Üç yıl…üç yıl… artık bir hastaya
eder gibi refakat edilecek, fani bir zemine
oturtulacak hayatı; simsiyah, yıldızsız
gecelere boyayacak bir haberin gelişi… alınışı…bir insanın öldüğünü
duymak…öğrenmek; olmayan, şeytaniyken niyeyse inatla olduğuna inanılan, belki de sanılan büyülü, çekici, kışkırtıcı hayatın parlaklığını solduran, o tatlı uykuları…o hiç
gerçekleşmeyecek oyalanılan hayalleri… geleceğe umudu; saat gece yarısını vurmadan bitiren, kırdığı
parçalarıyla bütünü dağıtan, ‘ben’i
geride, ölenle yaşanılan geçmişte bırakacağından bugünü, şimdiyi zora
sokan…sokacak ölümün aniliği; kaybın da.Bu
vahşi… bu çirkin… bu nefret edilesi…bu
geride yalnızca ceset bırakan, ‘ben’deki en ücra hücreyi dahi es geçmeyip pincik pincik, lime lime edecek hoyratlıkta, fesat;
kimsenin kimseye riyakarsız, içten
yoldaş, yaren, sevgili olmadığı, olmayacağı, olunmayacağı bilinmesine rağmen illa kalbi , ‘ben’i hançerleyen, ruhu, iyiliği
zehirleyen deneyimi tadarak
enkaza dönmekte ısrar edildiğinden,
belki de zihinde var olduğundan gerçekliği sorgulanacak kadar karanlık yalnızca kavramlarda yaşayan
erdemli, dostça, kardeşçe ilişkiler yaşanabilirmişçesine, varmışçasına davranmaktan vazgeçmeyen milyonlarca insanla dolu, üstüne meşakkati de kendinden menkul bu dünyada; kırıklarını kimsenin toplama
zahmetine kalkışmayacağı acı…ölüm..
ihanetle parçalanan kalbin, ‘ben’in; insani değerlerin, hakların kutsadığının iddia edildiği modern toplumda, yanı başındaki kimse ona; ebeveyne, evlada,
kardeşe, …, …, dahi
uzak, yabancı benciliğin
nirvanasındaki insanların, kimselerin
duymak istemediğinden duymadığı, duymayacağı nafile, biçare cümleleri, isyanı; hayata, ölüme, acıya.Demek ki, an'da acı
var; gün de… ay da… yılda da.Yaşam dediğin de;
azıcık neşe, bol hüzün, keder, imkansıza; mutluluğa, iyiliğe, aşka erişme çabasının beyhudeliğinde hiçlikte sonlanacak ‘ben’i, ruhu yetmezmişçesine diğerlerini de eğlendirme için
biteviye çırpınmanın; zihin niyesini
anlayıp, olmayacağını kavrayana kadar da
hayal edilene...istenene kavuşamamanın,
iyi yaşayamamanın yıllar geçtikçe
anlaşılan kaderi, tercihleri,
hayatı belirleyen
doğulan aile, coğrafya, hazır
bulunan köken, mezhep, din benzeri
olgularla, yetiştirilme koşullarını
değiştirme gücüne sahipsizliğin; dalgalanmalarının altında boğulacakmış hissinden, çalkantılarından, heyezanlarından yorgun düşmüş;
kopuşlarla…kaybetmelerle sarmalanmış ‘ben’i baştan çıkarıp yolunu saptırtan, eninde
sonunda varılacak gözyaşlarının sığınağında ‘yalnızlığa’
henüz ulaşmamışken alınan inanılmaz…ani… yıkıcı… ölüm haberinin getirdiği yere inecek alçaklıktaki puslu bulutlarda öldüğünü öğrendiğinle, onunla birlikte kaybedilecek, yitirilecek ‘ben’; kendin;
içinizdeki ölmüş parça size aittir ne de olsa; kimse bilmez; kimsenin
bilmesi de ‘gerekmez’li varoluşun da
çıkmazı.Üç yıl ‘meğer sen! yaşadığında ne kadar da tam; hayat da onca felaketine ne kadar da
keyifliymiş, şimdi bir parçam zamansız kesilip, koparıldığından hep eksik…hep
yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı
içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum da
.Zaten adı, konumu, temsiliyeti fark etmez başkaları gibi, hayatın lüzumsuz
efendilerine dönüşecek anne, baba,
kardeş, eş, evlat, sevgili, arkadaş,
yoldaş, patron, siyasetçi, lider vesaire vesaire, tanıdık tanımadık kim var kim
yoksa, istisnasız, hakları varmışçasına elbette çekiştireceklerinden, nefesi
keseceklerinden çekiştirenlerin elinde
kalmış öğretilen bir hayattı benimki de; yaşanmışlıklarla
öğrendiğimi, bildiğimi sandığım,
inandığım her şey de
yalan çıktığından; yaşananlar,
belki ben de, koca bir yalandım… yalanmışım…
‘la dövünülen üç yıl…üç yıl… Daha ölüm
haberini almadan önce öylesine de azken, hayata dair keyif aldığın ne varsa onun sonunu; son
baharı…son yazı…son kışı… son güzü… son hazanı…son kahkahayı…son neşeyi… son
heyecanı, hevesi…son yürek çırpıntısını… yaşadığını bilmeden geçirdiğin günden
sonra, yokluğunda yaşanacak beşinci mevsimde değil henüz sen yaşıyorken,
hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların
üzerinde Cüneyt; Munzur’un kıyısında
gerilla günlüklerine dalmış Lorina’yla, Bejna; deli deli esen poyraza
vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan gözümün içine
baka baka arakladığın arkasını düzeltmelerimle karaladığım müsvedde A4 kağıda
resim yaparken ‘sen’; belki bir
gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda sen9.doc uzantılı dosyada saklı roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni
kaybettikten üç yıl sonra ancak…bugün açabildim.
Bugün; düşünce dostunuz otuzyedi aydının
yürekleri, vahşi bir kabilenin üyesi yamyamlarca, hem de
can güvenliklerini sağlamakla sorumluyken, yönetimine egemen etnik
kökene, mezhebe, dine mensup olmayan azınlıktaki vatandaşlarının katlini
gelenekselleştirmiş devlet yetkililerinin, herkesin gözü önünde canlı,
canlı yakılarak küle dönerken; yanık
kokusuna karışan göğe yükselmiş ateşin etrafında toplanmış yamyamların
ürkütücülüğü, bir insan az sonra
ölecekken…az sonra bir insan öldürülecekken
o öldürmenin…o ölümün hazzıyla atılan alkış tempolu sloganlardaki coşkuda gizli insana
sevgisizliği, farklıya
tahammülsüzlüğü şefkatsizliği,
vicdansızlığı; insanın insana gaddarlığını, lanetle anacağınız, bir daha asla
sevmeyeceğiniz “Sivas Katliamın“ın
yapıldığı Temmuz ayının ikisinde;
ertesi günün, tarihi onlarca
katliam, vahşetle kabarıp
taştığından ölümlere, vahşete, acımasızlığa
methiyeler döşemeye alışkın Türkiyelilerden ziyade, ortaçağı anımsatan insan
yakma barbarlığıyla donakalmış dünyadaki
insanların gözünde Türkiye’nin imajını koruduklarını sanma aptallığının beyanı “İnönü’ye büyük öfke” manşetiyle çıkacak gazetelerde “ Sivas’ katliamı kurbanı 36 kişiden
20’si için Ankara’da düzenlenen
cenaze töreni siyasi bir mitinge dönüştü….” İbareleriyle yer alacak, sonsuz
egemenlik için katliamlar planlayan,
örgütleyen, lojistik destek
sağlayan, gerekliliğine inandığında sol, demokrat, sosyalist kisvesine de
bürünecek, alanlarda, programında yıkacağını
haykıran en marjinal partide dahil hangi parti, hangi lider iktidara
gelirse gelsin kulluk edeceği, darbe müptelası militarist aklı derin
devletin; tutuklandığın oniki Eylül öncesinde kullanıma koyduğu “Komünistler Moskova’ya”,
“Bozkurtlar burada çakallar nerede?“, “Biz Biz Biz; Mustafa Kemal’in
askerleriyiz.” gibi, dört yıl sonra bindokuzyuzdoksanyedinin yirmisekiz Şubatında, olageldiği üzere yine
laiklere destekleteceği darbe öncesi “ Türkiye İran olmayacak”,”
Mollalar İran’a” sloganlarıyla
budayacakları kesimi ifşa ettirdiklerini yıllar yıllar sonra fark ettiğin, yer yer
yanmış bedenlerinin içine
konduğu, üstüne bayrak örtülü tabutlarının
ardından Dikmen caddesinden Meclis’e doğru binlerce insanla yürüdüğün
Temmuzun altısındaki cenaze töreninde; hep öyle olmaz mı? susarsın… susarsın
sonra bir gün beraberinde toplumda, işyerinde, ailede, evde, mensup
olduğun grupta, cemiyette, dünyada; katlanmak zorunda bırakıldığın
dışlanmışlığı, uğradığın haksızlıkları, insanı
küçümseyen, hor görenlere duyduğun tiksintiyi, emeğine el koymasına rağmen kölesinden sürekli minnet bekleyen efendilere, patronlara öfkeyi
‘yeter artık, dayanamıyorum, ne olacaksa olsun’la yüzlerine haykırmayı, başkaldırmayı sağlayacak bir olayın, bir sebebin
insanda o güne değin söylemek isteyip
söylemediklerini söyletecek cesareti
buldurması gibi, acıdan inip kalkan,
öfkeyle kızaran ciğerlerin, maruz kalınan ötekileştirmelerle birikmiş hıncın, gözyaşlarının; havaya kaldırılan sol
yumrukta somutlaşıp ortalara
dökülmesinin gurur ve şaşkınlığında, şahsında katliamın sorumluluğunun simgeleştirildiği törene katılan Başbakan yardımcısı İnönü’yü;
var olmuş, olacak her sistemin
yönetenleri, yandaşları ve savunucuları;
lider, yazar, çizer, düşünürlerince yaratılmış;
hele de gelişmemiş bir ülke, topluluksa yer edineceği kesin “
devlet…bayrak….din… Kuran..İncil… Peygamberimiz…atamız..aile bizim için
kırmızı çizgidir” anlayışıyla
aşılması istenmeyen hassasiyetler…gelenekler…önyargılar eliyle çoğaltılmış, nasıl ki iyiliğin, vicdanın,
iyi niyetin, naifliğin, zeka ve estetiğin
dışa vurumu edebiyat, resim,
müzik sinema, iyilik yapma, yardım etme, herkese saygılı davranmaysa ‘yeter ki insan olsun, din, mezhep, etnik
köken önemli değil’ paylaşımlarının
altına yazılan “kaçak elektik kullanımı Doğu da, Güneydoğu da had
safhada, bu Kürtler yok mu , her şey bedava olsun isterler”, “ Ermeni piçi” , “Türklüğünle, atanla,
dininle öğün” , “dünyanın başına bela
Yahudiler”li içinden çıkılmaz, keskin bir
ırkçılığın belirtisi paylaşımların
tek getirisini; milyonlarca insanın ölümünün, Nazi kamplarının, işkencelerin,
savaşların sonunda dünyaya,
insanlığa zararı görüldüğünden artık
yerilecek olgu haline gelmiş nefret, kin, intikam, ihanet, kötülük duygularının dışa vurumu faşistliklerini saklamayan, besleyen grupların ifşasının, şimdiye, yarına faydasını da atlamadan; bu devirde ergenlerin
elindeyken birden 65 yaşındakilerin istila alanına girmiş; kimin söylediği
yazdığı muamma kalacağından, yapılan hata, yanlışlık da düzeltilmeyeceğinden, genellikle de söylemeyen, yazmayan birinin
söylediği yazdığıymışçasına ona şöhret getirecek ve neden ve kim için ve kim görsün diye yapıyorlar’ la anlam
verilemeyen ‘ sen benimkine, ben
seninkine like atalım, o hımbıl x’inkini
de dislike’layalım ’ danışıklı dövüşte Twitter, Facebook piyasasına sürülen gerçek yaşamda sadece bir aforizma kalan, kalacak aforizmalardan en bilineni her ne kadar hoşgörülü
çağrı gibi görünse de farklılığı, farklıyı bir yerde toplama çabası
içinde o kişiyi damgalayan farklılığı vurgulamadan da geçmediğinden gül dokunuşuyla, içten içe inciteceğinden
incittiği fark edilmeyen, süslemesinde
derin bir ayrımcılık, ötekileştirme taşıdığını hissettiğiniz Mevlana’ nın “ne olursan ol gel yine gel" aforizmasının; bindokuzyüzlü yıllarda , seksenlerin darbeci çizmesiyle içi dışına çıkarılacak
kadar ezilmiş Tükiyelilerce ve
belki Madımak oteli önünde toplanmış kişiler tarafından da, demokrasiyi getirip, yolsuzlukların hesabını soracağına
inandırıldıklarından iktidara
taşıdıkları liderlerin, partilerin icraatlarıyla illa ki kıracakları yine büyük umutlar,
büyük coşkuyla desteklenmiş Başbakanlığını iki yüzlülüğün mabedi taşranın nerden kimden ne koparsam kardır kurnazı Demirel’in yaptığı DYP-
SODEP (SHP) koalisyonu zamanlarında,
1991 yıllarında, o günlerde daha yeni
yeni kullanılmaya başlanan internet ve
Messenger daki kısa mesajlaşmalarda paylaşılmış
olmasının hiç bir anlam ifade etmediğinin; en derinlerine ekilmiş , ırkçı,
faşizm odaklı kah bilinçli, kah
bilinçsiz ama hep var olan, olacak cahilliğe tutunan, dünyanın en tehlikeli silahı haline gelebileceğini dört gün önce
kanıtlanmış aynı havayı soluduğunuza, aynı toprakta yaşadığınıza utandığınız
yamyamcı kalabalığın; karşıtı
kalabalıkla birlikte yuhlayıp, çocukluktan
şahit olunan katliamlar hep tekrarlandığından, asırdır
“katil İktidar”ların tek farkı ismi olan Başbakanlarına, liderlerine göre öznesi
değişen defalarca atılmış
“katil …, Erim.., …, Evren, …, Demirel…, …, ” sloganını da
“katil İnönü”yle tekrarlarken;
dünyanın herhangi bir yerinde hiç
tanışmadığınız, karşılıklı bir bardak çay içip sohbet etmediğiniz genellikle de
yaşadığı yerin azınlıklarından,
göçmenlerinden insanların başına
getirilen felaketlere; bombalı saldırılarda, katliamlarda, faili meçhul
cinayetlerde, savaşlarda, polis, erkek şiddetinde öldürülmelerine duyulan
büyük üzüntünün, gösterilerle
verilen tepkilerinin nedeninin; olayın
mağduru taraftan, azınlıktan, düşünceden, gruptan, mezhepten, kökenden olunmasından kaynaklı, maruz kalınan öldürülmeli vahşetin sırf o aidiyet
yüzünden gelip de sizi bularak tecellisiyle; ecel vakti
denilen yaşlılığa varmadan hayatını kaybetme ihtimalinin, ihtimalliğini
dahi kaybettiren gerçek olduğunu
düşünürken katılınan tören,
gösteri bitimi sonrasında mağdurlar ve o
mağduriyet için sokaklara dökülen,
gözyaşı döken kişiler değilmişçesine
mağdurların başlarına ne geldiğini, çektiklerini;
mağduriyetlerinin giderilmesine
yönelik neler yapıldığını, hangi yasaların çıkarıldığını merakını, takipçiliğini miting alanında bırakarak, içindeki öfkeyi,
nefreti kusmanın rahatlattığı
benlikleriyle evine dönen protestocular,
muhalifler gibi sende akşam -‘ daha kalabalık olur sanmıştım
ama nerde ? oysa şöyle bir milyon insan toplansaydı, hep bir ağızdan
haykırsalardı gericiliğe, şeriata hayır
! …eşit yurttaşlık hakkı diye bak
bakalım bir daha insan öldürmeye kalkışırlar mıydı? İnönü’ye ne demeli, hiç
sorumluluğu yokmuşçasına utanmadan kalkmış, gelmiş törene, suç mahalline dönen katiller gibi.İyi
oldu yuhalanması, az bile yapıldı... yahu sen başbakan yardımcısının nasıl emir
vermezsin Vali’ye, Jandarma
Komutanına…nasıl emrin dinlenmez, sözün,
emrin geçmiyorsa o koltukta niye oturuyorsun, ne işin var ? ‘- ‘ama biz
Aleviler, hep yalnızdık değil mi?Niye katılsınlar cenaze törenimize.Onlara göre ne var bu
memlekette, canları yanmıyor nasılsa…
hep öldürülmüyorlar.’ –‘Sosyal demokratlar
ne zaman iktidara gelse hep böyle olur Aleviler, Kürtler tırpandan geçer,
katliama uğrar da ne olur ?katline aşıklar gibi yine onlara oy verirler.İşte bu
yüzden hep çantada keklik olduklarından hep böyle ölecek, öldürülecekler’ - ‘
kızım, kızım Sivas, koca Pir Sultanı
astı, ne beklenir onlardan’ yorumları
arasında ana haber bülteninde katıldıkları
cenaze törenini, mitingi
seyrettiklerinde televizyon
ekranında evlatlarının fotoğrafını taşıyan anne görününce ‘-vah… vah, vah ananız öleydi sizin, bir
değil iki yavrusu birden gitti. ‘ – ‘Yasemin
ve Asuman; ne yandım ben, ne
yandım bu iki kız kardeşe, Allahım
kimselere verme bu acıyı’yla gözyaşlarını tutamayanların gözünde; dünde,
geçmişte uğruna ölünecek bir amaç; devrim, sosyalizm, özgürlük, eşitlik ya da özellikle de komünizme karşı devlet,
beka, milliyetçilik mücadelelerine ölüm yoldaş, ülküdaş kılındığından, mücadelede; kavga, çatışma,
savaş, miting sırasında istenen amaç
uğruna; bir yoldaşın…bir
ülküdaşın öldürülerek hayatından
edilmesi ‘ölen ölür kalanlarla
mücadeleye devam’la
normalleştirildiğinden; öylesi bir mücadelenin
dışındaki ölümlerde ‘nasıl
üzüldüm anlatamam, yüzü gözümün önünden gitmiyor…ne kadar da genç, güzelmiş, çok
ağladım. ‘ –‘Koca bir aile yok oldu gitti; emniyet kemeri tak be adam, bu ne
hız, kaç kişinin hayatına mal oldu sarhoş araba kullanman.’ –‘İnsanın başına ne
geleceği, ne olacağı belli değil dün
malı, mülkü, ailesi vardı bugün deprem, sel evsiz, kimsesiz, mülksüz bıraktı .’
–‘Kim bilir ne derdi vardı da intihar etti….’ –‘Bu gece hiç uyuyamadım
üzüntüden, kahroldum , annesi babası…” konuşmalarına sebep;bir akrabalarının,
tanıdıklarının, adını sanını bilmedikleri
bir tanıdığının ya da tanımadıklarının
hayatın rutini bozan deprem, sel,
çığ, trafik, iş, tren, uçak kazasında, ölümcül bir hastalıkta, operasyonda, savaştaki trajik ölümünü, intiharını gazetelerde, şimdiki zamanın gözdesi
sosyal medya da okudukları,
birinden duydukları, TV’de izledikleri
anda; hissettikleri anlık olmasa da ki
bazen anlıktır, haftalık…aylık matem,
üzüntü; bir iki saat bilemedin bir, iki gün
çoğu zaman ölenin toprağa
verilişinden sonra yerini hayatın akışı
da gerektirdiğinden rutine, dinginliğe terk ettiğinde; ölen kişinin elbiseleri,
ayakkabıları, kitapları, cep telefonu, tableti,
yatağı, su içtiği bardağı ona dair, kullandığı her şey; açtığı
buzdolabı, televizyon yaşadığı mekanda
yerli yerinde duruyorken, yaşadığı yerde onunla hayatı paylaşmışları geçmişe
kelepçeleyerek müebbette mahkumlayacak,
en ufak bir şeyin, bir su sesinin, bir
kahvenin, bir çiçeğin, bir parfüm kokusunun çağrışımıyla saldırıya geçecek anıların; dünde
yaşananları, geçmişi bugüne taşımasıyla hissedilen özlemin, çaresizliğin; her gün duyulan ‘ haydi ama çık banyodan geç kaldım okula,
işe, servise’ -‘kahvaltı yapmayacağım, yolda bir simit alırım’ -‘çıkıyorum ben,
geç kaldım’ - ‘bugün börek yapsan… ‘ –‘akşama bir şey istiyor musun’ sesini bugünde duyamamanın; yerine getirilmesi imkansız, aklı
delirtecek sıfır ihtimalli sarılma, saçını okşama, konuşma, görme,
dokunma isteğinin; ömür boyu kullanılacağından bir gün “böyle yaşamaktansa,
ölsen daha iyi” dedirtecek öldürmeyip
süründürecek kortizonlu ilaçların tek çare olduğu, iflah olmaz otoimmün, kronik bir hastalığa dönüştüreceği birlikte yaşanılanın ölümünün …
bir insanın varlığının yok oluşunun vücudu saran, hep de kanayacak açık bir
yaranın dinmeyen ağrısı…acısıyla ömrü tüketmenin, yaşamanın ne demek olduğunu; hayatı
alt üst eden, edecek o kahrolası ölüm evlerini ziyaret
etmediğinden, rahatlarının bozulmasını
da geciktireceğinden ‘ gelmek istemediyse zorlamayalım, daha çok
yeni acısı, elbet geçecek. Koca Nazım
bile “ en fazla bir yıl sürer
yirminci yüzyılda ölüm acısı” dememiş miydi ? Şimdilik ellemeyelim’
telkinleriyle yaşanan faciayı…trajediyi bulunduğu yerde hapsederek dışarıya
yansımasına engelleme alışkanlığıyla belki
öyle görüldüğünden… öğretildiğinden… yaşandığından tahmin edemeyecek, etmeye de kalkışmayacak; bilmeyecek, bilmeyen herkes gibi sen belki
bende; “katiller bulunsun, hesap sorulsun”, “ ……. unutmayacağız”
sloganlarını attığını silmiş
hafızaya sahiplikte, hiçbir şey olmamışçasına; belki bir gün bir yerde
bahsedildiğinde, payına düştüğüne inanılan
görevi yerine getirmenin huzuruyla
‘aaa evet nasıl unuturum o katliamı, cenaze törenine, protesto mitingine
bende katılmıştım’ diyerek yaşla,
genetiklikle ilintilisiz savaşı çıkarıp, darbeler, faili meçhul
cinayetler düzenleyerek , işkence, şiddet uygulayarak kadını, çocuğu taciz
ederek, iş trafik, tren kazalarını
yaparak önlenebilir ölümlere
meydan vererek düşürdükleri
ateşle yaktıkları sıradan
evleri cenaze evine dönüştüren sorumlularının bulunarak, cezalandırılmasının ardını bırakıp
unutuşa terk etmeye de meyilli…hazır
ve de nazır olunduğundan; olanın…yaşananın ötesine…sonrasına bakmadan
ateş düşürülen cenaze
evlerindekileri; orada öylece acılarıyla, anılarıyla birlikte baş başa
bırakmayı yadsımayan doğal kabullenmeyle; katıldığım cenaze töreni sonrasında
okuduğum; insanları etkileyerek yeniden yeniden okunmasının, kendisi ve eserleri
hakkında
başta Samuel Beckett , Proust
Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir’le Alain
de Botton olmak üzere düzinelerce yazının kaleme alınmasının nedenlerinden biri; hayatında
yer almış zamanındaki Fransa burjuvazisine, aristokrasine mensup dedikoduyu seven, tabu
sayılan eşcinselliklerini gizleyen,
Dreyfus davasındaki tutumları,
arzuları, hazları farklı onlarca kişiden ya da bir kaçının karmasından
yarattığı roman kahramanlarından her birinin, Guermantes Düşesi Mme
Oriane’ de; ikibinonaltı yılının
Mart ayında modacı Fortuny’nin tasarladığı, 50’ye yakın elbisesi,
Paris’te Palais Galleria’da sergilenen
ince belli, zarif Greffulhe
Kontesi Elizabeth gibi yaşayan bir karşılığının bulunması kadar, uykuya geçişi
otuzsekiz, uyanma sırasında
düşündüklerini, yaşadıklarını üç sayfa
da tanımlamak gibi gündelik hayatta pek çok insanın fark
etmediği, dikkate almadığı belleği yönlendiren sonsuz sayıda ayrıntıyı
yakalayıp; hatıraya indirgenmiş geçmiş, şimdi ve yarının iç içeliğindeki
bilinç akışıyla; her an… her
hisle ilgili duygusal, gerçekçi
tespitlerini kelimelere
döken, bugünkü yazarların
yazmayı kolaylaştıran teknolojik
olanakları düşünüldüğünde o koşullardaki
çabasına, zekasına, yeteneğine müteşekkir
kalınarak hayranlık
duymamanın imkansız olacağı Marcel
Proust’a ikiyüzsekseniki sayfa roman yazdırmış,
aile efradının yaşadığı ilişkilerde de görüleceği üzere aşk denilen
insanın kendi kendine yarattığı duygunun; genellikle kültürüne,
aklına, tahsiline, mesleğinde ki
başarısına, güzelliğine, gıpta edilenin
boyuna posuna yakıştırılmayan, arasında fersah fersah mesafe, fark olan özelliklere sahip birinde vücut bulduğunun, bulmasının sayısız örneklerinden olacak kremasız sade
kahve kıvamındaki sevgilisi- hele de takipçi sayısı kendisini kat be kat geçmiş kültür, turizm elçisi Şeyma Subaşı’nda aşkı bulacak
bir Orhan Pamuk nasıl herkesi demeyelim de pek çok insanı
hayal kırıklığına uğratıp , o ilişkiye anlam verilemeyecekse aynı şekilde
hayatındaki kadın, erkek sevgililerden
biri olan fotoğrafına uzun uzun bakanın
sadece seyretmek için yanında
bulunmasını isteyeceği yetenek ve yakışıklıktaki besteci Reynaldo
Hanhn dururken- Alfred Agostinelli’ye duyduğu
romanında böylesi bir aşık olma durumunu “Ayrıca, entelektüel ve duyarlı erkeklerin
daima duyarsız ve düzeysiz kadınlara teslim olmaları, onlara bağlanmaları,
sevilmedikleri ……”yle bahsetmekten
kendini alamayan- tutkulu, takıntılı, uyutmayan kıskançlıkta olmasına hayret
duyduracak, hayıflandıracak sevdasının; hediye ettiği
uçakla seyahateyken, uçağın Akdenize düşmesi Alfred’in aniden
ölmesiyle sonlanması gibi, romanında ki
Albertine’nin de hediye edilen attan düşerek aniden ölmesiyle kimi zaman Marcel olarak
adlandırdığı anlatıcının ağzından yaşadıklarını, özlemini, acısını damlattığı “ıstırap , insan psikolojisine, psikoloji
biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder… teselli bulmam için bir değil,
sayısız Albertine’ni unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın
üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla aynı
üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım “ lı
hüzünlü satırlara; görmek
için can atılan ama başta ekonomik diğer
nedenlerden dolayı gidilemediğinden
sanal gezinme imkanı sunan teknoloji sayesinde Google da, web sitelerinde, gezi bloglarında
tarihi, turistik yerlerinin fotoğraflarına bakmanız yüzünüzde sokaklarındaki
havayı, rüzgarın okşayışını hissedemediğinizden, konuşmalarını anlamadığınız insanların el kol
hareketlerindeki canlılığı görmediğinizden sanki hafızanın yarattığı
sanal bir şeymişçesine görüntülerdeki Paris’e, Karadağlar’a,
Floransa’ya hissedilen duygular kadar
uzak…soğuk kayıtsızlığım; hayatı paylaştığın birinin yaşayacağı, seni,
Haldun’u kaybettikten sonra benim de yaşadığım “peşinde koştuğum şey ise , Albertine’di,
birlikte yaşadığımız zamandı, bilmeden izini sürdüğüm geçmişti…hatıra böyle
acımasızdı işte”lerine duyarsızlığım; ‘ama abartmış’lı hadsizliğim-
oysa kitabı okuduğumda anneannemi,
dayımı, amcamı onca akrabayı, yol arkadaşını Aytül’ü , Metin’i, Fevzi’yi
kaybetmiştim- hafızanın neredeyse her gün dönüp, dönüp geçmişe bakışının…o
günleri arayışının nedenlerinden biri ola(cak)n
ah o sırlar öyle değil mi Haldun? gerek
en ‘o mu ? benden hiçbir şeyini saklamaz’ diye yemin edilecek kadar emin
olunan saklayıp mezarına da götürse bir
gün ‘kimden çekiniyorsun, öldü o,
bilsem ne olur, bilmesem, seni duymaz bile haydi’yle anlatıldığında; seninle ilgili ölümün sonrası öğrendiğim,
benden nasıl saklayabildiğine
şaşırdığım - ‘ yok artık
bilmiyorum deme tüm Türkiye biliyor gay olduğunu, Nişantaşının, Nevizadenin,
Tunalı’ nın yetmedi Sakarya’nın barları
anlatsın kaldırdıklarını, şu ünlü etçi
de sevgilisiymiş…’- ‘ para veren
herkesin yemek yiyip, yatağını paylaştığı; yeteneği olmadığından güzelliğini, vücudunu pazarlamaktan
çekinmeyenlerdendi o’da, Kanal D’nin …..
yatağından geçtiği için o dizide rol aldı da adı artist, sanatçıya çıktı.Başkası söylese
inanmazdım ama meşhur ….. restoranın sahibi arkadaşım anlattı, S…’yle
bildiğin para karşılığında otel odasında
birlikte olmuş ’ –‘ boşanacaktı, bıkmıştı’-‘ terk edecekti, gidecekti
buralardan, ne kadar acı, biletini bile
almıştı…’lı gerekse de bir gün
mutlaka da gerçekleşecek aile üyeleri, akrabalar, dostlar arasına kara kediler,
dedikodularla nifak girdiğinde, herkesin
herkesle bozuşduğu da hiç görülmediğinden,
ittifak yapılıp iki üç kişiyle
çeteleşilenlerden birinin ki o biri
de; ilişkilerinin koptuğu güne değin
hakkınızda söylenenleri,
dedikoduları diğerleriyle birlikte tasdikleyip aynı tavırları gösterirken sizi
savunmamıştır ama içten içe onlara
duyduğu açık etmediği sinsi
nefretini, maruz kaldığı küçümseyici tavırların intikamını alma
fırsatını da kaçırmamak adına ‘senin
için söylediklerini bir bilsen’le kapattığı şemsiye yüzünden her tarafınızı
ıslatan yağmur damlalarının peş peşe
dökmeden, akıtmadan öncenin ritüelli
-‘aaaa ne diyebilir ki benim
için, anlatsana, korkma! söyle zaten konuşmuyorum…’–‘belli mi olur kardeşsiniz…akrabasınız…eski dost düşman
olmaz derler, bir gün konuşursunuz o zaman da yine ben kötü olurum, yemin et
öyle…’yi de tamamlandıktan sonra ‘gerçi inanamadım ama benden hiç hoşlanmazmışsın
çağırma onu gelmesin dermişsin, çok
çıkarcı bulurmuşsun, Başkana da bütün yazışmaları ben hazırlıyorum o oturuyor
diye şikayet etmişsin beni …’ -’ ay güya
sen, Leyla’yla her gece barlara,
pek sıkta Tunalı’daki Cafe Bien’e takılıyor, bildiğin koca arıyormuşsunuz.Hatta
olan da olmuş Cem’le..’-’ kocan aldatmış seni hemde evli Fatma’yla, arkadaşınla’ –‘ var ya senin için öyle
kurnaz öyle kurnaz ki anlatamam dedi, haydi bugün dışarıda yemek
yiyelim teklifini yapıp canın ne istiyorsa yiyor, hesabı da ona
kilitliyormuşsun’ –‘sen ne sanıyordun değer verip seni sevdiğini mi, arkandan
idare ediyorum maddi olarak yardımına
ihtiyacım var yoksa ne diye çekeyim o
manyağı derdi senin için’ -‘biliyor
musun kendisi onca erkekle yattı, kaktı kimselerin ruhu duymadı ben de tersine
önüme gelene anlattım o tiyatrocu çocuğu
bile, ne oldu adım orospuya çıktı
benim…’lerle; Marcel’in de Albetine’in ölümü sonrası çamaşırcı kızlarla
ilişkisini öğrendiği ‘Ahhh o sırı’ dahi önemsememem; ölmeden önce nerelere gittiği ( gidilir de ), ne yaptığı,
ne yediği, içtiği, ne giyindiği, ne
konuştuğu, son sözünün ne olduğu zihni sürekli meşgul edip meraka yol açarken, ölüme
neden müsebbibin şimdi ne yaptığına, nerde yaşadığına, akıbetinin ne
olduğuna dair soruların cevabı;
Ortadoğu’da, Türkiye’de neredeyse bütün diktatörlerin, katliam planlayanların, yapanların cezalandırılmasını geciktiren… engellen; 17 yaşında Erdal Eren’i astırtan
Evren’i elleri yağda, balda,
kaymakta 90 yaşına kadar yaşatan
ilahi adaletin adaletsizliği de artık
beklenmediğinden, hayatın en kötü
günü olduğundan habersiz ölüm günün her
yıl yıldönümü yaklaştığında geçmiş
günleri ve o günü sanki o
günmüşçesine aynı tazelikte yeniden
başlatan, yaşatan makineli bir tüfekten
atılıyormuşçasına acıtan hatıraların,
söndürdüğü kalbin, ‘ben’in iyileşemeyeceğini ; “iyileşen”nin sen değil “zaman”lığını, acıyı yaşayan
biri ancak böyle bir şiir
yazabilirle sığındığım B.Keskin’in
“Ben hangi kelimeyi nereye koysam/ Bir sonbahar konaklar sesimde./Ben hangi
kelimeyle girsem akşama/ Ben hangi kelimeyle nereye gitsem/ Yokluğunun renginde
depremler düşer boynuma….” mısralarındaki gerçekliği de algılayamamam,
çocuklukta… gençlikte…orta yaşlılıkta
tanık olduğum 1977’nin 1
Mayıs, Çorum, K.Maraş, Malatya, Madımak
, Roboski dahil onlarca katliam,
cinayetle ya da başka bir nedenle insanların hayatının kaybı nedeniyle Alevi, Kürt, azınlık olmanın değil insan olmanın gereği duyulması gereken… duyduğum, yaşadığım büyük
üzüntüye…çöküşe rağmen ; ölümün keskin
bıçaklığını, empatiden öteliğini; evlatlarını, eşlerini, babalarını,
annelerini, sevdiklerini kaybedenlerin
kalplerindeki diplere yerleşen derin acıyı, kor alevi, Albertine Kayıp’ı
okuduğum, Madımak katliamında hayatını
kaybedenlerin de cenaze törenine
katıldığım o günlerde değil de çok sonları kavramamın nedeni meğer daha
doğmadığından aklımın ucundan
geçmesinin imkansızlığında, gün gelecek de katliamın yapıldığı o lanet…o
zalim…o ihanetçi Temmuzun ikisinde; Can…Can
! seni,
öncesinde de Haldun’u ve
de … kaybetmediğimdenmiş.
Garipliğinin yanında acıtan şeyse; onca
kitap alışverişine, yazarlarıyla ilgili konuşmanıza rağmen
Haldun’la Proust hakkında hiç sohbet etmediğinin ayrımına da vardıracak
kaybedişten…kaybedişlerden sonra; Arkadaş
da dahil D&R’da mahalledeki, Kızılay Konur
sokaktaki Dost, İmge kitapevlerinde bulamayınca mecburen ‘kadere razı’ tipler
gibi boş verip, Swann'ların
Tarafı’yla başlayan Yakalanan Zamanla biten
yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde serisini
tamamladıktan epeyce sonra
bir gün yine Dost kitapevinde
bulduğun, beşinci sıradaki
Mahpus’u “ aaa Royale sokağı kulübünün
balkonunu gösteren Tissot tablosunda ayakta duran kişi olduğunu açıkladığı
Swann (söz konusu tabloyu anında Google
da arayıp, merakla Swann’a tekar tekrar bakıp, her detayı da aklına
yazmıştın), Bergotte ölmüş… düşes
Mme Guermantes’ın giysilerine hayran Albertine’i metres tutmuş ….
” nidalarıyla bitirdikten sonra okunması
gerektiğini anlayıp Albertine Kayıp’ı tekrar okuduğunda “Ah ! bir daha asla bir
ormana adım atmayacak, ağaçların arasında gezinmeyecektim”le, ölümün sonrası
gittiğimiz parklara, seninle gezindiğimiz yerlere sensiz gidemeyeceğimi söylememi anormal…suçlu
hissettiren tuhaflıkla karşılayan;
vefat edenin yakınlarının
arkasından ( bir zamanlar yirmibir yaşındaki oğlunu kaybetmiş Elmas
için benim de yanımda)
söylenen ‘ yazık kafayı yedi
sonunda’ tespitini benim için de diyecek yakınlarımda, arkadaşlarımda,
insanlarda varlığını bildiğim baskın
duygu, düşünce; evinde bir elde
kahve, şarap, viski maç, Survivor , Yasak Elma, Bay Yanlış izlemek,
Facebook, Twitter, Instagram’da like almak için yatağını, şortunu, göğsünü,
saçını, kalçasını, kaslarını, sevgilisini sergilemek dururken, depresyona düşürüp, moral bozacağına
inandıklarından acısı, sorunu, derdi,
tasası bulunanlardan uzak durma, bir araya gelmek istememe olduğundan
‘şimdi işin yoksa uğraş dur, yanlış anlamayın
insan ister istemez etkileniyor, odasını, eşyalarını gördükçe üzülüyor,
başıma ağrılar saplanıyor’ söylenmesiyle cenaze evlerinde geçirilen saatleri
vaktinden, ömründen çalınmış faaliyet görmenin sonucu olsa bile özünde hayatın ölüm, acı, kasvetle
içiçeliğini… gerçekliğini… ölümle yüzleşmeyi gençlikte, yaşlılıkta
reddedişin ahret, öbür dünyaya
hazırlanmak için dünyaya getirildiğine
inandırılmış Müslüman Ortadoğulu toplumlarda varılmak istenen hedef cennet için yapılması gerekenlerle
bağdaşması olanaksız “Sen
dünya mülkündesin, öyle!” yergisinin
abes kaçmayacağı tavırda; sonsuza
kadar yaşayacak, ölüm hiç yokmuş’lu bir yaşama
güdüsünde kendini var etmesi değil miydi özellikle de bükülmüş bel, kataraktlı göz, titreyen
el, bacaklarıyla ölüme hazırlanan vücuda
‘ben’e aldırmayıp…ihanet ederek kendini
genç sayan belleğin yönetiminde yine de ölüme gün sayarken, eğer hastalarsa ‘bak
! hepsini çekme bıkar birazını’ talimatını vermeyi unutmadıkları evlatları maaşlarını çekmesin diye bankamatik, banka gişeleri
önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alan
yaşlıların, eşlerinden, evlatlarından daha daha düşkün oldukları paralarını
avuçlarında pincik pincik sayması,
bildiğin yastık, çarşaf altına saklaması -‘sende bozuk var mı ? bir
kuruş lazım ekmek alacağım, ben emekli bir memurum biraz indirim yap’lı dilenmeleri ‘- ‘çok şükür a o birkaç kuruş
var bankada’ yla sevinirken -‘aybaşına kadar bir tek bu yüz lira var, ona göre‘yle canlarının istediği meyveyi, sebzeyi almayıp
BİM, A101, Yunus gibi diğerlerine göre daha ucuz marketlerin
indirimlerinin, kampanyalarının müdavimliğinde para biriktirmeye çalışarak
seksen, doksan yaşındalığı umursamayıp ne yapacaklarsa ‘ Cuma günü
üç çelik tencere 200 TL’den satılacakmış bana bir set ayırsan be kızım ! be oğlum ‘ -‘ krediler ucuzlamış
çekip bir ev alsak’ - ‘yazlığa pergüle yaptırsak’, - ‘elden ayaktan düşsek kim
bakar biraz harcamaları kısalım’ planlamalarından da geri kalmamaları; öyle
davranmaları belki büyük sahteliği, aldatıcılığı yaş geçtikçe anlaşılacak vicdan ve merhametten yoksun “dostluğun”, “kardeşliğin”, ”evlada
sahipliğin” hatta insanlığın sadece
kavramlıkta varlığını
görmelerindendi. İşte ben bunları daha tam idrak ettirtecek olayları
yaşamamışken sadece içgüdülerim , sezgilerim öyle istediğinden seni kaybettiğim
o sancılı günlerde “gerçek acıyı çekmeyenler
tarafından yazılan makaleleri okumaya tahammülü olmayan “ Marcel gibi,
acıyı yaşamadıklarından- suçlamakta ne
kadar doğru bilemesem de cenaze
evlerinde çoğu kez suratlarına sahtelik akan üzgün bir emoji yerleştirmiş
otururlarken gördükleri elem, acı karşısında ’Allahım çok şükür’le
yakınlarının ölmemişliğine sevinmeyi
akıllarından geçirdiklerinden- hissettiklerimi, yıkık ruhumu, anıların gün boyu resmi geçit yaptığı kederli dünyamı
anlamaya çabalamaktansa ‘ahh
mahvoldular ailece hele de …., onu öyle
fotoğraflarına bakar, okuduğu kitapları seyreder, atletine, oyuncaklarına
sarılır görmek beni çok üzüyor, bir şey değil bu kadar üzülmekle bir yerime bir
şey olacak, yarından sonra ben bir süre gitmeyeceğim, hem bu gidişle ….’yle “deliriyor” kategorisine terfi ettirecekleri ‘ben’im de onlardan daha
çok onlarla zaman geçirmek istemediğimi, onlara
katlanamadığımı
düşünemeyecek olmalarına dayanamazken…
hem! yanımdakilerden kim,
ölüm sonrasının unutuşa da
varabilecek aşamalarını akla getirdiklerini, düşündürdüklerini,
yaşattıklarını somutlaştırma,
betimleme güçlüğü çekmeden nesneler, eşyalar, kokular, tatların ve yemeklerin
çağrıştırdığı anıları Vinteuil sonatı
eşliğinde; öylesine içten; acının tek
bir karesini atlamadan anlayabilir…anlatabilir… yazabilirdi ki ’yle
ayrıntıların efendiliğine, büyük yazarlığına toz kondur(t)mayacağınız Proust’un
satırlara döktüğü “…Albertine’in
hatırasıyla ayrılmaz bir bütün oluşturdukları için, sırf ilk ve sonbaharları ,
kışlarıyla zaten yeterince hazin olan … hayatta olsaydı bu benzer
havada,şüphesiz ….gezintiye çıkardı..Son olarak ta , bu mevsim değişlilikleri
ve farklı günlerin her birinin , bana başka bir Albertine’i geri
getirmesi…” hislerinin izdüşümlerini ‘O’nu, Can’ı ve Haldun’u kaybettiğimde bunları
bende yaşamış, aynen böyle düşünmüştüm… Marcel’in her kadında Albertine’i görmesi gibi ben
de bir an parktaki çocukta seni görmüş
hatta sen sanmış , ardından senmişçesine seslenmiştim’; Haldun’la Gandhi filmini seyrettiğimiz, salonun,
iki odanın pencereleri evin yanındaki parka
baktığından ‘bak!parkta tek bir çocuk yok çünkü hava çok soğuk, kar
yağıyor biraz ısınsın’la zor zap ettiğim senin
parkta çocuk görür görmez ‘ haydi, çabuk çabuk bizde gidelim, bak çocuklar çıktılar dışarıya
‘yla mızmızlanmana fırsat vermeden ‘haydi bakalım’ üşütme diye ağzını burnunu
atkı, berelerle sarıp gittiğimiz parkta
yaptığımız kardan adamın gözlerine koymak için taş bulamayınca, diz boyu
karın ortasında ‘ icat edeni… elime
geçirsem…bıktım ya rahat yok nereye
gidersen git, tuvalette bile
bulunuyorsun, insanlardan
kurtulamıyorsun, ayrı kalamıyorsun, bu nasıl görülmemiş bir zulümdür ’ sitemimin baş rolü ama o gün, o
anların fotoğrafını çektiğimden
bugün minnet duyduğum cep telefonuyla talimat verdiğimiz anneannenin
buzdolabı poşetine koyduğu siyah zeytinleri penceren bize attığı, havadaki
poşeti tutmak için gerisin geriye gittiğimizden düşerek içine gömüldüğümüz karlı
her kış gününü; sen daracık pencere pervazında ayakta arkandan düşmeyesin
diye tutan ben ‘bak! işte sel bu, su nasıl güldür güldür akıyor caddeye’
dediğimde yeni öğrendiğin hoşuna giden bir kelimeyi ya da cümleyi konuşmanın
ardından hemen tekrarladığından ‘bak!güldür güldür akıyor’una gülümseyip
‘yağmur yağıyor, seller akıyor…’u söylediğimiz Nisan yağmurlarını;
‘seviyor, sevmiyor aaa sevmiyor çıktı’ kederini ‘ bu bir
oyun, seviyor çıkana kadar yapılır, tekrar yap bak seviyor çıkacak’la fal
baktığımız papatyaların açtığı ilkbaharları; kulağımıza küpe yaptığımız kirazların, alır
almaz sokakta yemeye başladığımız dutların tezgahlarda görünmesiyle yazları;
birbirinin üstüne dökülmüş sonsuz
sonbahar renklerindeki yaprakları avuçlayıp bana doğru attığın videoya çektiğim
Kasım aylarını sende, Haldun’da bulduran
kayıp, ölüm sonrası yaşanacak
sanrılarla karşılaşmanın olmazsa olmazlığındayken ben, etrafımdakiler de duymamayım diye gizli
gizli mutfakta, balkonda, banyoda ‘bir
psikologa mı götürsek acaba? dur dur şuralarda
bir yerlerde antidepresan
olacaktı onu verelim de azıcık uyusun’ konuşmalı körlükteyken; ellerinde
bir bardak suyla yanıma gelip de
’aç bakalım ağzını’ komutunu verdiklerinde
-‘ne bu?içmem ben bunu’ itirazıma
-‘iç rahatlarsın’ kolaycılığını öne sürmelerini; ‘akşamları ‘uyamıyorum,
ayrıca başım çok ağrıyor ‘ şikayetli evladına
kendindeki migren semptomlarını yükleyecek öngörüdeki kız
kardeşinin ‘kızım ben sana dememiş
miydim uykusuzluğuna çareyi bulacağım
diye.Bugün Güven hastanesi nörologlarından
profesör Çiğdem hanımla konuştum,
sende de benim gibi sterse bağlı migren varmış.Laroxyl yazdı 10 Mg’ müjdesine
yalnız kaldığınızda -‘ böyle şey olur
mu?muayene etmeden, MR çekmeden nerden biliyor çocukta migren olduğunu da ilaç yazıyor? Ne o görüşme
yapıldı, ne de reçete yazdı Çiğdem hanım.Bariz yalan söyledin çocuğuna, teşhis
de, tedavi de senden, ama yapma ! 22 yaşında antidepresana alıştırma, yazık
ediyorsun’ dediğinde her yalancı gibi niyeyse affedileceğine kesin gözüyle
bakılan, insanı aldatmayı ortadan
kaldırmayan ‘kimsenin canını yakmayan
pembe yalan…’ bahanesine sığınarak (
ilişkilerin düzeltilmesine yardımcı olacağından
üç yerde söylenmesinin…takiyyenin
günah sayılmayacağı İslam da yer bulduğundan
mı herkesin yalana…takiyyeye başvurması)
yalan konuştuğunun bilinmesini utanma vesilesi görmeyenler kulübünün
başkanı olduğundan yalancılığının
yüzüne vurulmasını umursamayan
yüzsüzlükte –‘ne yapsaydım her akşam, her akşam
başım çok ağrıyor diyor, öyle görmeye dayanamıyorum ne yapayım’ –‘ madem
kararlısın antidepresan vermeye bari
pasiflora içir.Hiç olmasa bitkisel, bağımlılık yapmaz .Hem ne diye bu
kadar abartıyorsun baş ağrısını,
uykusuzluğunu çocuğun? Hepimiz zaman zaman
bunaltan dönemlerden geçeriz ,
yeni döndü yurtdışından;Fransa’dan, yeni
işe başladı, alışmadı daha el
bebek gül bebekken herkes gibi algılanmaya, sorunları benden daha mı fazla? kanser oldum göğsüm alındı,
bağırsaklarım yok …kanser olduğumu öğrendiğimde Semih bey, biliyorsun alanında çok iyi bir
cerrahtır ‘ bir süreliğine kullan, şimdi
anlamazsınız ama sonraları sorgularsın niye ben kanser oldum diye yardımcı olur
size’ deyince ona çok güvendiğimden başladım,
üç ay zor dayandım lanet Cipralex’e !
Güya akşamları uyutacaktı beni mışıl, mşıl… tersine etki, cin gibi ayaktaydım
her gece, mahvoldum uykusuzluktan.
Bunlara şahit senin şu yaptığın iş mi? Bu ilaçların yan etkisini
de düşün’lü kadınlığın doğal içgüdüsü
anneliğin gereği itirazlarımı gözlerini sigarasının dumanından
ayırmadan dinlemesiyle kıçına
saymayacağını anladığın; hayatın
evrelerinden ergenliğe adımda kişi
sorumluluklarının yeni yeni farkında varır, ilişkilerin komplikeliğini
görür; içini doldurmaya başlayacağı yeni
kavramlar dedikodu, ihanet, aldatma, yalan, iftira, torpil, katliam, ölümle,
aşka tanışırken; sorunlarını (ders çalışma, sınav, gönül verme,
arkadaşlara gezip tozma, arayı bozma,
ebeveyne karşı çıkma, beğenmeme vb) çözmenin hayatla başa çıkmanın kolay yolunun yarattığı alkol etkisiyle, beynin kimyasına müdahaleyle, mutsuzluğa yol
açan iletimleri azaltma işlevleri sayesinde
uyuşan aklın, karşı çıkış yerine her şeyi
‘evet’letmesinden geçtiğini, bağımlılık yaptığını bile
bile sırf rahatsız edilmemek, ‘veletlerle’ uğraşmamak
için 'pelte haline getirip
bebekler gibi uyutan tatlı pembe hap'’ları; yasal eroinman, esrar ve
uyuşturucuları; Lustral, Prozac, Efexor, Cipram, Selectra,
Seoxat, Lyrica’ları; evlatlarına avuç avuç kullandırmaktan çekinmeyen; iyi bir hayat sürmenin yanında başkalarınca da değerli kılınmanın insanın servetiyle doğru orantılı olduğu Türkiye
gibi ülkelerde ilaç firmaları, doktorlar
arasındaki mekanik, maddi, ahlaksız ilişkiler nedeniyle kullanım alanları
dışında “kız arkadaşım beni terk etti”,
“annem öldü”, “kardeşim beni çok üzüyor, cep telefonumu kullanıyor” , “ babam
dışarı çıkmama izin vermiyor”,” annem Whatsapp mesajlarımı okuyor”, “prostatım
var”, “kocamı kıskanıyorum”, “karım mini etek giyiyor” temalı rutin
problemlerde dahi doktorlar tarafından reçetelendirilen
antidepresanların etkisinde, dünya yansa
‘bana yakınlarıma bir şey olmadı ya’la
umurda olmayacak, ecelini bekleyen birine iki hafta sonra sevinç
çığlıkları attırtarak dans ettirtecek,
alıp başını giden tutulamayan sanal mutluluk içinde etrafında,
bulunduğu toplumda var olan
yalanı, iftirayı, yolsuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği ‘sen mi
düzelteceksin, etin ne budun ne otur oturduğun
yerde keyfine bak’lı adam ‘sendecilik’le kişiyi
kendisi olmaktan çıkarıp apayrı bir karaktere de büründürebilen öyle ki çocuğunu hayatından edenin,
katilinin yargı önüne çıkmasını istemeyecek
boş vermişlikte en anormal olguyu
normal, normali anormal saydırtacak mantıkta ( uyuşturucu
kullanımıyla edinilen antidepresan mantık hayatı allak bullak ederek, pek çok olumsuzluğu
da tetikleyeceğinden, antidepresan kullandıklarını bildiklerinizden uzaklaşmak,
ilişki kurmamak insanın yaşam ve akıl sağlığı için gereklidir
sonucunu doğrulayacak olaylara
okumaya devam ettikçe rastlayacaksınız), detayların labirentinde kaybolan zihnin yeni şeyler keşfettiğini sanıp ‘diğer insanlarda
farklı olarak şöyle mükemmel bir
insanmışım meğer, o yüzden bu ilacı almam lazımmış’ lı düşüncelere
de batıp çıkan zamane ebeveynlerinin;
anneler ve babaların çocukları
büyüdüğünde isteklerinin,
arzularının dışında bir karaktere
bürünüp sonrasında tıpkısının aynısı kendilerine benzediklerini
gördüklerinde niye o denli şaşırdıklarını da hiç
anlamadığından yanlış anlaşılmasın
demeyeceğim yanlış anlayan anlasın, herhangi bir kötü olayda özellikle de bir insanın kaybında, ölümünde
hemen antidepresan tavsiyesine,
iğnesine başvurması, kayba maruz
insanlara antidepresan içirilmesi o
kişi, kişiler için endişelendiklerinden,
gerçekten daha iyi olmasını…olmalarını…olmanızı
istediklerinden falan değildir, iyi vakit geçirip, hayatın tadını
çıkarma peşindeyken acı bir olay, bir durumla karşılaştıklarından matemin uzun sürmesi, kendilerinin de onların yanında matem
tutmalarına devam etmelerini getireceğinden
artık sıkılmışlardır zira depresif anne, baba, evlat, kardeş, kanka,
arkadaş, amca, yeğen sevgiliye bir noktaya kadar tahammül edilir, o noktada ‘elimden geleni yaptım…geldim,
gittim, sarıldım, ağladım, hizmet ettim benden bu kadar’la tahammülsüzlük
kendini göstereceğinden ki belki bu da
çok insani ve anlaşılır bir
tepkidir de ama içindeki acıyı götürür
sanılıp götüremediği de illaki bir gün anlaşılacak, kafayı kazan yapmaktan başka bir işe
yaramayan ikibinli yılların popüler çerezi; patlatılmış mısırı, çitleği çevrede neredeyse kullanmayan
insanın kalmadığı küçükken anneme
mide ülseri için doktorun verdiği diazemden başkasını bilmezken şimdilerde ‘ay
şekerim sen ne kullanıyorsun ? yaa yapma onu bırak bunu kullan, hem bu
sersemletmiyor, baş ağrısı da yapmıyor,
acayip rahatlıyorsun ? sabah müdürle tartıştım attım iki tane Lustral, pamuk
oldum pamuk…’ lu sohbetlerin konu başlığı antidepresanı; o
gün ‘aç ağzını’ komutuyla vermeye çalışanlarda midemi bulandıran şey
istedikleri için duymana
da aldırmadıkları ‘tamam acısını
paylaşalım ama nereye kadar, artık o’ da
biraz gayret etsin canım, kaç gün oldu, nihayetin de bizim de işimiz gücümüz,
çoluğumuz çocuğumuz var ’ konuşmalarında ki
gizli bıkkınlıkları, farklı kılıklara bürünmeye çalışmalarının
yanında, ölümcül bir olayla karşılaşıldığında bir
madende grizu patladığında; yaşlı bir
insan kalp krizi geçirip öldüğünde ‘hayat
bu ne yapalım’, ‘madenciliğin…yaşlılığın özünde, kaderinde
vardır’a sığdırılmış insanı
daraltan yalın bencilliklerini,
acımazsız kişiliklerini sergileyenler
dışındaki pek çok insan kendini
olayın mağdurlarının yerine koyup,
eşleştirecek bir şey bulduğundan
evet gerçekten de üzülürler ama
velakin ağdalı bir söz öbeğinden,
safsatadan başka bir şey olmayan; nasıl bölüşüldüğü bir muamma
‘acını paylaşıyorum’u kullanmaları yok mu ! hem bir insan ‘acımın kalbimi acıtan kısmı
bu, al sana, ciğeri deleni de bu, bu da
sana’yla üleştirilmeyecek acısını niye paylaşılsın ki üstelik de acının boğduğu kişiyi anlamaktan uzaklıkların farkında dahi olmayanların yerine getirmek
zorunda hissettikleri neden böyle bir
şey hissettikleri, gerek duydukları , ilk kimin bu işi başlattığını
bilmediğiniz, cidden merak ettiğiniz
‘yalnız bırakmayalım, sıraya koyalım
bugün sen uğra, giderken bir şeylerde götür, tencere yemeği değil, dur dur patatesli börek sever çörek de, yarın da sen’, ‘baştan
söyleyeyim ben pide yaptıracağım’
düşüncelerinin aksine; acıyı paylaşmakta aslolan kaybettiğiyle yaşanan anıları,
geçmişi hatırlayarak ölmediğine inandıran canlı…gerçek ona ait
nesnelere, eşyalara dokunmak, seslendiremediği
belki seslendirmek de istemediği acısıyla sahibini tek başına bırakmakken
o söz öbeğini duymak ! üstüne durmadan ölenle ilgili - ‘ahh düşünsene ya sakat, yıllarca komada kalsaydı.
