  yaşasalardı geleceklerinin parlaklığı kesin  onlarca sol görüşlü Sinan Cemgil, Mahir Çayan, Ömer Ayna, Denizi Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Fevzi Kuruçay , Bahri Gülpınar, Erdal Eren’in hayatlarının korkunç  bir acımasızlıkla gözden çıkarılmasına…harcanmasına; onlarcasının  işinden, gücünden edilmesine, sürülmesine, sakat bırakılmasına yol veren, sorumlu oldukları   üyelerinin can güvenliğini “devrim yolunda” hiçe saymış sol  örgütleri, partileri, sendikaları   yönetenlerin  böylesi bir oyunu, tezgahı fark edememeleri acaba mümkün müydü diye düşünmeden  edemeyecektiniz? İzlerini silebildiğinizi sandığınız ama bir sözün, tavrın, şarkının, marşın, sloganın, pankartın,  fotoğrafın, bir filmin,  elbisenin, şapkanın önünüze sereceği geçmişe, bugünden bakınca; terörün, kargaşanın artırılmasının  faşizme, darbeye  giden yolu döşediğini, hızlandırdığını  bilecek deneyime sahip sol görüşlü örgüt  yöneticilerinin  o teröre bile bile neden  su taşıdıklarını  anlamdırmayacaksınızdır. Bu bu yapılacağı belli provokasyonlara balıklama dalışlarına, yardımcılıklarına dair barizliği gösterir olayların belki de  başta geleni  bindokuzyüzyetmişyedinin  kanlı bir Mayıs’ıdır. Ufak olunca hayatta kalma güdüsü yetişkinler kadar gelişmediğinden  ölüm korkusu az, cesareti bol  son donem Osmanlı  ile Kurtuluş Savaşında Türkiye Cumhuriyeti Ordusunda  hatırı sayılır miktarda bulunan,  Almanlar tarafından cepheye sürülen Hitler Jugend’lerle,   İki Dünya Savaşında da ölen askerlerin büyük bir yüzdesini oluşturan,  bugün Birleşmiş Milletlerin  eline silah verilerek  savaştırılmasını yasakladığı; sekiz, onsekiz yaşında çocuk savaşçılar gibi onbeş, onaltı yaşlarında Faşist gördüğünüz babanıza karşı işbirliği yaptığınız sosyal demokrat annenizin  ‘bir gün… ancak idare edebilirim, ona göre’ şartına ‘ tamam’ diyerek  ‘devrim olsa ne olacak, ne yapacaksınız’ sorusuna, babanızın  maddi gücü bulunmadığından bir türlü alınamayan  reklamlarda gördüğü çikolataya,  şokkellaya   mahalle  bakkalının  rafında imrenerek baktığını bildiğinizden  ‘ bedavaya istediğin kadar  çikolata yiyebileceksin, yırtık ayakkabın, yamalı elbisen olmayacak,  burjuvazinin   sömürdüğü  emekçiler  sayesinde elde ettiği  ne varsa elinden alıp herkese dağıtacağız. Nilgün’ler gibi kaloriferli, herkesin bir odasının olacağı geniş  evlerde oturacağız..’; yoksulluğunuzu bildiği için dini   bayramlarda  size  yiyecek, giysi  yardımı yapan, oturmayı hayal dahi edemediğiniz  Çankaya Lisesinin karşısındaki Denizatı pastanesinin üstündeki şık apartmanda oturan sınıf arkadaşınız Nilgün’ün, her bir detay düşünülerek  lüks eşyalarla  döşenmiş, buzdolaplı, çamaşır makineli   evini ballandıra ballandıra anlattığınızdan ‘başka ev olmasın, ama Nilgünlerin evini bize verirler mi ‘ şüphesindeki  on bir yaşındaki   kardeşinizi de yanınıza katıp hac vazifesini  yerine getirmekten farksız algıladığınız  bindokuzyüzyetmişaltı yılında İstanbul Taksim de ilk bir Mayıs kutlamasına katılışınız...Sorumlunuz Candan’nın  ‘sizler bizim geleceğimizsiniz, yarın bu örgütü sizler yöneteceksiniz.Yaşı, tecrübesi fazla ağabeyleriniz, ablalarınız;  İtalya’da,  İspanya’da, Mitka’nın ülkesi Bulgaristan’da ki  partizanlar gibi  sizlerde faşist kudurganlığın önünde   dimdik duracak, mücadele edeceksiniz…bu gece   afişlemede çok iyi iş çıkardınız’lı onorelerini  göğsünüze takılmış madalya sayarak düğüne gider gibi  bindiğiniz otobüste söylediğiniz marşlar, türküler…İlk kez “devrimin şanlı yolunda “ şehir dışı bir mitinge hemde bir Mayıs’a katılmanın çoşkusu belki her söyleyişte sol kolunuzu havaya kaldırıp yumruk yaparak yüz kez söylediğiniz  halde ilk kez söylüyormuşçasına heyecanlanıp, duygulandığınız “bir Mayıs…bir Mayıs işçinin, emekçimin bayramı’ marşıyla elinize  tutuşturulmuş kumanya; çeyrek ekmek içine peyniri dönermişçesine  yiyişiniz…Otobüs  sorumlunuz Firuzan’la,  Döndü’nün   ‘çoğunuz  İstanbul’a ilk defa gidiyorsunuz, çok büyük bir şehir o yüzden  söylediğimizin dışına çıkmak yok... otobüsten inince  el ele tutuşup dörderli  sıra olacaksınız, miting alanına kadar  korteji bozmadan bir birinizi kontrol ederek yürüyeceksiniz zaten indiğimizde sekiz kişiden oluşacak ekiplerden bir kişi de  sorumlu  olacak,  su almak için dahi  ondan  izin almadan uzaklaşmak yok.kiminiz pankart, kiminiz flama, bayrak taşıyacak ’. Gümüşsuyundaki  yokuştan arasında kaybolduğunuz pankartlarla, örgütünüz ambleminin çizildiği kırmızı flamalarla    Taksim alanına fetheder gibi koşarak girişiniz ki arkanızı dönerek  insan selini aşan durgun mavi denize kaçamak  bakışınız; Eskişehir örgütünü bulmak istediğinizi söylüyorsunuz Candan’a ‘dayın değil mi?onu göreceksin. Haydi git, ortalarda bir yerlerdeler’. Devrime inancınızı, işçi sınıfına güveninizi perçinleyen konuşmalar, halaylar  ‘burjuvaziyi, egemenleri korkutan’  dinamik kalabalık. ‘Böyle bir kalabalık şimdiye kadar hiç bir araya toplanmamıştı. İşçi sınıfının, devrimcilerin, partinizin gücünü dost, düşman herkes gördü sevinci. Başınıza bir şey gelmeden görevini yerine getirmenin  huzuruyla eve dönüş. ‘Üstelemeyin; her sene, her sene olmaz;bu defa  babanızı  da idare edemem.Zaten geçen sefer  şüphelendi “Vaide de  niye yatacaklar, kocası gittiğinde hep Gül kalmıyor muydu  yanında” onca dil dökme, onca küsmeli tavır fayda etmiyor küçük burjuva korkusuna yenik düşmüş anneniz  ‘herkes bu yıl bir Mayıs’ta olay çıkacak, kan dökülecek diyor…başınıza bir şey gelirse ne yaparım, ne derim ben’le noktayı koyuyor.Yıllar  sonra öğreniyorsunuz ki ev kadını annenizin mahalleden, ordan buradan duyduğunu  Bir Mayıs Tertip Komitesi dahil herkes yalnız duymakla kalmamış, olay çıkacağını da biliyorlarmış…haydi diyelim ki duymamışlardı, bilmiyorlardı devletin provokasyona başvuracağını iyi de az, çok tahmin edecek öngörüden, vizyondan  yoksunluk, onlarca kişinin kaderini, ömrünü  belirleyen  liderliklerinin vasatlığı,  olayları yönlendirmelerdeki etkisizlikleri  zaten yeterince vahim bir olgu değil midir?  Candan’nın  ‘burjuvazi, egemenler toplumda korku dağları yaratıyorlar ki bu sene  bir Mayıs, emekçilerin bayramı güçlü kutlanmasın,  bu tuzağa düşmeyelim’le  küçümsediği   “bu sene bir  Mayısta olaylar çıkacak, kan akacak. Bu olayların müsebbibi de  solculardır”la toplumu da  hazırladıkları  provokasyonun,  provalarına  çoktan başlanılacaktı. İşin acınası yanı  böylesi bir provokasyon için derin devletin, egemenlerin  bir şey yapmasına da gerek yoktu zira  kendini sosyalist dünyanın lideri  gören SSCB’nin; sosyal emperyalist tanımladıkları SSCB’ne  alternatif   liderlik mücadelesine girişmiş  Çin’in,  Arnavutluk’un diğer sosyalist ülkelerin desteklediği birbirinden haz etmeyen, faşizme karşı  işbirliği yapacaklarına  okullarda, fabrikalarda, işyerlerinde, sendikalarda mahallelerde hakimiyet kurma yarışına giren TKP,  İGD,  İKD; TDKP  , Yurtsever Gençlik Derneği (YGD), Devrimci Gençlik Birliği (DGB) ,  Halkın Kurtuluşu; TKPML, DEV-YOL,  DEV-SOL, Kurtuluş, RIZGARİ, ALA RIZGARI, DDKD onlarca sol örgüt  küçümsemek, suçlamak için “Maocu bozkurt", "sosyal faşist", “oportünist”, ”revizyonist”,“gauche;goşist”, ”reformist”,” sev gençli”, “konformist” benzeri aşağılayıcı lakaplarla birbirilerini eleştirmekle  kalmayıp,  birbirlerini öldürmeye  varacak nefretlerini yansıttıkları  ‘yoldaş nedir üstün başın?  sorma abi bugün iki sosyal emperyalisti... iki Maocu bozkurtu...iki goşisti dövdük, hayırdır niye? bize goşist, bize Maocu bozkurt, bize sosyal faşist dediler ‘li konuşmalar,  süreklilik arz eden     çatışmalarla  provokasyonlara  gerekli zemini  zaten hazırlayacaklardı. İstanbul’dan Ankara’ya, Antalya’dan Karadeniz’e kadar hemen her yerde canlarını ayırt etmeden yakan faşistlere karşı anti-faşist birlikteliği gereken sol örgütlerin ortak  nihai amaç “devrimi” yapmada faklı görüş,  yöntemi  savunduklarından  birbirlerine ülkücülere, faşistlere beslediklerinden daha fazla nefret, kin beslediklerinden sokakta, okulda, yurtta tek başına ya da toplu kıstırdıkları rakip örgüt mensuplarına yaptıkları  öldürmeye varan şiddet eylemlerini, cinayetlerini  mekanlarında ‘gündüz bizi darp edenlerle  okulun önünde karşılaştık zuladan çıkardık silahları, pat..pat ..pat  grup lideri Çamur Şevket  ilk kurşunda düştü….’, ‘gece Hamamönün’de, Vişnelik’te, Yıldıztepe’de nasıl tongaya düşürdük ama… yarmadık kafa, göz bırakmadık  Maocularda, goşitlerde,  sosyal faşistlerde… bir daha adım atamazlar bu mahalleye’ içlerinin yağları eriyerek anlatırken  o ânda biri;  o gururun, o sevincin, o kazanmanın  insanlıktan çıkışın göstergesi olduğunu da söyleseydi atıverirdik pencereden aşağıya.


Sol örgütler arasındaki bu derin !!! görüş ayrılıklarının, çatışmanın nasıl kullanılacağı, bu gruplar içine sızılarak hadisenin nasıl büyütüleceği belki de ilk olarak 5 Şubat 1977 günü Ankara’da Tandoğan meydanında düzenlenen TÖB-DER mitinginde denenecekti. Tandoğan’daki  mitinginde  alana önceden gelmiş  SSCB çizgisindeki TKP’li kalabalık üzerine, alana yaklaşmakta olan Çin, Arnavutluk Komünist Partisi yanlısı Maocu örgütlerce taş ve sopalar atılacak, çıkan arbedede iki taraftan da yaralananlar olacaktı.İlginç olansa gruplardan malum birinin, diğerlerinin üzerine naylon torbalar içinde boyalı su atmasıydı ki bu karşı tarafı polisin yakalamasını kolaylaştırmak için yapılmış acayip sol bir eylem(!)di. Miting sonrası yürüyüşe geçilirken, ilk saldıran grup pankartları parçalandığından Aydınlıkçıların "Halkın Sesi" pankartı altında arkada yer alacak, yürüyüşün son durağı  Kurtuluş Meydani'na gelindiğinde birlikte devrim andı  "biz, devrimciler olarak, bizi yok etmek isteyen emperyalizme " içilip dağılınırken  Maocu gruplar ayrı bir yerde özünde aynı olmakla beraber emperyalizm'in ardına "sosyal emperyalizm", faşizm’in ardına da "sosyal faşizm"  ekledikleri kendi antlarını içerek  TKP  yanlısı grubun  üzerine yeniden taş, sopa fırlatacaklardı.O kargaşada  kimsenin  fark etmediği bir hadise de gerçekleşecek, alana bakan Kurtuluş Ortaokulu'nun bahçesinden olayları seyreden silahlı beş altı  ülkücü koşarak saldıran grubun içine dalarak, silahlarını ateşleyeceklerdi.  Ankara’da birkaç yaralı ile atlatılan bu  olayla, Kağıthane'de “Dev-Solcular halkın parasını harcıyor” yalanıyla  gecekondu basıp, halkın üzerine ateş açan THKPC kökenli  DEV-YOL ile  Kurtuluş grupları arasında  yaşanacak  çatışmaların çok daha büyük bir provokasyonun  kanlı bir Mayısın habercisi olacağıysa  fark edilmeyecekti. İstanbul Kadırga yurdunda bir DEV-YOL sempatizanı öldürülünce  Ankara’da iki örgün  mensupları birbirine girecek,  Cumhuriyet yurdu DEV-YOL cular tarafından Kurtuluşçulardan temizlenirken, Hacettepe yurdu ve kampüsündeki DEV-YOL cular da Kurtuluşçular tarafından dışarı atılacaktı.  ”Kurtuluş'a ölüm”  haykırışlarıyla süren çatışmalarda  devrimci hareket üç  kayıp verince  iki sol örgüt aralarındaki çatışmanın sola zarar getirdiğini, yaşananların provokasyon olduğunu birlikte açıklamak üzere  İzmir caddesinde toplantı yapacaktı. DEV-YOL cularla görüşen Kurtulusçu Süleyman Toklu’nun toplantı mekanından  ayrıldıktan yirmi  metre sonra kurşun yağmuruna tutulması…derin güçlerce provokasyonun devamının  istendiğinin işaretinden başka bir şey olmayacaktı. Nitekim Bir  Mayıs öncesi sol gruplar arasındaki kavga tırmandırılarak devam ettirilmiş,  Maocu bozkurtlara göre    “proleter Sadık Canaslan”  Bir  Mayıs  afişini asmak üzere 18 Nisan 1977 günü Kocamustafapaşa tren istasyonuna gittiğinde   az önce  “sosyal faşist”  İGD’lerin   astığı afişleri yırtarak  yerine Kadıköy Yurtsever Gençlik Derneği’nin afişlerini asarken  İGD’li   Mustafa Koldamca ve  Rafet Yardım tarafından vurulacaktı. İstisnasız tüm sol  gruplar  birbirlerini  “devrimci gençlere pusu kurmuş sosyal faşistler”,   “Maocu bozkurt” , “beslemeler”, “düzenin yalakaları”  tanımlamalarıyla  damgalamakla yetinmeyip…birbirlerine ÜGD’li faşistlerden daha çok nefret, kin besleyip karşılaştıkları her yerde de ölümü hak ettiğine inandıklarından  Bir Mayıs afişini asma gibi gayet sıradan bir eylemde bile  gencecik  insanların hayatlarından edilmesi vicdansızlık, gaddarlık, barbarlıkken sol örgüt mensuplarınca  gayet olağan karşılanacaktı. Bir Mayıs öncesi Canarslan’ın vurulmasının   ortalığı  yeterince kızıştırdığından,   kışkırttığından emin olmadıklarından olsa gerek  28 Nisan günü de İzmir Konak Meydanın da  DİSK’in afişlerini asan  İGD’lilerle   , Maocu gençler arasında çatışma çıkacak,  Maoculardan İdris Türkoğlu hayatını kaybedecek… TKP ve DİSK de Maocuları Taksim'e sokmama kararı alacaktı. Bunun üzerine  Maocu sol grupların “alana sahip olacağız. O revizyonistlere göstereceğiz. Kürsüyü ele geçireceğiz” mahiyetli provokatif demeçlerine, gerçekleşmiş onca ölümlü olaya, Bir Mayıs’ın  dünyanın her yerinde sağ, sol birlikte  kutlanan evrenselliğine  rağmen   öncülüğünde  düzenlenen Bir Mayıs kutlamasına gölge düşmemesi için DİSK‘e  resmi, gayri resmi tetikçilerin  provokasyonunu  boşa çıkararak,  otuzdört insanı hayatından eden katliamın önleyecek tedbirleri aldırmayanların  kimler olduğu ???? hep bir muamma kalacaktı.


‘Büyük sözü dinlemenin faydası, ben size demiştim olaylar çıkacak, gitseydiniz şimdi sizde o ölen masumların arasındaydınız’ diyen anneniz  izin vermediğinden  gidemediğiniz o kanlı Bir Mayısta yaşananları Konur sokakta bir apartmanın giriş katındaki  derneğinizde Canan’dan dinleyecektiniz ‘o gün’ diye söze başlamıştı Canan ' Saraçhane su kemeri altında toplanmış korteje katılacakken, Fatih yönünden gelenlerin pankartlarını görünce şaşırdık zira  pankartlar  DİSK tarafından mitinge alınmayacakları açıklanan halkın sülalesi; halkın kurtuluşu, halkın birliği, halkın yolu  gruplarınındı. DİSK görevlileri, bunları görünce diğer grupların da önünü tıkadılar. Alana önde DİSK  arkasında  mitinge katılması onaylanan gruplar,  en arkada da  halkın sülalesi grupları girecekti. Alana   giren  Kurtuluşçular; Taksim anıtı çevresine yerleşmiş  DEV-YOL'cuların kısa süre önce öldürülen arkadaşlarını anımsatarak attıkları "beni vurmak Kurtuluş mu?" sloganlarıyla karşılandılar. Bu esnada Tarlabaşı girişinde DİSK görevlileri ile alana zorla girmeye çalışan halkın sülalesi gruplarının itiş,  kakışı, kavgaları sürüyordu. Aynı anda kürsüde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler "bu alanın adı bundan sonra 1 Mayıs alanı olsun mu?" diye soruyordu ki  iki el silah sesini  duydum. Sonra her yerde silah sesleri  İnter Continental Hotelden otelinden, sular idaresinin üstünden… panzerler de ses bombası atarak korkuyu, kargaşayı iyice körüklediler. Alanda en az beşyüz bin belki  daha da fazla  insan,  o panikte Pamuk Eczanesi'nin yanından,  bulabildiği her yeri kullanarak   kaçmaya çalışırken  çoğu  birbiri üzerine yığılarak, ezilerek öldüler. Ben mi o kargaşadan nasıl sağ kurtulduğumu inanın bilmiyorum. Öylece kıpırdamadan pankartların, flamaların önüme tek, tek düşüşünü görerek olduğum yerde durmuşum ’ Bence diyordu Cüneyt de ‘bu katliamla bir taşla iki kuşu vurdu işbirlikçi tekelci  burjuvazi;  hem devrimci solun kitlesel eylemlerinin önünü kesti,   hem de olay toptan solculara mal edildi. Demokrasi düşmanı solcular bir bayramı bile kutlayamıyor, ülkeyi nasıl yönetecek imajı da üstüne kaymaklı kadayıf. Bir Mayıs’ın kana bulanması kararını vermişlerdi, uyguladılar o kadar. Olaylar Maocular  üzerinden  başlatılmasaydı yedek planda bence Kurtuluş ile DEV-YOL arasında çıkarılacak çatışma vardı.’  Özenle hazırlanmış, aktörlerinin, kurbanlarının gönüllü biçimde rollerini benimsedikleri  gayri nizami harp operasyonu  1 Mayıs 1977'yi;  Kahramanmaraş, Çorum katliamları,  sayısız faili meçhul cinayet  izleyecek beş bine yakın vatandaşın öldürülmesinden bir beis görmeyecek rahatlıkta yaptırdıkları tüm bu kanlı olayları darbe gerekçesi yapan  askeri, sivil darbecilerin  nazarında  ABD ile stratejik ortaklık ve işbirliği, soğuk savaş konseptinde komünizme, demokrasiye duyulan nefret;  devlet, makam, mevki, rant uğruna  insanlıktan çıkış; öldürülen  o masum vatandaşlarının  hayatından çok  daha değerli, çok daha anlamlıydı… niye mi ??  O zamanki konjonktürde Doğu Avrupa, SSCB, Çin’deki gelişmelerin dünyaya  yansımasıyla kapitalist sistemini, egemenliğini kaybetme  tedirginliğini  bilerek  düşmanlaştırılan toplumu   “komünizmin”  tehdidiyle de  ürküterek  tüm muhaliflerini ‘komünist, anarşist, terörist” suçlamasıyla baskıya, kovuşturmaya  uğratarak  onlarca insanı idam sehpasına gönderen, binlerce kişiyi işinden ederek, bir çoğunu da toplum dışına iterek elindeki malı, mülkü  kaybedeceğine inandırdığı ödü  patlatılmış ABD’lileri sisteme uyumlu yurttaşlığa  zorlayan  ABD’ye egemen tekelci burjuvazinin   öncülüğünde;  soğuk savaş boyunca devam ettirilen  "bu adam komünist devlet sırlarını Ruslara satıyor”  iftiralı, karalamalı Mccarthy’ciliğin;  Türkiye’de tezahürü olacak   insanların komünist diye tutuklandığı, Nazım Hikmet’e vatan haini denildiği, yüzlerce askerin  komünizmle savaşta hiç uğruna Kore’de şehit edilmesine göz yumulduğu  “komünzim”in ülkeye gelmesindense müesses nizamın bekası için  yaptırdıkları provokasyonlarda, katliamlarda  vatandaşlarının  hayatını kaybetmesi onlar için yalnızca teferruattı. Bu yüzden  milli gelirden pay,  özgürlük, hak hukuk ve  adalet  isteyen emekçilerin kitleselleşmeye başlayan mücadelesinin,  devrimci sol hareketin  önünü kesmek için hep yaptıkları gibi  baskıdan, faşist terörden başka bir yol tutturmak istemeyen burjuvazinin stepnesi cuntacılar, bu defa herkesin gözü önünde  komünistlere, devrimcilere, solculara karşı her türlü saldırganlığı yapacak  vurucu timler, tetikçiler  yetiştirmek üzere ilk defa  1968’de  İzmir’de 'ülkücü komando kampları' kurdurttular ki, Ali Yurtaslan’nın deyimiyle “ kampta her çeşit silah vardı. bir kaleşnikofun yanı sıra çeşitli otomatik ve yarı otomatik silahlar bulunduğu”  bu    otuz beş ilde, yüze  ulaşacak faşist, ülkücü  kamplarda teorik, judo ve komando eğitimini veren  emekli subaylar da  MHP'nin, Ülkü Ocaklarının diğer yöneticileri gibi Türkeş'in 27 Mayıs darbesi sırasında cunta içindeki ekibinden ya da Özel Harp Dairesi'nin görevlendirdiği askerlerdendi. Kamplarda eğitimden geçen“ demokratik hukuk sistemini s…ktir et, harekete geç''le  hayatlarının genç yıllarını etrafa sataşarak, tehdit, kavga ederek geçiren  ülkücü  gençler “işe  çıkalım”  dedikleri stajlarını  ilk olarak   31 Aralık 1968 de A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Yurdunu basarak başlayacaklardı. Sonrasında  Üniversitelerdeki devrimci gençliğe taşlı, sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenleyerek, toplantılarını, mitinglerini  basarak şiddeti, terörü tırmandırıp işi  sokak infazlarına, suikastlara vardırarak Vedat Demircioğlu’nu da katlettikleri   silahlarıyla kan kusacaklardı. Tarihinde Dersim’de öldürülen yavrusunun yerine  geyik yavrusunu emziren annelerin ağıtlarının yankılandığı bu  coğrafyada…Türkiye’de, bugünkü siyasi, sosyal, ekonomik parametreleri  belirleyen; bindokuzyüzdoksanlı yıllarda Alevi, Kürt  kökenli insanların infazına evrilen NATO subayı Türkeş’in askerleri, burjuvazinin paramilliter gücü ülkücü cinayetlerinin, terörizminin kol gezdiği  yüzlerce ananın bağrına ateşin  düşürüldüğü o karanlık…o  kanlı   geçmişi  sen Serdar ! sen Cüneyt ! ya sen Bejna  sende mi  hatırlamak istemiyorsun? Yoldaşın onca Mustafa’nın, Deniz’in, Ali’nin, Metin’in; çığlıklarını...marşlarını... sloganlarını...umutlarını … kahkahalarını… yürek atışlarını...sende mi unutmak istiyorsun hesabını sormadan Ahmet?


Kimse hatırlamak istemiyor biliyorum,  bir zamanlar bir hayal, bir ideal devrim  uğruna mücadele etmediğinden kolaycılığı, konformizmi  midemizi  bulandırmış sıra dışı yaşamlara öykünenlerin rutin yaşamlara bakışını normalleştirerek yaratıcılığı bitiren deli saçması memuriyeti gibi   sıradanlığı  seçenlere, memuriyet gibi evlilikleri olanlara  benzemek ne kadar da yıkıcı…’bu berbat düzene uyarak hayatlarının içine eden”  onlar  gibi  olmayayım diye  o  kadar ağlayıp, sızlayıp, eleştirip, mücadele edip   sonunda onlar gibi olmak… olmayı tercih etmek.Bu olma…bu tercih bir yandan da  bir gerçeği açığa çıkarıyor; insanlar değişirler ve bu değişim her zaman ilerleyici yönde olmaz bazen  tıpkı yaşlılıktaki gibi değiştirmek için onca uğraş verdiği eski zihniyetine, düşüncesine, kişiliğine dönerek senin  kafanda yarattıkları algının  dışında öyle öldürücü  şeyler yapar, söylerler ki…ilk başta şaşırsın  yine de mecburen kabullenirsin. Çünkü herkes kendi açısından haklıdır. Maalesef herkesin kendini haklı çıkarma sebepleri vardır ve  öne sürülen  bu sebepler zaten  kimsenin kendinden ödün verip de  ortak noktada buluşulamayacağını da anlatır. Buna sen de dahilsindir artık yaş otuz ya da otuzu geçmiştir ve bu senin romanında bahsettiğin ‘giriş yapacağın  aydınlanma çağın’;  ehliyetin olmasına rağmen  süremeyeceğine  aile efradınca inandırıldığından gerçekleştiremediğin hayalin; atlayıp tek başına  nereye gideceğini bilmeden süreceğin arabanı  yolun kenarına çekip, uzaktaki yaşamları, evleri, yolları, hayvanları izleme; ânındır. O yol kenarında, orada geçmişin yoldaşları  bugün başkalarının “kanka”ları “hoca”ları  Bejna, Serdar, Cüneyt, Ahmet,  …,  diğerleri ‘neden bu hale geldiler’i sorgulamayı bir kenara bırakıp sadece olup biteni seyretmek istersiniz. Beklemek… görmek istersiniz  çünkü  gençliğin o devrim esen  deli dolu rüzgarından,  fırtınasından çıkan biri olarak artık bilirsiniz ki istediğiniz kadar  yapabileceğinizi düşünün, istediğiniz  kadar paralayın kendinizi bu coğrafyada;  gidişatına, gelişmene  engel  teknolojik, ekonomik büyüklüğe, güce kavuşamadığın müddetçe dünyanın kaderini elinde tutan her anlamda  büyük, gelişmiş ABD, Rusya, AB ülkelerinin istediği kadarlık bir  değişim, teknolojik, ekonomik gelişim, onların istediği kadarlık bir demokrasi yaşanacaktır,gerisi fasa fisodur… Onlarca solcu örgütlerin üyeleri, sempatizanları; istihbarat örgütlerinin; MİT, MI6, KGB, CIA, FBI, MOSSAD dünyada, Türkiye de hep olageldiği üzere hem kendi, hem de yabancı ülkelerdeki  sağ, sol, İslamcı fark etmez her örgütün içine ajan yerleştirmelerini, hatta ABD’nin DEAŞ’ı kurması gibi örgütler kurdurmasının yadsınmaz  gerçekliğini anlaşılabilir bir bahane saymaya bile razıydılar  ama Türkiye de ki sağ, sol   örgütlerin  de istihbaratçılarca ele geçirilip oyuncak edilmesinin  az da olsa önüne geçmek bir yana, kendilerini unutturmaya çalışan liderlerinin, yöneticilerinin yaşananlarda  hiç sorumlulukları yokmuşçasına  maddi, manevi  rahatlık içinde  hâlâ   devam ettirdikleri insanı şüpheye düşüren suskunlukları; 27 Mayıs 1960 darbesini yapmış MBK üyesi 14’lerden; genel başkan yardımcılığını yaptığı Türkeş’in partisi CKMP’den ayrılıp  keskin bir dönüşle sol  cuntayı  hazırlamak için orduyla ilişki içinde başta THKP,  bir çok sol örgütü yönlendiren,  liderlerini kullanan, bombalamaya, adam kaçırmaya karışan militanlarına, gerillaya saklanacak yer, silah, bomba ayarlayan,   cezaevinden kaçırtan,  12 Mart, 12 Eylül darbelerin de mimarlarından  servetlerinin kaynağının Alyans Evleri yolsuzluğuna, 27 Mayıs’ta  askeri  cemseyi  Merkez Bankası’nın kapısına dayayıp yükledikleri milyonlara dayandığı iddia edilen  Esin, BE-DE-SE nakliyat şirketleri  sahipleri Numan Esin, İrfan Solmazer ve Orhan Kabibay gibi onlarca cuntacının; Ülkenin  Başbakanının, bakanlarının, gençlerinin  idamını isteyen,  kalemini kıran, onaylayan  savcılar, hakimler, yargıçlar ve siyasilerin; işkence yapan askerlerin, polislerin; darbe yardakçılığıyla medya, banka, fabrika, servet  sahibi olanların isimlerinin  deşifresini,  hesap sorulmasını önlemekle kalmamış Türkiye’nin tarihiyle,  yaşananlarla,  kötülük yapmış kişilerle   yüzleşmesinin de  engeli  olmuştur. Birazda onlara sahip çıkacak hükümetlerin düşmesiyle yargılanmaları akabinde kırıntısı kalmış vicdanlarına yenik düşüp “devlet baba istedi, ben de yaptım” itiraflı Ali Yurtaslan  gibi pişmanlıklarını dile getiren Ülkücü camia mensuplarına bakıp da   günahlarını  bir nebze   hafifletecek,  parçası yapıldıkları kanlı  oyunu fark etmedikleri  için de  özür dileyecek  bir tek solcu, devrimci liderin çıkmamasının   bedeliydi  işte;  bir türlü demokratikleşemeyen,  katilere saygı duyulan, ötekileştirmekten vazgeçmeyen Türkiye ve Türkiyeliler. O dönemin sol parti, gençlik, kadın, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların  yöneticilerine sorulmayan soru da; suçladığımız ve evet piyon  kullanılmış, beğen, beğenme zaman içerisinde kara lekelerinden, günahlarından   arınmak için ideolojisini ılımlı   eksene kaydırarak, Kürtlerle  özellikle de Alevilerle ilgili geçmiş argümanlarında  değişikliğe gidebilirken  ırkçı  MHP, peki siz ne yaptınız, nasıl bir çaba sarf ettiniz?  geçmiş argümanlarınızda,  birbirinize  takındığınız öldürücü tavırlarınızda  hiç  mi hatanız, hiç mi   yanlışınız, hiç mi eksiğiniz yoktu?


 İnsan düşünmeden de edemiyor, acaba sekiz Nisan dokuzyüzyetmişaltı günü faşistler tarafından basılan  Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinin  kapısında iki arkadaşıyla vurulan. Hakan Yurdakuler’in ölümünü, faşist saldırıyı protesto eden devrimci gençler Kurtuluş Meydanı’nda toplandıklarında, polisle, aralarında  çıkan ve  üç saat süren çatışmada polisin  ateşi sonucu   Esari Oran, Burhan Barın   öldürülmesi,  yirmi  gencin de  yaralanması üzerine “olaylar bizi derin derin düşündürüyor…” diyen Başbakan Demirel “derin derin düşünürken” onbir  Nisan’da MHP Genel Başkanı Türkeş’in  SBF öğretim üyelerini de suçladığı “ülkücüler devlet güçlerine yardımcı oluyor!” demecinin  devletin güdümündeki  tetikçiliklerini kanıtladığı ÜGD, MİSK, MESS, POL-BİR’li sağ örgütlerle  hem de Aralarında devrimin silahla savaşarak mı,   barışçıl yollardan  mı  yapılması gerektiğine dair  kapatılmayacak derinlikte !!!! anlaşmazlık bulunduğundan birbirleriyle de çatıştırılan sol örgütlere üye milyonların ‘devrim yapacaklarına inanmaları,  inandırılmaları da SSCB’de, Arnavutluk’ta, Küba’da, Bulgaristan’da milyonlarca  insanın  kaybıyla, mücadeleyle  gerçekleştirilmiş devrimin,  sosyalizmin   mucizevi bir hayal… bir ütopya  olmayacak somutluğundan mıydı? Biz  solcular, devrimciler öylesine bir inanmışlık…öylesine bir inandırılmış içindeydik  ki , darbeden  bir gün önce onbir Eylül bindokuzyüzseksende,  Eskişehir’de  Basın-iş sendikası toplantı salonunda ‘ Yoldaşlar inanın, tuğlasını “DGM’yi ezdik sıra MESS de”yle bayraklaştırdığımız şanlı direnişimizle koyduğumuz; milliyetçi cephe iktidarının  faşist yönelimlerine, Amerikan emperyalizmine karşı işçi, köylü, aydın, esnaf, her kesimden yurtsever ve ilerici kitlelerin,  emek örgütlerinin, sendikaların, ilericilerin güç,  eylem birliği Ulusal Demokratik Cephe öncülüğünde İleri Demokratik Devrim artık kapıda. Her an, her şey olabilir…sizler de her an her şeye hazır olmalısınız” konuşmasını heyecanla alkışladığınız dernek başkanınızın, yöneticilerinizin  devrimci coşkusuna kapılmış  bir sel gibi  akarken  o anda  “engel olan herkesle çatışılır; Devrime” kim karşı çıkarsa onu   öldürecek durumda   ne provokasyon… ne  derin güçler…ne de başka bir şey düşünecek halde değildik.Aklın sınırlarını zorlayan  bir inanmışlık…bir inandırılma içinde  bırakın tarafından desteklendiğiniz,  yardım aldığınız SSCB, Küba, Çin, Arnavutluk gibi sosyalist ülkelerle  örgütünüzün, partinizin, derneğinizin, sendikanızın dolayısıyla  kendinizin de  kurduğu   bağımlı ilişkinin  attığınız  “Tam bağımsız Türkiye” sloganıyla nasıl bir uyumluluk gösterdiğini  düşünmeyi,  kendinizi cebinizde  bir tek  kimliği eksik  sosyalist ülkelerin vatandaşı saydığınızdan,  ABD ve ortakları ülkelerin takımları karşısında alınan bir yenilgide,  yenilmişçesine kendiniz yataktan çıkamayacak kadar kötü hissettiğinizden uluslararası herhangi bir yarışmada Dünya Şampiyonasında, Kupasında, Olimpiyatlarda, buz dansında, jimnastikte, güreşte futbol da  ülkenizin yarışıp, yarışmaması asla önem arz etmeyecekti. Hayatın çok başındaydık  gençtik…deneyimsizdik bu coğrafyada, Ortadoğu da;  çoğulculuk, demokrasi yerine çoğunluk, baskı ikame edildiğinden  yaşanan ülkede hangi köken, din, mezhep, inanç çoğunluğu oluşturmuşsa kendisini koruyan, kollayan müesses nizamını da kurarak dışında kalan ne var ne yoksa   hayatını zehir eden ötekileştirmeyi  normalleştirdiğinden; ne  Türkler, ne Kürtler,  ne Araplar,  ne Ermeniler, ne Ezidiler, ne Suniler, Vahabiler, Şiiler, Aleviler, ne Dürziler, Şamanlar…ne Laikler, ne İslamcılar, ne sağcılar, ne solcular, ne Kemalistler, ne Tayyipçiler kirlenmemiş hiçbir köken, mezheb, ideoloji  ve  insanın  kalmadığını bilmiyorduk. Yaşamın her alanında bilinçli bir tarzda toplumdaki çoğunluğun elindeki devlet, örgüt ve  kişiler; bir kadını bir erkek başı açık,  saçları fönlü, elleri manikürlü tuvaletli, smokinli, etekli, pantolonlu  çağdaş !! kıyafetler içinde gördüklerinde   ‘bizden işte;  tam bir Cumhuriyet kadını…erkeği…”  ya da   “biz Türkler”,  ‘biz devrimciler’, ‘biz laikler’le konumlandırıp  toplumda öyle giyinmeyenleri, öyle olmayanları   o  ‘biz’in karşısında bir yere  koyarak  diğerleştirince… ötekileştirince    karşıtlaştırdığı da ‘bacağını açmış kadının, dar pantolon giymiş  metroseksüel erkeğin yeri cehennemliktir’, ‘Kürtler, Türklerden daha kadim topluluktur’,  ‘biz Müslümanlar… biz müminler”, “biz milliyetçiler’le  aynısını  yapmaktan çekinmeyerek;  desteklediği partiye, sivil toplum örgütüne, derneğe,  düşüncelerine, dini inanışlarına, giyimlerine, yemelerine, içmelerine, en akıl almazı  ‘kansere razıyım o markadan evime tek bir bisküvi sokmam… dincilere para taşıyacak Ülker, Torku markalı tek bir şey almam’, belediye başkanı AKP’liyse “Hamidiye suyu alıp ta bu yobazlara kaynak sağlamayın”  eğer  CHP’liyse bu defa da ‘ CHP zihniyetine Hamidiye suyunu alarak para kazandırmayın”la aldığı, kullandığı markaya  göre  insanlar ‘bizleştirilecektir. Bizimkiler bizleşince de onlardan…”biz”den  olmayan kim var, kim yoksa  kine, öfkeye, nefrete, isyana itileceğinden bizleştimeyi yapan illaki bir gün  kafasına sıkılacak  silaha mermiyi de   kendisi sürmüş olacaktır. Böylece de   ötekileştirilip dışlanarak yaşamaya zorlananlar “biz”in yanında  baskıya maruz kalmadan  sorunsuz, rahat  yaşamak uğruna aslına ihanet gerektiren, kendilerini  çoğunluğa …”biz”e dahil edecek  "ben de beş vakit namaz kılmıyorum lakin orucumun tamamını tutarım. Oruç tutmayanların Müslümanlığından ben de şüpheye düşüyorum", “beş vakit namazımı da kılarım ama akşam bir tek de atarım, ibadet başka o başka”,  “ben de Kürdüm ama dağa çıkmak ….”, “bende Aleviyim ama diğer Aleviler gibi ateist değilim” , “benim giydiğim mini etek normal ama bazıları bundan da kısalarını giyiyor. O zaman abartı oluyor tabii...", "benim eşcinselliğim yine çok belli olmuyor... bazıları abuk sabuk makyajlar falan yapıyorlar. O kadarı da rahatsızlık veriyor cidden. Eşcinsel olduğunu gözümüze sokması gerekmez ki!" ,  "ben ve benden uzun olanlar uzun boylu sayılır." söylemleriyle  ‘aslında ben de sizden biriyim. Sırtımı size dayayıp o sıcaklığı ben de hissetmek istiyorum. Normal olduğumu kabul ederseniz sizden daha çok dışlayıcı bile olabilirim." şeklinde “ben”li sınırlar yaratarak ‘biz’ci devletin, toplumun, örgütün, kişilerin sunacağı  olanaklardan faydalandırılacakları ‘makbullüğe’  adım attıkları   ‘bizleşme;onlardan olma’ yolunda  birilerini harcayarak yaşayacakları bu dünyada  en acı şeyin de  geçmişin mazlumlarının bugünün zalimleri olması gerçeği olduğunu, bu durumun belki de ancak mazlum, zalim olma dışında bir seçeneğin daha bulunduğunu anladıklarında değişeceğini de bilmiyorduk.


Ama artık bugün biliyoruz değil mi Haldun, bir ideal uğruna  zorlu bir yola birlikte çıktıklarımızın her an bizi  tek başına bırakabileceği bu coğrafyada; çocuk  yaşta  birbirini tanımadan, sevmeden evlendirilen, kanaat önderlerinin peşine takılan…  taktırılan  insanların, başka bir kanaat önderinin peşine taktırılan insanları öldürmesiyle oluşturulan kara parçalı  dünyayı, ülkeyi  şekillendiren memur zihniyetli insanların devamı olduğumuzdan  belki de,  en  kendi halinde yaşayandan; en sözüm ona marjinal, tabuları yıkmış adeta özgürlük savaşçısı, demokrat  kesilen kişiye kadar sağ, sol, demokrat,  İslamcı  her bir vatandaşın iliklerine işletilmiş imkanını bulduğu anda  eninde sonunda  elbette iyi bir gaye için !!!! hiç olduklarının farkında varmalarını da istemedikleri bireylere, elli yaşına da gelseler de kendi doğrularını… düşüncelerini…yaşayışını dikte ettiren “ sınavda  iki milyon arasında sıralamada ilk 1127.inci olan oğlunu devletin Üniversitesinde  bedava okutmak varken niye  BİLKENT’te paralı… yarı paralı %50 burslu okutuyorsun? Neymiş oğlan orayı istemişmiş,  gülerler adama,  olur şey mi”, “maaşını böyle yiyeceğine üç beş kuruş bir kenara at, biriktir, kredi çek ev al”, “hazıra dağ dayanmaz”, “baban yemişti Gölbaşında tuzda balık”, “senin yerinde olsam…” “otele gideceğime  yazlığa giderim,  çocuk içinde iyi olur, temiz hava…bahçeden taze sebze saltalık, domates, biber taze taze kopar  koy tabağa…çocuğun varsa en rahat edeceğin yer yazlık hem annenler çocukla da ilgilenir….bayılırlar toruna, torbaya, yeğene sende tatil yapasın..bırak torunlarıyla uğraşıp dursunlar ”lı  gündelik   yaşamlarına müdahaleyi de hak gördüren;  hayatın her anına, her ayrıntısına sızarak kendini gizlemeyi   becermiş faşizmin artık  genetikliğini  de anladığınızdan eğer devrimi  yapsaydık gerekliliğine inandıklarından  halktan  biat  isteyecek her biri bir Robespierre,   Mustafa Kemal, Lenin, İnönü, Stalin , Putin, …,  Hitler, Evren, Erdoğan olup diktatörce yönetecekleri yürütme,  yargı, yasama ve askeri gücü de kullanarak kendinden olmayanı,  muhalif  herkesi, kendilerini hafifçe  uyaracak yandaşlarını  dahi hani denir ya "astılar, kestiler"le  yok ederek… yaşam hakkı tanımayarak…en temel insan haklarını askıya alarak,  Ülkeyi de  Hitler’in  Almanyası,  Stalin’in SSCB’si, Çavuşesku’nun Romanyası, Tito’nun Yugoslavyası, Jivkov’un Bulgaristan’ından farksız kılacakları Türkiye Cumhuriyetinde güzel günler ne kadar yakın… ne kadar  uzaktır kim bilebilir ki? Darbe sonrası yaşanalar  ideallerin, hayallerin, devrimin   korkunç gerçeklere yenilip de giderek küçülmesiyle eksilmeye başladığı noktada  insanı varoluşsal olarak etkisiz elemana çeviren,  hayatın boktanlığını…boşluğunu   anlattığından  artık hiç bir şeye şaşırmayacak, hayret etmeyecek,  değiştirmek istediğiniz  kapitalist sistem tarafından  bir ev, araba, yazlık, evlilik, çocuk isteme vari makul  beklentiler içine alınırken de kaybetmenin…yenilginin nelere mal olduğunu da bildiğinizden, gördüğünüzden sadece zafer garantiyse savaşmak isteyeceksinizdir;  böyle bir şey…böyle bir yaşam  da yokken…  içten içe de kazandığını sanacağın zaferin  gerçek bir zafer olmayacağını da  pek ala  bilirken  derdin ne? Aldatılmak mı? O dinamik, genç günlerinin,  yıllarının aldatılmakla geçmesine izin  verdiğinden mi bu boş vermişlik? Yorulmak mı hayattan? Yarım kalmış bir devrim hikayesinin ortasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını belirsizliklerin seni içine hapsedeceği kocaman delikte  kaybolacağını da  bildiğinden belki de  bir yanda alışkanlıklar, bir yanda belirsizlikler, bir yanda hayaller, bir yanda gerçekler dururken  sen bir yerlere takılır öylece kalakalırsın, ne tarafa kayarsan merkezden uzaklaşacaksındır ama artık sen; dağıtan, korkutan  onlarca şey görüp yaşadığından o merkezde hiçbir şey yapmadan öylece  sabit kalmak isteyeceksindir. Tuhaf değil mi  hâlâ dünde ki gibi bir yandan koşmak istiyorsun, bir yandan hiçbir şey yapmadan sadece zamanı daha çabuk geçirteceğinden gündelik işlerini hemen yapıp  uyumak istiyorsun, o kadar.Herkes senin gibi olmaz ki; kimisi aldatılmanın, yaşadığı acının hıncını başkalarından çıkarmayı sever ki bu bir çeşit kompülsif rahatlama şeklidir ve kalleşçedir ve bildiğin faşistçedir… evet! maalesef  kalleşlik, faşizm  yüklenmiştir  hayatlara, ilişkilere, romanlara  ama bunu hayatın başında yaşamak; üç beş üniformalının çok ötesinde bir şeydi…1930'ların  İtalya'sında   gündelik hayatın tam içinde oluşuna  iğrendiğimiz,  komikliğine güldüğümüz faşizmin etkisinde  birbirinden saplantılı,  bir o kadar da tuhaf ama Ülkemizde her yerde karşımıza çıktığından tanıdık halk,  örgüt, parti liderleri, öğretmenler, patronları anlatan  Amarcord’u  izlerken   tüm ilişkilerine damga vurduğu halde faşist tavrı içselleştirdiğini fark edemeyen etrafımızı çepeçevre sarmış milyonların farkına varmak dahi senin boktan hayattan kopman için yeterli bir sebepti  değil mi Haldun?  