Şimdi dersin ömür boyu bakardım ama
insan yükü ağırdır’ -‘ her gün onca genç şehit oluyor, ne güzel bir ölüm, Allah
herkese nasip etsin, yaşını başını almıştı, bakalım biz o kadar yaşayacak
mıyız’la sanki savaşı çıkarmış,
katliamları siz yapmış trafik, uçak,
iş kazalarına, teşhis, tedavi
hatasına siz neden olmuşsunuz gibi suçlama; eğer yaşlı,anne babanız
yanınızda ya da birlikte kalıyorsanız aynı evde; siz hep onların bir türlü büyümeyen çocuğu,
onlarda ölünceye kadar
gözünüze asla yaşlı
gözükmeyeceğinden gençtense yaşlıların;
sakat ya da yoğun bakımda makinelere
bağlı kişilerin yaşamalarındansa ölmelerinin
hayırlı, sevinilecek bir durum
olduğunun tebliğindeki acımasızlık; ‘ sen ölseydin acaba rahmetli bu kadar
üzülecek miydi’yle ölenle araya nifak
sokma, yaşamayan birinden şüphelenme
barındırdığından sinirlendiren; varsayımların sıralandığı konuşmalara ses
çıkar(a)mamak var ya ! Haldun!
şimdi o anlar aklıma
geldiğinde, keşke diyorum keşke bende aynı şeyleri hissettiğinden senin ağabeyini
gömdükten sonra verilen cenaze
yemeği sırasında gösterdiğin tepkiyi
gösterecek kadar cesur olsaydım da
‘defolun gidin! Yalnız, tek başıma
bırakın beni, saçmalamalarınız,
bir boka yaramayan tesellileriniz, yardımlarınız sizin olsun’
deseydim.Hep olduğu üzere iş işten geçtikten, güzel olan ne varsa ona geç kaldıktan sonra başıma
gelen aklımla, o gün onu diyemeyen mülayimliğime öylesine kızgınım ki, bugün
Haldun! etrafındakilere çıkıştığın o gün
sana söylediklerimi de düşününce nasıl kötü, aptal
göründüğüme şaşıp, kendimi nasıl
suçladığımı da bir bilsen zira insanın ‘
keşke senin yerine ben gitseydim, ölseydim’ diyeceği yanında
olmasa da varlığını bildiğinden hayatı mutlu, dayanılır kılan sadece bir
ya da iki kişi vardır.Öylesi bir insanın
kalple birlikte dünyayı durduran ölüm haberini almanın şoku daha
atlatılamamışken otomatikman
söylenen… kullanılan, bütün
o peş peşe tekrarlandığından
sıkıştırdığı kalbi krizle bile
tanıştıracak “başın sağolsun”larda;
elbette hayat devam edecek, elbette
yemek yenecek, su içilecek,işe gidilecek, yemek yapılacak,
yaşanacakken sanki bunlar
bilinmiyormuşçasına, ölenin varlığını, hatıralarını silme teklifi “hayat
devam ediyor”larda saklanmış ‘ölen
öldü…siz yaşayın’ , ‘ya ölen sen
olsaydın? ne şanslısın sen yaşıyorsun‘lu bencillik
itiraflarının sağanağında yapmak istediği tek şey ‘ne diyorsunuz siz ? benim dünya başıma
yıkılmışken, demeyin başın sağ olsun
deyin ki başını vur duvarlara…demeyin ağlama deyin ki gencecik birini, ömrünü kaybettin sen de,
ağla ağlayabildiğin kadar ‘ cümleleriyle bağırmakken beni neyin durdurduğunu
hiç ama hiç bilmiyorum…hiççç bilemiyorum… bildiğim söylendiği anda insanı rahatsız eden acıyı
hafifletmeyip katmerleşmesine, söyleyenlere
öfkeye neden teselli sanılan
tesellilermiş o anlarda zihinde tuhaf
anlamsızlıklar…boşluklar yaratan… .Bakışlarıma bir anda yerleşen parıldamaya şaşırdıklarında senin daha birinci sınıfa başlamamıştın sabahları
baban bıraktığında ya da ben gelip seni
aldığımda eve girer, ayakkabılarını çıkarır çıkarmaz annenin yedek giysilerini
bazen de aldığı organik meyveleri,
hastaysan ilaçlarını koyduğu bana göstermek için bir şey; yap-boz, oyuncak,
kitap, resim bazen de yiyecek ve de
tabletini getirmemişsen antredeki beyaz yayvan sepete bıraktığın, eğer gösterecek bir şey getirmişsen önce onları göstereceğinden anneannenin odasına taşıdığımız küçük koyu mavi renkli sırt çantanın
fermuarını açıp yatak örtüsünün üzerine döktükten; yatarak televizyon izleyeceğinden
üzerini değiştirip ev giysilerini
giydirdikten; iki üç yastıkla sırtını destekleyip yarı uzanır vaziyete getirip yalnızca TRT çocuk kanalı çıktığından ( evde
bir tek odamdaki televizyona tele dünya’nın
dedektörü bağlı olduğundan, son günlerinde eve geldiğinde önce benim odama gidiyorduk) bazen sevmediğin halde izlediğin anneannenin
televizyonu açıp mutfağa sana kahvaltı hazırlamaya gittiğim günlerde Pavlov’un köpeği alışkanlığında
sana sütlü kakao, bazen de
anneannenin ta köyden bu yana her sabah
içtiği, şahit olanın ‘Allah , Allah görende
Varto’nun dağından değil de İngiliz kraliyet ailesine mensupsunuz
sanacak’ taşlamasına giriştiği ki girişmeyenini de görmediğim sütlü çay, kendime de sade Türk kahvesi yaptığım saat onu gösterdiğinde ‘haydi
gellll‘ sesini hâlâ duyduğumu söylediğimde “sanki, tıpkı hayattayken olduğu gibi,
zihnimizi meşgul etmeyi sürdürür.Seyahate çıkmıştır adeta…” hissini yaşayan Marcel gibi, benim gibi günün her anını
paylaştıkları birini kaybetmediklerinden
delirdiğime işaret saymalarının da kahrında;
ve de benden yüzkırkbeş yıl önce doğmuş bir yazarla
romanlarında aynı duygularda,
aynı düşüncelerde, aynı acılarda
buluşmanın, aynı fırtınaları, durulmaları yaşamanın yaralayıcılığında, hakkında insanların - ‘yazık… düzeleceğine, günler
geçtikçe daha kötü oluyor, ’- ‘bu gidişle aklını oynatacak’-‘yas tutma altı ayı geçti mi, profesyonel yardım
alınmalıymış’ konuşmalarının nedenleri
sonraları zihnini çok meşgul
edince, bir insanın kaybı, ölümü ya da herhangi bir facia karşısında
takınılan tavırda, yaşanılan matemde; verilen tepkide bulunan naiflik,
duyarlılık, merhamet … empati, olaydan
etkilenme, üzülme derecesinin
ülkede insana verilen değer,
saygı ve bilinç, gelenek ve
göreneklerdeki incelik, eğitim ve kültür düzeyinin kalitesiyle orantılı…ilişkili olduğu kadar, kanıksatacak kadar çok ölümle
haşır neşirliği de payının
bulunduğunu düşündürecek onlarca olay,
sözlü tarih, onlarca hikaye, roman film
şeridi gibi gözlerin önünden geçip canlanınca; haksızlık, adaletsizlik barındıran bir olay,
hak kaybı getirecek bir yasal düzenleme karşısında kendiliğinden sokağa
dökülme, protestolarda bulunma refleksi gelişmiş ülke vatandaşlarının,
insanı rahatlatacak o naif…o duyarlı… o içinde asla ve asla
‘kader’ sözcüğünün geçmediği filozofvari
teselli sözcüklerine, içten
sarılmalarına, kaybedileni seninle anma
isteklerine, hislerine sahipliklerini nasıl
beklersin; senin deyiminle bir baştan bir başa memleketi sarmış yetiştirildikleri evlerin, okulların, yaşadıkları ülkenin,
toplumun naiflikten yoksun kabalığı,
nobranlığı, cahilliği duygularına, davranışlarına sirayet etmiş, kanaatkar taşralığı bir türlü aşamayan daha doğrusu
siyasilerin, düşünürlerin, yönetenlerin işlerine geldiğinden kentli olması istenmeyen Türkiyelilerden; durakta
bekler, pazar yerinde alışverişteyken her an
bombalı bir saldırıda, katliamda;
balkonda oturur, parkta oynar, sokakta yürür, asker uğurlarken bir maganda kurşunuyla; trafikte yol verdin
vermedin kavgasında; madende, fabrikada bir patlamada, savaşta,
çatışmada, iş kazasında; selde , depremde , çığda, bir afette, bir
başka ülkeye göçte, bulaşıcı bir hastalıkta;onlarca insanın, çocuğun,
gencin, askerin, gerillanın ölmesi,
öldürülmesiyle insanların gözü önünde hayatların bozuk para gibi kolaylıkla
harcandığı daha da harcanacağı ölümün de
‘kaderiydi’yle olağanlaştırıldığı her şey olur, hiçbir şey
değişmezin Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlardan.
Zaten bir kış günü annenin sana anlattıkları, nezaketten, duyarlılıktan muaf
Ortadoğu’da hayatı abluka altına alan öyle
kolayca…öyle her an karşılaşılan çoğu önlenebilir
ölümlerin “şehit oldu” , “kader”, “ne
yapalım”la sıradanlaştırılmasının yüzyıllara dayandığına dair düşüncelerini iyice pekiştirmişti.
O kış yine kar yağıyordu Ankara’da, odamda yatağımda
uzanmış; her kanalda her gün rastlanacak
hayvanlara özellikle de aslanlara ait belgesellerin bolca yayınladığı yıllardan biriydi; bilmem ne
kanalında seyrederken aslanları;
yaşadığında ‘aaa rengi değişmiş’le fark
ettiğin leylak rengi kumaşla döşettiğim Tunalı Buğday sokakta bir antikacıdan
aldığım antika koltukta oturan anneme
hani hiç ortamla, konuşulan konuyla ilgisiz, bir şey hakkında birden bir merakla nereden akla düştüyse soru sorulur ya
(Freud’a göre de illaki bilinç altında gizlenmiş düşüncedir açığa çıkan) işte onun gibi televizyonun sesini kısıp anneme dönüyor ve soruyorum –‘ Sare teyzemin kaç
çocuğu öldü?’ - ‘Ben iki tane biliyorum, hele bir Hasan
vardı; çok güzel bir çocuktu dedesine benziyordu, saçları sapsarıydı, gözleri mavi, biz
Van’dayken her sene köye gidiyorduk ya
depremden önce valla yalan olmasın belki sonra da olabilir görmüştüm
ondan bu kadar net hatırlıyorum yüzünü
’-‘Depremde ölmediğine göre sonradır ölümü, kaç yaşındaydı’ -‘
kocamandı’ eliyle boy gösteriyor –‘bu
kadardı , tabii ya yedi sekiz yaşlarındaydı.Sene 1965, yol yok bizim
oralarda her taraf dağ, taş orman. Deden
ben doğduktan dört yıl sonra bir şiir kitabı yayınlamış, dayının da sana
fotokopilerini gönderdiği işte o kitabında dağlarla ilgili yazdığı en az altı
yedi şiiri var, o kadar çok severdi dağları. Çünkü sabah kalkınca pencereden
ilk gördüğümüz yüksek dağlar, tepelerdi’ –‘ o şiir kitabını hatırladım “Bingöllerin
Sesi” kalkıyorum kütüphaneden alıp geldiğim fotokopi halindeki kitabın sayfaları çeviriyorum –‘gerçekten de dağlara aşıkmış. Dinle,şiirin
adı Dağlar “ Burcu, burcu kokar gider yaz faslı./Sizden mi geçmiştir Kerem’le
Aslı,/ Ağlamıştır sizde aşıklar nesli,/ Öter bülbülleri kafeste besli,/
Yollarda yolcuyu ağlatan dağlar,/Garip bülbülleri dağlatan dağlar” aaa bak bu
da Bingöl dağları şiiri “ Yüce Bingöl şirin yurdum./ Yaylasına çadır
kurdum./Suyunu içene yok ölüm/ Cennet gibisin Bingölüm/ Aras çayı senden akar,/
Murat nehri senden çıkar, /Yüce başın göğe bakar,/Sevdim seni doya doya,….hangi
dağdır senin eşin,/ “ susuyorum -‘devam etsene’ diyor annem, yatağın üzerine
bırakıyorum fotokopi kitabı –‘anne ! nerden nereye geldik, Sare teyzemi
anlatıyordun, kitap burada okursun sen,
hem günlerdir orada duruyor, okumadın da şimdi ben getirince mi? evet
dinliyorum’ –‘şimdi taksiyle yirmi dakikada gidilen Gımgım’a o şartlarda ya yürüyerek ya atla ya da öküz arabasıyla
gitmenin dışında başka çare yok.Tek tük
araba demezdik taksi vardı ortalarda.Kırk yılda bir köye gelen hükümette, jandarma o da.Neyse hani bir hastalık vardı boğazla alakalı kuşun bir şeyi deniyordu’
gülüyorum –‘kuşpalazı, boğmaca ’ -‘hah işte o, boğmaca, o yıl köydeki
çocukları tutuyor’ -‘salgın gibi’ –‘ İbrahim enişte Hasan’ı sırtına vurup, kara bata çıka, yaya
Varto’ya götürüyor’ –‘ vay canına!’-‘gördün sende, enişte çam yarması gibi
uzun, babayiğit, hastaneye yetiştiriyor
ama kurtarılamıyor, geç kalınmış’
–‘vah yavrum kim bilir kaç çocuk gitti öyle sahipsizlikten’-‘ sırf bizim evde bir
ay içinde beş çocuk öldü
kızamıktan, beş kardeş mezarlığı derdik,
hepsini bir mezara yan yana gömdüler. Sene 1953’tü Mengî Cele, Ocak
ayıydı net hatırlıyorum çünkü
bir yıl sonra 1954 yılında babaannem öldü. ‘ –‘ hani şu..’-‘ evet o! kız ! öyle zalimdi, yıllarca babamın öldürülmesinden
‘başını sen yedin’le annemi suçladı, ölüm döşeğinde ‘ Amine, sen güldün ama
gübrede yetiştin ne yazık ki değerini bilmedik.’ dedi. O sene Pironun karısı Hanesli’de bizdeydi,
ben hep derim ya lojının,
adircanın, ateşin önünde oturur
parmaklarını böyle koparırdı, bende onun
önünde oturur ‘Daye derdim senin bu
parmakların niye kopuyor’ sesim de korku
–‘ nasıl yani? nasıl kopuyordu’ -‘böyle’ diyor gösteriyor parmağın en
uçtaki kıvrım yerini ‘böyle bu kemik buradan tak diye kopuyordu,
oraları sanki ateşe düşmüş yanmış gibi simsiyahtı…
simsiyahtı -‘morarmış, eğilmiş desene anne ! belli romatizmal bir
hastalığı varmış’ –‘doğru diyorsun, ama
o bana demişti ki Seys Sılıman (Seyit Süleyman)
bana beddua etti.’ Söylenen isim kafamda pek çok anekdotu çağrıştırdığından –‘isim tanıdık geldi bana’
diyorum –‘gelir deden çok seviyormuş bu Piri derken işaret parmağını dudağına
götürüp öpüyor.’Her işini ona danışırmış,
her davaya girmeden önce ona sorarmış. Çok büyük inancı, büyük itikadı
varmış ona. Neredeyse o ne derse onu yaparmış.
Ölünce çok üzülmüş. Şiir yazmış arkasından’ sohbete ara verip dedemin
Seys Sılıman için yazdığı şiire o an bakmadım ama sonra “Bahar bağlarında bülbüller öter./Dostumun
hasreti içimde tüter/Mezarın üstünde sümbüller biter./Gitti bu illeri viran
eyledi./Yaktı ciğerimi püryan eyledi/…Mezarında nice günler inledim./Sesini
duyarım diye dinledim./Gece gündüz ona niyaz eyledim./Dostum bu illeri viran
eyledi…” mısralı “Ameranlı Süleyman
Uluyol, Sayın dost’ başlıklı şiiri okudum –‘İşte bu Seys Sılıman Hanesli’nin kocası annem gibi Bingöl’ün bir köyündendi.O
köydeki Tekyadan (dergahtan) ayrılan dedelerden
biriymiş o da, gelip bizim
Ameran’a yerleşmiş.Kardeşi ölünce de
karısının adı Şerife’imiş, Seys Sılıman onunla
evlenmiş, Hanesli’de karşı çıkmış
kocasının evlenmesine.O bana öyle anlattı ‘niye evleniyorsun’ demiş’ –‘elinden
öpmek lazımmış Hanesli’nin, o berbat…o saçmalığın dibi…ensest geleneğe karşı
çıkmak o devirde ne kadar cesurca bir davranış.Belki o evlilik olmasa annen de
zorla evlendirilmeyecekti amcanla, peki
nasıl bir bedduaymış ettiği’ –‘demiş ki ‘ dilerim kendi ceddimden parmaklarının hepsi kopar, tek tek düşerde
insanlara muhtaç olursun, sakat kalırsın, o bana öyle dedi’.Nihayet annemim sık sık tekrarladığı ‘o bana öyle
dedi’, ‘hiç unutmam’ cümlelerini fark
ediyorum –‘Neyse , Hanesli’nin bizde
kaldığı o yıl, altı çocuk ben sekiz yaşındaydım, okula başladık. Okul
dediğim bir eğitmen geldi köye adı Remzi,
çeşmenin yanında bir ev verildi,
biz çocuklar okul diye o eve giderdik; ben, Hanım,
Fikriye teyzen, Fazıla, Süleyman, Abbas…okul tam gün, sabah gidip akşama
eve dönüyoruz, civar köylerden de
çocuklar geliyor. Amcamın kızı Fazıla çok
da güzel bir kızdı, annem de çok severdi onu. O kadar sessizdi ki tabii annesi döve döve… öyle sessiz eğitmen onu alır getirir böyle koltuğunun yanında oturturdu’ –‘niye, çok mu
severdi eğitmen onu’-‘ deme ki hepimiz çok yaramazdık
bir çeşit ödüldü eğitmenin yanında oturmak, akşam dönüyoruz, diz boyu
kar, çeşmenin orda baktım ki…’ –‘ Anne!
benim gördüğüm üzerinde dedemin adının yazılı olduğu çeşmenin suyu ne kadar güzeldi değil mi? buz
gibi’ -‘ Cepanik yaylasındaki dağlardan
gelir o su da, ondan’ –‘ senin bu bahsettiğin
eski çeşme nerdeydi ?’ sohbet bittikten dedemin şiir kitabına göz gezdirdiğimde annemin bahsettiği Çeşme’ye ait bir şiirde
görecektim “Asırlarca akıp akıp ta çoşmuş,/ Derinden derine çağlayan çeşme.Su
yüreklere su vermiş koşmuş,/ Derinden derine çağlayan çeşme/….Bir fasıl
koşmuştur şairle sâze, / Bir dem varmış hakka nazu-niyâza./ Ermiş hak sırrına
ezelki râze./ Kaç bin kervan geçti yoldan saydın mı?/ Kocamışsın, bilmem gözler
aydın mı?Kaynak mısın yoksa dağdan kaydın mı?’ annem sorumu cevaplıyordu -‘eve
200 metre uzaklıktaki yeni çeşmenin az ötesindeydi eski çeşme, beton borularla şimdiki yerine çekildi.Neyse
eski çeşmenin orda baktım ki Fazıla çok ağladı dedim ki ‘niye ağlıyorsun?’ dedi ‘ başım çok ağrıyor’.
Eve geldik, kapıdan içeri girer girmez
‘Daye!’ dedi ağlamaya başladı, yengem Zehra kalktı, bir tane attı… bir
tokat attı dedi ki ‘seni ….’mı dövdü’ .
Şimdi düşünüyorum da o kadar nefret edermiş ki annemden, bizden de. Hep
suçlayacak bir şey bulmak umuduyla dolaşırmış.
Fazıla ‘Daye…Daye o beni dövmedi.
Benim başım çok ağrıyor ‘dedi. Yengem
aldı onu odasına götürdü. O zaman üç erkek kardeş, üç aile bir evde birlikte kalıyordu. Herkese avluya açılan bir oda düşüyordu.
Sabahleyin kalktık, biz çocuklar hepimiz hastayız. Kızamık tutmuşuz’ –‘kızamık
olduğunuzu nasıl anladınız?’ -‘başımız
ağrıyor, vücudumuz dışarı atmıştı
kırmızı lekeleri. İlk gün Fazıla ,
ikinci gün Leyla, ben, diğerleri sonra
Fazıla’nın kardeşi Süleyman, memedeki altı aylık Hüsnü Cemal, Abbas. Şimdi diyorum ki hep cahillikten öldü
bütün o çol çocuk. Bizim orası dört bir yanı dağla, ormanla çevirili ,
dağlardan esiyor buz gibi rüzgar, tipi kış ki ne kış.Babamın da kış diye bir
şiiri vardı “Şu orman ağaçları/ Soyulmuş kuşa benzer./Dumanlı yamaçları/
Korkulu düşe benzer/her tarafı bem beyaz/ Bütün ovalar dağlar/ Gök ayazdır, yer
ayaz / Altı aydır halk ağlar” soğuk buz kesiyor
“ Bağırdıkça karlı kışın/ Senden bezdim doya doya” denecek kış, bunlar
sobaya mazgal, kalın meşeler koyuyorlar,
sobalar kızıyor kızgın, kırmızı
alevler gözüküyor sobanın tenekelerinden, saclarından, demirlerinden… ateşimiz
var yanıyoruz, odaların içi hamam, su
vermiyorlar.Soğuk su üşütür diye sıcak çay veriyorlar ateşimiz daha da çıkıyor.Benim
annemin odasının bir masası var, böyle (kollarını iki yana açıyor, elinde metre
varmışçasına gösteriyor) tutuyorlar bir metre, adamın birisi yapmış anneme
tahtadan. Ali Usta diye biri yapmış. Bizim köyde bir tane de kirve var, Hüseyin
kirve.Baktım kapı açıldı, odaya girdi
Kirve, elinde Amerikan bezi böyle tuttu ölçtü ‘
–‘anladığım sizin orda metre vazifesi
anneannemin masasına yüklenmiş’ gülüyor
–‘ meğer Fazıla ölmüş, ben
bilmiyorum.Babası amcam Ali de o
zaman bu pisliklerle uğraşıyormuş Varto’ya gitmiş, 1953 de araziyi almış
diyorlar ya işte o zamana denk geliyor.Sordum dedim ki Kirve ne ölçüyorsun dedi
bir şey yok. Fazıla da
ölmeden önce Hanesli’ye ‘Daye ,bana ninni söyle’
demiş.Hanesli’nin öyle güzel sesi vardı… öyle yumuşak…öyle içli..yavaş
yavaş söylerdi, hep de dert yüklüydü klamları.Fazıla’yı iki duvara çakılmış
çivilere asılı halatlardan yapılmış beşiğe koymuşlar, bizim orda o beşiklere
bir de kalın ip bağlarlardı; böyle oturuyorsun o iple çekiyorsun beşiği
kendine sonra bırakıyorsun öyle sallayarak ninni söylemiş Fazıla’ya, belki de
beşikte sallanırken öldü bilmiyorum. Şimdi benim annemin odası evin arka, Hanım’ların da ön tarafta bakardı ,
Hanım görmüş’ –‘neyi görmüş, Fazıla’nın
öldüğünü mü?’ –‘yok yıkarlarken görüyor. cenazesini kapıya koyup yıkıyorlar ya,
onu görmüş dedi ki dört bir yan kar; “ Altı aydır şu kargalar/ Dağdan kopan
kasırgalar/ Önünde yere serilir/ Karlara gömülür kalır/Altı aydır bu illerde/
Karlı dumanlı bellerde/ Nasıl yaşarlar şaşarım / Ben olsam dağlar aşarım/ Uçar
giderim sahile / Karda çekilmez bu çile “
yazdığı gibi kar, altı ay
çekerdik çileyi. Dedi ki Hanım; karların üzerine uzun tahta bir masa koydular,
yanında kara bir kazan içindeki sudan buharlar çıkıyordu, siz bilmezsiniz bizde
kilerlerde koca kepçeler vardı sütü, haşlanan
buğdayı karıştırmak için. Baktım Fazıla’yı kucakta getirip o
tahtanın üzerine serdiler, gözleri kapalı, elbiselerini çıkardı yenge ‘
daye , daye ‘ ağlıyor bir yandan da…ölmüş dedim Fazıla, korktum bende öleceğim
diye, Hanım öyle dedi ama ben hiç bilmiyorum neyse akşam oldu ikinci günü ’
–‘bir dakika, bir dakika dur ! hiç merak
etmedin, sormadın mı nerede bu Fazıla diye’ aklım almıyor çünkü her sabah birlikte yediğin, içtiğin, okula
gittiğin arkadaşın aniden ortada yok, sormuyorsun kimseye, kimseler de bir şey
demiyor, bir açıklama yapmıyor.Ölümü gizliyorlar ne faydası varsa sanki ölen bir tavuk…bir inekmiş gibi davranıyor , eminim o yıllarda köylüler süt verdiğinden ölen bir inek, manda, koyun,
keçi için daha çok üzülmüş…daha çok ah,
vah etmişlerdir’ –‘ aynen öyle, soruyorum tabii;anneme sordum bir şey yok diyor, herkes bir şey yok diyor, iki üç gün sonra ben ve Hanım yavaş yavaş ayağa kalktık ama
nasıl halsiziz, Fazıla’nın kardeşi Süleyman’da beni ‘baba odasına götürün’
demiş, annemin odasına demeyeyim artık
bizim eve ’baba odası ‘ diyorlardı.
Getirdiler arkada böyle bir sedir var Süleyman’ı sedirin arkasında yatırdı
yenge Zehra, ama kadın çok kötü, Fazıla’yı kaybetmiş ağlıyor. Benim kız
kardeşim de beşik diyoruz ama bu kadar,
karyola kadar büyük’ ne önemi varsa soruyorum- ‘ tahtamıydı o beşik’- ‘
tahtaydı evet, çok büyüktü çünkü Leyla 48 doğumluydu 53’de öldü, kaç yaşında
altı yaşında mı ’ –‘beş’ –‘beş yaşındaydı değil mi ? kocaman kızdı , çok güzeldi bemrad, öyle
uzun kirpikleri vardı ki buraya kadar elmacık kemiklerinin olduğu yeri
gösteriyor , inana buraya kadar uzundu kirpikleri, sarışındı… o zaman Leyla’da
orda karyolada yatıyor iki de bir anneme “ben çok hastayım daye, sen beni ne
yapıyorsun” diyordu, “annem de “ben seni ne yapayım yavrum, yavrum”
diyordu. Leyla orada, o da burada, ikisi
aynı anda, aynı odada öldü. İkisi
de aynı dakikada öldü’ –‘Süleyman kaç
yaşındaydı?’-‘ Süleyman da 46’lıydı benden bir yaş küçük’ –‘ yedi yaşındaymış.’
–‘böyle parmağını (işaret parmağını ağzına götürüyor) ağzına koyardı emerdi, demek ki onda tik varmış, yazık biz
de ona Sılı Musi dın’ der, kızdırırdık, Sılı Musi diye yaşlı bir adam vardı. Hiç unutmam gece öldü ikisi de, bizim yanımızda, benim yanımda öldü ikisi de’
-‘öldüklerini nasıl fark ettin sen ?’ –‘
Hiç unutmam Süleyman annesine ‘Daye,
bak dedi pencerede bir tane adam var bana elma uzattı’, Leyla bir şey demedi, Leyla o
kadar dedi ‘ben ölüyorum Daye‘
onu öyle duydum’ derken aktı akacak gözyaşlarına engel olmaya çalışıyor. Bugün
o anları düşündüğümde neden kalkıp anneme sarılıp da onunla ağlamadığıma anlam veremiyorum yüzünü hiç görmediğim
teyzemin ölümünü anlatırken bana gözleri televizyon ekranında , yandan
bakmıştım annemin artık yaşlanmış , çizgilerle dolu yüzüne.Niyeyse insan
annesini, babasını hep anne , baba olarak görüyor, tanıyor, öyle doğdu sanıyor.
Onların evlenmeden önce başka bambaşka bir
hayatları olduğunu aklına bile getirmiyor. Aradan yıllar yıllar geçiyor
anne baba yaşlanınca, çocuk da orta yaşlara gelince; illaki agresif davranılıp
eleştirilere boğulan anne, babayı
anlamanın niye böyle şüpheci, sevgisiz, açgözlü ya da duygusal, verici, fedakar olduklarını çözüp ona göre davranmanın artık
hiçbir yararının olmayacağı vakitte,
yani yine iş işten geçtikten sonra bir
merak düşüyor insanın içine, soruyor da soruyor, bilmek istiyor geçmişi,
yaşananları.Kalkıp gözyaşlarını içine akıtan anneme sarılıp yıllar, yıllar
sonra birlikte Leyla’ya ağlamadım ama
küçücük bir çocuğun “ben ölüyorum anne” demesindeki o masumiyet içimi parçaladığından
gözyaşlarım akıyor ben istemesem de.Annemin gözleri o sırada ekranda ceylana saldıran aslan’nın
görüntüsünde takılı titreyen sesiyle ‘ bırak öyle kalsın bu dertler burada’
derken elini kalbine götürdüğünde ben de
kolumla gözyaşlarımı siliyorum –‘Leyla öldü, annem o güzel sarı saçlarını ördü,
bir tutam kesti bir beze sardı Sare teyzene uzattı ‘bunu sakla Sare, ben ölünce
gözlerimin üstüne koy’ ses çıkarmaya korkuyorum ağladığımı anlayacak diye oysa
sormak istiyorum öldüğünde koydu mu gözlerinin üstüne Leyla’nın saçlarını Sare
teyzem.Sormak istediğimi tahmin etmiş
olacak ki ‘öyle de oldu, kaç yıl sakladı
elli , elli beş yıl…annem öldüğünde çıkarmış, hiçbir şey olmamış saçlara,
gözlerinin üzerine koymuş.’ –‘ içinizde
Leyla’ya kim benziyor’ –‘Kimse başka bir güzeldi o.Hiçbirimizde ona benzemedik
çocuklarımız arasından da benzeyen yok. Ben orada, odada öyle bakıyorum yani bende şaşırdım birden öldü iki
çocuk.Feryat figan kucağına aldı annem Leyla’yı, yengem Süleyman’ı, odanın
ortasına bir döşek attılar ikisini yan yana uzattılar, küçüklerdi.Hiç unutmam,
şey geldi bu Vaide’nin annesi Elif hala geldi.O iki çocuk o gece… o Elif
hala yanımızda sabaha kadar oturduk.
Tabii bende ağlıyorum bende; aynı ev
çocuklarıydık, beraber oynuyorduk. Bir
de karınlarının üzerine büyük tepsiler
koydular hiç unutmam’ –‘şişmesin diye’
diyorum tekrarlıyor annem –‘şişmesin diye evet, sabahleyin onları da götürdüler etti üç ölü’ – ‘anne!
tepsinin içine de bir şey ağır bir
taş falan koydular mı?’ –‘yok,hayır…
hayır, tepsi bakır ya ağırdı zaten.
Sabahleyin onları götürünce yıkamaya o zaman ben de dışarıya çıktım. Bildim artık
dediler Fazıl’a da ölmüş. Leyla’ yı Kurmanj yıkadı annemle. Leyla’nın boynu
böyleydi (yana eğiyor) şöyle olmuş, Kurmanj’ın kocası geldi cenazeye baktı
‘neden Leyla’nın boynu öyle büküktür düzeltmedin’ dedi. Ondan sonra ikisini
götürdüler o yukarıda beş kardeş var ya onların yanına koydular. Onları
gömdüler bu sefer de hasta Abbas
ağırlaştı. Zehra yengem de doğum
yapmıştı altı ay önce Hüsnü Cemal diye bir kızı var memedeydi…meme
emmiyordu o da öldü, ama Abbas ondan
önce öldü’ –‘bu yenge Zehra kaç çocuğunu verdi kızamığa’-‘üç tane, bir ayda üç
tane; Fazıla, Hüsnü Cemal, Süleyman’a
kendi babasının adını koymuştu. Hiç unutmam bu Almanya’da ki ite benziyordu.
Güzel çocuktu, benden bir yaş ufaktı,
yedi yaşındaydı. Bunlar dedeyi bizim piri çağırdılar’ –‘niye?’ –‘dediler
gel Abbas’ı Şehid-i Merge götürelim. Abbas’la Hanım kardeş, aynı oda da hasta yatıyorlar.
Hanım bir gün dedi ki ben
babaannemi sevmiyorum, Abbas’la hasta
yatıyoruz babaanne girdi odaya elinde
bıjıki dorak yani peynirli gözleme Abbas’a verdi, benim de canım çekti istedim
vermedi. Kızlar insan değildi onun gözünde, oğlan torunlarını severdi onun için sevmezdim ben babaannemi. Neyse
Abbas’ı kızağa koydular tamam mı? biz
hep… Abbas’a bir şey olmasın diye … üç tane çocuk ölmüş, biz de çocuğuz,
tabii üzülüyoruz ondan sonra kızakla götürdüler Seyidin üzerine, niyaz da pişirdiler, yanlarında
götürdüler… karı yara yara,geri dönüp getirdiler Abbas’ı, Piro’nun sırtına
verdiler.Piro sırtına aldı , etrafında öküz çevirdiler ahırda , dediler ki ‘ ne kadar senin
hastalığın varsa, kadan belan hepsi bu
öküzün üzerine gelsin.’ –‘Öküzü kurban mı ettiler ?’- ‘ Bilmiyorum, Abbas’ı
içeriye aldılar, uzattılar ve Abbas
öldü. Hiç unutmam; benim annem de Bingöl’den yeni gelmişti, babasıgil şey vermiş ,böyle güzel
renk renk yemeni, elbiselik kumaş falan
annem o yemenilerle Fazıla’nın başını süslemiş’
– ‘şimdi ben sana yoksa biz Hıristiyan mıydık?desem kızarsın, iyi de anne öleni
böyle süslemek Hıristiyanlarda var’ –‘ her kılığa, her dine koydun bizi, bu da üstüne olsun.Annem Fazıla’nın
başını yemeniyle sarmıştı ya amcam
Varto’dan geldiğinde gömülmüştü Fazıla,
düşün bir geliyor çocuklar hep ölmüş.Yan yana gömdüklerinden mezar açılınca tekrar Fazıla’yı çıkarmış, agzını,
yüzünü açmış’ –‘çocuklarının öldüğünden onbeş gün sonra mı haberi oldu’ –‘ yok
Fazıla o yokken ölmüştü, diğerleri öldüğünde evdeydi.O zaman Fazıla’nın yüzünü
açmış babası, görmemiş ya.Annem diyordu ki sanki yeni uykudaydı.Sanki ağzını burnunu kapattığımız o yemeniye…o leçeğe buhar vermişti.’ –‘yani nefes
mi almış, kim bilir ki?’ –‘Annem hep anlatırdı ama çok güzel kızdı hakikaten güzeldi, sessiz sedasız bir kızdı.
İşte hepsini gömdüler orada…biz de ayaklandık
ben, hanım, Hatun ablam, Lütfi’ye
hepimiz hastalanmıştık.Zehra yenge, o
kadar hasetti, o hep benim derdime düşmüştü ‘ -‘düşse ne olur evladını kaybettikten sonra iyi kadın delirmedi’ –‘yenge çok fena oldu,
hep benle Lütfiye’yle uğraştı, ilgilendi. Nasıl sen yeğenlerini seviyordun
öyle. Allah var kadının bizim üzerimizde emeği çoktu, oğlu Lütfiye’nin, kızı
benim yaşımdaydı.O bizi var ya… her hafta,
çocukları öldükten sonra her hafta; o kadın bizi yıkadı… saçımızı
yıkıyor, iki örük yapıyordu.Nasıl sen düşkündün Can’a, kadın da bize düşkündü.Bir yıl bizimle
uğraştı, en sonunda partiyi şaşırdı’ -‘
kolay değil üç çocuğu bir anda kaybetmek’ –‘ne zaman amcam annemi aldı, kadın zehir oldu anneme yapıştı ama emeği
bizde çok’ –‘ kadın korkmuştur benim kocamı da elimden alır diye’ –‘kızım annemin kaynıyla zorla
evlendirildiğini en iyi o biliyordu.Sonra hamile kaldı ama bu defa da sıtma
geldi köye.Kinin içti. Sağlık memuru gelip köylerde geziyordu, bulaşıcıdır
diyor kinin dağıtıyordu herkese içsin diye.İşte o zaman 1954 yılıydı,
yok yok yani 53’ün kışında onlar öldü,
o çocuklar, 53’ün ilkbaharıydı.
Tamam, bu kinin içti, hamileydi ya meğer
ikizmiş çocuklar, ikisi de erkek,
kinin yüzünden düşük yaptı. Böyle resmen…o düşmüş çocukları bende gördüm, böyle her şeyleri
belliydi, ondan sonra da bu Figen oldu ’ –‘şimdi anladım Figen teyze biraz
farklıydı demek kinin iz
bırakmış.Zekasında gerilik vardı sanki, eee onca kinine dahi olacak değildi ya’
–‘zavallı Figen ! iki ismi vardı, amcam kızı dünyaya
gelince, kız kardeşim Leyla’nın adını da
koydu; Figen Leyla’-‘ Allah… Allah amcan ne biliyordu ki Leyla’yı, ne kadar
tanıyordu, ne kadar ilgiliydi ki kızına
adını veriyor, laf olsun işte’ –‘amcam
pislik yapmasaydı…o zamanlar tabii yaptıklarını bilmiyorduk, çocuktuk,
babamız yoktu.Ben onun kucağında büyüdüm…ben var ya öyle sanıyordum babamdır,
anladın?’-‘doğrusu bizde dedemiz sandık yılarca.Babacan görüntüsü vardı, ne
kadar çok benzerdi Hulusi Kentmen’e, bıyıkları yüzü.’-‘gerçekten de benziyordu,
akşam olunca misafir odasında
toplanırlardı, böyle sedirler
vardı, sobanın arkasında her zaman amcam
otururdu, ben de her zaman onun kucağında uyurdum.Mesela çağırırmış annemi ‘gel
dermiş götür kızı’, öbür amcam da Lütfiye’yi çok seviyordu.Lütfiye amca olarak
ona düşkündü, bende buna. Amcam öldüğünde düşün ben çoluk çocuk sahibiyim daha
haberim yok babamın arsasını üzerine geçirdiğinden, hoş o arsa da Ermeniler
yollanınca Varto’dan Hazineye intikal edilmiş ordan da ihaleye çıkarılmış. Sende gördün tapuyu, ne
yazıyordu’ görmüştüm… kahrolmuştum, evinden yerinden yurdundan sürülüyorsun hiç
yere…hiç yere; bin bir emekle aldığın
içine ağaçlar diktiğin, duvarını ördüğün
evine başkaları kendilerinmişçesine el koyuyor; bu el koyuşu “11295 metre …. Tarla ermen milletinden simo
korki veladanı hovikden hazineye intikalı hasebile tapu 24,5, 1959 tarihi
ve sıra no, da hazine maliye namına
kayıtlı iken bu kere mezkur tarla hududu asliyesi ışbu hudutaamahdut 11295
metre murabbain mahalli bilifraz Varto ilçesi kasıman köyünden Ali oğulları
M….. F’ye sekizyüz lira bedelleri satıldığından ve parası tamamen teslim vezne
edildiğinden namına tescilli malmüdürlüğü ifadesiyle Varto kaymakam 6,4,1949
günü ve 59458 sayılı müzekkerısı ve tarafından……” ibareleriyle yasallaştırıp
devletin resmi evrakı tapuya yazmaktan da çekinmemişler.İşte bu yüzden onlarca mazlumun
ahı alındığından, lanetlendi bu topraklar…bu yüzden huzur yok… sadece mal mülk
mü? Karısına kızına da göz koyuyorlar,
yollarda saldırıp altınlarını, paralarını çalıyorlar. Sonra neymiş Hitler
Yahudilere neler etmişmiş, soykırım uygulamışmış…bizim atalar pürü pak ya.
Savaştaki başarısızlıklarının sorumluluğunu
Ermeni milletinin üstüne yıkıp göçe zorlayan, uçsuz bucaksız yollarda
kırıma uğratan Padişah Mehmet Reşat,
Enver, Talat, Cemal paşalar değil miydi
Hitler’in, Mussolini’nin feyz,
örnek aldıkları.Bir an başka bir konuya dalış…geçiş yapan zihnim annemi ‘ çok ağlamış çok üzülmüştüm’ de yakalıyor ‘
amcam öldüğünde , annem de
İstanbul’dan gelmişti, bizdeydi
ben çok ağlayınca ‘erooo çok
mu seviyordun?’ bende ‘evet anne
ben amcamı çok seviyordum’ dedim, baktım o da başladı ağlamaya.Bu son
zamanlarda bu pislikler…demek ki ben şimdi
düşünüyorum 53’de o kış zamanı, babamın
Hazineden aldığı arsayı üzerine tapu etmeye, geçirmeye gitti, öyle olmasa karda, kışta Varto’da ne işi vardı?Sonra amcamla karısı
yaptıkları iyiliklerin içine sıçtılar kaşığı koyup önümüze bıraktılar.Oyyy Zehra da az yapamadı hepimize; lanet olsun
ben hep derdim ki ‘ bokuyla oynasın, hakikaten bokuyla oynadı .Kız kız kız…(bu
yapılır mı şaşkınlığındaki ifade
yerleşiyor yüzüne) Zehra’nın annesi yle benim annem amca çocuklarıydı, annem onun teyzesi gelirdi,
ayrıca babaannemin abisinin kızıydı.Kız
ben onlar kadar birbirine düşman iki insan görmedim aynı Rukoş halamla ablam gibi.Babaannem senin gibi vericiydi,
her şeyi verirdi köylülere bal, ekmek, un.. Zehra’da o verince çok kızardı.
Yani ne bileyim aman! her şey geldi
geçti ama çok güzeldi babaannem Allah için ’- anne! Hasan’ı anlatıyordun, ne oldu sonra’ –‘İşte Hasan
ölüyor hastanede, enişte ölü çocuğunu yine
sırtında vuruyor karı yara yara getiriyor köye’-‘ yuh ya hükümet verseymiş ya
bir taksi’-‘Hükümetin derdi bitti de ölü Hasan’ı taksiyle yollayalım
diyecek öyle mi kızım? Kızım…kızım kim kime o zaman, her gün onlarca çocuk
ölüyor .Neyse Kurmanj’ı eniştenin annesini sen hatırlıyor musun?‘-
‘tabii hatırlıyorum, kapılarının önünde
otururdu, etekliğinin içine koyduğu ekmekle yoğurdu, mastı yerdi.Ama çok
yaşlıydı, yüzündeki, elindeki çizgiler
kalemle çizilmiş gibi nasıl da kalındı,
bir de alınmadığından gözlerini kapatan kalın siyah kaşları
vardı.Adı niye Kurmanj’dı ?’ –‘ köye
gelen ilk Kürt gelindi, adı Güllü’ydü Kurmanj kaldı. Eniştenin babası köye
getirdiğinde hiç Zazaca bilmiyormuş ama kolay öğrenmiş’-‘ öğrenir tabii
Kürtçenin bir lehçesi Zazaca’-‘ alakası yok biz Türk’üz. Zazalar Türk’tür’
bilmeyerek annemin bam teline basmıştım
yine, Hasan sonrası olanları öğrenmemi engelleyecek annemin odayı
terk etmesiyle sonuçlanacak çıkmaz
tartışmaya girmeden kıyısından atlamayı tercih edip -‘tamam anne! sen Türk ol, ben Kürt sonrasını
anlat’-‘Kurmanj çok sevdiği torunu Hasan’nın öldüğünü görünce…’-‘hep dram…hep
trajedi… ölü oğlunun kaskatı kesilmiş
bedenini taşımak saatlerce…karda, kışta.İyi karşısına ayı, kurt falan çıkmamış
’-‘ çıkardı da az öyle olay olmadı değil, İbi Rıskın oğlunun burnunu kopardı
ayı, ormanda odun keserken’ sanki hep
rastlanılacak bir olay yaşanmışçasına
ayının insanın burnunu koparmasını es
geçip, ara vermeden anlatmaya devam ediyor
–‘ Kurmanj çok ağlamış, teyzen Sare önüne çökmüş, demiş ki ‘ niye
ağlıyorsun Daye, bu kadar ağlama, bak
geride dokuz torunun var, yetmiyor mu sana?’
daha aynı evde bir ayda ölen beş
çocuğun, burnu ayı tarafından koparılmış kan revan bir yüzün dehşetini
hazmedememişken ‘ yetmiyor mu sana dokuz çocuk’ cümlesiyle sırtımdan vuruluyorum –‘ bunları benim teyzem Xale(m) söylemiş olamaz…yapma anne!’ ilkokul
da ikinci ya da üçüncü
sınıftaydım, tatilde ‘babanın odasında’
sedirde yatıyorum, çok hastayım yanımda annem
titriyorum, baş ağrısından
gözlerimi açamıyorum sonra üstü süt
kokan biri yaklaşıyor elini alnıma koyuyor ‘ kalk! diyor anneme; waye
(m), wardı pay; çocuk yanıyor , kalk! dere
Mengen’in kenarında kucağından indiriyor
otların üzerine bırakıyor beni. Kalkamıyorum
, elbiselerimi çıkarmaya çalışıyor ben
debeleniyorum ‘ anne kurtar, yapmasın’ sonra elbiselerimi çıkarmaktan vazgeçiyor kucakladığı gibi çırpınan beni, suyun içine daldırıyor, donuyorum ‘kêna
(m)…çenik eza vana, vındı; kızım kıpırdama dur! vındı!’ söylediklerini
anlamıyorum ama çocuklara karşı
kullandıklarından en çok duyduğum kelime ‘vındı’nın dur demek olduğunu
biliyorum, suya her batırılıp, çıkarılışımda bacaklarımı birbirine vuruyorum.Gözlerimi
açmaya kalkıştığımda güneşle parıldayan sular süzülüyor saçlarımdan,
elbiselerimden dereye ama teyzem gözlerimi açmama fırsat tanımadan tekrar daldırıyor beni
dereye ‘ dur! şimdi geçecek,
iyileşeceksin’ annem dayanamıyor dudaklarımın morardığını görünce ‘O Ali’yi seversen bırak kızı artık, nefesi kesildi,
boğulacak’la beni alıyor teyzemin
ellerinden, kucaklıyor yere kadar
uzunluktaki ıslanmasına aldırmadığı elbisesinin
eteğiyle sarıyor beni.Annemin
kucağında kendimi rahatlamış hissediyorum,
bir mucize olmuş ağrıdan açamadığım gözlerim ıslak saçlarımdan damlayan dere
sularının ışıltısıyla parıldamaya başlamış, baş ağrım geçmişti.Alnıma koyduğu
elde anne şefkatini hissettiğim, hayatımı beni serin sulara daldırmakla
kurtaran Sare teyzemin vicdanını, anneliğini, merhametini sorgulatan
Hasan’nın ölümündeki tavrı karşısında
doğruluyorum yataktan, annemin yüzüne
bakıyorum -‘ bir anne, nasıl der
bunu, nasıl bir canavarlıktır bu’ annemin burnu ayı tarafından koparılmış bir
yüzü görseydim şaşkınlığıma şaşıracak bakışlarına baka kalıyorum tabii ya diye düşünüyorum bu Sare teyzemle ilgili duyduğum ilk vaka değil
ki, annem de benim teyzemle ilgili
olayları bildiğimden tepkime şaşırıyor olmasın.Yıllar yıllar sonra ikibinli yıllarda köye gittiğimde, odanın duvarını
yaslı uzun tahta sedirin üzerinde yan yana otururken teyzemin yüzüne
kuzenimin söylediklerini hatırlıyorum
‘bu annem var ya’ demişti kızgınlıkla ‘
öyle bir vicdansızmış ki’ hiç tepki vermeyen teyzeme bakıyorum –‘ niye ne yapmış ki’ –‘iki buçuk yaşında kız
kardeşim varmış benim adı Saime.Çok hastaymış çokk… öyle inliyormuş ki artık neresi ağrıyorsa, öyle de ateşi varmış,
babam gece kucağına almış odanın içinde
gezdirmiş, boşuna çocuk ağlıyor, yanıyor. Bu da uyuyormuş, babam kucağında Saime
eğilmiş ‘Sare uyan, kalk ! haydi
uyan! kız çok hasta..ölüyor’ annem uyku
sersemi gözlerini aralamış ‘çok uykum
var’ demiş uyumaya devam etmiş.O uyurken
de Saime ölmüş’ kuzenimin hızlı ve
de Zazaca karışık Türkçe konuşmasından bir tek isminin geçtiği kısımları anladığından bana ‘bu ne anlatıyor’ bakışıyla
bakan teyzeme dönüyorum artık kulakları da az işittiğinden bağırarak tane, tane anlatmaya çabalıyorum az
biraz Türkçe bilen teyzeme kızının
söylediklerini ve soruyorum ‘teyze,
maymı, dayé kızın ölürken sen nasıl
yatabildin?’ söyleyeceklerini anlamam için
Türkçe konuşması gerektiğinden ama Türkçe kelimelere tam vakıf olamadığından yardımımla
tamamladığı ‘ çene ma, o zaman en az 300
koyun, keçi, 20 inek; mal vardı evde
Sabah gün ışırken kalkardım, ata atlar
malları sağmaya giderdim sonra dönerdim dokuz çocuk , yemek ver, iş yap,
tarlada çalışanlara azık hazırla. Öğlen ata atlar tekrar yaylaya giderdim.’ –‘
evet ben seni hep at üzerinde hatırlıyorum, bir keresinde beni de önüne
almıştın, korkmuştum ben indirmiştin hemen.Rüzgar gibi giderdin atla, bir
bakardım pencereden yaylaya giden yol
üzerinde ki tepeyi gösteriyorum bir
bakardım tepeyi çoktan aşmışsın yoksun öyle hızlıydın’ –‘severdim ata binmeyi
babamda severdi .Yayla dönüşü süt kaynat, ayran çal, yoğurt ,çökelek peynir,
yağ yap, ekmek için hamur yoğur.Akşam tekrar malları sağmak için düş yollara
gel lojını yak ekmek yap….kızım kızım
hal mı kalır insan da? köpek bile benim
kadar koşturmazdı…yorulmuştum uykum vardı gözlerimi açıp kalkacak halim yoktu
ama bunu şimdi kimse anlamaz’ konuşması hayal kırıklığına uğratsa da niyeyse şimdi annemden duyduklarım kadar canım yanmamıştı.O gün kalbimi sızlatan çocuğu ölürken yorgunluktan, uykusuzluktun
ayağa kalkamayacak duruma düşecek kadar iş yapmak, yorulmaktı. Bu
anlatılanları, yaşananları bir filmde
seyretmiş ya da biri anlatmış
olsaydı belki ‘yok canım, bu kadar
da olmaz’ la senaryonun, kurgunun, anlatılanın
gerçekliğini sorgulardım çünkü
ancak bir filmin hayal öteliğinde olabilecek kadar gerçek dışı gelecekti bana yaşananlar, anlatılanlar. Şimdi annemin anlatımındaki vahşi batıyı anımsatan kareler sonrasında
öyle bir yerde yetişen, annesinin
kardeşi ölürken uykusuna devamına
şahit kuzenime; Dikmen’ deki beş katlı asansörsüz apartmanın dördüncü
katındaki evinden elinde bavuluyla
çıktığında, ardından koşan kapı
önünde babası tarafından zapt edilmeye çalışılan altı yaşındaki oğlunun ‘anne ! beni bırakma , beni de götür’
feryadına, figanına arkasını dönmeden, koşup sarılmadan merdivenlerden inmeyi sürdürmesine ‘ zalımın kızı…nasıl ya nasıl ciğerin parçalanmadı o figana, nasıl geri dönüp
de almadın çocuğunu’ sitemi büyük haksızlıkmış.Sonraları ‘ nasıl dönseydim? Evim mi ? işim mi vardı.