O bir iki  dakika süresince aklınızdan geçenleri; eski hayaller , güzel hayallerdi be, belki gerçekleşmedi ama benim hayalim olduğu için beni mutlu kıldı düşüncenizi anlatmadığınız  Haldun’a ‘düşünsene cüzdanımdaki  vatandaşı olduğunu gösterir kimliğimi veren devletlum  bana  ‘sen müfettiş…sen memur olmazsın ve dahi  sen hiçbir şey olmayacaksın  çünkü benden değilsin.Senin düşünceni…senin kökenini…senin mezhebini…senin bakışını  onaylamıyorum’u  resmi  evrakıyla iletiyor bana.O günlerde ve inan bana şu an ve de henüz o kağıdı elime aldığımdaki  yıkılışımı, kinimi yazılara, söze  dökecek bir kelime icat edilmedi. Bence Ermeni Tehcirinden ilham alan Yahudilerin işine, mallarına el koyarak açlığa mahkum eden Nazi kamplarında işkenceden geçiren  Hitler Almanya’sından Türkiye’nin hiçbir farkı yoktu.’; ‘orda dur ! ‘ diyorsun sertçe ‘bir hakkı teslim edelim ki  yedi düvele nam salmış ecdad kabrinde rahat uyusun.Ben ecdadımın  hakkını kimselere,yedirtmem hele  sana hiç !  Bizim ecdat neyi dünyadan örnek almadan yapmış,  icat etmiş  de tehcir eksik kalmış. Farklıyı ötekileştiren kötülüğün, ırkçılığın, kanın   asalet taşıdığına inancın temeli onbeşinci yüzyıla;  kötü kraliçe Isabella’ya dayanıyor bacım. İspanyol Kraliçem   Yahudilere bahşettiği  kötülüğünün  dini fikirlerinden değil  kanlarından kaynaklandığına inanıp  din değiştiren Yahudilerin hükümette,  orduda nüfuzlu pozisyonlara gelmelerini engellemek için İberya’da “Kan Kanunlarını” yayınlamış. Yani suçlayacaksan ecdattan önce Kastilya Kraliçesi Isabella’yı suçla!’; ‘kim başlatmışsa başlatsın, yıl Bindokuzyüzdoksan   hâlâ   daha aynı bildik şeyler devam ediyor, yaşanıyor.Böyle  hınç…böyle öfke doluysak bunun nedeni  bu  devlet…yansıması bu toplum ’ ; ‘devlete hakim köken, mezhepten olsan da kendisi gibi düşünmeyeni de  damgaladı  bu devlet. Beni askere götürdü, savaştırdı  ama devlete işe  almıyor.’;’ gazi olsaydın işteydin’;’yani sakat mı kalsaydın diyorsun ve ben bunu söylememişsin kabul ediyorum’;’ haklısın’ saatine bakıyor ‘ oooo saat bir buçuk olmuş. Mesai başladı artık gideyim ben, çok  meşgul ettim seni. İnmişken Kızılay’a Cici Piknik’ğe de uğrar,  döner ekmek yerim’; ‘ aç mıydın sen, niye söylemedin hay Allah ‘  yolcu etmek için masadan kalkıyorum ‘aç değildim, şimdi  vicdan yapma sanki yemediğim yer mi’; ‘Jitan’ı da  al, iyi gider rakı’nın yanında’ paketi  cebine koyarken o gür sesinle  kahkaha  atıyorsun   ‘kısa günün karı Gitanes; hiç yoktan iyi’  kapı eşiğinde ‘ valla kendimi..derdim ne onu dahi tam olarak  çözmüş değilim. Belki de hayatı bizim gibi  fena yediği silelerle, tokatlarla dolu Lou haksız  değildir ‘tüm bu olup bitenden sonra, en iyisi ölmek ‘ yazmakta… ‘; bazen her konuşma sonrası espri  nieyetine nakarat halinde tekrarladığımız  ‘bak sonra yok ben duymadım, demedim, konuşmadım vay bu niye böyle demek yok’ ; anneannemin  “öyle değil ama öyle olsun’ söz öbekçiklerinden “ öyle değil ama …” aynı anda söylüyor ve gülüyrouz. Muhtasar beyannamesini doldururken aklıma takılıyor Lou için söylediklerin ‘niye öyle dedi ki’ diye düşünüyorum ‘deli oğlan.Bir insan nasıl bu kadar değişir?  tanıdığım en düzgün, en vicdan sahibi, en kültürlü, en kibar ağzından çıkan her kelimeyi kılı kırk yararak seçen,   küfür  nedir bilmeyenlerden biriyken ne oldu, nasıl da değişti ???  doğru soru  bu kadar değişmesine ne, neden oldu? Onca Yoldaşını,  iki ağabeyini  kaybetmek, oniki  Eylül darbesinde içerde kalmak, işkence görmek,  fişlenmek , Kürdistan’da  askerliği komando yapmak yeterde artar bir insanı delirtmeye;  iş görüşmesinin sonucunu  da… olumsuzdur yoksa söylerdi. Eminim iş görüşmelerinde işe alınmamak için her türlü absürtlüğü yapıyordur. Bir keresinde kendisiyle görüşme yapan erkek elemana “göt herif! niye yan bakıyorsun bana” kadına da “ boş ver şimdi mülakatı akşam Kumrular sokaktaki  Kapadokya’da bir bira içelim mi”  demiş biridir O. Aslına bakarsan  hepimizden akıllı; günün  on  saatini dört duvar arasında heba etmekten kaçıyor; etrafımızdaki kendini bir halt sanan  ahlaksızken; ahlaklılığından bahseden, yalancılıklarına dayanamadığımız, haksızlığa, adaletsizliğe göz yuman, kendinden  bir üst konumundakine  yalakalık yapan  insanlarla haşır neşirlikten uzak olmanın cezp ediciliği insana neler yaptırmaz. İleri Demokratik Devrim gerçekleşseydi belki bir bakanlığı yönetecek Haldun  ve  şimdinin tuhaf tuhaf etkinlikler, anketler, projelerle uğraşıp aldıkları eğitimden alakasız  konumda  çalışan...yaz, kış manasızca  kravat takan, takım elbise, tayyör giyen … sabah akşam servisle işe gidip, gelirken  yolda uyuklayan…pencerenin üreticisi Maykrosaft'ın  kutucukları Türkçe'ye "hücre"  çevirmesinin  yaraya basılan tuz olduğu bilgisayar ekranından gözlerini ayıramadan tüm günü bir kutu içinde, kutucukları doldurarak geçiren…işyerinde  her türlü entrika ile baş etmek zorunda kalan…  kimsenin  işinden, işinden memnun olanın parasından, parasından memnun olanın da hayatından memnun olmadığı,  hayattaki yegane amacı on yıllık konut ya da tüketici kredisiyle bir ev, bir yazlık, bir araba almak, şu arabayı bi değiştirmek, en büyük başarısı fotokopici çocuğu g.t etmek…telefonu İphone… eşi çakma sarışın, çakma Kıvanç Tatlıtuğ…salonu kullanılmayan mobilyalarla döşeli, susmayan TV'li, tutkusu futbol, dizi seyretmek olacak  ofis, Plaza, Towers’ınların  ufak tefek, minik burjuvaları beyaz yakalılık  kağıt üzerinde dahi yana  yana gelebilir mi?Ne demişti görün bakın! bu sistem benden; dışarıdan baktığında havalı fiyakalı gözüken kimin elinin,  kimin cebinde olduğunu bilemeyeceğin Plazaların, Towersların, ofislerin   içinde    ‘ evden de şirkete bağlanıyorum, benimle işi olanların canı ne zaman isterse o zaman çalışıyorum. O an ne yaptığımın nerede olduğumun bir önemi yok, kendi sorunlarım ne kadar büyük olursa olsun, önce şirketimin sorunlarını çözmem gerekiyor, zaman ve mekandan bağımsız çok rahatım gerçekten, kıskanılıyorum’lu  kısır döngüde çalış kazan, harca mecburen daha çok çalış, daha kazan, daha harca konseptiyle kurulan  küçük dünyalarında, boyunlarında sıçmaya giderken bile okuttuklarından  dışarıdaki hayatlarında da  kullanmaya çalıştıkları metro turnikelerinde AKBİL, ANKARAKART yerine çoğu kez  bastıkları yaka kartları  Kral, Kraliçe  edasında dolanan;  canımlı,  cicimli  konuşurken arkanı dönmeye gör… anında   dedikodunu yapıp sonra yüzüne gülmeye devam eden,  her konuda olduğu gibi yeme içmede de  birer gurme kesilen  en alengirli yemek tariflerini yaptıklarından  sanırsın ki evlerinde her akşam Rokfor eşliğinde kırmızı şarap içip sinema, edebiyat, felsefe   tartışıyor, halbuki bir çoğunun aldığı maaş  üç kuruş olduğundan  evde köfte, şnitzel, pilav, envai çeşit sosla makarna,  salata yapıp  dizi izleyen, çantalarında, çekmecelerinde sonuna kadar  okunmamış  kitaplar bulunduran… kaş göz arasında sosyal medya;  Twitter,  Facebook, Instagram uğraşan bir beyaz yakalı  yaratamayacak. Ha bir de sürekli şikayet ettikleri altın kafesten dışarı çıkmaya cesaret edemediklerinden bir numaralı hikâyeleri  hep planını kurdukları emeklilikte  küçük bir sahil kasabasına yerleşip sebze, meyve yetiştirerek;  ahlaki değerler alt üst etmiş,  kötülük yüklü  ruhlarını arındırma peşindeki  ‘kıyafetleri şık, ruhları satın alınmış hem kendi cinslerine hem de karşıt cinslerine karşı sürekli rekabet, birilerini ezme, hiyerarşi kurmak için  ömrünü bir garip koltuk hırsı uğruna harcadığından  samimiyetsiz… gülmesinde, ağlamasında, konuşmasında hep bir gizli hesap barındırdığından  hep tetikte durmayı gerektiren  köle’ler topluluğundan olmaya  dayanamayacağından, beyaz yakalı olmaktansa…işsiz sürünmeye razı Haldun değil miydi ’arkadaş ben anlamam; kapitalist toplum iki sınıftan oluşur proletarya, burjuvazi  bir de bunların arasını yapmaya çalışan küçük burjuvayı sayarım, nedir bu beyaz, mavi yaka, prekarya  ayrımı; beyaz veya mavi yaka kapitalizm açısından ikisinin de tek tanımı var; herkes  parayı müşteriden alıp sahibe(ye) götüren köle(yim) yiz.’ diyen.

 

 

Dahili telefon çalıyor, ahizeyi kaldırırken bardakları toplayan Nuray’a  ‘patron ne zaman geldi’yle kaş, göz ediyorsun ‘az önce’ diyor usulca.Ahizede patronun ince sesi  ‘Yıldırım, dönmedi mi daha?’; ‘bankaya uğrayacaktı, ancak gelir’ eminim şimdi ahizenin kordonuyla oynuyordur  ‘ ..akşam Hasan Albay, Refik binbaşı gelecek.Viski, kuruyemiş aldır, meyve  muz falan da; Yıldırım evini arayıp söylesin  gecikeceğini. Muhtasar hazırsa getir imzalayayım, Milli Eğitimdeki toplantıya yetişeceğim’. ;’hazır Nuray’la yolluyorum’ Bu  ODTÜ’lüler  ne kadar da boş, statükocu ve de bencil çıktı;   nezaketten de  bir haber. Samuel Beckett’ın adını bilmez ‘Jack Daniel’s’ stoklar. Bu  nasıl bir bağlantı kurmadır;  tanka, tüfeğe, uçağa, bombaya, polise, askere sahip  koca  Türkiye Cumhuriyeti seni hasım, düşman, açlığa mahkum ettiğini  ilan etmiş,  iş kapılarını yüzüne kapatmışken bu beğenmediğin adam elinden tutup da iş vermeseydi hâlâ orada, burada sürünüyordun. Onun sayesinde eve ekmek götürdün, nankörlük etme. Samuel Beckett okumamışmış; ne affedilmez, ne korkunç bir kusur. Korkağın tekidir  eğer  Özal güvenlik soruşturmasını, 141-142’yi kaldırılmasaydı seni  işe alır mıydı sanıyorsun ? Yine de devletin mimlediği birini işe almayabilirdi. ‘ Dalmışsın, geldiğimi görmedin. Haldun’la karşılaştım, sizin oradan  geliyorum dedi; Cici Pikniğe gidiyormuş hali bir tuhaftı’yla  bankadan çektiği paraları masaya koyuyor ‘kaç kere bu kadar parayı cebinde taşıma çanta kullan diyorum, nafile  biri  takip etse, kıstırsa… zar, zor hak ediş alabildik  MSB’den , bir de çaldırsak…gitti maaşlar’; ‘endişelenme’  kabanın iç ceplerini gösteriyor ‘ ne kadar derinde cepler; kim kabanımı açacak, elini daldıracak da paraları çalacak ’   Casio marka hesap makinesini önüne çekiyorsun   ‘parayı sayacağım, kafamı karıştırma’ Nuray beliriyor kapıda ‘Yıldırım! patron  çağırıyor,  gelirken iki milyar  da getirsin diyor’; ‘ sen parayı say, ben de ödeme makbuzunu yazayım, acelecedir, kızar geciksen.’  Önündeki paralara bakıyorsun her şey bunun için, her şey buna sahip olmak için, her şey…Put gibi… din gibi… vatan gibi… inanç, batıl inanç gibi…başarı gibi… kendi meziyetsizliğini, yapabilme gücüne inançsızlığını, güvensizliğini, örtmek için  insanoğlunun  kendi yarattığına kendisinden daha fazla değer vererek  tapması, hayranlık duyması hayatının devamının kendi eliyle yarattığına muhtaçlığı anlamsız… ürkütücü bir film adeta, bir kaç kez izlenince daha, daha  zevk de  veren. ‘Sana para bir erkeğin her şeyidir demiş miydim? demişti bir gün Serdar  her zamanki ukalalığıyla  ‘Evet! bu dünyada her şey paradır.Aksini iddia eden ancak kendini avutuyordur. Aşk, evlilik, dostluk, mücadele, özgürlük bunların hepsi hikaye. Paran varsa arzuladığın her şeye;  her kadına,  her erkeğe,  hayallerini süsleyen o spor arabaya, tripleks havuzlu  villaya, lüks restaurantlarda ıstakoz, havyara, Miami, Florida gibi şehirlerde tatillere, Las Vegas’ta kumara; daha düşlerinin yetmeyeceği nice şeye sahip olabilirsin. Evet !hayat budur…hayat paradır. Aşkı , meşki, sevgiyi, saygıyı, makamı, mevkiyi  geçiniz. Kadınlar…’ susuyor, sana bakıyor ‘evet! devam et, çekinme kadınlar ne?’; ‘kadınlar   zengin olsa dahi bir hiçtir. Çünkü yaşamayı beceremezler. Ayrıca, düzülen bir varlığa saygı gösterip ciddiye almamı bekleme.... ‘ kala kalıyorsun,sert bir sesle ‘hele de bakın bizim Freud’umuza;  Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü yasallaşın, cinsiyet ayrımcılığı kalksın ifadeli  onlarca bildiri yazan, pankart hazırlayan   senin için anlaşılan; böylesi aşağılayıcı bir  düşünceye  geçiş hiç de zor olmamış; kadınlarla ilgili bütün o var olan “dişi köpek  kuyruk salamazsa…saçı uzun aklı kısa”lı yargıları yaratan, aklı belden aşağı bir şeye çalışmak istemeyen düzene hakim  erkekler olduğunu bildiğin kapitalistliğinin yanında erkek egemen bu  düzen nutkumu tutturacak kadar iyi evirmiş seni de;  küçük yaşta evlendirilerek, okutulmayarak istihdamda yer alması, bilinç düzeyi, özgürlüğü engellenen,  kendisine hizmet temelli  anne, eş, abla rolü  biçildiğinden bir sutyen, bir atlet, bir don almak için  dahi erkeklere, babasına, kocasına el açmak zorunda bırakılan  milyonlarca ev kadınına ki bu oran Türkiye’de  %90’dır,   erkek egemen sisteminizde nefes aldırıp, her gün al şu bin TL ‘yi harca deyip harcayamadığını gördüğünüzden tabii bu çıkarımın,  değil mi? Kusura bakma da  erkek milleti  ne? düzecek birini  bulmak için ki,  o yolda hayvan görse affetmeyecek  sekse düşkünlükte; batakhanelere, kötü yollara  düşecek kendini, kişiliğini o hiç dediğin kadının, altına serecek  kadar  zavallı…’  dua eder gibi  ellerini birleştirip  ‘ tamam…anladım…özür, özür…’ diyen Serdar aslında   haklıydı ‘iyi halt ettiniz, parayı bulmakla Lidya’lılar’ diyesinizin geldiği parayla ilgili  söylediklerinde. Para  yoksa  sırtımızın kamburu evlerimize ekmek, sebze, meyve, deterjan alma, çocuğun okul taksitini yatırma  derdimiz, telaşımız  ve bizi hep aynı yerimizden yaralayan onlarca  gerçeklerimiz karşısında  çokk çaresizizdir.Her şey ama her şey de aksi istikamette ilerler gibidir çünkü onu değiştirmek içinde gereken para da  nanay olduğundan  alternatif de bulamazsınız. Para laneti özgürlükte getirir ‘komünistim ben’ diyebilirsin  hiçbir işadamı, hiç bir zengin  elindekini, avucundakini alacak bir sisteme evet diyerek kendi ayağına kurşun sıkmaz ‘varsın söylesin’ le gülünüp geçilir söylediğine ama paran yoksa o sözü söyledin diye  tutuklanır, bilmem kaç yılda hapis yatarsın. Üniversite de  ailelerimizin bize yemelerinden, içmelerinden, giyimlerinden kısarak yolladıkları harçlık ile yıkacağımız devletin Kredi Yurtlar Kurumunun öğrencilere verdiği, işe girdiğimizde  maaşımızdan  ödemeyi taahhüt ettiğimiz krediden  gelen paranın bir kısmını derneğe, örgüte  geri kalanını da  birlikte harcadığımız; “herkesten yeteneğine, herkesten  ihtiyacına göre…” şiarlı   bir düzenin  kara sevdasındayken hayatı etkileyen tek  gücünü umursamadığımız   paranın, malın, mülkün olduğunu görmek nasıl da kahretmişti hepimizi, o güne dek hiç para sıkıntısı çekmemiş Betül’ü de  ‘ev, arsa, mal mülk için insanların birbirlerini gırtlakladığı, kimsenin  kimseye bir bardak çayı dahi  bedava sunmadığını bilmek istemediğimiz gençlikte; Üniversitede, yurtta    yokluğunu, sıkıntısını çekmediğim ama gariptir  evlilik sonrası yokluğunda bana hayatı öğretmiş  madenî olanı şıkırtılı, kağıt olanı gıcırtılı paranın bana yaşattıklarını bir bilsen demişti telefonda Betül, sesimden şaşkınlığımı fark ederek; lavabodan kırıntılarını toplayıp elimi yıkayacak sabunu  bulduran bir sıkıntıydı öyle, böyle değil. Bahçede toplattırdığı   efelekle, madımağa bulgur   karıştırıp karın doyurmayı öğretti bana hem de üç beş gün değil, yıllarca. Hah amacım dramatize değil biliyorum ki  efeleği, madımağı katık, gözleme  yapan  annen de yıllarca  çorba niyetine sade suya şehriye atıp yedirmişti sizlere de. Okul sıralarında o hengamede anlayamadığımız aileden gelen parayla mücadeleye, eğlenceye herkes varmış da işsizlikte, açlıkta kimse olmayacakmış yanımızda.En çokta param yokken anladım; bir şeylere karşıdan bakmayı, kabullenmeyi, üç beş elbise gibi dünyevi şeyler için şereften ödün vermemeyi, yoldan sapmamayı, farkında olmadan  karakterimi sınayarak.Geçen yıl, annemin vefatıyla bir miktar para kaldığında, bankaya işim düştü. Cebimdeki beş lirayla hiç itibar görmeyen biriyken, ayağa kalktılar, elimi sıktılar "n'oluyo lan?" dedim içimden, "Ben sizi falanca hanımla tanıştırayım; müşteri temsilciniz o olacak." dedi biri. Sonra falanca hanım'a döndü "Betül,  hanım, bu x hanım, bu da falanca hanım."  Zaten bankaya ablalarımla kafamız kazan gibi gitmiştik. Aileye sonradan girmiş üveyler, enişteler  para hakkında bizden çok konuşmuş,  yıpratıcı olaylar yaşatmışlardı. Annem yaşarken "bana bir şey olursa" diye başlayan cümleler kurduğunda "anne, n'olur sus. olmaz olsun öyle para." derdik.Bankada ablalarıma  döndüm "keşke şu para kalmasaydı da bu çirkinlikleri görmeseydim. İlk günden iğrendim."  gözlerim yaşla doluydu. Dün Hatice’yle  konuşurken telefonda söz açıldı. "bir de üzülüyorsun annen öldü diye." dedi ki  yurtta aç biilaçken  evden getirdiği kurabiyeleri biz yemeyelim diye dolabının en ücra yerine saklamış,  paracı Hatice’den yıllar geçse de  böyle bir söz beklerdim yine de bu benim bittiğim andı ‘annem ölmüş benim…annem’  o derece dondum kaldım ki, telefonda "tuuu" diye tüküremedim ama içimde ukde bırakmayacağım  yüz yüzeyken yapacağım bunu” dediğinde  ‘biliyor musun; güzel, mutlu  bir çocukluk, iyi eğitim, kaliteli sağlık hizmeti, ulaşımda sınırsız özgürlük, hesabı ödeyebilecek  refah bir hayat sürmek için  parasız  hayat gerçekten çekilmiyor’  diyenler para içinde yüzenler  değildir,  fakir… bildiğin fakirlerdir;  ordan biliyorlardır  parasızlığın, yokluğunun zorluklarını. Haksızlar mı? Hayır, haksız  değillermiş, belki  mutluluk,belki huzur getirmez, kimseyi iyi  insan yapmaz; iyi, vicdanlı bir insan olamamaktan kaynaklı problemleri çözmez ama parasızlıktan kaynaklanan bütün mutsuzlukları önlediğinden, herkesi parmağında oynattığından çok şeydir. Biz gariban küçük burjuvaların hiç ulaşamayacağı ama  ulaştığından Schopenhauer’a  "dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayandır” dedirten   noktadaysa  para  hiç bir şeydir.Biz daha "mutluluk getirir mi, samanlık seyran olur mu  yea" falan derken meğer her şey değildi ama insana hakkını, özgürlüğünü satın aldırır hale getirildiğinden pek çok şeyin anahtarıymış. Oniki Eylülde tutuklanan kaç kişi babası zengin, makam, mevki sahibi diye  savcılığa çıkmadan emniyetten salıverildi hemde  siciline de hiçbir şey işletilmeden.  Dünün örgüt yöneticisi  Ruble, bugünün  $$$ Dolar hayranı  işadamı  Serdar ! eskiden olsaydı ''ulan nasıl olur bu? Nasıl bu hale gelir Serdar'' diye kendini yer, bitirirdin. Günlerce, gecelerce düşünür, işin içinden çıkmaya çalışır, kafanda senaryolar üretir, hayali kahramanları konuşturur, sürecin nasıl ilerlediğini tahmin etmeye çalışır, duygusal krizler geçirir, durup dururken ağlamaya ya da gülmeye başlardın ama  fark ettiğin  an gelmişti  işte  neyi fark etmiştin ? değişmeyen tek şeyin sadece değişimin kendisi olduğunu sakın ''bana klişelerle gelme'' deme. Değişirsin, değişirler, değiştin de, değiştim de çünkü  sen değil  hayat değişir…çünkü  insan dinamik bir canlıdır. Aynı kalamaz hiçbir şey. Bu sebeple de yaptığın, yapacağın, yapılan planların günün birinde kaba etinde patlama ihtimalinin   yüksekliğinden  belli bir sona referans veren cümleler hep günün birinde hayal kırıklığı yarattı. Benim asıl merakımsa   birlikte saklandıkları Muzafferin evine yapılan baskından Serdar’ ın nasıl haberi oldu ya da kim “eve gitme” dedi de son anda kurtuldu yakalanmaktan.Yıldırım’ın ‘ yine ne oldu? bekliyorum…’ aptal, aptal yüzüne bakıyorum, parmağıyla masayı tıkırdatarak müzik çalıyor ‘ aloooo ödeme makbuzu yazacaktın hani?’  kopuyorsun Serdar’dan, paradan.

 

 

Mutfakta kuru yemişleri tabaklara koyarken ‘nihayet dışarı çıktı patron’ diyerek dolabı açıyor  Yıldırım ‘neyse daha iki tane  viski var’ ; ‘nedir  bu  Jack Daniel’s  hediye ettiğimiz insanlardaki mutluluk ‘; ‘ambalajı afili de ondan, şaka, almaya bizim gücümüz yetmez; kaç lira biliyor musun ? senin aylığının çeyreği,  o yüzden seviniyor insanlar,  beleş de olunca. Hem Jack Daniel’s içmede yanında yat bi alkol, sek içeceksin içine bir tane de buz, yanında puro,  limonlu ayvayla da iyi gider.Dünya üzerindeki en güzel whiskey'dir Jack baba’ dolaptan indirdiği  viski şişesini öpüyor ‘bir tanedir o, bir tane; hayattır en babasından, hiç birimizin bulamayacağı   sesiz…anlayan…coşturan…şefkatli…senden bir şey beklemeyen  sevgilidir O.’ ; ‘anlaşıldı…  demek  onun  için itiraz etmiyorsun  akşamları  kal deyince Patron’a. O kadar pahalı, kaliteli ve de sadık  bir viski pardon sevgili  öyle mi?’ gevrek gevrek gülüyor ‘eeeee’;’bak ne diyeceğim, hani Amerikan Western filmlerinde adam bara girer uzun tahta tezgaha ilişir, barmene ‘viski’der barmen viski doldurduğu bardağı tezgahın üzerinde adeta fırlatır  ve ne  hikmetse de kadeh tam da bir dikişte viskiyi içecek adamın önünde durur.İşte hep bu sahneye özenmişimdir o yüzdende abisi ben Teksas’a gitmeden viskiyi ağzıma koymam.İçeceksem  anayurdunda içerim, prensip meselesi ‘ ;’beni de götür yanında’ diyor Yıldırım.   Elinde kahve tepsisi Nuray çıkıyor Patron’nun odasından  başını ‘hey Allahım’la sallıyor kabarık saçları bir o yana,  bir bu yana savruluyor ‘ne oldu’;  ‘mimar Sevgi hanım geldi bugün…’ ‘anladık’; ‘işte öyle samimi  görünce  ikisini,  diyorum ki metres olmak eş olmaktan daha iyi bir şey mi, ne?’ ;’saçmalama. bir kadınla, bir adamın’  Yıldırım ’burada müdahale hakkımı kullanıyorum, rica ediyorum adı var bunun! adam değil erkek’  ’ayyy sevsinler, çok mu incindin  erkeğin oldu mu?  yıllarca birlikteliği  aklımın alacağı bir olgu değil zira   bir erkekle, bir  kadın yıllarca, sabah akşam   konuşacak ne mevzu bulur  ki? Yav,  insan sıkılmaz mı senelerce bir arada olmaktan şurada biz bile birbirimizden sıkılacak hale gelmedik mi beş yılda, hele de anlaşmıyorsanız. Niyeyse bizde bir dayatma kadına daha evden çıkarken en mutlu gününde  ‘baba evine boşanarak dönemezsin’ denir.Be adam ! be kadın!  farz et çok kötü bir evliliğe adım attı kızınız; dayak şiddet de şart değil gıcık oldu, sevmedi  eşini,  memnun değil en iyisi ayrılmak,  kendine bir yol çizmek ama kural baştan konmuş üstelik Türkiye’de  kadının maddi gücü de yok, kolay değil yani ayrılık  kararını alması,  o yüzden de  ‘ya çocuklar???’ın ardına sığınır oysa çocuğun psikolojisini o  geçimsiz  ortam bozacaktır.Bir de Türkiye’deki  erkekler  zeka küpüler ya   ahlakla bağdaşmayan her şeyde onlarda maşallah.Şöyle bir etrafına bak,  erkek daha mesleğinin başında doktor, avukat, hakim, mühendis, müteahhit, bankacı falan.. bulmuş birini evlenmiş maddi sıkıntının en yoğun  dönemlerinde çileyi çekmiş, sofraya iki kap yemek koymak için akla karayı seçmiş, üstüne başına bakamamış, bir elbiseyle koca bir iki ay geçirmiş, nefsinden feragat edip  tasarruf etmiş, çocuklara  zorlukları hissettirmemiş sonra  adam zenginleşmeye başlayınca hooppp “bizimki kendine bakmıyor… kadın dediğin şöyle azıcık ruj sürmeli …beni anlamıyor…beni hoşnut etmiyor…karşılayınca öpmüyor…kocacım demiyor”lu onlarca kendini haklı çıkartacak bahaneyle hoopp zenginliğinde hiç katkısı olmayan dökmüyor mu paraları işte asıl bu yapılan ahlaksızlığın dibi.Birde patron sekreter, doktor hemşire, öğrenci öğretmen birliktelikleri pek bir moda;  yuvam, eşim, çocuğum elimin altında dursun beni de rahat bıraksınlar ‘gönlümü eğlendireyim’e de pek meraklılar bizim erkeklerimiz. Uzun mevzu,  yazık  kadınlara, neyse… Nuray  haydi durak kalabalıklaşmadan çıkalım  yoksa eve çok geç kalırız.’  Mantonu giyerken  ‘Yıldırım,  Haldun sana bir şey söyledi mi; bugün gittiği iş görüşmesi…‘; ‘iş görüşmesine mi gitmişti? Yok…’ çantanı koluna takıyorsun ‘ yalnız Doğu’da askerlik yapmış arkadaşlarımda askerden döndükten sonra  Haldun gibi gece uyuyamıyor, halüsinasyon görüyor ‘ateş…komutanım… ölme… koş ,koş’ diye bağırıp çağırıyorlarmış. Bu duruma Shell Shock  deniyormuş’;’hiç duymadım ,neymiş bu Shell Shock?’; ‘savaş travması, bunalımı ne dersen de psikolojik bozukluk işte, tedavisi şart.Devlet bu işe el atmalıydı aynı ülke vatandaşı gencecik çocukları at  ateşin ortasına  savaştır sonra o kan gölünden çıkanları psikolojik destek  vermeden yolla evine; ne yaparlarsa  yapsınlar  bana ne de.Sonuç ; onlarca Haldun işte… oh ne ala…’; ‘haydi’ diyor Nuray huzursuzca ‘kapı önünde, ayak üstü  konuşulacak, çözüm bulunacak  kadar basit bir konu mu  bu? Geç kalıyoruz’ ;’yarın konuşuruz, iyi geceler daha doğrusu iyi eğlenceler’ Kumrular sokaktan Güven parktaki dolmuş durağına giderken aklında Haldun;  yüzde yüz haklı; öyle bir sistem, düzen  var ki   orta ölçekli bir  inşaat firmasıyız, biz bile ile işe  eleman alırken tanıdık arıyor, istiyoruz ‘bir arkadaşım muhasebe birimini tamamen  değiştirip yenilemek istiyor,  güvenilir insanlar arıyor sen serbest muhasebeci belgesi almıştın değil mi? Güzel, senden iyisini mi bulacak, hem sosyal  demokrattır,  rahat edersin’le Suat beni, ben de  ‘Oğuz, tanıdık arkadaşın var mı? Lise mezunu bankaya gidip gelecek, ihale dosyası hazırlayacak, firmanın dış işlerine bakacak’la Yıldırım’ı ve de ‘Sünniler nasıl birbirlerini tutuyor, iş veriyorlar hep ezilen, işsiz kalan biziz’ diye düşünerek sırf Alevi diye Nuray’ı işe almadım mı? Özel sektörde kıytırık bir inşaat  firmasında bile böyleyse eleman almak, var gerisini sen düşün, adama göre işin ayarlandığı devlette torpilsiz, rüşvetsiz, tanıdık olmadan  işe girine bilinir mi? Hani nerde fırsat eşitliği,  liyakate dayalı makam , mevki edinmeler, ara ki bulasın.Onlarca insana fark atacak kültüre, bilgiye, hobiye sahip  Haldun iş yaptırtacak  tanıdık birini  bulamazsa ki bulamayacak gibi de gözüküyor. Böyle tanıdık kanalıyla başkalarının hakkını yiyerek işe gir…böyle ihale kazan…böyle yüksel…böyle iş adamı ol   sonra süre giden ve daha  yıllarca gidecek  yerleşik çarkın içine tanımadığını almayana, asırdır memleketlerini soyarak,  yolarak, vergi kaçırarak bire on kazanmalarının utancını yaşamak bir yana  ‘servetimi çalışarak  edindim…alnımın akıyla girdim işe…geldim bu makama’ yalanını da söyleyerek babadan oğluna miras işlevini yükledikleri, keyfini sürdükleri   müesses nizama gerekli muhafızlık için ağızlarına bir parça değil bayağı  bal çaldıklarından   tee asır  öncesi Balzac’ın   “her servetin altında bir suç gizlidir”ini yazdığını kulak arkası ettirtecekleri aydınlar; sanatçılar, yazarlar,  okumuş yazmış tayfa sayesinde de ülkenin gelişmemesine, yolsuzlukların devamına  engel gösterip  cahilliğinden, eğitimsizliğinden şikayet ettirtecekleri  ‘köy kurnazı’yla aşağılatacakları kendileri dışındakileri yani halkı  suçlayarak  da ahlaksızlığını, soygununu, vicdansızlığını da  perdelet… ohhh ne âlâ memleket.



‘Bazen umutla beklediğin felaketin, nefret ettiğin kurtuluşun olur’ yazmış ya Bitmeyecek  Öykü’de  Michael Ende,  umutla beklediğimiz devrim, nefret ettiğimiz  deviremediğimiz; aldıkları kararlar, verdikleri talimatlar, çıkardıkları yasalarla insanların   hayatlarına iyi ya da kötü  yön veren bunun için üstüne  maaş, para alan Ülkedeki Sünni, Türk, seküler  çoğunluğun müesses nizamının yargı, yürütme, yasamasına  ait  kurumlarla  bunların bağlı olduğu dış ülkelerdeki kişi ve kuruluşların birlikte oluşturdukları mekanizmaları yöneten, o mekanizmadan beslenen öyle işe girmiş…öyle yükselmiş… öyle makam…öyle servet sahibi olmuş  en üst düzey Bakan, bakan yardımcılarından en alt düzey bir beldede kaymakamlıkta şef, memur,hizmetli   kadrosunda çalışan   istisnasız tüm bürokratlara, çalışanlara kadar  tonlarca danışman, milletvekili, partilerin il, ilçe başkanları, yönetim kurulu üyeleri,  sendika, sivil toplum örgütü başkanları, kanaat önderi dahil  yüz binler  öylesine de  yüzsüzlerdir ki  cahil dediklerinin  köyünden getirdiği  organik  tavuğu,  bir çıta balı  evine götüren güya  adalet dağıtacak Hakim’e, Yargıç’a, Özel Kalem Müdürüne, doktora, General’e… erdemin, onurun  faziletini anlatan aydına, sanatçıya  anchorman’e, yazara,  öğretmene kadar… uyuştururcu, insan  ticareti vari organize işlere  bulaşarak  yolsuzluk, rüşvet, torpil,  ihale, kredi, teşvik alma, verme, hayali ihracat yapma zincirinde yer alıp, edindikleri  kazanç, aldıkları  rüşvetle çocuklarının altına araba çeken, özel okullarda, yurtdışında okutan, denize nazır  yazlık evini tamir ettiren, yenileyen,  kışlık evini İtalya’dan,  Mudo,  Casa’dan aldığı mobilyalarla döşeyen, parkelerini günün modası  kalın damarlı meşe ya da mermerle değiştiren, hanımlarına pırlata, mücevher hediye eden, Vakko bistro’da öğle çayı yudumlayanların… gece kulübü çıkışı valeye  bin dolar bahşişi çok görmeyen  ama  yanında çalıştırdıklarına üç kuruşluk zammı çok gören  finansörleri; bu lime lime dökülen, pejmürde…tiksindirici sistemin süre giden, gidecek çarkını çeviren rüşvet veren, alan; torpil, yolsuzluk  yapan, yaptırtan  banka, fabrika sahibi iş, ticaret adamları, devletin üst düzey bürokratların varlığı dahi Haldun senin için yeterli bir sebepti  hayattan kopman için.Üstüne gündelik hayatta muhatap olduğun  geç işleyen, para gerektiren  adaletten, hukuktan  yoksunluk yüzünden  icra ettikleri mesleklerindeki berbatlıkları, ahlaksızlıkları, yanlışlıkları  sergilenmeyecek    hastasının duygularından bir haber ‘doktor olmak için kaç yıl okuyor biliyor musun’la gözlerde büyütülen ‘kızdırırsak şimdi adam gibi bakmaz’la   bir ameliyat için milyarlarca bıçak parasına tenezzül eden,  fatura kesmeyerek vergi kaçıran  aç gözlülüğü saklanan,  onbinlerce hastayı  koydukları yanlış  teşhis, tedavi yüzünden  öldüren, sakat bırakan doktorların;  Dreyfus davasındaki  bir cesaret gösterememiş,  gerekli araştırmayı, savunmayı yapmayarak onlarca insana hak etmedikleri  hapis cezaları aldırmış avukatların;  bozuk musluğu, lavaboyu, elektrik düğmesini, buzdolabını, çamaşır makinesini  tamir için çağırdığınız iki hafta sonra yine bozulacak lanettayn  tamir yapmakla kalmayıp  servis ücreti diye baştan en az yetmiş TL’yi cebine atan ustaların; onlarca farklı meslek sahibinin,  Türkiye’de iş ahlakının olmadığına, haksız kazancın  gelir  adaletsizliğine, fırsat eşitsizliğine   yol açtığına dair  bir dizi konferans, seminer, beyanat vermeleri,  sunum yapmaları, konuşmaları pespayeliği karşısında  yaşamak zorunda kaldığın bu  seni  her şeyden soğutan bitik  memlekete  Haldun ‘bakıyorum insanlara  da hocam,  yaşamak için çok fazla şeye değil azıcık yiyeceğe, başını sokacak bir dama ihtiyaç var” mantığındaki  Epikür, Spinoza, Proust , Thomas Bernhard’dan  bir haber ama bir ego var görsen karşında Nietzsche var sanırsın… zaten aydınlığın özelliklerini barındırsalar  o ego yerine mütevazilik akardı… karar verdim artık  aklı dışlayan her şey  için müsait değilim, şiir gibi akan  mevsimler misali kaybolmak … kimseleri  tanımadığım, kimsenin tanımadığı bir yere gitmek; herkesin söylediği her şeye yeniden başlamak  klişesini  yaşamak için değil çünkü  günün birinde başka bir yerde başka bir otel odasında uyandığında farklı yerlerde, farklı zamana uyanırsan, farklı bir insan olur musun diye sormam; bilirim olmazsın, olamam…sadece unutmak için kaybolmak istiyorum ’ la  kafana silah dayayacak tek  tehdit kendindin.Bu hayata, kurallarına toplumun hassasiyet diye dayattıklarına hiçbir şeye  alışmadığını, bunun da  farkında olduğunu,  her 'farkına varış'ın   acıyı , tutunamamayı kanatlandırdığını  bilen ben,  nasıl oldu da   hayatından  vazgeçişini tahmin edemedim…nasıl??? Suçlama kendini artık tahmin edemezdin çünkü  insan karşısındakini  anlattığı…gösterdiği  kadar tanır zaten  karşındaki de  bilinmesini istediği kadarını anlatır. Yanılttı seni Haldun,  kandırdı anlattıklarıyla şimdinin deyimiyle ters köşe yaptırdı sana, bildiklerine. Sen sanıyordun ki kişi itiraf edemese de bir şey beklemediğini  söylediği  hayatında  hep bir sonrakini bekleyerek yaşar;  beklediği şeyin  koskoca bir hiç olduğunun farkına vardığında iş işten geçse de   yine de beklemekten vazgeçmez, oysa Haldun ? o kişilerden değilmiş işte.


Seni intihardan vazgeçirebileceğim,  durdurabileceğim  koca bir soru işaretiyken hâlâ  ‘vazgeçişini  tahmin edebilir  miydim?’li   taşlar atıyorum havuza, yine anlamıyorsun değil mi Haldun, doğru ya, sen sudaki halkaları fark etmeyenlerdendin diye düşünürken caddede yanımda yürüyen ayaklarını sürten  kadına gıcık oluyorum sanki çok önemli bir şey açıklıyormuşçasına telefonda  "sadece kendimiz için değil başkaları için de yaşıyoruz.”  diyor. Zaten hep başkaları  için yaşadığımızı  bildiği  halde yeni öğrenmiş gibi  yalan söylediği için mi  gıcık oldum kadına,  onu da bilmiyorum. Bildiğim sen yoksun… Can yok ya sanki Arafta kalmışçasına  herkesten, her şeyden  nefret ediyorum,  katlanamıyorum kendimden de,  bunu fark ettiğinde  hiçbir şey yapmadan, düşünmeden  tuhaf bir dinginliğin içine girebiliyor insan  ama ben yapamıyorum. Evet intiharını engelleme olasılığım sıfırda olsa  tahmin edebilir, konuşabilirdim eğer herkesin yaptığını yapıp işe, güce, koşturmaya, aileye ara verip azıcık odaklansaydım sana, etrafımdakilere  ‘her zamana ki Haldun işte’ demeseydim yaptıklarına mesela  okuduğun kitaplara, yaptığın alıntılara baksaydım dikkatlice; ara vermeden yaktığın sigaraları söndürdüğün  kül tablasından sehpaya taşmış izmarit, sigara  külleri arasında beş altı tane depozitolu  Efes  şişesi  ‘yarın bakkaldan alacağım depozitoyla  en az üç bira daha alırım’ elindeki bira şişesini tavana doğru kaldırıyorsun ‘heyy diğer kullarına ara verip tüm dikkatini bu kuluna versen olmaz değil mi? Sende ‘boş’sun biliyorsun değil mi? Bana  şu derbeder ettiğin kuluna bak !!  eyyy kaderlerin efendisi Tanrı; haydi şerefine’ gülüyorsun ‘evet evet doğru diyorsun ayyaşım ben ayyaş, serseri aynı zamanda. Bana  Marx’ın pabucunu dama attırtan  ilahım, üstat  Charles Bukowski’nin yazdığı gibiyim "hayatım boyunca arıların, kelebeklerin ilgi gösterdiği bir çiçek olmak istedim ama hep sineklerin konduğu bok oldum"   ayağa kalkıyorsun sendeleyerek duvara monte edilmiş birbirine paralel iki  tahta raftan üzerinde Halk Bank yazan  ajandanı alıyorsun ‘kıpırdasana  neredeyse devrileceğim, elimden al bu mereti’yle bana  uzatıyorsun.Yan yana oturduğumuz gece yatağın olan kahverengi kanepeye bırakıyorsun  kendini  ‘bir de tuvalet olsaydı odada,  hiç dışarı çıkmazdım şimdi beni tanımladığına inandığım, altında Bukowski yazan sözü  bul, yüksek sesle oku’;  ‘yazın berbatmış’; ‘neyim berbat değil ki’ sayfaları çeviriyorum  ‘ooo ne çok alıntı… aforizma…  “bir insanı neyin yiyip bitirdiğini asla bilemezsiniz. belli bir kafa durumuna gelmişseniz en basit şeyler bile korkunç problemlere dönüşebilirler ve en kötü endişe/korku/acı açıklayamadığın, anlayamadığın, aklına bile gelmeyendir"… "en iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur, sırf uzaklaşmak için ve geride kalanlar, birinin onlardan, uzaklaşmayı neden isteyebileceğini, bir türlü tam olarak anlayamazlar." biranı yudumluyor başını sallayarak onaylıyorsun okuduklarımı ‘bende en iyilerdenim’ ; ‘evet iyisin ama Bukowski’nin dediği…  bunu  yapacak kadar değil.’  O gün söylediklerin kendine bir  intihar planı   hazırladığının  itirafıymış benim sandığım gibi ağabeyini aylar önce  toprağa vermiş birinin  depresifliği, ayyaş sayıklaması  değilmiş. Sen odadan çıkmışken sehpada ki  “Ekmek Arası” romanını  alıyorum,  ayracın olduğu sayfayı açıyorum “ilgi duymuyordum.hiçbir şeye ilgi duymuyordum.nasıl kaçabileceğime dair fikrim yoktu.diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa.benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki.bende bir eksiklik vardı belki de..mümkündü..sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım.onlardan uzak olmak istiyordum.gidecek yerim yoktu ama..intihar?..tanrım,çaba gerektiriyordu..beş yıl uyumak isterdim ama izin vermezlerdi." Ben okumaya dalmışken odaya giriyor, bahçeden topladığın kirazları,  kaysıları koyduğun beyaz, çukur tabağı  kanepenin ortasına  bırakıyorsun  ‘gördün mü mutfaktan buraya  devirmeden getirdim tabağı  yalnız bu sene kirazlar kurtlandı’;’bizim bahçedekiler de öyle’  derken kitabı gösteriyorum ‘bunu mu okuyorsun? Marx’tan, Lenin’den Bukowski’ye terfi etmek, ilginç değil mi?’ ;’ belki doğru olan bu, Marx’la, Lenin’le yaratığımız sanal, görülmeyen ütopik dünyamın yıkılışını simgeliyor Bukowski.Gerçek dünyaya adım attırıyor. ‘la  kitabı elimden alıyor az önce okuduğum “….diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa.benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki.bende bir eksiklik vardı..”  satırı okuyorsun  ‘ bu satırlar işte benim gerçeğimin ta kendisi. Etrafıma bakıyorum hayata dört elle sarıldığını söyleyen…sarılmış gördüğüm  güruh bana sadece koca bir anlamsızlık haykırıyor.Koşuşturma, didinme  niye ya niye? Akşam birlikte rakı içmek, bir sevgilinin elini tutmak, çocuğuna oyuncak almak  ya da başka bir şey için komik geliyor bana sırf bunlar için  koşuşturma. Bunlar yetiyor mu insanları  mutlu etmeye… yetiyor ki bıkmadan, usanmadan aynı şeyler için koşturuluyor, didiniliyor ama  beni.. hayır ! hayır ne mutlu… ne de tatmin ediyor’ Susuyorsun sen, bende susuyorum sana bakıp ben içimden   ‘siz daha bi bok olacak diye bekleyin bakalım’ diyorum hepiniz sen, Oğuz, Cüneyt, Bejna, Betül, Serdar   "ulan ne yapıyoruz biz" demeden hem de hep yerinde saydıran bir çarkın içine girmiş, çıkamıyorken bekleyin durun  ama  bi bok olmayacak… böyle yasayıp gideceksiniz. Geçenlerde  Kızılay’da GİMA’nın önünde beklerken Serdar’ı  kendi kendime 'doğru yolda beklemektense yanlış yolda yürümeyi tercih ederim lan' dedim, gökdelenin içine girdim yürüyen merdiven yerine yan taraftaki merdivenlerden koşarak çıktım yukarı herkesten önce. Sonra yürüyen merdivende sağ tarafta durarak bekleyenlerin suratına baktım, onları anlamaya çalıştım sonunda  kararımı verdim herkes   hayatında Tatar Çölündeki  Teğmen Drogo. ”Merhaba, ben teğmen Drogo!” desem delirdi dersin şimdi bana  ama Drogo gibi  hiç bir zaman gelmeyecek  birini…bir düşmanı… hiç bir zaman istediğimiz kişinin çaldırmayacağı  telefonu bekleyip duruyoruz. ’ Haldun düşüncelerin tamamen yanlış demeyeceğim’ diyerek alıyorsun beni düşüncelerimden ‘zaten oldum olası böyle cins fikirlerin vardı senin’;’ evet anlamaya çabalamanı gerektirmeyen cinslikte. Ama ne zaman böyle cins oldum,  bittim ben biliyor musun? yoldaşlarla kurduğumuz  gerçek sandığımız sanal  dünyada yıllarca yaşadıktan   sonra o dünyayı bir darbeyle yıkan faşizan devletin işkencesi  altında annemiz, babamız , akrabamız, komşumuz Fatma hanım teyzeyle  Ahmet amcada tiksindiğimiz her şeyin  riyakarlığın,  yalanın, aldatmanın, kurnazlığın, paçayı kurtarmak için başkasını suçlamanın, kötü niyetin  Serdar’da,  Bejna’da, Oğuz’da, Cüneyt’te  hatta…’;  ‘ söyle söyle Allahaşkına çekinme’; ‘hatta sen de  varlığını, yaşadığını gördüğümde bittim ben. Tek yoldaşı yaşasın, burnu kanmasın da   kendi hayatı ne olursa olsun diyecek fedakarlıkta  yoldaş…can…dürüst  sanırken  etrafımızdakileri meğer sırf küçük burjuva demesinler…tanımlanmayalım diye diplere ittiğimiz, bastırdığımız…günahımız olmasına rağmen   ilk tokadı…ilk taşı…ilk tekmeyi  attıran  o korkunç  zihniyetimizi   ne kadar derinlere gömsek de  oniki Eylül  darbesi   tüm  çirkinliklerimizi  ortaya saçıverdi. Bizlerin de içinde büyüdüğümüz, yetiştiğimiz, yetiştirildiğimiz  toplumdaki o  eleştirdiğimiz insanlardan farkımız yokmuş. Bir de   baktık ki  bizlerde, tek alternatif oymuş gibi anne, babamızın, Fatma hanımla,  Ahmet amcanın yaşadığı kaygısı çok ve de aynı  ‘işim,  evim, sevgilim, arabam  olmalı sonrasında …şunu da yapmalıyım, bunu da’lı aynı  hayatı yaşamaya pek bir meraklıymışız. Bu gerçeğe… her gün cevabı bilinen, bilinmeyen aynı sorularla uyanmaya, aynı tek düzeliği ;kahvaltı, sigara, içki, anneyle kavga, arkadaşlarla buluşma, top oynama, iş arama; yaşamaya… beğenmediğim, hoşlanmadığım  insanlar  arasında  her gün de  aynı şeyleri yapma eziyetine…bunca  yorgunluğa katlanmak bana çok zor geliyor…zorlanıyorum. Maşallah bizden çok önceleri yaşamış  tonca Hermann Hesse, Pavese, Aragon, Schopenhauer ,Lenin, Engels felsefeciler, yazarlar; herkes  bir ucundan tutarak  sırlarını açığa döktükleri hayata dair  bilinmeyen, çözülmemiş, yazılmamış bir şey de bırakmamışlar ki biz de level atlayalım. ’  Haldun bak ne diyeceğim ‘ bugün burada  baştan aşağı bir nefret kusmuğu varsa eğer  bunun sebebi  yalnızca darbe sonrası açığa çıkan toplumdakilerle aynılığımız değil  “insan, insana muhtaç varlıklardır” diye  özgüvensiz büyütülmedir de. Emin ol bunu kırklı yaşlarda  yapabilme kapasiten azalınca, hayallerin sınırlanınca;  hayatını adadığın,  emek verdiklerince bu annen baban teyzen,  yeğenin olur…  dost olur, evladın olur, kardeşin olur…olur da olurlarca    bir kenara atılınca  ‘kim emek vermişse,  kim iyiyse  hep tek başına kalmış, aranmamış sorulmamış… anlayacağın emek  boşmuş…boş.Şimdiki aklım olsa kendimi onları memnun etmek için  paralamaz… her işlerine koşturmaz, her dediklerini, işle ev arasında mekik dokuyup istediklerini saatler süren su böreğini, içli köfteleri, baklavaları yapmaz,  işten eve gidip vücudumu  yıpratarak bu hale…kol, dirsek, diz ağrısıyla kullanamayacak hale getirmezdim.Düşün aptallığı tek tatil günümde  uyuyacağıma koştur koştur mükellef kahvaltılar hazırladıklarım…nerde şimdi’yle anlamak, bilmek   insanı  kahr  edecektir zira   kendine özel alan yaratamayan,  sınır çizemeyen bir  iç içe yaşamın,  bir arada olmanın  getirisi  yaşamlara müdahalenin bir gün  ‘yeter, rahat bırakın!’a  ulaşacağı  aşamada artık kin kustuğunuz eski sevgilileriniz, eşleriniz, arkadaşlarınız,  kardeşleriniz, aileleriniz,  amirleriniz, yerden yere vurduğunuz bütün insanlar  ki kendimi de dahil ediyorum, böbürlendiğim de yok,  bir çekincem de… kendilerinden yana dertli olduklarımızla  illaki edeceğimiz kavgada hep bir sıfır yeniğizdir.Çünkü  yenmeniz gereken başkaları değil, bizzat  bizi, seni, beni  başkalaştıran, hep haklı sandıran aslında da  ta doğuştan benim, senin olmayan oldurulan  zihniyet ve onu içselleştirmiş parçamızdır’ yüzüme bakmış ‘vay be ! demin yanlış söylemişin sen Level atladın bile…’

 

 

Niye bilmiyorum seni toprağa verdiğimiz  gün kulaklarımda çınladı ‘bizlerin de içinde büyüdüğümüz, yetiştiğimiz, yetiştirildiğimiz  toplumdaki   eleştirdiğimiz insanlardan farkımız yokmuş...’lu   hepimizi bir kenara itiverdiğin oysa seni de kapsaması gereken o  sözlerin. Neden yalan söyledin Haldun? işyerime geldiğinde ‘bu aralar çıktığın biri de yok??? Yoksa… var mı???’ dediğimde niye  gizledin  Mine’yle ilişkini.Güya sen hepimizden farklı, dürüst, yalan söylemeyendin. Senin dürüstlüğünün de bir sınırı varmış değil mi? Ya ben… ben nasıl fark edemedim ama edemezdim çünkü benim için en doğrusunu sen demiştin “saftiriğin teki sen aşk, meşkten anlamazsın…” Çok haklıymışsın cidden  anlamazmışım. Üzerine toprak atılıyor düşecek gibi oluyorum  ağlamaktan neredeyse gözleri kapanacak  Mine;   omzuma başını yaslarken  ‘bitti… bu kadar işte… üzerine toprak atılıyor  şimdi ve biz az sonra onu burada bırakıp gideceğiz…son… bu kadar basit mi? son.’ Mine’ye bakıyorum ayakta duramayacak kadar kötü, titrediğini hissediyorum ‘ondan hiçbir şey çıkmaz… eminisin sol bir örgütün yöneticisi olduğuna ? tam manyak… tam  serseri’ dediği sen Haldun,  görseydin şimdi Mine’nin bu halini diye düşünüyorum senin deyiminle saf saf  ‘senin  için bu kadar  üzüleceğine…kahrolacağına  inanmazdın.’ o anda Mine’nin  ‘sen ve ben… nasıl olduysa herkesten kaçırdığımız, sakladığımız; sırrımız’ı  düşündüğünden habersiz.Ahh Haldun ahhh…sevdiceğim ahhh… sesin, kahkahan kulağımda, gözlerim kapısına çaktığın çivilere astığın  mavi, beyaz kareli  gömleğinde, kot pantolonda seninle yan yana kahverengi kanepede  konuştuğumuza gözleriyle  tanık olsa  dahi inanmaz diyorum   Oğuz… hele de Esin,  asla  inanmaz şu halimize. Haldun, yaptığımız herkesi aldatmak mıydı? Omzundan başımı kaldırıp elini tutuyorum Esin’in,  çok acıyor biliyorum kalbi ama benim kadar mı?  Esin bilseydi  şaşırdı…sevinir miydi  biliyorum. Bir gün sana demiştim ki   ‘Esin’le aranızda bir duygusallık yani bizim anladığımız anlamda bir karşı cins çekimi yok,  biliyorum  ve belki de siz bu ülkede  bir erkekle bir kadının çok iyi yoldaş, dert ortağı olabileceğini gösteren nadir insanlardansınız. Farkında mısın sen ve Esin birbirinize çok benziyorsunuz düşünceleriniz bile aynı. İkinizin de aynı sonuca varması ne kadar  acayip. Esin’in dediğini “ baktım hiçbir şeyi insanları, ailemi  kurallarından vaz geçiremiyor, değiştiremiyorum gereği yok anlamsızca inat etmekte” dedin ya az önce’ ; ’Esin bana hiç söylemedi ama   aynı şeyi düşünebiliriz Esin’le ve hatta ben daha da ileriye gidiyor artırıyorum eli,  keşke “siz dünyayı kurtarın, bende nasıl kurtardığınızı yazayım" demiş Bukowski’nin  düşündüğünü de ta  başından düşünebilseydim’. derken Mine’ye  dün Esin’le de aynı şeyi konuşmamız…yalnızca bir tesadüf mü acaba diye düşünecekti  ‘dün Mine’yle konuşuyorduk bana sen ve Haldun çok iyi dostsunuz, Türkiye’de pek rastlanmaz,  illaki işin içine bir cinsellik katılır, arkadaş olanların aklından geçmese bile   ‘ne kadar iyi anlaşıyorsunuz, evlensenize’ diyerek yakalarını  bırakmayıp birbirlerine yakıştırılırlar ama sizin ilişkinize hiç o gözle bakılmadı siz de öyle bakmıyorsunuz‘; ‘ birbirini tamamlayıcısı erkekle,  kadınla sanki  sadece evlenmek, seks yapmak  için doğmuş, sadece sevgili olurlar mantığını ters yüz edemediğimizden  bu toplumda  bunca taciz, sevgisizlik, kadın cinayetlerinin varlığı.Aslında en iyi dostluk karşı cinsle yaşanandır.Birincisi  hemcinsler birbirinin çelmesidir, erkek erkeğin, kadın kadının arkadaşı olsa bile  sürekli açığını arar, görür ve  bir erkeğin  diğeriyle sohbetinin  ana konusu  her türlü zındıklığa açlıktan   belden aşağıdır ki  kadınının da öyledir ama kadın alanı gereği ‘; ‘ alanı mı’ diyor Mine şaşırarak ‘evet alanı, bizim uğraş alanımız öyle kocaman ve çoktur ki.İşte geniş alanı  gereği kadının  sohbet edeceği konular öylesine fazladır ki;  yemek, çoluk, çoluk, dekorasyon, makyaj, diyet,  şu AVM de şu mağaza açıldı, şu satılıyor… bu AVM de şunun indirimi var. İkincisi  karşı cinsle dostlukta  beklentiler olmadığından  birbirlerine sorunlarını daha rahat açar, farklı konular konuşabilir, farklı bir bakış edinilebilinir de.’ Gel diyorsun Mine’ye ‘sana şimdi kadın erkek dostluğunu başarmış bir kadını tanıtacağım sana’.Bilgisayarı açıyorsun Google Lou Salome yazıyor görsele tıklıyorsun ‘bizlere  devrimci kadınlara en devrimci, en marjinal, en ilerici örnek diye sunulan dikkatlice bakıldığında hep erkeklerin bir adım arkasında kalmış.. kapitalist sistemin yıkılması için mücadele verirken o sistemin erkek egemenliğini  göz ardı ederek totaliterlik barındıran proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin kadınları kurtaracağına  inanmış,  feminizmden uzak  komünist Clara Zetkin, Rosa Luxemburg Nadezhda (Nadya) Krupskaya, Inessa Armand tersine erkeklerle ilişkilerinde aşmış bir özgüvenle tek derdi karşı cinsle kurulmuş bir dostluk olan yanlış hatırlamıyorsam da  otuzaltı yaşına kadar da bakire kalan ve bu dostluğu  kendisine aşık olduğundan ölene dek haberi olmamış Freud’la yaşayan Paul Rée , Nietzsche ve Rilke’nin arkadaşıyla tanıştırayım.’; ‘illahi   “Nietzsche ağladığında” romanın  Salome’si değil mi bu’;’ Evet, bak bilgisayarının  ekranındaki resmi gösteriyor…bak şu resme çukura kaçmış koca  iri mavi gözler, kıvırcık  sarı saçlar, öyle  erkeklerin aşk, seks  için aradıkları  ilk şart;  ahım şahım  güzellik, 90-60-90 benden seksi görünümden  uzak boynuna kadar düğmeleri ilikli  bir elbise   sandalye de oturmuş Lou Andreas-Salome bu, yanında ayakta duran da  Şair Rilke.’;’ Ama çok hoş bir kadınmış bu Lou’; ’haklısın çok hoş, bir Lou’nun kamçılı bir resmi var Nietzsche’yle. işte bu 1861 doğumlu Lou Andreas-Salome kadar özgür olamadık biz  çünkü Lou; Tanrıya, bir ideolojiye,  aileye, evlada, erkeğe, kadına, aşka ne bileyim   herhangi bir şeye bağlanmanın, sadakatin kadını  köleleştirdiğini, kendisine, hayatına   ayak bağı olduğunu ta binsekizyüzlü yıllarda anlamış, görmüş.Biz kadınlar bu Ortadoğulu Ülkenin yine erkek egemen sol örgütlerinin makyajı, çeşnisiydik…sınırları belli “eşit işe eşit ücret”li bir özgürlüktü  bize tanınan. Dünyadaki en gelişmiş diye sunulan devletlerde dahi cinsiyet ayrımcılığına, tacize, mobbinge maruz iş yaşamında siyasette, yönetim kademelerinde, sendikalarda temsil oranı  en fazla % 3’e ulaşan kadınların varlığı yeterli bir kanıtken erkek egemenliğindeki dünyaya…o egemen erkeklerin yaptırdığı karalamaların  en büyüğü de özgüvenli, kuralların dışına çıkan, yetkin  her kadını olduğu gibi Lou’yu da “Femme Fatale”  tanımlamaktı üstelikte düşüncelerini, yazdıklarını ön plana çıkarmakta yok.. Neymiş Paul Ree,  Rilke,  Nietzsche, Feud daha nicesine acı çektirmiş, hayatlarını karartmış kalbini çalmış Lou; narsist güzelmiş,  fettanmış. Söylesene Mine ‘Nietzsche ağlıyorsa’… ağlamışsa Salome’nin suçu ne?  O Salome ki daha Nietzsche yazmadan onyedi  yaşında annesine  “Tanrı bu gün öldü, o artık yaşamıyor…” dediğini anlattığından Nietzsche’ye “Tanrı Öldü”’yü yazdıran;  aşkı yüzünden çok kereler intihar etmeyi düşündürdüğünden “öldürmeyen acı güçlendirir, böyle buyurdu Zerdüş”ün  yarattırandır. Ölüm döşeğinde "hastalığımın ne olduğunu Lou 'ya sorun, bunu bilen tek kişi odur"   diyen Rilke’ye  "sen kollarıma asla gelmemiş sevgili, sen yitirilmiş olan daha başından, senin hangi şarkılar gider hoşuna hiç öğrenemedim." mısralarını yazdırandır da.’Şimdi üzerine toprak atılırken eli elimde olan Esin’e bakıyorum, şu an  ne düşündüğünü…ne hissettiğini  bilmek istiyorum ama onun bakışları Haldun’un mezarına toprak atan Cüneyt’in saçlarında,  alnındaki, göz çevresindeki orta yaşa adımlığını gizlemeyen çizgilerinde  ‘korkmayın, kurtulmuştur o faşist saldırıdan, dokuz canlıdır Cüneyt.Merak etmeyin  bir şey olamaz’la bizi teskin ettiğin, hep tanıdığımız yaşta, tavırda kalacağını sandığımız herkes gibi Cüneyt’in saçlarına düşen aklar yine yalanlıyor işte sanmalarımızı…yaşlanmaya yüz tutacak kadar ne ara büyüdük de yaşlandık  biz…ne ara? yaşadıklarımız… daha hayatı, insanları tanıyamamış, olgunlaşmamış halimiz; onikisinde, onsekizinde,  yirmibeş  yaşında  oldurulan yüreğimiz, düşüncemiz de zaten vaktinde büyümediğimizdendi. Hayatı…çocukluğu… gençliği atlayıp vaktinde büyümezsen işte böyle vaktinde de yaşlanmazsın. Kendi kendisinin kafesi insanın hayat, mücadele,   gitmek, kalmak, dönmekle  ilgili akıl yürütmeleri ne kadarda gereksizmiş… tek bir kere yaşanılabileceğinden meğer  hayat  yasamak içinmiş; hazırlanmak,  beklemek, plan yapmak, ideale sahip olmak  hatta hayal kurmak  için bile değilmiş. Yapabilirliği, olabilirliği  kanıtlamış şeyler  dışında abuk subuk korkulara, hayallere, beklentilere   kapılıp ta  ıskaladığımız hayatı atlamayın, telef etmeyin diyoruz ya başkalarına belki de bunu söyleyecek duruma gelinmesinin nedeni de ömrün fark etmeden geçip gitmesi… ötesi değil. Benden sakladığın Can’nın annesi  Mine’yle olan sevdanızı   tam  yirmi yıl sonra… Can’nın ölümünden sonra öğrendiğimde ‘sinsilikle’  adlandıracağım tavrına  öfkelenmiş  biri olarak eğer bir insan eleştirdiği şeyi taşıdığını anlayamıyorsa diyorum hayatın diyalektiğini zaten çözememiştir. Beğenmediğin o yığınlarla ortak yanlarını kabullenme erdemini yaralarını gösterdiğin gibi kafanı kuma sokmadan  gösterebilseydin  hani o boktan ilan ettiğin  hayattan beklentilerin  için sızlanma hakkına saygı  duyabilirdim. Biliyor musun eğer yaşadığında öğrenip sana ‘Mine’yle çıkıyormuşsunuz’ diye  sorsaydım  mahcubiyetle ‘kimden duydun , kim  söyledi’ diyeceğinden eminim. Belki Mine’yle ilişkinize şaşırmayacak Cüneyt kürekle üzerine toprak atarken  gözlerinden akmasını istediğim tek  bir damla gözyaşını  görmedim yine ‘pişmanlık böyle bir şeymiş demek ki’ diyeceğim. Yüreğimizdeki  yaraların, acıların rehberliğinde ölümlere aşina  büyümelere,  vakitsiz yakalandığımızdan mıydı… hem  neye yarardı ki Haldun yokken bu dünyada, bu saatten sonra ‘kapattım gözlerimi, görmüyorum’la aldatılmalarımız… kendimizi aldatmalarımız… pişmanlıklarımız…  pişmanlık; iyileştirir mi mesela bir insanı? 



Yağan karın ardından açan ama  ısıtmayan kış  güneşinin erittiği azıcık karın   bataklığa dönüştürdüğü mezarlıktan kol, kola,  çamura bata, çıka arabaya ulaşmaya çabalarken  ağlamaktan şişmiş gözkapaklarının ardından hayal meyal seçiyorsun yıllar, yıllar sonra  gençliğini birlikte  tükettiğin  Cüneyt gibi Haldun’un cenazesinde buluştuğun ‘çok da soğukmuş’ diyen Bejna’yı. Ankara’dan yıllardır ayrılmış biri olarak  Haldun en son seninleyken Şubat ortasında ‘ hava da çok da soğukmuş’ diye konuşup kendimizi atıvermiştik Tunalı da bir cafe’ye. Bir de hiç unutamadığım… hani nasılda  soğuk bir gündü Haldun,  seninle sabaha doğru trenle Ankara’dan  Eskişehir’e gidiyorduk  bir an kendimi  Orta Asya  düzlüklerinde sanmıştım  başka bir şeye benzetememiştim  o görüntüyü…o kadar soğuktu  ki, kar yağmamıştı; sis, don vardı, her yer buz tutmuş…beyaz,  griydi ’bu da soğuk mu demiştin Hakkari’nin dağlarındaki  soğuğu düşün sen. ‘  Bugün  son yolcuğuna uğurlamaya gelirken seni daha önce de Ankara ayazlarını yemiş biri olarak sıkı sıkıya giyindim yine de bıçak gibi keskin ayaz üşüttü işte derinlerdeki   kalbimi de. Soğuk özlenir mi  ? Gerçekten batan  iğneleri mi var bilmiyorum ama istisnasız her gün, her sabah “abiiii bu ne soğuk… bu ne yaaa… ne buuu”yla isyan  ettirten Ankara’nın  bu soğuğunu, ayazını  da özlemişim senin deyiminle ben  Madam Bejna; mutlu olduğum…sevdiğim,  sevildiğim, sevilmediğim günleri hatırlattığından belki de özlemişim Ankara’nın ayazını da. Gelecek kaygısı duymadan sabah ayazında kirpiklerim çise tutarken bile hayal kurduğum  boş olursa binebildiğim dolmuşla; kahverengi, eskimiş bir köşesi mutlaka patlamış içinden sarı süngerin göründüğü koltuklarının  tepesinde tutunduğumuz   o siyah demirler…öyle demirlerdi ki tutsan  elinin soğuktan yapışması olası, tutmasan beşik gibi sallandığında bir o yana, bir bu yana savrulmanın kaçınılmazlığında arkadaki boşluk kısmında dona dona ve de  ayakta  İkarus marka otobüsle okula gittiğim… gri beremin kafama yapıştığı,  ona uyumsuz atkılı, eldivenli fakir  ama hiç olmasa bebek gibi sarıp sarmaladığım bir umudumun olduğu  günlerimin resmidir  Ankara’nın  soğuğu. Şimdi yaşadığım  havası nemli, ayazsız  şehirde yıllardır otobüse bir kez bile binmedim…mutluluk…huzur…kaygısızlık  da imkanlar  değilmiş ki ! hadi mutluluk demeyim de sakin, huzurlu, boş vermiş bir gün,  demli bir  çayı;  daha en yakın dostumuz cep telefonu değilken…bizimde  vurgununu  yemediğimiz o dostların  meclisinde derin, büyük kelimelerle yüklü  sohbetlerle içmekmiş. ‘ Ankara’nın donduran ayazını unutmamışsındır  Bejna’ sesiyle irkildiğini fark eden Serdar  ’ne oldu’  diyor  ‘ yok bir şey,  dalmışım da’; ‘Mezarının yeri; kaçıncı kapıydı burası’  diyorsun telaşla Serdar’a ‘üçüncü kapı, merak etme Esin, hepsini yazıp sana vereceğim’; ‘annesi, annesi…kimin arabasına bindi’; ‘Yıldırım’ın’. Sedar’ın  arabasını kirletmemek için ayakkabılarının çamurlarını temizlerken…az önce sen Haldun’u gömdün… Haldun’u; beş dakika olmadı başına   Haldun Demirci, C4 1407 yazılı tahta parçasının konduğu  mezarından şu düşündüğün şeye bak, arabası kirlenmesinmiş Serdar’ın…nasıl böyle şeyler düşündürebiliyor beyin şaşıyorum… ‘hiçbir şeye tereyağından kıl çeker gibi sahip olmadın, hep mücadele hep…her şeyin böyle zordu senin  toprağa verilmen de ayazdan taş kesmiş toprağı güç bela kazabilmişler. Ahhh ahhh iki gözüm ahhhh…gönlündekileri sana  vermeyen bu hayat; gönlünü  ne çok yordu…ne çok…’ başını yaslıyorsun arabanın arka  koltuğuna; bazen insan karşılaştığınız bir olay karşısında hiç tepki gösteremez…anlamaz şuursuz bir şekilde bakarsınız  etrafa işte öyle mezarlığa  Haldun’u değil de tanıdık birini gömmek için gemlicesine masal gibi geliyor  olan biten; kar  yağıyor yeniden ‘dünden beri yağıyor… karı çok severdi… Haldun’un  istediği gibi ince  ince değil kalın, kalın yağıyor...’  cümleni  ‘böyle tane tane yağan karı severdi. Tutsun isterdi hemen, nerede olursa olsun sokağa çıkar yürürdü  illaki;  sokak lambasının ışığında usul usul yağan karı pencereden seyredince sanıyorum ki ben başka biriyim derdi’ diye tamamlayan sesin  sahibinin  Serdar’ın yanında ön koltukta oturan Mine olmasına şaşırıyorsun ve ne kadar garip o anda  ‘nerden biliyorsun’ demiyorsun sanki herkesin Haldun’un o duygularını bilmesi gerekiyormuş gibi’.  Bejna’nın Ankara ayazının dondurduğu  elleri, ellerini  avuçluyor ‘bunu hak ettiğine inanmamızı istiyor Bejna; yakamıza takılacak bir fotoğrafı dahi yoktu… öyle kimsesiz, garip  gibi gömdük Haldun’u. Betül’e bile haber veremedik…sen nerden duydun’ ; ‘Cüneyt aradı beni…cenaze ikindi namazı sonrası defnedilmese bende yetişemezdim.Allahtan hemen uçak buldum da…bak kendine dert edeceksin biliyorum ama cenazeyi bekletemeye karar verme  hakkımız yok  ailesi hemen gömmek istemiş. Havaalanından doğruca Haldunlara gittim. Serdar,   beni  yol üstünde havalananına  yakın bir yerde  bırak ordan  taksiye atlar giderim…uçağım sekizde ancak yetişirim, sırası değil ama bir daha görüşür müyüz bilemediğimden’  elini çekiyor elimden Bejna,  çantasından  ikiye  katlanmış sarı rengine aşina olduğunuz saman kağıdı çıkarıyor ‘bugün mezarlığa götürecek otobüsü beklerken, annesinden izin alıp girdiğim odasında kitaplarına bakarken hani beş defa okuduğundan Lenin, “okuyacaksınız”  talimatıyla hepimize okutulan  “Nasıl Yapmalı” nın arasında buldum bu notu…mektubu’ Erkek yurdunun alt katında   yemekhane olarak ta kullanılan  kantinde  oturduğunuz masada Cüneyt’in klasikleşmiş  ‘yahu ben sırf kıskandığından romandaki  “kristal saraylar” üzerinden "inşa et, inşa et kristal sarayını, ben alıp bir taş atacağım ona... ama bodrumda aç yaşıyorum diye değil sadece canım öyle çektiğinden” yazarak  Çernişevski’yi  eleştirdiği  için Dostoyevski okumuyorum.Sense Karl Marx’ın  anlayabilmek için uğruna Rusça öğrendiği,   Lenin’in başucu kitabını daha okumadım demekten imtina dahi etmiyorsun sözlerine  katlanmaktansa…alelacele Hatice‘den ödünç alınan “Ne Yapmalı” ‘yı konuşuyorsunuz Sunay’la  ‘ beğendin mi?’ cevabını beklemeden devam ediyor ‘ ideal  evlilik Vera’yla, Lopuhov’un  ki gibi  olmalı,  birbirine rahatsızlık vermeden  ayrı odalarda  yaşamlarını sürdürmeli insanlar…’  iki elinizle avuçladığınız  çay bardağını yuvarlarken   ‘güzel olurdu, bunun için evlenmeye de gerek yok… Bence Çernişevski, sanki her şeyi çok idealize etmiş Lopuhov , Kirsanov, geçirdiği evrimle ideal kadınlığa ulaştırdığı Vera Pavlovna  karakterlerinin  yaşadıkları, arzuları  fazla ütopik geldi bana’;’devrimin kendisi bir ideal  öyle olunca tabii kahramanları da ideal olmalıydı.Sonuçta yeni bir düzen kurulacaksa ilişkiler dahil her şey yeniden tanımlanmalı, tasarlanmalıydı. Eski geleneklerle, kavramlarla  yeni de yürünemez. Türkiye Cumhuriyetinin hali ortada işte eski ezberlerle yeniyi bulamadılar,  eskiye boğdurttular yeniyi’; ‘SSCB’de evlilikler böyle mi şimdi, bilgin var mı ?  merak ediyorum da’  yüzüne yayılan geniş gülümseme… Acaba diye düşünecektiniz yıllar sonra Çernişevskinin ömrü vefa edipte Ekim Devriminin,  proletarya diktatörlüğünün kadınlara kurtuluş getirmediğini gösterir;  Komünist Partisinin kadınlar kolunun  1929’da dağıtılmasını, 1930’da kabul edilen aile yasasıyla daha önce yasal olan kürtaj,  evli olmayan kadının çocuğu için babadan mali destek isteme hakkının ortadan kaldırılarak ailenin güçlendirilmesinin resmi bir proje haline getirilmesini, yüceltilen  annelik, aile olgusuyla  doğumları artırmak için “annelik madalyaları”nın dağıtılmasını, “özgür aşk”ın  burjuva icadı  kabullenilmesini,  boşanmanın zor, masraflı hale getirilerek burjuva toplumun geleneksel kadına bakışının aynısı uygulamalarını görebilseydi  Vera Pavlovna’ya ne söyletir, ne yaptırırdı? Sonrasında Sosyalizm SSCB’de öyle bir hal aldı ki  Sunay, Çernişevski'nin  senin yere göğe koyamadığın o güzel ideali,  ütopyası da  ütopyalıktan, idealden  öteye geçemedi işte. ‘Duydun mu beni’  Bejna’nın sesi ayırıyor seni  kantinde lafladığın Sunay’dan ‘merakımı yenemedim okudum mektubu… muhatabı belki  sen,  belki  de değilsin bilmiyorum… değilsen de  kime verileceğini bilecek tek kişi de  sensin zira içimizde ona en yakın olandın ’ uzattığı mektubu  alıyorsun,  elime tutuşturulan bu mektupla belki de hiç bilmediğim  sırını öğreneceğimden okumaya korkuyorum, çantama koyuyorum  ‘şimdi  zamanı değil sonra okurum ‘ diyorum Bejna’ya. Arabayı kullanan Serdar ‘diyorlar ki  ağabeylerinin  ölümü, uzun süreli işsizlik, askerliğini komando yapması bütün bunlar depresyona sokmuş Haldun’u. Konuşulanları duysanız  şaşar kalırsınız. Biri  de  “ah” çıkıyor “ahhh” dedi’ ; ‘sorsaydın Serdar’; ‘sormama gerek  kalmadı ki Bejna  anlattılar  zaten. Haldun’un annesi eskiden ebeymiş, doğurttuğu bazı kadınların bebeğini “öldü” diyerek alıp çocuğu olmayanlara  parayla satmış’; ‘yok artık Ayşe teyze böyle bir şey yapar mı, inandırıcı değil.Serdar keşke sen de keşke  eskilere gitmeye  gerek yok, onaltı yaşındaki  Erdal’ı astıran faşist Evren’den çıkarmadığı “ah”ı  eğer annesinin yaptığı yüzünden Haldun’dan, ağabeylerinden çıkarmışsa  demek ki ilahi adaletini  haksızlık yapandan esirgeyen, güçten, zenginlikten ve haksızlıktan  yana  bir Tanrıya sahibiz’ deseydin.Sence de öyle değil mi? diyerek’   bakışlarını sana çeviriyor Bejna ‘ ne konuşuyordunuz ki ...Hep yaptığın yaptın yine değil mi Haldun?Sözünü kesmeme izin vermeden   anlatmak istediklerini  güzel  güzel  ifade edecek sonra  başka bir konuya balıklama daldığını fark ettiğimde de  ‘nerden çıktı şimdi bu bakış’ı fırlatıp sana çıkışma, konuşma hakkımı elimden aldığın  nasıl da akılıca bir iç döküş… nasıl güzel bir rahatlama…geride kalanı vicdan azabıyla yaşamak zorunda bırakma yoludur bu ardından bıraktığın mektup…bravo sana Haldun, bravo…yoksa mektubunu yazarken mevsim de kış mıydı? Gecekondu da sıcacık sobanın arkasındaki duvara dayamışındır  sırtını, önünde ki sehpa da bir kitap üzeride sarı saman kağıt ‘şimdi yazmayıp da ne zaman yazacağım’ diye mi düşündün? Kelimeleri bütün cömertliğinle kullanarak, o okumakta zorlandığımız el yazını  okunabilir hale getirebilmek için çabalayan  parmaklarını  da acıta, acıta; geride bıraktıklarını  can evinden vurmak için belki  kimsenin  eline geçmesini de ummadığından,   kendini   gizlemeden  yazdığın eğer elime geçerse de ‘ne zamana kadar geciktireceksin, eninde sonunda okunacak o  mektup da  ya beni  yıllarca kahredecek, suçlayacak  bir şeyler yazmışsa… okuma.Hayat ne garip o yok ama eliyle yazdığı yazı hayatta…dünya yalan değil işte yalan olan insan…’git, geller  içinde kalacağımı da düşüneceğin hüznün vakti  gece de düştü güne… evine dağıldı herkes… bitti işte eski yıl seni de alıp gitti…Yeni yılda sensiz, Can’sız   karanlıkta yalnızlığın sesi  sanki daha da artı… gölgeler yok artık geriye sadece gerçekler kaldı… tüm maskeleri çıkma vaktidir! mi diyorsun Haldun? istediğin gibi olsun… sabah dünyadan göçüp giden senin için  ’rahmetli’ye hızla geçiş yapılıp, olağanlaştırarak ölümünü ‘çok severdi rahmetli’yle  seni anarak o  kadar çok içildi ki top atılsa evde kimse uyanmayacağından ses çıkarmaktan çekinmeyerek yataktan kalkıyor, ortadaki  fermuarlı bölümde mektubunu sakladığım  çantamı almak üzere vestiyeri açıyorum. Yeni  yılın ilk saatlerinde gece; ucuz olduğundan karalamalarda kullanıp, bildirileri bastığımız, çantamızda, dolabımızda, masamızda illaki bulundurduğumuz  teksir ya da sarı saman kağıdının kokusuyla  seni getiriyor odama  ‘sanki siyah pilot kalemle tuttuğum ders  notların yanına çizdiğim çiçekler usta bir ressam elinden çıkmış resim gibi daha bi güzel duruyor saman kağıtta.Tükenmez kalemle yazı yazdığımda da   yumuşak olduğundan kalemin ucu  kağıda gömülüyor en çirkin yazı bile daha  parlak, hoş  gözüküyor, mürekkep dağılıyor kendine  yol çiziyor, kokusu da bağımlılık yapıyor insanda.Offf  Haldun gülme!‘ elinle dizine vuruyorsun ‘birden komik geldi bir kağıt için bunca güzelleme.Yazım çok çirkindir , bundan böyle  bende saman kağıt kullanayım bari’. Bu geceden sağ çıkmama izin vercek misin Haldun? bilmiyorum.Hep bir ötesi olduğu müddetçe mi…dün, varlığında özlemek…bugün, unutmaktan korkmak seni  ama artık dönüşün olmadığından…okumalıyım. Katladığın yerden açıyorum mektubunu “alışveriş merkezinin bir köşesine iliştirilmiş cafe’de,  kuytuda bir masada oturuyoruz karşılıklı; adını hiç bir zaman bilemeyeceğim bir şeyler yaptırdığın saçların kısalmış daha düz, açık renkli duruyorlar... biraz da kilo almışsın, yüzünün o sevdiğim çocuksu ince uzun hali gitmiş... bu sefer çok daha dikkatli bakıyorsun bana, bakışların sanki çok içerilerde, içimdekileri görüyor gibi. Benim gözlerim ise kucağında tutmaya çalıştığın nadiren masanın üstüne çıkardığın ellerine takılıyor; bu sefer söylemek istediğimiz onca şeyin gerçekte neler olduğunu, onları nasıl söyleyeceğimizi hayat bir güzel öğretmiş bize; geçen yıllarda... Ama şu anda böyle karşılıklı otururken, bunları söylemenin yeri, zamanı olmadığını da belletmiş bir güzel. Çağrı cihazın çalıyor, tek kelimelik cevaplar yazıyorsun. Senin için doğru insan değilim, zamanın bugün  bunu  bir kez daha  doğrulamasının ikimize de  bir faydası yok diyen gözlerinle,  bir mazeret bile belirtmeden "gitmem lazım" diyerek kalkıyorsun, sandalyenin kenarına bıraktığın alışveriş torbalarını da alarak “düşecek gibi oluyorum, galiba hiç giyemeyeceğim, halbuki kadına ayrı bir hava veriyor”la özendiğin ayağında yıllarca hiç görmediğim ince topuklu ayakkabılarınla uzaklaşırken vitrinlerin arasında bir an için dönüp bakmanı bekliyorum bana; boşuna…boşunaymış beklentim. Kalkıyorum ben de, öteki taraftaki vitrinlere doğru yöneliyorum, bir müzik dükkânından  tanıdık ses sanki sadece bana sesleniyor "…penceresiz kaldım anne! Hani benim gençliğim nerde?”  adımlarımı  hızlandırmaya çalışıyorum, boğazıma  bir şey oturuyor, bir vitrin camında bana bakan hüzünlü, şaşkın  bakışlı gençle  karşılaşıyorum; kim derdi ki kim, yıllar önce “hayalindeki ailenin bende karşılığı yok” derken bugünü öngördüğünü…  o gün  kolonya servisinde seni geçen muavine, tam yirmi yıl sonra bu davranışından ötürü hak veriyorum…” cümleler mermi…deliyor yüreğimi.Yazını tanıdığımdan daha açarken mektubu senin  yazmadığını  öğrenmek, yazdığını düşünerek üzerine  affettiğim bütün düşünceleri patlatıyor elimde…parçalıyor. Neden… neden ve yine neden…ve yeniden niye ??? Kimin için olduğunu bile bile Sunay’dan aldığın bu mektubu  iletmen gerekene neden  iletmedin Kaç kere ‘ne yapıyor biliyor musun…nerede yaşıyor? …hiç görüştünüz mü? bir şey söyledi mi’ sorularını geçiştirirken sakladığın o mektubu  hiç mi anımsamadın? Yıllar sonra  tesadüfen bulmasaydı mektubu  Bejna,  kim bilir kimin elinde yok olup gidecekti eline geçende, okuyanda onca merak bırakarak. Gittiğin de bu dünyadan beni bir arı kovanın içine atmaktan…‘neden’li merakıma, endişeme muhatap olmadan yüreğimde kanayacak yeni bir yara açmaktan… gayrı ne işe yaradı ki bu mektup? Bu gece  zaten ben  hayallerin yerini anılar aldığında anlamıştım büyüdüğümü de  yazık  ki sen bu dünyada yokken bunu anladım. Silah  kime çekilir  öğrendiysen,  geceden, şarjör,  gönül nasıl boşaltılır bildiysen kapat ışıkları da karanlık kendi cehenneminde debelensin, dursun. Benim cehennemim…başka.Mezarlıktan döndükten birkaç saat sonra  başlayan kar yağışı  bütün gün sürdü,  dışarıda hâlâ kar yağıyor  Haldun. Van’daki kadar  karın yağdığı  yetmişlerin, seksenlerin Ankara’sında, sokak lambalarının olmadığı ay ışığıyla aydınlanan gecekondu mahallemizde, bazen boyumuzu da aşan  kar yağdığında gece sanki gündüz gibi aydınlık oluverirdi, nasıl becerirdik bilmem ki, beceremediğimizi bir iki saat sonra ‘”Haldun, Oğuz, Esin, Mine, yeter, hastalanacaksınız, haydi eve”   sesleri yankı yaptığında anlardık da yine de çaktırmadan evdekilere gizlice dökülmüş olurduk sokaklara. Zengin aile çocuğu yaşıtlarımız  Uludağ’ın, İsviçre’nin kar pistlerinde son model kayak takımlarıyla kayak eğitimi alırken bizim evle, karşıdaki Zeynep teyzelerin evinin arasındaki  bir kenarına evin temelini  atmada kullanılacak, mahalleli kadınların halılarını, kilimlerini, yataklarını, çarşaflarını üzerine vura, vura   çırptıkları, biz çocuklarında üzerine oturup konuştuğu, altlarında “ yılan, akrep var” diye birbirini korkuttuğu   koca koca taşların yığıldığı  boş arsada  kayak takımlarımız gazete kağıtları,  kartonlar, poşetler, düz tahtalar, tekerlekler,   leğenlerle   yokuş aşağı öyle bir kayardık ki değme kayakçılara taş çıkarırdık. Sonra yuvarlana,  yuvarlana içinde  adeta yıkandığımız karı gündüz annelerimiz istedi diye  kovaya doldurur ya da pencereden kürekle bir güzel yıkasınlar evde serili tek  Isparta  halısının, kilimlerin  üzerine atardık. Aman Allahım! dedirtecek kadar güçlü temizlik malzemesi olan karın,  Şaşmaz’ın, Arap sabunun  yanında şimdinin envai çeşit  Cif’nin, Marc’nın  temizleme kapasitesi solda sıfır kalırdı öyle parıl, parıl; pırıl pırıl ederlerdi ki  halıları, kilimleri, kap kaçakları, fayansları, her yeri. Sular donduğundan sık sık sobanın üstünde ısınan kar suyuyla banyo yapmışlığımız da çoktu. Üstümüzde başımızda da  kar botları, çizmeleri,  kar montları, kar gözlüğü, başlığı, polar çoraplar; kuş tüyü mantolar, kabanlar  hak getireyken annelerimizin ördüğü yün hırkalar, kazaklar,  Sümerbanktan  alınmış ayaklarımızı parçalayacak kadar sert  ayakkabılar,  siyah naylondan çizmeler, ayakkabılarla o karda, tipi de, yağmurda okula yürüyerek giderdik de şimdiki  gibi üşümezdik bile. Haldun  bizim bahçede Oğuzla, Yıldırımla  birlikte tam  gün uğraşıp  yaptığınız  BMW’ye eş  araba saydığınız o küçücük araca binmeyi öylesine severdik ki,  sahibinin de  ödünç verdiği kişinin yanında  "düşerse yardım edeyim" diye  değil " alıp, götürmesin lan!" diye düşünerek koştuğu, Çankaya, Dikmen, KırkKonakların yokuşlarından  aşağıya  birkaç saniye inebilmek için kendini paralayan bir neslin acıklı dramı; bitip tükenmeyen "neden bizden iyi bir Formula yarışçısı çıkmıyor ?" geyiğinin dayanağı;sağlam bir tahtaya dört tane bilyeli tekerlek bağlayıp ya da  dört  aynı ebatta çıkma rulmanla yaptığımız ilkel, ev yapımı kızak, kaykay arası çıkardığı  sesin de  iğrenç olduğu oyuncağımız bilyalı da denilen  Tornet’le kar da kaymayı denediğimiz de olmuştu. Başka Ülkelerde yaşıtlarımız  daha okula  başlamadan karting pistlerinde  Aytron, Senna, Schumacher bilumum  Finli, Alman, İngiliz, Brezilyalı, Fransız gençlerinin kullandığı  Go Kart’ı görmedik ki anasını satayım.  Kaykaya ayakta binilirken tornete oturulur ya da tasarıma göre  yüzükoyun, sırtüstü yatılırdı sık sık kırıldığından tahta takoz aramak, arada  rulmanları greslemek  gerekirdi yine de   bunca zahmete hele  de ev yokuşun başında ise  tornetle yukardan iyice hızlanıp kapının önünde fiyakalı bir spin atmak, ardından da küçük dağları ben yarattım edasıyla eve girmek memnun edici, güzel  bir duyguydu. Yokuşun sonu da illaki  caddeye  açıldığından ve de freni olmadığından eğer ayağımızı yere sürterek durduramazsak tornet'ten atardık kendimizi ölmeyelim diye. Çok zor günlerdi çokkk, ondan sonra "neden Formula 1 yarışçısı çıkmıyor?" çıkmaz tabii lan, bilyeli tahtayla nereye kadar? Ah, ahh  o zamanlar bize de imkan sağlasalardı, biz de karting, kayak  pistlerinde aile desteğiyle fink atsaydık bak nasıl…  zaten daha sonra da dünya Maserati, Ferrari, Lotus kullanırken bize, Fiat’ın, Renault’ın   teneke versiyonları "araba" diye yutturulduğundan  demem o ki, cidden  çok şanssızdık çok. İade-i itibarını dört gözle beklediğim hey gidinin günlerinde  etrafımızdaki herkes aynı şekilde yaşadığından tüm dünya bizim gibi  öyle, böyle  yaşıyor  sandığımızdan mutluymuşuz biz...safça. İçimizde iri cüssene tezat en  çok üşüyen de sendin ‘kar yağsa bu kadar soğuk olmaz…hava ılıklaşır.Dışarı çıktığımızda üçüncü dakikadan sonra iliklerimize işleyen, kulağımızı, burnumuzu kaskatı keserek hissedemez  noktaya ulaştıran  affedersin ama  adamın çükünü içeri kaçıran  Ankara’nın bu soğuğu…bu kuru ayazı yok mu? Güya  tepede güneşe benzeyen göz s..kmekten başka bir işe yaradığını da görmediğim bir şey var . Yararı bir yana  hava  sıcak diye düşündürttüğünden hatta zararı da var;sabah Güven parkta dolmuş beklerken elimi cebimden  çıkarmadan sigara içirten,  beni beş  kat giyinmediğime pişman eden,  montla dışarı çıkartıp zatüreye yakalanmama  neden aldatıcılığını da unutmamak lazım.Neyse yarın yorganla çıkayım bari  ancak o ısıtır beni. Soğuk, ayaz da bir anda hızla geliyor bu şehre… günlük güneşlikken  bir  bakıyorsun   taş kestiren bir hava,  eee haliyle   insan  hemen de  adapte olamıyor; geçen gün  tshirtle oturuyorken birden boğazlı kalın kazak giymeyi hazmetmek  zor,tabii.’ diyordu  diye  düşündüm kara bakarken pencereden  ‘Bunca lafı  hava için ettiğine inanamıyorum. Ama tabii senin için olağan bir durum bu, zira  her şeyin abartı senin. Geçenlerde kuzenim telefonda  dedi ki “valla ben bu memleketteki entelektüellerin hava takıntısını …havayla alıp veremedikleri ne? onu bir türlü çözemiyorum, anlayamıyorum. Her gün hava şöyle, hava böyle muhabbeti…”  haksız değil,  nerdeyse ömrü bitireceğiz   “her bahtı karanın görmek istediği” Ankara… Ankara güzel Ankara’da  -23’leri  görmüşler olarak abartılacak bir hava değil ki  bugünkü bu hava. Hem el soğuğunu görmeyen kendi soğuğunu soğuk sanıyor bunun Kuzey Kutubu…Ayslınd’ı… Gırönlant’ı…Mahşignton’u var, var oğlu var….Daha Ankara’ya yerleşmeden kardeşlerimin doğum yeri, benim de ilkokulu  bitirdiğim  Van’da  yaşadığımızda kışın bir kar yağardı…kapı önünde en az bir metre  boyunda kar biriktiğinden sabah açamazdık  garip ama  hiç de üşümezdik  alıştığımızdan belki de..’;‘ Esin unutun sen, askerliğimi nerede yaptığımı? Kayseri,  Erzurum, Sivas, Kars, Ağrı, Hakkari’de bulundum  ben. Oraların soğuğu insanı kesen  soğuk değil, daha çok yakan bir soğuk. Hangi tür kıyafeti giyersen giy, kaç kat giyinirsen giyin  ne yapıp, ne edip  vücuduna nüfuz etmeyi başaran, arabaya binince g..tü direkt koltuğa yapıştıran, uykulu uykulu çıplak mı oturdum lan acaba düşündüren,  bizim güzel Ankara’mızın  kuru ayazının rakibi yok derim belki Eskişehir, Kütahya ayazı buna yaklaşabilir.Bu ayaz  aklı baştan da  alır onun için  akıllı olun sevin diyorum Ankara’yı ayazıyla beraber.Bak sanki Cumhuriyet yeni kurulmuş, tek parti dönemindeyiz, İstiklâl Mahkemelerinde yargı dağıtıyor Mustafa Kemal Paşam…’;  ‘Allahaşkına… bir anda yine …. bağlama…‘. Haldun’un   mezarında ilk gecesini geçirdiği gerçeğinin acısıyla perişanken  gülümseten anıları da  canlandırdığından ne anımsatması, ne düşünmesi gerektiği denetlenemeyen, hakim olunamayan   başa her türlü belayı da, belasızlığı da   getiren insan zihni kadar   dinlemeye tenezzül  etmediği   ‘ben’den bağımsız çalışan, düşünen karmaşıklığı çözülmeyen hiçbir şey yok. Bir mektubu okumanın, yağan karın  tetiklemesiyle daldan dala atlayarak  birbiriyle alakalı alakasız  tornet’i, kaykay’ı, Formula 1‘i , İsviçre’yi  peş peşe çağrıştıran zihnin(m), meğer ne çok anının  ev sahibiymiş. tane tane yağan kara baktığımda Haldun diye düşünüyorum ne tuhaf sanki yaşıyormuşsun gibi hissediyorum sonra öldüğünü anımsayarak kollarımı kollarımla sarıyorum   buza dönmüş toprağın altında çok  mu üşüdün Haldun diyorum pencere önünde tekrarlıyorum  çok mu üşüdün ?Kalbim…kahrolası kalbim  sıkışıyor. Camı açıyorsun buz gibi soğuk çarpıyor yüzüne ’ Sunay’ın yazdığı mektubun sende ne işi var? hayat dedikleri bu mu gerçekten? Herkesin illa ki açıklamaktan çekindiği bir sırının varlığı mı?’ İnsanın hayatında çok özel şeyler vardır. Öyle ki insan kendinden bile saklar bunları,  yüzleşmekten korkar…yüzleşmek hep zordur zaten bir bakmışsın  kendin olmayı  da unutmuşsun.Kendine özel olan her şey  de bir geçiştirmeden öldürdüğün zamandan  ibaret olur ve  günü bitirirsin, yeni bir gün başlar ki  o da dünün aynısıdır. ya kendine has bir şeylerin varlığına inanır, çevrene bunu dayatırsın ya da kendine has olan her şeyi bir kenara iter herkes ne diyorsa o olur; kabul edersin veya etmezsin ama itirazdansa ortama ayak uydurmak istersin. Geleceğinden kaygılanırsın sadece iş güç değildir  mevzu, kendin için ne yaptığını düşünürsün…ne yapmadıkların boğar seni; yeni planlar yapıp uygulayacak gücün kalmamıştır artık  yok sayarsın hepsini; yatınca geçer ne de olsa. İşe gider, yemek yer, içki içer olmadı antidepresan,   uyuşturucu kullanıp, seks yaparsın. Sonra hepsini daha çok ister ama daha azıyla da yetinirsin. Durup düşündüğünde her şey biraz eksiktir; acı olan hiç bir şey,  hiç bir zaman tam olmamıştır. Onun gibi işte hani biz içtiği su ayrı gitmeyen bakışından ne düşündüğümüzü anlayan, araya uzun mesafeler girdiği zamanlarda bile telefonda konuşurken hiçbir şekilde belli etmesek de, her zaman nasıl konuşuyorsak öyle konuşsak da sesimizdeki ufacık bir tınıdan iyi olmadığımızı   anlayıp  "neyin var? sesin iyi gelmiyor."la telaşlanan dostlardandık. Nasıl… nasıl    oldu da sen   benim sana olduğum kadar bana samimi ve  içten  olamamışsın.Kendi açımdan ben hep içtendim, öyleydim…yok yok senin de…  bu derece  başkasının  hayatını sarsacak… yönünü değiştirecek… yaralar açacak kadar derinlere gömülü  bir şey değil ki  sırrım. Bu mektup  darbe sonrası yaşadığım o derin yalnızlığı….hayal kırıklığını yeniden yaşattı bana. Hatırlıyor musun ‘giderken yevmiye mi alırım’la mutfakta birlikte turşu yapmak için annemin önümüze yığdığı  küçük bir tepeyi andıran  yeşil  fasulyeleri  ayıklarken  ‘Hani Ayten’le bizim ilişkimiz; seni sık sık arayıp sormayan belki toplu olarak bir şeyler yapılacaksa arayacak öyle özel konuların, yaşanmışlıkların, detayların, gerçek düşüncelerin de  anlatılmadığı, duyguların,  inceliklerin  ikinci planda kaldığı sadece sevgi bağından değil de şartlar nedeniyle hayatımızda bir şekilde var olan, her gün birbirimizi  görmek zorunda olduğumuz sosyal çevremizde; işyerinde, okulda hatta evdekilerle  akrabalarla kurulan yüzeysellik taşıyan,  zaman geçirilen, eğlenilen ilişkiler gibi  değildi.Ne oldu da bu hale geldi aramaz sormaz oldu bizi  Ayten  anlamadım’ sitemime ‘Kan bağının   koca yalanlığını da ortaya dökmüş ki doğrusunu yapmış  Antonin Çehov'dan bir kez daha duyalım mı "insan eğlenebildikleriyle arkadaş olur, anlatabildikleriyle dost, ağlayabildikleriyle kardeş..." Ama inan bu bile geçerli değil artık günümüzün modern dünyasında. Evlenmişsin, üstüne iki beben olmuş, evle iş arasında koşturur dururken  bırak Çehov’un tanımlamasındaki farkları, hangisi kalır insanın  hayatında  da bu kadar içerliyorsun biz Ayten’le dosttuk ne oldu da arayıp sormuyor  diye’ demiştin ya  Haldun nasılda saçma gelmişti  bana Ayten’le ilgili sunduğun bahane  oysa şimdi elimdeyken Sunay’ın benden gizlediğin mektubu ve de yaşlanınca insan  aynı kefeye giren farklar bütünü olduğunu görür; arkadaş, yoldaş, dost, canım ciğerim tanımlamalarının. Anla artık anla !! Hayat bütün bunları anlaman için daha ne kadar vuracak kafana…kafana;  gerçekte  insanın ne dostu, ne arkadaşı, ne kardeşi vardır; dost kendinsin kendine onun dışındaki o ilişki yoruyor  be insanı…dağıtıyor hatta  yok ediyor.En iyisi  korumak için  kendini  uzak durmak, ilişki kurmamak kimselerle çünkü hiçbir zaman, hiç kimse senin anladığın anlamda dostun olmayacaktır. Kimse seni bağrına  basmayacak, dahil etmeyecek kafesine göğsünün; üstüne titrediğin çiçeklerinin; dürüstlüğün, dostluğun, samimiyetin, ahlakın, erdemin, sevginin, barışın, adaletin   başkaların yakasında nişan olduğunu…hiçbir şeyin anlamının kalmadığını   görüp  ağladığın zaman  anladığındaysa senden çok şey alıp götürdüğünden hayat  çok geç  kaldığından  telafisi de ne mümkün! olacak. İkinci bir 'sen'e sahiplik sanmıştın ya dostluğu tüm sandıkların gibi o da bir sanmaymış yalnızca…   samimi, sevimli,  şirin geldiğinden “ bizleştirmeli” , ötekileştirilmeli  büyük kilitlemeler söz konusu olunca herkes birbirini  kilitliyor amaaaan biraz da onlar kitlesin diye düşünerek  ‘birbirini kilitleyerek mutlu olma’ üzerinden dönüyorsa dostluk, açılım Türkiye’de yaşadığını  bil dediğimde  kızmıştın ya bana ‘insan her yerde insandır’ diye ‘ama demiştim  ben de o insanı şekillendiren içinde yaşadığı toplumun önem verdiği  değerdir. Mesela medeni, gelişmiş bir ülkede insanlar  bizdekiler gibi kolay, kolay yalan söylemez, olduğundan farklı görünüp karşısındakini  aldatmayı, hakkı olmadan bir makama torpille getirilmeyi  erdemsizlik sayar ve  paylaşmayı bilir; ‘onunla niye konuşuyorsun…niye geziyorsun…boşver onu…yapma bunu…onun ne olduğunu sen bilmezsin…gitme…gelme… akşam dertleş sabah herkes duyacak sakın güvenme babana…gitme.. dahi’li korkutan bir kilitlemeyi, kapamayı  karşısındakinin özgürlüğüne hakkı olmayan  müdahale saydığından…ha bir de kültür mirim kültür  yabana atılmayacak bir olgudur yani senden  asla bir Andrey, benden de bir Maria çıkmaz ‘;Öyleyse hep sırtımızdan vuranlara, yarı yolda bırakanlara, hiç gitmeyeceğim deyipte ilk durakta bırakanlara, sevdiklerimize, sevmediklerimize, sevemediklerimize, sevenlerimize, sevmeyenlerimize, sevemeyenlerimize, acılara, umutlara, neşelere  hüzünlere.... hepsinin şerefine...’