İlkokul mezunu bile değildim. Gel yanımıza,
iş bulalım, ev tutalım, oğlunla seni yerleştirelim diye kim el uzattı
bana? Bende babamın, annemin, abimin yanına sığınacaktım. Ankara’dan köye
dönüyordum ve abim dedi ki ‘eğer arkanı dönersen, çocuğu almak zorunda kalırsın ama ben de seni
bırakır giderim, haberin olsun.Ancak sana bakabilecek durumdayız, hem oğlanın
babasının işi gücü var, devlet memuru, kendi çocuğu baksın ’ Düşün her gün
küfür, hakaret, dayak ya bildiğin dayak
canıma tak etmişti.Nasıl yaşasaydım o adamla, istemediler oğlumu, ne yapacaktım? İnsan çocuğunu bırakmaz
hizmetçilik yapar, tek göz bir oda tutar akıllarını verenler acaba hiç
hizmetçilik yaptılar mı?Acaba çaresizlik ne bildiler mi?’ Niye bugün bunları
yazar, dinlerken canım daha çok yanıyor biliyor
musun ?çünkü bu olaylar olur, yaşanırken daha seni, Haldun’u kaybetmemiştim
yavrum! çocuklar sevdiğinden senin de seveceğini düşünüp okuduğum,
tepkilerinden hoşlanmadığını anladığım
ama seni kaybettikten sonra bile
nedenini hâlâ çözemediğim, annesi
için üzülüp gözyaşı döken "ah ne kadar nazik, ne kadar
zarif, ne kadar kırılgan yaratıklar.." diye iç geçirilen badem gözlerini
süzen, uzun kirpiklerini kırpıştıran asil duyguların hayvanı masal,
çizgi film kahramanlarından masum “bambi”lere; aç karınlarını doyurmak
için saldırıp parçaladıktan sonra mideye
indiren aslanların ve de diğer hayvanların anlatıldığı belgeselleri “doğanın kanunu bu işte! yaşamak
için öldürmek zorundalar ”la seyredenlerin hissizliğini aşan teyzemdeki kan
donduran hissizliği…merhametsizliği “aman Allahım bu nasıl bir anne! vicdan’la
eleştirirken, şahit olduklarını dinlediğimde
teyzemden daha da
merhametsiz insanların varlığı
karşısında onca farklılığımıza Görkem’le
‘tiksindim insanlardan…uzak durmak lazım
bu yaratıklardan’ düşüncesinde buluşmuştuk. ‘Kuzey Irakta
operasyondaydık. Bu bacağımı (protezli sol bacağını kaldırıyor )kaybettiğim
operasyonda şahit olduklarım…yaşadıklarım insanlara inancımı yıktı, geçti niye biliyor musun?Ölüm kalım
çizgisinde kader birliği yaptıkların eğer öyle davrandıysa, davrandılarsa artık
kimseye güvenemez, inanmazsın. Ölen arkadaşlarının kolundaki saatini,
parmağındaki yüzüğünü, cüzdanındaki parasını cebe indireni görmek… bir insan
öldüğünde diğerinin bunu düşünebilmesi….yapabilmesi
akıl yitirtir insana.Haydi diyelim ki öldürdüğün düşmanın malı ganimetin, al
koy cebine ama birlikte yarım saat önce siperde sigara içtiğin, aynı şeyler için kaygılandığın arkadaşına düşmanına yaptığının aynısını
yapmak. Sanma sadece bizimkiler yapıyor, karşı taraf senin gerilla dediğin o teröristlerde yapıyor bunu. Ölülerini
olduğu yerde bırakıp kaçarken üzerinde ne var, ne yok alıyor, soyuyorlar‘ Yaşamınızda
bir araya gelmek istemeyeceğiniz düşünce, tavır ve kişilikte insanlarla mecburen birlikte çalışacağınız devlettin bir kurumunda,
dairesinde; en az iki üç teröristi öldürdüğünü söyleyen Görkem’in anlattıklarındaki acımasızlığı aşan
gaddarlık… yok yok bir toplumda gaddarlığın, açgözlülüğün, şiddetin, öldürme,
dövme dürtüsünün bu kadar içselleştirilmesine… yaygınlığına neden
bir şey var bilmediğimiz… bir hata…bir yanlışlık
var ortada fark edilmeyen ya da
yaşadığın yerin, Ülkenin evlerinin merhametsizlik, vicdansızlık akan mirası tüm
bunların nedeni. Yaşadığın, gördüğün neyse bir süre sonra onu kendinde bularak
farklı biçimde olsa da gördüğünün aynısı yapma, aynısı yaşatma, aynısını
düşünme gerçeğinde; felsefeden, bilimden
haz etmeyen, vahşice birbirini katleden
Ortadoğu da yaşayan Türkiyelilerden,
yakınlarından Can’ı, Haldun’u kaybedişin sonrası acılarını, seni anlamalarını beklemek… Marsa seyahatin kadar uzak bir
hayalmiş çünkü kardeşi Leyla’yı dört kuzenini aynı zamanda kaybettikten
sonra sanki onlar hiç yaşamamışçasına geride kalan çocuklarla oyun oynamaya
devam eden annenin deyimiyle
kanıksattıkları ‘ölüme hayatı katık
yaptırdılar bize’. İşte o yüzden tam bir Anadolu insanı’yla övülen
kim varsa onlardan çok uzaklara kaçmak istiyorum; her kapının
arkasında neler döndüğünü biliyorum çünkü. İşte o yüzden asır öncesi yazdıklarında duygularını,
yalnızlığını, acını bulduğun her
okuyuşunda Proust gibi duyarlı, düşünceli, farklı biri yanımda olsaydı acaba ‘hayat
daha mı katlanır kılınırdı’ diye düşünmeden edemediğin; hayallerini de çürüten bir insanı kaybetmenin
dramındayken; antidepresanla uyuşturmayı sana iyilik yapma algılayan, algılatanları her gördüğünde ‘Ahhh Marcel
ne kadar şanslıymışsın Albertine, Alfred
öldüğünde, yanında bir tek
hizmetini yapan uşağın Francoise’nın bulunmasından ve ne kadar şanslıymışsın; ya uşağını göndererek
evde olup olmadığını kontrolden sonra saat kaçta geleceklerini ya da eve kadar
gelip müsaitsen görüşmek istediklerini bir notla ileterek seni rahatsız etmeyecek saygıda, anlayıştaki sosyal çevreye sahiplikten diye düşündüğünü düşünüyordum ki tam bir görgüsüzlük addedilecek viskiyle
lahmacun yeme, atletle dolanma, sosyal medya da özelini, bedenini sergileme; okumayı, gözlemi, insanı
anlamayı ‘boşa geçirilen zaman’ sayan
tembellikte ama Youtube ve Instagram fenomenliği uğruna tüm gün web de başka ülkelerde yayımlanan ilginç trend
videolar arayıp taklit etmenin, aptalca tik
tokların; kopyala, yapıştırların, fotoshopların; peşinde koşmayı faaliyet yorumlayan
yaşadığımız yerleri kentleri, şehirleri ele geçirmiş; muhtemelen seninde ait
olarak doğduğun, hep bir üst
seviyeye geçmek için çırpınan, Tanpınar’ın
deyimiyle " oturup beklemenin
yeri.." taşralılıklarını; insan
harcayan tahammülsüzlüklerini şehirlilikle bağdaştıran, köy kökenli küçük burjuvazinin, orta sınıfın kentli olma uğraşında o hiç bitmeyen iç
çalkantılarını…bunalımlarını… yersiz
korkularını her an ortaya çıkaracakları törpüleyemedikleri çiğlikleriyle ‘ben’i ,başkalarını delik
deşik ederek, işin enteresanı kendi kendilerini entelektüel tanımlayan ya da üniversite bitirmeyi cahil olmadıklarının
kültürlü olduklarının koşulu görüp kendilerini
diğerlerinden ve de bariz ayrım
koydukları halktan farklı bir yerde konumlandıran seninde… benim de sosyal çevremi oluşturan güya seviyeli
insanlardan; nasıl olup da her saniye, her saat…pek çok şeyi
birlikte yaşadığın, paylaştığın hayatını dolduran anlam kazandıran birini
kaybettiğinde ki itiraf et senin de yakınlarını kaybedenlere söylediğin ama
Haldun’u, Can’ı ve O’nu kaybettikten sonra sana
söylendiğinde nefret ettiğin;
önlenebilirliği kesin ölümleri “kader bu..yapılacak bir şey yok” , “zaman her
şeyin ilacı …sabır sabır” telkinli; hayatla
bağdaşmayan sanallıklarla yüklü, gerçekten… var olandan…yaşanandan kopuk
Thomas Bernhard’ın “
zamanımızın gerçek iblisleri”
dediği psikiyatrlarla, kişisel gelişim
kitaplarının uydurması, nevrotik belleklerin safrası niyesi belirsiz “hayata tutunmak lazım”larla ruhunda fırtına
yaratan herkesten, fersah fersah
uzakta bir dağ köyünde ya da bir deniz
kenarında nehre, denize daldırdığın
ayaklarının üstünden minik dalgalı serin sular akarken ya da aşağısındaki
alabildiğine ağaç, çimen, gelincik kaplı
tarlalarına bakacağın bir tepede
rüzgarda eserken öyle tek başına
doyasıya, hıçkıra hıçkıra acılarıma, kaybettiğim insanlara…kendime
ağlamak…ağlamak istedim hep, etrafımdaki o samimiyetsiz kalabalığı
gördükçe. Gün gelecek sana ailende dahil insanlardan kaçmak isteyecek duygular getirecek olaylar yaşayacağını bilmeden katıldığın cenaze töreninde isimleri
tek tek anons edildiğinde “burada”yla andığın gençlerin, aydınların
katledildiği iki Temmuzda senin de
hayatını kaybedeceğini söyleseydi biri; ki o biri ‘sen kanser olacaksın, kız kardeşin evlenecek, bir çocuk dünyaya getirecek, o çocuk senin dünyan olacak
ve sonra bir gün…’le gaipten haber vereceğinden ancak bir büyücü ya da medyum ya da deli olmalıydı ki sen doğmadan öyle biriyle karşılaşmıştım
aslında DSP-MHP koalisyonu dönemimde MHP li bakan rant getiren koltukta kendi
adamını görmek istediğinden sosyal demokrat daire başkanını ha bire görevden
almasına, Danıştayın da
sürekli göreve iade kararı vermesi
yüzünden ‘bezdirelim de kendisi gitsin’ anlayışını devreye koyup, tüm
çalışanlarıyla başkanlık Etlik’te ki eğitim tesisine sürgüne
yollanınca gözlerden, baskıdan uzakta kamp hayatını işte yaşama
mutluluğunda bir gün mesai arkadaşlarımızdan birinin bir
arkadaşı ziyaretine geldi;
turuncu sarı renkli boyası akmış
kabarık saçlar, kısa boy, göbekli bir
beden, sürekli etrafı, insanların yüzlerini tarayan çipil gözler, tuhafıma
gitmişti; bazen size hiç bir şey yapmadığı halde birinden durduk yerde huzursuz
olur ‘ne diye geldi şimdi bu çekse gitse
‘ dersiniz ya içimde bir sıkıntı benim de, laf lafı açtı, her zamanki gibi
nerelisin muhabbetiyle kendisinin de
alevi olduğunu belirtikten sonra “haydi bir kahve yapın da fal bakayım size” dedi doğrusu içim soğudu o
an, baktırmak istemedim ama geleceğe
dair merak yüzünden hangimiz fala hayır diyebilir ki hele de “ben çok iyi bakarım” denmişse. Bir
zamanlar devrimciyken salakça
nitelendirip, yurtta kızlar birbirlerine baktıklarında ‘ bize de bak bakalım, bugün faşistler
saldıracak mı, mitinge gidebilecek miyim İzmir’e, 1 Mayıs’ı kutlayabilecek
miyiz? ‘ ha bir de acaba Cansu bugün Mercedesi olan yakışıklı birine kantinde rastlayacak mı?’yla
alayladığımız fal baktırmanın sonraları
niyeyse ??? müptelası oluvermiştik. Masamın karşısındaki sandalyede
oturuyordu, ben kollarımı yüzüme dayamış bekliyordum, ‘soğumuş’la fincanı açar açmaz ‘ sen hastasın, kansersin , bir doktora git” dedi, ölümcül ‘kanser’ kelimesiyle
irkilip kollarımı indirip masaya
dayarken ‘aaa daha yeni tahlil yaptırdım bir şey yok, hasta falan da değilim
‘ deli bakışlarıyla ‘ sen bilirsin ben
öyle görüyorum’ dedi. Yıllar sonra kanser olduğumda eğer o gün ki sonra adını
unuttuğumdan çok da aramama rağmen
bulamadığım o kadının dediğini
yapıp doktora gitseydim kanseri başlangıç noktasında yakalayacağımdan bugün her
şey çok farklı bir yerde olacaktı, karşılaştığım pek çok olay; annen kırk
yaşında ‘kemoterapi alıyorsun, sana ayıp olmaz mı, ayrılmak istiyorum
evden’yla evden ayrılmak istemeyecek
belki ben de anneni ‘git kendine
bir hayat kur, beni düşünme’yle
cesaretlendirmeyeceğimden babanla tanışmayacak sonrasında onca can
sıkıcı şeyler; yaşanmayacak belki sen bile doğmayacak, belki baban başka
biri olacaktı Can! ama ben de her
mantıklı insanın yapacağını yapıp doktora gideceğime akşam iş dönüşü mutfakta
sigara içerken anneme ‘ bizim bu
aleviler var ya dillerin kemiği yok, valla çoğu da deli.İnsan her aklına geleni
tartıp biçmeden niye söyler? Hiç mi
düşünmez söyleyeceğim şey karşımdakini ne hale getirir diye, değil mi? Alevi bir kadın bugün bana fal baktı, tak diye sen kansersin dedi’ dediğimde -‘ Allah, Allah deli olmasa öyle
şey der mi? Ne kanseri olacak sende, inanmadın değil mi’ –‘yok canım her fal
bakana inansak….İşte Madımak Katliamının
yapıldığı zamandan sonraki zamanlarda falcının biri
‘ iki Temmuzda çok sevdiğinin birini
kaybedeceksin deseydi sinirlenip
‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz’la kahve fincanını, tarot
kartlarını, suyu, taşları yüzüne
fırlatacağının kesinliğinde; ölümünün
üçüncü yılının ertesi günü üç
Temmuz’da; yaşasaydın belki şiirlerini
elinden düşürmeyeceğin, belki ‘harflere
cambazlık yaptırıyor’la küçümseyip
‘ama hayata, yaşanmışlıklara dair
ayrıntılara sevdalıymış Proust gibi'yle de hakkını teslimleyecek vicdana
sahiplikte; aynı cinsel tercihtekileri ABD‘de,
medeni ülkelerde orduya alınır, evlenirken “sapkın”lıkla, “hastalık”la
itham edileceği marjinal, despot
Türkiye’nin; her şeyiyle sahici, yalansız yüzünün “zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın”ın; senin gibi sıska, narin bedeninin, kırık
duygularının üzerinde yük; toprak yığılacak vefatını Twitter’da okuduğumda;
onlarca ‘ ahhh…ahhh’lı açık yarayla dolu yüreğimde “ahhh ince sözlü
şair ahhhh…’lı yeni bir yara daha yerini alırken; kara kutun
bulunmayacak olsa da sende biliyordun
ki “bulamayacaklardı kara kutunu, en
derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu; rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar
sadece, anlamayacaklar...”lı göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde
mahremiyetini saklamanın belki de öfkesini yaşarken hayatına aldıkların; kimseye tuz
bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de tuz yoktu düşüncesinde; naif bünyelerin
cehennemi bu dünyada; bir an önce av bulup, parçalamak için sürekli tetikteliğin aptallığından bıkmayan, bulduğu
her ‘leşe’ üşüşen ‘Akbaba’lıkta; doy(urula)mayan
iflah olmaz iştahtaki insan oğullarının kara
kutularını ‘hiç’liği sergilemek adına
ortaya saçmak lazım’ diyerek taslak
romanımın rahat yatağı Sen9.word dosyasını; seni kaybettikten tam üç yıl sonra
açtığım bugün; domuz gibi değilse de
insan gibi iki kadeh içesim de var; bir şair öldü diye… çok mu?
Bugün, hayatının da didiklendiği bugün;
öldüğün gün ister bir apartman katı, villa, köşk, gecekondu; ister ofis, okul, karargah, mağaza, hastane, bakanlıklar; ister bar, sinema
salonu; ister AVM olsun işlevi aynı duvarlar arasında… kuytularda ömürlerini
tüketen insanların açığa çıkmasını istemedikleri korkularını, sıradanlıklarını,
cinsel tercihlerini, gizli kapaklı sevişmelerini, algısızlıklarını, ötekileştirdiği kesimleri canından bezdirmiş, kendinden sapmış Türkiye’nin çiğliğini sergilerken “sözcük aralarına,
sözcük oyunlarına, gizlenme ve oradan
çemkirme…en uç sınırlara kadar gitmekten çekinmeme”yle düşündüklerini, hislerini yazıya dökme, istediğini söyleme
serbestliğini; lanetlendiğin, horlandığın zamanlarda Beyoğlu’nda kendini siper
ettiğin gay’liğinin, deyiminle ibneliğinin ‘O mu ? rahat bırakın, ne yaparsa yapsın marjinaldir (ki aslında ne çok da işine yaramıştır bu kabullenmediğin yafta) ayyaşın, otçunun
teki’dirli kalkanını eline verenlere
nispet, yaptıklarına, yapacaklarına
sınırsız özgürlük alanı açan zekaya sahipliğinin; çürümüş, çürüyecek yaşamlara batırdığı kılıcınla derin uykudayken mahalle ’uyanın salaklar hayat
kaçıyor’ şamatan ‘terbiyesizlik etme gecenin bu vakti’yle
karşılık verdikten sonra yeniden yatağına uzanırken ‘valla doğru söylüyor oğlan, aslında’yla onaylanan ahhh benim kışkırtıcı Şairim ahhh ! şiirlerine yaşadıklarını
taşıtırken bazen ‘ yaptım oldu, ben yaptımsa doğrudur’ tavrın sinirlendirse de, uyarıcı
amme hizmetinden geri durmadığın
bu hayat, cidden de arabeskmiş be! Tanışıklığımız da
ordandı işte; bir coğrafyanın işkenceden geçmiş, tecavüze uğramış bakışlarında bir şeyleri unutmak, başka
şeyleri hatırlamak istemenin sıkıntısında;
tutunmak için belki de benim gibi tutunmamak için yaşama, nafile
çırpınışlarla bir mahkumun boncuktan kuş yapması gibi yerimize tükürdüğün, sövdüğün, dövdüğün, dövüldüğün “ama
sonunda....sürprizlerine
yenildiğin” arabesk hayattandı.
Ondandı işte kazandığımızı sandığımız anda kaybettiğimizi; üstelik kaybederken de hep, kazanmanın kirlenmekle eş
olduğunu bilmeyenlerin merhametinden kaçmanın, uzaklaşmanın uçarı güzelliğini
de bilmemizdendi, tanışıklığımız. “ Sarhoş olun” haykırışıyla hayatı en güzel yerinden
yakalamış flaneur Baudailer, Rimbaud ,...,..Neruda, Lorca…,Borges,…,
Bukowski, Nazım, …, Orhan Veli, …, Cemal
Süreya, …, …, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Yılmaz Odabaşı’nı okuyan ben
"gezegende bir şair daha öldü salak. o nedenle bu masal kahramanı
uysallığım. yoksa ben de bilirdim bir peugeot'ya binip ters istikamete gitmeyi
" mısralı, bugün vefat eden sabahın kör vaktinde ezan okuyan müezzinlerle
birlikte şiir yazmak için
ayağa kalkan şairin Erotika kitabındaki
“ Ben ölürsem ….küçücük ömrüm hep rüzgâr gülleri kokacak...küçücük kabrim bir
çocuk gibi haylaz olacak…” mısralarını
daha okuyacak, duyacak yaşa gelmemiş masal yazmış ama daha hiç şiir
karalamamışken, oyunlar oynadığımız
Lozan Parktan eve dönüş yolunda Kahire caddesindeki küçük marketin önünde sergilenen kağıttan, plastikten rüzgar güllerinin fırıl fırıl döndüğünü
görünce ‘aaa ne kadar güzel’ –‘rüzgar güllü bunlar’-‘ ne garip bir
çiçekmiş ’ hayranlığı satın aldırdığında
-gün gelecekte sen vefat edeceksin ve ben de… nasıl da imkansız bir yaşam
hikayesiydi o an- zar zor önce
balkon demirine sonra saksıya
iliştirdiğimiz dönsün diye rüzgar
beklediğimiz, gelmeyince gazeteyi
savurarak rüzgar yaratmaya çalıştığımız, tutuğun takımın Galatasaray’ın da renklerini taşıyan her biri
farklı renk, şekil, desendeki rüzgar
gülleriyle küçücük kabrinin her bir
yanını süsledim Can, her gelişimde
rüzgar, yağmur, güneş ya da karla bozulan
rüzgar güllerini yenisiyle
değiştirdiğimde aralarından illaki
biri, ikisi çocuk sevinciyle
döndüğünde ‘bildin mi yavrum… sen bildin
mi kuzum geldiğimi ’ ağıtlarımı Karşıyakada’ki
tepeden şehre doğru savuracak senin
rüzgar güllerine sadece içimdekileri değil, içimi de bıraktım… bir rüzgar gülüne tutturdum hayatımı, ışığımı; Seni Can! Ahhh yavrum… ahhh… yedi
yıl…o kadarcık kısaydı ki ömrün; yıllar, yıllar sonra karşılaştığımda adının; yüzünün parktaki
kumu küreğinle kovasına boşalttığın, kaydırakta kaydığın, salıncakta
sallandığın arkadaşlarının
hafızasında yer edinmediğini göreceğimi bildiğimden, her giden…her
ölen…her terk eden için değil, senin
gibi ömrü kısa çocuklar…gençler insanlar için söylendiğine inandığım senin hiç
duymadığın “bir insan onu hatırlayan son insan öldüğünde gerçekten
ölür” cümlesi, seni bilen tanıyan
etrafındaki üç, beş yaşı da kemale ermiş
yakınların da göçtüğünde
dünyadan, adının anılmayacak, hatırlanmayacak olması gerçeği; yağmur nerde
başlıyor... nerde bitiyor; Proust’un
“ölüm kelimesini kolaylık olsun diye kullanırız, oysa ne kadar çok insan varsa,
yaklaşık o kadar da …. vardır…”la
tanımladığı ölümün kiracılığını
yapan; herkese illaki bir suç yükleyeceğinden masumiyeti sevmeyen,
kovan hayat nerden…nereye kadar beyaz,
mavi, turuncu? nerden sonra siyah, griydi? sorularının cevabını da kaybettirdi;
bana. Ölüm nedir, ne değildir bilmediğinden ardında bir vasiyet bırakmayı
düşünmeyecek kadar küçüktün sen ve ben
yaşlıların geri dönüşüm kutusunda
beklettikleri çocukluklarındaki, gençliklerindeki
iç kemiren kaçkınlığı, karşı çıkma, can acıtsa da
istediğini yapma huylarını zihinlerine
geri yüklediklerini de
gördüğümden, her defasında değişik, farklı bir şekilde ama neredeyse
aynı olaylar eşliğinde tekrar eden hayata dair her şeyin; ölümün, öfkenin, benciliğin, yalnızlığın, aptallığın, aşkın, kırbacın, martının, marketin, futbolun,
Galileo’nun pergel’inin teğet’in, sigaranın, esrarın, Porche keşkül ve
narkozun, iyinin kötünün, yerleşik algıların bilindik mekanlarını darmadağın
eden, sarsan benim zehir kusan
şairimin; her yıl utancından kızarmış sıcaklığıyla dünyayı
yakan kahrolası Temmuz’un üçünde vefat etmeden aylar, aylar önce bıraktığı vasiyetine uymak içimden gelmediğinden, eğlenmek için
gitmedim dansa, partiye “….simsiyah bir gece giydim yüzüme!” böyle
bir şair yaşadı…geçti bu yaşayanını
bedbaht eden Türkiye’den, dünyadan…
senin gibi bir de çocuk dedim Can.
Neden diye düşündüm sonra kendi
kendime yine, neden on yedi
yaşındayken “…. ilk kez ailemden ayrı
olarak arkadaşlarımla tatile çıkmıştık,
birinci durağımız Datça'ydı, bir tahta iskeleden denize bakarak 'söz’
diye mırıldanmıştım, bir gün, öleceğimi hissedecek olursam buraya geleceğim!”
sözünü neden tutmadı benim çılgın
Şairim, ‘tutamazdı’ diye
mırıldandım içimden… tutamazdı…istese bile tutturmazlardı, sözünü. Ölümünden
sonra sosyal medyada ”Bir de Flu'es
romanının kapağındaki onca fotoğraf karesinden birinde Galatasaray formasıyla
poz vermişliği vardı. Bunu niye giydi hiçbir fikrim yok. Zerre sevmiyordu
Galatasaray’ı. Bir gün bana "gel Fener'in maçını izleyelim" dediğinde
"Galatasaraylıyım ben, sıkılırım orda" dediğimde, üç dört saniye
yüzüme baktı sonra da "nasıl yani ya? dedi" yazmış biri, seninle yaşanmışlığındaki şaşkınlığını. Belki de ona göre farklı ortamını, ünlü çevreni ‘ çok yakın dostumdur,
şiirlerimi beğeniyor’ faydacılığıyla kullanmaktan da geri kalmayanlardan da olacak,birlikte maç izleyecek kadar yakının
birinin, senin "nasıl yani ya?” tepkinde,
gerçeği tabutlayan radikal
yandaşlıktan, doğmalardan,
özgürlüğü yok eden herhangi bir şeye biattan ışık hızı uzaklığını ”kimse
kimsenin olmasın” iç boşaltımını
algılayamamış olması; nasıl ki sen çevrendeki Ortadoğulu Türkiyelilerden Can’ı, Haldun’u ve O’nu kaybettikten
sonra hislerini anlayamadıklarını fark ettiğinde, seni
anlamalarını beklemekten vazgeçtiysen; öleceğini tahmin eden şairin de duygularını, hissetliklerini, isteklerini –genelde
bireyler herhangi bir olayda
yakınlarının kendilerinden farklı
duygulara sahip olabileceklerini, farklı davranabileceklerini, hissedebileceklerini hele de öylesi bir
olayla karşılaşmamışlarsa düşünmediklerinden- anlamayan ama duyar kasmaktan da geri kalmayan kent kültürünü ayak altında ezdirdikleri
taşralıklarını entelektüel kibirle kapatan, etrafını kuşatmış Türkiyeli
dostları ??? peşini bırakmadıklarından Datça’ya
gidemedi diye düşündün. Ah be!
benim dağınık sözlü, serseri özlü Şairim
ahhh !!! sözünü tutmana izin
vermeyeceklerdi; ölüm kilitsiz kapından
elini kolunu sallaya sallaya evine
kanserle arz-ı endam ettiğinde ‘İstanbul’un kirli havasından, bu çat kapı herkesin postu
serdiği, girenin çıkanın belli olmadığı, hijyenden yoksun evinden, sağlığın
için bir an önce uzaklaşmalısın, pek çok
İngiliz, Avrupalı akciğer dahil
her kansere havası iyi geldiğinden
Bodrum’a yerleşmiş…miş…miş…’ telkinleriyle; hani karşı çıkışlarını
umursamadıkları çocukları, kendilerinden
yaşça ufak aile bireyleri, işyerlerinde astları adına neyin doğru olduğuna ebeveynler, büyükler, üst makamdakiler karar verir de, bir kez olsun… bir kez olsun…
içinde yerine karar verilenin hayatını barındıran, cevabı da o denli basit
‘sen ne düşünüyor…ne istiyorsun…ne yapalım’ sorusunu sormazlar, işte onun gibi bir balon misali , kanserle iplerini elinden
kaçırdığın hayatını, o dakikadan itibaren
nasıl yaşaman gerektiğine dair
kararı; seni daha uzun
yaşatacaklarına, keyifli, mutlu
bir son hazırlayacaklarına inanan o
entelektüel hoppaların; olmamak için direnilse bile sonunda
olunan kimsenin… olduğun kimselerin avuçlarına bırakacaktın, kansere yakalanan
herkes gibi bilirim bende. Meçhul de hep yanına katığı merakla geldiğinden “ Rimbaud’ya akıl notları”yla seslenmiş sen!
aynı hazlar peşinde koştuğunuzdan, aynı
tutkularla kavrulduğunuzdan yazdıklarında kendini bulacağını düşündüğüm
Proust’a dair tek kelime
yazmamanın; belki de yazdın ben kaçırdım
ama ben yazmaman üzerinden yol alacağım;
nedenini artık öğrenmeyecek olsam da, bugünde… yarında herkesin, benim,
yaşadığın günlerde eminim senin
de düşündüklerinden olan, yazmasaydı
başkasının belki senin,
kesinlikle de benim yazacağım “hayatta
daima sevmediklerimizle, bir kadına,
bir memlekete veya bir memleketi içinde barındıran bir kadına olan
dayanılmaz aşkımızı öldürmek için ( bu
satırlarda elbette bahse konu yaşamını paylaştığı kişiler Reynaldo Hanhn, Alfred Agostinelli, Albert Nahmias, Albert Le Cuziat, Henri Rochat ve belki Marie de Chevilly ve Marie Finaly’dır.Sırf bu
satırları okudu diye okuyucuya çektirdiğin azaba bak! Şimdi işi gücü bırakıp ‘bunları kimi mi’ araştırsın?
Yaşadığın toplumu bilmezmişsin gibi,
inan araştıracak okuyucun bir elin parmakları kadar azdır, rahat ol, telaşlanma ) bizimle birlikte yaşamaya mecbur
ettiklerimizle; bir arada yaşarız”
saptaması, ne kadar doğru ve de yanından da,
fark etmeden geçtiğimiz bir gerçeklikti. Belki “elbette bir gün ‘Açık
Waliz’i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz…”
yazan sen “hangi ağaç büyüyünce ormana
katılacağım diye boy atar ki”yle ters köşelerinden birini
yapıp, hepimizde, her insanda, sende bende
var olan; sergilesek dünyayı
yerinden oynatmayacak, kimsenin umuru olmayacak
basitlikte ama niyeyse hep de bir
saklama gayretinde, büyük efor sarf
ettirtip, hayatın akan saniyelerini boşa
harcatan, bizi güçsüz kıldığına inandığımız korkularımızı, arzularımızı, sırlarımızı ( Ahhh, o sırlar
değil mi Haldun?) endişelerimizi, söylemek isteyip söyleyemediğimiz “kendini
bir bok sananlarla aynı kanalizasyonda olmak zor”, “en basit yalanları gözümün içine bakarak
söyleyen aptallar tanıdım”lı düşüncelerimizi; “bi s.k gidin”li küfürlerimizi, kırılganlıklarımızı, sonunda aynı evde
yaşıyoruz o halde hayatı birbirimize mutlak surette zehir etmeliyiz
mantalitesine sahip, sırf birbirlerinin
hayatlarına gökten zembille indiler diye birini, birilerini sevmek, korumak
zorunda kalınan keşke yalnızca sevmek
zorunda kalınsaydı… hep ama hep de fedakarlık, biat beklemenin dışında hemen
hemen hiç bir paylaşımın olmadığı
insanlar topluluğuna dönüşen ailenin, sistemin,
sosyal çevrenin, başkalarının dayatmalarına boyun eğmekle doldurduğumuz kara kutularımızı; kendininmiş… seninmiş gibi
ulu orta, bağıra çağıra açarken kim bilir ne çok eğlendin, ne de çok dalga geçtin sen ! hayatla, bizimle. Seni
kışkırtan hayata, yazdıklarına ihanetin,
açmadığın kara kutunu, evine gireceklerin bulmayacağı
“Açık Waliz”ini “... ilk
aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma
oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni’ demiştim.
Sözümü tuttum sonunda…” bahanesiyle kapatıp;
sözüm ona kalabalıktan kaçan –
genellikle eğitimli, gelir düzeyi yüksek işadamı, doktor, dişçi , avukat , bürokrat,
sanatçı ve beş yıldızlı asker- büyükşehirlilerin yaşadıkları yere rahmet okutan
kalabalıklar yaratmak uğruna; bir zamanlar orman, tarla, zeytinlik olan
yeşil alanları yakarak, doğayı
katlederek deniz esintisinin yüzlerini okşamasını engelleyen betondan
evlerini, otellerini övdükleri; yaz ekranlarının değişmez magazin merkezi, her
beş kişiden dördünün “ tatile nereye
gideceksiniz” sorusunun adresi; bir gece
konaklamaya burun kıvıran, en az iki, üç gece konaklama şartı koyan, göt kadar otellerin geceliğine beş yüz, yedi yüz, lahmacuna ikiyüz , yarım litrelik bir şişe suya onbeş Türk Lirası ödenen uçuk fiyatlı işletmelerin müşterilere köpek muamelesi çektiği; Barlar sokağında on ikiden
sonra laf atmakla yetinmeyip her
an üzerinize atlayacak kız, oğlan avına
çıkan ”....ardıma bakmadan kaçtım onlardan....şimdi onları unutmak için terapi
gören kuşlarla bir olup menfaatlerine tükürüyorum! ölseler cesetlerine yok. yaşasalar
manasızlar” mısralarının muhatabı, teşhircilikte dipsiz, yalancılıkları, iki yüzlülükleri ile de o
beyaz çatılı saflığını bir şekilde kirletmişlerin duygunun "d"sini
dahi bırakmadıklarından ruhsuzluğa, ‘leş
gibi’liğe mahkumladıkları; “ her yeri
boyamışsın, çok güzel, ama burada biraz kan kalmış, zincir kalmış, kırbaç
kalmış…”ın paçoz Bodrum’unda, yaşandığında bilinecek, mecalsiz bıraktığı bedenine söz geçiremediğin kanserli zamanlarında; başlarını mineli, gümüş kumlara sokan devekuşu
vizyonlu “olduğun kimseler” yüzünden bekledin ölümü… beklemek zorunda bırakıldın.
Pek çoğumuz gibi kimsenin duymadığı
sessizliğinde, dilinde ‘“mutlular,
ölüleriyle mutlular“; bundan
sonra hayat böyle olacaksa, salak sersem kanser; ciğerimi, her uzvumu; sırtımı,
kollarımı, bacaklarımı dermansız bırakacak ağrılara boğacaksa, böyle Ulan İstanbul’suz, pezevenk Beyoğlu’suz kalacaksam, neye yarar ki yaşamak? İyisi
mi, bitsin artık şu yaşam dersinde kaldığım hayat da; kıçına
kına yakacaklar da yaksın, ben Zozi’nin,
Uzay’ın yanındayken diyerek o
s.ktiri boktan kasaba Bodrum’da, ‘nerde kaldın ey sevgili ölüm’ü istedin hemen,
belki “…sonrasında ne yazılabilir” dedirtmiş
aylaklığın, küstahlığın
elebaşısı Rimbaud, sadece altı yılını şiir yazmaya ayırdığı ömrüne otuzyedisinde
‘veda etmedi mi’yi de aklından
geçirerek. Ömürleri hep kısadır ya serserilerin, aylakların, dalgacı şairlerin, sen benim kışkırtıcı Şairim, sende bir gün hayatım bitiyor işte diye de düşündün o hastane odasında, hasta
yatağında son dakikalarını yaşarken.Haydi
kalk ! in Beyoğlu, ordan ver elini İstiklal caddesine, duvarları uzunca bir geçmişi de yaşatan hep tütsü kokan eskiden " ucuz,
güzeldir" imajını şimdilerde Terkos
pasajından üç katı fiyatına sattığı mallarla yerle bir etse de, bir kere
uğranılmışsa, hep uğranılan her çeşit dükkanın bulunduğu, kendini evinde
hissettiğin Çalıntı’ya uğradım, Suat kapının önüne posterler
yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt’un ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu
yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun
gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum
olsun gibi mi hissettim? Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara
asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt
Cobain ismi çıktı. O ânı hiç
unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Dükkanın sahibi Suat’a “üstümde para yok, sonra veririm dedim..O
gün bugündür duvarımda asılıdır ”lı
anılarının mekanı Atlas pasajında giriş katının sonunda çok
güzel t-shirtler, figürler satan
mağazaya da bak bakalım! cırtlak sarı,
yeşil ya da gri, beyaz çizgili renkli bir tişört , bordo, sarı, mavi bir pantolon var mı, on, yirmi Türk Lirasına? Sonra belki Atlas Sinemasına da uğrar,
hangi film oynuyor diye bakar,
kafan eser bir bilet alır, film de seyredersin, belki.Kalk haydi! kalk! seni,
vazgeçemediği haşarı çocuğunu bekliyor Beyoğlu;
beklemesin mi diyorsun? Bu beni ötekileştirmeyi hep sevmiş, horlamış
devletin hastane yatağında pencereye kadar kadar zar zor adım atıyor, bedenimi
titreyen bacaklarım taşımıyor; halsiz, yorgun…çokkk yorgun, iki cümle kuracak, iki cümle yazacak takatim yok, canım
ne içki, ne sigara istemiyor bitmişken…istediklerim yerine istenenleri yapacak durumdayken gelemem sana puşt Beyoğlu...gelmem, boşuna
bekleme mi diyorsun? Nihayet şimdi anladın mı beni, sen bitik…geçmişi yitik Beyoğlu mu diyorsun?Bak! yatak odanın kapısı,
seninle sevişmek isteyen delikanlılara açık koynun gibiydi, karşında yine el değmemiş bir beden, keşfet haydi, seviş onunla her zaman ki fütursuzluğunla, yapamıyorsun değil mi?
Ölüyorsun çünkü. Çok zor, en zor işmiş hiç bir duyguya, olguya imgeleyemeyeceğin ölümü yaşamak, anlatmak şiir
yazmaya hiç benzemiyormuş değil mi? zormuş be hocam !!!! zormuş öleceğini
bilmek…ölümü beklemek….son dakikalarını yaşadığını bilenlerin gizleyemedikleri, gizlediklerini sandıkları acıyan bakışlarını da görünce.Oysa, muhtemelen artık
tükenmiş bedenim, çarpmayacak kalbim, süzmeyecek böbreklerim, sindirmeyecek
midemi, bağırsaklarımı makinelerle
çalıştıracakları yoğun bakımda kapanacak bilincim sayesinde, bilmeyeceğim ben
öldüğümü, diye mi düşünmüştün o hastanenin odasında.Rezil edip, kalbime bıçak
soktuklarını unutacak Türkiyeliler gibi sen de ulan olm blym sen de aynısını yapacak,
adımın önüne ölünce; Beat kuşağının,
Underground edebiyatın, alt kültürün
Türkiye temsilcisi, post modern hayatın
ağzı, Türk şiirinin Rimbaud’u vesaire,
vesaire onlarca övücü çok az da yerici sıfat koyacak
sonra çekilecek belgeseller
de şiir okuduğum videoların yanı sıra
‘huzurluydu’ sanki başka bir yolum
varmışçasına ‘olgunlukla karşıladı ölümü, bir gün dedi ki’ yle anlatacaksınız son anlarımı, yanımda
olmanın belki ilk defa yararını görerek.Halbuki, farkında bie değildiniz hiç
biriniz, hasta yatağında ben, dışında biriymişçesine bebekler gibi bu ne ? niye
öyle yapıyor? niye böyle sesleniyor? acaba niye acıyor bu el ? diye, diye
algılamaya çalışarak manasızca, ayağa
düşmüş bir yabancınınkiymişçesine
bakıyordum bana puştluk etmiş hayata; yazacağımı yazdım, söylemek istediğim ne varsa söyledim,
otuzbir yılda altmışdokuz kitap; deliler gibi içerek, çalışarak, sevişerek,
bağırarak hem de; el atılmadık ne bir
nesne, ne bir duygu, ne bir kavram , ne de alfabede bir harf, ne bir
sözcük bıraktım. Evet, sen benim anlaşılmamak için her şeyi
yapan şairim, el atmadık, yazmadık bir şey
bırakmadın Proust gibi; yazacak
bir şey de kalmadığına göre bitti artık …bitti hayata gösterin bitti senin de…
siyah perdenin inme zamanıdır, şimdi. Katlanmak
zorundalığına son verip finalini
intiharla süsleyeceğini düşündüğün ama intiharını, yapacaklarını engelleyen bu boktan hayatın kanser ibneliği yok mu ? Geç
kalmışsın olm, hem de çok geç… geç kaldın; Nilgün Marmara gibi,
Kurt gibi, Uzay gibi, Junkie Can
gibi, gibi, gibi…gibi belleğinde bir
yerde sırasının gelmesini beklettiğin, değişmeyen yegane düşüncendi
intihar, biliyorum.Daha da
gençken; bu kadar ağrı, acı çekmeden sen vurmalıydın hayata balyozunla, vurmazsan
hayat da işte böyle başlangıcını
belirleyemediğin ömrünün sonunu belirleme
hakkını elinden alıverir; indiriverir seni tek
yumrukla, nakavtın farkına vardığında
da zaten ölmek üzeresindir. James
Dean gibi, Kurt Cobain gibi Tanrı’nın elinden hayatları tehdit ettiği ölümü alabilseydin
olmadı, olmazdı da…“benim o yaşlarda
öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok, evdeki en temiz poster odur,
çerçevelidir. Sürekli temizlenir, silinir”le öğrenmiştim evinin duvarında Kurt Cobain asılı bir fotoğrafı
olduğunu ve ona
bakıp, bakıp “….Avrupa
Yakası’nda Burhan Abi gibi o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben
de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir
umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar
edecek. Filmin sonunu biliyorum ama yine de seyrediyorum. O bakışlarda, “ben
her an çekip gidebilirim” var. Bu adamın “ben öleceğim” dediği
zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir…” düşüncelerinde gezindiğini
. Belki sende bindokuyüzdoksandört yılının sekiz Nisan’ında yirmiyedi yaşında ”sönüp gitmektense yanıp kül olmak
daha iyidir” mottosuyla, kanında üç tane
iğneyi peş peşe vurmaya denk yaklaşık 1,52 mg eroin bulunan;kotunu, gömleğini,
ayakkabılarını giymiş, sırt üstü uzanmış
durumda, göğsünün üzerindeki yirmi kalibrelik
tüfekten attığı tek kurşunla suratını dağıtan Kurt; dokuzyüzdoksanaltı’nın yedi
Mayıs’ında onyedi yaşında, otopsi raporunda düşme sonucu öldüğü yazdığından; rivayete göre de öldüreceğini bile bile
aldığı overdose uyuşturucuyla
fenalaşınca, öldüğünü düşünen arkadaşlarınca uçurumdan atılan, Rumelihisarı’nda
boş bir arsada cesedi bulunan, pek çok
insanın, hatta Kurt Cobain’nin "inandığım hiçbir ideoloji yok.
değerlerin hepsi yapay. gerçek değerlerin hepsi yok olmuş, inanacağım insanlar
yok. riyakar ilişkiler, düzenbazlıklar... bunlardan hangisinin içine girip
beraber olabileceğimi bilemiyorum. hiçbirine ait değilim..." düşüncesine
katılan annesinin de "yanlış bir dönemde yanlış bir dünyada doğurdum ben
o'nu..." dediği, seninse “olmayan
kurdun ayağıyız biz seninle!” dediğin Junkie Can; dokuzyüzdoksansekiz yılı
dört Nisan’ında “İstanbul kötü ya, tek
istediğim sevgiydi” haykırışının yankılandığı
Beyoğlu sinemasında cesedi bulunan Kanat
gibi lanetli dokuyüzdoksanlı
yıllarda intihar edenlerin, intiharları için en güzel, en uygun zaman saydıkları aşikar
bahar mevsiminin üç ayından birinde, kendin koyacakken hayatına son
noktayı, ardından “Sen de biliyordun ….. bu hikaye böyle
bitecekti; istesen de istemesen de!” yazdığın Kanat gibi, sen de
biliyordun…sende biliyordun hayatının; diğer insanlar gibi öyle dümdüz… öyle
kavgasız, gürültüsüz… öyle acısız,
hüzünsüz…öyle fırtınasız…öyle huzur içinde
seksen, doksan yaşında sonlanmayacağını,
biliyordum bende eğer kanserle kalleşlik etmeseydi hayat sana,
hikayeni bitiren olacaktın sen.
Sana kalsaydı benim senfonik yaşamış şairim, öldüreceğini bilseydin seni… kanserden ölmektense, Seattle’dakilerin tersine asırlarca yapıla geldiği gibi politik tavır işlerine gelmediğinden işin imaj kısmından etkilendiklerini bilen uyanık işadamları (ki onlar vitrine koyduklarının ideolojik duruş sergilediğini de bilenlerdi)
mağazalarının vitrinlerini pahalı
postallar, haki renk çanta, yırtık kotlar, salaş hırkalarla doldurduklarında; yağlı saç, hafif ter kokusu, omuz düşük
yürüyüş, ölü balık bakışıyla kombinlenirse bu hırka optimum yarar sağlar, mutlu mesut depresyona gireriz düşüncesine
nail, maddi, manevi açıdan sorunsuz gençlerden mütevellit Türkiye’deki
temsilcileriyle hiç karşılaşmadığımızdan, The Manhattan markalı iki cepli, düğmeli yün, likra karışımı yıllarca
giyindiğimiz hırkanın benzerini değil neredeyse aynısını; dokuzyüzlü yılların
Seattle menşeyli bunalım takılmayı
meşgale edinmiş, dağınıklıklarının dezavantajlarını; düzensiz sakal, darma
duman saçlar, bileklikler, bol, lekeli; kot pantolonlu, kazaklı, oduncu
gömlekli giyim kuşamlarını avantaja çevirip üstüne de ‘kime ne’li ideolojik bir duruş, politik bir
tavır yükleyip tarza çeviren
“Grunge”ların simgelerinden Kurt
Cobain’in üzerinde gördüğümüzde, esen
soğuk rüzgarı kesmek için pencereleri
kalın, şeffaf naylonla kapatılan, duvarları sıvasız gecekondularda annelerimizin üşümeyelim diye
mahalledeki tuhafiyeciden aldıkları ucuz yeşil, haki renkte yumaklar, dört, dört buçuk
numaralı şişlerle ördükleri, içinde kaybolacağımız kadar bol, geniş (large)
bedenve dökümlü, her sonbahar kışlıklar çıkarılınca görür görmez
‘canımla’ sarıldığımız sonraları apartman katlarında kışın elde kahve, çay, şarap ; battaniye altında saatlerce kitap okur, film, dizi izler, ağlarken yakalarına,
kenarlarına tutunarak gel gitlerimizi, kahkahalarımızı ilmeklerine
döktüğümüz ‘ bizim bazen yüzüne
bakmadığımız eski püskü, kırk yıllık hırkalarımız neymiş meğer, meşhur olmuş biz daha yerimizde
sayarken, adını da depresyon hırkası koymuşlar’ hayretimize, evine gelip giden gençlerden birinin “bende de Kurt Cobain’in hırkası varmış. Üzerimdeki
hırkaya Cobain hırkası diyorlarmış”
demesinden öğrendiğinden belki bize katılarak, belki “Grunge”lar
habersizliğimize şaşırarak ama illaki üzerinde “depresyon hırkası”, Nevermind’i
dinlediğin bir ânda aklını, vücudunu
uyuşturacak, Nirvana’ya yükseltecek ne varsa elinin altında onu
kullanarak, hayatını kendin sonlandırmayı
tercih ederdin. İşte o yüzden sırf kanseri
önüne koyduğundan hakkındı senin ‘ ibnesisin … ulan puştun da puştusun
be ! hayat’ demek.Buraya kadarmış sana
verdiğim onca emeğin kadrini, kıymetini
bilmeyen nankör hayat; buraya kadar da
biraz tekrar, biraz dağınıktım ben şimdi içimde beni ordan oraya atan, paralayan
fırtınalar yok, öldüğümü bildiğinden duruldu dalgalar… yaşadıklarım,
hoyratlığım, kırdıklarım, dert saydığım,
saymadığım onca şey nasıl
da manasızlıklarla , anlamsızlıklarla yüklü şu an. Nazım gibi, Can
(Yücel) baba gibi, Ece gibi, onlarca yazar, şair öldüğünde
benim de yaptığım gibi ardımdan yazılar, yüz kırk karakterli Twitler,
Facebook, Instagram mesajları… mesajlar… mesajlar; bir barda, bir masada beni
anmak üzere toplanıp sarhoş olana dek
içip ‘bu kadeh de onun için haydi şerefe’ seslerini bastıramayan
duvarlardaki ekranlarda şiir okuyan ölmüş ben. Haydi kalk! Bak! vazgeçemediğin “terbiyenin sadece çorbada bulunduğu”
arenasından beslendiğin, şiir gecelerinde haykırışlarınla yerini göğünü inlettiğin uçarı
sevgilin Beyoğlu bekliyor seni.Hani iş için, gezmek için, bir akraba ziyareti ya da bir cenaze için ayrılmak zorunda kalırsın da birkaç gün geçtikten sonra sanki
sevgilinmişçesine hatta sevgiliyi
sollayan bir özlemde, kavuşmak istediğin; yokuşlu, loş koridorlu, ufak pencereli, yerde müzik seti, masada kitaplar; buzdolabında,
sandalye, koltuk üstlerinde her yerde bira, rakı şişleri, kadehler; nedenini
anlamaktan, araştırmaktan vazgeçtiğim
gün, benim de her gün içmeye başladığım,
memleketin sanatçılarında,
yazarlarında, şairlerinde eskiden çayken
yurt dışına özellikle de Paris’e gide gele filizlenmiş, sonrasında alıp başını
gitmiş kahve içme modası ki günde 40
fincan içen Balzac kadar olmasa da
hizmetçisi Céleste
Albaret’in “Bu bir ritüeldi.İlk
olarak, sadece Corcellet kahvesi kullanılabilir ve taze olduğundan ve
aromasının hiçbirini kaybetmediğinden emin olmak için kavrulduğu on yedinci
bölgede Rue De Lévis'teki bir dükkandan satın alınması gerekiyordu.Filtre de
Corcellet olmalıydı.Küçük tepsi bile Corcellet'teydi” anlatımına göre Proust
gibi kahvesiz de (rakını da atlamadan)
yapamayanlardan olduğundan bardakta koyu
nescafe; Pulp Fiction, Sürü film posterlerinin, ara sıra konuştuğun Kurt Cobain’in fotoğrafının, gitarın asıldığı duvarlar; yirmi dört saat açık TV, salonda Fenerbahçe
forması, nerdeyse Türkiye’deki bütün şehir takımlarının atkıları; köşe
bucakta küçük notlar, karalanmış şiir
parçacıkları, senaryo, sergi, konser tasarımlarınla tıka basa dolu; öpüşen, sevişen,canı sıkılan, muhabbet,
etmek, gecelemek için yer arayan evsizler, düşkünler, parası olmayanlar, dışlanmışlar; gay, lezbiyen, Kürt, Türk,
Çerkez, Arap,.., ..,la kaynayan; ara, arka
sokaklı canlı, parlak bir o
kadarda kirli, küfürbaz Beyoğlu’nu
mekanlarını taşıdığın evinden;
ayrıldığın ilk günlerdeki gibi durgun da değildin kıstırıldığın Bodrum’da;
karmakarışıktın. Zira sen ! İstanbul’un kalbinin atışını duyduğun, akşamlarında
kaldırımlarında; sabahları erken kalkan çöpçülerin, fırıncıların, polislerin,
simitçilerin, otobüs, dolmuş şoförlerinin, apartman bakıcılarının, geceden
de;1950’ler de, 60’ lar da köyden kente göçün hızlanmasıyla, dönem romanlarında
çalışan kadın için kullanmış sonrasında 80’lerde 90’larda; bilmem neredeki,
bilmem ne baskınında, bilmem kaç tane
hayat kadını yakalandı haberleri arasında
çocuk, genç aklın; kısa kollu
danteli, abiye elbiseler giyen, şapka
takan, makyajlı bakımlı, zengin ,
çalışmayan kadınlar hayaline neden; evdeki eşi , lokantadaki Ayşe’yi,
sokaktaki Nurgül ‘ü de kapsama
alanına dahil eden kadının “sokakta
hanımefendi, mutfakta asçı, yatakta
orospuluğunu” isteyen iki yüzlü erkek
egemen toplumun abazan erkeklerinin
ve işin acınası o erkeklere istediği hizmeti vermek için
çırpınan kadınların; ayıpladığı, dışladığı para karşılığı seks işi icra
edenler farklı bir işte
çalışıyormuşçasına kime göre, neye göresi tartışılacak daha terbiyeli, kibar sanki bir kadının gelebileceği en üst
mertebe imajını da veren hayat kadını tabirini de kullandıkları
orospuların ezdiği hayallerin gezindiği;
senin otuz dakikada beş bira devirdiğinden kayışını kırıp “hapşurduğun da
"çok yaşa!.." diyene burnunu
silip kırmızı gözlerle "baş başa!..",- “… birinin kız
arkadaşına 'bu çocuğu bu gece yalnız bırakma, alırım elinden” diyerek cinsel
tercihini açık etmekten çekinmediğin aksine açık etmek için el kaldırdığın;
gündüz, gece fark etmez Chelsea kaşkollarıyla ellerinin bağlanıp soyulacağın, her an çantanın gasp
edileceği kalpazanların cirit attığı;
mikropları öldürecek sıcaklıkta kaynatıldığından çorbadan başka bir şeyine ki aslında çorbasına da el sürülemeyecek ufaktan pis lokantalı
arka sokak bir gecelik avunmaların peşinde koşulan meyhanelerinde;
kafaların sigara, içki, ot, esrar, hapla tütsülendiği; şarkıların söylendiği,
sevdaların tazelendiği; arayışların,
doyumsuzlukların gizlenmediği; Pazartesi, Salı, hafta sonu şiirlerini okuduğun
Deli, Veli, Redrock, Meis …, …,Lovel,
Taksim Roxy barlı; Leman Kültür Merkezli annenin de doğduğu,
yaşadığı sana şiirler yazdırtan katedralin Beyoğlu’ydun; birazcık Gümüşsuyu,
Taksim, Cihangir çokça İstiklalin ara te arka sokaklarıydın; Küçükparmakkapı,
Nizam Pide’nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine’ın az ötesindeki
muhallebici, melek resimli Emek Sineması, Beyoğlu/Pera gettosuydun sen; annesinden ayrılmak zorunda bırakılan ya
da yatılı okula gönderilen bir çocuğu nasıl eritirse hasret…gurbet, sende gün be gün içine
itildiğin, karakterine, kişiliğine uymayan temkinli ‘hayat’la öyle…öyle eritildin işte, o paçoz…o hoppa aydınların aldatma, ihanet kürsüsü, her şeye
aç kasabası; Bodrum’unda. “İskender’i ben öldürmedim” yazarken bile biliyordun,
senden başkası öldürmüş olamazdı benim
bağrı açık küçük Şairimi; “Ölmüşüm.
kendime gelmişim“ güzellemelerin de onun
ölümden korkmaması içindi. Öldürmek için
o küçük şairi her şeyi yaptın sen, benim hoyrat Şairim,
her şeyi; estin, gürledin, dövdün, dövüldün, ihanet edildin, ihanet ettin;
harfleri dans ettirdin, sözcüklerin yerini değiştirdin, oynadın onlarla hayatla da oynadığın ya da oynayabilirmişsin gibi. İnsan doğduğu coğrafyaya, ait olduğu
neresiyse oraya az biraz da olsa benzermiş ya Türkiye gibi…Ortadoğu
gibi…Türkiyeliler gibi o küçük şairi; altından kalkamadığın
hırçınlığınla yarattığın fırtınalara; bedenine yaşattığın karasal, ılıman, step, Akdeniz, Karadeniz,
Okyanus, Ekvator, Muson, Çöl
iklimlerine; dört mevsime; yaza, kışa, bahara, sonbahara
boğdurdun, en çokta anneni bile öldürdüğün şiirlerinde, öldürdün onu.
Sen ! hiç benim olmayan şairim; Haldun’un ‘diğer kadınlar gibi ‘vermem de vermem’ nazında “ne derler sonra…sonra ne olacak…ne
yaparım hamile kalsam…ailemin yüzüne
nasıl bakarım”la bin dereden su getirmezler çünkü orospuyla benim sevdiğim tabirle bir yosmayla
ilişkide biz erkekleri ürküten sonra
yoktur.Bakma sen insanların orda burada hayat kadınlarını ayıplamalarına.Mahalledeki en mutasıp kadının
bile o aşağıladığı yosmalara on basacak fettanlık kaynar içinde.’ bir
bilsen dercesine gülüyor ‘hem niye kötü
olsun hayat kadınları; hayatını yaşayan kadın niye kötü olsun?;hayat verir,
rahatlatır, çeker gider işte, ne güzel.Gidince
bir sigara yakmam ben, düşünmem ‘ne olacak şimdi’yle memnuniyetini gizlemediği
kadın, erkek ilişkilerinin yalanla, dolanla, maddi çıkarlar göz önünde
alınarak yürüdüğü günümüzde, televizyonlarda kelli felli adamların, kadınların birbirine yok “üstüme
ev yapacak mısın ?”, ''kaç tane evin
var?'', “ne kadar paran var ?” , “ söyle evleneyim senle'' diye bas bas bağırdığı,
birlikte takıldığı, flört ettiği kişiyle sevişmeyi evliliğe kapaklama
yöntemi gören, seksi erkeğin gözünde trajediye, duygu sömürüsüne vuran kadınların;
önüne geleni becermeye çalışıp sonrada bakire arayan saplantılı erkeklerin; çok
yüzlü politikacıların, liderlerin, ailelerin Türkiye’sinde,
açık seçik kim oldukları, ne yaptıkları belli, fazla yalana dolana
girmeden dürüst kadın, erkek ilişkisi sergilediklerinden, bir tarafta kendi
bedenini kiralayan insanlar, diğer tarafta milletin, tanıdıklarının bedenini
zorla sahiplenen erkek devlet, yönetenler, politikacılar, aile büyükleri kadar
kimseye zarar vermediklerinden takdirini hak ettiklerinden bir gün sonuçta ben de bedenimi kiralamıyor muyum? haftanın 6 günü,
günde 8 saat Plazalara, Towerlara, devletin
kurumlarına, AVM’lere, cadde yer alan bir daireye, ofise, büroya, dükkana
vermiyor muyum her şeyimi? sırtım
ağrıyor, kollarım uyuşuyor, çoğu zaman bilgisayar önünde gözlerim yanıyor, uyuya
kalmıyor muyum yorgunluktan? Vücudun neresini feda ettiğinin önemi var mı? İkimiz de parası olana hizmet veriyoruz,
bedenimizi başkalarına kiralıyoruz. O, gece çalışıyor belki, ben gündüz. Ona
"nasıl düştün?" diye soranlar var da
bana kimse sormuyor niye, nasıl düştün buralara; toplumun bakış açısına
göre üniversite bitirip bir mesleğe sahipliğimden onlardan farklı algılansam da değilim işte, mesleği beden üzerinde yarattığı tahribatla
değerlendireceksek yıprandığım, kendimi
kullanılmış hissettiğimin apaçıklığında; öyleyse ben de diğer tüm kadınlar gibi "hayat kadını"yla aynı yolun yolcusuymuşum, hayat kadınının
üzerinden erkekler geçiyor, benim üzerimden koca hayat denilen bir ‘pezevenk’li fırtınalı akıl yürütmeden kendimi
alamayıp asıl geldim, gidiyorum dünyadan
ama her şairin, yazarın yazılarının,
şiirlerinin iham perileri (belki de tek
istisna Thomas Bernhard’dır) orospulara
düşkünlüklerinin nedenini hâlâ çözemedim diye hayıflan. Ohooo aklım o
kadarına bassaydı ne işim vardı bu halde,
burada’yla tıka basa dolu
otobüs, dolmuş, metrodakilerin terlerine
karışan işportadan alınmış ucuz
parfüm kokusuyla ağırlaşan havada
nefes almazken yanımda oturan da
kulaklığını çıkardı. Bol dıptıslı şarkısını açıp kafayı geri yasladı. Dizine
hafifçe dokunup "sesini kısar
mısın" dedim. Öfleyip pöfleyerek kıstı. Gerginliği atlattık derken birkaç
durak sonra yayılmaya başlayanlar, canları sıkılmasın diye bindikleri duraktan, indikleri durağa kadar;
ayda elli bin dakika konuşma süresi veren!
mobil operatörlere küfrettirecek
tarzda cep telefonlarıyla abartısız yarım saat sevgili, kanka, iş
arkadaşları, patron, akrabalarla yapılan bazen tartışmaya dönüşen boş muhabbetle, özel sorunlarını herkese afişe edenlerle mecburen birlikte olunan
ortak yaşam alanlarında; nasıl
davranılması gerektiğini bilmeyen yahut bildiği halde umursamayanların nezaketten
yoksun – ayrıca nezaket emek ister, olmayanlar
‘onlarında o saatte, orada ne işi
var’, ‘ben ondan bin kat daha yorgunum, dikildi başıma gitmiyor, yer vermemi
bekliyor, pencereden bakıyormuş gibi
yapayım’,’kıro biriydi kibarlıktan
anlamaz ki.Üzülme, inan ayıp ettiğinin
farkında bile değildir’ ,’ bundan böyle adamına göre muamele’li kulplar takıp
zedelemeye uğraşsalar da şayet bir
toplu taşım aracında bir hanımefendi ayakta,
siz bir genç delikanlı olarak oturuyor, yerinizi vermiyorsanız, nazik bir
centilmen değil, bencil bir bireysinizdir- magandavari jestleri, mimikleri
karşısında sen nasıl
elitlikle, kibarlıkla alakası
bulunmayan, bilmeyenin köylü değilse de kentli sayılmadığı adab-ı muaşeret
kurallarından bir haber insanlardan sıkıldıysan, doğallıklarını kaybettiren bir yapmacıklıkla
o kurallara riayet eden ortamlarından uzaklaştırdığından ; kimi
incitir, kimi yaralar diye temkinli davranmadan yaranmak için birilerine
kendilerini paralamadan, içinden geçenleri söylemeleri, istendiği an ulaşılacak
el altındalıkları, ruh ve bedenin karşılıklı ve kisvesiz çırılçıplaklığı, her şeye ota, boka kullanıldığından anlamını yitirmiş aşk
oyunlarının Chanel parfümlü, acı Truff
soslu canım, cicim , aşkım, bir tanem,
sevgilim’lerindense darılmaya, gücenmeye de
yol açmayacak ‘sen nasıl da
işveli bir kaltaksın öyle’, ‘sende iyi
pezevenkmişsin ha’ yla
birbirlerini tahrik eden ‘ haydi bakalım…. s.k beni’li, “kaçma a..mına
koyayım’lı açık saçık cümlelerle seks
ihtiyaçlarını karşılayıp, partnerlerinden istemeyecekleri içlerinde ukde
kalacakken sayelerinden denemek istedikleri her türlü farklı cinsel ilişkiyi yaşatarak hazzın dibine vurdurma karşılığında
vizite ücreti, iki kadeh içki dışında ne mücevher…ne çiçek…ne de başka bir hediye, hiçbir şey
beklemediklerinden…rahatsızlık vermediklerinden olsa gerek yazarların , şairlerin orospulara düşkünlükleri diye düşündüm sonra .