 

Bir şeyleri kaybedersiniz bazen  ne olduğunu da bilmediğiniz;  o insanı… o ânı… o hayali… o umudu…o düşünceyi…o dünü… dünün o uğruna dünya yakılan idealini… o şeyi arar durursunuz. Başınıza gelmesinden korktuğunuz başınıza gelmiştir işte, ölmediğinizi gördüğünüz kaybedişler… olaylar…  yaptıklarınızın… yapamadıklarınızın… yaptırılanın…yaptırdıklarının da hesabını size kestiklerinden… sonrasında da  keseceklerinin mutlaklığından  mıydı   yoksa  akan o  gözyaşlarınız?  "Bana hiçbir zaman benim seni gördüğüm yerden bakamazsın "  demiş Jacques Lacan’ı da ağırlamış   bu dünyada; kaç saniye sürer düşmek, kaç saniyedir bir yasam, kaç saniyedir ona son vermek? nereye uçarsınız düşerken…nerden kanarsınız.. ne şekilde karar verirsiniz, ne zaman…ne zaman vazgeçersiniz ya da  vazgeçer misiniz? Hayat böyle aslında dikkat edin bakın etrafınıza iyiler gidiyor  hep  gittikleri yerin yaşadıkları bu yerden daha iyi, daha güzel olduğuna inandıklarından mı?  ondan mı kaçıyorlar  erkenden Haldun ? bunu en iyi sen bilirsin. Ben de anlamak istiyorum Haldun; bir zamanlar Boğaziçi üniversitesinde öğrenci faaliyetleri binasının altındaki  nam-ı diğer sosyalist; orta  kantin müdavimi şimdi yalnızlar merdivenindeki basamaklara içtiği  “ taze buruk şarap “ kokusu  sinmiş Nilgün Marmara’yı,  Kaan İnce’yi  pencereden  boşluğa atlattıracak, Sylvia Plath’ı  başını gaz fırınının içine sokturacak, Cesare Pavese ye onca uyku hapı içirtecek  kadar…  senin anladığın kadar anlamak istiyorum dünyayı ama sonra korkuyorum acıtan varoluşunla gelen katlandığın onca saçmalığı,  çıkmaz sokakları, ucuz  ilişkileri, yalancı toplumu, hep senden bir şey alma, koparma peşindeki aile, dostlar mefhumunu  anladığında; varoluşunun  sancısını  hissettiğinde,  içine düştüğün bu insana bir tek gün huzur yüzü göstermediğinden böyle  vatan olsa ne, olmasa ne olur  dedirten hayata düşman; doğuştan edinilmesi gerekli dürüstlük, erdemlik vari insanca değerleri yerle bir ettiğinden oy verirken  dürüst, yalan söylemeyen, hırsızlık yapmayan kişi,  lider aratan acıklı halini, zavallılığını sergilemiş  çarpık sisteme   dayanamayıp  hemcinslerine de  ‘ sen bayım! sen ya  erkek egemen yaşadığın coğrafya adına sorumluluk almalıydın;  belki savaşları elinde keleşinle sen başlatmadın, bombayı vücuduna sen bağlamadın, o biber gazı fişeklerini sen sıkmadın ama vergilerinle desteklediğin, sistemine dahil olduğun devletin yaptı bunları.Sen de sorumlusun o bodrumlarda katledilen insanlardan, cesedi günlerce sokaklarda kalan yaşlı başlı kadınlardan, günlerce buzluklarda bekletilen o gençlerden. Sen de sorumlusun darağaçlarında idam edilen Seyit Rıza, Şeyh Said’den,   Menderes’ten, üç fidan Denizlerden, onaltı yaşındaki Erdal’dan, işkencelerde öldürülenlerden,  Dersimde  kimyasalla, zehirli gazla  katledilen, Madımakta yakılan, Maraş’ta, Çorumda komşuları tarafından kesilen insanlardan. Sen de sorumlusun zorla tehcir ettirilen, yolda öldürülen, kalan malı mülkü yağmalanan, sokak ortasında hiç uğruna vurulan gazetecilerden. Daha nice örnek verebilirim  öldürülen, tecavüze, tacize maruz kalan kadınlardan, cinsiyetinden de sorumlusun o yüzden gördüğün bütün Kürtlerden, bütün Alevilerden, bütün Ermenilerden, bütün kadınlardan  özür dilemelisin. Erkek cinsinin zarar verdiği, travma yaşattığı bütün kadınlara gereksiz önyargılar  yerine  destek ve sevgi vermeliydin ki bir sonraki  için olabildiğince temiz bir alan bırakmalıydın .Şu kokuşmuş memleketi kurtarmanın bir yolu varsa geçmişimizle yüzleşip özür dilemeyi bilecek sorumluluğu almaktı’ diyecek geçmişteki devrimci ruhunu, cesaretini de  yitirdiğinden artık biraz daha fazla kalmak…rahat etmek  uğruna girilmeyen şeklin kalmadığı dünyadan tiksindiğinden terk etme kararını…kendi kaderini belirleme hakkını eline almak isteteceğinden… intihar kaçınılmaza dönüşeceğinden biliyorum  Haldun, anlamak  lanetlidir de. Hayatın  ne menemliğini,  pespayeliğini , hiçliğini   anlayabilmek bazı insanların lanetidir…sonudur işte Haldun sende; üstelik geçirmek isteseydi hayata tırnaklarını, tutunmayı birçoklarından  senden, benden  daha rahat sağlayacak dışsal sebepleri; başka bir ülkede yaşayacak maddi imkanı, yabancı dili  olan Nilgün’de, Kaan’da, Zafer’de hatta Kurt Cobain’de olduğu gibi. Uzun ömürlü bir yaşamda;  birkaç kez giydiğinde, yıkandığında  ilk aldığındaki gibi tertemiz pırıl pırıl değildir ya kazağınız gömleğiniz, ayakkabınız onun gibi  yıllar… yılları itelediğinde evet  hayatın da renkleri solacak…soluyor,  yıpranıyor, yaşlanıyor da… güven kalmıyor tanıdıklara, dost bildiklerine … istesen de  çocukluğundaki, gençliğindeki gibi  toz pembe bakılmayan aynı tükenişler, aynı sevinçler, aynı kırılganlıklar, aynı sohbetler, aynı  duygular, aynı işe güce gitmeler, aynı çay, kahve içmeler, aynı sosyal medya çılgınlığı; Twitter’a Facebook’a, Instagram’a takılmalar, aynı  Whatsapp  mesajlaşmaları…aynı… …aynı… suyunu, huyunu bildiğin aynı düşüncede, tavırdaki aynı tanıdık insanlar   daha…daha aynıyla, fazlaca katmerli  yaşanacağından;  aynı şarkılar, aynı yemekler,  aynı yalanlar, aynı baskılar, aynı faşist uygulamalar, katliamlar, işkenceler, aynı kadın cinayetleri, haksızlıklar, aynı aldatmalarla  hayata dair ne varsa onlarla    daha fazla karşılaşılacağından; aynılığa katlanma direncide  azalacağından;  arkasındaki her şey de görüldüğünden artık ön bahçesi dahi merak edilip görülmek istenmeyeceğinden  her zaman ve hep ;   Cemal Süreyya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Lale Müldür  daha pek çok edebiyatçıyla  vakit geçirip, sohbet edip bir şekilde onların hayatına dokunması  kendisine yettiğinden  neredeyse fazlasını yaşayacağım, göreceğim bir şey de  kalmadı,  göreceğimi gördüm sonrası da   tekrar “zaten”le  Nilgün Marmara’ya “hayatın neresinden dönülse kârdır"  cümlesini yirmili yaşlarında kurdurtarak yazdırtacak  hayat,  ne  yaşattı  demeyip  intiharı seçenlerin kendilerini   ayak uyduramadıkları bu yerden, dünyadan   kurtardığını düşünmüşümdür hep.O yüzden de  Haldun,  senin gibi  Nilgün’de  kendi yaraladığının yanında başkasının açtığı  yaraların  hafif kaldığı ruhuna  gitmekten başka yol  bırakmadı,  gitmeden önce de kendini en ufak bir tereddüt, bir acaba, belki, bir keşke düşündürmeyecek bıkkınlığa eriştirerek.O’nu  seninle tanıştırdığım fotoğrafını gösterdiğimde ‘kayıp kuşakları, çoğu kişinin er, geç önemli bir olayın başrol oyuncusu olmayı umut ederek ömrünü tükettiğini, alışılmış yaşamın sınırları dışına çıkmanın zorluğunu suratımıza suratımıza  haykıran  hayatı  daha fark edemediğimiz gençliğimizde  Marx, Lenin, İlya Ehrenburg, Maykovski, Neruda,  Dimitri Dimov  okumaktan, devrimi düşünmekten sıranın  gelmediği  Nilgün gibi kendi  kuşağımızdaki şairleri, sanatçıları okumada,  tanımada   da  hep bir şeylere olduğu gibi  yine  geç kalmışız oysa ne kadarda ortak noktamız varmış, ben Onu yazdıklarından dolayı  değil Gökhan Özgün’ün  "yıl 1983, üç beş üniversite öğrencisi içeri alındık; (o günlerde olan biten vahşetin ortasında ehemmiyetsiz bir vaka) aramızda bir kaç hanım da var. Kız ya da kadın demek istemiyorum. Çünkü bu fark, ‘modern’ cumhuriyetimiz için çok önemli. Askerin laik devleti ‘demokrasiden bile daha çok değer verdiği hanımlara’ ne yaptı? Üniversite öğrencisi hanımlara bekâret muayenesi yaptı. O muayeneden geçenlerden biri Nilgün’dü. Nilgün üç beş yıl sonra kendini 5. kattan attı. (aman heveslenmeyin, kör bir neden-sonuç ilişkisi kurmuyorum.)"  anekdotunda  belirttiği bu memlekette  mevki, sınıf, statü farkı gözetmeden kadınların maruz bırakıldığı tacizlere, aşağılayıcı davranışlara ortaklığımızdan… kendisini  Scott Fitzgerald'ın eşi "çılgın Zelda"ya benzeten Cemal Süreya'nın yeni tertemiz evinin yerlerine "bu ev niye bu kadar temiz"le yediği çekirdeğin kabuklarını atan kural bozuculuğundan ve de benim uslanmaz  şairimi etkileyenlerden olduğundan sevdim demiştim’ onunla aynı sonu paylaşacağını bilmeden. İntiharına üzülmeye gerek yok çünkü kendi varoluşunu tanımlayarak  tehlikeli dansa kalkıştığı hayata… bir sonraki hareketini  yaptı  Haldun o kadar diyorum kendi kendime ama nafile bu düşünce rahatlatmıyor, dindirmiyor  acımı… kahrolmamı... geride ruhumu okşayarak  yarında yaşam isteği yaratacak  hiçbir şey kalmadığından  kendimi  terk edilmiş; bak  hep olunduğundan “yalnızlık”  demiyorum; kimsesiz   hissediyorum… denizde fırtınanın ortasında çırılçıplak, savunmasız dalgalar arasında boğulup dururken Haldun, söylesene neyiz biz bu dünyada ? Sonra neyiz biliyor musun Esin  diyen sesini duyuyorum hepimiz  bir masalız şu dünyada; bir varmışla başlayan… bir yokmuşla biten… kendine diğerleri gibi hayatı katlanılır kılan   nedenler bul; belki yalan, belki gerçek, belki geçici seni rahatsız eden, bunaltan  pek çok şey yokmuş gibi davran diyeceğim ama sen yapamazsın biliyorum  boş ver…evet boş ver…sen  yaz yalnızca yaz.Gece… güneş terk ettiğinden günün zamanın  yetim  çocuğu gece... her gün birlikte yaşadığın  bu eşin , sevgilin, evladın, arkadaşın, annen , baban,  kardeşin, tanıdıkların olur; senle ben gibi  iyi arkadaş olan iki insanın bile arasına sığabilen uçurumun derinliğini, birbirine  açmadığı yaraları, sırları olduğunu öğreterek şaşkına çeviren tuhaf hayatta kışın  gündüzden  uzun süren  gece… biranı içerek televizyonda  ya da   işten, güçten  ancak  hafta sonları ihtiyaç duyacağımdan hafta içi  ödünç verdiğim, bayramda bol bol film izleyelim diye arife günü almak için birlikte Kumrular sokaktaki sonradan  kapanan Arçelik bayisine gittiğimiz daha o zaman çalışmayan  Oğuz’un  taksit senetlerini  imzalarken yüzünde gördüğüm  sevinci  unutamadığım WHS video oynatıcısında;  dört, beş tanesini bir yerden bir yere götürürken eziyet  çektirecek, bir kavgada silah kullanılacak  kadar  hantal, iri ; görüntü , ses kalitesi kötü, durduk yerde bozulduğundan içindekileri silen manyetik alana sahip;  mahalle bakkalı gibi her mahallede  hatta neredeyse her sokakta açılmış dükkanlardan, DOST kitapevinden satın  aldığın veya bir iki gün sonra geri vermek üzere  kiraladığın Betamax , WHS video kasetlere kayıtlı filmleri   seyretmeyeceğin; arkadaşlarıyla goy goy yapmayacağın; Bukowski, Sartre, Aristo’yla  arkadaşlık etmeyeceğin artık  olmadığın yılbaşının da kutlandığı  bu dünyada sensiz  bu  ilk gece de, benden gizlediğin, bu gece okuduğum  O’nun mektubuyla vurulmuş bu kalbimle  Haldun elimde değil yazmıyorum… bir şeyler yazmak içimden gelmiyor… hem Özdemir Asaf’ın  gerçeği kafanıza vuran “senden yana olanlarında, sana karşı olanların da bir değeri yok; seni anlamadıkça...” satırındaki  gibi kesinliği yüzde yüz  “seni anlamayacak” … anlamayanlar  arasında yazsam ne olacak ?  En basitinden bir çocuğu ‘beden doğurur yürek büyütür’ü…Can seni doğurmadığımdan kaybettiğimde  parka giderken  Hansel ve Gretel  masalını canlandırıp arkamızdan kolunda sepetiyle yürüyen anneanneye bizi bulsun diye  kağıt peçeteyi yuvarlayıp  iz bıraktığımız  gibi annenin bilmediği pek çok şey yaşadığımız, konuştuğumuz ve de ben  emekli olduğumdan   çalışan annenden daha fazla birlikte olup vakit geçirdiğimiz halde –ki farz et  onca yaşanmışlığımız da olmadı  tanımasam da bir çocuğun   kantinden aldığı  şırınga şeklindeki çikolata kapağının  boğazına kaçması, serviste unutulması, sarhoş ya da hız tutkunu  bir sürücünün  çarpmasıyla  trajik ölümü karşısında-acımın annen,  bir anne kadar olmayacağını, onun kadar  üzülemeyeceğimi kafalarındaki  acı, üzüntü ölçerle ölçmüşlerin ki, ne kadar da ağır bir mermiydi yavrum  ‘sen onun annesi değilsin’le bunu yüzüme söylemeyi vazife sayanın da  babam, kardeşim, eniştem ve  gelinlerin olması… bir çocuğu doğurmasan da farz et evlatlık aldın,   onu büyütürken ya da büyürken tek tek  tombik bebek ellerini, ayaklarını, karnını,  poposunu  öptüğün, ilk emeklemesine, yürüyüşüne tanık zamanları, bezdirecek “mu ne?” sorusuyla başladığı ‘bu çi-çek, bu kuş,  bu arı, bu tabak, bu çatal, bu sevgi, bu uçurtma, bu tabak…”  cevaplarıyla  onunla birlikte yeniden öğrendiğin hayatı, ona verdiğin emeği her hatırladığında  o burnunun direğini sızlatan süt, sabun karışımlı bebek kokusunu özlediğini, sevdiğini, onunla bütünleştiğini  algılamayacak sığlıkta, insanlıktan nasip almamış bunca gözü kör, yüreği sağır, aralarında işim ne diye düşündüğüm  insanlar mı beni,  duygularımı  anlayacaktı? Seni kaybedince Can, en yakınım diyeceklerinin  fizikken olmamaları  kalben, zihnen olmamalarından çok daha yeğmiş bir kere daha anladığımdan, anlaşılabilmeye dair ümitlerim henüz gelmemiş olan zamanlar…günler için bile var  diyemiyorum  zira  halihazırda var olanların anlamaması, anlamayacak olması ümidimi de yok ediyor. Anlaşılacağına inancı, ümidi olmayan için anlatmak, yazmak   gereksiz bir  çaba... ne getirisi olacak  Haldun, yazmamın bana? geri mi getirecek  Can’ı, seni ?  acılarımı mı dindirecek?Her şey ne kadar da hızlı bazen tüm hayat bir akışkana dönüşüyor bu  özellikle geldiğin noktada duyduğun memnuniyet yetersizse iyi bir şey de değil, bir bu kadar süreyi, ömrü daha “belki”'lerle geçirme fikri…düşündürücü hatta bazen bu düşünceler insanı yoldan çıkarma,  sapma noktasına  getirebilir de . Sen o sapağa son hız yaklaşırken de; bir yerlerde birileri aşık oluyor, sevişiyor, birbirlerine yalanlar söylüyor, birileri kadeh tokuşturuyor, birlikte şarkılar söylüyor, kimi koca bir yatağı paylaşamazken; kimi bir masala inanıyor omuz omuza, birileri intihar ediyor son bir not bırakıp, birileri not dahi bırakmadan kendi eliyle siliyor tüm izlerini sonunda da senin, benim  hayatta en nefret ettiğimiz söz söyleniyor “hayat bu,  böyle” ve cidden de hayat öyle…öyle  de devam ediyor .Demem o ki sen katılsan da o akışkana…o gidişe  katılmasan da; hatta pes edip kendini imha etsen de düşünüyorsun;  ne olsaydı, bugün tahammül edemediğim her şeye farkına  varmadan kolayca tahammül edebilirdi(m) diye. Bir şeyleri, dünyayı, hayatı, insanları   sevmemek,  vazgeçmek için  yeterli neden değildir ki bazen mecburiyetler katlanılır kılar ama mecbur olmadığını fark etmek, seni daima akan, giden hayatın,   her şeyin bir adım dışında tutmaya yeter de artar; sen öylece beklerken önünden ışık hızıyla bir şeylerin  geçmesi gibi. Bir kaptırsan kendini anlamadığın bir hızda savrulacaksın belki ama o gidememek var ya olduğun yerden, ayrılamamak, mecburiyet yani. Gölgelerini dikmişsindir belki oraya çünkü. Hatta bazen gölgelerini gömmüşsündür...bazılarını da hapsetmişsindir. Tam da orada bırakıp gitsen; bilirsin eksileceksin ve öylesi bir eksiklikle yaşamak, yaşamak olmayacak  da asla, bazı eşikleri geçtikten sonra talih sana gülse de sen görmezsin artık. Hani şu dolu dolu yaşamak, bir çiçeği kokladığın, birine içten bir gülümseyiş sunduğun,  bir çocuğu Can’ı uzattığın ayaklarına koyduğun yastık üzerinde veya beşiğinde sallayarak  ya da ayakta kucağını alıp ellerinle ayaklarını kucaklamış o da o boynuna dolamışken ellerini  hafif hafif  sallayıp odadan odaya yavaş yavaş gezerek   “uyusun da büyüsün “ değil de uyarladığın  “başını göğsüme yasla Cano, Can.., güzel saçlarında dolaşsın elim”, “karlar düşer…düşer düşer Cano…can ağlarım”   ninnilerini  söylediğin, bazen  oyuncak malzemelerinizi sakladığınız deponuz  gardırobun altında  bulamayınca  ameliyat eldivenlerini şişirerek yaptığınız balonları ‘yere düşüren oyunu kaybeder’ kuralımız yüzünden  yere düşürmemek için kendimizi heder ederek yalnızca ellerimizle değil  yatağa uzanıp ayaklarlarımızla da birbirimize atarak top   gibi  oynadığın… annenin göğsüne sığındığın… yoldaşlarınla devrim için mücadele ettiğin…Haldun’la  eften püften meseleler hakkında sohbet edip kapıştığın  böyle küçük şeylerle  sevindiğin, zevk aldığın   yaşamanın  temeli yıkıldı mı bir kere ki ölümlerle, acılarla, ayrımcıkla, darbeyle  yıkıldı da… yıktılar işte seninkini de o yıkımdan  sonra o temel üzerine inşa edilse de  devasa  sevinçler yetmez..  yetmedi de… yetmeyecek  de  yarımı  bütün kılmaya ki  o yarım  birine misal sana   piyango vursa da  artık ‘ ne yapayım ben’le sevinemezsin  bile   ki  zaten hiç vurmadı da o piyango.Yoksunluk sendromunun tavan yaptığı  gecede, nasıl oluyor da pişmanlıklarını, kaybedişlerini, hayallerini, anılarını görebiliyor insan ; yaşanan günlerden, zamanlardan geriye sadece anılar, hayaller pişmanlıklar, yitişler  kaldığından mı? Öylesine de  birbirine karışmışlardır ki hangisi anı, hangisi hayal, hangisi pişmanlık, hangisi ukde, hangisi yitiş   ayırt edemeyen  allak bullak  zihin; ülkenin yönetim biçimini değiştirecek yapacağınız devrimle özel mülkiyetin köküne kibrit çakacak sosyalizmi getireceğinizden  boş verdiğiniz, gereksiz uğraş gördüğünüzden  yapabilme ihtimalin  yüzde  elliden fazlayken  yapılmak  istenilen  yapılamayan ya da yapılması istenmeyen; köyde, bir evde en az altı, yedi çocuk bulunduğundan çocukluğunda, annelerin  çocuklarını dünyaya getirdiler diye sevinmediklerini hiç  görmediğinden, hiç doğum günü kutlamasına  rastlamadığından ve de anneanneniz gibi  yaşamı katlanılacak eziyet algıladığından kendisininkini…sizinkini hiç kutla(t)madığından  anneniz,  sizinde kutlamadığınız doğum günleri…sarı, kızıl, yeşil yapraklar üzerinde sevgiliyle el ele parkta  yürünmemiş sonbaharlar…gece yakamozlu denize bakılarak içilmemiş şaraplar… omzuna yaslanılarak ağlanmamış   sevgili… şehirden başını alıp gidememek… hukuk  okuyup avukat olmak  isterken ekonomi okuyarak istemediğin mesleği seçme, üniversitede öğretim görevlisi kalmayı, yurt dışında master yapmayı,  bir gün  ‘yanlış yapmışım’ı düşündürecek miras paylaşımı karşısında edinmeye hiç çalışmadığınız başınızı sokacak bir eve sahiplik  benzeri kaçırdığınız şeyleri  yapamayacak konumda, yaşta fark ettiğin yazmakla da bitiremeyeceğin o kadar çok onarılamamazlık, yaşanılmamışlık   biriktirmiştir ki. Galiba akıllı olma  burada devreye giriyor eğer zeki, akıllı  biriyseniz… kendine bu kadar haksızlıkta  etme, geri zekalı da  değildin sadece kurbanlığı, adanmışlığı, hizmeti öğrendiğinden yaşayamaman, kaçırman pek çok şeyi  ama Betül, Meliha, Gülser  onlarca devrimci, onlar nasıl becerdi de benim, Bejna’nın yaşayamadıklarını, yapamadıklarını yaşadı ve yaptılar? "ey talih, gölgene sığınırlar ama sen bilgeleri sürgün eder, dünyayı budalalara yönettirirsin!" aforizması seni rahatlatmasa  da  inan   talihli insanlardandı onlar, bu nasıl bir şey biliyor musun  tatile gitmek için plan,  program yaparsın herkes gibi ama bakarsın müdür, patron çağırmış ‘şantiyeyi denetlemeye  sen gideceksin’le  uçak biletini uzatmıştır  böylece   onca şirket çalışanı içinde aklından geçmeyen yere  sen gönderilirsin... talihsizliğinin yanında unutma dönemin  koşullarının   payı da  çoktu yaşayamadıklarında, kaçırdıklarında? Her gün onlarca insanın hayatını yitirdiği, ölmemeye kilitlendiğiniz devletin azdırdığı  terörlü  can pazarında,  her şeyin sebebi  gördüğünüz emek sermaye arasındaki temel, baş  çelişkiyi çözecek Sosyalizmi kurduktan sonra; tali çelişki saydığınız oysa hayatın ta kendisi olduğunu o sırada  kavrayamadığınız  her gün   karşılaştığınız olumsuzluklara;  bir ayakkabı,  ‘atın, atın eskimişlerinizi’ atıp da  ten rengi ince Jill bir çorap, manto, odun, kömür  alamadığınız fakirliğe,  fırsat eşitsizliğine, komşularınızın Alevi diye evinize   misafir gelmeyerek  mahallede dışlamalarına, Alevi, Kürt, Ermeni, Rum, kadın olmaktan kaynaklı hor görülmeye, ayrımcılığa, ötekileştirilmeye, şiddete, işsizliğe, yolsuzluğa, torpile, tacize de  sıranın geleceğine, düzeltileceğine inandığınızdan odaklandığınız  devrimci mücadelenin  yanında,   ders çalışma, mesleğinde yükselme, sağlığını önemseme, spor, toplumun kültürel  yapısı,  önyargılar, kadına bakış, sosyal hayat, çevre, ülkeden bir haberliğinizi ortaya sereceğinden  “uzayda mı yaşıyorsunuz” deseler  haksız sayılmayacakları; hayatını sürdürecek bir iş edinme, istenen üniversiteye girme  dahil  mesleğinde yükselme, teşvik, kredi kapma, ihale alma için kartvizit niteliği edindirildiğini  göremediğiniz devletin kurumlarını ele geçirme peşindeki  ki eğer devrim yapsaydınız en büyük handikabınız olacak onlarca   tarikatın varlığı  bile önemsizken okula, derslere devam etmek umur değildi.Eğer devrimden sonra el atılacak sorunlar arasında olduğundan küçümsenen tali çelişki sayılan evde babanın, erkek kardeşlerin, ağabeylerin, kuzenlerin anne, kız kardeş, ablaları , gelinleri dövmelerine  ‘sokakta gülmeden yürü, mini etek giyme’li tacizlerine,   okulda, işyerinde erkek baskısına, şiddetine, tecavüzüne, mobbingine, tarikatlara karşı çıkarak mücadele etme, kadına yönelik “dişi köpek kuyruk salamasa…”lı  onlarca ön yargıyı değiştirme  konusunda devrim yapmak için gösterdiğimiz mücadelenin,  çabanın binde birini  gösterseydik,  onlarca  Güldünyaların, Ceren Özdemirlerin, Özgecan Aslanların  erkek cinayetleriyle sonlanan hayatlarını kurtarabileceğimizin  ayrımında dahi değildik. Devrimciydik ya  örgütlerimizin  örgüt içi  eğitim çalışmalarında, forumlarda, panellerde; gündelik hayatta muhatap olunan  kaba sabalığa karşı nezaketten; vakti zamanında çatal , kaşık, bıçak, tuvalet icat edildiğinde Fransız aristokrasinin  ‘elleriyle yemeğe devam etsinler, kovalara sıçıp, pencereden sokaklara atsınlar  nasılsa birlikte  yaşamıyoruz, gözümüz görmüyor’ lu “bize…bana ne”cilik yerine  ‘kaşık, çatal, bıçak kullansın, sofra adabını, hijyeni  öğrensinler  yoksa vebadan kırılacağız ‘ benzeri düşüncelerle  halkı  eğitmek amacıyla şatolarında, saraylarında  bahçelerinde yemek vermeleri; eserlerini Yunancadan Latinceye çevirttikleri Platon Akademisinin, Floransa Üniversitesinin, kurulmasına öncülük ederek kütüphaneleri zenginleştiren Medici ailesinin, 1397’de  Floransa da kurdukları Medici Bankasıyla finansörlüğü yaparak başlatacakları modernizmin mihenk taşı Rönesans’a verdikleri  destekten  bahsetmeyip,  ayak bağı   tanımlanan aile, komşular, akrabalarla en alt seviyede ilişki kurarken doğanın,  solunan  havanın, çevrenin  kirletilmesine  "başarı, bir kendinde değerdir; sonuçlarını düşünmek ise, olacaksa da sonra olacak bir şeydir"le   modernist;  ‘o sonranın şimdi olduğu’ söylemli karşıtı post modern tutumun özeti olmakla kalmayıp en bariz örneği sayılacak  950’lerde bulunduğunda Amerika’da tarımda zararlı böcekleri yok ederek  mahsulü arttırdığından “mucize ilaç, bilimin yeni  harikası" nitelenmiş, aynı yıl  Rachel Carson’ın "silent sprit" makalesiyle  zararlı etkilerine dikkat çektiği, 1976’da   Amerika’nın simgesi beyaz kartalların pek çok balık, kuş türünün soyunu tüketmesiyle Amerika’da, Avrupa’da  kullanılması yasaklandığı halde üretiminin  yasaklanmadığı Türkiye’deyse; bitlenildiğinde  bulamaç yapıp bir kaç saat  çocuklarının kafalarında beklettikleri  bin şükür ki; meyve sebzeye sıktıklarında yağmur yağmadan yenmemesi  konusunda  tembihi unutmayan  ‘senin ilaçlarında da iş yok yavrım. Tarlaya, bağa serpiyom, mahlukatın önüne bana mısın demiyo, böceği  eritiyo… yeni sırıttığım yün yataklara   güve gelmişti attım  abovv  ne güve kaldı,ne kurt. salatalıklar da bir güzel oldu bu sene.’ konuşmalı  bilinçli ebeveynlerce,  DDT’nin bildiğin zehrin  pompalarla  önlerine gelen her yere püskürtülerek kullanılmasının hastalıklı nesillere hizmetine, sağlık üzerindeki yıkımına;  tatillerde ya da örgütlenmeye gidilen köylerde, kasabalarda evlerde tuvaletin, hijyenin olmaması karşısında modern yaşama öncülük edecek  tuvalet inşasına, çöplerin derelere, dağlara atılmasına karşı çıkmayıp,  kadın erkek  eşitliğine yönelik   minicik   bir  adım atılmasına katkı sunmayan  duyarsızlık da biz  devrimciler  için  bisküvi, gofret, meyve  yedikten, su, gazoz, bira , sigara içtikten  sonra elde kalan  pet şişeyi, izmariti, kese kağıdını, ambalajı, kutuyu  sokağa, caddeye atmak da öylesine normal, öylesine de gündelikti ki. Anlaşılır gibi değildi  başta  annenizi, sizi  bazen de oğluyla birlikte  “bu saatte kadar neredeydin orospu….eve geç gelme demedim mi “  bahanesiyle   kız kardeşinizi gözünüzün önünde döven, zalimliklerini,  kavgacılıklarını, sevgisizliklerini, kabalıklarını    kanıtladıklarını bilmeden bazı kadınlar için kullandıkları  ‘erkek gibi kız…kadın’ aşağılamalı her şeyi de bilen erkek egolu babanızın, diğer   erkeklerin  kadınlara  ‘sen nerden bilecen o küçük, geri aklınla ha... bütün gün evdesin ne anlayacaksın  hesaptan, kitaptan, felsefeden anca iş yap’la uyguladıkları  mansplainingine,  otobüste, dolmuşta,  sokakta   kadın bedeninde ellenmedik yer bırakmayan boyu aşmış tacizlerine, şiddetlerine;  hastalık bulaştıracak nereyi buluyorsa orda dışkılayan  tuvalet alışkanlığının olmaması vari  gündelik yaşamı etkileyen onlarca olguya karşı çıkmayan biz devrimcileri  ayağa kaldırmak, mücadeleye sevk etmek  için  daha ne olmalı… ne yaşanmalı… ne yapılmalıydı ? bütün bu hayatı etkileyen, yaşanmaz kılan olumsuzluklara; devrim yapılmazsa  düzelmez diye  göz yuman, umursamayan   düşünce ve tavır bugün komik, çocuksu gelse de maalesef o günün  tren’diydi.