Belki yanılıyorumdur da kim bilir?
bildiğim seninde diğer şairler gibi
içinde “tut elimden pis orospu! tut ki
elim sana bir mektup gibi kanasın”, ”Siz Orospular
! - Aşkı sex sandığınız için, erkeklerin adı piçe çıktı…”,”sağanak halinde
seviyorum bütün orospuları“ geçen onlarca
mısra yazdığın. Hayat mı ? içki ve seksten ibarettir ilkesini
benimseyen, bu ikiliden aldığı zevkle aklından geçirdiği, bazılarınsa
gizli homoseksüelliklerini "erkekçe" itiraf ettikleri, istisnasız dünyadaki tüm
erkeklerin, bir gün ağzından dökülen (müş), dökülürken de dünyanın en ilginç şeyini ilk kez o
söylüyormuş havasına girdikleri oysa,
Pis Moruk Bukowski, Kadınlar kitabında bahsetmeden önce de yazılmış, kullanılmış
dünya kadar eski klasik erkek
incisi, içinde kesinlikle ‘ ah keşke tüm kadınlara bunun
doğruluğunu anlatabilsek de, alayı bize verse’nin yatırıldığı “kadın
olsaydım orospu olurdum”u; ”Orospu
olsam eline su dökemezdim belki de”yle revize
ettiğinde; istediği gibi bir cinsel yaşamı sadece kendisinin ve orospu nitelendirdiği kadınlara hak gören erkek
egemen mantaliteye kadınların da “erkek
olsaydım çok çapkın olurdum” tepkisi “kızım dil orospularından kork sen asıl’
diyen anneannene rahmet okutup işin
orospuluğu…işin orospu yanlığı bu olsa gerek dedirten, nasıl bir psikolojiyse artık,
hem orospu olmanızı istemezler hem kadın olsalar orospu olurlarmış…hem çapkın olmamızı istemezler
hem erkek olsalar çok çapkın olurlarmış;
arzularına bakıp da kapitalizmin kazan kazan, pazarlanan arzu her şeydir sloganlarına
harfiyen uyan, cüzdanlardaki paraya el koyma peşindeki şimdinin V, Y, Z kuşağı
orospular, fahişeler, eskortlar,
hayat kadınlarını gördükçe bir zamanlar 18.inci, 19.uncu yüzyıllarda “Kötülük Çiçeklerinin”, “Kayıp Zamanın
İzinde”lerin ilham meleklerinden Odette
karakterini şekillendiren Léonie Closmesnil ile romanı okuduğunda kendini
tanıyınca (düşünün dönemin fahişeleri
Proust, Baudalaire, Balzac, Kant okuyor) Proust’a öfkeli
mektup yollayan Laure Hayman’lı;
Fransız İhtilal'inden sonra giyotin ve kanın ve frenginin başkenti
Paris’in birbirini kesen dik sokaklarında, sisli bir geceye şiirsellik katsın
diye öylesine konulmuş ürkek, titrek ve kendini bile aydınlatmayan bir sokak
lambası altında, yırtık jartiyeri, beyaz baldırı arasında sıkıştırdığı, kedi
çevikliğiyle çıkardığı bıçağıyla hakkını arayan; Baudalaire'ı Baudalaire; Proust’u Prost yapan Fransız yosmalara, fahişelere
duyulacak minneti pas geçmeden yazıyorum hiç benim olmamış şairim, sen! Baudelaire’in “durmamacasına sarhoş
olmalısınız, ama neyle? şarapla, şiirle
ya da erdemle, nasıl isterseniz ama sarhoş olun” anlayışına canla başla riayet
etmekle kalmayıp, yeşil peri absent,
afyonu da menüye ekleyen gueer Arthur Rimbaud,
Paul Verlaine, Bukowski gibi
“alkolle bağım sabittir, ancak narkotik maddelerle ilişkim süreli ve
zaaf çerçevesinde olmadı... insanoğlu, ona sunulan bütün tabiatı kullandıkça
mutlu olur...”la hayatının merkezine
koyduğun, süngermişçesine
çektiğin, ömrünün sonuna kadar sadık kaldığın tek sevgilin… eşin içkiyle “sigara çok içerim. Tok içimli sigaralardan
hoşlanıyorum.Her zaman içerim ben, yalnız çalışırken falan değil. Uyurken bile
içerim mesela. Bırakmayacağım. Her sabah uyandığımda bağdaş kurup, yakarım.Bıraktım
diyen insanların karşısında bir (tane) yakıyorum hemen, sırf içleri geçsin
diye”yle övdüğün sigarayla öylesine bütünleşmiştin ki, elinle rakı
bardağını dudaklarına götürdüğün parmaklarının arasında her daim tütecekti sigaran. Yine de iyi dayandı
ciğerlerin çalkantılı, aldatmalı, aldanmalı ötekileştiriciliğinde marjinal
Türkiye’ye, eşeleye eşeleye kendini öldürmene. Zaten rakıyı, birayı da pek bırakmamış gibiydin o Allahın
cezasının Bodrum’un da Halikarnas Balıkçısı’nın, Zeki Müren’in şerefine bir kadeh kaldırmasaydın olmazdı da .
Proust “Albertine’in içimde taşıdığım
sureti, her yerde karşıma onu çıkardığı için, kızların hepsi bana birer
Albertine gibi görünüyordu”yla hayalini
gördüğü Albertine’i, sen Haldun’nu ,
Can’nı kaybettiğinde nasıl içinde bir
şeyler…çok şeyler öldüyse…gömüldüyse ta derinlere ve etrafındakilerin
edepsizliğini, ihaneti fark ettiren, hayal dünyasından çıkaran yeni bir benlik
doğurduysa kaybetme acısı; ortaya sermediğin
nefis karakalem çalışmaların vardı senin, işte öyle bir karalamaydı tükenmez kalemle çizilmiş bir adam silueti
yıldızlı göklere bağırıyor
"Uzaaaay!..” … önce Uzay, sonra Kazancı Yokuşu’ndaki evinin
perdelerini kapatıp üç gün yas ilan ettiğin Zozi öldüğünde sanırım senin
de içinde ölmüştü bir şeyler…çok şeyler.
O
yüzden; Şark’a, orda yaşananlara, zihniyetine dair izlenimlerinin Binbir
Gece Masalıyla çizildiğini varsayıp izninle buraya bir mim koyacağım sevgili
Proust “aynı olayın farklı insanlarda
farklı izlenimler uyandırması, zihinlerin arasındaki farkla, bizi sevmeyen
birini ikna etmenin imkansızlığın da duyguların farklılığıyla açıklanabilir”
yorumuna - bir kere sevmezsen
birini alemi cihanda olsa o kişi, değil kırk, yüz yıl da geçse
sevmezsin, bu her insanın başına gelen, yaşanan
bir durumdur da- katılmakla birlikte,
çoğunlukla insan
kayıplarından sonra anlar ki,
aynı olay karşısında etrafındakilerin, kişilerin faklı izlenimleri yalnızca zihinler
arasındaki farkla, duyguların farklılığıyla
açıklansa bile yetiştiği, yaşadığı ülkede, evlerde yerleşik zihniyetin
medeniliği, ilkelliği; geleneği, göreneği ve de
geçerli dinin, Kitabın aklı paravanlayan
buyruklarının etkisi de yadsınmayacağından, her
seferinde, sanki insanlar daha daha
vursun kan revan içinde bıraksın diye seni, sere serpe ortaya döktüğün açık yaralarından akan irinlerinin, vücudunu zehirlemesini izlediğin hayatının
son demlerinde belki, belleğin bir şey algılayamaz, ruhun da yavaş yavaş uyuşurken ziyaretine
geldiklerinde hastanın özelini yaşamasına izin vermeyen
taşralık her yanlarından aktığından
yazdıkları ya da senden alıntıladıkları şiirleri hasta yatağında sana okuyanların pejmürdeliğine katlanıp, gider ayak hoşuna
gitmiş gibi yapma sahteliğine de soyunmayacaktın. Belki yaşadığında sürekli
saate bakman da her günün son günün olabileceğini bildiğinden miydi ? ama
“vedaları sevmem” demiştin.Vedaları kimse sevmez dendiğinde sana, daha
adın k.İ. şair değil Derman’dı.Daha seni
k.İ. şair yapacak “her Rimbaud büyüyünce Verlaine olur” lu epigraf
dizeli aynı patırtıda şiirler yazdırtacak
Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Nazım
Hikmet, Edip Cansever, Foucault,
Spinoza, Bataille, Allen Ginsberg, …, ..,
onca yazarı okumamış; daha beğendiğin
şairlerin şiir kalıplarını aklında tutup onlara benzer şiirler yazarak şairliğe
adım atıp kendi üslubunu yaratmamış; daha yaşamını idame ettirme kapısı, geçim
kaynağın olacağından periyodik halde
çıkarmak, satmak, söylemek zorunda
değilken şiir kitaplarını, dinletilerini; daha hakkında sözlüklerde ergenlik çağında erkeklere düşkünlüğünü
sezeceğin cinsel dürtülerini ifşa etmekten imtina etmediğinden “gizli bahçede otururken garsonun gelip
"bu kağıdı size vermemi söylediler" demesinden sonra benim kağıdı açıp
içinde yazanı okumam.arkadaşıma "ohaa olum kim bilir hangi hatun yazdı
bunu" demem, garsonu çağırıp kim verdi bunu acaba diye sormamın ardından
"şurdaki bey verdi" cevabıyla camdan atlamaya çalışırken arkadaşımın
kurtarması... yazları her gün Neviza’de de rastladığım bahçıvan içine cırtlak
turuncu, cırtlak yeşil, sarı gömlekler,
bordo pantolonlar giyen, masamızda erkekler varken hoşsohbet olabilen, erkekler
yokken kafasını çevirip bakmayan kişilik “li entry’ler girilmemiş,
hoşlaşmayacağın anılara, yazılara da muhatap
olmamış ve daha
sen ve ben, biz; yağmur damlalarından,
sabahın “sağır vaktinde” yapraklara düşen çiylerden gökdelenler yapmamış,
çizmemiş; kimseleri de baharlarda,
Temmuzlarda daha toprağa gömmemiştik.
Vefatınla başkalarının rakı, benimse
kederle dibe vurma hikayemi de kaybettiğim bugün, Temmuzun üçünde, üç yıl
sonra açtığım ‘sen9.word
dosyasındaki şimdi konusunu,
kurgusunu, ne yazdığımı dahi hatırlayamadığım, bildiğin
unuttuğum taslak romanıma
ait satırları, paragrafları sanki ben değil de bir başkası yazmışcasına okuyorum. ‘Oysa ki’ diye
başlamışım romana; daha karşılaştığın, karşılaşacağın ‘bu
kadar olmaz, bu da yapılmaz ki’li yapanın yanına da hep kar kaldığından ‘hep
kötüler kazanır’ı teyitlemiş, vicdansızlık,
merhametsizlik, alçaklık
karşısında; darbe yapan, gençleri astıran generallerden,
yargıçlardan dahi ‘ah’ların, ‘ah’ınızın çıktığını şu ana kadar da hiç görmediğinizden
zaten sonrasında da hiç
göremeyeceğinizden yaşanan her kötülüğün, haksızlığın, ahlaksızlığın,
yoksulluğun, hayatın keskin bıçağı; ötekileştirmenin arkasında,
sadece insanların değil Tanrı !!! nın, Allah !!! ın olduğuna inanıp, şayet yazmasaydı; M.Ö 341’de bol Tanrılı antik Yunan’da Epikür “Tanrı
kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor? öyleyse o güçsüzdür, gücü
yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor, öyleyse o iyi niyetli değildir; hem
güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”; 1800’ler de de
yazmasaydı Nietzsche “ yarattığınız ‘Tanrı’ öldü, buyruklarını dayattığınız
kitapları da’yı belki de sizin yazacağınız; ailede, okulda, işyerinde, partide, sivil
toplum örgütlerinde her yerde; illaki herkese ne yapması, nasıl davranması gerektiğini söyleyen ‘kutsaldır ya da kime
güveneceksin onlardan başka’
dokunulmazlığı bahşedildiğinden
kötü olabilecekleri, bireyi körelttikleri
de söylenemeyecek Tanrının yeryüzü
temsilciliğine -bunlar kimi zaman devleti yöneten liderler, siyasetçiler,
başkanından müdürüne şefine bürokratlar, generaller, yargıçlar, hakimler,
öğretmenler; kimi zaman da babadan anneye, kardeşe, arkadaşlara uzanan geniş
bir yelpazedeki herkes; lüzumsuz efendilerdir- soyunan tebliğcilerin etraflarındakileri
kendi sistem, kural ve beğenilerine göre
programlayıp yok eden bir biat… bir
adanmışlık… hep de bir hizmet
bekleyen ve bir gün muhatabı herkesi yiyip bitirdiğini, iliğini emdiğini ‘ben’de
bireyin biricikliğini karamboleyip
maddi, manevi bağımsızlığa ulaşmasını engelleyen, ezen hastalıklı insan pompalığı da anlaşılacak; bir başkası söylese belki üzerinde
durulmayacakken söyleyen o günlerde büyük sansasyon yaratan Prens Charles’ ın
elinden ödül alan olunca, bugün sorsan
iş peşindeki sizin için önemi büyük ama
o görüşmeyi anında geri dönüşüme atacak önemsizlikte yoğunlukta
ilişkilere sahiplikten hatırlamayacak ”herkes beni bu kooperatiftin imparatoru sanıyor ama aslında ben yönetimim
altında şirketlerin başkanları da dahil 99 imparatorla çalışıyorum’ cümlesinde
hayat bulmuş her olumsuzlukta, her
yanlışta, her kötülükte suçu da hep başkasına
atan küçük imparatorların, kendini cevval sanan tosunların, samimiyet kisvesi
altında çürümüş dişlerini bileyleyen iblislerin diyarı buram buram taşralı kokan
toplumsal yapıda; ‘daha iyi’si
gelmiyor, ‘daha güzel’iyle
karşılaşılmıyormuş’lu günler, yıllar ardı ardına akıp giderken;
ağzınızla kuş tutsanız ilk önce ailenin ardından ilişki kurulan herkesin, sizi
konumlandırdığı yerden kıpırdayamadığınızı da
fark ettiğinizde "dünyanın
derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde onun basitliği şaşırttı hep
beni" demiş Camus’e selam yollatacak sıradanlığını keşfettiğiniz, tek
yaptığının olmamalıydı, yapılmamalıydı,
yapmamalıydım’ı; ‘aman sen de’yle kabullenir, kanıksatır hale getirmiş; filozofların, yazarların, şairlerin
üzerine tonlarca yazılar, şiirler döşediği, olağanüstü, korkunç anlamlar
yüklediği ve sonunda istediğiniz zamanda ilerleyeceğiniz yaşta, sona
yaklaştığınızda ‘ne kadar da
gereksiz bir şeymişsin, değmezmişsin’ diyeceğiniz, denilen hayatta; daha
kiraz…ayva ağaçlarının hangi renk çiçek açtığını bilmeden, daha ihanetini
yaşamadan yoldaşlığın, kardeşliğin, daha Proust’un “ …siyasal tutkularda tıpkı
diğer tutkular gibi kalıcı değildir’”ini de okumamışken, kendinizi kucağına
attığınız devrimci isyanınızın
gölgesinde, sırf bu şehirde dinlediğinizden şarkıların, dilendiremediğinizden muhatabının hiç bilmediği platonik,
imkansız sevdalarınızın bir anlamı vardı.
Bu şehirde daha, Osmanlıdan bugüne her yerde, her mekanda
biattın ‘nedir o sokakta kıkır
kıkır kıkırdamalar, gülmeler’, ‘ seni
orospu, ibne sanırlar’ dendiğinde bile kapalı gişe oynatıldığını fark etmediğinizden ‘öyle içe işletilmiş ki boyun
eğdirme, yürüyenlere, sokaktakilere bir dikkat et ! memlekette herkes
boynu eğik, kambur, gülmeden, çatık kaşla yürüyor’ demediğiniz; işin
garip yanı zavallılığına, çaresizliğine
bile bakmadan ahlak polisi
kesilmiş herkese; dayatılmış, dayatılan, dayatılacak bir hayatı başkası için yaşamanın kimseye bir
faydasının olmadığını, sonuçta herkesin yalnızlık içinde, kendi sınavını verdiğini;
hayatı yönlendiren ayrıntıların duayeni
Marcel Proust’un “annem birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak
midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa ,
tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir
yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden,
yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma
götürdüm…..sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’de Pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya
da ıhlamuruna batırıp bana
verdiği bir parça Madlen’in tadıydı….” satırlarıyla bir kekin, kurabiyenin,
bir piyano sesinin, bir
Akdikenin, bir çiçeğin; nergisin, bir safiye kasabası; Balbec’in, Dikili’nin,
Ayvalık’ın, her insanın hafızasının, kalbinin bir yerlerinde
unuttuğundan özlemle gün ışığına çıkmayı
bekleyen hatıralar silsilesini; diğer
insanların yaptığı gibi yalnızca anımsamakla kalmayıp, yaşandığı
“kayıp zamanların” ardına düşmesinin nedenini de henüz kavrayamadığınız; annenin, babanın, aile
üyelerinin, arkadaşların, herkesin hep
bildiğiniz, tanıdığınız yaşta kalacağını sandığınız, ummaktan yorgun düşmediğiniz
vakitlerde olduğunuzdandı; her şey
ama her şey anne, baba, kardeş kucağı gibi
sımsıcacıktı. Henüz ve daha;
içinde döndüğünüz, döndürüldüğünüz
başkaları gibi bir film, bir dizide izlendikten sonra istenen, hayal edilen; İstanbullu Gelin’de,
The İs Us, Bir Aile Hikayesi’nde ki
aileler gibi bir ailenin karşılığını bulmaya kalkışamadığınız,
kalkışsaydınız da bulamayacağınız bir
ortamda ‘hayalindeki ailenin karşılığı bende yok niye mi? Çünkü bize hayatta rehberlik eden anne, baba, aile, öğretmenler, arkadaşlar, Yoldaşlar,
Hevaller, yöneticiler, sanatçılar,
hep eğri, büğrü, çürük çarıktı da ondandı işte hayat listesinin
kabarıklığı, ”to do list”in boş, bomboşluğu
da.Elde maus ya da kalem, içki, kahve,
sigara…yak bir sigara sonra doldur bir kadeh; evde ne varsa viski, şarap,
votkayla, iyi gider yanında…yak bir sigara bi daha…bir daha ve haydi yaz;
kendini içine sığdıramadığın, gün gelecek
nefretine haiz olacak aile, ülke, toplum, insanlar; sahip olamadığın evlat ya da
evladın sandığının öyle olmadığını, olamayacağını kafana vura vura,
kalbini kanata kanata öğretecekler…söyleyemediğin sözler; kalp kırıkların…
hesaplaşmaların; kapatılması, açılması
gereken hesaplar…yarım kalanlar… yamalar… belki öncelik vermen
gerekirken ancak listenin sonunda yer
alabilen fırsat bulabilseydin
yapacakların; telefon rehberinde yıllardır aramadıklarınla geçmişi anacağın
muhabbetler…seyredemediğin filmler, oyunlar …okuyamadığın kitaplar… sevdiğin
yazarların, ressamların yaşadığı; gidemediğin, görmek istediğin
yerler…tatmadığın yemekler…ilişki kurmak, dinlemek, katlanmak zorunda kaldığın aptal, hop hop, seni
anlamaktan Everest kadar uzak dar kafalı onlarca insan.‘aslında, ben varya’yla başlayıp ‘içimde koca boşluk, ne yaparsam yapayım dolduramadığım.Bir
anda bulunduğum ortamdan, ‘ận’dan kopuveriyor, söylenenleri anlamıyorum eksik
ne ? aradıkça üşüyorum. Belki de eksik
şey kendimdir,
bilmiyorum…yoruldum; dışlanmamak
için herkes gibi olmaya çalışırken, insanlarla yüzeysel konuşmalar yaparak
yaşayıp, hiçbirinden tatmin olmadan günü bitirmekten yorgun, ‘bitik’im. Beni
rahatsız eden bütün sorunları, insanları
yok sayıp kimseyle konuşmak
istemiyorum ama bu aralar o sorular…o insanlar gelip tekrar
tekrar beni buluyor; onları yok saymaya çalıştıkça ben olmaktan
uzaklaşıyorum. Anlıyorum ki yıllardır ben değilmişim. Evet, buldum !!!! eksik
benmişim; içimdeki zavallı, mutsuz
‘ben’e acıyor, sarılmak, teselli
etmek istiyorum. İnsan hep bir farklılığının olduğuna inanmaz mı ? İnanır,
hepimiz bir farklılığımız olduğuna inanmıyor muyuz? ‘yahu beni başkalarından
ayıran, farklı kılan yönlerim bu
kadar çok, ortadayken niye değerim
anlaşılmadı; nasıl göremediler
siktiri boktan herifler, kadınlar’ diye
kaç kez iç sayıklaması yaşamadın(k) mı? sitem etmedin(k) mi ? Acaba bizi farklı
yapan yönlerimiz gerçekten bizi farklı mı kılıyordu? Yoksa kendimizi mi büyütüyoruz; kendi gözümüzde?
Hiçbir şey değiliz sonuçta; statümüz, paramız, işimiz, başarılarımız,
başarısızlıklarımız, ismimiz, kavgamız, sevdamız, yazdıklarımız,
düşündüklerimiz, hayallerimiz bizi bir
hiç bir şey olmaktan alıkoymadı.’yla içselliğinizi birine açarak yüzleşmediğiniz; Ne kadar da zavallı,
acınası bir haldir; her insan, nefret
ettikleri de dahil tanıdığı insanlar
tarafından sevilmek, övülmek
ister ama her insan, her zaman da
tek bir insan tarafından çokk sevilmek ister, zamanın hışmına uğrayıp illaki
yıpranacak, belki bitecek o sevginin kalıcılığını da ister. İmkansız kalıcılığını
görmediğindeyse her geçen gün, onu daha çok sevmesine, ona bağlanmasına
sinirlenir. Kendisi daha çok, daha çok sevdikçe, sevdiği, sevdikleri tarafından
daha daha çok…daha daha çok sevildiğini, önemsendiğini bilmek ister.Bu olmadığı zaman da kendini
eksik, boşlukta sallanıyor, değersiz
hisseder ‘niye’ diye sorar kendi kendine ‘ben buradayım’ demek için hayata bir
taş mı atmak lazım düşüncelerine de kapılmadığınızdan; taş
atmadığın sonrasında hiç bir taşı
da doğru atamayacağın hayatın, belli bir noktasında geriye dönüp baktığınızda
başlangıç yeriniz; yuvanızdan, ailenizden o
zamandaki duygulardan, düşüncelerden
uzaklığınızı görüp içinizin
sızlamasına, ürpermesine neden kimse evlenip yuvadan uçmamış, tanıdık herkes de
bazen hasta ama sağlıklıyken,
şairin “kimse bilmez be canım,
bir yara bir ömrü nasıl kanatır”ını
yaşatacak ‘meğer girdiği her
yeri, ocağı dağıtıyormuş’ dedirtecek
hayatı, aileyi, kendini ters yüz eden
ev sahibimizi kabri… ölümü tanıştıracak kimsenin ölmediği, yere kapaklandığında sıyrılan, bazen kanayan dizleri, bacakları görünce çığlığı
basıp ağlamanın ardından ''tamam geçti'', “geçecek''le yaraya kapanmış bir daha
asla kimselerde de bulamayacağınız
hesapsız, saf, şefkat yüklü
sevgiyi duyumsatan dudaktaki ıslaklıkla avutulabilinen her şeyi
sımsıcak kucaklayan o vakitlerdeydi işte,
gidenler geri dönecek sanıp da kurttun
midesine indirdiği Kırmızı Başlıklı Kıza
yanmamak; arayanın her engeli aşıp
bizi bulacağına; kötülerin illaki cezalandırılacağına Külkedisi; burnu uzayacağından kimsenin
yalan söylemeyeceğine Pinokyo
masalları sayesinde
inanmanın da miraslığı yüzündendi işte,
terk edinceye kadar nasıl bir
ceninin dünyası, yuvasıysa ana rahmi, yedi, on yaşlarına kadar hayali kurulan,
kurduğunuz; dünya diye bildiğiniz mahallenizin, köyünüzün, kasabanızın,
şehrinizin, ailenizin, hayatın; sadece
on yaşına kadar kurulabilecek bir hayal olabilecek olması da…
Şu an; sen9.word dosyasında
yazdıklarımı, üç yıl sonra okuduğum şu an,
ne kadar inanılmaz, ne kadar
garip geliyor daha sen
yaşıyorken; vefat edenin arkasında bıraktıklarının hayatını allak bulak edeceğine ‘kesin’ gözüyle bakarak ölümle
dair satırlar yazmış olmam.
Şimdi beni şaşırtan bu satırlar; yaşasaydın
bir gün sana da anlatacağım, sen
doğmadan yirmibeş belki otuz belki
daha önceki yıllarda okulda,
işyerinde, kışlada, partide, dernekte, örgüte, cemaatte ailenden
daha çok vakit geçirdiğin, mekanları, güncel, ailevi, sevdasal
dertlerini paylaştığın, teneffüste
koşturduğun, ders notlarını değiş tokuş
ettiğin, şakalaştığın, tartıştığın, sunum hazırladığın, yemek yediğin, elini
tutuğun, sarıldığın, müzik dinlediğin,
benimsediğin ideolojiye göre ” Bağımsız
Türkiye” , “Kahrolsun Faşizm” sloganlarını attığın, ırkçılığa, HES’lere
karşı eylem yaptığın, sinemaya, tiyatroya, konsere gittiğin,
mektuplaştığın sonrasında mesajlaştığın, Whatsaaplaştığın onlarca Yoldaşı,
Hevalı ilk Leyla’yı sonrasında Aytül’ü,
Haldun’u, Can’ı toprağa verme sana, hayatta ilk defa
karşılaşılan her şeydeki gibi aylarca etkisinde kalacağın ilk ölümü, ölen
kişiyi, ismini, nasıl öldüğünü yıllarca unutamayıp, hep de unutmayacağını sanırken, yaş ilerledikçe her defasında sanki öncesinde
hiç bu kadar yakın birini kaybetmemişsin hissini yaşatacak - Haldun’u
kaybettiğin günlerde sonrasında kim ölürse ölsün canını bu kadar çok
yakmayacağını düşündüğün acının kat be kat fazlasını Can’ı
kaybettiğinde çektiğini hatta o günlerde
Haldun’u dahi unutmanın- ölümlerle karşılaşacağından unutmam dediğini unutabildiğini, hatırlamakta zorlandığını
da algılattığında sıfatı ne, kim olursa olsun, ailenden bile
olsa, kaybettiğin kişinin
vefatını kabullenme süresiyle,
duyulan acının derecesi ilişkiye
verilen emeğin, yaşanmışlığının, paylaşmışlığının azlığına, çokluğuna göre
farklılaştığından, anılar,
yaşanmışlık çoksa sonsuza dek
beraber olacakmışsın doğallığında
varlığına alıştığın, bağlandığın öldüğünde yaşayacaklarından haberi olmadığından, sanki onu terk
ederek ihanet yaşatmışçasına, incitmişçesine üzüntüden sızlayan
kalbinle
bir başına
“Guermantes
tarafını tekrar görme arzusuna kapıldığımda, Vivonne Nehri’ndekiler kadar,
hatta onlardan daha güzel nilüferlerin olduğu bir nehir kenarına giderek …
bana bir akdiken çalısını…” okuduğunda gelmiş geçmiş en bilgili, en
kültürlü üstelik bilgilerini hizmete sunarken başına da kakmayan
mütevazilikteki baş öğreticin Google’a,
Combray yazdığında gelen sayfalarda yaptığın ufacık bir gezinme,
doğasına hayran kaldığın Combray’ın
Illiers köyü, Vivonne nehrinin Le Loir ve çok merak ettiğin acaba hiç gördüm mü diye
akıl yokladığın akdiken çalılığına,
ağacına da hiç rastlamadığını öğrendiğinde, her
ülkenin kendine özgü, başkalarını hayran bırakan doğal güzelliğe sahipliğini, hiç yurtdışı
görmeyenlerle içinizde en çok yurtdışına
seyahat edenlerden oldukları halde belki de
vatan hainliğine eş sayılacağı korkusuyla bile bile “memleket tamam güzelde, daha da güzel yerler
var efendim, gördüm ben. Edinburg mesela uçsuz bucaksız kırlar…keza Karadağlar,
Kotor, Viyana, Paris’ demeyenlerin ‘memleketimizden güzeli yok’ böbürlenmelerine tok
karnınla, Guermantes tarafında Le
Loir nehri üzerindeki köprüden geçerek, iki yanı ağaçlarla örtülü
Proust yolunda yürüseydin bile
attığın her adımdan birinin boşluğa geleceğini… ne kadar meşgul olursan
ol, ister dünya kadar kitap oku, ister yaz, ister şirketin bütçesini, yatırım
planını çıkar, ister arkadaşlarınla otur bir Cafe’de; neyle uğraşırsan da uğraş ve aklın, beynin de
nerede olursa olsun, derinlerde tam
olması gereken o yerde kaybettiğinin
bıraktığı boşluk, eksiklik
olmasa, hayat nasıl da ‘tam olacaktı’yla ordan
oraya savrularak yaşayacağını, bir daha dönmeyecek yola, miş’li
geçmiş zamana uğurladığının sana; ne
bir umut…ne yaşam sevinci… ne gelecek…ne devrim…ne özgürlük hiçbir şey
bırakmayıp, bugüne, yarına dair de ne varsa hepsini, hayatını katlanılır kılan
gerekçelerini yanında götürmesiyle, herhangi
bir ölüm… bir felaket karşısında hiç bir Jung’cu, Freud’cu analizin
açıklamayacağı ‘ben gencecik oğlumu…kardeşimi
yitirdim bana ne… derdim, tasam bana
yetiyor, ben kendime ne yaptım ki sana yapayım’,’daha yeni kaybettim hayat
arkadaşımı…babamı…annemi, ölmüşse ölmüş ne yapayım’ lı, görülme olasılığı yüzde %50 den fazla duyarsızlıklarla dolu, belirsizliklere, tahmin edilememeye gebe
eskisinden farklı bir kişilik…bir ‘ben’
armağan ettiğini, bunu da
yalnızca yeri doldurulmayan o boşluğun sahibinin bildiğini, bildiğin(m)dendi, artık ki, bu coğrafyada hiç kimseye ölüm nedir, ne menem şeydir
yaşanmadan tamamlanmayacak bir
çocukluk, bir gençlik bahşedilmediğinden daha
önce ebeveynlerin, sonra haki renk postaların tekmesiyle yokuş aşağı
yuvarlanmamış…daha Arapça
"gece" anlamına geldiğini bilmediğin, üç aydır hiç eve uğramadığından -‘nerde?’-‘ çalışıyor, çarşıda arkadaşıyla ortak otel aldı.Sevin kız, babanın Kartal Palas adlı oteli var, zenginsiniz artık, bir gün seni de götüreceğim, babanı da görürsün’ cevaplı amcayla evin ihtiyaçları karşılansın
diye para yollayan babanın yaptıklarına
karşı elinden hiçbir şey gelmeyeceğinden ‘İki, üç aya kalmaz doğum yapacağım,
bir şey var? Bu herif niye
gelmiyor eve diyorum hep bir şey
yok yenge, otel’de iş çok diyordu. Sonunda dayanamadı kayınbiraderim anlattı bir kadın varmış otel’de. Leyla’ymış adı,
Ankara’dan gelmiş bir dansöz, bir odada
onunla yaşıyormuş. Öyle kadınlar eninde sonunda çeker giderler bir gün, o da
geri döner ’ şikayetinde aldatılmayı ‘ne yapabilirim ki, nereye giderim’
çaresizliğine ‘üzülme tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yuvasıdır, sabret,
erkek değil mi? hepsi yapıyor‘la kabullenme zorunlu yol yordam gösteren aynı durumu yaşayan komşularına,
eltilerine başına geleni
çocukları duymasın diye yavaş sesle anlatan anneni kederiyle Mahsuni Şerif, Ali Ekber
Çiçek, Mahmut Erdal, Feyzullah Çınar, Muhlis Akarsu’lara sığındıran pikapta çalmak için, sadece adını
duyduğun hiç görmeyeceğin Kartal Palas otelinden üç ay sonra yıkık ruh halinde elinde bir plakla eve dönen
babanın, defalarca çaldırdığı,
bugün kimin söylediğini hatırlamadığın
“bas bas paraları Leyla” öncesinin naif
“su ver Leyla’m yanıyorum”, “Mecnun’um Leyla’yı gördüm”, “dertliyim Leyla” şarkıları, türküleri yaşlıların,
kuzenlerinin anlattığı masallar, hikayeler yüzünden mavi gözlü
bir Leyla’nın mantığa tersliğinde, etrafındaki illa doğulu, kara
bazen de koca yeşil gözlü, uzun
saçlı, esmer tenli, güzel bakışlı
kız çocuklarının çoğuna belki
babaların annelerin
dışındakilere mecnunluğundan en çok koydukları isimken, annen de sana daha
sarışın Leyla adlı bir teyzenin
öldüğü anlatmamışken artık kayıp bir Özge Can’ olarak Leylâ’yı duyduğunda, tanıdığın Leylâ’ ların
çoğu da yitirten kayıp bir Özge Can’ olarak Leylâ’yı duyduğunda, çok uzaklarda kerpiç bir
evin pencere pervazında sessiz, sedasız gözyaşı döken biri canlanır.
Leylâ’lar gitmek için gelirler değil mi
? tamamlanmamışlık, yokluk, eksiklik yaşatacak Leylâ’ların gidesi vardır, kalsalar Leyla olmazlar sankiyi ruhuna kazıtan amca kızın, oyun arkadaşın
beleğinde niye silinmeyen bir iz bıraktı
demeyeceğin Leyla’nın kaybıyla altı yaşında tanışacaktın ölümle. O
tanışıklığın, bu coğrafyada dijital devrim tavana vursa, Mars’ta yeni
keşif Europa’da koloni kurulsa da
kötülükte MasterChef’liğe yükseldiğinden kalpleri çoktan pas tutmuş; başkasının, komşusunun dükkanlarını, evlerini yağmalama, talan etme
suçunu işlemenin taltiflendirildiği 6/7
Eylül’ün , …, …, Maraş, Çorum, Madımak, Roboski katliamlarının planlayıcısı
“masum çocuklardan katillerin“ yaratıcısı sistemin ürünü
Türkiyelilerin nasıl değişmediğinin, her nefretin, her öfkenin kötü muameleye zincirlendiğinin, yıllarca
hüküm süren, daha da sürecek karanlığın
da kanıtıydı, sana göre.
Abisinin, bahçedeki çınar ağacının köklerinden ayrılmış ev çatısını kaplamış kalın dallarına halat bağlayarak
yaptığı salıncakta, önce üç yaş büyüğün
beyaz yakalı siyah okul önlüklü
Leyla’yı, sonra seni salladığını anımsadığın, aynı zamanda annesinin de akrabası anneannenin ‘ismini ben koyuyorum
Bad-ı Saba olsun ’ demesinin bir şey ifade etmediği, babanın demesiyle
Gımgım’da nüfus müdürlüğünde çalışan kuzeninin ilerde sırf ‘hırboydu, kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’
densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde
fark ettiği biri 1956 ( evli bile değilken)
diğeri 1965 tarihli aynı isimli,
farklı doğum tarihli iki kız
çocuğundan sanal olanının (ölümü halinde miras işlemlerinde sorun çıkaracağından) yokluğunu ispat için
tüm aileyi, iki de şahidi mahkemeye
hakim karşısına çıkaran;
Cumhuriyetin ilk yıllarında 1930’larda , 40’larda, 50’lilerde
hatta 60’larda önceleri iki, üç sonrasında yılda bir kez; baban dahil onlarca köylü çocuğun doğum tarihinin 31 Aralık
olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda; doğanları, ölenleri kaydetmek için köy
evlerini gezen; taşrada özellikle de
resmi ideolojinin Doğu ve
Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından
yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet göstermekle kalmayıp
kendilerinden de akıllı saydıkları memurlar gibi nüfus memurlarının; ‘giderse
tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar, sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı
tutun, Abbas’ın öldüğünü
söylemeyin, yerine bunu saydıralım,
nerden bilecekler’ kurnazlı köylülerin
‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu’-‘beyim dere taşmıştı,
sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ -‘bizim Sofi
amca hastaydı, bütün köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı
Haziran’dı’ -‘deprem olmuştu Apo Rıza ev
damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’-‘ en tavlı inekti baktık bir
gün ahırda ölmüş, kar kıştı; o esnada doğum yaptı, bunu doğurdu’
bilgilendirmeleri altında boyuna,
posuna bakıp akıllarından geçirdiklerine,
ideolojilerine göre genellikle de ailesindekilere, çocuklarına,
kardeşlerine ait isimleri
köylünün çocuklara yazmalarına,
doğum tarihlerini belirlemelerine ses çıkarılmadığından
Bad-ı Saba’nın Leyla’yla yer değiştirdiği
amca kızından; babasını mahpusa düşüren başlı
başına bir film hikayesi kadınlara zaafına dair
vukuatı sonrası, bir ayağı sallanan
iki sandalye, döşek, yorgan, iki
üç de kap kaçaktan ibaret eşyalarını
kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gumgum) Gımgım’ın yerini Ermenice
“Vart=Gül”den türetilmiş Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden
Badan (Bada) yerine Teknedüzü demek
zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine geri dönmeleri yüzünden ayrılacaktın. Yıllarca paylaştıkları aynı
toprak üzerinde yan yana yaşadıklarından olmasının mümkün olmadığını düşünecek
çapsızlıkta…sığlıkta çok
uzaklarda Kürdistan’ın dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha
önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara
gönderecek, evlerinde klasik roman okumalarına şaşırılmayacak, zanaatkarlıklarından;
örfünden adetlerinden; dillerinden, dini
ritüellerinden; başları kaplayan, dik
kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı, dışı
fesli ortasından kenarlara doğru
siyah püskülün yayıldığı keçe dedikleri
şapkalar takan kadınlarının yöresel
giyimlerinden; küplerde
pancar, kışın donmamaları için
tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma,
dolma, kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday
çorbası , kurut, sulu köfte, sir, şir,
siron belki onların belki de değil Babuko ( Zerfet) …, .., onlarca yemeğin yapıldığı mutfak kültürlerinden etkilenmemiş; şimdi üzerinde çocuklarının oyun oynadıkları otların altında kaldığından kalıntıları, güç bela fark edilen viran
eylenmiş kiliselerde ilahiler okuyanların kederli yakarışlarını
duymamış, tehcir sonrası artık ilk sahibini bile kendileri saydıkları, üzerlerine
tapuladıkları, üstüne evlerini yaptıkları arsalarda, , tarlalarda birlikte ekin biçmemiş, bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları
içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen
kapısız holün mutfağa, misafir, yatak odalarına, mahzene, üst kata çıkan merdivenlere açıldığı, yemek pişirilecek ocağın da içinde bulunduğu geniş
mutfakta, holde çocukların etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini
yakalamayı sevdikleri evi damını
taşıyan, destekleyen kalın tahta
sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle iki katlı, üst katta derenin, ormanların,
dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği balkonlu mimarisini çok beğendiklerinden ;annenin çocukluğunu geçirdiği depremde yıkılan konak da dahil benzerini yaptıkları evlerde sacda, bazen de depo gibi kullanıldığından odunların
da istif edildiği, ekmek, balık, bıjıkı
dorak, güveçte et pişirilen toprağa gömülü tandırda lavaş, yufka ekmek pişirmemiş
ayran içerek ‘baoo bu sene zor
geçecek, ekin az tarlada, vergide boyun bükecek’le dertleşmemiş deré Mengelî
de kuru, sıcak havalarda yıkanmamış, dedenin evindeki gibi yatay olarak bahçe
duvarının üzerine yerleştirecekleri
hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş
kül, toprak saman karışımı
çamur ya da tezekle
çamur veya kül karışımı harçla
sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın
sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak çay içilmemiş, şarapla demlenmemişçesine;
hâlâ kullandıkları Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…, köylerine, kasabalarına adlarını veren,
büyüdüğünde yabancı bireylerde,
filmlerde, dizilerde , kitaplar da rastladığından ‘teyzeme Sara, halaya Benevşa ???.nasıl oluyor da asır öncesi yabancıların
kullandıkları isimler konulmuş
köydekilere’ merakına ‘ne bileyim’ kaçamaklı cevapların da nedeni; çocuklarına koydukları Dudu,
Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli isimleriyle istemeden andıkları,
geride bıraktıkları geçmişi
saklayan mezar taşlarının derin, hüzünlü izlerini silmek için yaşadıkları coğrafya’da
düşmanlaştırılmalarına göz yumup, katkı sundukları halbuki
1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları, kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir
dağlarına ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için kızağa yatırılmış hastaları çektikleri
kağnı arabası, at, eşek üstünde çoğunluk yaya sarp geçitleri,
tepeleri aştıkları o kuş uçmaz, kervan geçmez
taşlı yollarda ayaklarda çarık, lastik ayakkabı, rüzgar, tipi, fırtınada
ölmeden sağ kalma mücadelesinde, açlıktan
hiç yapmayacağım denileni, dilenciliği
bile denedikleri, hayatını kaybedenleri
mezarın bulamayacaklarını bile
bile öldüğü yerde gömecek tıpkı
Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin,
Rumların yanlarında altın, para,
mücevherlerini götürdüklerini düşündüklerinden göç yolunda Ermeni konvoylarına ganimet için saldırmaları
gibi her an kadınlarına da tecavüz
edecek hatta hoşuna gideni alıp
kaçıracak korkusunu hissedecekleri çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında ‘bizi bu hale düşürenler hiç gün yüzü görmesin’ lanetinde
ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara
gitme zorunda bırakılmanın nasıl bir
facia …nasıl bir ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de
kurtulsak şuracıkta’ yılgınlığı…nasıl
bir keder olduğunu bilmelerine rağmen
onların yerine koymayacakları gibi
kendilerini haklı da çıkaracakları
tonlarca yaratılmış bahaneli Kaf dağının
ardına sığındıklarından; hiç
birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemiş tavrında Ermeni
komşularının kayboluşuna sanki büyük bir tufanda yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlarının acısının
dilinden kimsenin anlamaması çaresizliğinin, kalp sızısının fotoğrafı sıvanmamış eski köy evlerinin duvarlarında kiliselerden getirilmiş taşların,
evlerden alınmış onlarca
Lara’nın, Lena’nın, Angel’in yemek
yaptığı kap kacak, kara kazanlar,
ellerini sürdükleri saatler,
lambalar; David, Adom ve Nurhan’ın su
taşıdığı bakraçlar, oturdukları masa,
sandalyeler kadar yakın geçmişi hatırlamak istemediğinden
unutan içinde bulunduğun
Alzheimer’lı toplum , sülale, aile
bireylerince; 93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Karsı alma, Ruslara
darbe vurma amaçlı başlatılan; 90
bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü
Sarıkamış Harekatına !! dair
haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip
saklandığından Osmanlı tebaasınca
savaşla ilgili gerçeklerin uzun süre
bilinmemesi misali her devlette…her ailede…her kökende…her dinde,
mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere bol güzellemeli resmi; devlet,
din, köken, aile…, …, …, tarihlerinde,
kitaplarında yer aldırılmayacağından,
kimse de anlatmaya
kalkışmayacağından pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din,
mezhebin, …, …, sülale, aile üyelerinin
faydalandıklarından geçmişte, yarında
işledikleri ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz,
hırsızlık benzeri aynı suçlarını örtbas için
‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarında defacto sözleşmeleri, anlaşmalarıyla gizlenen
gençliğin devrimci başkaldırısının
büyüleyiciliğinde, Marx’ın Kapital’inin, Lenin’in Ulusların Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkının
altında bıraktığın, yaşadığın
coğrafyanın geçmişinden, tarihinden; kendin dışında ötekileştirilenlerin acılarından, kayıplarından; hayal meyal hatırladıklarından belki de vahşetin utancından belleklerinin bir köşesine ittikleri çok geç dile gelip ‘ bizde bir kazan vardı
beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, 40 kişiymiş bir
evde. Onların, bizim evle bir dostluğu varmış, falan. Onlar şey ederken, o
kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan.Bazen yağ
eritilirdi onda.Beş teneke…Onlar gidince
arazisi olmayan köylüler gitti sahip
çıktıları arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Bu sonunda Tapu kadastro gelince
tapu ettiler. Bizim köyde Ermeniler yok
idi ama Ameran (Onpınar) o köy onların
elindeydi.Ne deselerdi o olurdu.’-‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü
Ameran’da Çarbuhar ‘ın kollarından deré
Mengelî’de bir Kom vardı belki sende hatırlarsın, Seyhs Süleyman’ın mezarına
giden yolda köprünün hemen altında, işte devlet bunlarla ilgili ferman çıkardığında Ruslar da Varto’yu işgal etmişler, savaş var
yani, eee bu Ermeniler de tabii
Ruslardan yana olmuşlar hemen.Neyse
Ameran’da ağalar -o zaman önce
isim sonra baba adı söylenerek insanlar tanıtıldığından Ali’nin oğlu Veli
yerine- Veli é Ali başkanlığında diye devam etti amcam kırk Ermeni erkeği samanlarında
saklandığı kom’a hapsediyorlar.Sonra bir
camışın (manda) üzerine kom’un kapısı önünde
gazyağı döküyor, ateşle yakıp içeri atıyorlar, camışla birlikte içeride
ne var ne yoksa birlikte yanıyorlar. Bu
nasıl bir canavarlık…nasıl gaddarlık bir
hayvanı canlı, canlı yakanlar neler yapmaz hayatta...kimse kusura bakmasın, hiç
kimse benim kaşığım ak demesin mayasında
gaddarlık, vahşet var bu toprakların dedim…’le
anılarını su yüzüne çıkaran aile büyükleri sayesinde haberdarlığının kusur sayılmayacağı
uluslararası öneme haziliğinden heyecanla karşılanacak “bizim yoldaşlar iyi eş
becerdi” takdiriyle alkışlanacak proletarya diktatörlüğünü kurma peşinde dolu dizgin arkana bakmadan koştuğundan, bir
zamanlar köyünde, doğduğun Varto’da
Ermenilerin yaşadığını, evlerinin,
kiliselerinin bulunduğunu da çok çok sonra, annen dahil pek çok akrabanın da ailevi miras
davası nedeniyle ele geçen ‘ermen
milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ibareli tapuyla tehcirden sonra dedenin aldığı arsanın bir Ermeni vatandaşa aitliğini ikibinli yıllarda öğreneceği koşulların varlığında ne hazindir ölümünden sonra, o da
bilmeden ağızdan kaçırdıklarından anlattıkları seni
kuzenin Leyla’dan ayıran amcanın vukuatıysa şöyle olmuş ‘ baban Karayollarında tabldot
memuru, Nuri bey diye birini
Ankara’dan göndermişler, Van’ da, İskele
köyünde TRT’nin radyo evini açacak.Baban
rica ediyor ‘kardeşim var işsiz, odacı
olarak alsan’ adam tamam diyor.Köyden
geldi işe başladı amcan sonra yengeni, üç çocuğunu da getirdi, yanımızda
ev kiraladık.Yazın yengen
çocuklarla beraber köye gitti kışlık hazırlamaya peynir, kavurma,
çökelek.Gitmeden de iki üç tane böyle
eldiven’-‘ eldiven?aaa yaz günü???’-‘ Şehirli ya, artık fors atacak köylü kadınlara, akrabalara; iki tane jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven,
bir de manto aldı. O sıcakta köyde
eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de
köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim
kadınlar fes takıyordu daha, bir de beyaz leçeklerle bağlıyorlardı başlarını. Yalan olmasın
Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk,
evlerin yanında ahır, bağ,
bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri adı
Makbule’ydi, sütçüydü, mahalleli sütünü
ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin.Yengen kadına “ben köye
gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her sabah bir bardak süt kaynatıp versen” diyor. ‘-‘yok artık,
olacak şey mi’ –‘Aptal Makbule’de yengen
gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna dedi ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış,
getirmiş ben öyle zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcaya bak sen ! süte atılan bir şeker neler de kadir’ –‘neyse,
amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı
araba getiriyor bırakıyor eve. Bu sinyal almış ya her gün arabadan inince kadının evinin kapısının, camının önünde bekliyor,
kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum,
kocası da öyle şerefsizdi ki Makbule’nin. Adı Ali’ydi, kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı
yanlarında kalıyordu yok yemek döktün,
yok altına kaçırdın, yok bilmem ne
yaptın, ölmedin gittin diye dövüyordu.Bende
kalktım’ dedikten sonra her
zamanki gibi bir olayı anlatırken birden
bağlantıyı kaybeden annen son söylediği
cümleyi havada bırakarak devam edecekti ‘ondan sonra Ali yeğenini de
çağırıyor ‘gel bu gece biz bu adamın
hakkından gelelim’-‘dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın
kendini gözlediğini’-‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir
hafta gözledi beni diyor.Artık kadının
burasına -boğazını gösteriyor- tak
ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen
gittikten sonra bir hafta bize gelmiyor bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu’
meğer adam (amcan) meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının
arkasında amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl kapının önüne
gelir gelmez birden kapıyı açıyorlar amcan içeri düşüyor. Vay ulan! sen misin, namus ırz düşmanı vur da, vur.
Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ Gözünün
önünde hayal meyal amcan; yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a
ilk geldiklerinde senin de bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk
oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş;
sabaha kadar kaşınmalarımızın faresiz, tahtakurusuz, sineksiz bir hayat yok
sanmamızın, yatağa yattığımızda tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır
koşturduklarından ‘oyun oynuyorlar’ diye düşündüğümüz, ölesiye korktuğumuz
farelerin sesini duymamak için başımıza
yorgan çektiren tavanı, tabanı tahta,
ahşap evlerde; bugünkü kadar yaygın
olsaydı ebeveynlerimizce, üç dört
seansa bağlayıp Ümit köyde, Çay yolunda,
Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde bir villa
daha alsam açgözlülüğündeki psikiyatristlere götürüldüğümüzde gözlerini fal taşı açtırtacak ‘ bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa
bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak
özgüveni dinamitleyip, korkak çocuklara
neden oldunuz’ çıkışmasına ‘ sanki mutlu
sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım,
Şöför Nebahat, Senede Bir Gün, Ah Nerede, Hababam Sınıfı izletilen, peri masalları öyküleri, okutulan
nesilleriniz psikopat olmadı mı? Zaten
içinde bulunulan koşullarda psikopat
olmaları doğal değil mi?’ yle karşılık
vermekten aciz çok şükür ki o çocuklarda, bizlerde Bipolar
bozukluk beklerken eksiklikleri de olacak normallikte bir
Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarını
nasıl izah edeceklerinin de merakında,
annelerimizin ‘kapatın gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır,
koparırlar burnunuzu’ korkutmalarını
çoğaltan; komşu evden diğerine seyahati seven, arka sokak otellerin, Hostellerin, evlerimizin sahiplerinden huylandığımızdan yatağa girmek istemediğimiz, geceleri
ışıklar söndüğünde fareler gibi
harekete geçen yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girebilecek kadar yassı,
ezdiğimizde fışkıran kanlarımızla beslenmiş, ısırdığı yeri kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı
yakarak ortalığı kolaçan edip kırım
yapacakken ışığı görür görmez
hızlıca kaçan, kaldırılan yatakların
altında tespih tanesi gibi dizildiklerini de gördüğümüz fareler gibi uykularımızın
düşmanı kırmızı renkli iğrenç böcek
tahta kuruları, mutfakta süt tenceresinden
süt içerken gördüğümüz yılanlı çocukluğumuz da yaşadıklarımıza on basacak kadar kötü olaylar yaşanacağından gelecekte; kendisine yer açmak isteyen dimağlarımız o günleri hemencecik sildiğinden,
Türkiyeli toplumun hep eleştirilen ama değişmeyen en karakteristik özelliği balık hafızanın çoğumuzu psikiyatristlere
düşürmemiş işe yaramışlığını da unutmadan,
annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye Arap sabununa daldırdığı tahta kıl fırçayla
silip yıkadığı, halısız, kilimsiz tahta zeminde, üstüne atılan örtü kısa
geldiğinden bir demir ayağı gözüken somya,
duvara yaslı kanaviçe örtülü kırlentlere yaslanmış siyah saçları kısa
kesilmiş yengen, amcan , Leyla , abisi, kireç
badanalı duvarda her gece masal
kitabıymışçasına bakarak uykuya daldığın
her defasında değiştirdiğin ‘sonra kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu
kendi kendine anlattığın masalların dayanağı; bir kadının kollarındaki açık örtüdeki çok güzel, tombik bir bebeğin önünde diz çökmüş elinin altında
kuzu olan bir adam, yerde tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca bacaklarının göründüğü ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntı
kaçırılmadan Kurban Bayramından ziyade
Hz. İsa’nın doğumunun
tasvirlendiği duvar halısın da
göründüğü siyah beyaz bir fotoğrafta bulduruyor,
kendini.‘Köydeydim amcan mahpusa
düştüğünde.Dişim ağrıyordu, doktora gittik önce okulda tatil olunca çocukları aldım doğru ev
damına.Bu Makbule her sabah süt sağardı.O
da benim gibi ufak tefekti. Ey okuyucu !
bireylerin yanında mutsuz olduğundan, davranışlarından artık hoşlanmadığından aldatacak kadar bıktığı eşini, sevgilisini benzer, aynı fiziksel ruhsal özelliklerde biriyle aldatmasının nedenini çözme görevi, ben Leyla’nın babasının vukuatını anlatmaya devam edeceğimden şu an senin. Kırmızı
bir mantosu vardı onu giyer, böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu
sağa sola evirerek taklide de yelteniyor) giyinip, kuşanır, amcan içisin diye süt getirir ‘akşam
Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye
sorardı. Güneşin batmasına, gökyüzünün hafif kızılaşmasına yakın radyodan yayılan
öylesine çağıldayan billur bir
sesti ki
gece annenin dilinde
kardeşlerinin ninnisi “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”lı Muazzez Türüng, çocuk yüreğini nedenini
bilmediğin hüzünle doldururken bir
bakmışsın bir gün Can’ı
sallarken ayağında, hiç aklında
değilken o anda gayri ihtiyarı dudaklarından dökülendi de. ’Bilmiyorum artık kim
doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’
Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçilerin “amca öyle bir
sanatçı mı var?” gülüşmelerine sebep
Muazzez Türüng’in kasetini aramasına nihayet aklın erdiğinden amcanın,
Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin
kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok.Zaide
vardı komşumuz.Bu olay olmadan önce bir gün bana dedi ki “ Makbule kocanın yolunu
gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha”. Amcanın dediği gece işten
geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok
manasına.Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki
“senin bu karın komşuyla her akşam
bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın yolunu gözlüyorlar,
yakalıyorlar...’-‘yengen köydeydi, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor.Ben
kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor.Sonuçta bunlar birbirlerini bir güzel
dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes
bana öyle kazık attı ki... ben o kadar
onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim...’ annenin anlattığı olaydan bir kopma
anı daha ‘baban yemeğe gelmiş, sabahleyin
kahvaltı yapıyoruz. Anlıyorsun ki baban daha yeni tanışmış geceyi birlikte geçirdiği o kadın Leyla’yla. Ben
kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını
hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor “yenge hanım, eşin evde mi?” dedi , evet dedim. Dedi ya ben
yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne
oldu? tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime
haber ver’. Hallah hallah dedim, ‘bu ne
yapmış’ dedim, valla bilmiyorum .Baban vey, vey
kör olaydım abim, abim diye dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki
mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine
göndermişler. O zaman annemin akrabası
avukat dayı Teyfik’in (Tevfik’in)
Mustafa diye bir hakimi var, orda. Hakim
onun davasına bakıyor.Baban gitti dayı Teyfikle konuştu, tabii Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay
cezaevinde kaldı, yok üç ay…Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde
kalabilir abin.Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim.Yıl 1965 tamam
mı?Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık
cezaevine.Ya biz diyoruz…baban gitmiş sormuş ‘ulan abi, sen ne yaptın?’ demiş böyle,
böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin
penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar. Sen demiş ceza
çok yiyeceksin.Dayı Teyfik, Mustafa bey
bakıyor demiş, ben onunla görüşürüm hele bir üç ay içerde kalsın.Üç ay sonra
bunu bıraktılar.Bize geldi dedim amca sen bir hafta nerdeydin?Sen bir hafta,
bize her akşam geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar geliyordun, sen nerdeydin? Dedi erooo…
hiçç, ben böyle bir kuyunun içinde çamur vardı dedi,
ben o çamurun içine düştüm, nasıl
kendimi kurtardım bilemedim. Çünkü dedi
kadın her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak
şey mi. Zaten yavrum, sen bilmiyor musun?