  
Bugünse dünyadaki  onlarca  kayıp kuşakların…kayıp çocukların varlığının nedeninin bugünü anlamaya çalışmaktan vazgeçip yarına kaygı, korku  duymak yerine, yarını bugün yaşamayı başaranların, yarını  yaşarken de ertesinin, sonsuzun sorunlarını fark ederek bunlara çözüm üretip zamanı geldiğinde bunları doğru şekilde, doğru noktalarda kullanmayı ve sadece ve sadece gerçekten görmeyi bilenleri gerekli kılan bir zaman diliminin pas geçilmesi olduğuna inandığımdan  ‘sanki bana şu an yaşadığımdan  farklı bir şey mi sunacak,  yaşatacak, sınıf mı atlatacak, başıma taç mı taktırtacak …üstüne düşeni yaptın yarınlara dair’ diyerek niyesini anlamakta zorlandığım, olmayacağım dünyada   yaşayamadığım güzellikleri, iyilikleri benden sonraki nesiller  yaşasın diye yarınlara bir şeyler bırakmak uğruna mücadele etmek artık cidden  abes ve saçma gelecektir bana ve dahi sana…size de. Hayat herkese, hepimize bana, size, ona   genellikle de gerçekleştirilemeyecek bir hayal…bir ideal  sunar .Olur da   gerçekleştirildiği  zamanda zaten hayallerin peşinde koşarken sevdiklerini,  değerlerini bir kenara iterek  tükettiğin, soğuk bir duvar köşesinde gerçek yalnızlık içinde  noktalanacak koca bir hayatın, her şeyin  sonuna da    gelmişsinizdir…artık “kalmadı tesellisi ne şarkının, ne sazın”  modunda elde  kayıp gitmiş yalnız bir hayat; hüznün yakıştığı ‘ben geçici olarak buradayım...her an gidebilirim...’ güveninde,  alışkanlıkların da uyuşturucu etkisinin beraberinde getirdiği kadere teslimiyetle hiçbir yere kıpırdayamayanlara ‘gitmeli, hemen gitmeli...’yi  içtenlikle fısıldayanı dinlemeyerek... tercihlerin ne büyük bedeller ödettiğini, ödetebileceğini  hançerini saplayarak öğretmesini bekleyen karmaşık  zihnin istilasında; ne  ailem,  ne  tanıdıklarım belki de  düşüncelerimi, fikirlerimi tam olarak anlatamadığımdan kavramıyorlar, anlayamıyorlar  beni de Haldun, şimdi sende yoksun, ne yapacağımı bilmez halde, bünyeme uykuyu aratan, işin bitmemesinin, sohbetin keyifli gelmemesinin sıkıntı verdiği tükenişlerini yaşadıklarının farkında olmayan lüzumsuzluklar evrenini işgal etmiş sıradan düşüncelere, tavırlara sahip  insanların  ortasında   okuyup anlamayı geçtim de Tezer Özlü’nün, benim  çılgın şairimin, Thomas Bernhard’ın, Paris’te mezarını ziyaret ettiğim Marcel Proust’un  varlığından, yokluğundan haberdar, hayata “üstü kalsın”  demeyip de ne yapacaktı; iki adımlık “yer kürenin bütün arka sokaklarını gördükten” sonra? gitmiş ya; işte bu yüzden gitmiştir…gitti de diyebileceğim, benim gibi   bir teyzenin yeğenine, Can’a beslediğim sevginin, duygunun, korumanın  annesininkinden ayırt edilmeyecek gerçekliğini…hesapsızlığını…sahiciliğini  çocukken annelerinin verdiği sütü balkon deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası bir gün çocuklarına bağırırken “işte bu yüzden anne olmuyorum, kendi çocuğumu incitirim diye." seslendiren Zelda  gibi  zeki , farklı  görüş açısına sahip marjinal, karizmatik  ‘bütün medya Yunanistan  iflas etti manşetleri attığında  Atina’daydım,  evet gerçekten de zordu koşulları ama dikkat ettim sokaklarda bir tek dilenci yok, şaşırdım dediğinde ‘ şaşırma İnci niye   biliyor musun? çok iyi bilmesem de galiba Avrupa ülkelerinde  dilenmek yasak ama ufacıcık da olsa  emek sarf etmeden, çalışmadan birinden bedava bir şey istemeyi, almayı onur kırıcı davranış algılamış  az da olsa karnını doyuracak yiyecek  buluyorsa  “açım, abla bana bir ekmek parası, çocuğum hasta”yla  aldatma, kandırma, yalanı  “herkes söylüyor, yapıyor”la hayatın  vazgeçilemez, ayıpsız  parçası kabul etmeyen modern  toplumlarda  ancak gerçekten  ihtiyacı varsa dilenmeye tenezzül eden zihniyet geçerli kılındığından  görmemişsindir. Oysa bizde “abi, abla  elli  liran var mı? var. eee versene” işte bu kadar  basit, sömürgen bir işlem; ben dilenciyim, senin elli liran var, bana veriyorsun, alıp gidiyorum. Niye versin bana durduk yerde diye bir sorgulamanın eşiğinden geçilmeyeceği  memlekette evi, arabası, bankada parası  olduğu halde  insanları kandırmaktan  utanmayarak  dilenen o kadar çoktur ki sürekli yer değiştiren halden hale bürünen ‘maaş yetmiyor…bak ayakkabımın altına delik, alamadım…çocuğun okul masrafları, kira, geçinemiyoruz…’ sızlanmasıyla istemeyi üslubu haline getirmişler hem kendilerini  dokunulmaz kılar, hem de  ufak çapta da olsa iğrenme…bir mesafe koyma "bulaşmama" duygusu  da uyandırmalarına rağmen  annesinde, babasında, kardeşlerinde, akrabalarında   acıma uyandırarak tırtıklamaya varıncaya kadar sadece sokakta mendil açmakla kalmayan geniş bir alana sahip dilenme kültürü de revaçtadır ’ dediğimde  bön bön bakmayan, kentli olmanın insan haklarının  önemsendiği merhamet,  vicdanı, adaleti  da beraberinde getiren  bir kültür, davranış silsilesi olduğu da kavrayacağından  ırkçılıktan uzak, algısı açık çok değil bir kaç arkadaşım olsaydı  Haldun, acaba daha mı kolay katlanırdım bu olanlara, yaşananlara, hayata ??? diye düşünmeden de edemiyorum. Nasıl da parmak bastın sorunlarının çözümüne  de kolaycacık  yazıverdin sanki  sana entelektüel  çevreyi getirecek, kazandıracak  bir zamanlar beğenmediğin ama şimdilerde gelişime, ilerlemeye katkısını inkar edemeyeceğini  gördüğün, bildiğin   liberal, demokrat, ötekileştirmeyen… bilgi, kültür donanımlı okuyan,  araştıran  burjuva kültürüne  sahip  Cem Boyner’ler,  Ömer Koç’lar, Leyla Alaton’lar la  muhatap olacağın bir muhitte doğmuşsun da değerlendirmemişsin gibi. Ya doğduğun, bulunduğun  çevrenin,  sınıfsal durumunun, kökeninin  elverdiği ölçüde  iletişim kurdukların  arasından seçeceğinden arkadaşlarını, oluşturacağından çevreni   elbette  onlarında senin  gibi sıradan, marjinallikten uzak hayatları olacaktı,  başka ne olacaktı ki. Belki her şeyin böyle olmak zorunda olduğunu, olacağını  düşünmediğinden, belki de  gece  siyahın asilliğinde rengarenkliği getirebileceğini hissettirdiğindendir bu imkansız isteklerinin fazlalığı, yoğunluğu. Bunca zaman geçmiş aradan… bunca şey yaşanmış ama bu karanlıkta kendini bulduğun tek yer pişmanlıkların, keşkelerin öyle mi? Şu an seni yıkan ‘keşke’den öte zamanında söylemediğinden  insanı iyileştirmeyen pişmanlı(k)ğın; söylemen gerekeni söyleyemeden Haldun’u kaybetmen ‘senin bile yapacağın bir şey değil  yaptığın. Kanarya adalarına giden Berrin’den  Edith Piaf kaseti istemek ne,  neyin nesidir arkadaş? anlamadım neyi kanıtlamak istedin…farklılığını mı?  Zaten  Fransızcayı anadilin gibi biliyormuşcasına  Edith Piaf takıntın da enteresan zira üniversitede, mücadele günlerimizde hiç tanık olmadım ben Edith dinlediğine.Belki de  o yüzden şaşırıyor bu benim tanıdığım Esin mi diye düşünüyorum’ dediğinde ‘;’ Doğru çok iyi bilmiyorum Fransızcayı ama inan çığlığını anlıyorum  ben Edith’in. Anlayamadığım    okumuş, yazmış,  cahil cühela  fark etmiyor  siz erkekler neden ama ya neden ?? size  göre anlamsız  gelen  yaptığımız,  beğenmediğiniz  her şey için eliniz dursa  bu defa da içinde hep bir küçümseme barındıran  dilinizle biz kadınları dövme eğilimindesiniz ki? Özelliklede bizim arkadaşlarımızın  bu türlü kadını  rencide edici, eşlerine, çocuklarına el kaldırmaya dahi  varan  tavırlarına  şahit oldukça ve de kırk yıl geçse mesela senin arabesk müzikten hoşlanacağını…arabesk dinleyebileceğini düşünmediğimden ben de aynı şeyleri düşünüyorum diyorum ki acaba bunlar…bu Haldun benim tanıdığım ama bugün  sayfası  açılmamış okunmamış kitap  algıladığım  eski tanıdık arkadaşlarım…eski Haldun’mu ?Bin bir emekle yeşerttiğin  ilişkilerini, dostluğunu bir söz,  bir tavırla  harcayarak çöpe atmak… insan kaybetmek an meselesi,  hep de bir sebep vardır…bulunur  değil mi? İnsan en çok nerden kırılır Haldun bilir misin ?İnsan en çok inandığı yerden kırılır… devrim  için yapılacak her şeyi  ama her şeyi sorgulamadan mubah gördüğümüzden onun uğruna  fasitlere, burjuvaziye karşı  acımasızlıklarını, şiddetlerini,  pusu kurduran ahlaksızlıklarını göz ardı edeceğimiz arkadaşlarımızın temizliğine, dürüstlüğüne, sevgi dolu kalplerine…devrimi yapacağımıza  o kadar çok inanmıştım ki…o kadar ki işte bende ordan kırıldım…dağıldım. Neredeyse dernekte, yurtta, okulda  günün tamamını birlikte geçirdiğimiz arkadaşlarımızın  karakterlerini, kişiliklerini   gözlemek, incelemek aklımızın ucundan geçmediğinden belki de  hiç tanımamışız  birbirimizi de sonrasında her zafer başkasının, diğerinin “kaybıdır”ını da kavratan  darbe hepimizi bir kenara, kıyıya  savurunca   ‘kusura bakma kendimi ailemi riske atıp bu akşam seni evde misafir edemem’ , ‘anla beni çocuklarım var ya sen evdeyken polis basarsa’ ,  ‘ inan beş kuruş yok cebimde ben istemez miyim  yardım etmeyi’ , ‘bizim şirkette yer yok olsa işe hemen başlardın’, ‘ismini vermek  zorundaydım yoksa annemi getirip işkence yapacaklarını söylediler’ bahaneli yoldaşını evinde misafir etmeyi bile kabul etmeyen beklemediğimiz davranışlarla karşılaştığımızdan; çevresindekilerin siz tanımadan öncede de sonrada  seslendirdiği  ‘ o mu ?? aman o neyi doğru demiş, yapmış ki bir de devrimciydi’, ‘siz bilmezsiniz o üç kuruş fazla kazanç nereden gelir ona bakar, menfaatçinin Allahıdır’ lı  belki doğruda olmayan nitelemelerini de duyduğumuzdan, evlerine gidip geldikçe ailelerine karşı gizleyemedikleri saygısızlıklarını, bencilliklerini de  gördüğümüzden yaşadık onca hayal kırıklığını diye de düşündüm senin Edith’e onca laf giydirdiğin  o ân.Örgütlenme, mahalleyi, okulu  ele geçirme, mitingler, paneller, Nazım Hikmet’i anma , DİSK’le, TÖBDER’le, …., …,   dayanışma  geceleri, eğitim çalışmaları düzenleme,  1 Mayıs, 8 Mart, Dünya Barış Günü .., …, …, önemli günleri  kutlamaya  hazırlıklı  sürekli  koşturma, aktivite, eylem  arasında  varlığını devrim yoluna  koymuş, arkadaşı, yoldaşı için canını verecek  fedakarlığını gördüğümüzden üstlerine toz kondurmadığımız pırıl pırıl yoldaşlarımızın, arkadaşlarımızın bizden ayrıldıktan sonra  dışımızdaki  hayatlarına dair  eğer kendisi anlatmamış,  biz de sormamışsak  o kadar az şey de biliyorduk ki. Babası ne iş yapar,  baskıcı, demokrat mıydı…babası annesini ezdiğinde, dövdüğünde  karşı çıkar mıydı…  annesi varsa kardeşleriyle arası nasıldı? yanımızda sakin gözükürken  acaba  babasını,  annesini, kardeşlerini  ‘ bu kadar aklın işte… güzelim kazağı insan hiç kaynatır mı? küçücük  kaldı bak’, ‘bana çay getir, ütüle şunu’yla  hor gören kabalıkta  mıydı,  bizimle  yaşadığı  paylaşımcılığı yaşar mıydı yoksa ‘bir  daha giydiğini görmeyeyim’ le  çıkışır mıydı evdekilere?Ne  tür müzikten hoşlanırdı, bizimle her şeyi yiyip içerdi de ya evde yemek seçer ‘hep aynı yemek bıktım’la kızar mıydı anneye, ‘sigara paketimi evde unutmuşum’  türü  yalanlara başvurur muydu ???  bilmiyorduk ki. Darbe sonrası her şey durulup herkes üzerindeki devrimci kimlikten sıyrılıp da  kendisi olunca,  o tanıdığını   sandığın ama öyle tanıdığın gibi olmadıklarını gördüğün arkadaşların  aklına  geldiğinden Haldun’a patlayarak  ‘Kaç defa dinledin Edith’i, hiç değil mi?Ama  sizler her konuda olduğu gibi müzik konusunda da uzmansınızdır değil mi’ dedim mi ??  hatırlamıyorum ama duygu yoğunluğu yüksek ânlarda  kalbi hedefleyen,  evin her köşesinde mumlar yakıp pencere önüne çökerek hafif hafif yağan yağmuru, karı seyretme arzusu uyandıran… buruk bir acı, veda hissettiğiniz ama bir yandan da manasız bir huzurun içinizi kapladığı, ölüm döşeğinde sevilen kişiyi uğurlarken gidenin yüzündeki içinize işleyen son tebessümünün… son bakışının yarattığı derin hüznü taşıyan bazı şarkılar vardır işte o  tılsımlı şarkılardan biri ( ayrıca sanmıyorum ki Ediht dışında bu şarkıyı kimse  böyle söylesin) ‘Non je ne regrette rien’ de,   hiçbir şeye pişman değilim diyordu ya Edith ki ben de değilim, belki  sen  bile  pişman değildin Haldun yaşadıklarında. Pişman değilim sonunda kabullendim her şeyi, kendimi de  geçmişimle sevdim  bile derken yeniden başlansa… yeniden yüklense sayfa  silmek atmak istenen o kadar şeyde  vardır ki, o silip atmak istediğim şeylerden biriydi işte sana söylediğim, kendini kötü hissettiren sözlerim ama… bugün, yarın gider özür dilerim derken meğer yine her şeyde olduğu gibi ona da geç kalmışım, kaçırmışım. ‘Askere gitmemek için İtalyan diline girdi sonra ne düşündü, hangi mantıkla bilmem  ama bence  abisi öldüğünden  askerlik şubesine üniversitede okuduğunu beyan etmeyip yirmi dört yaşında er olarak askere giden  depresif Haldun’u perişan etmiş,  üzmüşsün?’ ; ‘ben mi’; ’sen ya  savaş karşıtı Ferdinand’ın, coşkulandırdığını bildiklerinden “vatan  görevi”yle makyajladıkları militarizmin baskıcı, esir alıcılığının kanıtı yapmak zorunda  bırakıldığı  askerlikle,  tercihleri arasında kalmışlığının  çaresizliğini anlatan Stefan Zweig’in  Mecburiyet romanını hepimize tavsiye etmiş  bizim  adil, vicdanlı  Esin hanfendimiz mecburen askerlik yapana,  ayıplarcasına   denmeyecek  şeyi  “sen birini mi öldürdün…” demiş‘; ‘Haldun’u mu gördün’ ; ‘gelirken Erciyes bakkalının önünde boş  ekmek kasalarının  üzerinde oturmuş yine bira içiyordu. Kendimi katil  hissetim Oğuz dedi bana. O kadar ki   dönüp de  devrim için mücadele ederken istisnasız tüm sol örgüt mensuplarından hangimiz, kim ??  düşman saydığımızla  karşı karşıya kaldığımızda  ‘neden öldürmeyeyim ki’ demedik ? Faşist, Maocu, goşist, revizyonist birinin bırak çatışmalarda, en aşağılıkça şeye başvurarak   pusu kurularak öldürüldüğünü duyduğumuzda hangimiz üzüldük; vah vah, annesi, babası , çoluğu çocuğu, kardeşi vardır  şimdi bu acıyla nasıl baş edecekler dedik, kendi ölülerimize yandığımız kadar yandık ? Yaşasa başımıza  bela olacak  bir faşist,  bir Maocu, bir revizyonist,  oportünist  temizlendi   dünyadan, iyi oldu denmedi mi, demedik mi ? demeyi unuttum Esin’e.  Oğuz’a anlatırken Esin,  senin  farkında olmadığın şeyi fark ettim bende söylediklerinin ruhumda  açtığı  yarayı…bazen bir yazarın Körleşme’de ki  Elias Canetti gibi  Nilgün Marmara’nın her dizesini anlayasım geldiği halde belki de anlaşılacak bir şey de olmadığı halde,  belki de yazan zaten anlaşılmasın diye öyle yazmışken  “şiir”lerini, yazılarını;  bir heba…bir delete tuşuna  dönüştüğüm dönemde eksik anladığıma, anlayamadığıma  üzülürdüm ki  baktım ki meğer yıllardır   "en yakın yabancı sendin… yabancıların en yakınıydın sen” dizesinin  içindeymişim,  iliklerimde hissettim o mısranın anlattıklarını… o çaresizliği…o yalnızlığı sen bana öyle saydırırken. Birini kendimize ne kadar yakın hissetsek, ne kadar en yakınımız yapmak istesek, ne kadar bizi anladığını düşünsek de olmuyormuş işte Esin,  insan hep yalnız, peşimize, yanımıza  çekmeye çalıştıklarımız  kılık değiştiren buram buram bir yabancıymış meğer’i düşündürecek kadar yıkılışım…üzüntüm.Ailenin, Mine’nin dahi bilmediği bir tek  bana anlattığın  yurttan üç gün uzaklaştırma cezası aldığın  eylemi  dilimin ucuna   getirdiğinden, o anki sinirle  olur a   kaçırır, Oğuz’a anlatırım  diye  bira şişesini dikivermiştim ağzıma. ‘Güldürme beni Esin ? kavgadan, dövüşten, kargaşadan  deli gibi  korkan sen! bir  insanı hemde hemcinsini dövdün öyle mi? İnan çok merak ettim sana yeni çağa ayak bastırtan sebep  neydi?’ yaşamın oksimoronluğunu ispatlayan özgürlükten dem vurup, dönüp dolaşıp  mecburiyetlere kalmak deseydim anlar mıydın beni Haldun? Severek yaptığın bir şeyin içine girince; üzmemek için anneyi  mecburen yaptığı yemeği yemek, arabanız olmadığından eve gitmek için mecburen dolmuş, otobüs durağına yürümek, sevmeseniz de sırf akrabalıktan mecburen birinin muhabbetine, varlığına  katlanmak   gibi hayatı kabusa dönüştüren…ne cüretle biri, bir başkasının hayatta kalıp kalmamasına karar verir denilemeyen örgütsel, biatsal  mahkumiyetler …bütün o  bilin(e)meyen, bilin(e)meyecek  özgürlüklerin, aşkların sonu; bir  nevi zulüm çeşidi   mecburiyetten meğer  istenmese de  ne çok şey yapılıyormuş. İşte seçeneksizlikten ziyade belki de mevcut seçeneklerin uygunsuzluğundan mecbur kalmıştım bende, geçmişimin kara lekelerinden biri olacak o eylemi yapmaya. ‘Bugünkü yönetim toplantısında, kız yurdunun sorumlusu olarak  Ayten’le, sen görevlendirildin’ diyordu yemekhanede  Mustafa  ‘Ayten mi? Ama Ayten yurtta kalmıyor ki’;’Kız Yurdunda örgütlenme de çok zayıfız, eksiğiz, ilerleme sağlayamıyoruz. Yurt DEVYOLCU’ların elinde,  güçlenmemiz lazım. Yeterince sempatizan, üye kazanılamadı, üç yüz kişilik yurtta   bağış da toplanmıyor, İYG  gazetesi, Ürün Dergisi  satışları neredeyse sıfır,  yirmi bilemedin otuz tane satıyorsunuz..’  sattığınız gazete miktarının azlığı ya da çokluğu örgütlenmede  ve  de  örgütte  başarınızın kıstası  sayıldığından  ‘ kaç tane satabilirsin?  al bakalım bu on taneyi sat’  sorusunun  cevabını da veren  yurt sorumlunuz Bejna da  dahil  ‘Feride’lerle ilişki kuran sempatizanımız olmasını sağlayan benim dolayısıyla  onlara ben satacağım, siz kendinize başkalarını bulun’ la yurttaki  üyeleri birbirine düşürdüğünden… satamadıysak satamadı dedirtmemek için payımıza düşürülen gazetenin, derginin  parasını da cebimizden ödediğimizden;  çocukluğumdan  beri birine gidip de  ‘şunu alır mısın ‘ demek,  zorlamak kötü, ayıp geldiğinden en sevmediğim örgütsel  faaliyet gazete, dergi satmak olduğundan  Mustafa’ya  ‘ne olur beni muaf tutun şu gazete satma işinden’ demenin tam sırası ama… ‘herkes aynı bahaneye sığınır olmaz’ diyeceğinden  iyisi mi söylememek  diye   yutkunuyor ’ eleştirilerinde  haklısın diyemem, elimizden geleni yapıyoruz, kızlarla ilişki kurmak için her yolu deniyoruz, geceleri oda gezmeleri, odalara  çaya kahveye davet etmeler, kantinde oturmalar,  gün dahi düzenliyoruz ama  korkuyorlar, çoğunun da umurunda değil ülkenin hali, tek düşünceleri kargaşaya karışmadan okulu bitirip iş, güç sahibi olmak. Bunun için onları suçlayamayız her gün ölüm, kavga, çatışma. Birde… çoğu kızda  hoşlandığı, flört ettiği  erkeğe göre yön, tavır belirliyor. Darılmaca yok ama bu konuda DEVYOLCU’ lar deneyimli, kız öğrencilerle ilişki kuracakları her ortamı değerlendiriyorlar. Sizler gibi çekingen değiller, sempatizanımız olduğunu söylediğimiz Feride, Nesrin, Aycan’la geçenlerde kantinde otururken hatırlasana  sen, Serdar, Lütfü masaya geldiniz gelmesine de insan bir oturur, çay ısmarlar, konuşur… siz kuru bir merhaba, haydi eyvallah’la ayrıldınız hangi bölümde okuduklarını bile sormadınız. Nihayetinde karma bir yurt burası eğer kız yurdunda örgütlenme zayıfsa bu sadece Bejna’nın değil erkek yurdu sorumlusu olarak senin de başarısızlığın ‘  diyorum ’;’ Bejna mı? Ne alaka onu yerinden ederek sorumlu olmuşsun gibi bir olay yok ki ortada ayrıca ben Bejna başarısız dedim mi? Bejna farklı yerde değerlendirilecek ,  kadın örgütlenmesinden sorumlu yönetici olarak yönetim kuruluna alıyoruz onu. Doğru bizimde eksiklilerimiz var  ama  kızlarla ilgilenmek… yani örgüte eleman kazandırmak  için ayarlama mevzusu  bize uzak’;’ bende karşıyım bu ayarlama kısmına ama maalesef gerçekte bu’;’ Biz daha farklı bir yoldan gideceğiz, DEVYOLCU’ların karşısında önce sayısal üstünlük sağlayalım. Yurt  yeni açıldığından  boş yer çok, her başvuranı alıyorlar. Evde kalan arkadaşlardan  bir kısmını  yurda kaydıracağız, Vişnelikteki  evde kalanlardan bir kısmını yurda transfer edeceğiz,  evi kapatmayacağız çünkü her zaman  saklanmak, bildiri,  afiş hazırlamak  için bir eve ihtiyaç vardır.’;’ Ayten, başka  kim geliyor? Benim ki  de soru mu? tabi ki Sarı kız da’; başını sallıyor Mustafa ‘ayrıca Hatice, Gülizar, Meliha’da gelecek sonrasında  Hediye de şimdilik bu grup gelsin de  duruma bir  bakalım bacım’ . Genellikle Anadolu erkeğinin dedikten sonra giderken arkasından poposuna baktığı kadına vazgeçilmez hitap şeklini kullanan dışınızdaki sol  örgütlere şaka yollu gönderme yaptığınız “bacım”ı da ki “a” yı uzatan  telaffuzundan hoşlanmadığınız  Mustafa’yla aynı odayı paylaştığından bu yana aynı telaffuzla  bacım diyen  Serdar’ın  ‘ara sıra eğlenmek için de iletişimde kullandığım kelime oldu bu bacım, bakkalda, mağazada  kadının yanından  geçerken “bacım bi geçebilir miyim”  diyorum, ifrit oluyorlar. Bakalım ne zaman  bir kadın cesaretini toplayıp  “ben senin nerden bacın oluyor muşum” diye tersleyecek’ konuşmasına ‘ayıp ediyorsun bu yaptığın bayağı kadına taciz’le karşı çıkan  dernekteki çoğu esmer  kadın arasında  uzun boylu  sarışın, mavi gözlü  olmasıyla hemen fark edilen fiziksel özelliklerinden dolayı pek çok erkeğin  gönlünü  çelmiş sarı kız lakaplı yanından hiç ayrılmadığı  Ayten kadar olmasa da kavgadan çekinmeyen, esprilerine bayıldığım  Gülser’in yurda gelmesine sevinirken ‘Bejna?’ diyorum ;’Bejna mı? Yurtta kalacak yine’; ‘Yanlış anlama da Gülay benden daha uygun bu göreve, kızlarla arası da iyi ’ önerime ‘Bu bir nöbet değişimi, kimse sonsuza kadar aynı görevde kalmaz sen sorumluluktan  kaçmak için boşuna mazeret arama. Örgüt yeni yapılanmaya gidiyor, her üyemize hatta sempatizanlardan önereceklerinize bile   sorumluluk vermek istiyoruz, dönüşümlü. Herkes yönetici olur diye bir kaidemiz yok bir nevi sınama say…gör sen bu sorumluluk işini;  başarılı olanlar örgüt kademelerinde  yöneticiliğe devam eder, yapamayanlarda diğer alanlarda değerlendirilir. Ayrıca yeni örgütlenme modeline   elbette önce güvendiğimiz adamlarımıza görev vererek geçeceğiz. Otoritesini, inisiyatifini kullanarak sorunlar karşısında yöntem belirleyip çözüm üretecek, anında  karar verecek böylece deneyim, tecrübe kazanacak militanlar yetiştirmeliyiz ki  yarın sadece örgütü değil   Sosyalist devleti idare edecek   kapasiteye erişmiş kadrolarımız bulunsun’la kestirip  attığından  gıkımı   çıkaramadan kabullenmiştim yeni görevi. Haftanın en az dört günü  menüsü  kuru fasulye, nohut, bulgur , pirinç  pilavı, makarna, patates yemeği olan;  balık, et , köfte çıktığında ‘ziyafet var bugün’le şenlendiğimiz yağ, salça içinde yüzen  berbat yemeklerine ucuzluğundan, fakirliğimizden  katladığımız  yemekhanede bardağına sürahiden su doldururken Mustafa,  elinde tepsi Serdar  ‘ne çabuk bitirdiniz yemeği, tek başıma bırakmayın beni  bekleyin ‘le  masaya otururken ‘yine makarna ve  salçalı  sanki başka bir versiyonu peynirlisi,ıspanaklısı, yumurtalısı  yok anasını satayım’la  ekmeğine makarnayı katık ederken Mustafa’nın ‘oğlum makarnayla ekmek mi yenir’ sataşmasına ‘bende ekmekle makarna yiyorum yoksa doymuyorum’   dediğimde ‘biz halkız  makarnayı, pilavı ekmeksiz yemeyiz bakma sen asilzade Mustafa’ya , boş ver şimdi ya Esin bir şey soracağım… yurt, okul valla neredeyse bütün Eskişehir yurda kalan  işletmeye başlayan şu kızdan’;’ tahmin hakkımı kullanıyorum, Ayfer’  gülüyor Serdar midemi bulandıran salça bulaşmış dişlerini göstererek  ‘ bizim Diyarbakırlı kıro Selahattin ‘abi dün kampüste bi kız gördüm  sanırsın brooke şiheldis (Brooke Shields) ‘;’ bak sen kıroya Brooke Shields’de biliyormuş’ ;’ne sandın ya, neyse,  resmen o’ydu. O  kadar güzeldi…o kadar alımlıydı ki,  gözlerimi alamadım üzerinden  kesinlikle kız  ‘ kıroya bak hiç mi kadın görmedin’ demiştir.” diye anlatınca merak ettim ertesi gün  kubbeli kantinde gördüm  yalnız Allah özenmiş, bezenmiş de yaratmış.O boy, pos ve güzellik. Gerçi ben Filiz Akın, Melike Demirbağ, Audrey Heprun tarzı naif, asalet barındıran… Natalie Wood’u da unutmayayım güzelliği severim ama bakmadan geçemedim,  yürürken dalgalanan uzun  bal rengi saçlar, mavi gözler. O giyim, kuşam üzerindeki beyaz mont altındaki kot, topluklu ayakkabılar belli zengin aile kızı .Ne işi var  bu kızın devlet yurdunda’;’ maşallah bizim kızların adını dahi bilmeyen sen, master’ını Ayfer konusunda yapmış  tamamlamışsın da.Şu konuşmalarınız vallahi de billahi de bildiğin yazmak…taciz ya hiç mi kadın görmediniz? devlet yurdu güvenli diye babası kalmasını istemiş’; ‘kızma! ‘ diyor Mustafa ‘ gerçekten herkes onu konuşuyor  hatta deniyor ki  Eti Bisküvilerinin  sahibi Kanatlı ailesi  bisküvilerin tanıtım yüzü olsun, reklamlarında oynasın diye teklif bile götürmüş. Akıllılar tabii, üzerinde Ayfer’in fotoğrafı  püskivitler yok satar.İnşallah bizim kızlardan birinin oda arkadaşıdır’;’üzgünüm odasında  hiçbir örgütten kız yok, onun gibi laylaylomlu  kızlar var. Ama kız iyi,  mütevazide.  Darıca’lıymış, İzmit Darıca. Babası oranın zengin ailelerinden çiftlikleri mi ne  varmış,  gözü tok bir kız,  yediği, içtiği  her şeyden yanındakilere   ikram ediyor, çay ısmarlıyor kantinde kızlara. Bütün örgütler sempatizanımız olsun diye peşinde ama o diskolardan, cafelerden, pahalı restoranlardan çıkmıyor, arabalardan inmiyor şimdiden acayip çevre yaptı. Belli mi olur bakarsın ikinizden birine de tutulur, sizlere bol şans’la sandalyenin koluna astığın çantanı, masa üzerindeki Borçlar Hukuku, Makro İktisada Giriş   kitaplarını  alarak yemekhaneden  ayrılırken; seçeneğin  olmadığından,  hayatına sahip olma, ona yön verebilme imkanından yoksunluk… her nasıl olursa olsun yok yere harcanacağını bile bile kendini  debisi yüksek bir nehrin içinde sürüklenen ufak  bir taş gibi hissettiren; her sabah kalkıp işine, okuluna istemeyerek bazen de  tiksinerek gittiğin yüzünü yıkama, kahvaltı alışveriş yapmalı gündelik işlerini söylenerek yaptığın mecburiyetlerine lanet okuya okuya yaşarsınız ya işte öylesi  bir ruh hali  kabullendirmişti;  Köprübaşında Adalara giriş yapılan kavşakta Serdar’ı sürekli sütlaç, kazandibi, tatlı yerken yakaladığınız Nur pastanesinin arka sokağındaki derneğiniz kapatıldıktan sonra yine o civarda buluştuğunuz kahvehaneden, çay bahçesinden çıkıp Porsuk nehri üzerindeki köprüyü,  hemzemin geçidi aşıp  Bağlar caddesi boyunca  yürüye yürüye üniversitenin adının yazıldığı, görevliye öğrenci kimliğinizi göstererek  turnikeden geçip,   kışın buz tuttuğundan düşe kala çıkılan nefesiniz kesen  yokuşun başlangıcındaki  EİTİA kapısından giriş yaptığınız Eczacılık kapısıyla her zaman kapalı tutulduğundan arkada kalan  fakültelerdeki öğrencilere eziyet çektiren  havuz kapısı olmak üzere  üç adet giriş kapısı bulunan Yunus Emre Kampüsünde,  EİTİA’yı da arkanızda bıraktıktan  sonra sağda kalan KYK’ye  bağlı  iki bloğunun  kız öğrencilere ayrıldığı kız erkek karma  Yunus Emre yurdunda ki kız yurdunun sorumluluğunu.  Derslere geç kalma olasılığını ortadan kaldıran  EİTİA’ya  yakınlığı yanında  merdivenle çıkılan üst üste konmuş ikili bazen üçlü   beş ranzada uyuyan on kişilik odalardan, haftada bir gün sıcak su verilen temizliğin neredeyse hiç yapılmadığı, farelerin cirit attığı  Bağlar caddesi üzerinde olduğundan  gürültüden uyuyamadığımız  kız yurdundan sonra taşınılan yeni yurt ;  ranzasız    dört ya da  altı kişinin kaldığı dikdörtgen odaları, haftada  bir gün yarım yamalak olsa da  yapılan  temizliği, haftanın üç  günü  banyo, çamaşır  için iki saat süreyle sıcak suyun  verildiği televizyonlu kantiniyle gözünüzde adeta bir saraydı. Gerçi Yunus Emre kampüsündeki badana kokan bu yeni yurda taşınma,  kışın Eğitim Bilimleri Fakültelerine kadar karlar temizlenip sonrası hiç temizlenmediğinden FKB  bölümünde okuyan Ayten’le, Gülay’ın, Gülser’in   yollarda  mahsur kalma maceralarını ikiye katlayacaktı  ama o kadarcık kusur da olsundu.  Ankara, Bursa karayoluyla, su kanalının kenarında  Üniversiteye  devredilmeden her askeri bölgedeki gibi gür, sık ağaçlarıyla  ormanda yaşıyormuş  hissettiren, film seyretmek için şehre inmekten, Kılıçoğlu sinemasına mahkumluktan kurtaran Anadolu sinemasının yanındaki yoldan dümdüz gidince erişebileceğiniz  fakat oradaki konuk evinde doğru gidiyormuş gibi  yaparak  hatta ilk konuk evinin bahçesine dalıp  sonradan içerdeki küçük patikayı kullanarak da gireceğiniz,   içinde Japon balıklarının yüzdüğü   yapay  gölün  bulunduğu,   sonbaharda  hayatınızda yediğiniz  en güzel elmayı yiyeceğiniz Japon Bahçesi; kütüphanesi, sergi salonları  ve o çatışma anında en çokta onca sopanın birden nasıl ortaya çıktığına  şaşırdığınız anda  at kuyruğu saçlarınızdan tutuğundan  dengenizi kaybedip sendeleyerek yere düştüğünüzde   sizi tekme yağmuruna boğarken  HK’lı  Sevgi, o kargaşada kolunuzdan fırlayan  çantanızdan ders notlarınız, elinizdeki kitaplarınız dört bir yana saçıldığından kendinizi tekmelerden  kurtarıp  ayağa kalktığınızda   ilk defa tam  bir erkeği dövmeye yeltenecekken   polis ! polis!  geliyor  nidalarıyla koşarak kendini kurtarmaya çalışan iki gruba bakakalmışken burnunuzun kanadığını gören Serdar’ın yardımıyla kitaplarınızı, cüzdanınızı, presli öğrenci kimliğinizi  toparlayıp çok şükür ki polise yakalanmadan  yurttaki odanıza kapağı  attığınızda Cansu’nun korku dolu  bakışlarını ‘bir şey yok, korkma ‘yla cevaplarken  saç dipleriniz dahil bütün vücudunuzun sızım sızım sızladığını, başınızınız inanılmaz ağrıdığını fark edip ‘öyle durma aspirin var mı ya da gripin’ seslenmenizle dolabını açarak çıkardığı aspirini, uzattığı bardaktaki suyu  zorlanarak içtiğinizi  görünce ‘dudakların da kanıyor, şişmiş ahhh Esin ahhh sana ne ‘ çıkışına  ‘sonra söylen şimdi  bana  yardım et, tuvalete gidip yüzümü gözümü temizleyeyim’le karşılık verdiğiniz ilk kez karşı karşıya geldiğiniz  faşist Maocu grupla çatıştığınız yer olan tahtadan yapılmış EİTİA’nın kubbeli kantiniyle de  çölde bir vaha, Avrupa adası izlenimini uyandıran  Yunus Emre heykelinin önünde fotoğraf çektirmeyen hiçbir öğrencinin bulunmadığı   Yunus Emre Kampüsündeki  yurda  taşınma;  erkek yurduna ayrılan bloklardan  sadece ikisinde banyo olduğundan sabah yedi, dokuz arası bornozuyla  kendi bloğuna gitmeye çalışan erkeklerle kantinde yapılan masa tenisi maçları, tavla partileri  asansör olmadığından merdivenlerde yankılanan  şıkıdık,  şıkıdık terlik sesleriyle öğrencilik hayatınıza renk de katacaktı.



Özelliklede büyük sükse yaptığından Eskişehirlilerin de akın akın görmeye  geldikleri sevgiliyle  araziyi kolaylaştıran sık, gür ağaçları, çalılıklarıyla  Japon bahçesine akşamüstü yapılan gezintilerde  karşılaşılan   sohbet eden kızlı erkekli grupların neşesi, çalınan saza, neye,  gitara eşlik eden  pürüzsüz seslerin söylediği şarkıları  dinlemek bir nevi terapiydi de. Bıraksak gece orada yatacak kadar Japon bahçesine tutkun enerji yüklü, canlıyken  birden en dip karamsarlığa bürünebilen   gel gitli  ruh haliyle ki bu ruh halini ikizler burcundan olmayla ilişkilendiren  Cansu, kim bilir şimdi hangi şehirdedir acaba  evlenmiş midir? Öyle evlenecek  tipe de benzemeyen Cansu, kişilik olarak  aslında  Haldun’u da anımsatmıyor değildi,   tanışsalardı… eminim çok iyi anlaşırlardı belki siyasi olarak değil ama kaseti  içine koyup play düğmesine basınca müzik dinlenen, rec  düğmesine basınca ses, müzik kaydedilen maliyeti düşük olduğundan müzik dünyasında plak üretiminin yerine geçerek ünlü olmak isteyen gençler için ucuz yollu kaset dolduran dükkanların açıldığı, şarkı dizilimlerinin A,B yüzüne  göre yazıldığı,  üst versiyonu akıllılarında  A yüzünden B'ye  atlama , ileri, geri sarma  otomatik yapılırken bizim gibi fakir ailelerdeki  alt versiyonunda işlemlerin manuel yapıldığı eğer radyolu ve de çift kasetçalarlıysa; bir kasetten diğerine şarkı çekebildiğiniz,  radyodan kasede kayıt yaptığınız, kendinize karışık kasetler  hazırlayabileceğiniz  ayrıca mikrofon bağlayıp kendi sesinizde dahil istediğiniz kişinin sesini kaydettiğiniz; üzerinde  pikap olanına   müzik seti denilen   hele de Pioneer  markaysa zengin görüneceğiniz  teybi sonuna kadar açıp arabesk dinleyerek şarkıya eşlik etmede müthiş performans, ortaklık  sergileyeceklerdi. İllaki herkesin teyple ilgili bir anısının olacağı o günlerde   kapıdan giren babanın elinde görüldüğünde bayram havası eseceğinden unutulmazlar arasında yerini alacak teybin eve geldiği  günden sonraki günlerden birinde  bir bakarsınız  baba elindeki sarı boş kaseti teybe takar, Rec tuşuna basar   ‘çocuklar ‘ diyerek  o anda evde ölüme yakınlığını düşündüğü yaşlı kimse ona doğru döner ki o yaşlıda  babanın niyetini,  niye yapıldığını bildiğinden kendine çeki düzen verirken devam ederdi baba ‘dedenizin, babaannenizin, anneannenizin, amcanızın, …, …, …,   sesinin çok güzel olduğunu söylemiş miydim size? Bir şarkı söylesin de dinleyelim, söylersin değil mi? Haydi ! nazlanma ’ altmışını, yetmişini, seksenini çoktan devirmiş dede, nene, hala bir türkü, şarkı  patlatır, teklediği yerlerde kendisine  vokal yapılır  şarkı bitince de evde büyük bir alkış kopardı … bu  sayede  çoktan göçüp gitmiş onlarca  hısım, akrabanın sesi  o anda dondurularak bir gün o kaset çalınarak yad edilmiştir ki,  daha kameralar, akıllı telefonlar piyasada fink atmadığından hayıflanan ‘keşke’lerin en başta geleniydi ‘ aptal kafam alsaydın ya annenin, babanın, teyzenin …, …, …,  sesini teybe’. Gecekondu  mahallemizde  Ferdi Tayfur, Nilüfer’den;  Mahsuni, Feyzullah Çınar , Ali Ekber Çiçek’e; Edith Piaf,  Julio Iglesias,  Tom Jones’a kadar uzanan geniş  repertuara sahip,  evler arası gidip gelme  furyasının baş rol oyuncusu hatıra kaydedici  teybe,  insanlarda ‘ya asil, ya tahsil’  arayan ‘yarın el evine gideceksiniz, oldu… kocanın  durumu iyi değilse, istediğini alamıyorsa  o zaman gözün dışarıda kalır, Allah korusun isteğine kavuşmak için  hırsızlık dahi yapmayı düşünürsün ama şimdiden nefsine hakim olmayı öğrenirsen azla yetinirsin… şu yaptığınız ayıp önce misafir yiyecek arta kalırsa siz,  verin bakayım o  yemeği’yle ağzınızın suyunun aktığı kıymalı lahana sarması dolu tencereyi önünüzden alan   anneannenizle zıt karaktere sahip  ‘çocuk bunlar,  sümüğünü yer yine doyarlar,  ben yaşlıyım iyi beslenmem lazım, bol bol  koy bakayım  yemeğin etli tarafından bana da oğluma da”yla  çıkışmakla kalmayıp  oğullarını ‘ senin bu  karın var ya seni yoksul eder,  eli bir bol kim gelse evden ne var, ne yok önüne yığıyor’la kışkırtarak gelinlerinin üzerine salan, dövdürten  ilk kocası hastalıktan  ölünce ‘çocuklarımız el eline düşmesin’le aynı evde yaşadıkları  eşi ölmüş kaynı; babamın babasıyla  evlenip onu da depremde kaybedince  en küçüğü üç yaşındaki beş çocuğunu, babamları bırakıp  gece kocaya kaçtığı için  ’hiç beklemezdim annemden bunu meğer karşı evde buluşurmuş Sey Hüseyin’le adam yaşlı mı yaşlı, fakir mi fakir  bir atı, bir eşeği bile yok.Bizimse koskoca ambar dolu,  gözün kör olsun o kadar malı mülkü, eşyayı babamın emeğini  nasıl bırakıp gittin, kadın. Buluştukları evin sahibi Fadime’nin de kocası ölmüştü zanımca o kadın annemin kanına girdi, kandırdı çünkü  kendisi de annemin kaçtığı  Sey Hüseyin’in oğluyla evlenerek aynı eve Dodan’a gittiler. Öyle bir kar yağıyormuş ki kaçtığı gün koyunlardan biri de hastalanmış Hasan ağabeyim kalkmış hayvana bakmaya gitmiş döndüğünde “eroo Selbi kalk,  Zelhan gitti, kaçtı kocaya” demiş. Sen üç yaşındaki yetim oğlunun yanından kalk, kocaya kaç, bu kadar vicdansızlık olur mu? Allah affetmesin ’le sinirlendiği,   kazanlarda kaynayan sütün üzerine leçek, başörtüsü örterek  buharına tutuğu yüzüne tereyağı, kaymak sürerek cildini parlatan, bakım yapan  güzelliğine düşkün,  on çocuk doğurmasına karşın  genç kız  vücuduna sahip  uzun boylu  son demlerinde bindiği attan düştüğünden kırılan kalçası  tedavi edilmeyip kendi kendine kaynadığından  aksayarak yürüyen  babaannenizin,   ‘daye, pirki de vaje,  anne, nene haydi söyle’ komutunu duyduğunda hastalıklı, ince sesiyle  ‘çı vaje, ne diyeyim’ der demez Rec tuşuna basarak    sesinin kaydedildiği kaseti yıllar sonra elli yaşınızda  arayıp bulamadığınızda  ki,  o babaannenin oniki Eylül sonrası   kışın; karın yağdığı bir gün   üniversitenin kubbeli kantininde  “Esin  ….. siz misiniz, kimliğiniz, bizimle emniyete kadar geleceksiniz” diyen   birlikte derslere girdiğiniz sınıf arkadaşınızın aslında sivil polis   olduğunu öğrenmenin  şokunda  kırkbeş günlük  tutukluluk süresini geçirdiğiniz il  emniyet müdürlüğünden, Yıldıztepe karakolundan  yasa gereği mecburen sevk edildiğiniz Sıkıyönetim Komutanlığından tutuksuz yargılanmak üzere serbest  bırakıldığınızda memlekete bahar geldiğini görmenin sersemliğinde sizi almaya gelen babanızla şehirlerarası otobüsle yaptığınız,  hiç konuşmadığınız yolculuk sonrası evinize döndüğünüzde kapıyı açan annenizin sarılmasıyla  gözyaşlarına boğulurken, aksak ayağıyla salon kapısında bir şahin misali size bakarak  “orospu seni…orospu mahpuslara düştün, rezil ettin bizi, oğlumu dünya aleme”yle  bağırıp yüzünüze tükürecek zalimliğine şahit olduğunuz halde neden o kadar çok üzüldüğünüze de bir türlü   anlam veremeyecektiniz. ayrı istekler, hayaller,  düşüncelere sahip olmanıza karşın aileleriniz aynı şehirde  Ankara’da ikamet ettiğinden birbirinizi kolladığınız; teybi kendisinden daha  fazla rağbet gören,  hemen her gün kızların  ‘canım ya yeni aldım  şu kaseti çalsana, sesini de iyice aç da  dinleyelim’ siparişlerini  karşılayan Cansu ‘Ankara’da bir arkadaşımda gördüm babası getirmiş  ABD’de yeni  bir alet icat edilmiş,  üstelik renk renk… arkadaşımınkinin rengi  sarıydı. Sony marka zaten ancak Sony icat ederdi böyle bir şeyi; adı walkman, teybin  ufağı, kulaklığı var, takıyorsun kulaklığını, kasetini kimseyi rahatsız etmeden tek başına   dinliyorsun müziğini. Tükiye’ye bir gelse… alacağım  ve seni bu çileden kurtaracağım’la’;  ‘başım çatladı, al teybini in  kantine orda dinle, iki  gün sonra  sınavım var ders çalışamıyorum sayende Borçlar Kanununun icra iflas  maddelerine, aktif pasif   varlıklara karıştı ‘sürünüyorum’ nakaratı, yetti gayri  dön,  dön  aynı şarkılar; sürünüyorum, dilek taşı arada  Zülfü Livaneli,  Ruhi  Su da çalsan idare edeceğim ama. Anlıyorum  seni  daha ne kadar dibe vurabilirim diye  dinliyorsun  bu  Gülden Karaböceği ‘ tepkinizi  önlemeye çalışan Cansu’nun   ‘ kendisini pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama şu şarkısı yok mu “mutluluktan haber ver dilek taşı” bu şarkı var ya bu şarkı; akşamın bir körü yatmaya hazırlanır, sabahın bir körü yataktan kalkarken dinlendiğinde  gözyaşlarını elinin tersiyle ittirterek insanı hayattan koparıp bir sahil kasabasında şarapçı yapacak şarkıdır, kar soğuğunu yanında taşıyarak epeydir  yüzünü görmediğin  eski sevgilinin kokusunu  da  getirir  pencereden içeriye; tıkırdatır camı...camdan hassas kalbi de ve  o kalp ve cam, tuz buz olur bir anda; parçaları odanın dört bir yanına savrulur diz çöken  beden, ruhun huzursuzluğuna arkadaş olduğundan gözlerde birikmiş damlalar da akıverir...’ ders çalıştığın masadan kalkıyor, yatağına uzanmış Cansu’nun  yanına gidiyor, o size şaşkın şaşkın bakarken  elinizi uzatıyorsunuz ‘vay be! gel elini sıkayım  senin… arabesk bir şarkıdan bunları döktürmek yetenek işi…bravo,  cidden kendine uygun  bölümü seçmişsin;  sinema ve televizyon…  eminim  çok iyi bir yönetmen, senarist çıkacak senden ve ben de bir zamanlar   oda arkadaşımdı  diye hava atacağım. Ha günde en az dört beş kez sayende dinlediğim bu “dilek taşı”   şarkısı bence  de efkarı  getiren, coşturan rakı olduğundan  içkili  ortamların vazgeçilmezidir  değil mi Canısı?Hele de  sen  burada sevdiğin başka yerde belki de  başka kollardayken…’  gözleri kapatıp sonsuzluğu dinlerken tüm evrenin suspus olup o  ân’a iştirak ettiği hissine kapıldığınız, bu hissi yaşatan bir başka şarkı daha vardı diye düşünürken Esin’nin elinizi  sıkması karşısında  ’sen dalganı geç bakalım, haydi gülüm haydi dersine dön , Kenan ben varken başka kollarda olmaz..’ diyen  Cansu’ya  ‘varsa böyle bir taş edinmek isterim, sırf dilek tutabilmek için artık Gülizar’ın baktığı çıkmayan  fallar  sıkıntı veriyor,  en azından taşa konuştuğumu bilirim de, bir cevap gelmedi mi üzülmem de’yle masaya dönüp  Borçlar Hukuk’una  gömülmeden Haldun’un da bugünlerde durmadan dilek taşını  dinlediği aklınıza gelirken Cansu’nun ‘ anlamıyorum anam ben bu devrimci kızları,  sabah akşam diyalektik materyaliz, gerçek, hakikat, devrim peşinde helak ol  sonra fal baktır…fala inan.Bu kadar mı karışık bunların kafası,  şaka gibi…akıl lamza gibi..Yok… yok bunların yaşadıkları memleketin gerçeğinden de haberleri yok ki  sanki SSCB de yaşıyorlar, bu memleketi  kim yedirir size,  hiç devrim yapmanıza izin veriler mi ? Bunların düşünceleri hayal ötesi…aklı aşan.Günlerdir aynı odayı paylaşıyoruz  ağızlarından bir tek defa duymadım memleketi dört bir yandan sarmış irili ufaklı Süleymancılar, Menzilciler, Nurcular, Kadiriler, Işıkçılar,  Nakşibendiciler; onlarca tarikatlarla  ilgili bir tek söz, bir cümle. Anadolu’da tek tip insan oluşmuş,  İstanbul’da, Ankara’da kentlerde sağcı, solcu  kutuplaşmasının yanında cemaatçiler ya da hemşeri düşkünleri kendi aralarında kurdukları mahallerde yaşıyor, Türkiye’yi bir ucundan burjuvazi, diğerinden tarikatlar tutmuş sallandırıp duruyor sonra aynı ipi birlikte çekiyorlar  bunların hiçbir şeyden haberleri yok öyle uzaklar memleketlerine, halka. Eminin Süleyman Demirel’in, Erbakan’nın, Türkeş’in, bakanların hatta… hattası bile fazla  Ecevit’in, Ali Topuz’un , Baykal’ın…tüm partilerin  her birinin bir tarikatla ilişkisinden habersiz,  insanımızın kendinden üstün, üst  gördüğü mevki ve makamdaki biriyle  ilişki kurmak için aracılar istemesinin; misal evde babayla bir  sorun mu var aracı annedir, ona söylenir babaya iletmesi için  yani hep bir yüksek memurlarla ilişkide tanıdıklar muhabbetti ki hal böyle olunca da koca Allaha  da doğrudan dua edilecek değiller ya!  mübarek şeyhimize edelim, o iletir; olagelen bir ihtiyaç olduğunun bile farkında olmadıkları  ülkeyi çok iyi tanıdıklarını meselelerine hakim olduklarını sanan çok bilmiş, şaşkınlar bunlar. Bazılarının Afrika kabilesi gibi dans figürleri de yaptığı tarikatlara girmişler  sahabelerin bile Peygamber Efendimizin önünde diz çökmediğini  kulluk etmediklerini sadece Allah’a ettiklerini bildikleri halde bunu hiçe sayarak  önlerinde iki büklüm olup dualarını aldıkları şeyhlerine  öyle de  bir inanmışlık içindelerdir ki bu yüzden mahallede yirmi yaşında gencecik  bir kadıncağız  Nurten abla öldü neymiş  tarikatına göre  ameliyat olması günahmış, tüm ameliyatlar mı günah yoksa olması gereken rahim ameliyatı mı on bilmem ama Nurten abla yok artık onu bilirim. Birbirinden tek farkı  isimleri   kişilere ilahi özellikler atfedip yaratıkları  bir idol;  Mahmut hoca, Esat Coşan, Fetullah Gülen, İskender  hoca ,..., ... , ...,  ve o hocaların  etrafına halkalanmış kapıkullarından oluşmuş  tarikatların devrimcilerin ajandasında adı dahi yok zaten onlar; devrimci örgütlerde  bir nevi; daha bebekken herhangi bir ideoloji, din sahibi değil, bir hayat görüşü yokken hayatının herhangi bir döneminde ya da  zor bir kısmında elinize düşürdüğünüz potansiyel sahibi kişileri kendinize göre adam edip ileride sizin için idari, askeri, adli olmak üzere her açıdan faydalanabileceğiniz  köle haline getirerek,  birbirlerini kayırmalarını da sağlayarak haksız kazancı mubah kılan,  biad etmede dünyanın en disiplinli ordusuna taş çıkartan diğer loca türü toplulukları aratmayan tarikatlar gibiler. Vallahi de billahi de tarikatlardan hiç farkları yok bu sol örgütlerin; nasıl Müslümanlığı,  Kuran’ı, ayetlerini   yorumlamada birbirinden ayrılmışlarsa  tarikatlar,  sol örgütlerde  sosyalizmin Peygamberi saydıkları Lenin’ni   Marx’ı, Engels’i,  Mao’yu, Troçki’yi  yorumlamadaki farklılıkları  yüzünden birbirlerinden ayrı düşmüşler. Nasıl "diğer tarikatı nasıl bilirsin" diye sorsanız hepsi kendilerinin İslamı düzgün, doğru  yaşadıklarını  diğerlerinin yanlış uyguladığını ve hatta kafir olduklarını  söylüyorlarsa  devrimci, sol örgütlerin her biri de  tarikatlar gibi birbirlerini suçlayıp devrim, sosyalizm konusunda en doğru görüşün kendilerinin ki olduğunu Lenin’in, Marx’ın, Engels’in, Stalin’in, Mao’nun  kitaplarından alıntılar yaparak kanıtlamaya çalışırlar ve de nasıl oluyorsa  Lenin’in, Marks’ın , Engels’in  yazdıkları da her örgütün ileri sürdüğü tezleri de destekleyebiliyor. Devrimci örgütleri tarikatlardan ayıran tek fark babamdan biliyorum tarikata girme  kişiyi zengin edecek iyi bir  yatırım aracıdır. Yeterli seviyede katılıma ulaşabilirseniz, sağlık, eğitim, sanayi, medya vb. aklınıza gelebilecek her sektörde şirketleri olan milyar dolarlık bir holdinge sahipliğiniz işten bile değil. Yeterli katılım olmaması durumundaysa   ulu bir dini alimi, mümin   anılarak cenneti garantilersiniz, fena mı?  Bana ne ya, su katılmamış bir devrimciymişim gibi ki  Allah yazdıysa bozsun, kafa patlatıyorum devrimciler için. Ben  bu kıza Esin’e üzülüyorum  ailesinin  ekonomik olarak durumu çok kötü  ve saf bu kız, o kadar masumcasına inanmış ki…beni etkileyen de inancındaki  o masumiyet  ’düşüncelerinden habersizsinizdir. Sen de her içki içen gibi  arabeski severdin Haldun, her zamanki gibi beni  elinde   bira şişesiyle   karşılayacağın bahçe kapınızı açtığımda daha kiraz ağaçlarının ordan duyardım sonuna  kadar açtığın teyp de  çaldığın “efkarım birikti sığmaz içime..” ya da Ferdi abinden “ baharım solmadan eskidi ömrüm, çıplak sokağa benzedi gönlüm…’ şarkılarını. Arabesk sevmememe rağmen nakarat kısmını bağıra çağıra banyoda damardan söylediğim kayıtsız kalmadığım şarkılardandı “olsan içmez miydin benim yerimden” .   ‘Bul…bul  be oğlum ! bul şu Leyla’yı, Aslı’yı, Şirin’i de kurtulalım  şu ağdalı, ağlak kasetleri dinlemekten’ sonra tamam derdim ‘Ferdi, Orhan,  Neşe Karaböcek dinlemene itirazım yok dinle ama Allah aşkına on iki Eylül darbesi  için “kahraman Türk ordusu, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi ve ülke yönetimini ele aldı. Aslında kuvvet komutanları “uyarı mektubu”nu verdiği günden bu yana, böylesine bir olay bekleniyordu. Kısmet bugünlereymiş. Şimdi parklarda, bahçelerde yüzleri mutlulukla dolu insanların gezip, dolaştıklarını gördükçe daha bir keyifleniyorum. Hele ki, bazı cezaevlerindeki siyasi tutukluların birbirlerine sarılıp, koğuşlarını birleştirme haberi karşısında gözyaşlarımı tutamadım inanın. İnşallah hep böyle devam eder. ülkemize ve insanlarımıza hayırlı uğurlu olması en büyük dileğim.” beyanını okuduğumuz şu Gülden haspasını dinlemekten vazgeç artık…inan bu ihanetin  çok fazla geliyor…valla kaldıramıyorum…’.Dinlemedim de Gülden’i   ta ki… Şimdilerde   Ahmet Kaya’dan sonra en çok Onur Akın’dan “ yenik serçe adı Nevin…kendini martılarla bir tutma derdin, senin kanatların yok düşersin yorulursun”  dinliyorum  özellikle  “senin kanatların yok …“ kısmına  geldiğimde eğer arkası dönükse omzuna dokunup  bana dönmesini sağladıktan sonra işaret parmağımı ona doğru salladığımda   ‘delirmiş benim teyzem bakışlarını‘ görünce gülümsememin söylememi engellemesine izin vermeden bağıra çağıra “düşersin yorulursun…beni koyup gitme n’olursun” diyorum  kollarımı iki yana açıp Can’a sonra  ellerini  tutup en sevdiği şeyi yapıyoruz birlikte  hoplayıp zıplayıp odada dönüyoruz ezberlediği kadarıyla bana eşlik ediyor “kendimi… tutar… martılar”. Bazen  değil çoğu zaman bu şarkı,  bu şiir  ‘sen martı değilsin’ hatırlatmasıyla   ‘kaderine razı ol, kır kıçını otur oturduğun yerde sana mı kalmış uçmayı denemek, düşersin  kırarsın kolunu bacağını ondan sonra uçmak nerde yürü de görelim ’ tehdidiyle  herkes gibi olmak istemeyip farklı düş kuranları hizaya çekerek yerleşik ‘hanım hanımcık davran’ kurallarına uymasını sağlamak için yazılmış gibi geliyordu ya bana. Meğer Onur Akın’ın okuduğu Yılmaz Odabaşı’nın  “adı Nevin’i” şiirinde  geçen “kendini martılarla  bir tutma” dizesini yazmış  Atilla İlhan’ın  bir sevgilisi varmış, çocuk doğurmak istiyormuş ancak  kendini böyle bir sorumluluk almaya hazır hissetmediğinden  kabul etmeyince sevgilisi de terk-i diyar eylemiş. Attila İlhan’ın  ”dur gitme “yle onunla   martı olup uçmayı denemektense bu şiiri yazarak ona haddini bildirdiğini sadık dostum Google’dan öğrenince pes ya dedim eğer erkeğin en kültürlüsü…en devrimcisi böyleyse bu toplumda  kadınların halini bir düşünün . De ki Haldun, dinlemiyor musun artık Edith’i, bil ki hala vazgeçmedim  Edith’in   ‘Non je ne regrette rien’inden  ancak  artık onun kadar büyüleyici ama daha bir sakinleştirici sesli  İlk albümü çıktığında  bu dünyada olmadığından tanımadığın, dinlemediğin ki tanısaydın eminim ki kendinden pek çok bulacaktın öldüğünde hakkında  gazetelerde  “trajik bir şekilde alkol zehirlenmesinden yaşamını yitiren Amy Winehouse 23 Temmuz 2011'de öldüğünde sadece 27 yaşındaydı... Onun gibi 27 yaşında hayata veda eden Kurt Cobain, Janis Joplin, Jimi Hendrix ve gibi yıldızların arasına katılarak, '27liler kulübü' olarak adlandırılan topluluğa dahil oldu…”lu duygusal yazılar döşenen Amy Winehouse’u    “You Know I'm No Good  sen biliyorsun ben iyi değilim”i de  dinliyorum saatlerce. ‘Başkasına  uçup da ne yapacağını bilemeyen serçe mi, ne?’ dedirtecek tarzda evinde gündelik  giysiler içinde  Camel sigarasını tüttürürken  kendi kendine,  özen göstermeden şarkı söyleyen kız çocuğu sanacağın  Amy’de,   Edith gibi  üfürsen yıkılacak cılızlıkta  vücuda, koca bir kafaya sahip.Yolda görseler ya da barda, pavyonda yanlarına gelse suratına gülecek, konuşmak istemeyecek  kadınlara, erkeklere "çirkin olduğu halde umarsızca yaşayan kadın modeli" diye sözlüklerde , web’de  başlık açtıracak su katılmamış manyaklığını da seviyordum Amy’in .Hiç o hale düşmeseniz, yaşamazsınızda bazen bir kadının içten içe  "ben ki o kadar yerlerde, mutfakta ağlamışım senin için, sen o yerlerde ağlamanın ne olduğunu bilir misin? O en anlamsız, en pis, en kopuk yerlerde? Beni niye kaldırmadın? Niye oralarda ağlamaya bıraktın? sen kaçtın ama ben yerlere yığıldım, seni unutmak, atlatmak için ona buna sarıldım, kendimi verdim...sadece seni seviyorum demek yetmez bazen sarhoş, bazen dibe düşmüş  bir kadını yerlerden toplamak gerekir, bazen ona bozuk makyajı, günahları, özlemleriyle  sarılmak gerekir...!"  söylenmesini hatırlattığından annenizin ‘hele bak hele… nice halk  ozanların  Musa Eroğlu’nun “yolun sonu”,  Mahsuni Şerif’in “ yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” türküleri dururken bu  zıpırın söylediğinden mi olmak istiyorsun tuuu  sana’sına  katlanmayı da göze aldıracak; hiç kimsenin tahmin etmeyeceği  beyninizin bir köşesinde herkesten ama herkesten sakladığınız hayatta;  o kadar umarsız...o kadar bedbaht ki bedbahtlıkta hiç de zorlanmamışken... o kadar yırtık...o kadar Amy   olma istediğiniz  de  açığa çıkaracak    ‘bir şarkı olmak istesen hangi şarkı olurdun?’  deselerdi     eskimesi imkansız olmayı seçeceğiniz şarkıların başında gelecektir “You Know I'm No Good “ . belki   "pop kültürü, fabrikasyon müzik, ıyy, o ye"  sızlanıp ben, sen yazsak alay edecekleri , yerden yere çalacakları herkesin  yaşadığı anlara, olaylara dair “barın alt katında buluştuk ve birbirimiz dinledik…kendimi berbat hissediyorum…iyi olmadığımı biliyorsun…”lu sıradan sözlere sahip şarkılarında  “off ne biçim yazmış”la efsunlanıp “işte hayatın içinden gelmiş bir kadın, kötü ilişkilerle yoğrulmuş, batıp çıkmış  rehabilitasyonlara düşmüş, oha!" imajını hamutuyla götürmelerini zevkle izlerken, hani şehirlerarası otobüslerin mola yerinde “ sen hep yaşanmayacak, olmayacak sevdaların peşine düşeceksin” dediğin de “ senin istediğin ailenin karşılığı yok bende  “ bile diyemeden   dondurduğun  o anlarda  "benden sana hayır gelmez,  tahmin ettiğim gibi... yine kendimi aldattım, sana bela olduğumu söylemiştim, biliyorsun ben işe yaramam… "la  kayıplığımı ona haykırarak anlatabileceğim tek şarkı olduğundan mıdır bilmiyorum ama o gece, yılbaşının kutlandığı, senin dünyada olmadığın, benim O’nun mektubunu okuduğum   bu gece, yeni yılın bu ilk saatlerinde  Haldun,  hiçbir zaman baştan sona  dinlemediğim şarkıya “dilek taşına” denk geldim radyoda, dinledim be! İhanet ederken bende geçmişime bu gece sanki  kalbime dokundu şarkı… büyüdüğümü değil yaşlandığımı hatırlattı bana  zira  insanı yaşlandıran ölümler, ayrılıklar, yenilgiler, imkansız  sevdalar, sorumluluklarmış. ‘Gücenme ama sen hangi akla hizmet kız yurdunun sorumluluğunu  kabul ettin ki. Bu sorumluluk  yüzünden odada tek başına kalma imkansız  sürekli bir hareket  odaya  giren çıkan belli değil, hadi, hesabı da yok…şöyle bir uzanıp  keyf yapmaktan vazgeçtim uymama bile fırsat yok. Anam bunlar hiç uyumuyorlar ya  sabah, akşam devrimin  rüyasını mı görüyorlar? Hele de bu akşam kaçmadı gözümden Esin hanım’  demişti Cansu gece inmekteyken pencereden dışarıyı seyredip sigarasını içerken  ‘yurtta bir şey yapacaksınız. Telaşlı şıpıdık şıpıdık terlik sesleri dinmiyor koridorlarda, örgüt başları Suna, Serap, Rüveyde’de de  ortalıklarda dolaşıp duruyorlar. Ayten’i de az önce kantinde gördüm,  bu gece  yurtta kalacakmış. Senin haberin vardır tabii’  ;’off  Cansu  senden iyi dedektif olurmuş. Sinema televizyon okumayı bırak dedektifliğe başla sen’  derken içinden de haberim olsa da güvenip sana söylememi nasıl bekliyorsun anlamıyorum be kızım, kaşın gözün oynuyor senin öyle memleket meselelerinin seni sardığı falanda yok diye düşünecektin. ’Bana  ne ki,   benim için önemli olan odanın  kalabalık olmaması, Ayten’lerin odada toplanın çünkü yarın hayati bir sınavım var, ders çalışacağım.’ Şimdi Esine ‘günbatımı yazın ki gibi olmuyor sonbaharda,  kızılığını göremeden bir  bakıyorsun güneş batmış gitmiş.’ desem ‘aaaa öyle bir şey mi oluyor sonbaharda farkında değilim ben, yoksa alay mı ediyorsun?Git başımdan Cansu’yla kızacaktır muhtemelen.’Halbuki   iyiden iyiye çöreklenen  sonbahar yakında karı da getiren kışa dönecek, sen hala yazda mısın? Bugün Japon bahçesine gittim Mert’le, yaprakları dökülmüş ağaçlar cımcızdak ortada kalmış…hüzünlendim.Ama iyi ki arkasından geçtiğimiz yolun,   mevsim ne   olsun, o aranın  muhteşem olduğu İletişim Bilimleri Fakültesi'ne girmişim, okulun yeri bir harika, ben bir tek ikinci kat koridoru Japon bahçesine bakar biliyordum  meğer bugün derse girdiğimiz dersliğin devasa camlarından da gözüküyormuş  her mevsimin  ayrı bir güzellikte  yaşandığı Japon bahçesi.Sonbaharda bir sürü,sarı yeşil, kızıl yapraklarla dolar, kışın kimse basmamışsa pürüzsüz bir beyazlık kaplar  sekiz  katlı gölün  ortasında iki uzun ağacın bittiği küçük bir ada olan en büyüğünün üzeriden ki buzları kırarsan  balık bile görürsün, geyiklerin ayak  izlerinin yanında. Eğer cıvıltılı kuşların mevsimi baharsa etrafta çimler yeşillenir, çiçeklerle donanır. Sonra  güneşle en çok haşır neşir gökyüzü berrak, bahçenin sıcak,  gölgelikle  dolu mevsimi  yaz gelir,  öğrenciler terk ettiğinden kampüsü zannederim ki bu bahçenin de en gürültüsüz, en sakin  aydır Haziran.Fakülteye yaklaşırken bir de küçük çocuk parkı vardır ve ben eminim hiç biriniz orayı fark etmemişsinizdir. Görenin " kazık kadar kız" diyeceği kadar  olsam da,  sığamadığım  o salıncakta sallandım da. Bir de içindeki  sekiz katlı göl, gölcükler kombinasyonun gölden, gölcüğe doğru gittiği kısımda yıkık ev misali yarıda bırakılmış havuzlu  yapının,  onun tam alt taraflarında yanlış tarif etmeyeyim  galiba oralarda bir yerde  ilginç bir bayan heykeli de bulunur. Tatilde bazen  Eskişehir’in sanki her gün rüzgârın süpürdüğü sandığım o berrak gökyüzünde Ankara’da göremediğim parlaklıktaki yıldızlarına bakmak için hemen geri gelmek  istiyorum.’ desem   ’bir an Hayat bilgisi dersinde sandım kendimi  belki mevsimleri  böyle ezber bozarak anlatmak  lazım  çocuklara daha kolay kavrarlar…tatlım gücenme ama bizde her gün önünden geçiyoruz bu çekik Japon bahçesinin ama böyle güzellemeler yapacak ne vaktimiz, ne de ruhumuz var bizim’;’ ayyy ruhunuzu adadığınız devrimciliği; görselliği, duygusallığı,  zevk almayı  kaldırmayacak hale koyan sizlersiniz.Benim baktığım gözle bakacaksın’la cümlemi tamamlamadan  Ayten  ‘ne haber kızlar’la içeri girecek  ‘Esin az bizim  odaya gelsene’ diyecektir.

 

 

Ön tarafı  ders aldığınız EİTİA’nın anfilerine, basket sahasına  İktisad , işletme bölümlerinin anfilerine, arka tarafı faşistlerin elinde bulunduğundan  tedirginlik yaratan Yeşiltepe  mahallesine   bakan kız    yurdunun   sorumluluğunu alalı  kısa süre olmasına rağmen, sorumluluk Bejna’dayken  bir kez bile karşılaşılmayan sorunla karşı karşıya kalmayı sizi inandığınız  genetiğin önünde diz çöktürtecek  dedeniz amcası tarafından öldürülünce  ölünceye kadar  hayatına, üstüne  siyahtan başka bir renk almayan anneannenizin ‘önüne gitsem Mengen’nin suyu kurur… akmaz kesilir’,  “kara bahtım, kör talihim taşa bassam iz olur”la betimlediği talihsizliğinize işaret sayacağınız haberi  ‘her zamanki gibi arkasında kendisini takip eden  adamlarıyla  dolaşan gıcık Suna’yla  koridorda karşılaştım. Akşam üçüncü katta Nevriye’lerin yanında derneklerinin yurt temsilciliği  gibi  kullandıkları  odada,  bütün sol grupların temsilcileriyle saat on da yapacağı  toplantıya seni ve Ayten’i de bekliyormuş, sana söylememi  istedi. Yurtta  hepimizi tehdit eden bertaraf edilmesi gereken  durum varmış’la Gülay getirmişti.’ ;’Ne gizem ama öğlen yurda yeni biri giriş yapmış emin ol onunla ilgilidir. Bu Suna  Halkın Kurtuluşunu  da çağırmıştır, onlarla toplantıya katılarak  doğru bir şey yapar mıyız  Ayten?’; ‘önemli olmasa Suna toplantı düzenlemez, gidip bakmakta fayda var’ Örgütün,  yönetimdekilerin gözüne girmek  için   Bejna’dan farklı, yeni  bir şeyler yapmak  isteyen ‘biz de DEVYOLCU’lar  gibi   toplantılarımızı, eğitim çalışmalarımızı, tartışmalarımızı  yapacağımız boş bir odaya el koysak  iyi olur ‘düşüncesinde ki Ayten zaten  DEVYOLCU’ların komün olarak  da kullandıkları odayı merak ettiğinden dünden razıydı toplantıya gitmeye. Babası Aydın’ın incir tüccarı zenginlerinden olduğundan belki de kendine aşırı güvenli,  kavga, dövüşlerde  önde vuruşmaktan çekinmeyen, çok iyi   silah kullandığı söylenen örgütünde önemli bir yere sahip Suna,  omzunda yeşil  parkesi, elinde  siyah tespihiyle   arkasını duvara dayadığı  yataktan kalmaya  tenezzül etmeden  sol biziz edasında  ‘buyurun’ diye karşılamıştı bizi. Ayça’nın  ‘tamam biz de dünya güzeli değiliz ama arkadaş bu HK’lerin hepsi mi çirkin olur hele de Serap, valla onu gören HK’ye katılmaktan vazgeçer’ dediğinde  ‘Ayça insanları fiziksel özelliklerine göre yargılama onlarda kim bilir bizim için ne diyorlar’la çıkıştığım Serap, elbette bizden sonra toplantıya katılarak  biz “sosyal faşistlere”  gözaltından dahi bakmayarak   doğrudan Suna’ya ‘iyi akşamlar’  diyecekti ki zaten bizde Maocu bir faşistin  selamını zül addedeceğimizden Serap’ın tavrına alınmayacaktık.Suna yine de ne olur ne olmaz,  bu iki grup biri birine her an sataşır diye herhangi bir gerginliğe meydan vermeden ‘sizce de uygunsa hemen’le konuşmasına  başlamıştı ’arkadaşlar  pek çok konuda aramızda görüş ayrılıkları var ama bir konuda yurdun faşistlerin eline geçmemesi konusunda sanmıyorum ki farklı düşünelim. Belki sizlerde duydunuz bugün yurda ilk defa bir faşist giriş yaptı, ikinci katta bir odaya yerleştirildi adı Nevin;  mühendislikte inşaat bölümünde   okuyormuş. Bizimkilerin istihbaratına göre Nevin’den sonra iki üç kişiyi daha yollayacaklarmış tabii yurt yönetiminin de  katkısıyla yapacaklar bu işi.  ‘ diyerek Elif’e  dönmüştü Suna ‘çay olmadı mı? İncir, bisküvide çıkar misafirlere ‘.Elif  robot misali  odanın kenarında boş dolaba sakladıkları küçük  tüpün üzerinde yaptığı çayı doldururken bardaklara,  Suna devam etmişti ‘ben Nevin’i bu gece yaka, paça yurttan atmayı öneriyorum. Böylece gözdağı da vermiş oluruz hem getirmeyi düşündükleri faşistlere, hem de yurt  yönetimine’.Tüm sol grupların desteklediği önerinin  gerçekleştirmesi konusunda ilk fikrini açıklayan da  Suna’ydı   ‘bence  sizler;  HK,  HY, İGD, Kurtuluş, DEVSOLCU, DDKD’li  arkadaşlar  gözcülüğü üstlenin, biz DEV-YOLCU’lar da Nevin’i yurttan atalım bu işi böylece halledelim’.Üyelerimizi tehlikeye atmayacağından benim için diğer örgütlerin bu işi halletmesinin hiç  bir sakıncası yoktu zira bu konularda deneyimsizdik belki de bunun böyle olduğunu bildiğinden Serap fırsatı kaçırmayarak  ‘Suna her şeyi  siz  yapmak istiyorsunuz,   bu iş de  sizin üzerinize kalmasın  bu defa başkaları  yüklensin onların da faşizme karşı mücadelesini görelim. Biz arkadaşlarımla bu işe talibiz  eğer sizlerde kabul ederseniz‘ cümlesini bitirmeden  Ayten’nin sert sesi yankılandı ‘işi bize bırakın, gözcülüğünüze de  gerek yok , bize yardım için  tek yapacağınız kantinde olabildiğince gürültü, şamata çıkarmanız, yüksek sesle TV izlemeniz…’ şimdi sana bu yaptığımız eylemi anlatırken Haldun; günümüzde  katlandığımız  insanı çileden çıkaran onca siyasetçi, lider, dost, akraba; yaşanan  onlarca saçmalığın, olayların  yanında   o gün katlanmak, birlikte yaşamak   istemediğimiz kişiler, olaylar  ne kadar da masum… zavallı kalıyor ve  o gün bizim için dünyanın en  önemli şeyi saydığımız konuşmalar, planlar, davranışlar  da  ne kadar çocukça…ne kadar basit…ne kadar merhametsiz geliyor.İnan bunları sana anlatırken yaptığımdan utanıyorum ki eylemin sonunda karşılaştığımız gerçek vicdanımı  ömür boyu  kanatacak kadar da üzücü. Suna’nın gözlerinde  meydan okuyan ‘acaba yapabilir misiniz ki siz suya sabuna , kavgaya dövüşe itibar etmeyen İGD’li  sev gençler ’ bakışını yakaladığımdan   Ayten’den sonra söz alıyorum  ‘alt üstü tek kişi değil mi bu kız? Bu gece o kız bu  yurdu terk edecek’ restimi ‘siz bilirsiniz’le onaylıyor  Suna ‘istersiniz zulaladığımız sopalardan size birkaç tane verebiliriz’.Odaya  girdiğimizde kızıyorum Ayten’e ‘onlar alışkınlardı,  bıraksaydın  da  yapsalardı,   riske attın hepimizi. Şimdiye kadar hiç böyle bir eylemde bulunmadık ki’; ‘işte bende tam bu yüzden biz yapalım istedim bıktım ya bunların bize pasifist, revizyonist  demelerinden. Artık geri dönüş yok kızları çağıralım, planımızı yapalım, Suna’ya dediğimiz gibi bu gece  bitirelim bu işi’. Odanın kapısı açılıyor Elif  ‘Suna gönderdi, haydi görelim sizi‘yle elindeki kalın sopaları uzatıyor. Eyleme balıklama dalacak DEVYOLCU’lara rahmet okutacak mızmızlıktaki bizim kızlardan kimse gönüllü olmadığından iş başa düştü ben, Ayten, Gülay, Gülizar  faşist Nevin’in odasına gidecek kapıda koridorda da   Meliha, Bejna, Gülser gözcülük yapacak  diğer sol grup mensupları da kantinde yurt ahalisini  oyalayacaklardı. Eğitim fakültesinde okuduğundan her gün çıkan  kavgaya, çatışmaya alışkın Gülser’le  Ayten’in aksine  çoğumuzun  yurtta ilk   eylemi olduğundan  heyecanlıydık da  ama ben sorumluluk taşıdığımdan cesur görünmeli, davranmalıydım.Erkek yurdunda yarın bu eylemim yapanın bizler olduğu duyulduğunda Mustafa ve diğer arkadaşlarımızın duyacakları memnuniyeti de  düşündükçe doğrusunu istersen mutlanmadım  desem yalan söylerim Haldun. Onbir buçukta  ‘ ortalarda kimseler yok, haydi’  diyen  gözcü Gülser’in  ardından  Nevin’in odasına yöneldik. Kapısını açtığımız tekmelere kantindeki  kızların kahkahaları,  sesi güzel Meryem’in söylediği  ”dün akşam yolda gördüm, bir fincan kahve olsa”   eşlik  ettiğinden,  Nevin’in çığlıklarını, devrilen sandalyenin, karyolaya değen sopanın  sesini biz bile duymayacaktık.Yurdun basketbol sahasına bakan ön kısmındaki pencerenin önündeki masasına oturmuş  dışarıyı seyrettiğini  tekmeyle odasına girdiğimizde göreceğimiz  ayağa kalkıp  ellerini güç almak istercesine  masaya dayayan; ki  o ânda  bir eylemde yapılmaması  gereken şeyi yaparak   hepimizi deşifre eden  Ayten’in ‘lambayı söndür Gülizar’ komutuyla lambanın  yandığı   saniyelik zaman diliminde; Nevin’in   gözlerindeki  korkuya da şahit olacaktım. Beklemediği baskın karşısında ne yapacağını bilmez halde gerisin  geriye pencereye bitişik köşe   duvara sıkıştıran  saçları fönlü, pek de  zayıf Nevin  duyulur duyulmaz  panikli  sesiyle  ‘ne oluyor , ben bir şey yapmadım ki’ derken   ‘ aaa kızlar bakın bir de soru soruyor?Kızım senin gibi bir faşistin solcu bu yurtta işi ne? buraya gelme cesaretini gösterdiğine göre   başına gelecekleri de tahmin etmişsindir. Şayet  bilmiyordunsa da  şimdi  sana  öğreteceğiz…bu yurtta faşizme geçit vermeyiz biz… gece, mece demeden yurdu  derhal terk edeceksin’ le Gülay’ın karnına attığı yumrukla   iki büklüm düştüğü yerde  çaresizlik içinde  elleriyle başını korumaya çalışan  Nevin’in    kavga anında kadınların zayıf noktası  saçlarını elime  dolayıp  öyle bir çekmişim ki bir avuç saçı elimde kalmıştı.Gülizar sopayla vururken sırtına  ‘faşist değilim…hata yapıyorsunuz… ben faşist değilim’le bağırırken  burnundan kan aktığını görerek  ‘yeter…haydi gidelim ‘ diyorum içimde bir pişmanlık…bir acıma…bir kırılma kendimle, yaptığımla. Ayten yanına çömeldiği  Nevin’in başını kaldırıp  ‘ eğer  defolup gitmezsen bu yurttan her akşam sürecek bu dayak… söyle o faşist arkadaşlarına kimse bu yurdu elimizden alamaz  bu yurdu  faşistlere, hepinize  mezar ederiz..’  dedikten sonra çıkıyoruz Nevin’in odasından. Yurtta gerçekleştirildiğimiz bu ilk faşist dövme eylemimizi  başarıyla yerine getirdiğimizden zafer kazanmış havasında  döndüğümüz oda da Ayten’in,  Gülay’ın, Gülizar’ın ‘işte bu kadar, bu kadarmış;  fasitlere karşı  yurdu savunmak herkesin görevi, kazanılmış bir alanı elimizle faşistlere vermeyiz.Haydi şimdi  desinler bize  pasifiste görelim ‘ sevinci;   Nevin’in korku dolu çığlıklarına neden  savunmasız birine uyguladığımız şiddet, tek başına bir  insana dört beş kişinin saldırmasındaki acımasızlık faşizme karşı mücadelenin  parçası  saydığımızdan  o gece faşizme karşı  kazanımımızı  koyu bir bardak çay, sigarayla kutladık. Sonra ne mi oldu ?Nevin  güç bela  ayağa kalkıp müdüriyete giderek  kendisine Gülizar adlı biriyle birlikte üç,  belki de dört  kişinin saldırdığını anlatıyor.Yurttaki kızların  hangi sol örgüte mensup olduğunu bilen, yurt içindeki ajanlarının da haber uçurduğu   müdüriyet  için eylemi  kimlerin yaptığını bulmak zor olmadı tabii. Ertesi gün müdüriyete çağrılmamız da sürpriz olmadı bizim için müdür Jale hanımın yanında  ben,  Ayten, Gülay, Gülizar; alnı, ağzı, burnu,  bacakları şişmiş, morarmış, sıyrık,  yara  içindeki  Nevin’le  karşı karşıyaydık, konuşmakta zorluk çeke, çeke  bize  dedi ki ‘size kim söylediyse faşist olduğumu yalan söylemiş, ben ne faşistim, ne de solcu…  ailem ta dededen CHP’li,  babam CHP üyesidir. Aynı görüşü paylaşmadı diye bir insanı tek başına odasında kıstırıp sopalarla, tekmelerle üç dört kişinin saldırmasını devrimcilik gören sizler, yarın devrim yaptığınızda Allah bilir araştırmadan, soruşturmadan galeyana gelip sizden olmayanlara neler yapacaksınızdır. Devrimcilik buysa…’  Yaptığımız eylemi inkar edecek durumda değildik ama Ayten, şimdi tam  anımsayamadığım  ‘bize sataşan o’ydu’ gibi bahaneler eveleyip, gevelemişti. Bir hafta geçmeden yurttan ayrılan Nevin  saldıranları teşhisine dair kesinlik arz etmeyen muğlak bir ifade verip  şikayetçi de olmadığından sayesinde eylemi yapanlar bizim için bayram şekeri ayılacak  yurttan üç gün uzaklaştırılmayla cezalandırılmıştık tekrarı halinde yurttan atılacağımız kaydıyla. İnsanoğlu çok garip değil mi ? kimseye hiç haksızlık yapmamış, hep pürü pakmışçasına geçmişini,  yaptıklarını  ve    yaptığını başkasına anlattığını  da unutup kendisiyle aynı şeyi, eylemi yapan, davranan  birini  gördüğünde ağzına geleni söyleyip eleştirecek  kadar  garip… pişkin tıpkı şu an senin bana yaptığın gibi Esin; o an  aklıma gelmediğinden  hatırlatamadığım  şayet gelseydi, hatırlasaydım  hiçbir şey yapmamışken sizlere  Nevin’i  eşek sudan gelinceye kadar  dövmüş sen,    kalkmış şimdi  bana  ‘ etik  duruştan’ bahsediyorsun  derdim, demediğim   Oğuz’a  herkes birbirini boğazlarken hangimizin umurundaydı şiddete, savaşa karşı duruş,  insan hakları… dibine kadar  bulandığımız  şiddete… vahşete hatta teröre  karşı çıktık mı hiç? Bugün  ohh her şey geçmiş, gitmiş, bitmiş rahatlığında ne yazık ki de unutulmak istendiğinden unutulmuş ve  sanki  o günleri  hiç yaşamamışçasına   ‘insan değişir ama  insanın savaşa, bir  insan hayatının insan eliyle alınmasına karşı duruşu  değişmemeli’yle  ders veriyoruz birbirimize. Onbeş, yirmi  yıl önce  farkına varılmadığından söylenmeyen  olması gerekeni…gerçeği;  onbeş, yirmi  yıl sonra  söylemek   hepimizi günahsız…  masum mu kılıyor? O gün devrim yolunda  öldürmeyi, ölümü  olağan karşılayanların; şimdi hiçbir savaşın  eşit olmadığını bilen, mecburen  savaşmak  zorunda kalmış  bana bu sözleri söyleyerek hava atmaya   hakkı yok…hele  Esin’in hiç hakkı yok  dedim. ‘Koca ayı dokunsam ağlayacaktı o kadar kırgındı ki  sana Esin, anlatamam’ ;’ görür görmez ilk işim  özür dilemek olacak Haldun’dan’ demiştim Oğuz’a  ama… keşke hemen o an ertelemeden  gitseydim yanına, içimden geçenleri söyleyemeden sana… sen ? ne yaptın böyle Haldun? Üstelik yerden göğe haklıydın; “bizleştirdiklerimiz”den  birileri  “bizimkiler”  yapınca adına  adalet  dediğimiz haksızlıkların altında kalan, kalmış solcular, devrimciler, demokratlar, laikler de  ‘ya kabullen, ya sev,  ya terk et yapamıyor musun sus, kendini gizle o zaman  kimse sana dokunmayacağından güzel güzel idare ederek  yaşa’yla  bireyleri   bir yerde konumlandırmakla kalmayıp,  hep o  yerde dursun isteyen karşıt gördüğümüz sağcılar,  muhafazakarlar, şeriatçılar,  ırkçılar,  faşistler ve de onların tek tipçi devleti  gibi; devrimci, farklıya yaşam hakkı , fikirini açıklama serbestliği tanıyan  demokrat, adaletli, vicdanlı, hoşgörülü  özümüzü asıl karakterlerimizi yiyip bitiren; doğrusu bizim yaptıklarımız, eylemlerimiz, yolumuz,  düşüncemiz  asıl Atatürkçü, laik…  asıl demokrat… asıl Marksist-Leninist biziz ona göre ya kabullen ya da git…’   dayatmasıyla  aynı düşünceyi paylaşmadıklarımızın yok edilmesini kabullendiren  pragmatist  yaklaşımımız,  lidere, örgüte, ideolojiye …, …, …,    itaatkarlıkla meğer nasıl da  hak etmişiz  öfkelendiğimiz “sosyal faşist” damgasını;çoktan. Allah billah aşkına hangi sol, sosyal demokrat, devrimci   oluşum, örgüt parti, sendika   faşist, diktatör, otoriter  tanımladıkları  partilerden, örgütlerden, sendikalardan    farklı,   medeni ülkelerdeki gibi  gerçek anlamda özgür, demokratik bir biçimde, tavırda  yönetildi…yönetiliyor ve de yönetilecek midir?cevabı da geçmiştedir zira Osmanlı İmparatorluğunda ve  Türkiye Cumhuriyetinin   son yüz yılında SSCB politbüro üyelerinin  suratını  suratlarına monteleyerek fark edilmeyecek kadar küçük nüanslar dışında aynı otoriteliği, aynı yönetme biçimini benimsemiş Padişahlar, Paşalar, Liderler, Başkanlar,  Tazminatçılar,  İttihatçılar, Cumhuriyetçiler, Serbest Fıkracılar, Terakkiperverciler, Laikler, Şeriatçılar  sağ, sol zihniyet mensupları hakimiyetlerini…iktidarlarını…yönetme vasıflarını   kaybettireceğini bildiklerinden isteyerek  yerleştirmedikleri   demokrasinin canına sürekli ot tıkayıp, can çekiştirmek için; yaşamın her alanında örgütte, partide, şirkette, sendikada yandaşı dahi olsa  kendisiyle azıcık farklı tavırda olan, düşünmeyen kitlelerin  yerinden kıpırdamasını,  muhalefetini, eleştirisini önlemek için   iktidarsa muhalefetin, muhalefetse iktidarın; o anda lider, yöneten  kimse  onun  adı da zikredilerek ‘karşının… padişahın…paşanın …. muhalefetin…iktidarın… adamısın, onların  değirmenine su taşıyorsun’la afişleyerek, Cumhuriyete karşı hilafetçi, padişahçı, şeriatçı, Abdülhamitçi, terakkiperverci,   Kazım Karabekir’in, darbecilerin , sarayın, AP’nin, ANAP’IN  AKP’nin, Özal’ın, Tayyip Erdoğan’nın ya da diktatör  Mustafa Kemal’in, Köşk’ün, Paşanın, Çankayanın, CHP’nin, Evren’nin,  Ecevit’in Kılıçdaroğlu’nun, HDP’nin adamı olmak  arasında sıkıştırıp, çatıştırarak ellerinde oynatacaklardır. Belki de kitlelere  hakimlerin, egemenlerin yetiştirme, yönetme tezgahından geçenlerden  olduğundan onlar gibi geçmişini,  dünde  yaptıklarını  hatırlamadığından  sanki  yapmamış, sanki hep pek bir insancıl düşünmüşçesine davranırken  birden  yaşadıklarına tanık birinin tek bir tavrı tıpkı  Haldun’un Oğuz’la  sana ilettiği;  o  yalın…o  sakin…o kanat kıran  sözler, cümlelerin yaptığını yapıp sere serpe ortaya döküverir  kolunun altında sakladığın, unuttuğun  gizleri… pembe buğularını görünmez yapmakla da yetinmez tuz yapar tatlıları, bal gibi doğru dediklerini, bildiklerini  her şeyi de  başka… bambaşka  da yapar  şu anda olduğu gibi dönem dönem saklanılması gereken…dönem dönem sığınak, kimi zaman  kirli işlerinize, düşüncelerinize  yataklık eden sessiz, güvenilir suç ortağınız;   önceleri çocukluğun, gençliğin kaçamak vakitlerinin yılmaz savunucusu… kol kanat gericisi iken bir noktadan sonra tıkanan hayatların…yetmeyen zamanların…uzatmaların oynadığı saha; bıkmadan, yorulmadan, usanmadan aksini sürdüren, tükenişini devam ettiren zamanın bünyeye yetmediği durumlarda ilk işgal edilen yer de gece oluverir. Sonradan sonraya, yılları harcadıkça… büyüdükçe…anneannenizin deyimiyle ‘geldi gül, geçti bülbül, ister ağla ister gül’ yaşlarına gelip ihtiyarladıkça… gereksizliklerin, lüzumsuzlukların sadece bulunmak zorunda olduğu için bulunanların yaşadığı o sahte aydınlığa inat…sadece orada olmak istediği için olanların, bulunanların  sadece hissedebileceklerin  yaşayabileceği… var olabileceği…hüküm sürebileceği bir yaşam diliminin sadece  gece olduğu gerçeği, doğrusuyla da yüzleşirsiniz. O gece ki; aydınlığın olmadığı yerde bakmayı öğrenmişlerin siyahlığın içerisinden tek tek seçerek aldıkları neferleriyle yarattıkları; ulaşılmaz olanın el altında olduğu; imkansızın hemen yanı başlarında belirdiği; alabildiğine karanlıkla  yoğurarak  kurdukları bir yerden sonra kendi sessizliğine…karanlığına terk edecekleri krallıklarıdır;sahte aydınlıkların içerisinde dolanan yitik ruhlara inat.

 

 

Ey  bugün huzur bulduğun tek yerde  kendi krallığında dahi geçmişi üstüme salıp beni  bedbahtlıkta boğmaya yeminli  gece;  bazen bir piyano, bir ney sesi , bazen bir  türkü, bir şarkı öylesine etkiler …öyle bir hale getirir… öyle duygusallaştırır  ağlatır ya insanı  işte Nilüfer’in  “o da özlüyormuş….” sesiyle yakılan  sigaradan bir nefes çekerken  yanaklardan akan sigara dumanına karıştığından  dudakları yakan nikotinli, tuzlu gözyaşında; kargaşalı, kavgalı, ölümlü yıllarda neredeyse tüm günlerini birlikte geçirdiğin şimdiyse hayal meyal anımsadığın yüzlerini netleştirmek  için kendini zorladığın  olacak şey değildi  ama “devrim”e geç bıraktıracağından “vaktimiz yoktu…ölenlerin yasını tutmaya”yla  arkalarından doyasıya ağlayamadığın(m); yoldaşların sızısı…kırılganlığı…Ağlamak bize göre  var olmanın dayanılmaz hafifliğiyken belki var olamamanın belirtisi de  bizlerdik. Daha çok "var olmadığım yerde düşünüyorum, düşünmediğim yerde varım” gibi değil de,  olmadığım yeri düşünüyorum, o halde düşünmediğim yerdeyim gibi gecenin ortasında aniden uyanıp bir türlü kendine dönememek…bir anda  herkese  arkadaşlarına, ailene, evladına, ebeveynlerine, eşine, kardeşlerine  el olduran yalnızlığında, karanlıkta; aydınlığa göre daha çok akıtılan  gözyaşları kalpteki  acının…yaranın ifrazatı, dışa akıntısı, iç yangınını söndürme olduğundan saf…siyahtır da. İnsanın  tek sırdaşının gece…  yalnızlık  olduğu gerçeğini;   illaki bir gün  hele de, niyeyse önceliği kapacak  bir aile de kurmuşsa; bir zamanlar sabah akşam yüzünü gördüğün, birlikte sofraya oturduğun, aynı kıymalı su böreğine yumulduğun, aynı Münip’e  aşık olup,   aynı “beni vur,  beni ellere verme”, “ bir yangının külünü yeniden yakıp geçti” şarkılarını   ucuz Buzbağı şişesinden şarap içerek söylediğin, aynı odayı,  yatağı paylaştığın, aynı diziyi seyrettiğin, gece karda yuvarlandığın o, onlar  değilmişçesine  kardeşine, abine, ablana, arkadaşlarına el  olunduğunu… aynı evde ayrı hayatlar yaşandığını…arada derin  uçurumlu aşılmayacak duvarlar örüldüğünü,  insanların  ikili ilişkilerindeki   daimi yalnızlığını, anlaşılamazlığını dünyadaki   herkes ama herkes; ne yazık ki intiharı tercih edecekler,  her mazoşistin bir sadiste ihtiyacı var misali kendini sevecek değil kendini değersiz hissettirecekleri insanları hayatlarına alırları da kanıtlayan aynı biçimde intihar eden eşleri için ‘”Assia Wevill’in  intiharını önlenebilir,  Sylvia’nınki önlenmezdi “  diyerek  kendinde en ufak bir suçluluk hissetmeyen  bencilikte hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eden  Ted Hughes de bilir… bir ayna gibi kabul edip ona bakarak kendini görmeyi denediği Sylvia  benzeri  kırılganlıklar, benzer meydan okumalar…benzer "paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk"luk….. hep cam, boşluk ve çöl (kum) dan bahsettiği gibi  intihar ederken de dizelerinde  attığı çığlıklar duymayanların yine   duymayacağını bildiğinden çığlık bile atmadan camdan atarken  boşluğa   "burada daha ne kadar öleceğim.. gökyüzüyle yeryüzü arasında bulutu haraca kestiğiniz bu yerde"  sorusunu da cevaplayan Cemal Sürreya’nın  Zelda’sı Nilgün Marmara’yı kaybettikten sonra  “şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı”yla kenarda  pıtır pıtır  ne yazdığını dahi  merak etmeyen, önemsemeyen   şiir yazdığından öldükten sonra bıraktığı vasiyet sayesinde haberdar olduğunu açıklayan eşi Kaan  da bilir; yaşarda kimseler  itiraf etmeye yanaşmaz.Hayatın o kahrolası…o piç  basitliğini yaşatacak daha ailene el olmadığın… daha hiçbir yere ait olamamaktan, en kötüsü de bulmuş gibi davranacağın yuvanı bulmadığın… daha bir erkeğin asla anlayamayacağı… anlamadığı… anlaşılmayan  eşi olmayı düşünmediğin zamandayken daha küçükken, ondan gizli gizli gofret yediğiniz olmadığından yapamadığınız eğer olsaydı  bebeklerini, oyuncaklarını  saklayacağınız,   topunu patlatıp, saçını çektiğiniz, kıskançlık krizleri geçirip aynı güzellikten, aynı çantadan, aynı defterden, aynı elbiseden  istediğiniz kız, erkek kardeşinizi, beyaz gelinlik, lacivert damatlık  içinde evden çıkarken gördüğünüz anda belki de  sonraları başınıza gelecekleri tahmin ettiğinizden  artık onun taze  çekirdek  ailesinin yanında  kayınvalideli, kayınpederli, kayınbiraderli, görümceli   ikinci bir ailesinin,  yeni önceliklerinin  olacağını  onları sizden daha çok seveceğini, düşüneceğini o gün   bilmediğinizden saklamadığınız gözyaşlarınızı serbest bırakırken, onsuz evde onunla geçirdiğiniz her dakikayı hafızanızın gizli kalmış köşelerinden çıkartır, onun oturduğu koltuğa göz ucuyla bakar, akşam saatinde eskiden kalma  alışkanlıkla ‘nerede kaldı bu kız…bu oğlan  insan arayıp da bir haber verir gecikeceğim’ diye  söylenirken  annenizin ‘bırakmadınız ki iki üç şey alıp da çeyiz yapalım el alem ne dedi kim bilir’ kaygısının gereksizliğini anlayamamış olmasına da üzülürsünüz. Kadınların, kızların ömrünü yiyen çeyiz yapma geleneğini elinin  tersiyle itecek zamana ışık hızıyla  geçildiğini fark etmemelerinin  rahatsızlığında, ne yazık ve ne ironidir ki  size hazırlanmış çeyize sırf elin adamıyla evlendiğinizde kullanma izni verilmesi karşısında neden bana yapılmış olan bir şeyi kullanabilmek için bir adamın hayatıma, yatağıma  girmesini beklemeliyim ki ?ye   ‘ asırlık  örfü, adeti senin için mi bozalım’la sinirlenen hizmet sektörünün has elemanı  Türkiyeli  kadınlardan annenizin de gündüz ev işiyle perişan olması yetmezmişçesine akşam saat yirmibir sularında radyo tiyatrosunu dinlerken Kerim Avşar’ın sesine uyum sağlatacak ritmiklik  verdiği  tığla tek tek ilmek atarak  dokuduklarına harcadığı el emeği, göz nurunun  yabana atılacağı  bir dünyaya doğru adım atıldığından habersiz ördüğü danteli örtüyü  sehpanın üzerine sermeden burnuna götürerek ‘gariban annemin çilekeşliği  kokuyor.’ dediğini duyduğunuzda Nesrin’in ‘ver bakayım şu örtüye  annem de bu örneğin aynısını yapıyordu.Demek ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her yerde anneler aynı örneği işliyorlar kızlarına’yla eline  geri verdiğinizde örtüyü Nesrin’e,  annenizin ‘Esin azıcıkta diğer kızlar gibi ol,   kaldır başını kitaptan da çeyiz hazırla; tığ öğren , kanivişe işle, örgü ör, kitap, kitap elin oğlunun karnını romanlarla mı doyuracaksın?’sesidir kulağınızdaki.Yalnızlıktan, geceden bahsederken ne ara çeyize geldi artık takip de edemediğin, yorgun zihnin  de bu kadar net  hatırlattı Nesrin’in elindeki  danteli  örtüyü pes doğrusu. ‘Bak sevgili annem el kadar çocukken teflon tavalarla başlayıp, modern yaşamda  yeri bulunmayan  abuk, subuk cansız  her şeyin üstüne koymam için  dantel örerken bana bakıp ‘daha erken ama olsun adettendir, biz böyle gördük diyerek bana ait olmasına rağmen elimi sürmeme izin vermediğinden  kaçırmak zorunda kaldığım çeyizlerimi  yaydım evime,  bir güzel kullanıyorum. Makbulü ceviz mümkünse de ahşap oymalısı hatta sedef kakmalısından  olan  çeyiz sandığımı da getirebilseydim diye üzülmüyor da değilim  pek yakışır…pek  bir dekoratif dururdu salonumun şu köşesine’li  şakayla  Üniversite bittikten sonra iş bulduğu İstanbul’daki evindeki sehpaya serdiğinde mi görmüştüm o danteli örtüyü ?Yok…yok  ‘eşyaları yükledikleri kamyon  bugün geliyor. Nasıl yerleştireceğim tek başıma? Hâlâ inanamıyorum evin tutulduğuna. Sonra inan diyorum çünkü  Suat da artık yanında olacak. Kadın erkek eşitliğinden muaf yetiştirdikleri, kendilerine dünyayı haram eden kocalarına, babalarına, ağabeylerine benzettikleri ömürlerince başlarına bela  oğulcukları istisnasız bütün kadınların gözünde  prenstir ya  eğer sevgili oğulcuğu Suat da  benimle aynı üniversiteyi kazanmasaydı başta annem karşı çıkardı bana  ev tutulmasına’ sitemine maruz Tepebaşındaki asansörlü SSK bloklarında kiralanmış iki oda, bir salonun  ortasına yığılmış ev eşyalarından  plastik masayı, sandalyeleri mutfağa koyarken  ipek bir bohçanın içinden çıkmıştı o dantel örtü ‘aaaa…nasıl kıyıp da  gönderdi annem hayret.Ama tabii belki yüz tane örmüştür bundan, fazlalıktır ’la şaşkınlığını dillendiren; kışın kimsenin kolay kolay cesaret edemeyeceği beyaz renkli mantosunu giydiğinde hemcinslerinde,   çok sevmenize rağmen sizde dahi   kıskançlık  hissi uyandıracak; Eskişehir’de okuyup da kayıp zamanın izine düşmüşlerin uğramadan geçmeyeceği  geçmiş zaman mekanı kubbeli kantine adım attığında, tüm bakışları kendisine döndüren muntazam yüz hatları,  ince manken  vücudu, davranışlarında biz devrimci kadınlarda niyeyse  görülmeyen sanki doğduğu anda üstüne yapışmış bir nezaket,  naiflik  akan  Nesrin’e   ‘yardıma geliriz sana Bejna’yla.Elbirliğiyle yerleştiririz evi.’  teklif ettiğiniz  yardımın  ilişkileri sıkılaştıracak bir örgütlenme faaliyeti olduğu da  hep aklınızın bir köşesindedir. Bütün kız çocukları gibi sempatizanlarınızdan Nesrin’in  de;  etrafındakiler can siper hane   hazırladıklarından onlara ayak uydurup  çeyiz hazırlama furyasına katılan annesinin   ördüğü  dantel elindeyken   yorgunluktan uyuyakaldığını görüp  ‘anne ! kaçıncı yüzyıldayız.Tamam anladık kıtlık, stok  zamanı  neslisin ama  çoktan geçti gitti o zaman.  Çeyiz diye evde mal; çatal, bıçak, yemek takımını istif etmek çok saçma. Şimdi her şey el altında,  taksitle de satılıyor, hem artık kimse sehpaların, masaların, TV’ın  üstüne dantel örtüler sermiyor,  onların  modası    onlarca kadının parmaklarını, ellerinizi kullanamaz hale koyduktan sonra  geçti. Yazık oldu  tığla, şişle delik deşik ettiğin o ellerine’yle  içinde ukde bıraktığı, çok uzaklarda başka başka kadınlar  dizelere, satırlara, namelere dökerken  aldığı  tabak, çanak, fırın, bardak, havlu, nevresim takımlarına,  ördüğü  örtülerin, dokuduğu kilimlerin  her bir ilmeğine   evladına, torunlarına ait hayallerini, beklentilerini, umutlarını, hüznünü, acısını sığdırmış Türkiyeli anneler için çeyizin sadece eşyadan ibaret olmadığını  hiçbir zaman anlayamayacağını da düşünürsün.Gelişen teknolojiyle göre  yoğurtmatik, rice cooker, yaprak sarma düzeneği, yumurta haşlama makinesi, patates fasulye soyacağıyla  upgrade edilen  ‘sen alay et kızım, durma alay et, kocanın  arkadaşı, akrabası  banyoda yüzünü, elini  yıkayıp kurularken "misafir havlum yok?",  bol köpüklü kahveyi yapamayıp kendi kendine  "Türk kahvesi makinesi mi alsam acaba?" dedirtmeyeceğinden “canım annem nasıl da düşünmüşle” gözlerini dolduracak   çeyizin  bir evi ev yapan misafir havlusu, cezve, çatal, kaşık, süzgeç, demlik, cezve, fincan takımlı  olmazsa olmazlı bütün detaylardır a benim akıllı kızım’la, en verimli, enerjik  saatlerini  el işi yaparak  geçiren eşekliği  “çeyizi bol  kız iyidir, hastır... eşi olacak erkeğin  rahatı için daha evlenmeden kendini heder ettiğinden; sabunlansın diye lif, olası arabasına karpuz, magazin programlarını  birlikte izleyeceği televizyonuna örtü örmüş  birinin dışarıda da gözü olmaz”la  övgüye boğulan kızın bazen anneyle beraber  yaptığı düğünden birkaç gün önce  bir eve serilen sonra bakması için  haber edilen  ahalin de "haa iyi olmuş, hoo bu da varmış, hii bunun örneğini versene bana, hıı bize düşmez böylesi" zerzevat tepkiler vererek takılmalarından keyf alana ahhh benim annem… annemmm… annen.  Siz ne diyorsunuz ‘Z kuşağı onunda sonuna geldik ki bundan sonrakiler öncekileri fersah fersah aratacağından bence @ ya da Q kuşağı denecek’;  ‘ben anlamam kızım, kuşak muşak, benim gördüğüm şimdinin gençleri akıllılar, kendilerini ezdirmiyorlar bizim gibi.Geçenlerde haberleri izliyorum’; ‘ tabii ki başbakanın  Fatih Portakalı  değil mi? ‘ ‘iki elim kanda olsa …’; ‘ akşam başbakan Fatih’i sabahta başbakan yardımcısı İsmail Küçükkaya’yı izlemekten vazgeçmezsin de ama farkında mısın aynı haberi akşam Fatih, sabah da İsmail yorumluyor yani haber de, yorumlar da aynı.Demem o ki birini tercih et ya sabah, ya akşam izle ‘ ;‘ boşuna konuşma, vazgeçmem sen izleme bana da karışma…offf ne diyordum ha haberlerde muhabir   bir genç kıza ‘milli piyango da büyük ikramiye sana çıksa ne yaparsın ?’ diye sordu. ‘Şimdi  yapacaklarımı  yaşlanmaya yüz tutuğumda  yapamayacağımdan dünya turuna çıkacağım, gezeceğim tozacağım  gençken’ dedi, biz olsak oğlana kıza ev,yazlık,  toruna araba alacağız derdik .Oysa o kız doğrusunu söyledi doyasıya tadını çıkarmalı  gençliğinde insan hayatın,   flörtse flört, dansa dans, barsa bar, gezmeyse gezme..’ zamane gençlerinin istediklerine kavuşturacak bol paralı,  malı mülkü yerinde eşler aramalarına, neredeyse mal beyanı isteyecek hesap, kitaplı, sigortalı iş ilişkisine döndürdükleri evlilikle  geleceklerini garantileme peşinde olmalarına  bakıp  ‘biz onların yaşındayken, hiç böyle düşünmedik  keşke onlar gibi bu günleri el, ayak tutmayacak yaşlılığı da tahmin edecek aklımız olsaydı bak  şimdi  eller, dizler tutmuyor gezebiliyor muyum, iş yapabiliyor muyum…doğrusunu  yapıyorlar  gençliğimi,  saçımı evlada, kocaya, toruna akrabalara süpürge ettim de ne oldu? kim arıyor, kim  soruyor? boş emek boş…emek vermeyince değerin oluyor verince sanıyorlar mecbursun halbuki düşünseler  niye mecbur olayım ki? Anne olduk diye günahkar mı olduk? Üç şeye güvenme demişti  rayberin karısı Hayriye ne kadar  da demiş “kocana, evlada ve tavuğa”;’İlk ikisini anladım da tavuk niye’;’ eee temiz diye yediğin  tavuk  bir bakarsın ki  yaptığı pisliği eşeleyip afiyetle mideye indiriyor’. Haberde izlemiştim koca İngiltere’nin prensesleri  çocuklarını normal doğumla dünyaya getirirken en iyi doktorlara giden o prenseslerden  daha  akıllı, daha kültürlü bizim hamilelerde bir naz, bir naz…süzüm süzümler  amanda canları acımasın direkt böyle derler mi? demezler ‘doğarken yüzü gözü çizilmesin, hasar görmesin’le   bebeklerini bahane edip   sezaryenle doğumu moda yaptılar,  bir bakıyorsun  hop çocuğu kucağında veriyor hemşire… şekerleme, kek, börek onlarca süs seçip sipariş ediyor  bir gün öncesinden  oda süsleniyor,  eşe dosta haber veriliyor bayağı böyle tatile çıkıyormuşsun gibi valizini hazırlayıp gidip otele yerleşir gibi hastaneye yerleşiliyor, en büyük dertleri de  bakınca  ebeveynlerin  mali portresi çıkarılan kapı süsü nasıl olsun?Düşünüyorum da ne kadar zavallıymışız biz, çalışmaktan fırsat bulup da  çocuk ne zaman doğacak diye hesap yapmayı bilmediğimizden   köydeysek  malda, tarlada doğurup kordonu da tas ile keserdik,  şehirdekiler de yanımızda bir ebe altımızda bir alüminyum leğen doğururduk.Hiç unutmam Mine doğmuş baban açım diyor kalktım o halde   yumurta kırdım   be Allahın kulu, be vicdansız hiçbir şey için değilse bile az önce çocuğunu  doğurdu diye acı be!  kadın umurunda değildi erkeğinden  dayak yiyeni bilirim   lohusalıkta. Şimdinin gelinlerine bakıyorum da kocalarını ellerinde oynatıyorlar ‘lohusa kadına bu söylenir mi, yapılır mı?’yla. Rahmetli Ayşe teyze çıplak şeytanlar  koyunlarına girmesin oğlanlar da, kızlar da  oluyorlar eş delisi, buldumcuk. Yalnız sezaryen doğum yapan annelerin, biz normal doğum yapanlar gibi bir bağ oluşmuyor  çocuklarıyla aralarında.Çocuğu dünyaya getirmenin acısına, zahmetine katlanmadıklarından öyle  çünkü o nasıl bir acı bilmezsin sen, şöyle düşün bir can kopuyor canından …bir can ayrılıyor senden, bedeninden kolay mı?Onun için  çocuğun parmağı çizilse bizim çizilirde sezaryenle doğum yapanın  bizim kadar parmağı çizilmez. Annelik de kolay şimdi iki dakikada atılan çocuk bezleri, ıslak mendiler ne gezerdi bizim zamanımızda, boklu bezleri yıka, kaynat, gece gündüz uyuma, her evde dört beş çocuk, git kuyudan su çek, getir, banyo yaptır, yemek yap, soba kur, kömür , odun  taşı  ortalarda  baba, koca  yoktu ki.İşte bulaşık, çamaşır makinesinin , buzdolabının, cep telefonlarının olmadığı o zamanda annelik annelikti, şimdinin anneleri naylon…  naylon anne. Pek bir rahatlar hele de çalışıyorsa  babaannenin, anneannenin, teyzenin, halanın  eline ver , yolla kreşe baktırt çocuğuna…çoğu anne babaanne, anneanne teyze, hala, dede  kadar bilmiyor bile  evladı neyi seviyor, ne yiyor, içiyor, nelerden hoşlanıyor? Akşamı da ‘yorgunum aman ses etme yavrum’ la geceyi geçir. At  başkasının boynuna o baksın, o  büyütsün o da orda burada  dolansın anneyim’le dertlendiği yaşlılığında ancak gençliğinin, geçen  hayatının  kıymetini  kavrayan  anneniz gibi milyonları bulan çilekeşliği roman yazdırtacak   Türkiyeli kadınlar. Dünyaya evlenmek için getirildikleri sürekli kafalarına kakıldığından “asıl zaferi, kadının onu kaderi olarak benimsemesidir”le erkeğin merkeziliğini, egemenliğini yine  erkek egemen ayrımcı müesses  nizamla  kaderi  kabullendirildiğinden; toplumun baskısı, önyargıları altında  hele de kadına eşit fırsat sunulan kültürlü, burjuva bir ailede doğmamışsa ,Üniversite bitirip bir iş yerinde çalışsa dahi zamanının büyük bir kısmını   ev işi, hazırlaması  az üç saat süren kelli felli mantı, içli köfte,  su börekli yemek yapma , çamaşır, bulaşık  yıkama, ütü ‘aman bir şey olmasın’ la çocuğa bakma akşamda yatakta kocayı, küçük büyük fark etmez  evladı,  evlenmişse gelini damadı, torunu üstüne  akrabaları  memnun etmek için durmadan  bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji, konsantrasyonla çalışan evin satın almacısı, pazarlamacısı, temizlikçisi, aşçısı, çocuk bakıcısı, doktoru, iç mimarı, kuaförü  hele de  dünyanın en nankör, çocuk büyütüp kocaya bakan yaşam formundaki  mesleğine sahip ev hanımıysa  ücretsiz, sigortasız karın tokluğuna çalıştığından kocasının eline tutuşturduğu üç beş kuruş harçlıktan giyiminden, gezmesinden, yemeğinden  kısarak biriktirdiği  parayla da oğluna, kızına  çeyiz düzüp,  torununa istediğini alarak hayallerini öteleyen  bir adanmışlıkla çalışılan  aile içi  hizmet sektöründe  kendini, yeteneklerini tanıyamadan,  istediği ne bilemeden yaşlandığında  bu defa da hastalıklarla  cebeleşen Türkiyeli  kadınlardan bir Marie Curie,  Rachel Carson gibi bilim kadını, Jane Austen,  Rosa Luxemburg, Lou Salome, Simone de  Beauvoir, Sylvia Plath gibi düşünür, aktivist, yazar Edith Piaf,   Mirelle Mathieu  tadında şarkı sözleri yazan şarkıcılar, Sarah Bernhardt,  Merly Streep oyunculuğunda aktrisler çıkamazdı .. çıkmadı da.