Doğu’nun insanı saf, hani yengen (süt götür) öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest)
olsun.’ Saçlarına aklar düşmese zamanın aynı yerde durduğuna inandıracak,
bir akrabanıza benzediğinden resmini gösterip, adına
aşinalığını bildiğiniz ‘kendi kendime
annem Sophia Loren’le ilgili bir şey
olmuş anlatmaya çalışıyor herhalde diye
düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene sesini duyunca.Bir baktım elinde Pasiflora şişesi’yle çocuklarının anılarda
yer edinen konuşmalarında, bazı
kelimeleri telaffuz edişindeki komik
harf hataları torunlarına banka
ajandasında bir sayfaya ‘Gergadenger
Gergadan, regretör radayatör, jet jest, Tiborg Trump, Marko Macron, Ingılışov English Home’ notlu ‘anneannenin söylediği yanlış kelimler’
başlığını açtırtırken, seni dumura uğratan kelimeyse- yanıldın okuyucu demeyeceğim zira kaç kere söyletsem
Associated Press’i, acaba nasıl telaffuz
eder diye düşünmedim de değil-evde olmadığını bildiğinden ’bulamadım sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün
mü? nereye koydum‘ dört dolanmasını,
sonunda ne çıkacak diye merakıyla izleyip ‘buradaymış gözümün önünde buldum
sonunda’ dediğinde gösterdiği magnezyum
plus tabletleriydi, anneni ‘ gel
sultanım gel, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucaklamanı hak ettiren ’Amcana dedim ki kadın sana sütün
içine şeker atmış getirmiş, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki
senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Ondan sonra çıktı gitti
köye. Gitti gitmesine de yengen alıştı
bir kere şehre, durmak ister mi köyde? Sürekli çalışacağı bir saniye
dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış köyde durdular, ailenin reisi büyük
amcan da rahatsız onların köye, iki göz odalı ev damına dönmelerinden’
Dinledikçe
anneni; Avrupa’da ortaçağda şort
giyecek bir kadının bugün Türkiye’de göreceği
tepkinin aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak sosyologların
yasaklanan her neyse onun insanı tahrik , cezp ettiği tespitinde yüzyıllar öncesinden kalan Apollo Belvedere (Belvedere
Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl), Michelangelo’nun 1500’lerde yaptığı Davut
( heykelinin Osmanlı’da İstanbul’da sergilendiğini farz edin, parçalamak dahil heykelin,
yaratıcısının başına nelerin getirileceğinin
nedenini herkes tahmin edeceğinden kapatıyorum
parantezi) heykellerinde, resimlerde
görüleceği üzere giyinirken, soyunurken, banyo, tuvalet yaparken
sabah, akşam görülen vücudun
tamamlayanı, ayrılmaz parçası her uzvun
Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak
sergilenmesi, cinselliğin
ayıpsız, günahsız doğallığını
kabullenen Avrupa’da eğer ruhsal bir hastalıktan muzdarip değilse insanlar
şortla gezen bir kadına en fazla bakar
belki de bakmazlarken “çükünü, pipini kaldır da amcana, abine
göster” gururlu övüncün nedeni “çükün…pipinin” evde, parkta değil de meydanlarda, tablolarda sergilenmesinin ayıp, günah sınıflandırılmasının abesliğindeki
Ortadoğu’da; yıllar yalnızca rakamların
değiştiği bir şeymiş de coğrafya, zaman,
toplum, ülke, bireyler hep aynı
yerde kalakalmış hissiyle dolup
taşarken, şimdilerde cep telefonu
kamerasına kayıt edilebilindiği için kamuoyuna yansıyan, yüzde 99’unun başına
geldiği halde ‘süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın” türünden basitliklerle, illa ki suçlanacaklarını öyle ki yazın Avrupa’da, Küba ‘da ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece
şortla dolaşır, sutyen bile takmazken bunu
vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi kadınlar
da dahil herkesin "böyle
dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizin, tecavüzün , laf atmanın ‘geceleri
yatağa yatmaya kokuyordum, odalara
serilen yer yatağında kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden
üç, beş yaş büyük oğlanlarla yan yana
yatıran akıl; başta annem dayın…kuzenin…amcan sana böyle bir şey
yapmaz iftira atma diyecekti.Kime
söyleseydim, kim inanırdı bana? Kardeşini, amcasını, yeğenini korumak adına
kendi çocuğunu feda, lanse edecek ‘kol
kırılır yen içinde kalır’lı aşiret, sülale, aile zihniyeti ‘çocuk bu, ne
söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor dedirteceğinden, bir de olan sanki doğal olması gerekli bir şeymiş yoksa niye bizleri yan yana
yatırsınlar sandırttığından onbir , oniki yaşlarında başımıza gelenleri biz kızlar birbirimize dahi itiraf
etmeden sustuk hep... iğrendiren koca
bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak oynayacağı mahrem yeri arayıp bulacağını bileceğin geceleri
yatağa girmemek için uykuya direnirdim, kızardı annem “uyu artık, lambayı söndüreceğim” baskısının
yanında yatmış numarasıyla uzandığı
yatakta senin yanına yatırılmanı bekleyen
…, hayır …anlatmak istemiyorum’ dehşetini yaşayan çocuk ruhunda yetişkinliği de darmadağın eden; tesadüf eseri saçıldığında
ortaya, vatanları Türkiye’de yaşanmadığından hiç duymadıkları, karşılaşmadıkları
için herkesin “kanlarının donduğunu” söylediği, bol kepazeli “Palu ailesi”
hikayeli de olabilen; ensestliğin
bile hak görüldüğünü deneyimlerinden
bilecek kadınların aşikar edemedikleri süre giden,
gidecek kadına yönelik her türlü
ayrımcılığın, tacizin, cinayetin bin
kat daha fazlasının yaşandığı dünün tacizci amcanın cezalandırılmayıp beraat
ettirilmesinde görüleceği üzere bugünde
devamı; hangi kurumda, her nerede
olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç
işlersen işle eğer yüksek mevkilerde tanıdığın, adamın
varsa sırtın yere gelmemesi, hayatın
kolaylaşması “mülkün temeli” adalet
mekanizmasında tanıdık bir
hakimin, yargıcın istenen
kararı alması ‘iyi hal’e sığdırıp işlenen suçu yok saydırması karşısında,
sadece üniversite bitirdiği için kendini kültürlü gören yandaşlıkta kimsenin ellerine su dökemeyeceği
sığlıkta laik, dinci, muhafazakar,
solcu, sağcı çığırtkanların sırf destekledikleri liderleri, iktidarları, zamanı, dönemi ve devirleri ululaştırma hedefli “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük,
eşitlik, saygı, sevgi vardı, düşün
enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz, yolsuzluk
falan hiç duymadık” yalanlığı “her şey kısıtlıydı, fakirdik ama daha mutluyduk” mümkünlüğü; hayali bir
yalan…bir mümkünlük olduğundan ispata kalkışmanın gereksizliğinde;Ey Yarabbi ! bu devirde aklı başında birinin başkasının oyuncağına, evindeki eşyasına,
yediğine, içtiğine, Malboro sigarasına
dahi özendiği, istediğini alamadığı,
ulaşamadığı; bir kamera çekimi
sayesinde Emine Bulut, George Floyd
cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen ( eğer olsaydı cep telefonu
kamerasına kaydedilebilme ihtimali
bulunduğundan Sinan Suner’in
öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki eylem sırasında çıkan çatışmada Er Zekeriya Önge’li vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren
tutuklanmayacaktı bile) rüşveti,
yolsuzluğu, karşılaşılan haksızlığı, hakareti, linci anında ispatlayacak iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan,
internetten, televizyonlardan, sosyal
medyadan yoksun kele koltukta gezilen sansürlü, mahalle baskısını, yalanı,
iftirayı ortaya sereceği bir kamera,
kendini, kimliğini ifade edeceği bir
platform bulamadığı, darbenin ayak
izlerini göremediği karanlığını bir
kenara bıraksa bile yalnızca her dakika
bulaşığı elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak
bulaşık makinesiz dünü ,
‘ahh nerede o eski günler’i özlemle anması, tutturması nasıl bir beyin
fırtınasıdır ki. Belli bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerinde
ya da bir, iki ,üç beş kuşak öncesi akrabalarındaki huyların,
duyguların, davranışların, hastalıkların kendinde zuhur ettiğini ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi
biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan büyük dayı gibi özgürlüne pek düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho
hey’ derdi’yle görmesine rağmen, kendiyle, genleriyle bağlantılı saymayıp ‘ayyy bir inatçı…bir inatçı kime çekmiş bilmem ki’ hayretleri içinde suçu
evladına atan gerçekten kaçışı rutine bindirmiş ebeveynler gibi , dediğim dedik yeni yetmeliğini bir
türlü üzerinden atamayan Türkiye’de kast
ettikleri kendi imparatorluk zamanlarına
özlem olduğundan “bizim zamanımız da…”yla söze başlayanların aksine hayatı
çekilmez kıldığından mevcudun, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken Les Tuileries bahçelerinde ilk otomobil
fuarının düzenlendiği 1898 Fransa’sında Paris sokaklarında otomobilin atlı arabaların yerini almasına, telefonun icadına, elektriğin, uçağın kullanımına
tanılık eden Proust’un “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte
–sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar
ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse
uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine
sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere
sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp
hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden,
terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırları; geç fark etsek de başka türlü rahata, iyiye ulaşma ihtimalsizliğinden kaçınılmazlığı tartışılmayacak bir nevi hayatın, evrenin mazotu, dinamiği
ama ne yazık ki her zaman da zihinsel gelişimle paralel ilerlemeyen; ülkeniz aralarında
yer almasa da, teknolojide, sanayide
‘atağa…yeni icatlara’ odaklanmış dünyanın itelemesiyle ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’
dedirten bir önceki nesilde olmayan ( anne, babalarımızın gençliklerine, orta
yaşlılıklarına denk gelen 30 yıl öncesine
90’ların başına kadar- az da olsa
bugünde de bazı- evlerde buzdolabı,
çamaşır, bulaşık makinesi, telefon bulunmuyordu ) teknolojideki, düşünsel
alandaki yeniliklere, farklılığa açlığından
belki de
sanki, hayatında hep varmış gibi
tahta, çamur bebekler Barbie’ lere, konuşan bebeklere; elde dikili bez çantalar sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı
okul çantalarına, radyolar televizyonlara, merdaneli çamaşır makineleri otomatik
makinelere, ev telefonları internete cep
telefonlarına yerini bıraktığında; bir
kadının üstünlüğü görülen bakireliğin ‘bu yaşa kadar biriyle birliktelik yaşamamışlığı ne bileyim şüphe uyandırıyor, kesin bir şey var’, ‘hamile kaldı diye banka yönetimi
mensubumuzun evlilik dışı gayri
meşru çocuk doğurması genel ahlaka örf
ve adetlerimize aykırıdır diye işine son
verdi. Şimdi sperm bankasından edindiğin
kimliğini bilmediğin erkeğin spermiyle hamile kalınıyor çıt yok kimse de’ yergilerinin hata, kusur
sayılan şeylerin boşluğunu ‘ Ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş
biliyor musun? Pek bir zanaatkar olurlar o yüzden duyguları da pek bir incedir. Bu ülke Dolmabahçe Sarayı gibi şaheserler yaratıklarından çok şey borçlu
onlara ’yla ötekileştirilenlerin taltifliğini getirecek ayıplananın ayıplanmadığı düşünsel, zihinsel bir gelişim, değişim keşke uzunca bir süre sonra değil de bilgisayardan laptop ‘a
geçiş kadar hızlı gerçekleşe ne kadar inanılmaz olurdu yakarılarının nedeniyken
tek üzüntün götürdükleri arasında çocukluğunun, gençliğinin olmasıydı ki, ona özlemdendi belki de
kimilerinin içten, çıkarsız “nerde o her
şeyi sımsıcak kucakladığımız eski günler” kederli özlemi. Ama ve lakin “nerede
bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanlarda görülen zavallı, çarpılmış zihniyetin yaşadığı
toplumdan habersizliğinin, ilgisizliğinin sonuçlarından “biz hiç bilmezdik kim Kürt, kim Ermeni, kim
Rum, kim Alevi ” söylemi, yarattığı,
sınırlarını çizdiği resmi ideolojiyle kendisinden saymayıp, sınırları dışına atarak ötekileştirdiği kökeni, dini, mezhebi farklıyı, muhalifi
mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir derin akılın önce başörtüsü
yasağı ardından “Türkiye İran
olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde 28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyet ve
budamayla belki de güdümde güçlendirdiği
AKP eliyle iktidara taşınan muhafazakar,
mütedeyyin, milliyetçi, az biraz da liberal kesimin kendinden öncekilerin söylemlerini kendilerine uyarlayıp "biz eskiden kim ateist, kim deist hiç
öyle şeyler bilmez idik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama
saygılarından Ramazanda ağızlarına bir lokma koymadılar. Din derslerinden muaflardı
yine de girerlerdi. Herkesin dini
de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ? yok inanç ayrılıkları, yok ben Aleviyim, ateistim, oruç tutmam da vıy vıy da
vıy" versiyonunu ortaya sürmeleri yok mu ?? işte o tam evlere
şenliğiydi Türkiye’nin. Hayır, yani yaşamasan, bilmesen sanacaksın ki ‘sen kimsin’e içinden geldiği, hissettiğin
gibi her türlü aidiyetten uzak ‘kim istersem o’yum’ dediğinde hemen manyaklıkla damgalanmayacağın, bireyin düşündüğüne, davranışına,
eylemine hoşgörülü, yaftasız
yaklaşan toplumsal olgunluğa eriştiğinden geçmişinde Sierra Leone’de yaşanmış tehcirin, 6/7 Eylüllerin, Maraş, Madımak katliamlarının
olmadığı, onlarca gencin Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının öldürülmediği, Deniz Gezmişlerin, Erdal
Erenlerin darağaçlarında asılmadığı,
faili meçhul cinayetlerin kol gezmediği, işkencenin, şiddetin hiçlendiği, kadına saygının tavan yaptığı, darbenin
‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin bilinmediği,
demokratik, insan haklarına saygılı ‘
ayyy eskiden de pek bir güzel, pekkk bir hoş
memleketimiz vardı’’yı haklı
kılacak bir Türkiye, bir memleket
var da ortada o yüzdendir “ bizim
zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe tarla dutluktu”
hasretli gurbet. Heyhat ! yıllar yılar
öncesi de özel, resmi bir kurumda işe
girmek ya da başka herhangi, hastaneden randevu alma gibi bir kıytırık iş için bile gerekli torpili,
adamı bularak, rüşvet vererek kayrılmayı, başkasının hakkını yemeyi ‘ben yapmasam , etmesem, bulmasam
başkası yapacak, edecek. o kuruma, o kadroya girmek, o ihaleyi almak, o
arsayı kapatmak için torpil bulacak’la normalleştirilmesine herkes gibi babanın, amcanın, etrafındakilerin de
yetenek, liyakat istenmeyeceğinden balıklama
dalmaları; uzağa gitmeye gerek
yok güya göz önünde (teknolojinin bu
kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kim bilmek ister ki)
yapıldığından güvenilmesi istenen şimdilerde FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından
mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan
sorularla yapılmış KPSS, ÖSS, komiserlik, askeri okullara giriş, görevde
yükselme sınavlarının binlerce mağduru gösterdi ki, “bizim zamanımız da …”yı dillerine
pelesenk edenler; değişmeyen
mevcut sisteme hakim o zamanın egemenleriyle ucundan kıyısından yakınlık kuracak ilişkiyle
(bunlar bazen merkezi ya da yerelde iktidar olmuş partisinin MYK üyesini,
bakanını, belediye, il başkanını tanıyan ilçe üyesi bir
partilidir de ancak hâlâ iş
yaptırmada en etkili tanıdık müesses nizamın koruyucusu güvenlik güçleri
ya da medya mensubu kişilerdir ) akla
gelen her türlü işlerini rahatça halleder, çolukları çocuklarıyla hep “hayatın bayramlığını” yaşarken vesayetçi alışkanlıklarını
sonlandıran bir hükümet değişikliğiyle
karşılaşmaları yüzünden düştükleri bunalımda kıvrananlardır.
Heyvaho hey ! üç
yıldır elini sürmediğin sende9.doc dosyanda kurguladığın roman taslağının,
taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda
ardına düştüğün “istemsiz
belleğin” belleksizliğine uğramak üzere.Seni ölümle ilk defa tanıştıran kuzenin Leyla’dan sonra yaşananların
yol açacağı onarılmaz ezikliğinle
de kabaracak yaranın ardındayken aniden okuyucuya
bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanını
içinden çıkılmaz, gelişi güzel yazılmış metin haline getirmek üzere hayır ! ben söyleyeyim de sen yine bildiğini yap, tamam… tamam sustum ben. Üç aylık mahpusluktan
sonra Badan’a geri dönen, ayrıldığınız günden sonra köyle özdeşleştirdiğin Leyla’nın babasına ahlaktan,
kuraldan habersiz, kabile yaşamına
ait cinselliklerin de yaşandığı, evlenen erkek çocukların eşleriyle çoğalan hane halkının ( dam, bono ma) evime, ocağıma çalıştığı feodal aşiret, sülale ilişkilerinde çocuklar aynı soydan, kandan geldiklerinden, aşirettin ortak malıymışçasına muamele gördüğünden her kadın, her erkek evin içindeki çocukları
kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocukları, kuzenlerde kardeş saydırıldığından, hayatlarda
o kadar çok dede, nene, teyze,
dayı, hala, amca, kardeş olurdu ki
şehirde ‘aaaa teyzen mi?aynı yaşta teyze nasıl oluyor?’ şaşkınlığına
şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın aşirettekilerin yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz
hale gelmesi, köyden şehre göçle yeni yeni ‘çekirdek aile’ moduna geçildiği
günlerde; (bono ma’nın) evin büyüğü amcanın ‘ Bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin)
Van’da.Laooo burada ne yapacaksın şimdi?Bu arazi, bu üç beş davar geçindirmez
bizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Ceni Use Haydar (Haydar ’ın karısı da) gitti; kadınlar
erkeklerden daha şanslıymış, hemen alıyorlarmış. Önce karın gider, iki üç ay
sonra sen. Çocukları merak etme, kendi çocuklarımızdır, gül gibi bakarız. Durumunuz
düzelince alırsın yanına. Hem
kurtulursun tırpan çekmekten, ot, buğday
biçmekten’ akıl vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı yengenin de ‘ben giderim, çalışırım oralarda. Bu damda,
bu kadar kalabalığın hizmetini göreceğime. Hem çocuklar için de iyi olur,
şehirde okurlar.Bak Apo Dikmen’in çocuklarına, aynı yaştasınız onlar okudu dava vekili oldu, Turna’nın abisi Hakim çıktı’ iknasıyla Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni
doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı emanet ettikleri Leyla, üzerinde kalın hırka serin
ilkbahar sabahında toprak köy yolundan ana
caddeye kadar birlikte yürüdüğü ‘dön
kızım, çok uzaklaşma köyden’- ‘ne zaman gelirsin Dae, Mae ma ’ - ‘ sen ölmeden gelirim‘ cevabını alacağı
annesinin arkasından hava kararana dek
ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında
Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden,
alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan
celepmişçesine bedenlerdeki
ufacıcık bir çiziği dahi bahane
eden Alman yetkililer, sağlık raporuna da baktıkları Leyla nın
annesinin 46’daki Varto depreminde
kırılan alnındaki belirgin yara izini gördüklerinde, o anlarda
‘çok uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye
sıkışıyordu göğsüm, o sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl
geçti, hala aklımda “fan, fun”…
anladım, beni almayacaklar‘
düşüncesiyle sevincini açık edemediğinden
hayalinde havaya uçan Leyla’nın annesi, büyük amcanın Almanya
rüyasını da söndürecekti. Bir Alman
yetkili görseydi anında Almanya’ya
göndereceği güçte, kuvvetteyken
niye Almanya için müracaata yeltenmediğini sormayı hiçbir zaman akıl edemediğin 1.90 boyunda
iri cüssesiyle manda, at, öküz (Camış,
astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı sürdüğü dilden dile
dolaşan bir oturuşta un, bulgurla
birlikte pişirilip ortasına sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülen koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı, bir
tepsi ‘Erooo Üso, bu yaptığın ne
senin? suyun başını tutuyorsun önce
benim tarlam sulansın diye, diğer köylülerin
tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’lı eften püften
onlarca, bilhassa da ‘buraya koyduğum taş benim arazinin
sınırıydı, sen niye öteye kaldırdın. Öyleyse al’ hışmıyla kucaklanan kaya gibi koca taşı az öteye bırakıp ‘madem
öyle arazimin yeni sınırı işte burası’yla
tarla, arsa anlaşmazlıklarının,
kavgaların eksik olmadığı, bugün
traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin
beden gücüyle yapıldığı,
çoğunlukla da günde bir kez yemek yenilen dağ köylerinde; Batıdaki, Akdeniz’deki gibi
yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin
vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem lezzetli, hem de evde ne varsa onunla yapıldığından ucuza mal
edilen üstelik misafirlere de sunacak
bir şey bulalım derdinin, fakirliğin
keşfi, kim ‘bu gün öğlen ya da
akşam yemekte yiyeceğiz’ diyecek olsa akan suların, işin
gücün durdurularak hatrına, utanma duygusu, düşmanlık bir kenara itilerek, kanlı bıçaklı olunanın evine bile gidilecek kadar mühim bazı yörelerde Bafko, Babuko, kilora sîr’ denilen Zệrvet’i
(Zerfet’i) bütün köylülerin yaptığı gibi kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını
birleştirilip kaşıkmışçasına kullanarak yiyen Leyla’nın
babası, bir yandan da ‘ erooo
bu Zerfet var ya… bir keresinde ne olmuş
biliyor musunuz? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare lambası sayesinde..…hey gidinin günleri
heyyy! sonrasında lüks(lüküs, löküs)’ün,
elektriğin pabucunu dama attığı
köylerde, şehrin gecekondu mahallelerindeki eziyet yılları akla getiren;
küçük, titrek, yarı karanlık ışığında
ders kitabında yazılanları görmek için
neredeyse kitabın içine girilecek,
bilmeyenlerin en son Kıbrıs Barış harekatında Ankara’da gece
karatma uygulandığında mumla birlikte
revaçtalığından haberdar oldukları, yazın
tek ışık kaynağı olduğundan sinek, böcek cinsi haşereleri o dakikada
ortamına teşrif ettirtecek, kış
akşamlarında yanan soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi
yoksa anne, baba, amcası tarafından
cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle mükafatlandırılan çocukları geceleri dışarıya çıkamayan, tuvalete gidemeyen ıslah edilmez
korkağa dönüştüren, hafif siyah
dumanı, etrafına yaydığı buram
buram gazyağı kokusuyla solunum sistemine ince ince zarar
verdiğinden akciğer hastalığının can dostu, evin hanımlarının da onca iş
arasında vakit yaratıp el işi, göz
nuru örmeler diktikleri şehirlilerin gazyağı, köylülerin idare lambalarını yakmadan
önce az kalmış gaz, gecenin bir vakti dert getireceğinden bakır, porselen ya da cam
haznesindeki mevcut gazı kontrol
etmek gerekirdi ki yeteri kadar gaz yoksa, gazyağı tenekesinden huniyle
gaz ikmali sağlanır; yanınca çıkan
duman çabucak is yaptığından her gün
temizlenmeden önce uzun, ince,
kırılgan şişesi kırılmasın diye büyük bir dikkatle yerinden çıkarılır; kimi
zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla yıkanıp, yumuşak bir tülbent,
bezle kurulanıp içine “hoh” diye nefes verilerek parlatıldıktan sonra bu defa da fitili
kontrol edilir; şayet kömürleşmiş,
erimişse ucundan az kesilir, fazla
yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından- kırana azar
getirse de şişenin çatlatılmadığı hane
yoktu- kibrit çakılıp en uygun ışığı
yayması için fitil ayarlanır,
nihayet parlatılmış lamba şişesi
dikkatlice yerine oturtulduğunda ya hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı
çiviye asılır ya da hava kararıncaya
kadar bekletileceği yere konulurdu. Evlerin sahip olduğu lamba sayısı ekonomik durumuna göre değişirken
üzerinde yemek, ekmek yapılan ocağın (Lojın’ın) bulunduğu ev damında, antrelerde,
hollerde çıra; odalarda gazyağı lambaları yanar eğer
geç kalınmışsa mızmız erkeklerin ‘hele kimse, hiç kadın yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı
kapıya…sedire…sobaya çarpıyordum, önümü
göremedim düşüyordum lamba
nerde kaldı’ sesleri korktukları
karanlığı deldiğinde, yakılmış lambayı elinde taşıyan kimse onun
eteğini tutarak gidilen odalarda çocuklar; çoğu kez gündüz koyunların peşinde çobanlık
yaptıklarından yorgunluktan annenin amcasının kucağında uyuması gibi
büyüklerin kucağında ya ‘gece karanlıkta ne yapabilir ki’yle aile odalarında uyuya kalır ya da odanın en uç kısmında oturup büyüklerin konuşmaları dinlerken
çaktırmadan ressamışcasına duvara
yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizer avuçlarındaki kuru
yufka, ekmek, elma, salatalık, mısır,
kavrulmuş buğdaylı kuruyemişleri yiyip bazen de
birbirlerini korkuttukları idare
lambasının yaydığı ‘yarı karanlık ışık sayesinde’ diye devam ediyordu ağzına koca koca Zerfet
lokmaları atan Leyla’nın babası ‘ öyle
akıllıymış ki büyük büyük dede, çuvaldan
yapılma bez bir kesenin içine üste bir
büyük Reşad altını, arkasına da yuvarlak altın şeklini vererek kestiği
Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını yerleştirip Seydali’yi
Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz senet, çek yerine geçtiğinden ‘erooo Seydali tamam mı bak ! anlaştık değil
mi?Kesede on büyük Reşad altın var şimdi şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Hesse
Alık sen ve sen Piro Kamer
huzurunuzda tekrar soruyorum,
Seydali Korta Gul’de ki tarlayı bana sattın değil mi? ‘-‘sattım gitti’yle şahitlerin önünde aldığı kesede odadaki yarı karanlık ışıkte
parıldayan altını görünce, büyük
büyük dedeye de güvendiğinden işin
içinde bir numara, bir kandırma
olacağını düşünmeyen zavallı Seydali
keseyi açmadan, altınları saymadan kalkıp evine gidiyor.Evinde keseyi açmasıyla soluğu bizim ev damında alması bir oluyor olmasına
da ne fayda! itirazını ‘iyi valla, şahitlerin hem de Piro’nun önünde el sıkış, altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni kandırdın diye ortalığa düş, ne kadar akıllısın’la geri çeviren büyük büyük dedenin aldığı
tarla, civardaki en iyi buğday veren tarladır’la hikayeyi sonlandırdığında,
büyük büyük dedenin koca tarlaya Zệrvet’in,
idare lambasının yardımıyla bedavadan
el koyma sahtekarlığını ‘o kadar akıllıymış ki’yle pazarlanması aile tarihinin özlü deyimleri
arasına ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’i de eklettiren şimdilerde çeşitlendikçe un tam buğday, çavdar,
siyez, kara buğdaydan yapılanlarının
da piyasaya sürüldüğü ayda en az bir kez ‘ anne! hafta sonu Zerfet yapsan, ….gilleri
de çağırsak, güzel olmaz mı ’ siparişi verildiğinde Romatoid Artritin eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak en
az üç kilo un, su, tuzla hamur
yoğurduğu her seferinde de ‘hiç unutmam
Saadet yenge derdi ki benim
yaptığım Zerfet çok güzel oluyor çünkü ben çok yoğuruyorum’ demeyi de unutmayan
annenin, yuvarlak ekmek şeklini
verdiği hamur en az üç saat fırında, makbulü sac altın da yavaş yavaş
piştikten, ellerini yıkayan aile üyeleri
sofra başında yerini aldıktan sonra
yemek için meşakkatli bir yolu da
aşmanın gerekli olduğu Zerfet’le ilgili sofraya
buyur edilecek anılar; ‘geçenlerde
daire de… ofis de… okulda
konuşuyorduk.Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da
sizin oranın meşhur yemeği ne ? diye
sordular sormasına da…’ İnsanın yaşadığı ülkede, sonu nereye varacağını
bildiğinden, yöresel yemeğini tarif
etmekten alıkoyan çekincelerin bulunmasından daha acıtan bir şey olabilir mi? Hayatın her
evresinde ötekine yaşatılacak varılacak
O son; sağcı, solcu, demokrat,
otoriter, laik, mütedeyyin fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda,
her yerde kökleştirilmiş,
kökleşmediğini gördükleri yerlere,
nüvelere, bireylere kök hücre nakliyle enjekte edildiğinden düşüncesini, inancını, dinini- madem Tanrı
hepimizin Tanrısıydı her biri, bir öncekini ötekileştirecek tek değil de dört Peygamber, dört kutsal Kitap yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber Hz. Muhammed ve ne güzel
dindir İslam ve onun kitabı Kuran,
gerisi…” yergisi de yaptırtacağı kullarını birbirine niye düşürdü sorgusuzluğunda
mezhebini, ibadethanesini, kökenini, dilini, zevkini, giydiğini, yediğini, içtiğini,
müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini ötekine… başkasına…diğerine
dayatan tahammülsüzlük ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan,
Çorum’dan adam çıkmaz’ın’ ardına sonradan ilave ‘Kürtlerden adam çıkmaz’,
‘senin yaptığını Çorumlu yapmaz’, ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar
etseler de resmen başka bir din Alevi’ler’ vari tonca kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseleri,
illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri beğenmemezlik ‘genç
kız dediğin dinç olur sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘la uyduğu uykunun
bile haram edildiği ‘boş bırakırsan
orospu olur’la izlendiği “kadından şöför mü olur”, “kadın dediğin erkek işine karışmaz, evde oturur, çocuk bakar”lı cinsiyet ayrımcılığı yüklü faşist
yaşam kültürü, tavrıydı. Bireye, ülkenin neresine giderse gitsin,
karşılaşacağından bir Isaac Newton, Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner, George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill
Gates, Mark
Zuckerberg, Aziz Sancar ,
Oğuz
Atay olunsa bir nebze de
olsa katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde öyleymişçesine tavan
yapmış boş bir egoyla dolaşılarak her
şeye mi karşı çıkılır arkadaş? Fatih Portakalmışçasına her şey mi dizayn
edilmek istenir ve hiç mi usanılmaz; beğen, beğenme ağızdan çıkan her şeyin ‘aaa’nın bile yorumlanmasından dedirten; devletin bir bakanlığına, o güne değin hiç
işin düşmediğinden, öylesine düşünülen ortamda bulunmadığından, insanların
inanılmaz derecede kötü niyetli
olabileceğini öğretecek öylesine bir soruyla
da karşılaşmadığından, gerçekten
bilmediğinden ‘sadece Varto’yu biliyorum ben, ama akşam annemlere sorayım’ cevabındaki masumluğunu delecek ‘aklınca kibarca sormuş, sana direkt Alevi misin,
Sünni misin soramadığından ama inan
kimse o boktan biriymiş, belki de MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımına sebep olan;
soranın ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden oraları
senden daha iyi bildiğin de kanıtı “nerelisin? Öyle mi peki aşağı, Doğu Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?” cinliğindeki
sorularıyla kendini akıl durduracak ayrımcılığını akıtmaktan mahrum da bırakmayacak faşist yaşam kültürü daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği Zêrfet..’ der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?le bir mim kondurur ‘adı Zerfet’ -‘ayy o ne öyle ayol, nasıl bir
isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi’ diye
on kafadan küçümseyici on değişik
isimlendirmeyle kendini ele verir.Şayet Ermenilerden, Rumlardan çalınma baklava,
sarma, dolma, börek gibi dünyada da
popüler bir yemek olsaydı Zerfet, üstüne
atlayıp ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin
yaptığına bak ! tarih boyunca bizim olan
her şeye sahip çıktıkları gibi bunda da sahip
çıktılar, kıçımızdaki donu
sahiplenmediler ya ona dua et’ nefretini de kusanın; bir arada yaşatan toplulukların yemeğinden,
dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi,
kaynaşmaması doğanın matematiğine ters
onun içinde ne kadar güzel ki Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfak kültürlerinin
birlikte kıyısından köşesinden katkı
sunup, emek verdiği baklava, lokum hepimizi sevindirecek kadar nam salmış
dünyaya’ cümlesinden yoksun mantığına ‘yemeğin isminin Kürtçe olması mı sizin faşist kulaklarınızı tırmaladı yine’
eleştirisi yaparsan olacakları deneyimlerinle bildiğinden sonuçsuzluğundan usandığın tartışmalardan kaçınmak, ‘mim’li O safhayı atlamak
için hemen ‘
anlatıyorum tekrarı yok ona göre’yle tarife kısmına atlamak istiyorum ama nasıl tarif edeceğim diye kararlar
bağladığımdan bir benim haberim var. Zira üst kabuk yuvarlak biçimde kesilir
bir kenara bırakılır, alt kabuk tepsi, tabak şekli verilene kadar kaşıkla oyulurken çıkarılan hamur parçaları
ufak ufak bölünerek ufaltılıp ayrı geniş
bir tabağa konulur. Bu arada ağzınızın, dilinizin yanacağını bilmenize rağmen
sımsıcak haliyle ağza bir lokma atılır… demedim, geçtim orayı. Efendime
söyleyeyim sonra o alttaki tabak, tepsi
haline getirilmiş sert kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar üzerine yığılır, en
üste de ilk başta hamurdan ayrılan
ufak ufak parçalanmış, kırtik denilen, altına benzeyen pek bi değerli sert kabuk yerleştirilir ki ‘ -‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin
hikayesini de mi anlatın’ -‘ daha neler…
sahi bu ailenin en akıllısı büyük büyük dedenin ismi neydi, bilen de yok.
Baba?’ dendiğinde sofradakilerin şaşkınlığı; böylesi bir sorunun babana
sorulmasının bir anlık boş bulunmanın eserliğine inanmalarına engel
değildi. Zira nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini, kaç çocuğu olduğunu merak etmediği,
görüşmediğinden seninde tanımadığın baba
bir üvey kız kardeşi, halan hakkında
‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler, ben
Badan’da mıydım değil miydim hatırlamıyorum sonra da… ne merak edeceğim, evlenmiş işte’den başka
bir şey konuşmayan, yeğenlerinin
ismini dahi bilmeyen ‘ bu kimin
çocuğu’yla annene; kardeşini götürdüğü
daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘
öfkesini anlamlandırmayacak vurdumduymazlıkta,
ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini ‘ne olmuş , bilsem ne
olacaktı’yla savunduğu çocuklarına soran, yaşadığı anı o saniyede
yolladığı bir daha da ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım
keşke’yle geri dönüp bakmadığı geçmişe yollayan, tek bir gün hayata dair ‘eğer böyle davranırsanız’ tavsiyesini duymadığın ama hiç kimseye güvenmeyen ruh
halinde ‘ sırf yemek yemek için yoksa düşündüğünden gelmiyor bize…az mı kopardı
benden sıra çocuklarımda tek derdi para, para gözü paradan başkasını görmez ha nedir gideyim
de yanına iki üç kuruş koparayım… ben bilmez miyim onu bedava diye kaçırmaz
gelir buraya… aman ha, Tunceli’nin okumuşundan uzak dur’ ihtarlı çevresindeki
herkesten hep bir olumsuzluk, hep bir kötülük bekleme düşüncelerini aktarmayı
unutmayan , 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında
resen emekli edildikten sonra akrabalarıyla
ilişkisini asgaride tutan, aile tarihine
dair bilgisi bulunmayan babanın
tersine çocukluğunda
yaşadıklarını bile canlı, canlı
hafızasında bekleten annen, her zamanki gibi geçmişle dair sorulan soruyu
cevaplayacaktı ‘çok önceleri olmuş
bir olay. Bizim dedeler akıllarına eseni de yaparmış belki de o akıllı dedeydi bir gün başını alıp giden. Bir daha ne gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var,
gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısının oğlu Ali araştırdı ama bulamadı…, information’nu
yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘haydi
tereyağını getirin’ sesi sonlandıracaktı.. -‘ veee son
pişmiş hamurların üzerine sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülür. Sonra dedim büyük bir hata
yaparak herkes elinde
kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e. Donuk, şaşkın bakışları görünce araya zorunlu
kamu spotu koyarken buldum kendimi tek bir kaptan
yemek dedim ne göze batar, ne mide bulandırır, ne de akla bir şey getirir, o kadar damak çatlatan bir lezzettir -‘peki
anladılar mı tarifini?’ –‘ sence ???’-‘bence anladılar anlamasına da o anda
oradakilerin hepsinin kafasından geçen
‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ,
yoğurt. Nerde bizim zeytinyağlı
tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi
mi, daha isminde meymenet olmayan
yemeği’ düşüncesinin sözcülüğüne de
soyunan her ofisin, her evin, her yerin olmazsa olmazı baş tahrikçilerinden Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı
yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili hangi
yemeğe girse, o yemeği zaten şahane yapar.
Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan
başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalara bölüp , açın herkese bir servis, koyun
ayrı ayrı tabaklara, dökün üstüne
tereyağını, sarımsaklı yoğurdu mis gibi
yesin herkes’ Tam isabet, karşınızda varılacak son ! buyurun buradan yakın, haksız
mıymışım Zerfet’i tarif etmek istememekten? Şimdi Zerfet bütün
aile bir araya gelince ya da ağır bir misafir geldiğinde yapılan bir yemek
olmasının yanında kültürümüzde öyle, topluca
yenirse tadı çıkan bir yemektir. Yoksa bilmiyor muyuz servis açmayı, herkese. Ayrıca reytinglerde
ilk ona giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint
dizilerinde elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar,
Araplar 17 yediğin gibi yemek yemiyorlar diye ‘ayy elleri, gözleri yağ içinde pislikler’le
öldürülmeyi mi hak ediyorlar? Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan yerleşik topluma evrilerek gelinen günümüzde; gelişmiş, gelişmekte olan ve bir kap yemek olsa da karın doysa gelirli
makarnalı, patatesli, unlu, bulgurlu karbonhidratlara talim yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine,
gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara
göre değişkenlik gösteren; yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem
ve malzemeyle bütünlük arz eden, damakla
ilgili basit biyolojik ihtiyaçlık dışında; bugünde proteine dayalı sağlıklı, organik beslenmeyle alakalı tezlerin
yazıldığı gelişmiş ülkelerde, güzellik müptelası erkek egemen
kapitalist sistemce yaratıldıktan sonra dayatılan
1.70-75 arası boy, 90-60-90 beden
ölçülerindeki güzellik koordinatlarına
uymak için çılgınlar gibi diyet listelerine, diyetisyenlere koşan, yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları
kadınları “akşama ne pişirsem” sendromunda
öğüten sunumu, yeme biçimleri de farklı olabilecek yemek
kültürü; ülkelerin, insanların ayrılmazlarındandır
da. Eee, hal böyle olunca daha hiç
tatmamışken, denesen belki de seveceğin,
hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek başka bir şey, midesizlik, niye öyle yapıyorsunuz falan, filan ifadelerle yermek, b.k atmak, karşı
çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle UNESCO’nun dünya mirasını koruma listesine
girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin yoksa denemek içi kalkıp ta
Varto’ya mı gidecektin merak ettim? Duyan
da dünya mutfaklarını sallayan
yemeklerin çıkış noktası bir
ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra
küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının Fransız yemeğinde kullanılmasıyla hayat
bulan "bırakınız karıştırsınlar”
mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları
doğurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım 'fusion cuisin’ füzyon mutfağını yaratan Michelin yıldızlı şeflere, restoranlara, bilinenin dışında özgün, farklı yemeklere, tatlara aşinalığından diğer
mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun
sanacak Emine diyebilirdim,
demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i değil hava alanlarının yurt dışı dönüş
kontuarlarında "hiçbir şey
yiyemedim Barcelona'da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci
bulduk da …"-“ne kaz ciğeriymiş, bi dünya da Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey.Midem
kalktı, sittin sene yemem artık”-“ayyy
İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”-“Domuz
çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor, domuz eti, jambonu, salamı hepsi
kokuyor.Zaten biz Müslümanlara da günah,
ağzıma sürmedim, aç kaldım oralarda.Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da…
yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı
kullanılıyor"-“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere
çay yok çay.Hep kahve, hep kahve. Beyaz
peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme,
Kuruvasan dedikleri (zordur da yapılması; hazırlanan hamur buzlukta
dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli
aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay
çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim,
beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam"-“ bizde tek kahvaltı
da görünen yumurta maşallah onlarda her
öğün yemekte ana kahraman olabiliyor” –‘ ben yedim , Fransa
'da hangi restorana gitsen bulacağın pek
bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.” duyulan konuşmalara
yansıyan, kültürlerinin
parçası diğer yöre, ülke yemeklerini de yerin dibine
batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol mevcut faşist yaşam kültürüne ait bakış açısının altında artık ne söylersen söyle ikna etmek bir yana her insanın günümüz dünyasında istediği, merak ettiği her konuda bilgiye
ulaşabileceğini, her konu hakkında bir fikir oluşturabileceğini sağlayacak başta Google’ın yer alacağı mecra
ve teknolojik olanakları yok sayan ‘ayyy maşallah her konunu da uzmanı, her şeyi
de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın, ukala işte ne olacak’ dövmeli
psikolojik bir rahatsızlığın yattığına
da inandığından eldeki delilerin yeterliliğinde savunmayı yarıda kesen avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce
sistematiğine sahipliklerinden hastalarıyla
iyi anlaşacak psikiyatristlere dönerek “tanık sizin”le aradan sıyrılmayı akıllıca bulacaktın.Şöyle ki her gün duyulan
“Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘- ‘ay o neydi öyle, bizim damak tadımıza
uymak bir yana…’-‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla
yetinirdik. Şimdi öyle mi ya, bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, bişinin pankek diye yutturulduğu garip garip Sushi Maki yok Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ ‘-Çoluğun
çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette
bizim Türk kahvesinin yanına
yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin,
Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde
asl olan, olanakları el verdiği
halde yaşadığı ilin, ülkenin dışına çıkmayı istemeyen tutucu taşralığını, elindekiyle yetinmeyi istikrar, marifet, tutumlu,
prensipli olma sayan,
yeni bir fikre, düşünceye,
davranışa, yemeğe, ürüne açık olup
denemektense alıştığı ‘kuru fasulye, pilav turşu, soğan’ kalıbının
dışındaki gıdalar, sebze, meyvelerle değişik bir mantarlı,
zerdeçalı kuru fasulye ya da çikolata
soslu kadayıf sunma gafletinde bulunanı ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm
görmesin’;’ güya farklı tat yaratmaya çalışmış, ne yaratıcılık ama çikolata sos… ha bir de yeni bir kahve
çıkarmışlar gel gör benim gibi Türk
kahvesi tiryakileri için berbat bir
deneyimden öteye geçemez…Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları
yakışmıyor..sallama çay nasıl demleme
çayın yerini tutmuyorsa sallama ya da
kahve makinesinde kahve de cezvede- hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında
kimin cezve başında on onbeş dakika geçirmeye zamanı var?- pişen kahvenin yerini tutmuyor’la linçleyen, kullanmadığını, yemediğini, içmediğini
“ığğğğ iğrenç, Taylandlılar çiğ
balık yiyorlar, Çinlilere ne demeli?
Önlerine ne gelirse hoop mideye…o ne öyle ” hakaretleriyle aşağılayarak
kendini onlardan üst bir yerde konumlandıran psikosomatik bozukluk Narsist söylenmeli depresif, çalkantılı kişilikler tavırlarında, düşüncelerinde
ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden Emine’yle girişilecek
sonuçsuz düelloda yaralanmaktansa ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen herkese bir servis açsın canım benim’le kapatmıştın konuyu. ‘Ben Zerfet’i
kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum,
çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’-‘ yani bitirmeyin
diyorsun?’-‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına
gittim, Tuna’ın öğretmeni Simay hanım ‘
Fatma hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi! Fransız
eğitim veren Tevfik Fikret okulundan, dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da
Tartare de boeuf, Chateubrıand, Croque
Monsieur , Makaron yemiş biri sorunca,
iyi küçük dilimi yutmadım. Telaşla ‘bir şey mi oldu’ dedim -‘ yok anket yaptık. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın
dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma... sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum, nasıl bir yemek bu Tuna ? anlatamadı. Duymadığım yemek olduğu için de...’-‘ Simay hanım, bizim yöresel
yemeğimizdir, evlerde yapılır restoranlarda bulunmaz.
Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size açıklayıcı olmaz. İyisi ben bunu anneme
yaptırayım o arada videoya çeker,
yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne!’ sohbetleriyle
yenilirken
taş kadar sert kırtik çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının
tutulamadığı bir tepsi Zerfet’i onbeş
günde bir yiyen, büyüdükçe pek çok vukuatına tanıklık edeceğin kuzenin Leyla’nın tacizci babası, yengen Almanya’ya gidemeyince onca yolu kara trenle gerisin geriye kat ederek köye dönmektense
Ankara’da kalıp iş aramaya karar verecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, iş
ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün asansöre
biniyor, bir kadın da biniyor. O
yukarıya basıyor, çıkıyorlar, durunca amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in
çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin.Sonunda kadın sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen
ne istiyorsun?’ o zaman, o kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan ben görmedim. Diyor ki cebimde de beş kuruş
yoktu. Yakın akraba Engin Ankara’da avukatlık yapıyordu onun evine gidiyor
amcan, o zaman ayıptı, ağza bile alınmazdı
şimdiki gibi “müsait değiliz,
kabul edemem”. Kim gelmişse kapına baş, göz üstüneydi çünkü hem oteller, hem insanlarda para yoktu hem de misafiri, akrabayı evine kabul etmemek örfümüze aykırı utanç verici ciddi bir suçtu. Engin’in
yaşlı annesi Mayk’da Ankara’da. Karısı da hemşire çalışıyor Hacettepe’de. Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen; hem Mayk’a
bakıyor, hem de evin işlerini yapıyor’ Allahtan o günlerde azıcık okur yazarlığı bulunanların memur,
ilkokul mezunlarının müdür
görevlendirildiği devlette memlekete hem iş bulmak kolaydı, hem de iş gücü ihtiyacı had safhadaydı da bir süre sonra bir Çimento fabrikasında işe giren Leyla’nın babası, bir göz oda
kiralayıp köye haber gönderecekti ‘çocukları
Hese Alık trenle Ankara’ya getirecek, hazırlayın’. Emekli edilinceye dek
çalıştığı Karayollarında sadıklığını hiç
yitirmeden devletine memurluk yapan
baban, yıllık izninin yarısını herkes
erkenden uyanıp tarla, tapana gitmiş, yaylaya
yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın
evinde Badan’da, kalanını da annenin köyü (Köprücük) Xasıma,
Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla
iletişimini sağlayan tercümanın Leyla’ya
kavuşma; ağaçlık bir yerde küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra
üstünün kapatıldığı ya da dere kenarında dışkının yapıldığı günlerde doğmadığına sevinsen de; heyecanını solduran, seni
çocuk dertlerine salan, gitmeden tatilini kabusa
çeviren ev damına en az 50, 100 metre uzak, kuytu
bir yere bazen sebze ekili bahçe, tarla içine kondurulmuş, ayağa kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte
üstü açık manzaralı, başını eğerek tahta
kapısından içine girdiğinde öyle
ki Anadolu’nun sıcağında yukarıdan güneş vururken, aşağıdan gelen
helanın dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı
kadar tütün içmek caizdir” fetvasının
bulunmasına neden pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı, açılmış derin, geniş lağım çukurun üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın odunlardan az yüksek iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları
betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya düşüp
bok içinde boğulup ölme, birden bir el çıkıp da popoyu mu
yakalayacak, fare mi hoplayacaaak, yılan
mı ısıracak yoksa kurbağa mı zıplayacak endişeleri içinde, ip üzerinde
düşmemek için dengesini sağlamaya
çalışan akrobatmışçasına ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela
taşına; bir keresinde olma olasılığı yüz binde bir kardeşinin o mahrem yerini sokan Allahtan tuvalet deré Mengelî’e yakındı da bağırmasını
duyan ‘ ne olduuu’ paniğiyle kardeşine doğru koşan annenin ‘ dereye gir, koş, çamur sür’
haykırmasıyla acıdan ağlayarak,
bacakların arasından aşağıya düşmesi koşmasını engellediğinden bir
çırpıda külotunu çıkararak yetiştiği derenin soğuk suyu, sürdüğü çamur acısını
alsa da yumru gibi şiştiğinden yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin alaylı ‘valla kaç
yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ sözlerinin, gülüşmelerinin baş rolü arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki
henüz ortada bir tuvalet, adabı yokken Güneş Kral XIV. Louis’in yaptırdığında teamül gereği
tuvalet koydurmadığı Versailles (Versay) sarayını, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu
gizlemek için parfümün kullanıldığı Avrupa’da, gündüz, gece demeden insanların dışkılarıyla
dolu lazımlıklarını pencereden sokağa, bahçeye boşalttığı ancak 18’inci
yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terör”lü kanalizasyonsuz, hijyensiz zamanlarda
binlerce insanı öldüren veba, tifo,
kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda 1855 yılında
III. Napolyon’un Baron Haussman’ı
yetkilendirmesiyle inşa edilen, doğduğunda
1871 yılında en azından tuvaletin, adabının yerleştiği, Hazlar ve Günleri yazmaya
başladığı 23 yaşında, 1894’dei gurur kaynağı görüldüğünden kanalizasyonları ziyarete açılmış Paris’te eveet ne yazıyoruz , ne diyoruz canımın içi
Proust’cum ‘‘O sırada, neredeyse mendireğin ta
ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş
veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm,
Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu
figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil
miydiler?Öyleydiler ….’ satırlarını sana yazdırtan koşullardan yüzonbir yıl
sonra 1966’da daha tuvalet sorunsalını çözememiş Balbec yerine Badan’da mendirekte değil deré Mengelî’de buluşan sadece çocuklukta
değil, gençlikte, orta yaşlılıkta da taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç,
taş yapılı elektriksiz evler;
karanlık sokaklarla çevrili tuvaletsiz, adapsız; çevremizdeki büyüklerin yaşamlarında iç içe oldukları halde haberdar
olmadıklarından yerleşik “Roma
hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıkları;
‘insan hiç köy dolmuşunda kapıya
yakın oturan daha önce görmediği
birine elindeki erzak dolu çuvalı ‘kardeş sen bir bak buna, ben şuradan şekır alıp geleyim’ diyerek
teslim eder mi? iyi oldu sana, adam
almış gitmiş işte beş kilo
pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen
Lolıj ‘mısın?’la Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerinde yaşayan haz
etmedikleri Lolan aşiretine yakıştırdıkları
aptallığa bağlayacak
ötekileştirici; devletin resmi
söylemiyle paralel ‘ Ermeniler, Ruslarla
birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu
önlerine kim gelmişse zulüm etmiş, bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi
öldürmüşler. Kara Ermeni çetesi dehşet
salmış.Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları
görünce birer Sepi alıp dama çıkıyorlar,
Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda
Kara Ermeniler silahlarıyla deşik deşik
ediyorlar. Silah seslerini duyup gelen köylüler
ne görsün ! Memil é Faki’nin kızı Elif
kanlar içinde, son nefesini verirken ‘namusumu korudum.. ağlama’ der kocasına.
Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını alıyorlar, Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni
çetesini paramparça ediyorlar’lı, savaş ortamında karşılıklı yapılabilinecek
canavarlıklar yüklenecek hikayelerle yıllarca
köylerinde yaşadıklarını söylemedikleri Ermenilerin tehcirini destekleyici, düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni,
kanımızı içseler doymazlar, bak ! onun
için sana bir bardak çay bile
vermemişler, Alevisin diye’ öfkelerine alışık dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan,
rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden
kopan Rönesans heykellere benzetmeyeceğimiz biz “çiçek açmamış” genç kızların
birbirlerine ’ben sana söyleyeyim dikkat et ! Oğlanlar tahta aralıklardan bakıyorlar ‘ uyarsından önce de;
elinde tırpanla tarlaya gideni, Monet’in At
Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda omuzlarında heybe bazen de
eşek üzerinde ilerleyen çocukları, indirim yaptığından içine girmek
için isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi
sabahın ilk ışıklarıyla kapısı
açılan kümesten çıkan tavukların kapısının önünde didişmelerini seyrettiğin en az iki parmak boşluk
bulunan tahta duvarların arasından kara, yeşil bir
çift gözle karşılaşmaktan korkarak, özenle sakladığın en mahrem yerini ilk gören tahta duvarlara yapışmış, gezinen
akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği, arılar ve sineklerle göze gelerek, cebeleşerek adeta
doğal bir yaşam parkı içinde dışkıladığın, küçük bir fırtınada uçacak, yıkılacak
eğrilikte derme çatma kulübe; tuvaletin varlığıydı. Hele de gece çişin
gelmesi çocuk aklın gördüğü felaketlerin en büyüklerindendi.Hava karardığından belli
bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden her akşam değiştirilen ev damı çocuklarını yatmadan tuvalete götürme sorumlusunun ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla iki, üç, beş kişilik turlar düzenlendiği tuvaletin kapısı açık
dışkılandığından, piyano dersine yeni başlayan
birinin ilk derslerinde tuşlara tek parmakla her basışında bir
saniyelik bir es vererek çıkardığı do,
re, mi, fa,... notalarına benzeyen; çişin
tahtaya, taşa çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp
seslerinin resitalliğinde ay ışığında
sıranın kendisine gelmesini
bekleyenler, gözcülük görevini de
ifa ederlerdi tabii eğer tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere
çişlerini yapmadılarsa.Önceki satırlarda yazıldığı üzere idare lambaların ancak
kendisini, küçük bir odayı aydınlatacak
kadar cılız ışığı pencereleri aşıp sokağı
gündüze çevirmediğinden zifiri
karanlıkta; annenin elindeki gazyağı
lambasının fitilini bazen de yakılan çakmağı
söndüren, ürperten kurt, ayı,
köpek, domuz, at, inek, horoz… hayvan seslerine karışan, dedenin “ ta şafaktan gürlerdi/ fırtına
kopmuş yeller hızla eserdi/ yaylalar yel altında titrer giderdi/ bu yüce dağ
başından/ deniz gibi kudurmuş/ ufuklarda dalgalanır gezerdi” şiirinin ilhamı;
birbirlerini tüketen... birbirlerini parçalayan bir aşka ev sahipliği de
yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları, uğuldayan tepeleriyle aşık atan “İnliyor uzaktan pek
korkunçtur sesi/ Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi/Onu inleten bu korkunç
rüziğârdır/ Dağların başında kuzgun yeller vardır” esintili Bingöl dağlarının kaçık
rüzgarlarıyla dalgalanan ağaçların hışırtılarının
gizlemeye çalışsa da onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin
anneni de korkuttuğunu anladığından artan korkun, az biraz uzaklaşır, uzaklaşmaz evden kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle
bir kolaçan eden annenin ‘haydi çişini
yap buraya’ demesiyle azalsa da ‘anne!
ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu; bugün bu kadar eziyeti çekmektense ev damlarına neden lazımlık alınmadığına ya da geceleri çocuklar içine çişini yapsın diye bir plastik kovanın ayrılmadığına akıl sır erdirmekte zorlanırken;
çocuk olduğundan kâle almayıp sana ‘ben
burdayım ya.Çene konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi.De haydi…çabuk
ol, indir külotunu da yap çişini.Bende yapacağım’ çıkışındaki annenin elindeki lamba şişesinin söneyim mi, sönmeyeyim mi
kararsızlığında rüzgarın etkisiyle bir o
yana, bir bu yana devrilen, oynaşan ışığına ‘cici…güzel lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini
yaparken annen de çişe hazırlık için idare
lambasını yere, toprağa bırakırdı.1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın
göllere, derelere def-i haceti
yasaklamasından 572 yıl sonra, evlerde tuvalet bulunmadığından gezdikleri
yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar, hayvanlar
gibi köylüler de ihtiyaç
duydukları an bulundukları yere dışkılamaktan çekinmediklerinden deré (çem) Mengelî’n kıyıları dahil köyün
her yerinde hayvan dışkısına
(sil, maysa) karışan insan dışkısının
yaydığı koku köyün izdüşümü haline
gelip ‘bizim
köy b.k kokuyor (dewa ma ra boya tezekan
éna)’ dedirtecek kadar yoğunlaştığından insanların ve dahi yenilen her şeyin
üzerine sindiğinden teneffüs ettiğin havayla birlikte ciğerlerine de
dolup genzini yaktığında ’anne !!!!
ne iğrenç bir koku, bu köy ne kokuyor… midem bulandı… yemeyeceğim… bu
süt ne biçim, kokuyor’ kazanı kaldırdığın, şehirde ‘bu ne gelişmemişlik, bu nasıl bir
sorumsuzluk, yöneticilik, her yanı b..k
kokusu sarmış’la eleştirilen Kurban
bayramlarında kurbanlık pazarında
dolaştığında birden seni köy
yolunda çocuk geçmişinle yürürken bulduran
köy kokusuna da gide gele parfümmüşçesine alışacaktın. Çoğaldığında kürekle toplanıp el
arabasıyla güneşlik bir alana götürülen, içine biraz saman, su konarak hamur gibi karılıp
koparılan bezeler elle yassılaştırılıp toprağa, güneşin altına serilip kuruyunca
o zaman bilseydin benzeteceğin Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak
kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen, yaş olanının gübre
kullanılarak ekinlere, sebzelere, meyve ağaçlarının köklerine atıldığı tezeğin
‘ naz etme, bunu doğal yiyin diye getiriyorlar sizleri buralara, çok
lezzetli çokk, bu lezzeti şehirde bulmak ??? ne mümkün , haydi’ övgülü
yumurtasındaki zengin proteinler
otlandığı tuvaletlerden, tezekli bağ,
bahçeden gelen, anneannenin sacda, tereyağında kızarttığı günün moda deyimiyle gezen tavukların, hindilerin hububatı olmasının pek bir komik geldiği seni dertlere salan, sıkıntıya sokan çözülmeyen tuvalet sorunsalına
rağmen sadece oyundaşın kuzenlerini;
pencerelerinden dağlarını seyrettiğin
şehirde hiç rastlamadığın, ta
eskiden Osmanlı’dan bu yana kurnazlık,
dolandırıcılık akıllı olmayla eşitlendiğinden Zerfet’i altın diye yutturan büyük büyük dedenden asır sonra; sırf Motorola’yı dolandırdı diye
“ABD’yi bile dolandıran adam”, “helal olsun adam işini biliyor”la neredeyse üstün hizmet madalyası verecekleri Cem
Uzan’nın 1992 genel seçimlerin de %7,25 bir oy almasının hak gören yaşadığın toplumda büyüdükçe bir dağ köyünde edindiği daktiloyla şiir yazdığı için büyük büyük dedenden çok daha saygın bir
yere oturttuğun annenin babasının, keçilerin
hangi otları yediğini gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiğinden
pişirttiği şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün,
MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldığından
henüz keşfedilmediğinden kolayca bulunan,
salınarak gelip yanı başınızdan geçerken bıraktığı başınızı döndürüp fark etmeden cezbine karşı konulmayacak rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan,
madımak, kara hindiba otlarına on basacak, karların erimesiyle öldürüleceklerini bilmeden belki de bildiklerinden coşarak her yanı “Çayırında tatlı gözler
akardı/her yanı yemyeşil birer lâlezârdı” sevincinde bahara boğarak hayata merhaba diyen
Hệligelerin, Kardun, So,
Jağ=Jalik, Kenger, Wındık, Mendikli
endemik otlar, bitkiler, lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da
Süphan dağı eteklerinde gördüğün Poppies At Argenteuil (gelincikler)
tablosundaki gelincik tepeli dağların eteklerindeki kardelenler,
ters laleler adını bilmediğin çiçeklerle
bezeli doğasını sevmen, özlemen değildi seni köye çeken; asıl acılarına,
sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri coğrafyaların
sahiplerinin Nil, Tuna, Seine, Murat
diyerek en güzel ismi vermek için yarıştıkları adına “Fıratın sevdiği ey nazlı dilber/ Alem deli
olmuş aşkınla inler/ Fırat ulu bezirgândır/ Gönlüm bir gevheri kandır …. Fırat gibi deli deli söylersin/İnip
deryalara umman boylarsın… Fırat der ki benim mülküm servetim/Fani dünyadaki
pazara benzer” mısralar döktürdükleri; aynı sokaktan yıllar sonra geçtiğin gibi
geçip gitmekten çok, taşıdıkları
kederleri, mutlukları, kayıpları sırları çağıldayarak bıraktıkları okyanuslara
açılan denizlere ya da göllere
dönmek gibi olsa diye düşünmediğin yaşta tatil süresince hemen hemen her gün içinden çıkardığın kaygan ufak beyaz, siyah
bazen parlak mavimsi, pembemsi taşları gerisin geriye attığın; etrafını çevreleyen kara çam ağaçlarına tünemiş suskun kuşlarla kıyısında saatlerce oturduğun, öyle yalnızca bazen usul usul,
bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın deré (çem) Mengelî’ydi de. Belki senin gibi derelere sevdalandığından asırlar önce
saatlerce akışını izlediği nehrin yüzeyinde her defasında yaprak, çer çöp, bez
, pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden kaçırdıkları yünleri getiren farklı suların aktığını keşf ederek “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın”
demiş Herakleitos’un adından, keşfinden habersiz; deré Mengelî’ye çamaşır veya bez parçasına süreceği kil, dereden çıkaracağı
çamur ya da bugünkülere beş basacak kalınlıkta sabunla bulaşıkları yıkamaya gittiğinde ‘bende bende’yle ardına
takıldığın, çamaşır sıkarken ‘susadım
ben’ dediğinde bazen derenin kenarında, içinde görüp
tiksindiğin bokları ardından akan suların alıp götürerek nehri temizlediğini düşündüğünden ‘bak ben de
içiyorum, tertemiz ne kadar da duru çenei ma ! bir şey olmaz iç haydi’yle zorlayan annenin
bilmeden Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını yıllar yıllar sonra öğrendiğinde nasıl da
rahatlamıştın anneni dinleyip deré Mengelî ‘n buz gibi suyunu avuçlayarak içtiğine.
Niye’sini
uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce
algıladığın telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? Türkçe meali; Kürtsün
değil mi?” sorusunu sordurtmayacak sekme, kabalık bulunmayacak kadar iyi Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin
ailedeki işbirlikçisi, lideri konumundalığını
da bilmeyen anneannen başta, annen, baban ve akrabalar öğrenmesinler diye ev
damı çocuklarıyla Zazaca yerine Türkçe konuştuklarından, ergenliğin de bile ana dilin olduğunu hâlâ bilmediğin Zazaca ve Türkçeyle, iki farklı dille haşır neşirliği ‘demek ki şehirde başka, köyde başka dil
konuşuluyor.Biz de şehirde yaşadığımızdan annemler bizim köy diliyle
konuşmamızı istemiyorlar’ çerçevesine oturtarak kendine göre izaha kalkıştığından birazda
konuşmaya başladığında kötü telaffuzunla alay edildiğinden Zazaca’yı hiç bir zaman konuşamayacaktın.Yine de köyde, şehirde akrabaların, annen, baban kendi aralarında konuştuklarından, konuşmasan da anladığın Zazaca’yı bazen (nan, aw
mı rê’) ekmek, su istemek , bazen
‘eerooo, eero Memooo ? Ez şona Gımgım (ben
Varto’ya gidiyorum’) telaffuzunla büyükleri güldürmek, bazen ailene üyelerine ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne)
şakaları yapmak için öğrenecek, şehir de
anlamını bilmediklerini bildiğinden kızdığın
kişilere Zazaca küfür etmekten büyük keyf alacaktın. “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının
gerçekleşmiş hali dört yanı dik dağlar, tepeler, ormanla
çevrili ortasından üzerinde her
geçişte sallanan tahta köprülü Bingöl dağından
doğan deré(çem) Mengelî’n geçtiği; yazın okullar tatil edildiğinde şehre göçmüşlerin, dışarıda
okuyanların da gelmesiyle bir araya toplanan sülaleyle geçirilen …
ahhhh hiç benim olmayan şairim ahhh ! şans
getirmese de herkesin iyi kötü bir
ailesi vardır ama “olmayanın bilmeyeceği” değişik, değişken dinamikleri,
tiplemeleri, karakterleri bulunan insan
topluluğuna; bir sülaleye aitlik, işte o apayrı
detaylar, deneyimler, karmaşa getirdiğinden
eğer aynı evi paylaştığı hatta marazi bir aşk yaşadığı bile söylenebilinecek
annesi 1905 yılında hatırı sayılır bir miras bırakarak
ölünce, hayatını kaybedeceği elli
bir yaşına dek yalnız yaşamış,
bireyselliğine, özgürlüğüne düşkün Proust,
bir sülale, aşiret içinde yaşasaydı kim
bilir Kayıp Zamanın İzinde nasıl bir nehir içinde yol alırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Niye mi?
teyzenin kaynının ablasının kızının eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca teyze bağlantısı yüzünden okumak, işe girmek,
hastaneye gitmek ya da başka tonlarca neden ileri sürerek eviymişçesine çekinmeden çat kapı gelebildiği,
geldiği evin sakinlerinin de içeri almayıp kapıdan çevirme gibi bir edepsizliğe,
ayıba başvurma bir yana şikayet edecek
birini de ‘ma ne olmuş? nereye gitsin, akraba
akraba, bize gelmeyecek de kime gidecek’le yerin dibine koyup, gelenin çamaşırlarını yıkama istekliliğinin; kocası
öldüğünde çocuklarıyla dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen yengelere ‘bu
evden tek çıkarsın çocuklarımızı yanında götüremezsin,onlar bu evin
çocuklarıdır, bak kaynınla evlen, çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasının; çalışan,
az çok durumu iyi olan abinin, kardeşin, dayıoğlunun, kuzenin maaşına , servetine ‘aldığında maaş 100 TL
ayır bana’ ‘ borcum var yardımın lazım, bana bir ev alalım’ rahatlığında
ortaklığın garipsenmediği tersine kendilerine hak görüldüğü, sev sevme sadece kan bağından dolayı katlanmak,
görüşmek zorunda kalınan birinci,
ikinci, üçüncü, yirminci dereceden akrabayla özelliği parçalatılan bir yuvayı…bir evi paylaşacağın
bireysel var oluşun, hayallerin
dalgakıranı bir sülale içinde
bulunma,yaşama… herkesin hayatının
katili de olabilecek, geleceğinin sınırı
çizen, Osmanlı tokatlı ellere sahip babaların reisliğinde hır gürün, şiddetin
eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı ‘çocuk okula gitmese
bugün’ basitliğindeki ufak bir mevzuda dahi ortak bir karara varamadığı, hiç sonlanmayacak
‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes
bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum, ha adamcağız “yenge hanım bir şey
olmaz, nasılsa abi devlette çalışıyor, sabit maaşınız var, ödersiniz” diyor ama”lı geçinme kaygılı bireyin ilk sosyal çevresi; Ortadoğu ülkeleri hariç diğer ülkelerde karşılaşılmayacak, söylendiğinde içinde bir sıcaklık, sevgi,
eşitlik barındıracak ailemin evi, yuvam yerine,
ne çirkin bir söz, tanımlamadır içinde
kahpece gizlenmiş ayrımcılık, güç,
otorite, biat, reislik taşıyan her evlada bir gün "18'ime geleyim bavulumu toplayıp
gideceğim” dedirten, kız çocuklarının büyüdüklerinde benzeriyle evlenmekten korktukları erkek
karakter baba neyse evi de aynısı olacak
“baba evi”nde karşılaşılacak; “bu
salak gibi değil, o daha akıllı”, “pek umudum yok bundan”, “ölme
eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da bana
adam olacaksın öyle mi? “, “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan
gibi uslu dur be evladım”, “bazen şüphe ediyorum seni ben mi doğurdum…”, “bu da
fena değil ama asıl sen bunun küçüğünü gör çokk güzel”, “Allahtan erkek, güzellik önemli
değil yoksa…” , “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl, “ , “geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek
anlamadım” , “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her
sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”, “nato kafa , nato mermer; na to
kefari,na to mermari", “dinle evladım dinle sen bu Rock mudur , tak mıdır onu.Sakın çıkarma
kulağından kulaklığı çünkü yarın sınavda bu parçadan soru sorulacak” , “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep
ben…bir de sanki boyun varmış gibi aldığım güzellim elbiseyi giyip, içine etmişsin…”, “ucube, abla değil ucube”, “Fatodur bu Fato, her şey bekle…”, “kim alır seni bu
halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle özgüvenin ezim ezim ezileceği ilk ötekileştirilmenin; sevsin, takdir
etsin diye ”benim gibi olsan keşke”yle bireyi kendisi gibi olmaya zorlayan ebeveynlerin,
yakınların istediği gibi davranıp, onlar
gibi olmaya çalışıldığı unutularak yıllar
sonra “kimsenin huyuna gitmek, gönlünü
yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuzdur, kimse de sizden sızlanmıyordur… ah şimdi baba evinde olsaydım” yalanlarıyla kutsanan,
ister kabul edin ister reddedin, başta yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip
kakıldığı, kendini oradakilerden üstün
gören kibrini, baskısını fıtratında varmış gibi sunan ülkeye, topluma da egemen, muktedir,
iktidar olduğundan leb demeden
leblebilerin önüne serildiği ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama erkek öyle
mi?yemese güçsüz kalır, çalışamaz eee para girmese bu haneye ne olur? o yüzden
önce onun karnı doyuracaksın, yemeğin en
etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’la hizmetin daimiliği de sağlanan ayrıcalık sahibi erkekler; dede, baba, amca,
dayı, abi ve sonunda kocayla da ilk tanışılan;
içteki iyiliğin, kötülüğün, egoist
değerlerin, naif duyguların, faşist ya
da demokrat mantığın mayasının atıldığı, kişiyi bu dünyada diğerlerinden hem
farklı hem aynı yapan, yaşanacak onlarca olumsuzluğun başlangıç yeri olsa da kendini kötü
hissettiğinde, canın yandığında kaçıp saklandığın sığınağın, kışın rüzgar uğuldarken pencere
aralarından korktuğun camından sarktığın, bağırdığın, ilk görmenin, algılamanın, yaşamanın eşsiz
kılınmasına yardım ettiği mekanlığın
getirdiği değişmeyen, özlenen bir sıcaklığı daima yanında taşıyan, toplumun dayattığı, öğretilen, bir şekilde kabullendirilen
şablonda değil gerçekten tam olarak neydi, ne yaşadım ben orda ??? uzak güzellemelerle anılan ayrılsak
da göğüs kafesinde yaşam boyu taşınacak kişiliğin var edildiği bir hayatın
kulunç altı çocukken hep orada yaşayacağını sandığın baba evinden “yuvam(ız)”dan, “ evim(iz)”den bir gün ‘gittiğim yerde eminim her şey buradan,
bundan çok daha güzel olacak” diyerek ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma, evlilik gibi
sebeplerle ayrıldığında, yaptığın değişikliğin, kısmi bağımsızlığın,
özgürlüğün sarhoşluğunda önceleri her şey
yolunda gider duyumsamalarında gezinir, durursun. Bu huzur bulunduğuna inanılan
“yuvamız”dan ”yuvam”a terfili yeni mekanda can ne istenirse
yapılır, istemezse yemek yapılmaz
kahvaltı daha akıllıca gelir mesela, kitap okunur,
yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yiyecek alışverişi de, partiler
düzenlenir, arkadaşlar çağırılır ya da kimse çağrılmaz kendine göre hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra insan
“yuvamız”daymışcasına sıkılmaya başlar, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın kapılarını açacağı özel birilerini erkekleri,
kadınları katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama” birileri
kafasını uzatır şöyle bir bakar geçer, birileri konuk olur bir süreliğine yine
gider…bazılarının gözünün içine bakılır bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın
diye, tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememe…bilme kişiyi
yorgun, bıkkın düşürür.Umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam” “yuvamız”a dönüşürken; odalarda,
duvarlarda her yerde bir dünya kişinin ağdalı
yüzleri, izleri; evin duvarlarının dili olsa bile konuşmaya isteği yokken kendine döndüğünde bakarsın ki sende ”yuvamız”dakilerden herhangi birisin; hayat dedikleri belki bu
döngüyü döndürmektir değil mi benim kendine bile hoyrat şairim! Bunları niye yazdım ki
şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, misyonunun, vizyonunun,
karakterinin, narinliğinin kaynağının, doğduğundan içine, orda bulunup , bulunmamayı belirleme hakkının olmadığı “yuvamız” olmasına isyan yazdırdı belki bu satırları.Bir türlü
taşralılığından ödün vermeyecek “yuvamızda” yanımızda, kıyımızda, köşemizde sanattan,
edebiyattan, okumaktan zevk alan, bilgili, kültürlü olmanın ötesinde geniş vizyonluklarından daha çocukken elinden tutup Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya,
Debusy’nin, Reynaldo Hahn’nın, klasiklerden Beethoven’in eserlerini
dinlemeye opera binasına, Monet’in,
Tissot’un tablolarını sergilendiği galerilere, duvarları Raphael,
Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun freskleriyle süslü Sistine şapelinin bulunduğu
Vatikan’ı, Rönesans’ın doğduğu
Floransa’yı, Venedik’i görmesi için
seyahate götürecek gelire de sahip Proust’un
ki gibi ebeveynler olmadığından belki de Haldun ‘şimdi nerden aklına geldi deme,
ultrason bulunmadığı zamanlarda hamile kadınlar çocuklarının kız mı , erkek mi olacağını nasıl anlıyordu
diye sordum anneme .Güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır, benim yüzüm kızlarda hep leke, leke oldu o yüzdem Fazıl Çil kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de
karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek bebekler yılan gibi alt tarata, kızlarda tam tersi
karnın her yerinde dolaşırdı, yaramazdınız dedi’-‘ çok iyi yaptın canım benim öğrenmekle.Eminim
hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar Tanrı’nın sorgu sırasında soracağı sorulardandır.Öğrenmeden
ölseydik cidden çok yazık olacaktı bize hem Tanrı katında da cahil, kültürsüz tanınacaktık. Sağlıklı
doğsun da kız mı erkek mi olması önemli
değil çocuğun anlayışına gelene kadar…oooo anne, babaların, kadın erkek pek çok akrabanın
“Allahım ne olursun bu sefer de oğlan
olsun, bu sefer oğlan (erkek çocuk yoksa)
olmalı.Bu mal, mülk sahipsizdir, tarlayı
sürecek, ekecek biçecek, evlenip soyumuzu
devam ettirecek bir oğlan nasip eylesin bize Allah. Arada bir de tabii süt sağacak, peynir yağ yapacak
evlenilecek kızlar doğsun ” temennili toplumda sen ! kendin, bir gün bana demedin mi ‘son üç kardeşimin
doğumunu hatırlayacak yaştaydım.Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda
birer, ikişer yaş farkı var, peş peşe üç
kız çocuğu doğurduğundan babam annem doğum yaptığından yine mi kız doğurdu diye sormuştu, ben evet deyince çekip gitmişti, annemin
yanına bile uğramadan.Kadınların o ağrı sırasında, kocasının sanki suçlu
oymuşçasına kendisini suçlayacağı, onun
da kabul edeceği ya kız doğurursam korkularını düşünsene, ne kadar zalimler
değil mi şu erkekler? Hayır Haldun! hiç öyle değilmişsin gibi bakma bana, yeri
gelir senden bile en gaddar zalimlik görebilirim, şaşırmam da çünkü bu
toplumun, bu erkeklerin ürünüsün sen de. Hele de beş numara Mine doğduğunda
iyice morali bozulmuştu babamın zira artık tek oğlan dört kız babasıydı. Allahtan
son çocuk erkek oldu da annemin
yakası kurtuldu babamın elinden.
Önce biz kızlar sonra tek erkek oğlu
kabakulak olmuştuk. Kıştı, kar
diz boyu Van’da oğlu hastalanınca evde hastalık olduğunu kavradı da bir çuval portakal getirdi eve babam.Has
arkadaşın Oğuz sayesinde eve getirilen C
vitamini hastalıkla mücadelenize takviye olmuştu ama ben bunu, babamın
gözündeki kız çocuklarının
değersizliğinin ispatı portakal çuvalını hiç ama hiç unutmadım.’ –‘
düşün baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? demek köyde
kalıp çiftçiliğe devam etseydi annen gibi on iki yaşında başlık parası için
satacaktı seni, kız çocuklarını.
Bozulma, ne bekliyordun anlamadım ? Tek vizyonu aç kalınmayacak bir hayatı idame ettirme olacak, yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek,
yumurtayla karın doyurulan iki dağ
arasındaki bir köyden geldikleri şehirlerde şayet iş de bulmuşlarsa bir anda gördüklerini, istediklerini az da olsa aldıracak üstelik de her ay ellerine geçen maaş sayesinde kendilerini eline buğday, yağ, peynir, bal,
koyun sattığında para geçen, kıt
kanat geçinen köylü akrabalarından üstünde görecek
tanışmadıkları edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini
hissetmeyen ebeveynlerimizin derdi,
sorunun olabilir miydi hiç iyi mizaçlı,
donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst,
ayakları yere basan bireyler, çocuklar yetiştirmek? Anca bir iki kişinin
otomobil sahibi olduğu, gözlerinin rant
paylaşma peşindeki partileri, aç gözlü
bürokratları görmeyeceği şehirlerde, çocuklarına okumuş, meslek sahibi biri avukat, öğretmen, devlette memur olmayı aşılayacakları hayalleri
yoksullukları kadar; onca kişiyle birlikte yaşadıkları yoksul ev damlarındansa, kendine ait tek gözlü
bir oda; yufka ekmek değil beyaz
fırın ekmeği, ayran çorbası yerine ancak
zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında kırk yılda bir önemli bir devlet memuru,
yetkilisi ya da aile büyüğü geldiğinde
misafirliğe ya da kışlık kavurma yapmak için kesildiğinde
yenilen ete her gün ulaşabildiklerinden
az etli bir patates, kuru fasulye
yemeği, lastik yerine kösele bir
ayakkabıydı; bir arabaya sahip olmak bile değildi.Sonra şehre alıştıkça,
gördükçe yeni şeyleri, ülke de geliştikçe yavaş yavaş hayalleri de tek göz sobalı evden gecekonduya ordan kaloriferli, merdaneli
çamaşır makinesi bulunan apartman katına
geçiş, çalıştığı yerdeki arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın giyindiği güzel bir elbise, çanta, ayakkabı edinme, Yılbaşında kızarmış Hindi
dolma yeme derinliğine ulaşacak ebeveynlerimizin elindeki
biz çocuklardan senden,
benden herhalde bir Tolstoy, Oscar Wilde, Virginia Woolf, Rembrandt, Orhan Pamuk, Tezer Özlü, felsefeci Gilles
Deleuze, çıkacak değildi. Dua et ellerinde kitap görmememize rağmen en azından okumayı sevdik biz‘ dediklerini Haldun’un doğrular rastlantısal olarak karşılaştığı bir insanın, bir
peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını, tadın, müziğin irade dışı belleği, hayal gücünü devinime geçiren; 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te
seçkin sanatçıların edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren, Dreyfus yanlısı güçlerin merkezi de olacak ünlü
edebiyat salonlarının sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi Anatol France’ın
sevgilisi (Proust'u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere, France’ın
önsöz yazmasını sağlayan) Madam De Caillavet; Geneviève Halévy (Georges Bizet
eşi) ile Robert de
Montesquiou’nun güllerin imparatoriçesi dediği Madeleine Lemaire’in Salı,
Çarşamba, Perşembe (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri
edebiyat toplantılarında onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’la; onlarca ressam
Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet,
Whistler, Helleu, Turner; zaman, mekan konusunda kendisini etkilemiş felsefeci Henri Bergson’larla tanışacağı bir gençlikti belki de Vatikan da Sistine Şapeli’nde yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun
kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda
Odette ile Tsippora’nın çehresi arasında
benzerlik kurdurduğu an M.Swann’ı,
Odette aşık ettiği, Madam
De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine
Lemaire’den Çarşamba toplantıları
düzenleyen Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den eşcinsel
Baron de Charlus’ı; Kontes Élisabeth Greffulhe’den
Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan Berma’yı, Anatole France’dan yazar Bergotte’ı, Whistler’le Helleu’n
adlarının anagramından Elstir’ı yaratığı
“Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu
ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu” satırlı;
Tissot’un Le Cercle de la rue Royale’in de kapıya yakın kişi diye belirttiği(Charles Haas) M.Swann’ın
arabacısı Rem’i Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne;
bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u
Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle
doluluğundan , yanlarında cep telefonu laptop, tablet bulundurup her iki sayfa da bir Google yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo,
portre araması da yaptırtacak analitik zekasının ürünü Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı
okuyucularının gözünde roman karakterlerini
kanlı canlı
bir siluete büründüren Proust’un
yaşadığı zamandan çok sonraları, 1960’ların sonlarında daha tek tük sinema
salonunun bulunduğu, gecekondu
mahallerinde tuvalet sorunsalını
çözememiş şehirlerde; tiyatro, opera,
bale, resim, heykel bireylerin dimağında soyutluğu aşamamışken, zaten de ismini
duymadıkları herhangi bir ressamın
tablosunu, heykelini görmek için
müzelere gitme; operayı, baleyi merak etme, klasik
romanları okuma, Van’dan İstanbul’a,
İzmir’den Muş’a gidilecek farklı bir şehrin,
bir ülkenin kültürünü, yaşayanlarını,
doğasını, yemeklerini tanıma amaçlı yurt içi, yurtdışına seyahat, onca
çocuğa bakma telaşlı geçinme
uğraşında bir ev edinme hayalinde tek
kanallı radyodan mecburen Müzeyyen
Senar, Safiye Ayla şarkıları öylesine dinleyen ama asıl bugün nostaljikler arasında sayılan bütün yükünü sırtlatıp ‘yaşasan ne olur bu
rezil dünyada’ dedirten bir umutsuzluğu
katmerleştiren yuvamızda her gün
Kerbela’yı yaşatan Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari Aşık Daimi’
den “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden
öldüler/ deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”, ‘illa dostun bir tek gülü yareler beni beni’, “bilmem
şu feleğin bende nesi var” türkülerini dinledikleri plakların ardındaki ebeveynlerimizin zaten akılarının ucuna değemezdi, klasik bir müziğin varlığı da.
Şimdi kendisinin,
bireylerin değerine atıfta
bulunulan hayallerine ulaşabileceği fırsatların eşitliğine, kaderini
kendisinin çizeceğine inandırılacağı, inanacağı duygular, düşüncelerle büyütüleceği
toplumsal yapıda herhangi bir
konuda duyduğu kaygıyı Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle
anlatan bir büyükanneye, sadece kendi ülke yazarlarını değil farklı
ülke yazarlarını Puşkin’i, Dostoyevski’yi okuyan
anne , babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını
zedelediği gerekçesiyle aleyhine
açtığı davada sadece bir çeyrek peni
tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in Susam ve Zambaklar’nı çevirecek yabancı dile; kendisine
Sara'ya, İshak'ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz.İbrahim'i andıran
Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden, Hz.İsa’ya
ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin üzerinde sadece
ekmek ve şarap bulunan dikdörtgen
masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda
tempera boya kullanıldığına ilişkin detaylara sahip sanat eleştirmeni aile dostlarına
sahip birinin, bir çocuğun; Marcel Proust’un
hayallerinin ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı’yla
başlayan, içi boş, soyut zihinde canlandırılmayan hamaset nutukları, ‘vatan,
devlet uğruna…’ ölmeli öldürmeli , ‘tek
başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek’li
kahramanlık şehitlik hikayeleri, fırsat eşitsizliği altında yaşadığı toplumun, kitlenin değersiz bir
parçası olarak büyütülen hır, gürlü tahta kurulu, fare korkulu yaşantısında Ayvalık’ta bulunan yaz kampına görevli gönderilecek baba devlet
memuru olmasaydı on altı yaşında değil belki
20’li yaşlarda denizi görecek ancak kırk yaşlarında bir otelde tatil yapma imkanına kavuşacak; altmışbeş yaşına kadar heykel
göreceği bir müzeye gitmemiş,klasik
müzik nasıl bir şeydir en ufak bir fikri olmayan, halk ozanlarının keder, dert akıtan türküleriyle büyüyen, nerede yaşarsa yaşasın,
nerede olursa olsun tüm kadınlar gibi
en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevlendirilmiş yalnızca ailenin değil sülalenin
bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu…
kapı önüne dökülen bir ton kömürü tek başına kürekle doldurduğu el arabasıyla kömürlüğe boşaltacak bedava
hamalı olma da tatmin etmediğinden, dede bir amcasının oğlunun
oğlu Apo Rıza’ya ‘kızının evi burada dururken sen kalk git Şükrü amcaların evine,
çok üzüldüm’le kendisinde yatılı kalmaya gelmediğinden hizmet etmediğinden
darılan, ‘kokla hele, mis gibi kokuyor,
bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen, işten, yorgunluktan
değil roman, gazete okuyacak ‘ne nedir, ne değildir’ merakı için bile vakit bulamayan Türkiyeli annelerin, Leyla’ların
ardına düşmüş, ‘bakma öyle durduğuna, Nail hin oğlu hin, aklınca beni yerimden
edip kendi oturacak koltuğa’ kuşkulu düşmanlıklarda kıvranan işin kaybetmemek için üstlerine her türlü yağcılık da yapabilecek babaların himayesindeki bir çocuğun hayalleri, vizyonu, düşünce sitemi, kurgusu, dünya, gelecek algısının birbirinden farklılığından daha doğal ne olabilir
ki? O yüzden Proust’un “uykusuz
gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında
Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( diye betimlediği tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki sahil kasabası Cabourg’da
) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı.” çağrışımına yol açan zekasını
keskinleştiren, hayallerini bileyerek
sonsuz kırları önüne sereceği okuyucusunun
gözlerinden, dudaklarından, zihninden geçerek benliğini yolculuğa çıkartan " tıpkı
arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin
büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,..."
sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı, Venedik’i,
Norman Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını,
heykelleri çocukluğunda, gençliğinde görmesinin etkisini küçümsemek olası bile
değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70 ve 80, 90’larda Ortadoğu’da dünyaya gelmiş nesillerin
Proust’un gençliğindeki olanaklara sahipsizliği;
İbn Haldun'un zamanları aşan “doğduğun coğrafya
kaderindir” tespitinin tecellisi
miydi acaba Proust’u, Rimbaud’u, Zola’yı, Balzac’ı okuyan, Claude
Monet’in, Paul Cézanne’nin, Edgar
Degas’ın tablolarına hayran, Bach, Debussy dinleyen Fransız yosmaları…gerçekten öyle miydi? başkalarının
yerine seçtiği coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de bir nevi kaderse eğer bu
ikisi birden hayat mı oluyordu, şimdi?
IQ ? Onun kaderle bağlantısı ???? Kristof
Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya
olduğunun mu kanıtıydı ? Yoksa coğrafyan
kederindir mi demeli insan…offf sence ne demeliydik “her yeri boyamışsın çok güzel, ama
burada biraz sonbahar kalmış” şairim ! işin içinden çıkamıyorum kader olan ne ? coğrafya… aile…ana
dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü ne?ne??? Doğduğun yer mi kötü kader yoksa
benliği gerileten kabullenilmişlikler, körü körüne bağnazlık, biat,
yönetenlerin yönetim tarzlarına yansıyan zihniyetleri mi? Dur bakalım hele bir, biattın İslam dininin, Ortadoğu’nun
Müslüman toplumlarının etle
kemik ayrılmazlığın da…bu arada bir de
Lucien Fevbre’in "coğrafya
imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne düşüneceksin sen!
eyyyy bu romanı bitiremeyecek kadın ! söyle bana kim haklı Lucien
Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Kokusunun içe sineceği doğulan toprağın bileşimi, konumu, iklimi, orada yaşayanların yapacakları işe, yiyecekleri besinlere,
yaşayış tarzlarına, psikolojilerine
kadar her şeyi etkileyeceğinden ,
iyiliklerini kötülüklerini, hislerini hissizliklerini de alırsın ve bil ki ey oğul ! eğer yapıcı bir coğrafyada doğmuşsan eylemlerinin birçoğu yapıcılık üzerine kurulur
yok savaş, ihanet, şiddet yüklü yıkıcı,
her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği bir coğrafyada Ortadoğu’da doğmuşsan mesela, hiçbir şey bulamasan bu defa da kendini, benliğini yerden yere vuracak eylemlerinin hepsi yıkıcılık üzerine kurulur diye mi düşündün tam da Kültür Bakanlığınca yapılan restorasyon çalışmasında
700 yıllık Osmanlı Tuğrasının
bulunduğu duvarları hitli ile yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken
haberlerde; Paris’te Arc de triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi bir yıkım vuku bulsaydı tüm Parislilerin ‘tarihimize,
değerlerimize yapılan bu saldırının sorumluları derhal cezalandırılsın diye ayağa
kalkacağı muamma değilken’in çağrıştırdığı
bir ülke seçime dayalı bir sisteme sahipse
sorumluluk beğenilmeyen yönetimde ısrar
eden toplumdadır onun içinde İbn
Haldun’un 14. yüzyıldan çıkıp “coğrafya
kaderdir” dediğini duyduğunda yaşadığı döneme, bölgeye bakarak tespitinin
doğruluğuna kanaat getirip ‘buna söylenecek sözüm yok ama bunu
alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında
üniversiteye giden kendisini diğerlerinden
bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından Pursaklar’daki evinden yoğun trafiğe takılmadan İngilizce kursuna yetişmek için
her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17'ye kadar kursta, okulda kaldıktan
sonra uzunca bir yolculukla tekrar evine
dönen birinden beş adım öndeliğini sağlayacak olanakları önüne seren İsviçre’de doğan aynı yaştaki
bir genç de 5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata
binmek belki de yüzme için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha
kreşte aldığından Londra’ya gidip dilini
geliştirecek artan zamanlarında elektronik
müzik partilerine giderken bir yandan da
mesleği ile ilgili staj yapacaktır değil mi? Bu durumda kendini geliştirmek
için çalışmaktan, yorulmaktansa işine gelecek ‘ uluslararası piyasada İsviçreli gençle nasıl bir rekabet edebilirim? ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek,
kaderim bu coğrafya da bu kısır hayatı yaşamak’ bahanesiyle Pursaklı gencin havlu atıp mücadeleden vaz geçmesi,
kolaycılığa, bedavacılığa tutkun Ortadoğulu toplumda garipsenmeyecek hareketlerdendir. Oysa, gözleme, deneye, yeni
keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini
gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki coğrafya
sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının
mazerettir, bataklıkta da güzel çiçekler açtığını tabii bir de atılan tohumun GDO’lu olmaması
gerektiğini de unutmadan; Abraham Lincoln'un 'köleliği kaldırma’
kararıyla ‘ ne yapsam da kölelikten
kurtulamayacağım’ düşüncesinde ki
Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in
akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa
sürüklemesiyle oğlunu savaşta komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren
bir Alman’na; çizdikleri kaderin
coğrafyayla alakasızlığında, doğrudur
da; doğduğun coğrafyanın kültürüne, düşünce sistemine, geleneklerine,
dinine göre hayatın, mizacın daha sen farkına bile varmadan şekillendiğinden, Almanya ya da başka herhangi bir ülkeye göçenlerin ülkelerinde edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını,
düşünce yapılarını aynen devam ettirdiklerinden yola çıkarak o
şekillenmeden kurtulmanın sanıldığı
kadar kolay olmadığını görsek de bugünkü küreselleşmiş, bir ekrana sığacak,
istediklerinle ilişki kuracak kadar
küçülmüş, devletlerin güçlü bireylerin
güçsüz olduğu, korunması gereken birileri varsa o devlet değil, bireyken
Latince “quis custodiet ipsos custodes?
koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde
demokratik yönetimlerin toplumsal
refahı, bireyin özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak bireyi, haklarını güçlü devlet karşısında koruması,
hukukun üstünlüğünün, yargı
bağımsızlığının devreye girmediği genelliklede Ortadoğu’da hüküm süren otoriter,
kötü yönetimlerinse tersine devleti, yönetenleri bireylere karşı
korumalarını kabullendirdikleri hem döven, hem seven “Allah razı olsun, Allah zeval vermesin”
duaları da ettirten, ne veriyorsa onunla yetinilecek devlet babalığı temel aldığı dünya da
İbn Haldun’un sözü anlamını
yitiriyor.Çünkü aynı coğrafyayı paylaşan
Güney Kore, Kuzey Kore (Güney’de kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$
dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran Suriye’de kişi başına düşen gelir , refah farklılıkları ülkenin mevcut sisteminin, yönetim anlayışının,
ideolojisinin ve yönetenlerin kaderin
belirlenmesinde güçlü argümanlıklarını
teyit eder ki bir başka güçlü argümanda Warren
Buffett ‘ın geleceklerini
garantileyen gelir düzeyine sahip doğan
zengin çocuklarını kast ettiği “şanslı
sperm kulübü üyelerin” den biri olarak Sierra Leone’de kültürü, bilgisi sığ görüşlü
bir aile de bile doğulsa farklı çevrelerden edinilecek arkadaşlarla
çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden daha gelişmiş bir ülkede okuma şansını da
elinde bulunduracağı ailenin gelir düzeyidir dememiz…… ‘mola’…’mola istiyorum
hocam! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim
diyorum ama çığırından çıkarıyorsun romanı;
şu an temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede ya da internet
sitesinde bir köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla dolu
makaleye döndürdün romanı nasıl
bir kurgudur bu ? Bunları niye yazıyorsun?
Bak yazmasan sen kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici bakışınla aynı şeyi bunu da; beni,
yazdıklarımı, romanımı önemsediğini, kötü bir duruma düşmemi istemediğini
hissettirerek yapıyorsun sende
herkesle aynı dayatmacı faşist tavrı gösterdiğini fark
ettirmeyerek hem de. Tamam ben acemiyim
bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun
beni?Yazma zevkini kırmasan, başkalarından farklı davranıp hemen başlamasan
eleştiriye… azıcık beklesen belki senin düşündüğünden çok daha iyi bir yola evrilecek roman. Yarardan
çok zarar her zaman ki gibi, ne yazacağımı unutturdun araya girmekle… evet… din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken
temelli savaşların getirdiği gerilikleri
daha daha iktidarda kalmak, güçlenmek için, iyi
yönettiklerinden her şeyin şahane olduğu yalanını durmadan yineleyerek bireyi sanki kendisinden daha iyisi gelmez
,bulunmaz düşüncesinde oyalayarak kullanma uyanıklılığında; büyük ağırlıkla sorumluluğun kendisinde olacağı
beceriksizliğinin, başarısızlığının, çalışmamasının, yeterince mücadele
etmemesinin, korkularının, alıştığı konforu terk etmemesinin suçunu üzerinden atmanın yolunu da
yaratmasını engellediği Satre’ın “var
oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın
yükümlülüğü bize aittir” nitelendirdiği kaderini doğduğu Coğrafya kılma; asıl kaderi
belirleyen o coğrafyaya…o topluma egemen düzenin, yönetenlerin desteklediği düşünce sistemidir.
İşte sen ! şayet var idiyse Tanrının
kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın; yeryüzüne …, …, Marx, Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı,
sanatçıyı ve kimi zaman bir çocuğun annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma
arzusu, kimi zaman uyku, uyanıklık
arasındaki muğlaklık, kimi zaman
Rönesans üslubundaki koro yerleri, kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj,
çiçek izlenimlerinden kendisinin yaratığı sınır kapısını istediği zaman açan…istediği
zaman kapatan Proust’u gönderdiğini; Ortadoğu’da doğmanın da gözyaşı, keder, acı, savaş getirdiğini daha bilmediğin, aldığın kokular, tattığın yiyecekler, gördüğün
çiçekler, böcekler, dokunduğun insanların hayatının içinde genel geçer bir sınırsızlıkta ilerlediği zamanda,
günde tek bir arabanın geçtiği, geçim kaynağı koyunlara, keçilere,ineklere,
tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte, (hak) yumurtaya, salatalığa,
sebzeye, buğdaya karınları doyurduğundan,
çocuklardan değer verilen, itina
gösterilen dewa ma Badan’da; yaşamadıklarından
şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız
çocuklarını ‘bu benim oğlanın yalnız iki
kulağı eksik eşekten, amcan oğludur, akrabandır
evlen bununla sen aklısın idare
edersin’ ilişkilerine zorlamalı, başkalarına göre eften
püften ama orada yaşayanların hayatını etkilediğinden sonsuz önemde birbirini kıskanan eltilerin,
yengelerin, kaynanaların, amcaların,
yeğenlerin, gelinlerin ‘bütün gün
otursun, biz öküz gibi çalışalım neymiş,
şehirde çalışıyormuş ama ot parası almaya gelince başta o koşuyor‘, ’bütün tarlayı tek başıma tırpanladım,
otları bağ yapacağına gitmiş uyumuş dere
kenarında ‘, ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağını, yanına da Hasena’yı
almış konuşuyor sabahtan bu yana, hamur öyle mayalanmış ki taşıyor tekneden
ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, çocuklar aç
ne gam’lı, bazen yanından su geçtiğinden verimli gördükleri arazinin kendisinde kalmasını istediklerinden
paylaşamayan erkek kardeşin atışmasına dahil olup amcasını küçük çocukların, kuzenlerinin önünde
döven yeğeni büyük amcanın
sopayla dövdüğü yumak halinde birbirine
girişmeli saygısızlığın tavan yaptığı kavgaların ortasında en az yirmi otuz kişiye ekmek, yemek yapan,
sofra kuran, kaldıran, elde bulaşık
yıkayan, o kadar kişinin oturabileceği sandalye, kürsü, minder ayarlayan, yaşı küçükleri koğuştaymışçasına bitiştik
nizam yatırmak için yer yatağı hazırlayan, sürekli sıcak su bulundurmak için ele ne geçerse ocağın üstüne koyup bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta,
semaverde ( yeniden demlenmeyip ha bire üzerine sıcak su eklendiğinden çaylıktan çıkan) çay demleyen; ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’
, ‘her tarafım kaşınıyor bak ‘ isteklerine ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo beni dövdü’
acılarına annenin, kadınların kayıtsız kaldığı belki de onca yetişmesi
gereken iş arasında önemsiz, basit gördüklerinden ama hayır ! onlarda annelerinden hiç almadıklarında akıllarından geçmeyen iyi geceler öpücüğünü annenden hiç almadığın çocukluğunda Marcel’in
yatmadan önce her akşam annesinden aldığı iyi geceler öpücüğünü eve
misafir (M.Swann) geldiğinde alamamasının hayatında kapladığı değerin sancılı, girdaplara sürüklemesini;
sadece evlerin etrafını sardığından
reçel yapılıp, üzerine limon
sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içildiğinden Van’ın
koca koca yapraklı, mis kokulu güllerinden, Süphan dağının eteklerini
kapladığından gelinciklerden lalelerden haberdar olunan, tezek kokularının
arasında burna değdiğinde onlarca güzel
kokuyu yaya bırakacak cennette yaşanıyormuş hissi uyandıracağından ‘ne kadar güzelsin, offf hele de kokun beni benden alan‘ sevgisinde yaprakları okşanmadan, güzelliklerine bakılmadan ilgisizce yanlarından geçilip gidildiğinden ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’
inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp olmadığından
vazo da değil
bir su bardağı ya da şişe de
odalara, salona fresh, taze bir hava vermesi için konulmayan bin bir
çeşit çiçeğin, adının ne olduğunu ilaç
için çocuklarına anlatmayı düşünen tek
bir ebeveyn çıkmadığından ancak belki
inanmayacaklar ama onaltı, onsekiz
yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama dewa ma
Badan’da aynısı vardı bunların demek adı
sümbülmüş ‘ şaşkınlığında sümbül, nergis,
hanımeli, leylak, erguvanla tanışılacağından “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin
ve sert olan Gilberte adını yaseminlerin
ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum”
betimlemesiyle harflere,
sözcüklere resim yaptırtıp ilk aşk tomurcuğunu bir çiçeğin renginden alınan ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde,
ipeklere sardığı sözcüklerle anlatacak duygulardan, benzetmelerden fersah fersah
uzakta; olması için öncelikle gidilecek bir memleket, gidildiğinde orda
bulunacak hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini de bilemeyeceğin elli
teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan bireyliği yoklandıran, varlığın önemsenmemesine alışılan; başlangıcı birey de yere edecek
kötülükler, iyilikler; sonu ‘birbirlerine
sayan, söven sonrasında hiç ama hiçbir şey olmamış gibi yüzlerine
gülen bir riyakarlık…haydi bunlardan
dostluk, insanlık bekle! ha
ben oldum olası akraba sevmem hepsi
dedikoducu, seni parçalamaya hazır meraklı akbaba gibiler.Yedi kat yabancı kardeşinden daha candır, daha samimidir’le biten , genetik kodları, fikirleri aynı, yeni
çevre, fikir ve bireylerin ücrasında ; bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can, bazen
canından bezdiren kalabalık bir sülalede bulunma, yaşama dimağda yer
edinecek özelliğinden yıllar sonra yendiğinde ya da karşılaşıldığında ortaya
çıkan tat ve kokunun peşinden sürüklenerek
yaz tatillerini geçirdiği Combary gibi seni ev
damına, Badan’a götürecek çağrışımı
tetikleyecek çaya batırılan bir parça madlenli kek (kurabiye ) türü bir yiyecek yemediğinden, başka bir şey de kimse tarafından
alınmadığından, yapılmadığından, denesen de
olmayacak ‘çaya batırılan bir madlen parçasından bu kadar cümle nasıl
fışkırdı’ imrenmeni ‘Proust’ da
gerçekleşmişi var zaten herkesin kayıp zamanlarını dürtecek cinsinden hem de’yle
bastıracak büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı
yerde yeniden yapılmış benzer ev damında geçirdiğin; ”bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler” ekonomi politikasından da
etkilenmiş Türkiye’de devletinin yönetim tarzının etkisiyle yaygınlaştırılmış,
babaya sorumluluk yükletmeyen “saldım çayıra, mevlam kayıra” çocuk
yetiştirme tekniğini benimseyen ev damı kadınları ya da annenin kendileri aynı
yoldan geçtiklerinden sorun görmeyerek üzerine
tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı gündeyseniz bal kaymak
bazen soğan, yumurta koydukları
yufka ekmeği, tereyağlı çöreği (
bıjıkı) ellerine tutuşturarak başlarından savdıkları ev damındaki on, onbeş çocuğun günün
geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını merak
etmemeleri çocuklar açısından da anlam ifade etmese de yine de ‘ bugün yayla yolun da Nade kenger sakızı nasıl
yapılır size göstereyim dedi. Toprağın üzerine
çer, çöp gibi kısa çalıları,
otları yana yana dizdi sonra kenger’in kartlaşmış kısmını ortadan kopardı, akan süt gibi bir şeyi dizdiği çalıların üzerine döktü, üstünü de yine çer çöple kapattı , burada kurusun iki
gün sonra gelir alır, çiğneriz dedi. Sonra bir kayanın üzerinde sarı,
siyah, kahverengi böyle kum gibi bir şeyi ufak
taşla kazıdı, tuluktan azıcık su döktü alın size kına diyerek tırnağımıza (bu esnada parmağın iki boğum yerini gösterirdin) buraya, buraya
sürdü çaputla da üstünü bağladı, ben güzel olmazsa diye hemen yıkmak istedim
olmaz dedi, bekleyeceksin .Sonunda çeşmede yıkadık.Bak ! kına gibi olmuş mu‘ keşiflerinin
sevincini bozan, kıran, üzen ‘babanlar
evin önünde çay bekler, çekil önümden sonra anlatırsın’ koşturmasıyla
ciddiye almayan ‘ evlat mecburen
bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim
alacak’ modunda katlanılması gereken nesne muamelesi, ‘ne yaptın bugün, nerelere
gittin’ meraksızlığı Badan’daki yaz tatillerinin herhangi
bir lunaparktan daha eğlenceli, daha gizemli
geçirmenin nedeniydi de.
Eğitimleri de ne olursa
olsun hayatlarında olacak kişilerin
kendilerinden hep hizmet beklediği ‘haydi
kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu çalar saat yaşlıların uykuyu haram ettikleri, şafaktan gece yarılarına fabrikada çalışıyormuşçasına bitmeyen
iş akışında ancak fırsat bulurlarsa ‘eere
ne olmuş, biri de dese yazıktır
bu kadına öldü açlıktan…Hanım insaf et de bana bir çalkama (ayran) yap , ben ekmek alırım’la yemek yerken, kırtlama çay içerken çocuklarıyla ilgilenecek
yazgılarının eziyet, zahmet, fakirlik çekmek, horlanmakla, birilerine kurbanlıkla ve değişmeyen mansplainingle eşitlendiğini öğreneceğin ilk yer dewa ma Badan,
Xasıma olacaktı.O yüzden işte, çocuklarıyla
ilgilenmesini erteleten bitirmesi
gereken işlere öncelik verilmesi istendiğinden kızı Saime ölürken yorgunluktan uyumasını anlayabildiğin acıdığın teyzenin,
süt sağacak kadınların peşine takılıp mala gitmek; oturduğu
görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun’ acımasında zayıf mı
zayıf, kızıl saçlarıyla diğer köylü kadınlardan farklı görünen elinde bakır, alüminyumdan
bakraç, sırtında deri tulum (
meşk)la yola revan Fikriye’nin; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün
arasında ev damına ait keçileri,
koyunları tanımasının hayretinde ‘çene, çenei, şu kulağı yırtık sarı bızek var
ya o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir),
korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka koşturulan keçiyi, koyunu dudaklarını büzerek çıkardığı ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ lerle bacağından tutup önüne çektikten sonra kalçasına sevecen şaplağını indirerek ‘sakin, sakin ol… güzel
kızım’la sağdığında bakraçta köpüren süte
bakmayı; ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini haklı çıkaran saman, ot yığınlı hayvanların yemlerinin de depolandığı
evin biraz ilerisindeki "kom"larda tutulan koyunlar, keçiler gibi otlaklara, yaylaya (ware)
çıkarılmayan çobanın sabah ahırdan alıp akşama doğru köye getirdiği büyükbaşların;
inek, dana, camışların (manda)nın
herhangi bir şey yapılmasına gerek bıarkmadan kendiliğinden sürüden
ayrılıp evin karşısındaki taş zeminli
ahıra yönelmesini; bazen akşama
doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde tahtadan yapılı ‘yaguk’
kullanılıncaya kadar ,bütünlüğü bozulmadan çıkarılmış keçi, koyun derisin
sıcak suyun içine batırılarak kıllarının
yolunduğu, üzerindeki tüm yağlardan
arındırıldığı epeyce zahmetli işlem sonrası yapılan kızıl, siyak renkli tuluk ( meşk)’un tavana bağlanan kalın halata, bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e bağlanarak yoğurt
ve soğuk su doldurulan başından
bağlandıktan, yaguk’un tahta kapağı kapandıktan sonra ayranın uzun süre ileri, geri itekleyerek çalkalanma
sesini duyar duymaz yataktan ya da nerede
bulunuyorsa ordan koşarak yayık yayanın yanında
biterek ‘ben yapayım’- ‘çenei…çenei
rahat durun, o kadar iş var daha, bırakın da bitireyim, oyalamayın beni, gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine ‘yorulmam
ben, sen otur biraz’ yalvarmasına ancak on dakika dayanabileceğini bildiğinden ’tamam’ pes eden büyüklerden genellikle de
Fikriye’den koparılan izinle yayığın
başına geçtiğin anda çalkalanan ayranın ritimli “tık, tık, tok tok”una karışan
dere Çor’un, Mengéli’n, köpeklerin,
tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları senfonik konsermişçesine köyü inletirken, teknolojik
devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme,
yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere,
betimlemelere ihtiyaç bırakmayacağı 20.inci yüzyılda yaşayacak, dewa ma Badan’da ki sülale ortamını, doğayı gözleyecek Proust ‘un
kalabalık arasında hiçlenen benliğin devinimini, acısını, aşkı, ölümü, umudu nasıl,
hangi sözcükler, betimlemelerle dile getireceğinin merakında kim bilir belki ‘betimlemeler, imgelemeler, sözcükler
arasında debelenmeye ne gerek,
yormayayım kendimi; vereceğim linki
tıklayarak gözlerinizle görün anlatacaklarımı,
hissettiklerimi de arada sıra da blog’umda yayınlayarak yazma hevesimi tatmin ederim, hem istediğini fotoshoplayacağın görsellik varken;yazında betimlemenin sonunu
kutlayabiliriz der miydi acaba? yı düşündüren multiculture de; seçtiğin
cümlelerle nasıl yapıldığını doğru ifade
edemediğin ‘yayık’ olayını üstelik bir tane de değil http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html
yukarıda verdiğim şu üç linki tıklayarak görebilirsiniz yazarak okuyucuna anlatmayı denesem mi ?? heyezanında
debelenen, şayet yazınla uğraşanlar böyle
bir yol denese ki haklısın kitap okunan
ülkeler listesinin en sonlarındaki
Türkiye’de revaçta olacak düşüncen ortalığın 20, 30 sayfalık romanlardan geçilmeyeceği
edebiyatın cenaze namazına davetiyedir .Senin bu tembelliğe serenatlı uyanık aklına tüküreyim fazla uzağa
gitmeyin e mi evladım?
devam et yazmaya; arada sırada yaymaya ara verilip kapağı açılan, parmak daldırıp ‘oldu’, ‘az kaldı, beş on dakika daha’, ‘offf
bitti nihayet’le çalkalanmaktan köpük köpük ayranın döküldüğü,
içinde çamaşır da
kaynatılan, yıkanmak için su da ısıtılan
kara kazanların üzerinde toplanan yağlar
( ronu teze’nin) elle topak yapılarak bakraçtaki
soğuk suyun içine atılmasını;
sonrasında odun ateşinin üzerine konan
kara kazanda çürütülen ayranın beyaz tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle kışın, yazın
yenecek çökelek (dorak) deri tulumlara
aralarında hava kalmayacak biçimde elle bastırılırken bazen katların arasına tereyağı da konularak ‘hoş dorak’ yapımını izlemek;
yer yer paslanmış, emayesi, kalayı
dökülmüş tencereye konulmuş buğday, yemek artıklarıyla tavuklara yem vermek, kovalamak;( gomeyi, davuleyi ) ahırı, kümesi teftişlemek, iş yaparken üstleri
kirlenmesin diye önlerine önlükten geniş peştamal takan kadınlardan farklı
hiçbir yeri kirlenmesin diye elbisesinin
üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler
gibi kolunun yarısına kadar çekilen siyah bez kolluklar kullanan titiz anneannenin
eteğine topladığın yumurtaları koymak bazen de toprak, saman, su karıştırarak yapılan
kerpiçleri kürekle kalıplara dökmek, uçsuz
bucaksız geniş alana
serilmiş dizi dizi kerpiçlerin üzerinden
atlamak, aralarında oluşmuş labirentli yollarda
koşmak benzeri ucundan kıyısından
tutulan onlarca faaliyetin, etkinliğin içinde saatlerin nasıl geçtiğinin habersizliğinde; babanın
yıllık izni genellikle yarısı kış altında geçirildiğinden değeri büyük salatalığın, sebze ve meyvelerin ancak yenildiği, başakların olgunlaşıp
sarardığı harman zamanına denk
geldiğinden (ma şérére cıwéna ser) haydi harmana gidelim, dövene bineriz’ eğlencesiyle
dibe vurmak için harman alanına
uğramadan akşamın edilmeyeceği çocuk zamanlarında; ufak taş köprüyle karşı kıyısına geçilen deré Mengelî’le arasında bir iki ağaçlık
mesafede neredeyse bitişik , iki erkeğin
çimen, uzun saz, kamışları yün eğirir gibi
bükerek yaptığı kalın ot halatlarla bağlanmış arpa, buğday saplarının;
samanların üç çatallı bir sopayla yerleştirildiği öküz arabasında ya da insan, at, eşek sırtında taşınarak istif de edildiği harman alanına dağıtılan olgunlaşmış
başaklar; altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu,
ezecekleri buğdaydan ( usareden) yemesinler diye ağızları kalın bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın çektiği önü hafifi kalkık tahtadan döven ( moşene
) de bir nevi arabadaymışçasına
uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi Leyla onu da
diğer beş kızı gibi on iki yaşında “kocaya” verilmesine susacak, bir
kız için evlenmekten başka bir alternatif olabileceğini düşünmeyen anneannenin ‘bahardır.Murat yükselmiş; çağıldıyor,
gürlüyor, yıkıyor geçiyor.Her yer, köprüler sel altında, kimse geçemiyor karşıya, Turna bakmış yükseklerden insanların acizliğine
seslenmiş Murat’a “ suyun yükselmiş Murat, Turna’nın umrunda mı ?
qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e” siz kızların ki de Turna hesabı.Evde iş, güç
mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak, varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın,
öbür gün gideceğin el, evinde senden dövende oynama istemez, iş bekler, iş…’ öfkesine değerdi değmesine de, altındaki başağı sapından samanından ayırmak için durmadan
dönen hayvanları ayakta idare eden
büyükler düşünmediklerinden indirmeyi, dakikalarca
dövenle dönme, ortaya çıkan hışır, hışır
ses, buğday, çimen, ot, çiçek karışımı
koku mideyi bulandırıp başı döndürdüğünde , göz
kararttığında anı kollayıp, atıverirdin
kendini otların arasına.Bir dakika! sadece bir tavsiye yanlış anlama asla yazanın kurgusuna müdahale değil amacım. Okuyucunu
Google’da “harman
dövmek” yazdıklarında karşılaşacakları “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi
hey...”, “Eskiden harman döğme gem sürme döven sürme böyleydi” başlıklı Youtube videolarını seyretmeye yönlendirseydin
dövene dair bunca satırı yazmayacak ???? işaretli
olsan da ultra post post modern, bir yazıncılık daha mantıklı değil mi? Böylece
okuyucun da kuzenin Leyla’nın ölümüne giden sürece bir an önce kavuşur.
Bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin; duyguların eşliksizliğin de süratle,
çarçabuk izlenerek tak…tak…tak olup bitmesinden yana insanların fazlalığında
bu ultra modern Alfa çağda , uzun satırlarımın sıkılmadan okunmayacağını bende
biliyorum ama üzgünüm her
ayrıntının önemli kıldığı geçmiş belirlediğinden geleceği; ultra Alfa okuyucuyu memnun
edeceğim diye beklentisini karşılayamam.