Hah işte böyle !!! aferin, kadınların çilelerini işledikleri, gözyaşlarını damlattıkları çeyizler de mi  suçlu   ezilmişliklerinden, gelişememelerinden? Düz mantık yap olsun,  bitsin  diyorsun değil mi? Çeyiz, evlilik, ebeveynlerinle  hayatını sürdürdüğün  evinden  tek başına  ya da yanında eşinle, sevgilinle  geçiş yaptığın  yeni bir ev, yeni umutlar  kavramlarının getirdiklerini, götürdüklerini ailenin bir bireyinin eksikliğinin ne demek olduğunu sabah ondan sonra geride kalanlarla  kahvaltıya oturduğunuzda  anlarsınız. Şimdi yanımda olsaydı da danışsaydım dediğiniz anda aramak için bir bahane bulduğunuzda telefonu kocası, karısı açtığında daha iyi anlarsınız artık o sizin her şeyinizi  paylaştığınız  ilişki ağından çıkarak  içinde sizin bulunmadığınız  yeni ilişkisinin  ağını örmektedir. Geleneksel , yerleşik düşünce yapısında ilişkiyi sağlamlaştırdığına inanılan  bir bebek  de dünyaya getirililiğinde   siz de teyze, dayı, amca, hala olduğunuzda ve de  anne,  babanız ya da  aileden biri öldükten ya da ebeveynler bakıma muhtaç hale düştükten  sonra ulvileştirilen kan bağı, aile, kardeş  neymiş, ne ‘değilmiş’i  avuntu masallarını elinin tersiyle ittirerek  en gerçek…en çıplak  haliyle göreceğinizden   kan bağının değil merhametli, vicdanlı insan olmanın önemini  böylece büyük  hüsranlarla… kayıplarla… yıkıntılarla  öğrendiğiniz onlarca olayda  her seferinde bıçak kalbinize saplanmakla kalmaz, ta derinlere ruhunuzun en dibine batsın diye iyice  evrilir, çevrilir ki ömrünüz nihayetlene kadar  her yerinizde  oluşturulan   yaralarınız durmadan… yeniden bir güzel  kanasın diye.Henüz Oğuz, Mine  evlenmediğinden, diğerleri de daha yeni evlendiklerinden   ruhu kanatacak  o günleri daha yaşamadığınız  ‘nerden geldi aklına bu mütemadiyen kelimesi’ diyecek Haldun’un da  dünyada bulunmadığı  ilk gecede daldan dala atlayan beyninin ruhunu yormasından bitap  yine de  kullanmaktan tereddüt etmeyeceğin kelime  ‘ mütemadiyen  kar  yağıyor’ olacaktı. Sahi bu gece  karda mısın  Haldun? Şimdi tam sırası değil mi Ahmet Kaya’dan “göğsüm daralıyor yüreğim yanıyor...olmasaydı sonumuz böyle”yi dinlemenin… yani biz hep mi ziyandayız ? hayatın yüzüne tükürerek ‘ benden bu kadar… haydi bana eyvallah dedin ve gittin öyle mi? eline cesaret bileti tutuşturan manik depresifliğin bile  olsa hayatı terk etmek ne kadar da  kolaymış değil mi?Sen bu kararı alırken çoğumuzun  yeni aldığı nano teknoloji, neo frost özellikli  buzdolabının, Kelebek mobilyadan yaptırdığı parlament mavisi  mutfak dolaplarının, çelik kapının  taksitleri bitmemişti, evlilik planları vardı Oğuz’un, Serdar’ın, yine maaş yetmediğinden  asgari ödeme yapılacaktı Nilgün’ün, Proust’un kitaplarını da taksitlendirildiği kredi kartına  sonra  iş, güç, sorumluluklar, aile duruyor bir yerlerde de ve sen !  karda mısın Haldun?  bizse çok mu ziyandayız yani? Bugünün yılbaşı olduğunu bile…bile niye bugün Haldun niye ???? Hep olageldiği, seninde bildiğin  gibi  Aralık ayı boyunca özel gün sendromuna kapılanlardan durmadan “nerdesiniz...nerede kutlayacaksınız...Meşrep’de limitsiz içki kişi başı 150 TL  orda toplanacağız...kim ???  kim olacaksınız? ayyy O’da mı !! felaket  !!! desene gitti güzelim yılbaşı...bu sene evde PTT partisiyle takılacağız  şöyle güzel bir sofra rakı, birkaç meze yeter” duyacağınız yılbaşı sonrası yılın ilk günü de   geç vakitte uyanıp eğer zom olunmuşsa dün geceki çılgından  zerre eser kalmadığı da görülerek bütün gün pijamayla dolaşmanın keyfinde,  elde kumanda televizyonun karşısına oturulmadan   Milli piyangonun kime çıktığı merak edildiğinden evdekilere ‘öğrendiniz mi kime vurmuş bilet, amorti hangi numaralar’ diye seslenildikten sonra  açılan ulusal kanallarda "yeni yıla Habeşistan böyle girdi, Kiribati şöyle girdi, Paris’te eğlenceden taş üstünde taş kalmadı, New York’ta Times Square’da insanlar çılgınca öpüştü, Taksim de yine tacize maruz kaldı kadınlar... Antalya da gelenek bozulmadı bu yılda  buz gibi denizde  yüzdüler ",  geçen yılın magazin, geçen yılın önemli olayları,  geçen yılın spor olayları vs tandansında klasik  yılbaşı sabahı haberleri izlenip ‘millet nasıl da eğlenmiş bizim ev hariç her yerde eğlence varmış, bizden kelli herkes bir başka girmiş yeni yıla’ düşüncesinde  günün ilerleyen  saatlerine ‘evde oturmayalım öyle, millet çoktan girdi yılbaşına  arkalarda kalmayalım’la  alışveriş merkezlerine gidilen, indirime girmiş mezelerden, kuruyemişlerden, hindiden  alınan,  bir şey alınmasa da etrafa şöylece bir göz gezdirilerek bilindik yerlerin geçen yıla nazaran değişmemiş olacağının teyit edileceği, çok fazla anlam yüklemeyenlerin,  yükleyenlerin umuduna, coşkusuna da  gıpta etmeden geçemedikleri sensiz  bu ilk  yılbaşı yaşandı…geçti bile. Son dört beş yıldır dışarıda lokalde kutladığım ama genellikle evde geçirdiğim ve  ‘ yılbaşı  nitelendirilen zaman diliminin bir önceki günden ya da bir sonraki günden nitelik olarak herhangi bir farkı mı var? Aslında yılbaşı, Avrupa’da ki gibi kalabalık içinde, meydanlarda kutlanılması  gereken bir eğlence ama Türkiye’de kalabalığın kalitesi mi var? Yılbaşı akşamı ne yapılıyor toplanılıyor...yeniyor...içiliyor...şarkı söyleniyor... Yahu bunu ben her akşam yapıyorum yani şimdi ben her akşam yılbaşı mı kutluyorum? Benim o akşam podyumları şenlendirip, performansımı sergilemem , yılbaşını dışarıda geçirmem için hiçbir geçerli nedenim yok olamaz da zira  belirlenen tarihte eğlenme kültürünü, mecburiyetini reddediyorum. Bir gün sonra içeyim, gezeyim zinhar olmaaaz. Herkes eğleniyor sen de eğleneceksin. La yürü git...git bi faşist zihniyet. Sivil itaatsizlik taraftarı benim kafamı kızdıracaklar  ağzıma içki koymayacağım o gece ben ve  mandalinanın dayanılmaz hafifliğini yaşayacağım’ düşüncelerin yüzünden seninle birlikte hiç kutlamadığımızı fark ettiğim   yılbaşını bana sevdiren akşamından kalan başta Rus, Amerikan salatası, haydari, şakşuka, zeytinyağlı dolma, pastırma, kekler, börekler, pastayla.ki çoğu zaman  baş ağrısıyla uyandığım  nihilizm, pesimizmin doruklarında yüzdüğüm yılın ilk sabahında,yılın  en güzel kahvaltısının yaptırtmasıdır bu aynı zamanda yılbaşının evde geçirmenin de en güzel tarafıdır.Düşünüyorum da çocukluğumuzda, soba, mandalina, tombala ile özdeşleşen zamanlarda  eskiden idi o güzel yılbaşı geceleri aile ile eş, dost ile girilen. Şimdi büyüdükçe yalnızlık her yerde; kayıplar… gidenler…gelenler… ölenler… küsenler ile beraber kimse kalmıyor. Bu yüzden  şimdi eskisi kadar  anlamı olmayan yılbaşına yalnız girmek istiyorum bende, senin gibi Haldun.Zaten  bıraksalar da yalnız   olsam iki muhabbet edeyim diyorsun bir havalar bir haller, bir fara tafra sanki zorla oturtmuşuz gelinleri, damatları yılbaşı masasına bir alınganlık, bir depresiflik. Artık mesaj atmak bile istemez oldum. Siz de yazmayın! dediğim   şu an,  bu gece ne tabakta geceden kalmış iki üç leblebi, Antep fıstığı...ne halıda kahve, şarap lekeleri...ne mutfakta tepside arta kalan yılbaşı hindisi, yılbaşı pastası , barbunya pilaki, ıspanaklı börek ...ne kirli bulaşıklar…ne geceden kapatmayı unuttuğunuz özenen bezene aldığınız rengarenk mavi, lame, fuşya, yeşil toplar,  melekler, lame, pembe zincir, simler, minyatür Noel babalarla süslenmiş yılbaşı ağacının yanıp sönen ışıkları...ne ışığı kapatıp televizyondaki sunucuyla birlikte saat onikiye on saniye kala yapılan geriye saymalar... sanki yılbaşı hiç uğramamış gibi...sanki yılbaşından habersiz gibi duruyor ev; salon, mutfak. Bu gece yılbaşı masasında ‘çok severdi içkiyi’ diye,  diye  bütün kadehler ‘Haldun’a diyerek senin için kaldırıldı. Birazdan...üç dört saat sonra akşam posası çıkarıldığından dinlenmeye çekilen ıssız  sokaklarına alabildiğine sakinliğin çöktüğü, sessizliğe bürünmüş, kar altındaki  şehrin Ankara’nın belki de 365 gündeki   en güzel zamanı,   yeni bir yılın ilk günü başlayacak Haldun, sensiz... Ve ben ilk defa bir yılbaşı gecesi bu saatte ayaktayım.  Gecenin bu saatinde daha önce defalarca yaşandığından;  hakikaten bir sonraki gün değil de bir sonraki yılmış gibi soğuk gelen... alışmak sevmekten daha zor gelen... hiçbir şeyi değiştiremediği; sayfalarında , günlerinde  kaybolma riskinin varlığı  da bilindiğinden; dışı  dolu görünen ama içi boş da gelen... hayatın gerçeklerine dönmeyi dört beş saatliğine öteleyenlerin, her şeyin bal kabağına dönüşecek ân’a saat onikiye  hazırlandıkları saat sekize doğru şık giyinmiş kadınların, erkeklerin yılbaşı kutlamak için barlara, cafelere, restoranlara akını  yüzünden sıkışan, ilerlemeyen trafikten, onikide gökyüzünü aydınlatan ki bu sene atılıp atılmadığını dahi anımsamadığım havai fişeklere  şişeleri, kadehleriyle  eşlik edip  “hoş geldin “ naraları atan, dans eden, sarılan  insanlardan eser yok caddelerde.... o kadar insan, o kadar araba nereye kayboldu koca şehirde dedirten sessizliğin ortasında öyle boş, boş bakıyorum karşı apartmanda perdeleri açık  birinci kattaki dairede pencere kenarına kurulmuş dev yılbaşı ağacının yanan mavi, yeşil, kırmızı, sarı  ışıklarının karada oynayışına...  sen  hâlâ karda mısın Haldun?  bizse çok mu ziyandayız yani? Yokluğunla o kadar perişan…yeni bir başlangıç yapmaktan…bir şeylere son noktayı koymaktan o kadar  uzağım  ki bu gece; belki başka bir gün elime geçseydi okuduğumda yıkılacağım, kendimi sorgulaya…sorgulaya öldüreceğim  O’nun mektubu o kadar basit ve önemsiz kaldı ki sensizliğin yanında.Karanlık gece aydınlanıyor,  ışığı yakıyor Mine ‘pencere önünde nereye bakıyorsun? niye ışığı yakmadın? Onca içkiye uyuyamadım bende, üşümüyor musun? burası  buz gibi  kapat pencereyi hastalanacaksın ’ direktifiyle kapatmak için elini uzatırken öğrenmiş oluyorsun ki pencereyi  açmışsın  ‘gözümü aldı ışık, kapatsana,  yakmana gerek yok bak gece  kar sayesinde gündüzü yaşıyor’ derken Esin sen,  ağladığını görmemi istemiyorsun  benimde senin görmeni istemediğim gibi’yle kapatıyorum lambayı. Haldun diyorsun gözlerini Esin’in perdesini  çekmediği  pencereden ayırmadan  ‘bugün ilk defa… ‘; ‘evet…’ yan yana pencereden yağan karı seyrediyoruz sessizce  sonra her zamanki gibi ilk sen bozuyorsun sessizliği ‘ Mine’;’evet’; bir şey soracağım sana, Haldun  neden yaptı ve sen bunu yapacağına dair bir şey sezmiş miydin?’ madem intiharı ciddi ciddi düşündüğünü az çok  sezmiştin  keşke  bana da söyleseydin belki bir yolunu bulur vaz geçirirdik,  neden söylemedin demenden korktuğumdan ‘hayır hiç bir şey sezmedim,  sigara içeceğim ya sen ?’ diyorum arkamdan bağırıyorsun ‘ yani sen Haldun’un ağzından düşürmediği  mısrayla diyorsun ki  “maskelerimizi kuşanıp yalanlarımızı çoğalttık. hepimiz mezarıyız kendimizin” öyle mi? Öyle değil ama öyle olsun’. Bir şeyden mi şüphelendin  yoksa öylesine mi konuştun o an inan umursamadım bile mutfakta masanın üzerindeki paketten bir sigara çekiyor yakıyorum,  her şeye yerli yerinde bu gece tertemiz mutfak, bulaşıklar makineye yerleştirilmiş. Şaşırdım da nasıl oldu da gelin hanım anneme yardım etti, tarihe geçecek bir akşam aslında  o kadar tembel birinin …mecbur kaldı,  halimiz mi vardı bizim, Haldun’u kaybetmişiz, Cem’in içi cız etmiştir hanımı azıcık çalıştı y ama biri ortalığı toplamasına yardım etmeliydi değil mi annemin?Yılbaşı da bitti işte, ben olsam bu durumda dayımları, diğerlerini bu akşam kabul etmezdim yılbaşı kutlayacak hal mi  vardı ? Ama insanoğlu o kadar bencil ki yok efendim çocuklar hazırlanmış ona göre program yapmışlar ya bir de hayatınızda bir kez de olsa  empati kurmayı deneyin elinize mi yapışır…ölür müsünüz?Gece boyu dayımın  ‘ yazık etmiş kendine, başa çıkılmayacak ne sorun olur ki hayatta… birkaç kez sizde rastlamıştım da   biraz farklı gelmiştir gözüme. Hayat bu kızım, insan ölür  kalanlarla  devam eder şimdiki gibi. Esin’le , Oğuz’u anlıyorum şok geçiriyorlar bildiğim kadarıyla senin o derece ilişkin yoktu Haldun’la,  yeter ama biraz canlan bak çocuklarda kötü  bir şeylerin olduğunu anlayacaklar’ uyarısına maruz kalmaktan… "mış" gibi yapmaktan…yoğun bir ilişkin olmasa bile tanıdığın biri ölmüşken  hiçbir şey olmamış gibi davranmamı bekleyen  bilgiç dayımın öyle şefkatsiz  konuşmalarından   yorgun düşmüşüm. Hayır anlamıyorum, herkes nasıl da inandırıyor kendini ‘yılbaşına nasıl girersem öyle geçer, mutlu olmalıyım, mutlu, mutlu, mutlu...yerimde durmamalıyım’ yalanına. Sırf o yüzden tepinen, içen, kırmızı donla sevişen, eğlenen  tipler var ki doğruysa bu yılı  ölüm yüklü geçireceğiz Ölüm haberini almadan önce  internette rastladığım  yeni yıl mesajları içinde beni en çok etkileyen "tomorrow is the first blank page of a 365 page book. write a good one. yarın, 365 sayfalık boş bir kitabın ilk sayfasını yazmaya başlayacaksın; ne olur güzel bir şey olsun!"du. Sen Haldun, 365 günün son ve ilk sayfasına kazısan da çıkmayacak, unutulmayacak  öyle bir şey yazdın ki  kalbimi,  ellerimi, bacaklarımı, kollarımı da öldürdün şu an hiçbir şey hissedemiyorum, bak  sigarayı bile zar zor yakıyorum titreyen ellerim yüzünden. Şok…şok geçiriyor  dedikleri bu herhalde… bir anda  kaybettiğimden seni felç her yanım, kimseye  ‘biz Haldun’la çıkıyorduk, sevgiliydik’ da diyemiyorum  ‘nasıl olur… alay barındıracak bravo size’den   çekindiğimden değil ‘ neden…niye gerek duydunuz saklamaya. Pek bir güzel de  saklamışsınız’a  ne cevap vereceğimi bilmediğimden…  hissetim mi intihar edeceğini? Hayır çok iyi gizlendin,  gizledin  benden sevdiğinden de… sevdin mi beni şu an , bu yaptığından sonra inan ondan bile emn değilim artık. ‘ Mine bugün o kadar canım sıkkın ki, işe girsem de bir an öncede annemin saçmalıklarından kurtulsam. Önceki üç kitabını öteleyip  son kitap  Kuran’ı dünyaya yollayarak kulları arasına nifak sokan’; ‘tövbe, tövbe de’; ‘demiyorum ne olacaksa bana olacak sen niye korkuyorsun ki ha ne diyordum  kullarını birbirine düşürmekten hoşlanan ,  zevk alınacak  her şeyi  özellikle de  Müslümanlara yasaklayan, günah saydıran  Tanrı; Müslümanları  günde beş vakit eğil, kalklı  namazla mükellef kılmış ya ona da  tamam ama bebeğim namaz aynı namaz, dua aynı duayken niye her namaza farklı rekat istemiş ki? Ondan da vazgeçtim ama bu evlerde  Kuran okuma partileri düzenleme canıma yetti, yirmi günde bir sıra anneme geliyor, hayır çalışsam görmem, etmem de  ne yazık evdeyim’;’bunun için mi canın sıkkın?’;’ yok, annemin Hafize diye bir arkadaşı var, aman… aman sanırsın din alimi,  annem gibi ayakta su içtiğimi görse ‘oğlum  su oturularak içilir, günah’la yaptığım her şeye müdahale ediyor’;’ ben de tanıyorum  şu iğneci Dursun’ların evinin önündeki iki katlı evde oturan Bolu’lu Hafize teyze mi?’ ; ’ evet işte o’;’ o her şeyde  bir günah bulur, saçını açma, pantolon giyme, gülme…öbür dünya muhabbetti. Ben de anlamıyorum Tanrı Kurandan önce gönderdiği kitaplarda neyi eksik gönderdiğini düşündü de  Kuran’ı indirdi ve niye diğer kitaplarda bunca yasak, günah  yok. Yahudilere, Hıristiyanlara her şeyi yapmak, dünya nimetlerinden faydalanmak şaraba banılan  ekmek  bile mubahken  Müslümanlara  yasaklayıp günah sınıfına koymanın ne manası vardı ki. Günah, kötülük varsa da bu dünya da Tanrının izniyle var. Böyle düşününce diyorum ki  kul elinin değdiği her şeyi değiştirebilecek yapıda, o zaman bu elinin değdiği kutsal kitaplar için de geçerli bir kural.  İnsanların bugün inandıkları  Tevrat, Zebur,  İncil, Kuran’ın  ilk yazıldığı günkü gibi değiştirilmeden bugüne getirilmesi mümkün müdür?İnan kimin eli değmişse o  işine gelen yeni bir şey  ilave etmiş, hoşlanmadığını da  çıkarmıştır.Aslında Kutsal kitaplar için bir güncelleme de şart, teknoloji bu kadar gelişmişken …Esin geçenlerde dedi ki  anladığım kadarıyla Müslümanlara göre  Almanlar, Fransızlar, İngilizler, Norveçliler…., …,  sıra dışı onlarca sanatçı, yazar, şarkıcılar  Satre’ler, Camus’ler,  Kurt’lar, Edith’lerin tüm medeni, kültürlü  insanlar, sevdiğim yazarlar  cehennemde toplanacaklar.Bende diyorum ki  bu ülkenin insanlarından ne hayır gördüm ki onlarla cennette de birlikte olayım iyisi mi tüm günahları işleyip cehenneme gitmek en mantıklısı…haksız da sayılmaz bizim kız. Ayyyy  sıkıldım bana ne günahtan, dinden.. konuya dönelim mi? ne olmuş Hafize  teyzeye ‘;’ duymadın mı?’; ‘duymadım tabii’; ‘ iki çocuğu var biliyorsun Mehmet, Funda  kocası  Mustafa  amca  maşallah yüzünde hiçbir mimik yok, ruhsal olarak da pek iyi görünmüyor neyse işte onların kızı Funda intihar etmiş.’;’neee..ne  zaman ‘; ’ iki üç gün oluyor , gazeteler de yazdı’;’ çok üzüldüm Funda’yla muhabbettim yoktu yolda görür selamlaşırdık o kadar,  genellikle siyah giyinir, kedileri severdi. Allah Allah, akıllı kızdı Eskişehir’de okuyordu galiba Ezacılık bölümünü kazanmıştı’ kanepedeki  Pazar 23 Ağustos  1998 tarihli “  Kendisine hiç şans tanımadı” başlıklı haberin olduğu gazeteyi uzatıyorsun  ‘oku bak’ uzun saçlı hüzünlü bakışlara sahip  gencecik bir kızın arkasında boğaz manzarası olan resmine bakıyorsun ’ unutmuşum bu kadar güzel olduğunu’ yla Haldun’un da duyacağı biçimde yüksek sesle okuyorum haberi ;
“22 yaşındaki üniversite öğrencisi Funda ….. 'kedilerime iyi bakın" yazılı bir not bırakıp yaşamına son verdi. Kedilerini o gece ve daha sonra bir daha gören olmadı. Onlar o eve bir daha hiç dönmediler. Saat 23.00 sıralarında ayrıldı arkadaşlarından. Eve geldiğinde bir süre gitar çaldı. Pencerenin önünden geçenler dikkatle kulak kabarttılar mütevazı evden sokağa yayılan o hüzünlü melodilere.Sonra koltuğu kalorifer borusunun hemen önüne çekti. Evdeki oyuncak ayıların tümünü toparlayıp koltuğa dizdi yan yana. Koltuğun hemen kenarına da gitarını koydu; büyük bir özenle...Sonra bir şeyler karalayıp masanın üzerine bıraktı. Şöyle bir düşündü. Evet; her şey tamamdı.
Üniversite öğrencisiydi
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesi son sınıf öğrencisi Funda Kocataş ailesinin yanından kopup geldiği bu kentte 2 kız arkadaşıyla birlikte tuttuğu bir bekar evinde yaşıyordu. Okulda ite kaka son sınıfa gelmişti.Sevmiyordu okulunu. O sanatçı ruhluydu. Öğrenim yaşamı boyunca hep sanatsal etkinliklerin içinde olmuştu. Müzik, tiyatro ondan sorulmuştu hep. Eczacılığın birbirinden karışık kimyasal formülleri, uzayıp giden ilaç reçeteleriyle pek bağdaşmıyordu tutkuları. Yine de Bolu'da bırakıp geldiği ailesinin hatırı için mezun olmaya hazırlanıyordu okuldan. Herkes tatildeydi ama o bütünlemeler için biraz çalışmak istediğini söyleyip erken dönmüştü Bolu'dan.
Nereye geç kalmıştı?
O gün arkadaşlarıyla bir kafede buluştu. Bir şeyler yedikten sonra okey oynamaya daldılar. Saatin 23.00 olduğunu fark edince, "geç kaldım" deyip vedalaştı arkadaşlarıyla. Sonra eve gitti.Onunla aynı masayı paylaşan arkadaşlarından biri bir anlam veremedi Funda'nın bu, "geç kaldım" açıklamasına. Nereye ya da niye geç kalmış olabilirdi ki. Daha önce de defalarca okey oynamışlardı. Zaman zaman saat 02.00'ye kadar sürmüştü bu okey partileri. Evde de kimse yoktu. İstediği saatte gidebilirdi. Merak etti. Saat 01.00 gibi o da Funda'nın peşinden eve geldi. içeride ışık vardı ama Funda bir türlü açmadı kapıyı. İyice meraklanmıştı. Ev zemin kattaydı. Mutfak balkonunun aralık kalan kapısından girdi içeri. Salon kapısına geldiğinde dehşet içinde donup kaldı.
"Öbür dünyada görüşürüz"
Hemen polisi aradı. Polis geldiğinde o, Funda'nın bıraktığı notu okuyordu gözyaşları içinde. Funda ev sahibinin tatile çıkacağını hatırlatıp, "Kira ve telefon borcum var. Lütfen hemen ödeyin" diyordu. Sonra da, "Beni yaşama bağlayan hiçbir şey kalmadığı için ölümü tercih ettim. Sizden tek isteğim kedilerime sahip çıkın, eğer varsa öbür dünyada görüşürüz" diye tamamlıyordu veda mektubunu.
Sırlarıyla gitti
O çok sevdiği kedilerini bir daha hiç kimse görmedi. Onun öldüğü gece kayboldular ortadan ve bir daha geri dönmediler. Bolu'daki ailesi cenazesini almaya geldiğinde perişandı. Ne olup bittiğini anlayamamışlardı.Arkadaşları ise şaşkındı. Ne olmuştu da böylesine üzülmüştü Funda. Onun gibi yaşamayı, paylaşmayı, arkadaşlığı, dostluğu böylesine seven birinin kendi ölüm fermanını yazmasına neden ne olabilirdi.Onlar birbirlerine ve kendilerine bu soruları soradursun Funda'nın bedeni çoktan karışıp gitti kara toprağa. O sırları, özlemleri, istekleri, sevgileriyle baş başa başka bir yerlerdeydi artık. Kolay yolu seçmişti. Hiç mücadele etmemişti...Kendisine hiç şans tanımamıştı..”


Bir gün Funda’nın merhume görümcem, Can’nın da halası olacağını bilmeden gazetedeki  resmine yeniden bakarken ‘ne kadar yazık, hatırladığımdan daha güzelmiş,  abisi Mehmet seninle, benim yaşıtım  67’li…sesiz sedasız bir oğlan. ‘;’orda dur ! yanlış bilgi, ben 66’lıyım senden bir yaş büyüğüm Mine. Ağabeyin Oğuz’ la  aramızda üç yaş, Esin’le altı yaş var.’;’Yirmi iki yaşında bir insan neden öldürür kendini, kıyar gençliğine  ve neden bu denli güzel insanlar, hep bir aceleleri varmış gibi yaşayıp erkenden terk eder şu dünyayı hiç anlamam ! derdi neymiş  yani diyorum ki parasızlık, sevmediği bir bölümü okumak bunlar hayatı karartma gerekçesi olmalı mı? ’;’Mine, intihar eden niye illa hepin(m)izi ikna edici bir sebep bırakmalı ki arkasından, ne mecburiyeti var? kendi doğrusunu, düşüncesini başkalarına  dayatmaktan…öldüğü halde ölü bir insanın yaptığı seçime dahi müdahale etmekten vaz geçmeyen iliklerimize işletilmiş acıdan… ezmekten…yok etmekten başka bir getirisi olmayan, memleketteki en özgürlükçü insanı dahi kuşatmış bu faşist zihniyet, anlayış öldürecek beni.Türkiye olarak bunca yıkıntı getiren  yaşanmışlığa  rağmen bu kadar zor mu?? etrafımızdaki  ilişkimizin bulunduğu kişilerin bizim istediğimiz biçimde davranmalarını, yaşamalarını dayatmanın, onları  hizaya getirmenin olanaksızlığını anlamak. Bir arada  huzur içinde yaşamak için  birbirimize saygı göstererek karşımızdakinin de istediği biçimde yaşamasını, davranmasını kabullenip, eleştirmekten vazgeçmeliyiz. Bu insanı kıstırmaya varan negatif eleştiri mekanizması öldürücü  bir  tahrikliği de beraberinde  getiriyor. Hepimizin yaptığı annemin ‘bu odanın hali ne ?Kitaplar yerde, yanında kazakların ya derli toplu olsan ne var…’  ya da ‘cam demlikteki bitki çayını buzdolabına koymasan bir şey mi oluyor’ sitemlerinin ardındaki  kendini mükemmel saydığı  derli topluluğunu…doğru gördüğü  mantığını  bana dayatmasından başka bir şey de değil. Aynı şekilde ben mesela ne yaparsam yapayım, kendime göre  ‘ yapma vücudunu  bu kadar hor kullanma ilerde elin ayağın tutmayacak illa da yapacağım diyorsan al süpürgeyi eline süpür  daha akıllıca … çırpa çırpa  yıprattığından tez zamanda, altı ayda bir halı, kilim alıyor gariban babam’  diye mantıklı  konuştuğumu sanıyorum ki bu konuda öyle de ama  söylediklerimi  destekleyen onlarca bilimsel, grafikli  istatiksel  verileri önüne sersem de   annemi ikna edebilmem mümkün değildir o yine   her gün kilimleri toplayıp ,çırpacak. Bu durumda  yapılacak tek şey kalıyor adına ister fedakarlık, ister tolore  etme de, annemin istediğini yapmasına ses çıkarmayıp ya  onunla bir arada yaşayacağım ya da çekip gideceğim. Aynı evi paylaştığımız anne, babamız, kardeşlerimizle, yurtta aynı oda da kaldıklarımızla, ev tuttuklarımızla ya da evlendiklerimizle aynı şeyleri yani aynı  dayatmaları  yaşayacağız. Eşinde, arkadaşında, ailende olsa elbette kişilerin  birbirinden farklı  zevkleri, davranışları, düşünceleri  olacak, olmalı da iş o ki o kişilerle   birlikte geçinmenin yolunu bulurken  ‘bunu yap…bunu ye…bunu iç…bunu giy…çıkar o elbiseyi yakışmadı…diş fırçanı şuraya koy…sende bu diziyi seyret…ne buluyorsun o insandan konuşma…o partiye oy verme ‘lı yüzlerce   dayatmalardan vazgeçelim,  sevmediği halde  ‘ zerdeçallı mercimek çorbası  vitamin deposudur ‘ diyerek çorbanın içine atmaktansa  baharat kutusunu uzatacaksın ‘ben seviyorum ama seni bilmem,  istersen bir dene’ diyebilmeliyiz.Sana, bana  mantıklı gelmedi, hoşlanmadık  diye  karşımızdakinin davranışını, isteğini, hayalini, düşüncesini,  sevdiklerini ki bu bir yemek de olur,  bir lider olur  küçümsememek… kırmadan, tahrik etmeden, köşeye sıkıştırmadan, dayatmadan saygı duyarak istediğini yapmasına…istediği gibi  davranmasına… düşünmesine…yazmasına… oynamasına…  giyinmesine…ibadet etmesine  karışmama  tavrı  bütün ilişikler için geçerlidir ve inan bir arada huzur içinde,  hayatı zehir etmeden yaşamanın başka bir yolu da  yoktur. Sadece ikili değil  dinsel, mezhepsel, kökensel  Hıristiyan, Müslüman;  Alevi , Sünni;  Kürt, Türk ilişkilerinde de  bu böyledir.Bırak Hıristiyan Noel’ ini kutlasın  sen de Ramazan, Kurban bayramını. Alevi oniki imam orucunu tutsun sen Ramazanını. Ama yok illa biz  Müslümanlara  göre Noel günah,  oruç Ramazandır…madem bu ülkede yaşıyorsun Kürtçe değil Türkçe konuşmalısın  diye dayatılmasa sanki ölünecek…sanki ülke ülkelikten çıkacak. Yoksul, gelişmemiş  ülke insanların zihniyetten de gelişmediklerini açığa vuran insanın her şeye sahip olması  dünyadan, hayattan zevk almasını  gerekli kılar  mantalitesine de karşıyım ben,  bir an gelir  kişi  yaşamdan eskisi kadar keyf almaz; sürekli birlikte olduğu… her gün gördüğü… konuşa konuşa artık konuşacak bir mevzu bulamayacak hale geldiği ,  birbirilerini tükettiklerinin farkına varmadıklarından yalnızca varlığından sıkıldıklarını hissettiği  eşini, sevgilisini, çocuklarını, ebeveynlerini,  kardeşlerini, arkadaşlarını kimseyi  görmek, kaprislerini çekmek  istemeyebilir de. Ama yok böyle bir şey olmamalı değil mi?Çünkü bizler daha gecekondudan çıkıp ta apartmanlarda yaşamaya başlamayanlar kent kültürüyle henüz tanışmamışlar çok fazla şeyden  en başta kaloriferli bir evden yoksunuz, o yoksunlukları bulaşık, çamaşır makinesini, deri koltukları, konsülü, şıkırtılı avizeleri, evi, arabayı, yazlığı almak, evlenip çoluk çocuğa karışmak akşamları ailemizi yanımıza alıp lüks bir restoranda arkadaşlarla buluşup yemek, içmek, tarihi şehirlere  Mardin’e, Kilis’e, Avrupa’ya gitmek, çocuğumuza iyi bir eğitim aldırmak, baleye, satranca drama kursuna göndermek, organik sebze, meyve tüketmek  için sabah akşam didinirken  bunca değerli meşguliyet arasında  acaba sınırlarla yaşadığımız hayat, bu kadar çabalamaya değiyor mu sorusunu sormadığımızdan huzurlu,  mutlu olduğumuza kendimizi inandırarak böylece  kandırarak katlanıyoruz hayata’ diyerek sürdürdüğün  konuşmana devam edeceğini düşünürken elimdeki gazeteyi alıp duvardaki kütüphane işlevi verdirdiğin tahta  rafına bırakmıştın. Cevabını bildiğimden ‘hiç Nilgün Marmara, Tezer Özlü okudun mu Mine?’demeyerek aniden konuşmamı bitirmek istiyor canım. Zira okusaydın ki ben de bunu  anlayamıyorum  aynı evde yaşıyorsunuz Esin okurken  hiç  merak edip de bakmıyor musun  ne okuyor diye; okusaydın şayet  Funda’nın geride bıraktığı notta yazdığı “kedilerime iyi bakın” cümlesinin Nilgün’ün   "kuşlara iyi bakın"  vasiyetini  çağrıştırdığını anımsardın. Ben gibi  deliren ama delirdiğini bilmeyenlerden  Zelda’yı,  Tezer’i,  Kaan’ı,  Sylvia’yı    hiç birinizi birbirinizden ayırmıyorum. Elindeki gazeteyi uzatırken bana  Haldun  demişti Esin ‘Tezer Özlü’nün arkadaşı hani şu benim sana oku diye verdiğim ‘;’ ve benim de okuduğum nerdeyse altı hemde kırmızı kalemle çizilmemiş satır, paragraf bırakmadığın, gitme isteğini, gidebilmeyi ama en çok kendine gitmeyi, içine sıkışmışlığı anlatan gri renkli “yaşamın ucuna yolculuk” kitabının yazarı’; ’ aşk olsun seni  imtihan ettiğim mi var, okuduğunu biliyorum’;’ okurken benim de altını çizdiğim, hak verdiğim bir çok cümlesi..düşüncesi var. Zaten kitabı bitirdiğinde ,sonrasında mutlu??  mesut ?? yaşantısına  dönemiyor insan Biliyorsundur da yine de  kitaplardaki satırların altını çizmek, bir yalnızlık... bir yalnız kalmama telaşı. Karşılıklı bir ‘seni anlıyorum...hissediyorum’ çünkü bende öyleyim "beni anlıyorsun, hissediyorsun" itirafı..’;’nasıl diyorsan öyle olsun, ben başka bir şey diyeceğim kitabı sana verirken ne demiştim hatırladın mı? bak dümdüz saçlarının omuzlarına döküldüğü şu gülen fotoğrafındaki kalın kaşların altındaki  bakışlarının gerisindeki susarak, yazarak  haykırmaktır Tezer. Bugün gördüğüm   Nilgün Marmara’nın bu fotoğrafı  Tezer’in fotoğrafından daha çok  etkiledi beni,  ölüm yıldönümüymüş. Genç öldüğü için   yaşasaydı bu kadar ünlü olamazdı diyorlar ya affedersin ama  bunu diyenler bok yesinler, onun yazdığı  her bir  satıra kurban olsunlar’ .İşte  ben böyle tanışmıştım seninle, gazetedeki siyah, beyaz fotoğrafın…ardında ağaçlar, demirli bir pencerenin gerisinde sanki bir hapishanede  ayakta duruyor ve sanki çok uzaklardan belki de bu dünyanın dışında bir yerlerden bana bakıyordun  içeri girip girmemekte tereddüt eder bir  halde, sonra tereddüdünü yenip  sonsuz, duru gözlerinle giriyordun içeriye, yanı başıma oturuyordun. O  kadar sahiciydi ki  fotoğrafın… sahici  fotoğraflar çok şey de anlattığından ‘ölmüş de olsa benim gibi birisi var olmuş’la  ruh arkadaşına rastlamanın kişide, bende yarattığı bir “yalnız değilim” sevinci… ruhumun bensiz yaşamış,  erken solan yüzü…hiçliğimin yoldaşı, ne kendini dünyaya, ne dünyayı kendine uyduramamış sırf bu sebeple bile o fotoğraftaki gibi  hep yirmidokuz  yaşında kalacak olması yetmişti  rahatlamama.Sonrasında yazdıklarını törpüleyip hoşa gidecek, tek cümlelik alıntıları  mesengerdan birbirine mesaj attıklarını gördüğümden okuyucularının  yazdıklarını  sonuna kadar okuduğunu zannetmeyeceğim “Kırmızı Kahverengi Defteri”ni almıştım. Dünyanın en mutsuz insanlarının, gidip dünyanın en mutsuz yazarlarını okuması... biraz bencilce...biraz sadistçe...biraz kendini temize çekme ama   anlaşılabilir bir şeyde. Aslında dünyada Her şey anlaşılabilir. Ben Nilgün, Tezer, Sylvia  gibi bir kadın olsun isterdim yanımda, beraber mutsuz olacağım... bu da çok anlaşılabilir bence neyse sonra bir gün elime bir sayfa tutuşturdu Esin ‘ bir yere ait olamamışların…belki de bizim de yazarımız Nilgün için bir şeyler karaladım , okur musun?‘ senin için    ‘coşkulu imgelerin ardından gelen sözcüklerin bağıntısızlığı… farklı  cümleler üretmek için harflerle oynayarak uydurduğu,  ters yüz ettiği kelimeleri  yorduğundan   bazen şiirlerini hakikaten laf kalabalığı buluyorum ama asıl  hayatın  daha doğrusu intihar kararın yazdığın en güzel…en şairane…çok, çok özel bir şiir gibi geliyor bana. Belki de aynısını hissettiğimden, yaşadığımdan hiçsizliğin... ait olamayışın... kendiyle başbaşalığın acı veriyor ama hangimiz acı çekmemeyi başarabildik ki? Anne Sexton ardından Sylvia  birbirine selam yollayarak intihar edenler silsilesinin ortasında onun   benim, senin yaşayamayacağımız kadar bizden uzak  şairane şair hayatını sevdim ben. Ki bence hakkında yaptığı saptamada yanıldığı  Sylvia Plath kendi hayatını anlatırken,  hayatı hakkında sadece düşünen Zelda tanışıp, konuşmayı en çok istediğim insanlardan, böyle imkansız isteklerim hep oldu benim…hiç bilmediğim bir hayatı özlemek gibi  o da bir imkansızlık değil miydi? Belki bir gün bir arka bahçede? ha güzel kadın? belki...’  yazmış Esin’in düşüncelerini eğer beğenmediysen   boş ver gitsin, hayata anca  yirmidokuz  yıl tahammül edebildin ki bence de  zaten hayata  en çok yirmidokuz  yıl tahammül edilebilinir,  benimki  gibi otuziki yıl değil. O hayata tahammül edebildiğin   kısa ömründe hayatıma böyle güzel dokunabilen sen Zelda ! ben biliyorum    öyle  naif… öyle güzledin ki  güzelliğin, naifliğin  öyle çok geldi ki buralara, "bekleme salonu" dediğin bu dünyadan çok sevdiğin  kuşlarınla  beraber uçup gittin...genelde insanlar aklını kaybetmemek için ruhunu feda etme yoluna giderken sen  ikisini de kaybetmemek için bedensel varlığından vazgeçtin. Tırnağı olmayacakları Jacques Lacan’ı , Irvın De Yalom’u yüz bin kez aratacakları  o aptal  ama kendini cidden psikolojiden , sosyolojiden anladığına inandırdığından bir halt sanan para, para diyen aç  gözlüklerinin yanında asıl fecaretleri ‘kocan mini etek giymeni istemiyorsa sende huzurun için evde giy’le var olan düzenin, statükonun  devamını sağlayan sürüden ayrılmadan  boyun eğmeyi öğütleyecek hayatla, gerçekle bağdaşmayan tavsiyelerini, görüşlerini dayattıkları terapi seanslarına hastalarını  zorlayan  manik depresifliğini yenmesi  için kendisini kurtaracak  tek şeyden  yazmaktan vazgeçmesini önerecek ruhsuzlukta,  mesleğinden  habersiz psikiyatristinin   oyuncağı olmamak için kendini yok etme temasını bağıra çağıra işledikten sonra  tek celsede yazmaya son verdiğin acıtan  şiirlerinse fazla sert… fazla sivri… küçük bir çocuk gibi sana sarılıp avutma hissi uyandıran  satırlarını  geç özümsedim, hâlâ anladım diyemem ama kendimi ne zaman dipte bulsam şiirlerine, karalamalarına  sarılıyorum…hayatı bir başka dünyanın bekleme salonu saymana  da sarılırım. Kendine ters dünyayla, yaşamla ve hayatın kendisiyle  barışmayan isyanına  sarılırım. Senin, Funda’nın yaptığı  çoğumuzun yapmak istediği halde  yapamadığı intiharına sarılırım. ’Haldun !  ne oldu, ne düşünüyorsun Allahaşkına?’ bakışlarını anlamdıramıyorum karışık, mahcup, şaşkın  ‘ Mine !!! nerdeyse burada olduğunu unutmuşum,  kusura bakma, bugünlerde çok sık yaşıyorum bunu , dalıyorum birden, ne  konuşuyorduk? Ha Funda… malum  intihar etmek de dinen  günah kategorisinde onun içinde  Hafize  teyze kızının intiharından ziyade günah işlemesine yanıyor.’;’ aşağı mahallede kahvenin yanındaki evde astsubay Şehmuz amca vardı, efendi biriydi,  o da biz çocukken dememeyim onbeş yaşında falandım  oturma odasında beylik tabancasıyla intihar etmişti.O zaman bu kadar intihar eden yoktu da pek bir sansasyon yaratmıştı hatırladın mı’;’ hatırlamam mı ? Besime teyze evde değilmiş  annemlerle Kuran kursunda camideymiş, şok geçirmiş. Ailesi herhalde kendilerini suçlu hissettiklerinden  gelene, gidene   derdi, problemi yoktu deyip kendilerini aklayıp, durmuşlar. Annemde evde onların dediklerini tekrarlayıp duruyordu,   dayanamadım ‘anne sen aklından geçen her şeyi, dert edindiklerini, hissetiklerini babama, babam da sana söylüyor mu?’; ‘yok’;’eeee o zaman belli ki Şehmuz amcada söylememiş, içinde  yolunda değilmiş hiçbir şey ‘ dedim. Annem sanki beni duymamış gibi devam edip durmuştu ’ insan ancak deliyse intihar eder?Gül gibi karın, iş güç sahibi efendi çocukların, evin, araban emekli maaşın, bankada paran…her şeyin yerli yerinde… daha ne, daha ne istedin be adam? bir insanın  hayattan isteyebileceği  her şeye sahiptin’. Bu toplumda hayatı algılayış bu…onlara göre  her şeyi tamam ya  Şehmuz amcanın yaptığı delilik.Çünkü insanların hayattan beklentisi bu kadar; ev, araba, emekli maaşı, efendi çocuklar,…,…,…Annem gibi kocasına köle, sabahtan akşama ev işi yapan kadınların beklentisi değil ki  özgürlük, eşitlik, kadın hakları, kölelikten çıkaracak, istediğini aldıracak  maaşlı bir iş….hayır ! hep aynı şeyi yaşamalarına rağmen  bunalmak da, sıkılmak da  olmamalı…her şeye şükür et, katlan.Farklı algıya sahip  Nilgün Marmara’yla annem aynı ortamda bulunsalardı ve dünya   “bekleme salonu” deseydi anneme  ‘ valla kızım bu dünya zaten  yalan, senin   dediğin doğru  asıl dünyamıza… öbür dünyaya gitmeden  önceki bekleme salonumuz’ derdi  ki  bu beni çok ama çok da güldürürdü. İyi anlaşırlardı’;;’ Nilgün Marmara ?Nerde okudum  diye düşündüm bir an, hatırladım…Esin’in elinde gördüm kitabını, fotoğrafı vardı hatta  çok  güzel kadınmış dedim…o da intihar mı etmiş ne, pek ilgilenmedim de  …annene de bu kadar yüklenme, etrafındaki herkesin  hep kendisi gibi  sorgulamadan yaşadığını  görmüş,  ne yapsın? Ona göre hayattan zevk almadan, bir şey ummadan, acı içinde…katlanılarak yaşanır. Sürekli  aynı işi yapmak, çalışmak  bize olduğu gibi dayanılmaz gelmez çünkü hayat dediğin zaten tam da o…ona göre’;’ annemin ve de başkalarının görmek istemediği her şeyin dört dörtlük olsa da hayatın kendisine katlanmak kolay değil? Funda’yı, Şehmuz amcayı anlıyorum ben… intihar temiz ölüm,  hele de silahla tak …tak iş o ki tetiği çekene kadar titremesin elin ama ben  böyle  intihar  edemem; elim titrer, hedefi tutturamam,  intihar edeyim derken sakat bırakırım kendimi…intihar edeceksem de  alışılmışın dışında olsun isterim. ‘;’bakıyorum da bayağı bir kafa yormuşsun sen bu intihar mevzusuna…hem anlaşılır gibi değil darbeden sonra  ha bire intihar eden yazarları okuma isteğiniz’ …  haksız mı elimizde kitaplarını gördüğü intihar eden Jack London, Virginia Woolf, Hemingway,  Stefan Zweig, Cesare Pavese…., intihar eden demeyelim de etkilendiği, sevdiği yazarların izini süren bir kadının Tezer’in  izini sürmek kişiye ne verir, kazandırır daha fazla ümitsizlikten...daha fazla varoluş sıkıntısından... daha fazla hayat kırıklığından başka? Paylaşarak çoğalmanın verdiği geçici ilaç? Dayanılmaz yalnızlıklara dayanamayarak eski zaman ölü yalnızlarıyla, yalnızlığı gidermeye çalışmak en azından biraz daha az yalnız hissettirebilir. Evet, evet  tam da bu galiba. Hakkını yeme  sayesinde Cesare Pavese’yi, Italo Svevo’yu tanıdın. Son dönemlerde olduğun gibi yine düşüncelerini seslendirmeyerek cevap veriyorsun soruma… susarak, dalarak   düşüncelerini, duygularını  anlatırken anlayamadığımı görmedin mi Haldun? Hayatta en çok değer verdiğin,  çok sevdiğin insanın canının  çok acıdığını duyup da bir şey yapamama halini o kadar çok yaşattın ki bana.  Mine!’  masadan fırlıyorsun “ahhhhh Esin ! ne oldu?’;’iyi misin kızım?’;’asıl sen iyi misin? Öyle bağırılır mı? Korktum ya’;’ Az daha hayatından endişe edecektim kaçdır sesleniyorum, duymuyorsun. Haydi gel salonda birlikte sigara içelim  sonra da yatalım’. Tam sırası işte anlat Haldun’la konuştuklarını… anlatsam ‘daha ne desin  sana söylemiş işte, ben alışılmışın dışında   intihar edeceğim demiş işte.’  diyeceğinden seni,  konuştuklarımı  düşündüğümden habersiz  ‘bütün gün sürekli kar yağdı‘ derken Esin’e kahroluyorum Haldun…kahroluyorum sensizliğin bu ilk gecesinde ‘sorulardan, cevaplardan kurtulmak için bir süre kimse bilmesin çıktığımızı’yla  bağıra, çağıra hıçkıra,  hıçkıra ağlamamı elimden aldığın için  de kızıyorum sana yaşadığın zamankinden daha daha fazla  hem de.Gece ağlayan birini mi gördünüz?  Dokunmayın, bırakın…bırakın ki   kendi kendine söndürsün sizin asla söndüremeyeceğiniz iç yangınını. Güneşi erken doğmayanların, ilkin bulutlarla yaşayanların gecesi işte, sonrası yine hiç...hiç…hiç