Sen sıkılsan da devam et okumaya Daye
kurbane cane ! kim bilir, belki
ilerleyen sayfalarda kendinden de bir şeyler bulacağın sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ve sapından,
buğdayından, arpasından, çavdarından ayrılacak kadar dövenle çiğnendiğinde kürekle,
tırmıkla harman alanının ortasında koni
biçimi verilerek toplanan, bazen ertesi
güne bırakılacağından düşecek çiğden,
yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen ‘pencereleri kapatın, ambarda, kilerde,
ortada açık bir yiyecek bırakmayın her
yer toz, toprak dolar şimdi’ uyarısını yapan ağızlarını
burunlarını leçeklerle, bezlerle örtmüş
erkekler genellikle akşama doğru rüzgarın
estiği yöne göre başakları tanelerinden, samandan ayıracak savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya
doğru inerek başladıklarında; öksürük
sesleriyle birlikte göğe yükselen kalın, ince sarı
bir toz bulutu köyü karartırken , saman, toprak karışımı çer, çöp de her yere; bostandaki meyveye, sebzeye, kirpiklere,
saçlara, elbiselere konacaktı. Sonrasında önce iri ardından seyrek gözlü kalburdan
geçirerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı ayıran kadınlara, erkeklere güğüm, testi, bakraçtan ziyade hafifliğinden taşıması kolay alüminyum kovalarla çeşmeden soğuk su taşımayla görevli çocuklar da
bezlerin, naylonların üzerine serilecek
çiğliğinin karnı ağrıtacağını
bildiklerinden arakladıkları buğdayı, mısırı yakacakları
ateş de ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacak da kavuracaklardı. Çuvallara, tenekelere konulan
buğdaylar öküz, el arabalarında veya sırtta taşınarak köyün değirmenine
gönderilirken, alıkonulanlar yıkanır, kara kazanlarda haşlanır, kalbur, bez
üzerinde kurutulur, azıcık ıslatıldıktan
sonra nasıl yapıldığına akıl sır
erdiremediğin dedenin evinde olduğu
gibi ev önünde sabit toprağa gömülü olan ya da olmayan ama her evde bulunan koca dibek
taşında kaldıramayacağın ağırlıkta
ağaç, taş tokmaklarla bir tenekesi için iki kadının ayakta en az 2, 3 saat kol gücüyle dövmesiyle elde edilen bulgur; bazen de yapamayacaklarını bildikleri çocukların denemelerine ses çıkarılmayan taş değirmen (distar) de yapılırdı. Hava
kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli acelelikte ta gece yarılarına kadar sürecek bir dünya işin
varlığında etrafındaki kadınların hiç
olmasa gece dinlendiğinden arıdan daha fazla çalıştığı yazda, kimse
karışmadığından akıllarına eseni yaparak, tarlaları, tepeleri, dağları taşları gezerek, dere kıyısında oturarak gün tamamlayan su ihtiyacını çeşmeden, dereden karşılayıp, açlıklarını kenger,
yemlik ağaçlardan elma yabani armut erik toplayıp bastıran ancak çok
acıkmışlarsa yanına uğradıkları koyunlardan
kırpılan yünleri dere de taşın üzerinde tokmakla yıkma gibi keyifli işlerinde yardımlarına koştukları ebeveynlerin; kendilerini geç ya da hiç fark etmeyen ilgisizliklerinin çocuk ruhlarda yara açmaması
herhalde bütün çocuklar aynı tavırla karşılaştıklarından bunun yaşamlarının doğal bir parçası kabullenmeleri
olduğunu düşünmeyecek hengamede Champs
Élysées’deki dükkândan satın aldığı akik bilyeleri buluştuğu Marcel’e hediye edecek
Gilberte gibi roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen zarif, arkadaşlardan bir haber göz
önünde ip gibi arka arkaya dizilmiş
yuvalarına yiyecek stoklama
eylemindeki karıncaları, peteklerine
girip çıkan arıları, yıllar yıllar sonra “insanların arasında da yalnızlık duyulur,
dedi yılan…." cümlelerini okuduğunda Can’a, gözlerinin bir o yana bir bu yana
salınmasının ardından gelen “bu neydi şimdi”li
kalakalmış yüzdeki
ifadesine bakıp ‘Küçük Prens'i anlayan bir tane çocuk varsa
kör olayım’ dediğin onun sahip olduğu ;
filmlerde sık rastlanılan yan yana
uzanmış iki kişi arasında ‘yıldızlar
nasıl da parlak, bu ben şu da sensin, bak yıldız kayıyor haydi çabuk bir dilek
tut’ repliğini tekrarlatacak “gülümseyen yıldızlarını” gözlemeyi akla
getirmeyen “kuşkonmazların
pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki
Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince
ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli paragraflar yazdırtacak ucuz bucaksızlığından renkli hayal dünyasının kapılarını aralayarak, düşünme
yetisini, dimağı geliştirecek; senden bir önceki şehirde okuyan genç kuşak getirinceye kadar -kapısı cam çerçeveli küçük dolaptaki birkaç kitabı gördüğün Kasman (Xasıma) da şiir
yazan dedenin “baba oda”sı hariç köydeki ev damlarında hiç görmediğin kendilerini
de okumadıklarından okusunlar
diye Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi, Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali hatta
Nasrettin Hoca fıkralı hiç bir kitabın çocukların eline tutuşturulmadığı dünde
en büyük düşmanı üvey baba, üvey
anne kılan, Valdermort’u defetmeyi
planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter,
Alacakaranlık
(Twilight)
ta nasıl oluyorsa kan emen ama sevimli vampirler Bella, Edward ; cadı Sabrina,
Selena, Spider Man olunmak istenen Narnia Günlükleri, Netflix izlenerek büyülünen bugünde tahmin edemedikleri bir işsizlik,
mesleksizle karşılaşacak akıllı telefonlar, Facebook, Instagram
da yediklerini, içtiklerini görgüsüzce
paylaşıp, sosyalleşmeyi de kendileri
gibi düşünen yüzlerini görmedikleri Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram kullanıcılarıyla yazışma algıladıklarından empatiden, acıdan ve dahi hayatın gerçeklerinden uzak etrafındakilere
acı çektirmeyi seven Z , Alfa kuşağının Justin Bieber, Selena Gomez için ağladıklarına bakıp sanki Öyle Bir Geçer Zaman Ki Ali Kaptan'ın,
Halil Güneşli'den farkı varmış gibi Üvey Baba’da ağlanmayı hak eden Lamia’ya ağlayanları eleştirmelerinin
manasızlığında; saman kağıda basılmış bol
imla hatalı kitapların yerini almış televizyonların
Lamia çilekeşliğini çektirdikleri Küçük
Emrah, Küçük Ceylan’nın oynadığı Üvey Baba'nın, Küçük Besleme'nin bin beteri dramlarla dolu Prime
Time’larını kaçırmamak için tepsisine kumandasını, çay meyve, çekirdek, kek tabağını almış gecelikli, pijamalı, eşofmanlı kucaklarındaki mutsuzluğu, mutluluğu tahmin edeceğinden
yaşayamadıkları ama olmak istedikleri ne varsa
ne varsa aşk, zenginlik, kariyer, patron, çete reisi, özgüven, mücadeleyi tadacakları Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur dizilerini, başka evlerde yaşananları, başkalarının,
yakınlarının hayatlarını gözlemeyi,
içinde olmayı sevdiklerinden Esra Erol, Müge
Anlı, Zühal Topal’ların realite Show’larının
sadık izleyicilerinin ‘ iyi ki bir defa çektiniz durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız
hatrım kalır’ demeden on kere izleyecekleri onlarca Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin
senaristlerinin yönetmenlerinin ,
yapımcılarının neyse yazdıkları , onun da yazdıkları oydu demeyip; o filmlerin, dizilerin altına "spoiler” yazanların yaz tatili sonu ilkokulda
‘bir eğitici, öğretmen bu tür
psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder şuncağız çocuklara? Hem çocuğa kederi
önceden öğretmenin ne gereği vardı, zaten kederi öğreneceği bir coğrafya
karşısındayken’ ifritiyle Kemallettin
Tuğcu’ya yüklenmeleri neyin nesidir diye düşündüğün bir
neslin; özellikle taşralı dar,
orta gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını; hayata hep hüzünlü
tarafından baktıracak "tuğcu sendromu"yla
tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmalarının en… en önemlisi de kendilerini
kötü hissettikleri en kötü anda bile babasını kaybedip annesiyle şehre taşınan,
orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten seneler sonra döndükleri köyün tamamen
yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun başından
geçeni anlatan az önce bitirdikleri romanı hatırlayıp "olsun her şey bundan da kötü olabilirdi" kanaatkarlığına , kaderciliğine teslimini
sağladığından, kesinlikle,
üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine
kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu
için gizli gizli ağlardı” ruh halinde camdan seyrettiği oyun oynayan mutlu çocukları görmeye dayanamadığından belki de
konularından acıklı isimler Öksüz Oğlan,
Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim
Malı …koyduğu hemen her romanının, "çocuk
acı çekmeli" ana fikrinde temellendirerek annesi
babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi üstüne fakirlikten acı
çektirdiği yavrucaklara üvey anne ya da
babası tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan büyünce
tek satırını değil de her birine yüzlerce gözyaşı harcandığı hatırlanan öğretmenler istediklerinden, yatağa uzanıp fotoroman
gibi ard arda okumanın etkisinde
kalarak fırça yedikleri, kavga ettikleri
öz annelerinden ‘sen benim üvey annem misin? niye bana böyle kötü davranıyorsun?
bohçacı kadından mı aldın…kesin ben üvey çocuğum’ şüphelenme dışında, yetiştirildikleri evlerde büyüklerin acımasızlıkları gördüklerinden ‘çocukların acımasız’lığını destekleyecek
senin on bir yaşında ilkokulu, beşinci sınıfı bitirdiğin yıl
AP’den senatör tanıdık
vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın yaptığı gecekonduya, mahallenize iki, üç kilometre var, yok uzaklıkta az ötenizde Ulucanlar
cezaevinin avlusundaki kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde sabaha karşı 03’de idam edilmelerini %98 ‘inin sevineceklerine inandıkları
Türkiyelilere müjdelemek için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin
neredeyse hepsinin ortak “ Gezmiş, İnan,
Aslan idam edildi” manşetine ‘aman
Allahım olamaz asmışlar’ inanmazlığıyla bakmasına, Deniz Gezmiş ve
arkadaşlarının yakalanıp tutuklandıklarını
radyodan öğrendiğinde ‘ vah…vah ne zulüm yapacaklar kim bilir bu
gençlere’ üzüntüsüne bir sebep
bulmadığın yıllarda babadan, atadan CHP’li
olmakla gurur duymak ne kelime ömrü
boyunca sadıklığından onaylamasa bile
politikasını vazgeçmeyen; hatırlamadığın
ama ‘Hakife ‘teyzenizle çay içip
hemen geliyorum, evi yeni
temizledim kirletmeyin ‘ uyarısına eve döndüğünde kardeşlerinle bahçeden kovayla
getirip salondaki halı üzerine koyduğunuz öbek öbek topraklı cevabınıza ‘durun hele ben
sizi döveyim artık’ bağırmasıyla eline geçirdiği sandalyeyi aldığını görünce
karşısına dikilip ağlayarak ‘ben küçüğüm, beni değil gücünün yettiğini döv’ dediğini
sana hatırlattığında- ‘muhtemelen
seni döven babam karşısındaki suskunluğuna itiraz etmişim’ diye düşündüğün-
‘işte o günden sonra ne zaman pataklamak gelse içimden senin sözün aklıma gelir
, vazgeçerdim.Ama ‘yok yalan söylemeyeyim bir gün kız kardeşin sabah çıktı
akşam döndü eve telefon yok, yol yok, otobüs yok geldiğinde ‘nerdeydin’ -‘hala kızı Vaide’yle Kızılay’a
indik gezdik’-‘haber verseydin istediğin yere gitseydin’le hırsımı almadığından
çok değil az dövdüm’ diyen, çocukluğunu,
ergenliğin savrulmalarını büyüttüğü çocuklarının yanında yaşadığından ‘hiçbir çocuğum beni anne olarak
görmedi, onların,çocuklarının hizmetini yapan biri oldum hep’ ukdesini yaşayan
çocuk gelin annenin, dayına ‘ bizim Luto
(Lütfiye) bugün bana iyi de nasıl geziyor bu insan denizde’ demesin
mi hayretine teyzenin de bir gün, inanması zor ama gerçek ‘ ben Deniz’ in isim olarak bir insana takıldığını bilmediğimden Deniz, Deniz diye duydukça radyodan adını sanıyordum ki denizin üzerinde dolaşıyorlar’ açıklamasını
yaptığı günlerde her gün sabah, öğle,
akşam ajansında radyoda aranan “anarşistler” listesinde bir numara olarak adı okunduğundan ve de üniversite sınavlarına hazırlanan devrimci
dayılarının örgütleyerek sempatizanları yaptıkları ilkokul mezunu annenle anlamını
bilemeyeceği ‘şimdi bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem,
yatsın öyle anlatırım… ‘ gizliliğinde usul konuşmalarından anarşistlerden yanalıklarını,
anlayamadığın bir nedenle de askerden korkmalarını hissettiğinden ‘bemrad benim canımı yedin’le kızan annenden intikam almanın yolunun ondan daha
güçlü gördüğün askerlere şikayetten geçtiğine inanarak, sıcak havalarda ayaklarını camından çıkarıp geceye, rüzgara emanet ettiğin altındaki somya
yatağının üzerine çıkıp açtığın
pencereden, evinizden bir caddeyle
ayrılmış mesafedeki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine doğru
‘askerler dinleyin! annem anarşistlerin, Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ bağırmanı duyduğunda
al al suratla koşup seni kolundan çekerek
uzaklaştırmasına karşı koymandan dolayı ter içinde kalan sonunda elinden
kurtardığı pencereyi kapattığın da ‘
kızım sen deli misin? Ya askerler duyduysa … bırak askerleri ya komşular
duyduysa…’ çırpınmasını gördüğünde yaptığının çok kötü bir şey olduğunu anlayıp
bu defa korkudan, üzüntüden neredeyse ağlayacak halde gelip pişmanlığın
bakışlarına yerleştiğinde hâlâ olayın şokunda başını yumruklayarak dolandığı odada sana dönerek söylediği ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır sen yetiş,
yardım et …‘ne yaptın gelip beni alıp götürseler kim bakar size’ cümlesinde
‘kim bakar size’ de ki eve babanın getireceği bir üvey anne ya da üvey baba tokadını dayak yemediğinden değil daha bir acıtacağını sanmanın sebebi hikmeti
; coğrafyanın hüzünden, acıdan, savaştan, yoksulluktan soyutlayarak onlara
pembe bir dünya çizmek yerine sırf hayatın her döneminde karşılaşılacak "iyiler
her zaman kazanamaz, her öykü mutlu sonla bitmez" mesajından dolayı okunmasında beis görmeyeceğin Kemalettin Tuğcu’yu; üzerinden buz sularının geçmesi için
ayaklarını daldırdığın içindeki kaya gibi büyük taşların üzerinde düşmemeye çalışarak geçtiğin karşı kıyısında köylülerin dinlenme,
gençlerin elle ya da dinamit patlatarak
balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri ormanlık deré in’de, deré Mengelî ‘n sesine karışacak hıçkırıklarınla okuma zevkinden azat edildiğin ‘Leyla’yla öldüğü sene vedalaştık mı, ne dedik
birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi bana’ sorularını karanlıkta bırakan, o günlere ait silik, bölük pörçük birkaç anı; bugüne kadar getirdiğin,
çocukluğundan.
Küçük bir köyde nehrin
kenarında bir ev varmış. Sonra Deniz kenarında bir çocuk oynuyormuş. köy
çok güzel demiş çocuk sonra şarkı söylemeye başlamış “laylayalay “ sokakta yürüyordum küçük bir kız gördüm
bakmadı beni görmedi beni hiç tanımadı
hiççç. Suda yüzmeye başlamış balıkları görmüş dalmış her yerde bir şey
görüyormuş, gidiyor gidiyor ve gidiyor. gölün karşısına geçmiş sonra bir çocuk bir devle karşılaşmış dev merhaba demiş
sudan geçip fifafo fi fa fo diye
geçmiş.
Sonra dev hay ben inşaatçıyım tık tık tık her şeyi yapmış
sonra dev bir tost makinasıyla karşılaşmış
Sonra dev onu yazmaya
başlamış ay ne yapalım demiş karıştırmam gerekir topu demiş bir karıştırmış
havalar uçmuş dan dan dan ondan sonra ne var burda bir kalemlikmiş bir çekiçmiş
Onlar mum ya sonra çekişe vurmaya başlamış belli olmadık bir yere atlamış,
basketbolcu bir kız görmüş bende basket atayım mı demiş.
Ay o da golfçüymüş bende
kız sandım’
Ani bir atraksiyonla ‘tamam
yeter’ diyerek kucağımdan kalkarken ‘ dur dur kaybolmasın bir isim verelim
kaydedelim ne yazalım ‘Can’nın altı
yaşında yazdırdığı masal’ diyorsun diye kaydediyorum, büyüyünce ki ben olmasam
da yanında, açar, okur belki ne
biçim yazdırmışım der gülersin‘
le kaydettiğimizde düşünebilir miydim hiç,
bir gün sensiz tek başıma okuyacağımı yazdırdığın ilk masalını. Çok zorlandığın
vefatından sonra müfredattan çıkarılan el yazısıyla yazmayı öğrendiğinde ben
bilgisayarda çalışırken bu defa yine yazıcıdan çektiğin arkası karalanmış A4
kağıda kendin ayakta bir şeyler yazıyordun ‘ne yapıyorsun velet’, ‘ bak masal
yazdım’… ‘ne diyeceğim oğlum, yaptıklarını, seninle ilgili her şeyi bu çekmecede biriktirelim ( beyaz çalışma masasının yanındaki üç
çekmeceli dolabın en alt çekmecesini gösteriyorum) bundan sonra burası sana ait
büyüyünce ne zaman yaptığını bilmemiz içinde de tarihini yazalım‘ dediğimden yaptığın her resme , yazdığın her
yazıya, düşen dişini koyduğumuz buzdolabı poşetin üzerindeki etikete kadar sana dair sakladığımız her şeye
tarihini yazardım.Onun için yaptıklarını önüme getirir, sadece bakar unutursam telaşla ‘tarihh’ der sonra çekmecene koyardın .Ölümünden bir ay on iki
gün önce; yirmiiki Mayıs ikibin onaltı; ilk ve son kez yazdığın masalını öylesine
baktım ‘bir varmış bir yokmuş, evel zaman içinde kötülerin pirenses
varmış,(virgü de koymuşsun) o kadar kötü bir pirensesmiş ki hep kötülük aklına
her zaman kötülük yaparmış mesela tavukları bir kutuya dönüştürür başkalarının
sevdiği şeyleri paramparça edermiş’ yazmışsın; masada nereden aldığımızı
hatırlamadığım ama Mcdonald’stan alma
ihtimalimizin yüksek olduğu stıckers
duruyordu, ‘bunlarla da süsle’ dedim, süsledin.
Niye? Allah cezamı versin niye ??? ‘sormadım’ diye uzun uzun düşündüm sen vefat edince yazdığın masal
elimde; en büyük pişmanlığım, hiç olmadı
diyen yalancılara karşın en
büyük ‘keşke’m oldu… evet oldu ‘o
an niye sormadım sana; hani prensler,
prensesler hep iyi, güzeldi sana okuduğum masallarda, senin masalında niye
kötüydü pirenses’, senin kötü pirensesin kimdi? Kağıtta iki çocuk resmi; saçları uzun olanın üzerine Başak,
diğerine Can ortasına da ‘el ele’ yazdığın... başka bir resim,
kağıdının sağ ucuna 23 Mart 2016,
altına ‘Başak ve Can’ın düğünü’
yazdığım ‘bu resimde neyi anlattın’ ayy sende hiçbir şey bilmez misin bakışın ‘anlamadın
mı ??? Başak’la benim düğünüm; Başak’a duvak, boynuna papyon yapmayı
unutmadığın gelinle damatsınız ya ‘peki bunlar‘, ‘bunlarda düğüne gelenler’, ‘ vay vay Zırto’ya
bak, kimmiş bu talihli insanlar; üzerine
isimlerini de yaz’ anneanne, baba, anne
değil hepsinin isimleri resimlerinin üzerinde arkadaşların; Furkan, Güneş, Nehir, Cemil Efe;
topu topu sekiz kişi davetli düğününe… elimde katlandığı belli kareli
bir defterden kesilmiş uzun kağıt arkasına ‘Not’ yanında kalp resmi yapılmış; çantandan çıkarıp veriyorsun ‘sevgili Can bana yani Başağa aşık bunu
öğrendim’ yazısı altında tavşan, sen, Başak
resmi yapılmış ‘Başak verdi’ diyorsun. Sonraki gün üçgen kesilmiş bir kağıtta ‘Can
benim hakkımda hissettiklerini benimle paylaşabilirisin .Sende bana bir not
yazar mısın.seni çok ama çok seviyorum’
yazısı altında dört katlı bir
pasta, ilk katında cb yazısı kalp resmi;
ikinci katında c, kalp; üçüncü katında b,
kalp; son kat c yazılı üzerinde mum, pastanın bir yanında sen, diğer
yanında Başak ikinizin resminin üzerinde de
öpücük yazısı… ‘sen de bu ince davranışa karşı not yazmalısın’, ‘tabii
yazacağım‘.Sonrası senin yaptığın iç içe geçmiş kırmızıya boyadığın kalp şekli,
Can, Başak yazılı o kadar. Başağa not yazıp verdin mi, içeriği neydi belleğimde
karanlık. Acaba masalı yazdığın Mayıs ayında ‘merak ettim bu Başak nasıl biri, güzel mi’, ‘
böyle saçları uzun prenses gibi’ tarif ettiğin sonra belki bir gün, bir olayda ne bileyim herhangi
bir tavrıyla kalbini kırmış Başak mıydı
kötü pirenses? Yoksa yanağına bir öpücük kondurarak seni şaşırtan Selvinaz,
Elif mi? Bir gün çok çok sevdiğin
‘kankan’ ‘Cemil Efe aşık biliyor musun‘; kime aşık olduğunu söylemene,
belleğimi zorlamama rağmen hatırlamadığım ama benim ‘gidip söylesin yavrum’
dediğimi hatırladığım ‘Cemil Efe Ömer’le oynuyor teneffüste benimle değil’ dediğinde o küçücük yaşta
kırılan kalbinin yüzüne yansıttığı kederin, üzüntün, çaresizliğin öyle bir sıkıştırmış…sızlatmıştı ki yüreğimi ‘üçünüz birlikte de oynayabilirsiniz, Cemil
Efe seni çok sever, bak gör yarın
birlikte oynarsınız’la seni rahatlatmaya çalışmış; bütün gece ‘bu kadar
işte, üstüne titrenen evlerin prensesi,
prensleri; onlarca prens, prenses bir araya gelince kreşte, okulda, parkta;
kendisi hep el üstünde tutulduğundan karşısındakine değer vermeyen, kalp kıran
birer cadıya dönüşüyor; sıradanlığın büyüsünü anlatmadığımızdan arızalı bir
nesle önayaklık ediyoruz’ düşüncesinde üzülmene üzüldüğümden sabaha kadar
uyuyamamıştım. ‘Ne oldu Cemil Efe yine oynuyor değil mi seninle’, ‘evet, artık üçümüz koşuyoruz koridorlarda,
oynuyoruz’ diyerek her şeyin yolunda olduğuna inandırmıştın ya beni acaba öyle değil
miydi, kötü pirenses diyecek kadar
kırgın mıydın Cemil Efe’ye? İstediğin halde oyunlara hemen dahil
olamadığın çekingenliğin yüzünden;
kreşte, ana sınıfında, okulda, parkta sana yalnızlık hissettirten Neva’mı , Yusuf, Rüzgar, Emir Efe, Kıvanç, Berk’miydi ‘sevdiğin her
şeyi paramparça eden’ pirenses;‘kalbime yumruk attı çok acıdı’ dediğin annenin de öğretmenini uyardığı ‘Ege’ yoksa
serviste ‘Kocataş yerine Kocakafa diyorlar soyadımla alay ediyorlar’la
kızdığın Ali Emre, Kaan mıydı?İsmi hatırlanmayan
birisi "masal en dürüstümüzdür çünkü en baştan yalan olduğunu söyler
size" demiş; o minicik kalbinle…o minicik aklınla…o minicik ömründe; evde,
parkta, kreşte, okulda aynı yaştaki
arkadaşlarının; ailendeki, çevrendeki koca koca insanların yaptıkları, yaşattıkları öğrettiğinden mi sana okuduğum kötüyse bile bir biçimde bir peri tarafından
güzelleştirilen çirkinlerin kötülerle, güzellerin güzellerle birlikte anıldığı;
sarışın uzun saçlı prenseslerin kurtarıcısı yakışıklı prenslerin iyi,
tertemiz bir kalbe sahip; daima iyilerin kazandığı; hep de mutlu sonla
biten masallara hiçç inanmamışsın; masalların masalığını da bildiğinden. Belki
sen öldü, yok oldu demenin masalcasının “bir ömür boyu (sonsuza
kadar) mutlu yaşadılar..." olduğunu da çözmüştün de eşek kadar ben çözmemişken. Bir
masal gibi kısa süren ömründe; yaşadığımız masal da yazdığı gibi bitti ‘…kötü
bir pirensesmiş ki…..başkalarının sevdiği şeyleri paramparça edermiş’…. kalbimi
parçalara bölerek, bir varmış, hep varmış;ölümde, ’hiç’likte dağıtarak beni
bitti masalın; kendi masalında kitli
kalmak o anda, burada başladı; sen bir denize dönüştüğünden beri; arkandan
yosun tutuyorum; sarararak…
Büyüklerin çocukların daha uyumaları, avunmaları hatta
kendilerini rahatsız etmemeleri için masallar okuduğunu, ellerine tablet
verdiklerini, çizgi filmler izlettiğini anlamıştın sen değil mi Can.’Niye hep
uykudan önce anlatıyor, okuyorlar masalı’ diye
boşuna sormamışsın bana. Ahh aptal kafam ahhh sorularına rağmen sana masal okumaya, anlatmaya,
uydurmaya devam ettim. Sen görme
telaşıyla kapıyı kapatarak giyindiğim kansere verdiğim sol göğsüm yerine
konulan silikon sutyenin ağırlığı altında ezilen kalbim ‘aç, haydi aç, niye
kapattın’ sızlanmalarınla kahrolsa da açamazdım kapıyı. Acaba ne yapıyordun da
açmadın merakıyla odayı kolaçan eder ’niye
açmadın ‘ derdin işte hep o yalancı
göğsümde; masal kitabındaki resimlere
bakmak istediğinden kolumda, omzumdayken başın
ya da yan yana yatar, otururken
okurdum Külkedisi, Kırmızı Başlıklı
Kız, Pamuk Prenses, Küçük Kara Balık, niyeyse sevmediğin Küçük Prens, Pinokyo masallarını.
bir keresinde ‘bana kızdı’ diye babana şikayet ettiğinde beni ‘bak burnun uzadı
bile’ demiştim;korkuyla elini burnuna götürdün ‘yaaa baba yaaa, bak ne diyor,
burnum uzadı mı’ … ağlamıştın… ‘şaka oğlum, şaka ama yalan söyleme bir daha’.Gökten
niyeyse de kurtsuz üç elma da düşerdi
ya son satırı okuduğumda masalların;
işte o an masal kitabını yatağın üzerine fırlatır ayaklarımızı havaya kaldırır, tavana
bakardık ‘ yok yok’ derdim, ailedeki
herkesi kapsayacak kadar ‘ üç değil on
elma düştü’ sırayla sayardık bağıra bağıra ‘ biri bana, biri sana, annene,
babana anneanne.....Niye bilmem vefatın sonrası inanmadığını anladığım hangi masalı
okuduysam, yeni bir masal uydurduysam, hangi çizgi filmi ki doğa sevgisini
aşılayacağına inandığımdan çok istememe rağmen en fazla üç dakika seyrettiğin
hoşlanmadığın Heidi hariç, hayvanlara dair belgeseli seyrettiysek; biter
bitmez, anında ‘haydi oynayalım ,aklıma
bir şey geldi’, ‘çok güzel bir fikirim…bir planım var’ derdin; dönüşümlü
canlandırırdık filmin, masalın karakterlerini, hayvanları; bazen sen koşarak buzdolabını açıp peynir
çalan Tom, ben Jerry; bazen sen Jerry,
ben Tom; bazen iki elin başparmaklarıyla,
işaret parmaklarını birleştirerek
yaptığımız kamerayla hayvanları illaki
de leoparları, aslanları çeken bilim
adamı; bazen sen kurt, ben Kırmızı Başlıklı Kız; sen orman dekorumuz; salonda, holde kolunda yalancıktan taşıdığın kurabiye, kek konulmuş sepet, uydurduğun ‘lay, lay, loommmm”’ şarkısını söyleye söyleye ki yeniden oynadığımızda taklit edeceğini bildiğimden ben; salonda,
holde iki, üç defa dolanır yolu uzatır, kuşlarla kelimeleri yutarak, ‘s’leri ‘ş’
yaparak çocukça konuşurdum ‘ayyy ne kadar cüzel bir gün , aaaa yuvan
bulutlaya da yakın, mutlu musun yükşeklerde sevgili kuç Coco; babaanneme
gidiyorum, haydi arkadasım ol, beni takip et, birlikte
salkı söyleyelim; cik…cik..cik’; sen
babaannenin evi; odama gelirken yorganı
başıma kadar çekmiş sesini izlerdim ‘babaanne’
seslenmene ‘yavrucuğum yukarıdayım…’
içeri girerdin… ‘yaklaşsana yavrum, gel yanıma’… ‘babaanne niye böylesin,
sesin niye değişik, kalın ‘…. Masallarda, filmlerde görüp özendiğinden
çimenlere sermek için satın aldığım
beyaz, siyah kareli piknik örtüsü;
anneannenin tam istediğin gibi olan tutacaklı sarı hasır sepetimiz de vardı. ‘Haydi Park’ta piknik yapalım, anne sepeti çıkar, hazırlayalım’ talimatımla
buzdolabı poşetine koyarken ben senin
için salatalık, kiraz, ekmek içine köfte;
sen de Eti çubuk kraker, Oreo, Nestle gofret’ini koyuyordun
çaktırmadan piknik sepetimize; ‘Cano, insan söylemez mi az daha unutuyorduk en
önemli olanı peçete’yi derken ben
gülerdin sen ‘evettt’. Önde bir
an elimden kaçar yola fırlar araba çarpar diye
öldüğün güne değin sokağa çıkar çıkmaz elini tutuğum sen ve ben; peşimizde dizleri ağrıdığından yavaş yürüyen,
koluna piknik sepetini takmış ikide bir
arkanı dönerek kontrol ettiğin anneannen. Eşofmanımın cebindeki kağıt mendili
çıkarıyorum ‘ne yapalım biliyor musun? Hansel ve Gretel gibi arkamızda iz
bırakalım da anneannen de bizi takip
etsin olur mu?’ bir kağıt mendil de sana
veriyorum minik mink kesip yuvarlayarak yürüdükçe arkamızdan kaldırıma bırakıyoruz ‘ama anneannem hiç bakmıyor ki’, ‘biz de zaten bakıp bakmayacağını kontrol
ediyoruz, üzülme sen az sonra fark eder’ diyerek Lozan Park’tan içeri giriyoruz, arkamızda Kİ küçük
beyaz kağıt mendil izlerini kimseler fark etmiyor. Çizgi filmler içinde Walt
Disney yapımı “çirkin ördek yavrusu” gibi en az yüz kez seyretmeye doyamadığın
bir tanesi de Pembe Panter’in bebek bakıcılığı yaptığıydı. Bilgisayarı açtığımı
görür görmez ki bazen o kadar yaramazlık yapar, o kadar çok birlikte oyun oynardık
ki yorgunluktan bitap ben; biraz nefes almak için seni oyalayan ama oyunundan,
yaramazlığından alıkoyduğundan her seferinde bana
vicdan yaptıran kötü niyetli olduğumu hissettiren ‘bilgisayarda oyun oynayalım, film seyredelim
mi’ teklifime art niyetsiz balıklama atlar, kucağıma oturur Google
sayfasına ben yazarken illaki müdahale edip bana yazdırırken ; ikimiz de
heceleyerek ‘kır-al o-y-un.. Ha--zzal be-bek’, ‘pem-be pan-ter’ derdik, gelen web sayfasını gördüğünde telaşla ‘bas, bas, haydi’ derdin. Artık Youtube sayfasında aşina ‘Congratulations! İt’s Pink yazısını
gördüğünde kucağımda kıpır, kıpır ‘bu, bu işte, bu , tamam, haydi ’yle bana
fırsat bırakmadan enter tuşuna basar ‘tamam
başlıyor’la iyice yerleşirdin kucağıma. Recreation park, Picnic Area’da yazdığında ekrana
iyice yaklaşırdın ‘azıcık geri, gözün
bozulacak’ uyarımı duymazdın bile; pikniğe
gelen ailenin bebeklerini koydukları
sepeti, içinde yiyecek var sanıp kaçıran Pink Panther’in bebeğe
bakmadaki beceriksizliği seni öyle çok güldürürdü ki duygularını, telaşını,
heyecanını gizleme gereği hissetmediğin
büyüdükçe kaybedilen masumluktaki o çocuk sesi(n) ilk bahar, ilk yaz yağmuru olur, toprak kokan dinginliği getirirdi odamıza, eve.
Masallara inanmayı çoktan bıraktığından habersiz Can’a
masallar okur, çizgi filmler seyrederken; sen Beyoğlu’nun aklı buğulu Şairi, sende
büyüklere; how i met your mather tayfasının Maclaren’s’ı gibi dans ederken ayaklara basmanın
serbestliğinde, herkesin birbirini tanıdığı geleni, gideni aynı ziyadesiyle
de; entel, sanatçı, sosyalist,
ötekileştirilmişlerin,İstanbul’un
onsekiz yaş altı gençlerinin; doksanlı yıllardaki rahatça
muhabbet, küfür ettikleri, içki
içtikleri popüler Beyoğlu mekanları; Veli’de, Deli‘de, belki
sesini tok, kalın kıldığından ağzından düşürmediğin sigaran, elinde
sabah kahvaltısı niyetine yediğin, su
niyetine içtiğin kutu biran, şiir
kitabın “oysa söz vermiştik;seninle
birlikte kurtaracaktık rapunzeli..ilk biz uyandıracaktık uyuyan güzeli ilk biz
kırmızı başlıklı kız için kurtla dövüşecektik…pamuk prensesin cam tabutu
başında en çok ağlayan biz olacaktık…hansel ve gratele biz ormanda arkadaş
olacaktık…sen masallar severdin beni bir masala inandıracaktın…sabahlara kadar
kızmabirader de oynayacaktık…” şiirini okuyacaktın.Seni tanımak… seni anlamak…
sende bilirdin ki şiir dinletilerine
koşan, kitaplarını okuyanların çoğunun belki haberdar bile
olmadığı Rimbaud’u, Verlaine’i ,
Bukowski’yi, “boşanmış ailelerin mutsuz çocuklarının başlattığı Grunge”ın öncülerinden Cobain’li “kayıp çocuklar”ı tanımaktan…anlamaktan
geçiyordu. Can’nın daha doğmadığı; seni, genç bedenini, ideallerini darma duman eden, vatanında mülteci saydıran
darbe, ardından güvenlik soruşturmasında koca devlet mimlediğinden geçinme, iş
bulma, eve para götürme derdinde ‘amanda beni anlamıyorlar’la trip yapıp,
depresyona girecek vakit bulmadığın doksanlı yıllarda; ruh halini destekleyen, sana iyi gelen “sabahın seher vaktinde”, “
mevlam bir çok dert vermiş”, “allı turnam”lı Alevi deyişler; ”nasıl geçti
habersiz”, “gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin”, “bu han garip yatağı,
bülbül derdim ortağı”lı şarkılar; ezdikleri umutlarını canlandıran teybin sesini sonuna kadar açıp
mahalleye dinlettiğin Ahmet Kaya’nın
“ağlama bebeğim…çok uzakta öyle bir yer var…o yerler de mutluluk var”, “acı
çekmek özgürlükse, özgürüz ikimizde”, ”hani benim gençliğim nerde” kasetleri;
sakin sesli Joan Baez’in “donna donna”sı; lise’de vurulduğun ‘Kanarya adalarına
tatile gidiyorum, ne getireyim sana’, ‘Edith Piaf’ın kasetini’, “var ya Allah cezanı verecek, tatilimin bir gününü harcadım bu kasete…onca dükkan
yok…yok, sonunda şehrin dışında bir yerde bulabildim, al…haydi dinle’ fırçasını
yediğiniz Edith Piaf’ı; Frank Sinatra, Barbara Streisand, Beatles , Abba , Anetta Franklin, Mirelle Mathieu , Elvis Presley'i, Celine
Dion’nu, Tom Jones’tan Delilah, Love Me Tonight’ı dinlediğin o günlerde; ekonomik, toplumsal konumlarını yansıtan
anneanneden kalma eski hırkalar, yırtık kotlar, convers, oduncu gömlekleri
giyen, sahnede uçan, davula kafa atan,
gitar parçalayan, öne arkaya durmadan kafasını sallayan, seyircisinin üzerine
atlayan ‘topu kaçık, kafayı
yemişler’le ithamladıkların, küçümsediklerinle; aşırı depresiflikte, o
depresyondan ürettiği şeylerin karşı durduğu şey olduğunu anlayıp belki de düzene, topluma, aileye
‘nasıl yaşamam gerektiğini benden iyi biliyorsunuz, buyurun tek başınıza
yaşayın, bensiz ’ düşüncesiyle; dördüncü yüzyıldaki Epikür’ün “hayatınızı
zenginlik ve şöhret gibi önemsiz amaçlar için karmaşıklaştırmayın…sözgelimi
şöhret başkalarının görüşlerinden ibarettir ve hayatlarımızı başkalarının
istediği gibi yaşamamızı gerektirir.Şöhrete ulaşmak ve onu sürdürmek için başkalarının hoşlandığı
şeylerden hoşlanmamız ve uzak durdukları şeylerden uzak durmamız gerekir….”
tespitlerine katılarak kafasına sıkan Nirvana, Soundgarden, Pearl Jam’ın vokalistleri;
Kurt Cobain, Chris Cornell, Layne Staley’in intiharıyla gündeme gelen “grunge laneti”; Heavy Metal, Hard Rock, Punk, Pink Floyd,
Metallica, The Doors’la tanıştıracaktı seni. Böylece anlayacaktın; senin
büyük bir dogmatikliğe; Marksizme, Leninizme, devrime mahkum ettiğin benliğin, aklın yüzünden yıllar,
yıllar sonra fark ettiğin; umut,
aşk, mutluluk, devrim, kavga, aile, dahil olumlu, olumsuz her şeyin er, geç kabak tadı veren bir yitişe,
bezginliğe, anlamsız bir dünya figürüne çıkacağını; uğruna mücadele verdiğin,
vermediğin her şeyin de dönüp, dolaşıp çıkmaza gireceğini gördüklerinden
bir şeyleri değiştirmeye kalkışmaktansa efendi, efendi surat asarak, omuz
silkerek yola devam etmenin
gerekliliğini; senden, çoğu insandan önce
fark ettiklerinden; kurmadıkları içine doğdukları adı farklı da olsa sistemlerin saç ayakları
devlet, din , aile; anne, baba, toplumun başa çıkamadıkları hayatı kıskaçlayan, sıkıştıran
kurallarına, despotluğuna, riyakarlığına karşı
var olma savaşında hayattan,
kurulu düzenden, aileden, toplumdan, dinden
tiksinen, şikayet eden düşüncelerini, duygularını, amaçsızlıklarını,
mutsuzluklarını adeta bir intihar notu niteliğindeki şiirlerinde, şarkılarında seslendiren “kayıp çocuklar”; senin kayıp kuşağın gibi cidden de mutsuz…sevgisiz… umutsuzlardı. Ne yapacağını
bildiğini sandığın halde sonunda “kayıp
çocuklar”la aynı ‘ne yapacağını bilmez
bir halde’ ne kadar boğucu, sancılı olduğunu da unutmadan yaşamak noktasında
buluşacaktın tek farkla onlar gibi
yüksek dozajlı uyuşturucuyla tek başına ölmek istemiyordun oysa şimdi ….???? İşin
ironisi de ABD ve Avrupa’dakilerin
tersine Türkiye gençliğinin The Grunge’ı müzik türünden ziyade kendi içinde acı çeken,
dışlananların hayata karşı isyansız bir duruş olduğunu algılamaktansa “offf
karnım ağrıyor”la gezinme; uyuşturucuya, içkiye merak; ‘bakın ne dertliyim, iyi bakın…Ece
psikiyatriste gidiyor, ben de iyi değilim yollasanıza’lı depresyona girme; ‘kimse, dünya beni anlamıyor, hiç biriniz annem, babam hiç kimse’ psikolojisiyle “rape
me”, “ my gırl whrere did you sleep last
night”, “ come as you are”, " the man who sold the world” ki en
çok bunu sevecektin“boş ver” “Nevermind’li şarkı sözlerine sığınma; “depresyon hırkası”,
oduncu gömleği convers giyme
sanmalarıydı.
İşte benim, belki
lanetli şairimin aklından geçirmekle kalmayıp diyebileceği bugün seslendirdiğin ‘mutlu bir insan olarak
ölmeyi beceremeyeceksem ki beceremeyeceğim; sarhoş, uyuşmuş bir halde ölmeyi yeğlerim’ini o yıllarda benimsemiş
“kayıp çocukların” yalnız öldükleri hikâyeden bahsederken; İstiklal'in
sanki Tünel’e değil sonsuzluğa açıldığını sanacak çocuksuluğunda masallar
okuduğum Can, o zamanlarda ve sonrasında Baudlaire,
Rimbaud’dan Verlaine’den, Cobain’den;
senin benim lanetli şairimin “
yavşadığımı, asıldığımı falan düşünme biliyorsun ben gay’im”le en yakışıklı, en karizmatik ibne listesine yazdıran Kenan Doğulu’yu arzu ettiğin, Tarkan’la
tırnakları bakımlı olduğu için yatmak istediğin, Emre’ye, İlhan’a, Serkan’a akrostiş şiirler yazma vari cinsel
tercihinle ilgili “… futbola birlikte…bana göre en homoerotik şeylerden biri
ege deki efe oyunlarıdır”lı şiir okuduğun
mekanları doldurtan benzeri
düşüncelerini, duygularını dile
getirerek, şiirlerinde kullanarak belki
de sansasyon yaratacak doneleri ellerine
vermek için evinin kapılarını sonuna
kadar açıp ertesi gün sosyal medyada “sık sık partner değiştiren, kendisinin
asla değişmeyeceğine inan insandır... heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten
taştandır”lı ilişkilerini ifşa etmelerinden çekinmediğin tabulara vurgun
toplumla, insanlarla oyun oynamayı,
onları sarsıcı söylemlerde, eylemlerde bulunmayı sevdiğin, dibine vurduğun,
vurdurulduğun hayatından; bazen naif bazen kaba kişiliğinden habersizken; benim içinse daha sen İstiklal Caddesinde, Emek, Atlas
Sineması’nda, Hayal Kahvesi’nde, Kemancı’da bir konserde karşılaştığın
insanların anılarında ‘o mu, birası ucuz, havası dumanlı, müziği efkarlı bir
barda tesadüfen tanışıp, geceden sabaha şiirden konuştuğum şair, çık Taksim’e, Beyoğlu’na
illaki rastlarsın’la yer edinmiş
“….Büyük İskender’in oğludur... Henüz beş yaşındayken -birtakım entrikalar
sonucu- öldür(t)ülmüştür... Ben şiir yazıp şair sıfatını kazanmaya başladığım
dönemlerde bir furyayla herkes kendine ‘büyük’, ‘mega’ v.s. gibi sıfatlar
buluyordu... Madem siz ‘büyük’sünüz ben de ‘küçük’ kalacağım diyerek bu ismi
kullanmaya başladım... küçük İskender, Büyük İskender’in beş yaşında
öldür(t)üldüğü için hiç büyümeyen oğludur”la
anlattığın k.İskender değil bu her şeye kural uydurmuş, despot toplumun dışında kendine bir alan
yaratan, orada atılan oklardan korunarak yaşamayı beceren zırhsız şövalyeli gece Şairi, hülâsa “terbiyesiz bir gey”din. O zaman
hakkında sosyal medya da yer alacak “iki bin yılında, kısa bir süre önce başarısız
bir intihar girişiminde bulunmuş olan bir arkadaşıma moral vermek amacıyla
yanında bulunmaktaydım ve sırf onu keyiflendirebilmek ümidiyle bir gece vakti
mevzu bahis şahsın evini aradım ve buldum. Kendisi bizi nazikçe içeri davet
etti, ama cebinde sadece yüzeli Türk lirası parası bulunduğunu, bunun da yarın
sabahki Radikal parası olduğunu söyleyerek, ikram da edecek hiçbir şeyi
bulunmadığını ekledi ve âdeta utandı. Samimiyetinden etkilenmiştik açıkçası.
Zaten "içkiler bizden!"di; biz de dışarı çıkıp sabaha kadar yetecek
miktarda votka ve bira stoku ile geri döndük. Keyifli bir sohbet yaptık;
kendisi bizi çok sevdiğini, şayet sevgili olsaymışız birbirimize çok
yakışacağımızı, ne iyi edip de geldiğimizi, sıkıcı geçmeye aday gecesini
keyiflendirdiğimizi, yarın mutlaka yine gelmemizi istediğini söyleyip durdu.
evinde bir de arkadaşı vardı, Cücü diye seslendiği.
yirmi yaşlarında güzel bir oğlandı, ancak bize sevgili değil, sadece arkadaş
olduklarını da özellikle belirtti. Her şey çok iyi gidiyordu, ta ki sabaha
karşı saat üç sularında k.İskender bize
gerçek yüzünü göstermeye başlayana dek. Çok iyi niyetli ve saf bir insan olduğu
her halinden belli olan Cücü'ye incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir
sebepten dolayı kızdı.buna haliyle bozulan Cücü salonu terk edip odasına gitti.
Ağlıyordu ve hıçkırıkları salona kadar geliyordu, İskender daha da sinirlenip
adamın yanına gitti ve bir ton küfür edip geri döndü. Arkadaşım ve ben âdeta
donakalmıştık, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Beş dakika kadar sonra İskender’in siniri geçti
ve bize dönüp "çok mu sert davrandım acaba" dedi, biz de, evet, gidip bir gönlünü alsan iyi olur
diye cevapladık. İskender tekrar Cücü'nün odasına geçti ve kısa bir süre sonra
ikisi beraber döndüler. bu tatsız olay için özür dilediler, biz de yok canım ne
demek, olur böyle şeyler dedik (ancak hâlâ şaşkındık tabii). Birkaç dakika
içinde yeniden keyifli bir muhabbetin içine girdik. Yalnız o ana dek sohbete
hep aktif bir şekilde katılmış olan Cücü biraz suskun ve gergin görünüyordu;
ruh hali sanki daha yeni başlıyoruz der gibiydi. Gerçekten de birkaç
dakika sonra İskender beni, o ana dek hiç Tolstoy okumamış olduğum için (!)
evinden küfürler eşliğinde kovdu. Böyle bir olay gerçekleşmediği takdirde
moralinin en azından önümüzdeki birkaç gün boyunca daha iyi olacağına inandığım
arkadaşım ise tek kelimeyle yıkılmıştı. Hiçbir şey söylemeden sessizce evden
çıkarken Cücü'nün benden özür dilemesi ve "abi bu onun her zamanki hali,
kusura bakmayın" demesi ise beni hiç şaşırtmadı. K. İskender’i bir daha
hiç görmedim. Cücü’ye ise ertesi gün akşam saatlerinde İstiklal Caddesi’nde
rastladım; yeniden özür diledi ve İskender’in bunu yeni tanıştığı ve hoşlandığı
herkese yaptığını söyledi. Eyvallah dedim ve onu da bir daha hiç görmedim. bu
olaydan ciddi şekilde yara alan arkadaşım ile ise aramız bir daha asla eskisi
gibi olmadı ve bunun suçlusunun nevi şahınsa münhasır bu insan olduğunu
düşünmekteyim. bu olaydan bir süre sonra, yine aynı benim gibi onu
tanımadan evine giden bir başka
arkadaşıma da aynen bana davrandığı şekilde davrandığını öğrendiğim ve bu son
olaydan sonra artık kendisi için üzülmeye başladığım şahıstır.” Entre’yi okuduktan sonra aynı platformda “ belki kim olduğunu bile bilmediğiniz
‘Cücü’ye kötü davranmıştır; Cücü’nün birkaç gün önce eve getirdiği anarşistin
yandan yemişi sarhoş kızın İskender’i tırmaladığından veya Zozi’yi
sıkıştırdığından haberiniz yoktur oysa; Cücü’ye bağırdı diye sevmemişsinizdir
siz onu; Cücü’yü tanımaksızın üstelik..”le trollerine kendini savunduracak mekanizmaları da yaratacak sosyolojik
vakaya doğru yol alırken sen; ben o zaman, hâlâ ve her zaman hiçbir şey
değilken;belki konumunuzun, statünüzün, sosyal sınıfınızın farklı olduğu
insanlar ya da herkes gibi; o
okuduğunuz, canlandırdığımız masallarla döndürdüğünü(mü)zden adına hayat
denilen; yemek yeme, içme, giyinme, iki
tek atarak gevşeme, sevişme, uyuma, yürüme, konuşma, düşünme, kitap okuma, şiir
dinleme, işe, okula, sinemaya,
tiyatroya, alışverişe gitme, olmadığı halde olduğuna inanılıp bir ömür
ardından koşulan aşk, bitmeyecek sanılan okul, sınavlar, iş arama, devrim, demokrasi, özgürlük için mücadele vari onlarca meşguliyetle, alışkanlıklarla
bitirdiğin günün akşamında, mesai bitimi işyerinden yorgun, argın ağızda “yareme tuz diye
yakamoz bastım”la ayak bastığın evinde; seni ailen, eşin ya da sevgilinden daha büyük bir
sevgiyle karşılayacak karakterini yansıtan
bir isim de taktığın Yorkshire
Terrier cinsi köpek ya da Amerikan Curl cinsi, kedinle günün mütalaasını yapıp, Pizza İl Forno’dan söylediğin kavurmalı pizzayla
ya da köpüklü bir
küvette , gözler kapalı elde şarap dolu kadeh Emma Shapplin’den peş peşe “ vedia maria”,” la notte etterna” veya klasik
müzik dinleyeceğini; BB kremli, yıprattığını bile bile vazgeçilmeyen fönlenmiş,
yeni trend doğal bebek sarısı ya da kumral boyalı belki de balyajlı, ombréli, röfleli saçlarını eliyle
kulağının arkasına iten hanımefendilerle, David Beckham misali uzun saçları arkasından toplanmış, küpeli, kot pantolon üstüne tiril tiril gömlek
ceket giymiş cool beyefendilerle randevulaşıp,
onlardan “oooo çok şıksın” övgüsünü işitip,
beğeni dolu bakışlarını üzerinde toplayacağınız
“trend” bir restoranda, bistroda; Mezzaluna’da Carpaccıo Dı Manzo Con Rucola E
Parmıgıano yerken; menülerin olmazsa olmaz mezesi ”ne olacak memleketin halini;
Evren, Ecevit, Demirel, Çiller, Yılmaz’ın yerini aldıklarını unuttuğunuzdan, sonsuza kadar hayatınızda yer alacaklarmış sandığınız
Tayyip’i, Binali’yi, Kılıçdaroğlu’nu, Demirtaş’ı, Akşener’i, İmamoğlu’nu, Serok
Apo’yu Kürtleri, Türkleri, AB’ı, ABD’yi,
Trump’ı , Putin’i, Macron’u köşe
yazarlarını, vizyona giren filmleri, Jean de la Bruyere’nin “büyük bir servet sahibi olmadan sevmek acıklı
bir şeydir“ betimli aşkı; ‘bugün öğrendim Reynmen diye bir sosyal medya
fenomeni varmış, “Derdim Olsun” adlı bir single yayınlamış, beş saate dört
milyon izlenmeye ulaşıp Youtube’da en çok izlenilen videolar listesinde
birinci, sözlerini bir duysanız, halkımız bu, tuhaf….’ ; ‘yeni mekan; İstanbul yıkılıyor, Akaretlerde B Blok’ta bir San
Sebastian Cheesecake yapılıyor, efsane, bir gün de Oran’daki Kalbur
balık’a gidelim, çookk methediyorlar, her şey “fresh”miş, yalnız bir ay önceden rezervasyon yapmak
lazım’lı mekanları; üç kuşak öncesinin
yoksul, orta gelirli atalarının,
ebeveynlerinin bulamamalarından ziyade pahalı
ya da imkanları elvermediğinden alamadıkları, yiyemedikleri, içemedikleri
sonrasında gelen kuşağınsa yeme, içme, marka
giyinme ulaşılmazlıklarına kavuşmasını ‘adam kapıcı Malboro içiyor, geçenlerde Panora’da ne göreyim, ailece El Paso’da, yanlış
duymadınız El Paso’da hamburger yiyorlar’ küçümsemesiyle karşılayan, masadakilerle
arasındaki statü, gelir, kültür, sınıf üstünlüğünü
ortaya dökmek için fırsat kollayanın ‘ ben
gittim, her şey olağanüstü, Caprese’si,
bal kabaklı polenta’sı; öyle taze, öyle doğal, öyle hafif… öyle Akdeniz…öyle
Ege… benim için öyle Bodrum ! Öyle Ardeşen …’serenadına “vayy hocama bak! Vedat
Milör yazamaz, söyleyemezdi bunları, ama
yine de yedik sanma; Caprese bildiğin domates, peynir, fesleğen üçlüsü,
polenta sulu mısır unu, San Sebastian Cheesecake’se bence overrated bir tatlı’yla
verilen ayarı konuşacağını; ‘ bomba haber; handsome Erkan; İstanbul’da bir barda Sabancıların torunuyla
tanışıyor; evlenmiş bile, o hedonist Erkan’ın
şansına bakar mısınız, buna dört ayağının üzerine düşmek deniyor’ dedikodularını dinlerken; deliler gibi zırhsız
şövalyeli Şairin “kamera stop! yalnızlığımla kapalı gişe”liği“ ‘seçiyorum lan!’
çalımıyla ‘hepiniz…kendini bir halt sanan
pisliklersiniz…aranızda işim olmazzz..
canınız cehenneme’ çıkışıyla mekanı terk etme
hiç ama hiç bir zaman hayalliniz ol(a)mamışken; birden gençliğini
devrim güzergahına asfalt etmiş kendinizi,
herkes gibi otuz, kırk yaşında; anne ve babayla parkta yürüyüş, pazarda ya da
AVM de domates, biber, patlıcan, giysi,
zücaciye alış verişi yapıp, bir Cafe’de çay, kahve içerken bulduğunuzda; ne yaparsan yap, ne kadar düzgün olursan
ol, her zaman hakkında atıp tutan, uğraşan,
seni çamura bulayan, sana karşı asla dürüst olmayacak birilerin
ki o birilerinin bizzat ailenden de olacağını; söylenenleri, yapılanları takmanın,
cevap vermekle, kendini savunmakla uğraşmanın zaman kaybı olduğunun
kavranacağı aydınlanma çağına ancak giriş yapmışsınızdır.