 Kimdi ‘kelimelerle oynamak en iyi yaptığın şey  bu, senin’ diyen Haldun ???? Sunay  ???  Adnan ?? Cüneyt ?   Bejna ? Oğuz muydu yoksa diğerlerinden ne kadar da farklı diye düşündüğün yanında duygularını, benliğini  gizlemediğin, eleştirmeyeceğinden  rahatça ağlayabildiğin  ‘ağlamak sana yakışıyor, gözlerin başkalaşıyor’ diyen O’ mu? içinde bir şeyler kıpırdattığını bile bile yüzüne aşk için  "olmayan bir şeyi birine vermeye çalışmaktır " dolayısıyla  da olmayanı birinden “almaktır”ı da  buyurmuş Lacan,  ne kadar da doğru söylemiş dediğinde sustun onun melodilerine, o  da seninkilere.Şimdi anlamsız gözükse de  onu hatırlamak  sigaradan derin bir nefes çekmek gibi…günlerce uyumayıp uykuya dalmak gibi…güzel bir rüyadan gülümseyerek uyanmak gibi… ılık bir mayıs akşamında tekrar sevmek  gibi… söylemeye cesaret edemediğin şeyleri haykırmak gibi…asıl sadece susmak gibi…susmayı öğrenmek gibi; yıllar...yıllar sonra bile.  Tam karşısındaki, ulaşabileceği  dururken niye hep elde etmesi en zor olana gıpta edilir ki, imkansızın büyülü olmasında mıdır keramet? Yüreğini parça parça eden  tekrar tekrar yaşadığın ânlar,   alttan altta bir burukluk hissettirir, kalbinde aniden bir boşluk oluşturur, o boşluğa geçmişin dolmaya başlar; iyisiyle, kötüsüyle tüm anıların... tanıdığın tüm insanlar, deneyimlerin, ilklerin, pişmanlıkların... kaybolmuş masumiyetin… benliğin çoktan ölmüş bir parçasının yasını bir ağıta  dönüştürecek  öyle derin yıkım… kederler yaşatır ki, son demlerinde bahar havasının  esmeyeceğini bile, bile , başkasının  hikayesine  yandan girme eğiliminin tavan yaptığı fikirsizlerden az da olsa bir fikir bekleme enayiliğinde, üst üste aynı  Ahmet Kaya şarkısını çalıyorsun  youtube’da  “acımasız olma şimdi bu kadar …” ….evet…evet ne yazık  sanmakla…her şeyi sanmakla yaşadığın ve sanmakla da   bitireceğin ya da bitecek bir hayatmış  senin ki. O özlemli  kaçak  ağlamalarının,  karşı çıkma yürekliliğinden yoksun başkalarının elinde oyuncak hayatların tanığı Haldun,  nerdesin sen … nerdesin…??? Artık hangi dalga dizlerime kadar ıslatır ki beni...kim diz çöktürecek kadar güldürür... var diye güvenle nasıl başlanır ki güne..Seni kaybettikten sonra Mine’yle ilişkini  öğrendiğimdeyse    evlenseydiniz  adını belki de  farklı koyacağın çocuğunuzu Mehmet gibi   dikkatsizliğini, acemi şoförlüğünü bile bile Cunda adasına gidip bardakta  buzlu badem yemek uğruna  hiç çıkmadığın, bilmediğin şehirlerarası yolda kullanmak için araba kiralayacak kadar rahat, düşüncesiz en kötüsü bencil  olmayacağından  Çanakkale’nin dümdüz yolunda fren yerine gaza bastığından yüzde yüz kusurlu sayılacağın bir  trafik kazasına da meydan vermeyeceğinden,  Can’ı da  kaybetmeyeceğimizden ‘onsuz herhangi bir yerde olacağıma onunla hiçliğin içinde olurum, tamam mı?’ diyecek kadar yok olunan, yok oluşu yaşamayacağımdan da; annesini, babasını, eşini, evladını, sevgilisini, arkadaşını kaybettiğinden yasla tanışanların; vefat edeni toprağa verdikleri  ilk günlerde onu çokkkk…çokkk özlediklerinden sesini işitmek…kokusunu duymak… saçlarını karıştırmak…ellerinin, yanaklarının   sıcaklığını hissetmek …bakışlarındaki muzipliği, önlerinden telaşlı ya da elini, kolunu tutarak yürüdüğünü  görmek istediklerinde  ellerinden  gelen tek şeyi  yaparak; ondan geriye kalan onunla bütünleşmiş bir eşyasına;  tişörtüne, atletine, kazağına, cüzdanına, telefonuna, anahtarlığına, oyuncağına, kalem kutusuna, tabletine, fotoğraflarına sarılarak  ağladıklarını bilmeyecektim belki de ayaklarım havada yaşadığımdan  kaybedilen   yanına alıp götürünceye kadar ellerimin arasından aktığını , kaydığını  göremediğim hayata, seyirciliğimi de  fark edemediğim gibi.Gördüğünüz onu anımsatan her şeye ağlayacaksınızdır  günlerce  sonrasında ‘yaşasaydı boyu böyle olacaktı, demek dördüncü sınıfta okuyacaktı, o da drama…yan flüt kursuna gidecekti…üniversiteye girecekti,  evlenecekti, ABD’ye gidecekti, master yapacaktı, dubleks ev alırdı’yı  düşündürecek  bir adaşıyla,  yaşıtıyla her karşılaşmanızda; başkasının cidden de  başka; onun karakterinde, huyunda, düşüncesinde olmadığını yaşayarak  bir daha aynısını bulamayacağınız yaşanmışlıklarınızı  unutacağınızı, hatırlamayacağınız sanmak gibi bir kabusun ortasına düşeceksinizdir.Oysa yaşadığınız müddetçe, kaşıkların konduğu  mutfak dolabını açtığınız her gün bebeklikten sakladığınız mama kaşığıyla  masada çorba içerken ‘küçük, küçük kaşık ver’ der demez sizin kalkmanıza fırsat tanımadan koşup açtığı dolaptan  aldığı küçük tatlı  kaşıklarını; kırdığınız cevizleri, çekirdeksiz kuru üzümleri, dutları, fındıkları, minik minik kestiğiniz elmaları, havuçları  koyduğunuz mavi, pembe kelebek, kırmızı uğur böcek desenli  çay tabaklarını; bağışıklık sistemi güçlensin diye hazırladığınız ama içimi zor olduğundan ‘sana iksir yaptım iç ki hasta olma ya da  öksürüğün hemen gececek’le kandırdığınız  içine zencefil, bal, tarçın koyduğunuz , soğumasın diye üzerini tabakla kapatıp  kışın kaloriferin üzerinde beklettiğiniz çay bardaklarını; ‘aaaa ne güzel bardak, suyu bana bundan ver’ dediği Atatürk resimli kupayı; çiçekleri suladığınız yeşil fısfısı; yerlerdeki kılları, tüyleri, ekmek, yemek döküntülerini  topladığınız IKEA’dan alınmış rulo biçimdeki  tüy toplayıcısını;   üst yufkasını ‘kıtır çok severim’le hapur, hupur yediği nar gibi kızarmış bir böreği; yılbaşı  öncesi birlikte çam ağacını süslemek için aldığınız  renk renk topların, meleklerin, led ışıkların, kar spreyinin, Noel babaların, tombalanın arzı endam ettiği tezgahları; yolda, parkta illaki kovaladığı güvercinleri,  uçurtmayı vurmasınlar filmindeki Barış’tan esinlenip gökyüzüne bakarak ‘kuşlar İrep’e selam söyleyin kuşlar….Gülsen’e selam söyleyin kuşlar’ la istek bildirdiğiniz kuşları;  karşıya geçmek için kucağınıza almaya yeltendiğinizde elinizi tutup ‘haydi buradan çıkalım’la sizi kullanmaya  zorladığı Turan Güneş bulvarındaki tek üstgeçidi gördüğünüz; kulaklarınıza küpe yerine  kirazları  taktıktan sonra ellerinize aldığınız kağıt peçeteleri sallayarak söylediğiniz “bir dalda iki kiraz…sallasana sallana mendilini”yle “baby finger”, “bir aslan miyav demiş…”, “mini mini bir kuş”  gibi onlarca çocuk   şarkısını  duyduğunuz; “Üsküdar’a gider iken” söylerken salonda, Nurhan Damcıoğlu gibi  açıp döndürdüğünüz “şimdide ben yapacağımla” eline verdiğiniz  şemsiyeyi her kullandığınız; rafadan yumurtayı zorla yedirdiğiniz her  kahvaltı hazırladığınız;   her ‘babam çok güçlü, bırakın o gelince  kaldırır’ dediği damacana  su siparişi   verdiğiniz onlarca günlük, sıradan faaliyetleri her yaptığınızda; ufak tefek sayılan onbinlerce  ayrıntıyla  her karşılaştığınızda kaybettiğiniz kimse onu… Can’ı; anımsamamanız imkansızlığında, hissettiğiniz boşu boşuna bir vesvese , kuruntudan başka bir şey değildir.Öldüren acının ortasında bedeninin, varlığının orda olduğunu bildiğinizden, onu bulacağınız… konuşup dertleşeceğiniz… sarıldığınızda ona sarıldığınızı hissedeceğiniz, sizi   teselli edecek tek şey; sık  sık yanına gideceğiniz  yeni  ikametgahı mezar taşına sık sık uğrayamayacağınızdan başka bir şehre  taşınma fikri  kendinizi  onu terk etmiş saydıracağından  psikiyatristlerin  ‘uzaklaş biraz buradan…yer değiştirmek iyi gelecek’li  duygu ve düşüncelerinizle bağdaşmayan akıl vermeleriyse başlı başına bir faciadır. Can’ı kaybetmeden önce defalarca  her şeyi öylece bırakıp, ardına bakmadan çekip  gitmek istediğin şehri; Ankara’yı  mezarı burada diye  terk etme fikrini iteleyerek düşlerinden   çıkardığın hayatında şayet  gidebilseydin  ne olacaktı ki ?  Kavafis'in dediği  olacaktı  “yeni bir ülke bulunmuyor, başka bir şehir yahut deniz de”. Nereye giderseniz, nasılsa kendi varoluşunuzu da  yanınızda sürüklediğinizden illaki de  bir gün bıraktıklarınıza da geri döneceğinizden  "döndüm ki, döndüğüm yerde değilim"sinizdir  çünkü değişen sizmişsinizdir... Ah be kızım “hayatın bize getirdikleri için gözyaşı dökmeye ne hacet? hayatın kendisine şöyle bir bakmak bizi gözyaşlarına boğmaya yetmez mi?"  yazan Seneca’nın asırlar önce anladığını; neden bir Seneca olamadığının, olamayacağının ispatı da olacak ancak ömrün sonuna altmış yaşına  yaklaşırken anladığından  bir adım önce…bir adım sonra aşağı, yukarı hep aynı şeyi yaşayacaksam eğer ne gereği var uğraşmaya, bunca acıyı, sıkıntıyı çekmeye, sınava, aptal insanlara katlanmaya  dediğin böylesi mal…böylesi hoyrat  hayatta bu geceki gerçeklik için teşekkürler Seneca ! birinci çinko, ikinci çinko ve tombala…Deliriyorum  hangi  zamanda, hangi mevsimde, hangi yılda,  nerdeyim, kaç yaşındayım, kiminleyim, olaylar, yaşananlar o kadar çok şey birbirine dolandı,   karıştı ki…Şu an  yıl  bindokuzyetmişaltı, o’nunla  Konur sokağın giriş katındaki dereneğin bulunduğun apartmanın duvarında oturan Esin’ miyim yoksa ???? Temmuz sıcağı   başardı sonunda delirtti; bu zonklayan beynime  akın, akın  hücum eden bazen boyun eğişlerimi de  tescillediğinden  öfkelendiren  geçmişimin, hatıralarımın  nedeni de  mi sıcak? Güçlükle doğruldu kanepeden,  elini alnına bastırdı  ‘kafam kazan sanki o kadar ağırlaşmış’  mutfağa yöneldi buzdolabını açtı, soğuk, ohhh  derin  nefes aldı, bir daha, bir daha…sanki soğuk rahatlatmış,  kendine getirmişti. Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği haa  "hayat benim için zor, senin içinse hafif, bu hafifliğe, özgürlüğe dayanamıyorum"  Tereza'nın,  Tomas'a yazdığı "terk, veda, gel yanıma" barındıran mektupla aykırılığın çekiciliğini özendiren  Çekçe  Nesnesitelná Lehkost Bytí; İngilizce The Unbearable Lightness of Being  Kundera’nın romanının orijinal adının  Türkçe karşılığı tam olarak ” Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” miydi ? yoksa çeviriyi yapan  Fatih Özgüven abimizin maharetimiydi daha kapağını açmadan insanda okuma arzusu uyandıran bu etkileyici roman adı? hep merak etmişimdir…hep. Belki orijinali   Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği değil de  ağırlığıydı,   var olmanın cidden  bir hafifliği olsaydı, ne malum  olmadığı…bunca ağırlık arasında hafiliğini nasıl  algılayacaksın ki  asıl  algılayamadığın,  hissedemediğin özgürlüksüzlüğe   katlanmak  zor,  pek de ağır bir olgu. Nasıl Olur? Olur bir tanem olur, her sabah işe gitmek için hazırlanma, yüzü yıkama, dişi fırçalama, saçı tarama, giyinme, makyaj, kahvaltı, bulaşıkları makineye  yerleştirme, yıkama, boşaltma  benzeri gündelik görevleri otomatik yerine getirmek; birilerine, değerlere,  geleneklere  gönüllü boyun eğmek, her pazar akşamı ütü, çamaşır suyu,  Domestos, ACE, Cif, Ariel, Omo, tuz ruhu   kokan evlerde Cumartesiden kalma pizzayı, böreği, tavuk pilavı yemek,  hayatın içinde, özgürlüğün de tam ortasında yeterince hafif,  yeterince kolaya kaçmak değil mi? Buzdolabını kapattı, sırtını dayadı  mırıldandı “o da özlüyormuş...”. Hayatının  “ela gözlüm ben bu elden gidersem…”, Mahsuni’nin “uyan çoban uyan sürüde kurt var…”ından; “Hayat denilen bu kavgada Çelik adımlarla yürüyoruz/ biz  bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi görüyoruz/ dağları aşıyor/ bak yakılaşıyor/ kızıl yıldıza hep koşun…”a  oradan  Tom Jones’ın “why, why , why delilah”ına  “acı çekmek özgürlükse” ye,    “aboneyim, abone”ye,  Amy Winehouse’un    “You Know I'm No Good”una,  “o da özlüyormuş”una atlayan sürecine bakar mısın ? Aynı şarkıyı “bırak! ay gitsin, sen kal bu gece vay anam…”ı söyleyen Haldun’un, Can’nın, Cüneyt’in,  Oğuz’un, Erdal’ın, Tuğçe’nin, Mine’nin, Betül’ün,  Adnan’nın, Serdar’ın, Bejna’nın, Lorina Dila’nın sesi mi  duyduğum? Ahhh…vahhh  ben!   sanki içinde hepinizin olduğu  sıradan bir  sen…bir siz değil de yoldaşınız olduğum, hiç  uyanmak istemediğim bir rüya  gördüm… ne yazık geçti ve  gitti ve bitti.Duyduğun bu sesler …bu aklını çelen düşünceler… tamam  belki benden bir Cinderella... Pamuk Prenses…Kül Kedisi…Kibritçi Kız olmayacaktı ama  hep   gamlı bir prenses olmak da  büyük bir haksızlık değil mi? Kendine bunu yapma, inkar etme zira sen  belki  dünyada olmadığın senden önce yaşanan tarihi, geçmişi yalnızca bir düş, bir masal  sandığın  çocukluğunu;  burjuvazinin, kazananların yarattıkları   müesses nizamlarını  ayakta tutacak  iddialarını destekleyen tarihi icat ettiklerini, yazdırdıklarını  algıladığın kan sızıntılı geçmişini, gençliğini  özlüyorsun. Düne son bir hoşça kal, bir toplu iğne olup batmıştır gövdenin sol yanlarında bir yere sinsice… ilk başta hissedemezsin bile, inceden bir sızı duyarsın sadece. Sonra iş, güç, hayat  telaşı derken o da kaybolur gün içinde… unutursun gövdende bir yaranın…bir sızının olduğunu sonra akşam olur, eve gidersin, odanda tanıdık  hüzünlü bir koku karşılar seni, ilkin...  ardından bir şarkı  tanıdık…bir resim… bir yemek…bir ses tanıdık… üstünü değiştirirken görürsün ki giysilerin kan içindedir, her gün tekrarlanır bu taa ki bir gün biri gelip o iğneyi çıkarana ya da çıkardığını  ya da sen çıkardığını sanana dek...çıkaramadığın o toplu iğne yüzünden işte her şey… bu olanlar….kaygılar…düşünceler..özlem..hayır !  geçmişi değil sadece sesini duyduklarımı  özlüyorum ben. Hakkında  hiç haber alamadığım  Zeynep’i  özlüyorum mesela, sohbetlerimizi, sırlarımızı evlenmiş midir Enis’le? çocuğu var mıdır, çalışıyor mudur? Garip bir şekilde Cansu’yla  paylaştığımız yurttaki odamı, Bejna’yı da özlüyorum örgütsel faaliyetleri sırasında bana Lütfü’ye olan aşkını  açıkladığı o gecedeki  konuşmalarımızı ki bir akşam sol sempatizanı müdür yardımcısı Müzeyyen hanımın nöbet gününe denk getirip içeri aldığınız asıncaya  kadar, gözünüze kestirdiğiniz boş bir odada veya  temizlik odasında üstünüze de zimmetlenen neredeyse tavana değecek uzunluktaki eşyalarınızı  koyduğunuz teneke vari ucuz alimünyumdan yapılmış  dolapların arkasına sakladığınız; odanızda ya da herhangi bir yerde  elinizdeyken yakalanırsanız illegal örgüte üyelik ile örgüt  propagandasını yapmaktan , yasak yayın taşıma, izinsiz afiş asmaya teşebbüsten tutuklatacak;  TCK’nın  141-142  maddelerinden yargılatacak, en az 5 yıl hapis cezası aldıracak,   Orhan Taylan’nın  beyaz zeminde kocaman ellerin kaldırdığı ortasında  1 Mayıs yazılı kırmızı dünyayı çizdiği  DİSK’in; beyaz zemine kırmızı “yolumuz işçi sınıfının yoludur “ yazısı  içinde insan yüzü siluetlerinin bulunduğu kırmızı çark altında 1 Mayıs yazılı İGD’nin afişlerini  ‘ makineler çalıştığında  seslerinin  duyulmaması için  bahçe içinde bir gecekonduda kurduğumuz illegal matbaada  kısıtlı sayıda basıldı,  size 150  DİSK, 150  de İGD’nin afişinden ayırdık, yurda, okullara asmanız için yeter. Bu afişleri erkek arkadaşlara teslim edemiyoruz zira  polis sürekli yurtlarını basıyor, içerden yardım alacağımız personelde yok. Müzeyyen’le konuşuldu, bu hafta gece nöbetçiymiş, kolaylık sağlayacak. Yurdunuzdaki kat sorumlularına,  okuldaki   ekip başlarına yetecek kadarını ayırıp kalanı  Mustafa’ya veririsiniz; her birinden onbeş adet koyacağınız otuzlu balyalar yapın.Hangi gün asacağınızı sonra söyleyeceğiz acele etmeyin, bekleyin…önemli olan başına bir şeyler gelmeden afişleri saklamanız, tasnif etmeniz; temkini elden bırakmayın, herkesin bilmesine gerek yok  Bejna’yla sen  halledin zira Ayten bu gece yurda gelmeyecek.Daha önce gözcülük yapmışları görevlendirin ki bir Mayıs öncesi yakalanmayın,  bir sürü işimiz var,  daha şehri 1 Mayıs  afiş, pankart ve  yazılarıyla donatacağız….’  talimatıyla elinize tutuşturan Adnan,  üzerinde “Yaşasın Birlik,  Mücadele, Dayanışma  Günü 1 Mayıs yazılı küçük  sticker’lar,  yapıştırmalarla dolu öteki poşetti de uzatırken  ‘bunlarda  pullama için; kızlara dağıt, okula, yurda  gider gelirken sokaklarda uygun yerlere yapıştırsınlar.’ Geceydi… girişteki kantinden katlara taşan televizyonun sesine kahkahaları  karışan yurt ahalisi kızların ‘ne kadar da çirkin, kim ne yapsın bunu, evde kaldığından problemi, tam bir psikopat’ dedikleri    Müzeyyen hanımın  ‘Ayfer Sarıgül telefonunun var, kızlar İmza defteri az sonra kaldırılacak,  haydi imzaya…’ anonsunu  yapan sesi; hafta içi en geç on, hafta sonu onbirde  yurda giriş yapmakla mükellefliğinizi ibrazlayan,  imza, paraf  attığınız  imza föyünü hatırlatıyordu ki eğer dışarıda örgütsel iş var da yurda gelinemeyecek  bir durum söz konusuysa bu genelde örgütün  eğitim çalışması,  tiyatro, halk oyunları provaları ile bildiri yazma, afiş, pankart  asmayken sevgiliyle buluşanlara da  yardıma açık olunduğundan ‘kızlar beni idare edin bu gece’ der demez herkes başta odasındakiler en az dört beş kişinin parafını taklit  için alıştırmalar yaptığından birbirinin yerine imza atmak yurttaki kızlar için çocuk oyuncağı bir işti ’ Ayten’in yerine imza atmayı da  unutmayın. Bu gece  küçük burjuvalar sürüsü de çok meşguldür   afişlerin tasnifini, paketlemesini  rahatça yapın. Şunun şurasında 1 Mayıs’a ne kaldı ki’ dediğinde Muzaffer ‘peki de niye meşguller’; “şarkılarla bizden size, bizden size türkülerle” cıngılını söylemesi karşısında afallamış halinize bakıp ‘duymamışsın, nerde yaşıyorsun sen,  bu gece televizyonda “bizden size “ var. Cemile Kutgün’ün sunduğu, yurtsever halkımızın  abuk subuk skeçleri gözlerini kırpmadan seyrettiği  Nokta, Virgül; Kamil Sönmez, Coşkun Evcim kadrolu bir program.’Odanızın kapısını açan Gülay  bir eli kapı kolunda ‘herkes kantinde, senin Cansu ön masayı kapmış yine,  çay, kahve.Kiminin elinde örgü, masalarda çekirdek, meyve tabakları adeta televizyona kelepçelenmişler, bomba patlasa duymayacaklar o derece.Ben Meliha’yla, Gülizar’a haber veriyorum, afişleri üçüncü katta Feride’lerin odasının yanındaki HK sempatizanı Hülya’ların  odaki dolabın arkasına  koymuştum’;’ vay be! harbi akıllısın da… görmediler mi’;’ o oda dolmadı daha Hülya tek kalıyor,  inek gibi ha bire kütüphanede çalışıyor, kolladık uygun durumu Gülizar’la , yerleştirdik..’  Bejna’ya  ‘haydi şu afişleri  alıp gelelim, bir an önce bitirelim bu işi’  diyorsunuz. Bugün olsa katlara, koridorlara,  kampüsün dört bir yanına kameralar yerleştirileceğinden anında yakalanacağınızdan nasıl bir taktik belirleyeceğinizin  tıpkı ‘acaba  partinin, örgütün, sendikanın  üst düzey yöneticileri bizlerin alınmadığı, katılamadığı üst düzey  toplantılarda   birbirlerine  Yoldaş diye mi  sesleniyor  zira  ben günlük hayatta arkadaşların birbirilerine öyle seslendiklerini hiç duymadım, hiç kullananı da görmedim’ merakınız  gibi  muamma kalacağı dünde; koridorda gözcülük yapan arkadaşların odanıza gelecekleri engelleyip toparlanmanıza  vakti kazandıracak haberi uçuracaklarının güveninde  dikkat çekmemek için kapıyı  kilitlemeden; yüzellilik  paketlerden alarak boş yatağın üzerinde  yan yana dizdiğiniz on adet DİSK afişlerinin  üzerine   İGD’nin  afişlerini koyan  defalarca   ‘ancak devrimden  sonra evlenirim, o da belki ‘ dediğinden,  senin gibi devrime endeksli aklından geçirmediğine inandığın  Bejna’dan  ummadığın ve nasıl gizlediğine akıl sır erdiremediğin  ‘önce senin haberin olsun istedim, ben  biriyle çıkıyorum’u duyduğunda  ‘geçenlerde ‘önce  ben söylüyorum  ona göre ayağınızı denk alın’ çiğliğinde sanki hepimiz  peşinde  koşuyor,  kapmak için sıradaymışız gibi  Muzafferi sevdiğini söyleyen Meliha’yı yerden yere vuran sen değilmişsin gibi  ne bu şimdi? Ki Meliha’nın  o gün ki yaptığı cidden ayıp ve büyük bir terbiyesizlikti’ diyorsun Bejna’ya. Nasıl olur dememek lazım demek ki oluyormuş hatta olmuş bile ‘nin  sonraki aşaması  hayal kırıklığı uzun bir süre acıtacağından ‘keşke söylemeseydin de öğrenmeseydim’i  diletecek  yüz ifadeni saklamak için  başını kaldırmadan  afişleri dizayna  devam ederken canını yakmak için ‘eeee yani bize bunlar  sev genç derneği, kahvelerde, Adalar’daki çay bahçesinde  kız, erkek toplanıp flört ediyorlar  diyenlerde haksız değiller‘le  üste çıkmayı da unutmayacaktın. Elindeki afişleri yatağa bırakmış, masanın üzerinde aldığı  sigara paketini uzatmıştı  Bejna  ‘içer misin’; ‘şu işi bitirelim de ‘, ‘ben  mola veriyorum’; ‘tamam, sen sigaranı bitirene  kadar ben   devam ederim’ hep yaptığını yapacak sırtını  yatağıyla bitişik duvara dayayacak sonra da yakacak sigarasını ve işte çakmağının sesi  ‘Bejna !  kusura bakma ama …’;’yok ne kusuru dün öyle, bugün böyle davrananı kim görse aynı şeyleri söyler, birden şaşırdın  tabii, normal yani tepkin’;  ‘yok canım’ ; ‘yooo  şaşırdın yüzüme bile bakmadın, haklısın da. Meliha “yarın Muzaffer’le konuşacağım senden hoşlanıyorum, deneyelim diyeceğim” dediğinde en  çok tepki veren, eleştiren bendim, duygular mücadelenin önüne geçmemeli, aklı karıştırmamalı diyerek ama…’ başını kaldırıp yüzüne bakıyorsun ‘doğru’ diyen bakışlarını  yakalıyor ‘inan ki öyle, sende biliyorsun aklımdan geçmezdi’; ‘kim? tanıyor muyum’; ‘Lütfü’ ; Lütfü mü, hiçbir şeyi ciddiye almıyor, işi gücü şaklabanlık diye yakındığın Lütfü’mü? Ya ben esprili  oğlan seviyorum  dedikçe… bir keresinde hani  bir gece zil zurna oluncaya kadar içmişler sonra yurda gelmişler “  o kadar çok içmişiz ki üzerimize sinen alkol kokusunu alan  yurt görevlisi  sorgulayamaya başlayınca diğer bloktaki görevli de yardıma gelmesin mi arkadaş. Mustafa yıkıldı, yıkılacak ağzı burnu kaymış, Serdar desen pert  kapı görevlisi daha nasıl ispatlayacaksak "alkol var mı gençler?" diye sormasın mı ? Serdar da "yok abi, hepsini içtik" deyince haliyle koptuk  aptal aptal kahkahalarımızı dinleyen görevliler  "yürüyün lan eşek sıpaları" diyerekten bizi odalarımıza kovdular”la bana kantinde anlattıklarını  anlattığımda  sana ne demiştin ‘işi, gücü alaya almak her şeyi’ her şeyi alaya alan birini tercih etmen, hakkında olumlu tek söz etmediğin birine aşık olman… müsaadenle afallayacağım tabii. Sen ve Lütfü ??? O memleketine gitmemiş miydi?’; ‘dün döndü de sen karşılaşmadın  zaten çıban başı da o gitme, gülme, Allah aşkına. Hatırlamak olmasaydı, özlemek olmazdı… o zaman ben de onu sevdiğimi anlamazdım…’ duruyor, sigarasından bir nefes çekiyor ‘belki sen şimdi hatırlamak  her zaman iyi bir şey değildir, insana acı anlarını da  tekrar, tekrar yaşatır diyeceksin  ama güzel keyifli, hoş zamanlar işte onlar hatırlanınca derin bir ohhh çektirtiyor  benim ki de o misal. Okula toplu çıkışlarda Lütfü’yü göremeyince…varlığına öyle alışmışım ki özlediğimi fark ettim.Yüreğin orta yerine bir hüzün çöreklenir önce inceden burnunun ucunu sızlatan sonra göz pınarlarına yakın bir  yerlerde hafif bir yanma gözleri ıslatan… Karanlıkta yere oturmuş şu an yanımda olsaydı  o  konuşsaydı ben de baksaydım yeşil  gözlerine… geçenlerde nasıl da saçma sapır  konuşmuş ne çok da güldürmüştü  hepimizi okulun   en sevimsiz, en kuytu koridorunda’yla  onu düşünürken, O  bilmem kaçıncı uykusundan uykulara  geçiyorken sen kendini en çok neyini özledim diye yoklarken  buluyorsun,  gülüşünü mü ? sesini mi ? dokunuşunu mu?  bakışını mı? karar veremeyip hepsini yav hepsini diyorsun ki  hali hazırda da  hiç biri yokken birine bile razıyken… her şey  onu hatırlatıyorken fark ediyorsun ki….’ ‘bir yemeği, menemeni   bile  böyle sevdasını anlattığı gibi tatlı tatlı tarif etse saatlerce dinlenir…konuşsa,  hiç susmasa’ denilen  sesler vardır; televizyonsuz,  Radyo Tiyatrosu  günlerinden kalma  Zafer Celasun, Jülide Gülizar, Rutkay Aziz, Çetin Tekindor, Tomris Oğuzalp, Işık Yenersu,  Kerim Afşar’ın ki  gibi;  o gece öyle bir sesti işte Bejna’nın ki de; duygularının saflığını  usulca, sakince haykırırken  akan, çağıldayan .Sanki yurtta değil de  bir film karesi içinde leylak, yasemin  kokulu bir verandada karşılıklı  sallanan koltuklarda ellerimizi ısıtan çay bardağını avuçlamış, oturuyoruz da bana  arada çayından bir yudum içmek için durarak etrafımızdaki insanların bilincinden farklı bilinci,  kalbiyle  derinden,  özünden  anlattığından duygularını  sesi    doğrudan  kalbime dokunduğundan Lütfü’ye  dair   sevdası  nasıl bir hâldeyse bende de  o hâli  uyandırarak öylesine  büyülemişti ki açık verdiğimin   farkına varamadan ben tamamlamıştım konuşmasını ‘bile, bile özlüyorsun  değil mi? Bile… bile…sonunu başa alıp, alıp  izlediğin bir film gibi…üç kere okuduğun kitabı  alıp tekrar hiç okumamışçasına okumak gibi… Özlemek zor zanaat Bejna;  hep bir yutkunma… hep bir avutma hali kendini… özlenenle vuslat mümkün değilse hele özlemek ömür boyu…belki o yüzden de eş olduğu  ölmekten iki harf fazla  ö'nün yanındaki z'yi; ilk e'yi de at. ne kaldı geriye? Ölmek...’, Bejna’nın ‘yoksa ??? sende ??? öyleyse de gözünü sevdiğim aman ha! Anlatma! zira  bu gece daha fazlasını;iki sevdayı  kaldırmaz.…’ Kapıyı tıklatarak   başını aralıktan uzatan Gülay’nin ‘bitti mi’ sesi film karesinden alıp senle Bejna’yı yeniden gecedeki yerinize  koyuyor ‘ az kaldı bitmek üzere’  odaya giriyor Gülay  ‘Bizim Radyo’dan dinledim İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Mayıs kutlamalarını yasaklama kararına uymayacaklarını açıkladı diye Abdullah Baştürk başta DİSK ‘in  yöneticilerini gözaltına almış, İzmir’de polis  İGD’yi  basmış,  haberiniz var mı   Vişnelik’te, Dekovillde, bizim DDY de çalışan arkadaşlara   İbrahim’lere bir grup faşist saldırmış, çatışmışlar …’ Bugünü silip dünde yaşadığını hissettirdiğinden akın… akın hücum ediyorlar diye öfkelendiğin anıların olmasa neyle avunacak  hatta övünecektin.  Kişiyi zamandan soyutlayan yaşını unutturan…  kaç yaşında olduğunun önemli olmadığı  bazı ân’lar vardır; bir kitabı okuduğun, bir çocukla oynadığın… konuştuğun…başka zaman olsa yok beşamel sos yap, yok kıymalı iç hazırla yapımı  en az iki, üç saat sürdüğünden yapmayacağınız ama  izlediği Garfield ‘den duyurarak daha yememişken sevdiğinden bir çocuk için … Can için ya da  kendin için Lazanya yaptığın…bir şarkıyı  dinlediğin… cam önünde dışarıyı seyrettiğin ân’lar gibi; bir çay kaşığını fincanına usulca sokup saat yönünde karıştırırken çayını donan zaman gibi ki, çok nadir rastlanır öyle ayık sarhoşluğa; o zamanı dondurduğundaki özgürlük…tek başınalık keşke hep bizimle olsa…her şeyin gerçeklik sınırını geçerek soyutlaştığı o ânlar hiç bitmese denilen. İşte o zaman kimse canını da yakmayacağından elinde hep bir kalkanla  yaşamak, söyleyeceklerini ince eleyip sık dokumak zorunda da kalmayacağından  yüreğinden, aklından da    kötü bir şey  çıkmayacağından, can sıkan her şey; egolar, kıskanma, rencide etme, taciz, yargısız infaz, baskı, işkence, ötekileştirme  tarih olurdu; herkesin kafası güzelmiş gibi...çok güzel olmaz mıydı? Olmaz mıydı??? olurdu hele de dondurulan ậnda karşında Can, Haldun, Fevzi, Aytül, Cüneyt, Bejna ve  ikinizden geriye  yalnızca bir ‘ah’ın kaldığı O duruyor olsaydı. Onları çokkk…çok özlüyorsun çünkü  biliyorsun senden uzak birileri… bir şeyler var  özü bu işte ‘senden uzak’lık; içinde taşıdığın…nereye gitsen götürdüğün… su içerken boğazında, rüyanda, aklında, uyandığında ışıkta, lokmalarını çiğnerken ağzının içinde...çarptığında kalbin yanında olmayan, tamken seni yarım bırakan, eksik yaşatan  uzakta olanlar…hiç görmeyeceklerin  var  ve sen akan hayatın  ortasındayken  yitirdin hepsini ya Can, Haldun, Fevzi, Aytül  gibi hiç gelmeyecekler ya da başka bir yerdeler, kesin olan tek şey; yanında değil…uzaktalar. Sana bir şey söyleyeyim mi? Sıcak değil seni yoran, aklını karıştıran  bir parçan eksik, yarım  kaldığından… ‘yanımda olabilirdin! yoksun…gelmeyeceksin’ mümkünsüzlüğü bildiğinden, yaşadığından  akşamüstü yağmur getirecek tatlı bir ılıklığa sahip rüzgâra kattığın özlemelere doyamamak ağrıtıyor, sızlatıyor  kalbini. Özlemelere doyamamak da ne? Bak! balkondan caddeyi seyrediyorsundur, yüzün, ellerin, saçların her şeyin, her şeyin ordadır. Oysa kimse saçlarını bu nemli rüzgâra teslim etmek istemiyordur, migreni tutmasın, sinüzitleri azmasın, başı ağrımasın diye. Artık çok az rastladığımız iki Çingene de; içine bardak, fincan takımları, ezan okuyan saatler, bıçak setleri,  en çok da ipekler sığıştırdıkları bohçalarını kaldırıma koymuş sigara içiyor. Evlere buyur edilen Çingenelerden bunlar. Daha çok gecekondulu zamanlarımızda bohçacı kadın dediklerimizden, isimleriyle çağırdıklarımızdan; Bohçacı Hanife, bohçacı Emine gibi. O gün tam olarak neden bu kadar kötü hissettiğinizi  hatırlamıyorsunuzdur. Bir daha düşününce o gün kötü hissetmediğinizi de anlıyorsunuzdur. Çok hüzünlüydünüz, bazı muhtemel güzel şeyler asla başınıza, başıma gelmeyecek gibiydi zaten  hiç gelmiyordu da. O anki halinizin,  ne hissettiğinizin   adını kim  tam olarak koyabilir bilmiyorsunuzdur. Ama ben değilim bu kesin; en azından hüzünlü değil de aslında üzgündüm sadece…üzgün. Bazen bazı ânların sadece o ânda güzel olduğunu daha yaşarken fark ediyor ve o ânları sonra hatırladığınızda bile bunu düşündüğünüz aklınıza  geldiğinde o ânda hissettiğiniz tüm güzel, tuhaf hisleri  tekrar hissetmeye çalıştığınızda  gözlerinizi, gözlerimi yumuyorum  tam aynısı olmasa da bir saniye filan gibi kısa bir süre için bile olsa yakaladığınızı hissediyorsunuz  ya o anı yeniden. Bence özlemelere doymamak da  tam tamına budur işte, yani çileğin tadını bilirsin, tadını anımsadığın zaman canın çeker, canı her çilek çektiğinde insan  alamaz ya öyle bir his belki özlemek de, ne bileyim...  Bejna ! inanabiliyor musun ? sevdanı sık sık  anlatırken bazen klişeleri kullanıyorsun diye kızıyordum ya sana şimdi şu yazdıklarıma bakıyorum da klişenin, klişelerin dibine vurmuşum bende; sık sık mezarlığa, hastanelere gidilen  yaşa ulaşıldığından, ulaştığımdan  değil; kapıya yakınlığından çarpmamaya uğraştığım masanın üzerinde  gözüme ilişen  günlüğümün sayfalarına sığmış; en az senin…en az benim  kadar beklemiş… en az senin…benim kadar eskimiş hatıralar; belki yeryüzünde  herkesin   söylediği “ hayat bu…böyle işte”yi haykırdığından,  belki de   dünyanın her yerinde  gömülemeyen ama sadece günlüklerde kalmış hep de hüzünlü  kayıp hikayeler yüzünden.


 ‘Günlüğünde mi var,  bende daha bitmedi mi romanın’ diyecektim, kaç yıl geçti “yazıyorum” dediğinden bu yana derken  Bejna  güleceksin  de    inanmadığını anlamamadan çekinmeden hem de. Haklısın da  bitmiyor ama  inanmasan da sen  yazıyorum, üstelik yazmak için onca para saydığım, satıcıyı taksite razı edene kadar anamın ağladığı ikinci el bilgisayarımın başındaydım çoğu zaman ama romanı bitirmemi engelleyen sorun öyle böyle  değil çok büyük; bir gün önce yazdığımı  ertesi gün beğenmiyorum, her gün  yeni ilaveler; cümle, kelime eklemeler, değiştirmeler; düzeltmeler, kopyala yapıştırlar bir türlü son noktayı koyamadığım sayfalar, paragraflar hep bir şeyleri yazmayı unuttuğumdan başa dönmeler. Ve en korkunççu bazen  yazdıklarımı kaydetmeyi unuttuğumdan yok olan onlarca sayfa. Böyle giderse zaten bitiremeyeceğim de  hep taslak kalacak, kimsenin bilmediği, okumadığı   bir romanın yazarı olacağım. Bir de vakit meselesi var tabii, tek uğraşım roman değil ya, en basitinden günün sekiz saatini  geçirdiğim sabah 8.30 akşam 17.30 arası iş sonra her gün yapmak zorunda kaldığım vakit çalan onlarca meşgale; yeğenlerimi görmeden yapamama, onlarla oyun oynama, yemek yapma, alışveriş, temizlik, duş alma, parti toplantıları, bol bol misafir ağırlama; bazen tam yazacağım mesela yurtta Bejna’nın Lütfü’ye sevdasını anlattığı anı,  bir ses salondan  ‘daha çayı koymadın mı? açız kızım’, ‘sağlık ocağına gitmedin daha, ilaç yazılacak’ hayde bırakıyorum yazmayı  çayı koyuyor,  sofrayı kuruyorum ki bunları yapmak  yemeği doldur,  tabakları topla, makineye yerleştir, masayı sil, aile hekimine gitmek için hazırlan, git gel eczaneye uğra  en az iki, iki buçuk saat  sürüyor  sonra yeniden bilgisayarın başına geçiyorum da eee nerde, hangi sayfada hangi olayda  kalmıştım…ne yazmıştım.. ne anlatıyordum anımsamak için paragraf başına dön, kafanı toparla  geçti mi bir beş dakika daha, bitmez yani. Bir taraftan da yıllar önce  daktiloyla yazdığım  bazısına tarih  atmayı unuttuğum artık sararmış kâğıtlardaki yaşananı dünden  bugünlere getirdiğinden  ‘günlük değil’de  tuttuğum ‘  dünlük ‘leri    nasıl yazdımsa, yanlışlarıyla öylece Word’de geçiriyorum zira sadece  düzgün yazılmış kelimeler anlatmaz bazen yazının, kelimenin  bozukluğu anlatır o satırların yazıldığı anı… hislerini … bazen üzerine döktüğün kahve, çay lekesi… bazen  gözyaşların “… neden böyle biliniyor;  bilinen her şey, görülen herkes”le  sana kalmış  ân’lara  dair her şeyin sessizlikleridir de  o kelimeler..o sözcükler;  acılarının, kahkahalarının, kıkırdamalarının, şükretmelerinin, kavgalarının, devriminin,  özlemelerinin, ağlamalarının, isyanlarının, ötekileştirilmenin, uğradığın haksızlıkların …, …,  ,... bazen kendimi  küçük  burjuvalara, orta sınıfa özgü düşlerin kurbanı saydığım dün de;  onlarca kez öldüm ben, ölümünü gördüklerimle… nefret ettim dünyadan sonraları fark ettim ki  sevilmeden de sevmişim pek çok insanı.Elimde, avucumda kalan ận’ların toplamından ibaret;  galip  geldiğim,  geldiğimiz  günlerin azlığında, yenilgilerim…acılarım Bejna  susmadı hiç; hep konuştular…onlar  konuştukça yazdığım  bugüne dek dönüp okuduğum ettiğimin de olmadığı yüzlerce sayfa dünlükler insana yazıya döküldüğünde  yaşanan anda önemsemediğiniz ama   anılarınızla birlikte akla gelen bir ev, bir oda, bir kanepe, kütüphane, masa,  koltuk, oyuncak, bir kedi, sokak, park, şarkı, telefon velhasıl canlı, cansız hatırası olan  hiçbir şey eskimeyeceğini de öğretir.Bir de  başkası okuyacağından  sizi çırılçıplak bırakacak diye korktuğunuzdan değil,  yaşananlar içinizde kaldığı zamanki  gibi hissettirip canınızı tekrar tekrar yakacağından;  her seferinde geçmişinizi beyninize daha da derin kazıyacağından; unutma sürecinize müdahalede edeceğinden zararı  dokunsa da dünlük tutmanın yine de    “tel, tel dökülüyordu sıvası duvarların; sabaha karşı bir otobüsün durduğu  mola yerindeki restoranda öne konan, haşlanmış bayat bir yumurtanın etrafındaki yeşil küf renginde tavandaki onlarca yıllık yağmur sızıntıları… sanki bin yıldır perdeleri açılmamış pencereler… odaya yabancı kilimler koyu bir geceden arta kalan aydınlıkla, gündüzün ışığını ayıramayacak kadar karanlık körlüğünden muzdarip... tahta bir seki; üstünde kocaman yer minderleri, arkalarında unutulmuş hasır yastıkların duvarla, hücreleri iç içe geçmiş yakınlığı… belli  ancak kışın sobanın yandığı zamanlarıyla, bir de büyüklerden kaçıp sigara içen görece genç ve orta yaşlıların kalabalık muhabbetiyle mutlu olmuş bir oda;yine aynı kalabalıklardan taşanlara yataklık etmekte ki elbette gecenin sabaha kavuştuğu zamana kadarki geçicilikte… tahta bir dolap var duvarda; aynı duvarın simetrik diğer ucunda gömme bir pencere oyuğu ki, önünde yastıklar, ıvır zıvırlar boca edilmiş ve yine pencere olmakla ilgisi çoktan unutulmuş…dolabın içinde misafirlere ikram edilen  bir önceki bayramdan kalma ve hayli eskimiş ucuz, kağıtlı şekerlerin yanında kesme şekerler… bir iki resim, kapağın iç kısmında eğri büğrü yazılmış aile tarihine göndermeli notlar…tam karşı duvarı ortalayan sandık, üstünde yüklük denen yığın halde döşekler, yorganlar; iki kişilik yastıklar… evin orta yerinde son kıştan kalma sıcaklığı çoktan unutmuş şikayetsiz soba… bir ev, evin içinde bir oda, odanın içinde bir kadın… bir oda, odanın içinde, o odanın aynısını içine kazıyan bir kadın… ev, evin içinde bir oda, odanın içinde bir kadın; her sensizlikte; her özlemde odaya dönen “ çağırımlarıyla niyeyse güzelden ziyade acı, mutsuz, yenilgilerle dolu, hayatın kırılma noktalarını, yol ayrımlarını… boşuna emek sarf ettiğini sonraları anlayacağın çocukluk hariç  hep senden alan, senden bir şeyler bekleyen, vermeyi  düşünmeyen  aileni, dostlarını  başkalarını  mutlu etmek ‘ Allahım  öyle yapar, böyle davranırsam şimdi şunu..şunu diyecek…küsecek…gidecek…gelmeyecek…boş ver….sus’ baskısıyla  benliğini, duygularını, düşüncelerini  bir kenara atarak  kendini paraladığın, koşturduğun hizmet odaklı çırpınışlarının nasıl nihayetlendiğini… hayatın sana ne kadar zalimce  dersler  verdiğini kendine sergilemek için sırf bunun için bile dünlük tuttun sen, biliyorum ben. Hem her şeyin  bilgisayarda, android telefonlarda, tabletlerde  muhafaza edildiği, net’te gözler önüne serildiği  bugünde  manasız gelse de;   birilerinin okuyacağını bildiklerinden beğenileyim, her yerde benden bahsedilsin, ünlü olayım  diye derli, toplu cümleler kurma peşinde  zorlayarak kendini,  içinden geldiğin gibi takılınmayacak bloglarda,  Web sitelerinde  yazmak ya da   İnci, Ekşi, Uludağ  sözlüklerinde kusmakla çıplaklığına, sahiciliğine ulaşmak mümkün müdür daktiloyla, elle yazılan bir dünlüğün ?İnsanları  enayi yerine koydurduğundan   her zaman, hep  güldürmüş dizi filmlerde, reklamlarda, nette paylaşılan anekdotlarda,  aforizmalarda geçen, yazılan, çizilen, söylenen onlarca  yalan arasında en… en …en kocamanı   “her kız çocuğunun kahramanı babasıdır” olan tek bir kadını tanıma bahtına erişemediğiniz  Türkiye’de;  Nilgün’ün de  yazdığı  gibi büyüklüğü, küçüklüğü aynı olmasa da  "babasının yuvarladığı çığın altında" kalmamış bir tek kadın bulunmadığını da  defalarca teyit edeceğiniz dünlüklerinizde çocuklarının dahi duymadığı çaresiz çığlıkları…yıllarca  otobüste, dolmuşta,  tramvayda, metro da, sokakta, işyerinde, evde, cafede   uluorta herhangi bir yerde ortada hatırlatacak hiçbir nedende yokken aniden yankılanacak yıllar…yıllar  geçse de   aklınızdan, kulağınızdan  çıkmayan;  oniki yaşındayken,  yirmiüç yaşındaki   babanızla evlendirilen yirmi  yaşında  en büyüğü  beş yaşında dört çocuk,  yirmi altısında  dört düşük, altı çocuğa sahip  yetim, gidecek hiçbir yeri, sığınacak tek bir dalı olmayan    annenizin, çocuk gelinlerin  babanız tarafından dövüldüğündeki o  yardım isteyen, çaresiz  çığlıklarına, hep mutsuz  ebeveynlerinizin var ettiği varlığınız yüzünden katlandığınız hayatınızda keşke  Verlaine’nin eşinin  ‘delikanlı şeytan’ dediği Rimbaud’un, Bukowski’nin  bir şiiri gibi anlatabilseydim; Anatole  France’ın” insanlar doğar acı çeker ve ölürler”ini  kanıtlayan hatırlanmaya değer bir çocukluğumun  da olmadığı   yaşanmışlıkları …anne ! Can! seni… Haldun seni de…ne kadar yazık  bütün istediğim yalnızca hayattan adil bir pay  almaktı; o da olmadı…   hakikat de hiçbir zaman   güzel olmaz..olamazdı değil mi? Olmadı da…olmasında onun için de    ilişkilerinin  bitişinin başlangıcı olacak şeyi belki kendinin de yıllarca  bir arpa boyu yol almadığını  gösterecek  dünlüklerini de romanın da yer verecek misin?Kendime saklamak istediğim şeyler  yok artık zira  bize ait olan ne var ki? "bizim" dediklerimiz, elimizdekiler bile bizim değil. Kimse bize bulaşmasın, bizi görmesin şu anki gibi aptalca  yaşamayı sürdürelim, hayatı kendimize saklayalım, kimseler bilmesin yaşadıklarımızın aynılığını sonra  vakit geldiğinde de gidelim istiyoruz ya böyle bir şeyin olamamasını istiyorum zaten böyle bir şeyde  olamıyor  çünkü hayatı saklayamıyoruz değil mi? İlla ki bir yerden açık veriyoruz. Şimdi  bir kayıp hayat hikayesinin saklandığı dünlüğünün  ilk sayfasını...?? Oku haydi!


“20.5.1987
Dün gece karar verdim. Kendime günce tutacağım. Böylesi daha iyi olur diye düşünüyorum. Nasılsa romanı yazamayacağım. İşte çalışmak tüm günümü alıyor. Olayları unutuyorum. Günce bunu sağlar hiç değilse. Tezer Özlü’nün kitabını bitirdim. Aylardan sonra okuduğum ilk kitap ”Yaşamın ucuna yolculuk”. Okurken sık sık  düşündüm. Neyi anlatmak istediğini. Kitabı anlayabilmek için bence Pavese’yi, Kafka’yı, tanımak gerek önce. Ne güzel bir şey insanın sevdiği yazarların doğdukları ketleri ( burada n tuşuna vurmayı unutmuşum) görmek için dolaşması, özgürce, para sıkıntısı olmadan duygulara dalarak. İntihar etti galiba Tezer Özlü ya da ben yanlış hatırlıyorum. İntihar etmişse şaşmam, kitabı bitirince bir an düşünmedim desem yalan olur, nasılsa “ölüm hiçbir şey değil. Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle.Ve yaşam yalnız yağmur, yalnız güneş, yalnız rüzgarlar ve hiçbir şey”. Ve yaşam hiçbir şey. Gerçekte bu böyle mi? Onca çelişki taşırken ben, yeni çelişkilere itti beni Tezer Özlü. Dolaşmak satırlarda (burada ı vuracağına a vurup ı’yla devam etmişim) Prag’ı, Torino’yu .Ne büyük mutluluk satırlarda insanı düşündürmek, dolaştırmak. Şevdim Tezer Özlü’yü, yalnızlığına içim burkuldu.Yatarken son kez baktım resmine, yaşamayı seven  birini bulmak istedim, sigarası, uzun saçlarıyla, kim bilir hangi sevgilere aç, kim bilir hangi dostluklara uzak, yaşamın hiçbir şeyliğiyle  dolu anlarla ayrıldı.
Her zamanki gibi uyandım bu sabah,  annem kapıda gözüktü, elini kaldırdı “kalk”. Uymak istiyorum saatlerce. Olmaz bugün ayın 20’si muhtasarları yatırmak gerek. Bayram araya girdi. Yatırılmasa, ceza. İşin yoksa patrona anlat ondan sonra işe son. İş değiştirmekten bıktım artık. Sofrada peynir, zeytin, dünden kalan bir parça pasta. Zorluyorum kendimi yemek içm nafile, canım her zamanki gibi yemek istemiyor. Sigara yakmış…., “Bana da versene”, “….tan  aldım”. Alıyorum”