Aydınlamanın
o ilk günü; sanki dünyayı, hayatlarını
değiştirecek bir şeymişcesine; insanların birbirlerine niyeyse açmayıp; ne yararı olacaksa da beraberinde mezara götüreceğini sandığı ama
mutlaka bir gün dünyada yokken bile açığa çıkacak onlarca sırın, yaranın orta yerinde, insanın belirlediği, çizdiği ama nedense Tanrı’nın
boynuna atmaktan çekinmediği en büyük suç ya da sevap; “kader” denilenin de doğduğunuz coğrafya,
ülke, birbirlerini kullanmaya endeksli aile, üyeleri olduğu kör gözünüze parmakla sokulurken; asırlardır süren, sürecek erkek
egemenliğinin hükümranlığında; durduk yerde Ekşi Sözlükte
“şaka mı bu”yla okuyacağınız “sende yap 3 çocuk bak ta görelim...evin hanımı olmak kolay; yiyorsa,
evin erkeği ol.. her bok senden bekleniyor.. ekmek senden, alışveriş senden,
parka götürmek senden, okula götür/getir senden, berbere götür/getir senden,
spora götür/getir senden, ek derse götür/getir senden, dersleriyle ilgilen
senden, kütüphaneye götür/getir senden, çocuklara hikaye oku senden.. bir
yemek ve temizlik isine hanım bakıyor oda yarim yamalak haa... yeni nesil hanımlar
anca bu kadar becerebiliyor çünkü... yemek desen cacık, çamaşır desen kokmuyor,
bide en pahalı deterjanlardan alıyorum şöyle
burcu burcu kokalım diye yok ama nasıl oluyorsa.. bulaşık desen makine yıkıyor...
ondan sonra kalkmış bana kan testi diyor... her şey senin dediğin gibi 80 yaşındaki
ninenin yaptıklarına benzese keşke ama nerdeeee… yeni nesil hanımlar Facebook’tan,
Survivor’dan, Twiter’dan, Müge Anlı’dan, Zühal Topal’dan, Esra Erol dan artık
ahlak bozucu başka ne bokum TV programı varsa onlardan etkileniyor bana çemkiriyor,
o programları yapanların Allah belasını versin, hele de o Facebook kurucusu
Mark Zuckerberg; Instagram’ı bulan Kevin
Systrom yok mu işte onların da pipisi yok, yok çükleri
düşsün” Entre’siyle; “Bukowski
okuyup Tom Waits dinleyen kadınlar” başlığı altında ‘vay canına’ dedirten “Bukowski okuyup Tom Waits
dinleyen erkeklerden pek de farkı olmayan yaratıklardır. Şöyle bir kabullenme
vardır ki o da Bukowski, Tom Waits
ile bütünleşmiş durumdadır. Sebebi bellidir; her ikisinin de asi
kişilikleri, fiziksel özelliklerini, dış görünümlerini şekillendirmiştir ve
ikisi ile ilgilenen kişiye aynı hisleri yaşatmayı başarmışlardır. Burada sorun
şudur ki; sadece bir iki parçasını dinleyip Tom Waits hakkında fikir sahibi
olduğunu iddia edenlerle, belki de yalnızca ismini ve eserlerinin potansiyel
içeriğini bir şekilde öğrenmiş olan bazı kişilerin hemen önyargı içine
düşmeleri ve bu başlığı adeta imalı bir söz öbeğine dönüştürmeleridir. Bazı
konular hakkında görüş bildirmeden önce iyice anlaşılması gerektiği maalesef
kendi çevrem tarafından benimsenememiş olup beni bunları yazmaya
yönlendirmiştir. Ayrıca söz konusu durum, zevkler ve renkler meselesi de
değildir kesinlikle... ortada eşi benzeri olmayan eserler vardır. Genelde bi
saati vardır bu ikilinin gecenin bi yarısında, herkes köşesine çekilmişken
fonda Tom Waits, bi elde Bukowski diğerinde sigara akar gider peki nerden mi
biliyorum? Ahmet Altan okuyup aklını
katleden kadınların antitezidir bence böyle kadınlar. Keşke "vişne likörlü
çikolata yerken Nietzsche okuyan kadınlar" ımız olsa da onlardan da
bahsetsek. Hayır yani biz de Tom Waits dinleyip Bukowski okuyoruz lakin böyle
iltifatları bi gün olsun duymadık” yorumlarını okur gibiyken yakacaksınızdır gemileri artık; bilmeden... belki bilerek… Üstüne artık hayatta ne kadar didinirseniz didinin gelmek,
olmak istediğiniz yerin yakınına bile
gelemediğinizi, gelemeyeceğinizi; her fırsatın, her umudun, her değişimin elden kayıp gittiğini de gördüğünüz bu şehirde; Ankara’da, bir an bile yalnız kalma fırsatı yakaladığınıza şükür
edemeden hep aynı yüzlerle karşılaşırsınız kimseleri görmek istemediğiniz
mekânlarda, sokaklarda kaçamazsınız; neden kaçmadığınız ??? neden uzaklaşamadığınız ???
neden saklanamadığınız ??? ne bulacağınızı bilememenin çekingenliği midir onu da hiç
bir zaman bilemezsiniz. Oysa kaçmak,
gitmek, uzaklaşmak belki tüm sorunları da kökünden halledecektir. Kendisini her şeyden kurtaracağını
düşündüğünden insanın *en* , *uç* hayali olarak dilinden düşürmediği nasıl da
büyülü bir kelimedir o; kapıdan çıkıp…hatta kapıyı ‘tak’ diye vurup alıp başını gitmek; “insanlardan
uzağa; ellerimizi, ayaklarımızı” yüzümüzü de bırakıp,
tek beyinli uzaylı bir mahlukat gibi; el
sallayan değil el sallanan olmak. Yalnızca bugünlerde mi???? hayır !! hayır !!!
her zaman, kimi görsen, kime sorsan sonucunda
olmasa da nedeninde birleştiği bir uzaklaşma
fikri… herkes de hep bir tek “başını
alıp gitmek” istiyor; küçük bir sahil kasabasına, bir köye, bir başka ülkeye, “Çin
lokantalı” dağlara, uzaklara, hayatından, memnun yok… kiminle konuşsan aynı şey; her şeyi,
herkesi ardında bırakıp gitme isteği;
yeknesak bir hayatı yalınlığıyla güzelleştireceği düşünülen evlerin, o evlerin
içinde kurulacak geniş sofralarda, şehirdeki gündelik akışkanlığın kusursuz bir
yabanilikle, çirkinlikle ezberlettiklerini;
buhranlarımızı, endişelerimizi, korkularımızı; huzur getirmekten uzak planlan(mış)an geleceği birlikte unutacağımız
yeni insanların; yeşil, sessiz, sakin köylerin arasına yerleşmek…belki de
kentsel dönüşüm denen sistematikleştirilen yıkımın nesneler, duygu dünyasına biçtiği rol, keskin, kesin bir
hunharlıkla beslendikçe; yaşamı, bireyi umursamayan yeni düzen, eskiyi; ikame
edecek yeninin harcını yok etme ideolojisiyle karıyor; kentin tasfiyesi tüm
ihtişamıyla kurulan şantiyelerin gürültüsü eşliğinde kutlanıyorken, bireysel
alanı daralan; gündelik hayatın görünümünün, dokusunun, içeriğinin, birlikte
yaşadığın insanları nasıl başkalaştırıldığını, kentsel dönüşüm denen,
gereksinimmiş gibi gösterilen ihtiyaçlarla nasıl manipüle edildiğini, bireyin
yerinden edilmiş, sınırları değiştirilmiş bir yaşam pratiğini benimsemeye nasıl
mecbur bırakıldığını gördükçe;maalesef kent dönüştükçe değersizleşen,
silikleşen, yabancılaşan bireyin yaşadığı yıkımın, yerine yenisini ve daha
güzelini koyacağı şiarıyla çıktığı yolda birbiriyle aynı, sıradan ve öncesiyle
kıyaslandığında daha çirkin yaşam alanlarının varlığıyla nihayetlenerek kenti,
bireyi, gideni farklı şekillerde yok
edeceğini yaşamadan, bilmeden de önceydi
öyle yanına üç, beş şey falan da almadan, bir başına gitme tutkusu.Vay canına bu paragrafı, bunca
kelimeyi nasılda harmanlayıp yazdın diye
düşündün değil mi?Tabii bu satırlar seninse, yeni trend birinden araklamadıysan…intihal mı? Yaleppii olacak
şey mi bak ne deniyor şimdi eğer tek bir
yerde yazılmış, okunmuş, söylenmiş bir
şeyi alır kullanırsan intihal; o şey üç
dört yerde yazılmış, söylenmiş, okunmuşsa
esinlenmeymiş canımın içi ya…Gitmek…
. bir değil pek çok insanı da terk edeceğin gitmek; yanında, yörende kim varsa
ondan, köklerinden uzaklaşmak, tek kendin gidiyorsundur ya bu da yeter zaten;her şeyi, herkesi yanında götürdün demektir. Gitmek, terk edilmektir;bırakılmaktır
öylece, bomboş, kendi başına. Kalan gelmemiştir seninle; kalmayı tercih etmiştir.
Onlar kaldıkları, o kaldığı için hep
haklı, sense gittiğin için hep suçlusundur. Ve fakat, ne yazıktır ki, herkes
onun, onların niye kaldığından çok senin niye gittiğinle ilgilidir. Farklıdır
gitmek; bilinmeyene gidilir; bekleyene gidilir; beklenene gidilir;
zorunluluktan gidilir; zevkine gidilir... gidilir de… gidilir de… niyeyse hiç bitmez de o gitmeler
belki Gitmek’te bir son gizlendiğindendir; senden öncekine, ölene…belki de ölüme gidilir çünkü…
Git haydi, git adından ne olduğu belli bu gitmesen hep böyle…öyle…benzer
hayatlar yaşayacağın gri Ân-kara’dan; tam da gidecek kıvamdayken bu Ân’ı hep karadan, git haydi ! düş yollara da görelim; gitmek
nasılmış? Başkaları gibi sende yapamıyorsun değil mi? bir
şehirden gitmekten bir balonu uçurmaktan daha ağır geldiğinden yapamıyorsun.Enis
Batur mu yazmış “kimse fark etmedi, durduğum yerde durup dururken yola
çıktığımı” senin ki de o misal . ‘Nasıl
yaşıyorsun o şehirde’ nidalarına kulak tıkayıp yine gidemiyorsun işte her şeyi
yüzüstü bırakıp, neden ya neden… niye alışkanlık ? Bravo, uçak, internet
vesaire vesaire ile her şeyden, her yerden haberdar olduğun gökyüzü bilgisayar
ekranı olmuş dünyada; monotonluğu,
bıkkınlığı, yeniye yelken açmayı, serüvenci ruhu, heyecanı yeniveren alışkanlığa
biatta nedir yahu…kalıyorsun değil mi?Cesaret nesil atlayabilir değil mi? Bak
sen cesaretin mi yok…boş versene hepimiz kalıyoruz, ait olduğun yeri
bilmediğinden kuş olup uçmak isterken ağaç olup kök salıyoruz; işe girme…evlenme...
çocuk sahibi olma...ömrü bankaya kiralayan kredi çekme, borçlanma...işi
büyütme; mevki, makam istemeler…kendine ait bir ev, araba, yazlık, altın, para peşinde koşmalar... bir bakmışsın meftun
olduğun işin, onca para döküp
Bauhaus’tan Verona serisi fayansla
yenilediğin mutfağın, evin, bir ağaç,
bir çiçek, bir çocuk; yeğenin, geniş bir koltuk, yatak bile gitmekten alıkoymuş
seni. Bırakıp gidemiyorsun işte; bahçendeki
boyu balkona uzamış kaysı ağacını, odandaki yeni alınmış ortopedik çift kişilik
yatağını, üzerindeki kardan adam minyatürünü, kalemlerini, kahverengiliği
solmuş vazonu koyduğun masanı,odanın duvarını süsleyen siyah çerçevesinde;
siyah elbisesi içinde saçlarını siyah bir fileyle toplamış, eli çenesindeki Marilyn Monroe fotoğraflarını hatta krokanlı pastasına bayıldığın
Angora pastanesini bile bırakıp gidemiyorsun. Sen zaten, onsuz yaşayamayacağını bildiğin yanına almak
istesen çekirdek ailesini bırakıp
gelmeyecek, o gelmek istese de çekirdek ailesinin bırakmayacağı yeğenini; Can’ı
bırakıp ta hiçbir yere gidemezsin.
Allahım !!! Tanrım !!!
Hego !!! ‘onsuz yaşayamayacağını bildiğin…..yeğenin…’ bu satırları ben yazmışım. İki bin on altı yılının Nisan ayında onu kaybetmeden dört ay önce; hayatın olağan akışında
senden sonra öleceğini düşündüğünden yazmışsındır o satırı. Ne bu ya…ne… bu
Allahın cezası yüzyıllardır içindeki ölümü kuşaktan kuşağa taşıyan, ezber bozmayacak haytalıktaki hayat; ne kadar da
bayat… eski…ne kadar yanlış; daha O yaşıyordu, küçücük elini almıştın avucuna ‘ooooo
hayat çizgin çokk uzunmuş oğlum, ayyyy çok mutlu oldum’ ışıltılı kara gözlerinde
merak; dayanamayıp sevecenlikle siyah saçlarını karıştırmıştın…evde, kreşte, parkta,
TV’da ya da oyun arkadaşlarından duyduğu, anlamını bilmediği
ama hoşuna gittiğinden günlerce alakalı
alakasız her konuşmasında kullandıktan
sonra bir gün aniden vazgeçtiği ‘komik,
yaaa, hani, yani, peki, valla, değil mi,
Allah, ohaa, lütfen lütfen,resmen, çok eğlenceli, galiba’ sözcüklerinden o günlerde diline pelesenki söylemişti ”komik”,
‘hayat çizgisi, peki hangisi?’….parmağın avucundaki hayat çizgisinin üzerinde
hareket ederken ‘ bak bu, ne kadar uzun gördün mü’, ‘ne demek’, ‘ çokkkk
yaşayacaksın, kocaman abi olacaksın’. Ne
büyük safsataymış hayat çizgisi , ne de koca
bir yanılgı, yalanmış ‘ölümüne
dayanamam… sensiz yaşayamam …’ cümleleri, yazıları; büyük kandırmaca; hayat
gibi. Yapma !!! Onsuz içtiğin kahvenin, yediğin yemeğin tadı, onun yaşadığı zamandaki kahvenin
tadıyla, leylağın rengi, kokusu onun
yaşadığı zamandaki leylağın rengi, kokusuyla,
gittiğin park onunla gittiğin parkla, onsuz yaşadığın hayat da onunla yaşadığında az
da olsa keyf aldığın aynı hayat mı?
değil; bunu biliyorsun. Onu kaybettikten
sonra bugüne değin tek bir gün
‘şunu da yiyeyim, bunu da
yapayım, alayım, şurayı da göreyim, şu toplantıya katılayım’ dedin mi ? tek bir gün ‘yapacağım’lı bir plan kurdun mu? gelecek bir şey ifade etti mi
sana? Eskiden olsa yirmi beş yıl sonra
yerel seçimlerde İstanbul’da, Ankara’da belediye başkanlıklarını AKP’nin kaybetmesinin ki
kimin, hangi ile belediye başkanı
olacağını istisnasız iktidar, muhalefet
partilerinin liderleri belirlendiğinden ta başından demokrasi katledilmesine
rağmen yıllar sonra yaşanan
değişikliğin demokrasi adına kazanım
kabullenilmesi yutturmacasına katılacak senin
ölü kalbine bu kazanım suni
teneffüs dahi olamıyor. Hiç beklemediğin bir ậnda bedeninden kesilen yerine
konmayacağından ölünceye dek seni yarım, tamamlanmayacak bırakan; güneş direk gözüne girdiğinde arkanı
dönüyor, yüzüstü yatıyorsun fakat nafile, güneş gözüne vurduğundan uyanıyor, kalkıyorsun; bakıyorsun ki yatak
yok… yüzünü yıkamak için banyoya gidiyorsun, elin elektrik düğmesini arıyor,
basıyorsun lamba yanmıyor…musluğa uzanıp
soğuk suda yüzünü yıkıyorsun, daha tam gözlerini açmadan havluya uzanıyorsun ki
havlu yerinde değil… kahvaltı için buzdolabını açıyorsun, kahvaltılıkların hiç birisi
kalmamış…gökyüzüne bakıyorsun güneş
yerinde değil, karanlıkta üzerini
giyinip dışarı çıkıyor durağa yürüyorsun
ne dolmuş, ne otobüs yok, gelmiyor gibi nesneleri birer nesne; isimleri birer isim; sokakları sokak olmaktan alıkoyan parçan
‘Can’ nın yokluğu sensindir; senindir.
Yerine koyamayacağın, dolduramayacağın kesilen parçanın o yerde bıraktığı boşluk, yokluk içinde debelendiğin ‘eksiğimi
Can’ı tamamlayamazsın’ dedirten hayatın; artık
böyle ilerleyecek, böyle akacak; hep
boşlukta…hep soğukta… hep üşüyerek…hep
kırılarak…hep kanayarak… daha, daha karanlıkta
yol alırken; bıraksalardı benim senden önce göçüp gideceğim bu dünyada; seninse doğal olarak belki yetmiş, seksen belki
doksan, yüz yaşında tamamlayacağın ömründe ‘belki gözlük
takacaktı, kesin saçını uzatıp toplayacak, küpe takacak, belki kolye ama canı
acıyacağından- çok kıymetliydi canı,
çizik, sıyrık görse elinde,
bacağında ‘acıyor’la panikler öyle ‘öptüm geçti’lerle de avunmaz koşar
adım banyodan yerini bildiği Sudocrem’i kapar gelirdi- kesin dövme yapmayacak, soğan
halkalarını hep sevecek, belki YKS’de
Boğaziçi’ni tutturacak, İstanbul’da okuyacak, belki sanatçı, vegan olacak, belki gerçekten Başak’la evlenecekti,
belki…belki…”yle yaşayacaklarını, olacakları aklımda döndürerek
tek başıma yarım kalan hikayeni tamamlamaya çalışırken buluyorum
kendimi. Ve ben ‘çok geç artık’ların
tüm köşeleri tutuğu, her şeyin, hayatın
kırılma noktasında; sensizlikte
ki mabedim yorganın altına mahkum edip kendimi, uyumanın, uyuşmanın kare kökündeyken “yarım
kalmış, bitirilmemiş bir satranç da duruyordu odanın bir ucunda 'şah ve mat'ı
bekleyerek”. Daha senin doğmadığın
zamanlardı Ve Tanrı Kadını Yarattı filminin
seyrederken öylesine bir cümle diyerek üzerinde durmadığım Brigitte
Bardot; Juliette’in söylediği “ gelecek..şimdiyi
boşa harcamak için icat edilmiş bir şeydir” sözü geliyor aklıma; demincek
yanımdayken yoksun ya artık ‘şimdi’leri harcarken nasıl bonkör davranıldığına,
davrandığıma bakıp şarlatan geleceğe, yarına ötelediğim her şeye öfkeyle dolup, taşıyorum.
Bıraksalardı; o gün
hayatını kaybedeceğin yola onlarla çıkmaktansa;
yazlıkta
balkondaki salıncakta oturup sallanmayı
, mayonu giyip, kolluklarını takıp denize dalmayı tercih edecektin diye düşündüğümden; kendine ait bakışı annen de gördüğünden
“biri var fena bakar, sık sık bara saza gider, aklına estikçe
İstanbul’la gider, sıkıldıkça pencereden parka bakar” dörtlüğünü yazan dedenin, babamın her hareketine, bakışına, yemek yiyişine, ülkedeki
neredeyse çoğu insanın ki babanın da yaptığı tuvalette gittikten sonra
elini yıkamamasına, “kaysıya”
düşkünlüğüne anlık, belki de sürekli nefreti, ondan bir an önce uzaklaşmak
isteği yüzünden annenin; depresif kocasını;
babanı mutlu etmek, can sıkıntısını önlemek için “farklı yerleri Ayvalığı,
Assos’u görsün, Ayvalık tosu yesin” diyerek Ramazan bayramı öncesi trafiğin en yoğun olduğu Arife günü; o güne dek hiç araba kullanmadığı şehirler arası
yollarda kullansın diye araba kiraladığını duyduğumda; şehir içinde dahi her
araba kullanışında mutlaka bir kaza yapmış
kötü şoförlüğü aşikar babanın kullanacağı o arabadan, o gün illaki bir ölünün çıkacağını ben bile
biliyorken; nasıl yanmam küçük hayatının
bir Ayvalık tostuna, bir Assos manzarasına, adrenalin tutkusuna kurbanlığına. Bıraksalardı;
o gün hayatını kaybedeceğin yola onlarla
çıkmaktansa; yazlığın geniş
balkonundaki salıncakta oturup
sallanmayı , mayonu giyip, kolluklarını takıp denize dalmayı tercih
edecektin diye düşündüğümden; kendine özgü bakışını annen de gördüğünden hakkında yazdığı şiire “biri var
fena bakar…”la başlayan ‘dedo’nun her hareketine, bakışına, ülkedeki
insanlarının çoğunun ki babanın da yaptığı tuvalette gittikten sonra elini
yıkamamasına, ağzını şapırdatarak yemek yemesine, kaysıya düşkünlüğüne annenin
bazen anlık ama aslında sürekli nefreti,
‘dedo’nun yanından bir an önce uzaklaşmak isteği ile
şehir içinde kısa mesafelerde dahil her araba kullanışında ufak tefekte
olsa mutlaka bir kaza yaptığından kötü
şoförlüğü aşikar babanı mutlu etmek, can sıkıntısını önlemek için
‘farklı yerleri Ayvalığı, Assos’u
görsün, Ayvalık tosu yesin’ diyen
annenin Ramazan bayramı öncesi trafiğin en
yoğun olduğu Arife günü; o güne
dek hiç araba sürmediği şehirler arası
yolda kullansın diye araba kiraladığını
duyduğumda; o arabadan, o gün illaki bir
ölünün çıkacağını ben bile biliyorken; nasıl
yanmam küçük hayatının bir Ayvalık tostuna, bir Assos manzarasına, bir can
sıkıntısına adrenalin tutkusuna kurbanlığına. Ve nasıl kahredilmez,
beddua edilmez bir gün insanları kan bağı safsatasıyla doldurarak; kendisine
daha çok fayda sağlayacak, gelişimine yardım edecek, ufkunu açacak diğer insanlarla
ilişkilerini; benim Beyoğlu’nun buğusu şairimin yazdığı gibi “çok
öteye gitmememizi söyledi ebeveynler biz çocukken; başkalarıyla / yabancılarla
konuşmamamız öğütlendi; eve erken gelmemizin, dışarıda fazla durmamamızın
kafamıza çakılması da çabası. Sanki biz çok temizdik ve diğerleri dehşetin tek
sorumlusuydu. Ama diğerlerine gözünde biz de diğerleri olmuyor muyduk?”
kuşkuculuğunda kopartıp zayıflatan; istenen biçimde yaşamaya, her şeye duvar,
kapı; sonuna da benim hırçın Şairimin “kötü olduğumu söyleyenlerin hepsi sahip
oldum iyiliklerin katilleriydi“ noktasını koyduğu hayatların; içine eden her
şeyin; kararsızlıkların, kötü, yanlış
tercihlerin müsebbibi; seçme sansına
sahip olunmadığından, tamamen rastgele geldiklerinden mutlu olanlarına ki o
mutlukta tartışmaya açık da olsa yine de
çok şanslı gözüyle bakılması gereken, birbirlerine seks yoluyla bulaşmış
insanlar topluluğu aileyi oluşturan
bireylerin; özellikle de varsa şayet bir gün kesinlikle ‘dışarıdaki’, ‘yabancı’
‘el’ tabirli güvenilmezi yüz bin defa
aratacak kertede size ya açık açık gösterecek ya da gizleyecek düşmanlıkta
olacak kardeş, dayı, amca, yeğen,
kuzen kim varsa birbirinden hoşlanmak
bir yana; bir araya gelinen mekanın mutfağında, banyosunda, balkonunda, …, …, ‘ayyy dayanamıyorum artık, şeytan diyor ki sık
boğazını, kurtar sülaleyi’, ‘arkadaş insan her konuda fikir sahibi mi olur?yav bir fırsat,
sıra ver de bir de başkası konuşsun, hep
sen hep sen’ , ‘şuna baksana Allah
aşkına evine gitsen lokmalarını sayar, gizler ceviz, fındık bedava yaa nasılda gömülmüş yemeklere pis
cimri’, ’çekiştirmesene bakıyorum, hem sus duyacak, ortalık karışacak, gider
birazdan’lı kısık sesli
nefretlerini,
bıkkınlıklarını ‘öyle deme ne
olursa olsun aileden, atsan atılmaz…
aile kutsaldır, önemlidir, hep
arkanda, yanındadır’ lı klişelerin baskısıyla gizlemeleri dahi ört(e)meyecektir;
hayatın başlangıcını, sonunu; kendilerinden aktardıkları genler, yetiştirme
tarzı, edindirdikleri düşünce sistemiyle hazırladıklarını bir ömür inkar eden; eninde
sonunda kendilerine benzeyecek evlatlarının
kaderlerine, fenalıklarına
açgözlülüklerine, kurnazlıklarına, hatalarına yaptıkları, öğrettikleri,
gösterdikleriyle neden olduklarını
kabullenmeyip ‘bu haldeysem sizin
yüzünüzden, sanık ayağa kalk’ haykırışına; ‘itiraz ediyorum sayın yargıç;hangi anne, hangi
baba çocuğu kötü, başarısız olsun, ölsün ister’in ardına saklanarak sorumluluktan sıyrılan
erkek egemen bu toplumda; çocukların
idolü, kendilerine de hayatı zindan etmiş illaki bir duygusal şiddet,
taciz vakası yaşatmış kocalarına, babalara beyhude arka çıkan biatçıları; hizmetçileri anneler
ile eş, dost , akraba-i taallukat ve diğerlerinin
yarattığı geleneklerin, hassasiyetlerin; yetmezmiş gibi devletin de bireyin yaratıcılığını
sınırladığı çoktan çöplüğe atılması gereken
yasaların, kuralların, her işin içine sokulan ki yaratıcısı yine insan olan
dinin, kutsal kitapların, ayetlerin…, …,in…in hepimizin, Türkiye’nin; insanları,
duyguları dışlayarak edinmek için ruhlarını şeytana satacakları bir ev, bir
araba, bir yazlığa endeksli başarısızlıklarımızın;
mutsuzluklarımızın başkalarına saygısızlığımızın, kuşkuculuğumuzun, güvensizliğimizin Şairimin “Siz böylesi aşklara hep aç kalacaksınız,
çünkü siz hala yağmura su diyorsunuz.” da özetlenmiş mavi renge boyasan bir resimde güneşi, ağaç dallarını marifetmiş gibi ‘olur mu hiç sarıdır
güneş, yeşildir ağacın dalı’yla o an
sizi, sizde düşlerinizi yıkacak
duyarsızlıklarıyla farklının önünü tıkayan, siyah, beyaz bir mantık, dünya edindirdiğinden olmayan yaratıcılığımızın;
her şeye;kadına, içkiye, sevgiye sokağa bitmeyen açlığımızın katili olduğu gerçeğini.
Belki de ‘her şeyi ilk senden, benden annesinden,
babasından varsa kardeşinden öğreniyor bunu aklından çıkarma ‘
uyarısı gerekli bebekken etrafınızda bulunan, tanıyacağınız ilk
insanlar; anne, baba ve aile
bireylerinin birbirleriyle, başka insanlarla, kurulu düzen, doğayla
ilişkilerine; torpil, rüşvet, ötekileştirme, ırkçılık, savaş, barış, ahlak,
haksızlık, adalet vesaire vesaire karşısındaki duruşlarına; siyasi, politik,
insani bakış açılarına, kültür düzeyine, kitap okuyup okumadıklarına, yediklerine
yedirdiklerine, içtiklerine
içirdiklerine, giydiklerine giydirdiklerine bakarak altı yaşına kadar
sonrasında değiştirilmesi, değişmesi neredeyse imkansız karakteri, huyu, duygusu şekillenen çocuk
birey üzerinde; madden, manen
kendine yük olmamayı becerene dek
faşizanlığını, denetlemeciliğini
esirgemeyen aileyi biçimlendiren, kendine benzetenin içinde
yaşanılan müesses nizam olduğunun ancak anlaşılacağı yaşlılığa adım atıldığı ân da
fark edilir ki aile; kurulu sistem, devlet ne kadar despot, bireyin özgürlüğünden bi haber itaatkarlık
bekleyen, bağımlı ne kadar gelişmemiş,
ne kadar demokratsa o kadar despot,
itaatkar, bağımlı o kadar da gelişmemiş, demokrattır. Ki insanın
varlığı, düşünceleri ilkin aile sonra
diğer kurumların kuralları, yasaları, söylemleri, değer yargıları, kültürü üzerinden şekillendiğinden, oluştuğundan mevcut
sistemde sadece farklı kökene, mezhebe
sahipler değil; sisteme hakim köken,
mezhep, dine sahip geçerli vatandaş
olmalarına rağmen çoğunluktan farklı ; ‘bu
ne ya, bu devirde kılık kıyafet yönetmeliği mi olur’ ya da ‘duydun mu Kuzey
Kore de Cumhurbaşkanı Kim öldü diye ağlamayan Kuzey Koreliler
yargılanacakmış.... birader, bacım onlar da ne ağladılar…ne..akıl almıyor’la ağlayan Korelilerle eleştirenlere
; her yıl on Kasımda, saat dokuzu
beş geçe; nerede olunursa olunsun
orada ayakta bir dakika heykelmişçesine
durarak saygı duruşunda bulunmayanın (
ki o gün ve de Atatürk’ün öldüğü
günkü Türkiye’de çekilmiş kamera görüntülerinde Kuzey Kore’de ki gibi bir ortam söz konusuyken) linç edileceği, çarmıha
gerileceği “de facto” bir durumun
varlığın da itaatçi, biatçi her toplumu,
her insanı etkisine almış Stockholm sendromunu görmezden gelmek ne kadar da
gerçekçi bir sorgulama yöntemidir….değil mi?’; düşüncelerini dillendirip
dışlanmak istemeyen ki o
‘dikkat edilecek, izlenecek kişi’
damgalanmasını da taşıyan dışlanma; öylesine sıradan bir mevzu da
değildir zira mevcut sistem
devletin, bireye hiç vasfı olmasa
da hayatını sürdürmek, geçinmek için
gerekli geliri kazandıracak bir iş, bir mevki edindirmesini, her türlü ihaleden pay
vermesini de sağlayan yasalarla ülkenin
en büyük işvereni pozisyonunu, ekonomiye müdahalesini
pekiştirdiğinden; devlet ve toplumca
dışlanmanın güvenlik soruşturması
kalkanı da kullanılarak ve de aklı başına gelsin denerek işsizliği, aç, açıklığı da beraberinde getirdiğini
onlarca kez gördüğünden, yaşadığından gözü korkmuş, korkutulmuş ailelerin
sahtekarlık barındıran kör yetiştirme yolunu tercihleri, tutumlarıyla kimliklerine, kökenlerine,
dillerine, mezheplerine, düşüncelerine yabancılaştırdıklarından kendi gerçekliğini iteleyip
kabullendirilen değerlerle yaşadığından gönül rahatlığıyla ’düşünüyorum
da….düşünmesem daha iyi’yi seçen, hep de güvenli bir limana demirlemeden
yana oldurulmuş
bireyler gibi senin isteklerinin de
hiçbir önemi yoktur…önemli olan yalnızca
ailenin , devletin, toplumun
senden, bireyden istedikleri,
aldıklarıdır. Ve ‘haklı, doğru benim’i ilke edindiğinden başkasına, özel
hayatlara saygı önemsemeyen; ‘neden böyleyiz’le kendini merak etmeyen, kendine yönelik hisleri, düşünceleri dahi dalaverelik taşıyan; dayatılana karşı çıkanı, kendinden farklıyı
da otoriter, faşist niteleyecek kadar
cin, üçkağıtçı sistemin var ettiği bu Ortadoğulu toplumda; Türkçü,
Atatürkçü, laik biri; dini
bütün, tesettürlü, farklı etnik
kökendekilerini, düşüncelerini karşıt alıp “yobaz, dinci, İslamcı, bölücü”;
dini bütün biri de Atatürkçü, laik, farklı etnik kökendekilerini “ din düşmanı,
gavur, günahkar”; her iki ana eksende
kendileri dışındaki herkesi, her kökeni ortaklaşa “hain, bölücü, terörist, ihanetçi” bir dille linç ediyorsa; iki kişinin
birbirini sevmesi, sevişmesiyle hayatta
yapılan en değerli şey listesinde ilk üçe girecek bir bebek yaratıldığına göre güzel bir kurum olması
gerekirken kurallarına, ön yargılarına, hassasiyetlerine, adaletine göre
biçimlendiği sistem, toplum gibi içindeki
davranışı, düşüncesi, tercihi
farklı bireyleri kendinde bir yanlışlık
olduğunu düşündürecek zalimlikte “o mu
ya manyak…deli…psikopat… ona bakma o değişiktir…he de geç… şeytan” yaftasıyla itelemesi öylesine olağandır ki.Ne de yazıktır sonunda kendilerine
benzetecekleri suret(ler)indeki çocuğa sunulan da; erkek egemenliğinden arındırılamadığından en demokratik
sayılanında dahi çocuğun kendine rol
model atayacağı her yaptığını doğru,
kendini akıllı gören baban(lar)ın
seçtiği taban üzerinde çıkılan, maddi
olarak kendinden daha çok para
kazanıp kendine de yardım ederek
yaşamasını istediği; bilmem kaç kuşak öncesi soydan sirayet
karakter, kişilik üzerinde etkisi
tartışılmaz genler, gaile alınmayan ama
en etkin faktör geçmişte olanların -nasıl
ülkenin resmi tarihi ehil ellerde hiç
lekesiz yazılmış, anlatılmışsa her ailenin de yaşlılarınca örtbas edilen bir
resmi tarihi olacaktı- belirlediğini
de unuttukları bir gelecektir. Peki ya
sunulanlara, dayatmalara boğdurulmuş özgürlük bu denklemin neresinde...nerededir
???? Eğer özgürlük birilerinin önüne koyacağı seçenekleri, birilerinin istediği
şekilde seçmek ise; doğumdan itibaren ülkenin temeli gibi sarsaklığından
ömürden ömür yiyerek bitirecek... aynı ev içinde ayrı hayatlar yaşatacak bazen bireye dünyayı dar edip delirmesine de sebebiyet teşkil
edecek toplum, aile; anne, baba tarafından ‘özgürlük bitirilmiyor
mu’yu ıskalatan kurulu düzeninin
devletinin temsilcisi, ağzı otoriter baba demokrat, vicdanlı, iyi bir eş
değilse çocuk ya bunalıma girecek ya da mantık kullanarak babanın yanlışlarını ortaya
çıkartıp, bunları teker teker ( bu olasılığı yerine getirmek ilkinden kat be kat zordur) incelemektense
kestirmeden karşı çıkışı deneyecektir. İşte
bu iki olasılık arasındaki dengeyi ne, hangi sistem sağlar onun hakkında
bir fikir edinene kadar hayat bilgisi ya da bilmem ne dersi kitabında
"anne, baba ve çocuklardan oluşan en küçük topluluk" olarak
hafızaya kazınan, olumsuzluklarla
karşılaşa karşılaşa bazen ‘gerçekten de
zorlayarak olmuyor’ noktasına
gelinen aile can yakar; üstelik aforoz
edilmek için geçerli bir neden de yoktur; nasıl ki bir gün CIA belgelerini
açıkladığında oniki Eylül darbesinin
“bizim çocuklar iyi iş becerdi” kriptosuyla ABD’ye müjdelendiğinin
yıllar yıllar sonra olsa da ortaya çıkması
‘demek söylenen doğruydu, darbeyi ABD yaptırtmış’ gerçeğinin
kanıtıysa; anne, baba, kardeşin, bir akrabanın; hakkınızda söylediği ‘çok yüz verdiniz
tabii…’, ‘…ona benden daha fazla sevgi,
para, verip korudunuz, bana ne yaptınız ki’ sitemini; ‘kendini ne
sanıyor ? gören de ülke yönetiyor sanacak altı üstü bir..…’, ‘ bir şey söylememi bekleme, olmaz ne de olsa
kardeşim…akrabam; tanıdıkça anlayacaksın ne demek istediğimi’ imasını;’ inan ben olmasam yüzünüze
bakmazdı.. zırnık vermezdi’yle suçu üzerinize attığını; bilinmesini
istemediğiniz bir özelliğinizin, sırınızın
‘benden duymuş olma da o çabuk sıkılır, bak göreceksin seni de yarı yolda bırakacak’, ‘aaa bilmiyor muydun Ersun’la ….Feyza’yla kaç
aydır çıkıyor’, ‘maaşı çok yüksek; ama
ne pintidir o; kimseye söylemez’ , ‘ fark etmedin mi doğuştan aksaktır’ vari
onlarca şeyi başkasından duyduğunuz gün;
sanılan, sandığınız gibi olmadığını öğrendiğiniz aile gerçekliği;
hayatın yaşatacağı travmalardan en
acıtanıdır ki; yaşadığınız önce gerçekdışı gelir, hak etmediğinizi
düşünürsünüz, ıssız bir adaya düşmüş
kadar yalnızsınızdır; bütün bunları dile getirecek olsanız kolayca refüze
edileceğinizden susarsınız;hayattan, toplumdan, dünyadan dışlanmışlık…
katlanılması zor bir izolasyon,
hayatınıza düşen sizi hep de
takip edecek bir gölgedir; bunun yarattığınız
bir kuruntu olduğunu düşünerek avunmaya
çalışırsınız ama en kötüsü gerçek
olmasıdır’ duygusunu kesinlikle de bir kayıp; ölüm, ayrılık, kavga sonrası daha
çok yaşatarak kitaplarda yazılan o aile tanımlamalarını reddedecek hale
gelindiğinde; o kadar da çoklardır ki
Krallarınızdan; aileye; anne, baba, eş, ağabey, dede,…. devlete, topluma
“çıplaksın!” diyebilme cesaretiyle özellikle de aile içinde saygısızlık
boyutuna varan yüz, göz olunan kavgalarla dejenerasyona uğramış, yaralanmış
ilişkiler ağından kurtulmayı becerirseniz, kurtulmanıza da izin verilmeyecektir; ne yaparsanız yapın ölene kadar ilişkinizi sonlandıramayacak obsesiflikleri
yüzünden terk edemeyeceğiniz biyolojik aile fertleri gibi yenilikçi bir
yaklaşımla seçtiğiniz insanlardan oluşturacağınız yeni aile fertleri de yaşanan toplumda
aynı tedrisattan, tornalardan
geçtiğinden, insanı yaralayacak aynı hesaplı ilişkiler, aynı sorunlarla
karşılaşma ihtimali ağır basacağından en
iyisi yalnızlık mıdır ? acaba? sevgi,
saygı, annesini, babasını, evladını, eşini karşısındakini nereye kadar
düşünmesi gerektiğini bir türlü ayarlayamayan herkesin birbirinin hayatına
‘valla biz…ben hiç karışma(m)yız, herkes tamamen özgürdür, istediğini yapar’
yalanıyla destekleyip elli yaşına gelse
de ‘ya oğlum…ya kızım…yine de *??? sen bilirsin ama öğretmenliği seç, üç ay ense…. endüstri
toplama bir bölüm seç bilgisayar mühendisliğini dünyada şu an geçerli meslek yazılım, genetik…’, ‘torunuma öyle
davranma… yemek ye’, ‘illa başını belaya sokacaksın otur oturduğun yerde, sana
ne müdür rüşvet yiyorsa, alemin akıllısı sen misin? ‘,’ bu nasıl bir masraf
listesi, kredi kartı ekstresidir; her akşam, her akşam dışarıda yemek, içmek,
gezmek dağ dayanmaz’ vari usandıran
aşırı müdahalesini , her şeye
karışmayı aile olmanın şartı gören,
sayan; ebeveyn ve çocuk arasında karşılıklı bağımlılığı gereğinden fazla içli
dışlılığa dönüştüren, birbirini örseleyen sınır tanımaz laubali ilişkiler öylesine yıpratıcı
olacaktır ki sonunda ‘kötü evlat’, ‘kötü
ebeveyn’li hakaret; ’yeter !! karışmayın’ ya da ‘sana verdiğim değer, emek
gözüne dizine dursun…karının, kocanın , çocuğunun, annenin, babanın yanında azıcık değer vermedin ki bana. İşine
gelecek her şeyde kullandın, yemek yaptırtın…çocuklarına baktırtın sonra
sepet havası…çok akıllısın’lı çıkışların
kopuş getirdiği de görüleceğinden; seçtiğiniz
insanlardan oluşturduğunuz ailenin sorunlarını,
yaşamlarını da yükleneceğiniz gerçeği karşısında; insanların kendi yaşamlarının sorumluluğunu ta başında
çocukken; yere düşünce kalkmasını bekleyip, kalkmayınca yardım ederek taşıtacak
bir çocuk yetiştirme bilincindeki aile,
toplum, sosyal devlet anlayışının
farklılığı yüzünden ‘ baba, anne
, evladım para ver… beni evlendir…
eşya, ev al’ teklifini edemeyeceği ederse
‘ kazan kendin al, bir ebeveyn olarak gerekli sorumluluklarımı yerine
getirdim baktım, besledim, okuttum, meslek sahibi yaptım bundan sonrası senin
işin’le tersleneceği gelişmiş ülkelerde
rastlanmayacak ‘aman da oğlumun, kızımın evi yok; masraftan kısayım; özel
doktora veda…elbise almakta yok; olanlar yeter… para biriktirip bir ev alayım,
miras bırakayım’ı düşünen sanki kendinden öncekiler kendisine miras bırakmış gibi bıraksalar
bile hayatın amacı hiç ölünmeyeceğinden;
arkandakilere ev, arsa, para bırakmak için para biriktirmekmişçesine;
çocuğun kendi emeğiyle ev istiyorsa ev, araba istiyorsa araba alması ‘niye
mahsurludur’a da akıl sır erdirilemeyen
kısır döngülerde kendi iradenizle seçtiğiniz insanlardan bir aile
oluşturma, oluşturmama hakkınızı elinizde tutsanız da hep
bir yalnızlık içinde sarhoş bir gemi
gibi kah dalgalarla boğuşarak, kah yalpalayarak, kah düzelerek yol alınan hayatta;
farklı, bazen de aynı yıllarda yaşayıp
birbirlerini etkileyen, birbirlerinin hayatlarına dokunmuş alt kültürün
temsilcileri nitelenmiş; Baudlaire
(1821-1867); “şairlerin tanrısı Baudelaire”dır diyen Rimbaud (1854-1891); Time’nın “Amerikan tarzı ayak takımının bir numarası”
ilan ettiği Bukowski (1920-1994); Cobain(1967-1994) ve
adamım Thomas Bernhard (1931-1989)’ı
buluşturan ortak nokta da; ölen, bırakıp giden ya da evladını reddeden, yok
edici karakterli dizginsiz bir baba sorunsalında, sendromunda; ebeveynlerince
atıldıkları kör kuyuda mutsuz geçen çocukluklarının; sürdükleri;
toplumun, ailenin tüm normlarından
nefret, alay eden, kural tanımaz düşüncelerini, duygularını gizlemeyen
dürüstlükte içli sesleriyle dost meclislerinde şiirler okuyan, kahve, eğlence
yerlerinde, sokaklarda; uyuşturucu maddeleri, içkiyi aşırı derecede kullanarak
sabahlatan savurgan, avare,
gizledikleri, gizlemedikleri eşcinsellikleri, intihara eğilimli yaşamlarının
nedeni de olan bir aileye
sahiplikleriydi ki yazdıkları, ürettikleri ‘iyi ki öyle inim inim inlerken
seslerini duymayan aileleri varmış yoksa bu derece tırmalayıcı, sarsıcı
satırları ortaya dökemezlerdi’yi düşündürse de
çektikleri, yalnızlıkları, bohem
görünen “geçim sıkıntısın”da virgüllenen hayatları da iç burkar.Bu nasıl
uzun bir paragraftı arkadaş, yazarken mahvoldun okuyan ne yapsın?
Halbuki herkes için geçerli
insanı, beni, seni var eden aile… bu var
ediş , bu varoluş yüzünden katlanmak zorunda kalınan hayat; bu yanlış dünya acıttığından;
varoluşunu “ben bir başkasıdır” diyecek kadar
çözümlemiş bir o kadar da kendisine ayrı düşmüş Rimbaud’u " kendi
bedenim de mülteciyim”le izleyen benim her yeri pek bir güzel boyamış Şairim;
etkilendiğin şairler, yazarlar; altı
yaşındayken ölen babasından kalan yüklü mirası gelişi güzel harcamasını
istemeyen annesiyle, üvey babasının mahkemeye başvurup gelirini
kısıtlamalarından onbeş yıl sonra
arkadaşına ''hayatımı yıkan, bütün günlerimi karartan ve bütün
düşüncelerime kin ve ümitsizlik rengi veren bu korkunç yanıltıyı unutmadım.''
yazarak şiirlerinin tüyler ürperticiliğinin
nedenini açıklayan, öldüğünde mezarı
başında Paul Verlaine (1844-1896 ) de
bulunduğu Baudlaire; amcasının aldığı gitarını bir gün
odaya girerek hiç bir şey söylemeden kıran ( o da konserlerinin sonunda
gitarını kıracaktı) babası
yetmezmişçesine okuldaki arkadaşlarının
“homoseksüel”le dalga geçtikleri Cobain;
okuldan geldiğinde çimleri biçtirip yere yatırarak çimlerin aynı boyda olup olmadığına baktıran,
kemerini çıkarıp sudan sebeplere dayak atan babasını “evet baban haklı” aklayan anneye sahip Bukowski gibi; pek çok insan gibi; sende; insanı depresyondan depresyona
hatta intihara sürükleyecek ya da hayatta kalabilmek için pes edip ılımlı davranmaya itecek ailede
vicdansızlığını, otoriterliğini, dayatmacılığını, merhametsizliğini gördüğün birini, birilerini sadece anne, baba ya da sadece kardeş , amca,
hala …, .., diye ölümüne sevmek nasıl olur ??? neden olur ??? insanlar niye
buna mecbur bırakılır ??? sorgusunun, sırf
ailen olduğu için birilerine sonsuza dek güvenmek, koşulsuz sevgi
göstermek vari benzeri durumlara karşı çıkmanın
bedelini ağır ödeyenlerden
olacaktın.
İngilizce kısa, öz ve gerçek “haven in a heartless world; kalpsiz bir
dünya cenneti” tanımlı aileyi; hayatı Cobain, Bukowski gibi kendilerine,
kendinize adapteye çabalayıp edemedi(ğiniz)klerinin, edilemediğinin
görülmesiyle yaşanan yıkım, kırıklıklarla gelen yalnızlık… o yalnızlığı yaşayan
ben, sen , o, herkes; şu an her ne
yapıyorsan bırak artık, azıcık mola ver; TV, cep telefonu, laptop, bilgisayar ekranından ayır gözlerini;
Youtube’da, başka bir platformda hayatında hiç deniz, gemi görmediği halde
“sarhoş gemi” şiirini yazan görseydi şayet neler yazabileceğini hayal
edemediğiniz, hangi ruh hali içinde olursanız olun her dinlediğinizde Rimbaud’u
akla getiren Debussy’nin “Claire de Lune”ni aç, dinle ! piyanonun
sesi, yumuşacık sarıp, sarmaladığında seni, sizi; gecenin ışığında bir
peri gibi süzüleceksinizdir nemli, ıssız Paris sokaklarına; ürperir, üşürsünüz…boş ver nasılsa gecenin karanlık ışığında üzerinizi örtecek
mavi ışık tozları serpecek, saçlarını okşayacaktır Claire de Lune; sakinleştirici, iyileştirici bir Audrey
Hepburn filminin arka fonunda Nell'deki göl kenarı gibi ıssız, sakin bir
yerdeymişçesine… piyanoya vuran parmakların hızlanmasıyla arkanızı döndüğünüz
anda dingin, dupduru, aydınlık bir gölle karşılaşacakmışsınız hissi... hafif,
sıcak bir öğle üzeri güneşinin yüzünüze vuran sıcaklığı altında o göle doğru
yeşillikler, sarılıklar arasından koşmaya başlıyorsun; koşuyorsun...
koşuyorsunuz... koşuyorum; hayatın başlangıcında
masum, çıkarsız hesapsız ilişkilerin ortasındaymışçasına çocukluğun, anne
kokusunu, kavrayışını, sarılışını, korunaksızlığını yaşatan Claire de Lune’le
ay büyüleyici, ulaşılmaz güzelliğiyle
sinsice ruhunuza sızmış, dalgalar tüm
hışmıyla kıyıya vururken, senin, sizin, benim gibi onlarca insanın tek başına, yalnız
olduğunu bilmek hüznünüzü bir parça olsa
da dindirir; ne garip hâlâ kimse gelip beni sarayıma, sarayına da götürmedi; benden bir yılkı, bitik bir kadın yaratan devlet, para, iktidar, hırs, riyakar
ilişkiler, düzenbazlıklarla yoğrulmuş bu
sistem, bu aile, bu hayattı işte
onlarca Verlaine’i, Cobain’i, …,
…, de öldüren. Şimdi sırada….
Aile olmak… tek farkları bir iş, bir
aile sahibi oluncaya kadar sorumluluğunu yüklenecekleri bir çocuğa hayat
vererek ölene dek sürecek karşılıklı kelepçeli, bazen de öldüren bağımlı bir ilişki
yaratıp arkasından da ‘görün bakın ben annemin, babamın yaptığını yapmayacağım, onlardan farklı bir
tutum izleyerek öyle bir çocuk
yetiştireceğim ki’ iddiasıyla çıktıkları yolda
yetiştirdikleri çocukların kendi ebeveynlerine hatta kendilerine rahmet okutacak bencillikte, ‘ben bilirim’ci olmaları bir romanın değil kapsamlı bir araştırmanın konusuyken milyonlarca
insanın rezil, işe yaramaz, beş para
etmez, cani, katil, saygısız, vicdansız,
tacizci, tecavüzcü, çocuk istismarcısı, ‘mobing’ci olmalarında, şiddet uygulamalarında hiç payları bulunmayan ??? zira olunca gökten
inen vahiyle; o güne değin kendilerine eşlik etmiş kılıktan,
kişilik, karakter, düşüncelerden sıyrılıp hepsi meleğe büründüklerinden
sihirli değnek muamelesi çekilen, başta din,
müesses nizamın tüm kurumları, eğitimi, öğretimi tarafından yere
göğe sığdırılmayıp Tanrı kutsanmışlığı, dokunulmazlığı verilen, her şeyi yapabilme hakkı da tanınan
çocuklarının geleceklerini belirlediklerinin farkında dahi ol(a)mayan ama
çocuklarından beklentisi yüksek anne, baba olmak… yaşattıklarının, yaşanan
ân’nın dışında, istenenin, özlenenin
yalnızca kafanın içinde özgürce
yaşanacağı bir çocukluğu…gençliği de
beraberinde getirecektir. Öyle ya bu ağzına sıçtığımın dünyasında kapitalizm
herkesin ruhunda bozulma yaratırken;
diğer insanlarla aynı yollardan,
aynı eğitimden, aynı yetiştirme, üretim bandından geçmediklerinden o çok
sevgili anne, babacıklara; niyeyse
aile olmanın gereği diye beyinlere şırınga edildiğinden misal Londra’ya dil öğrensin diye giderken düşünmeden
bankadan kredi çektiğiniz, paranızı verdiğiniz ya da ‘dönünceye kadar muafsın
evin geçiminden…yeter ki kendini kurtar, güzel bir gelecek kur hatta orada kalmak için
ne gerekiyorsa yap’ dediğiniz, bir kaç yıl sonra palazlandığında borç para isteme gafletinde bulunduğunuz ya da ‘anneme kulaklık almak gerekiyor , bu ay çok
sıkışığım, ne kadar yardım edebilirsin’ talebine ‘ancak yüz TL verebilirim‘ cevabıyla ”ayağını yorganına
göre uzat” uyarılı parasal mevzuları da rafa
kaldırdıktan sonra bir gün aynı masada otururken aldığınız güneş gözlüğünüze bakıp ‘benimki
sıradan bir gözlük, bak sen bir sürü para verip markalı hem de Guccı… almışsın’
hakkınızda müsrif insan tespiti yapma,
bunu başkalarıyla da paylaşma dahil ; anne, baba ölünce miras bölüşümün de
ortaya çıkar kardeşliğin ne olduğu ataların sözünü i doğrulayan; ölen babanın, annenin kırkının çıkmasını dahi beklemeden
çocukluğunuzun, gençliğinizin mekanı
ata evine ‘ne yapayım, benim de
paraya ihtiyacım var…ben de ev alacağım’la “satlıktır” pankartının asılması
benzeri onca şey dert olmuşken size, onun gündeminde olmayacak ‘ tavırdaki kardeşçiklere de
kıyak geçmiş, aile bireylerinin müthiş,
kusursuz meleksi karakterleri cadı kapitalizmin
kanatlarını yakmıştır.Velhasıl illaki bir error verecek aile;
ileride yabancılarla, hayatla
yaşayacağınız hayal kırıklıklarınızın ilk prova yeridir; onu çözerseniz hayatı
da çözersiniz;sonrası mı? hep aynı zaten….
Gel benim
karanlığın ağzı Şairim; gel haydi ! biz de seninle çözelim; genellikle yakın çevresinden biri tarafından
yapılacak, yapanın dahi
onaramayacağı, onarılamadığından insanın hayatında sürekli
artçı depremlere de neden fayı,
fayları kıran katıksız
kötülük, hakaret barındıran ânlar vardır ya işte senin de arkadaşına anlattığın “kızının
düğününde, yani İskender’in ablası evlenirken, salona bir girişi vardır,
İskender hala unutmaz. Herkes babayı bekliyordur acaba alkolden vakit bulup
gelecek mi diye merak içindedirler. Birden salonun geniş kapısında belirir
çökmüş sureti... kalabalığın uğultusu kırp diye kesilir. Soluklar tutulmuştur,
davetliler şaşkın bir yerdedir, aynen film sahnesi gibidir her şey. tam o
esnada İskender rol sırasının kendine geldiği vehmine kapılıp, babasına
saygıyla yaklaşır, “hoş geldin baba” deyip elini öpmek için eğilir, herkes
onlara bakıyordur, nefesler tutulmuş, gözler baba, oğulun kederli
karşılaşmasına mıhlanmıştır. Zalim baba o an kükrer, gözlerinden ateş saçarak
elini kurtarır İskender’in ellerinden; silkelenir İskender, gövdesinden ziyade ruhu
sarsılır, ”benim senin gibi bir evlada verecek elim yok” sözleri yüksek
desibelde yankılanırken salonda kulakları uğuldar Şairin, kanı donar, gerçek
midir bütün bunlar, kabustan mı uyanacaktır birazdan. Yer yarılsa dibine mi
girse, alıp başını uzak ülkelere mi gitse, kararsızdır. İnsan bu kadar da
refüze edilmez ki ,insan bu kadar mahcup kılınmaz ki. Ne yaptım sana baba, bak
herkes bizi izliyor. Daha az önce arkadaşla konuşuyordum “ babamı yanıma
alacağım” diye” varsın özgürlüğüm kalmasın, varsın sevgilim de olmasın, babam o
sefalet içindeyken ben hiç rahat değilim, o benim babam ve her şeye rağmen
üzgünüm ama galiba onu çok seviyorum” demiştim. Sen bunları duymadın
bilmiyorsun elbet, ama kulağında mı çınlamadı, gözlerime de mi bakmadın hiç,
çocukluğumu da mı hatırlamıyorsun artık, bu denli kopmuş olamazsın kendinden,
gençliğimin katili, seni yine de affetmiştim, bağışlamanın erincini bile bana
bahşetmiyorsun, nasıl bir düşmanlık, nasıl bir dram bu evet İskender’in
babasıyla son karşılaşmasıdır bu. O gün babasının kendisini reddeden hoyrat
kükreyişi son derece üzmüş ve utandırmıştır İskender’i. Kalabalığın içinde
kalbi kırılmış, haksızlığa uğramıştır. Hiç unutmaz o günü İskender. ve bir daha
onu görmemeye and içmiştir adeta … öyle ki yıllar sonra babası ölüm döşeğinde
oğlunu son bir kez görmek için haber yolladığında bile gitmeyecektir… babasıyla
ilgili bu anıyı bana İskender anlattı. Ana hatlarıyla aktardığı için ben böyle
bir üslupla atmosfer katmaya gayret ederek yazdım. Babasının İskender’i neden
reddettiğini sanırım tahmin ediyorsunuzdur. Eşcinsel olduğu için. Halbuki
İskender’in ilk gençlik yıllarında oğluyla arkadaş gibi sohbet edebilen, ona
kız ayarlayabileceğini hatta isterse erkek bile bulabileceğini söyleyecek kadar
açık görüşlü, önyargısız bir babadır. Ne olmuştur da aradan geçen yıllar
böylesi bir muhafazakarlığa götürmüştür babasını” sonrasında hep cebinde taşıdığın o ânın,
o günün müsebbibi hayal kırıklıklarımızın ilk prova yeri; onlarca ; ne oldum delisi, para
delisi, imaj delisi, sokak delisi, seks delisi, ayar delisi, eşya delisi, yalan
delisi, savaş delisi, öfke delisi… delisi… delisi… delisinin de bulunacağı ya zıvanadan çıkaracak ya da az da olsa….yok, yok Aragon nasıl dediyse ‘mutlu aşk yoktur’ diye mutlusu hiç
görülmeyecek, yaşanmayacak hayatların
yapımcısı ailelerin insanı, geleceğini nasıl etkilediğini.Bak
şimdi! Uzağa gitme! ürettikleri bombalar, aldıkları savaş kararları,
yaptıkları ırkçılık, trafikte, sokakta,
evde, okulda, kışlada, işyerinde estirdikleri terörle, magandalıkla hayatından
edilmiş milyonların geleceğini, kaderini çizen her biri bir
evin, ailenin evladı olan insanlardı değil mi? Kaderi yazdığı iddia edilen cehalet,
cehaletimiz artıkça üzerine
atfediklerimizin de arttığı Tanrı, bu yapılanların,
olanların hangi aşamasında, neresindedir?
Şu an bunları yazarken nasıl da komik geldi; paslanmış ’yaşamak buysa
eğer istemiyorum’ ’bıktım’,
‘mutsuzum’, ‘kötüyüm’lü kelimelerdeki
yardım çığlığını duyuramadığı
ailesinden, toplumdan ‘boğuyorlar’ , ‘öldürecekler’ şikayetçisi bireylerin; üstelikte bakmak için illaki de beğenmedikleri ??? ailelerinden yardım
alacakları ‘tadıdır, tuzudur’, ‘çocuksuz evlilik fazla sürmez’ , ‘doğur kocanı…doğurt karını bağla eve’ çıkarcılığında,
benciliğinde mutsuz edeceklerini, olacağını, istediği gibi yaşayamayacağını,
yaşatmayacaklarını bile bile ya çocuksuz olmayacağını inanarak tam bir aile kurma ya
aylarca karı, koca birbirinin yüzüne baktıkları rutinden,
gündelikten sıkılmaları ya da hayata, memlekete muazzam katkısını,
faydasını gördüklerinden ‘benden bir tane daha lazımdır bu Türkiye’ye’
düşüncesiyle topluma kendine benzer
birini daha katacak bir çocuğu dünyaya getirme isteğiyle yanıp tutuşmaları.Herkes
kendi aile albümdeki dönüm noktalarını inceleyebilse, online yerine çevrimiçi
olabilse; ailenin, toplumun iyi
insanları rahatsız edecek derecedeki duyarsızlığının, ‘bana ne’ciliğinin, insanlıktan çıkışının ‘zihnim grevde’li
unutuluşun içine hapsedilmiş, konuşulmayan
‘geçmişin’ derinliklerin de
yattığını görecekti zira bir, iki
kuşak öncesinin, yoksul, köylü, dışa kapalı gariban Türkiye’sinde; yöre, bölge fark etmez; çoğu on, on iki yaşında daha regl olmamış,
memeleri çıkmamış, seks nedir bilmeyen,
bedeni çocuk gelinlere ; görücü
usulü evlendirildikleri kendilerinden en
az on yaş büyük, gördüklerinde korktukları koca
koca adamların; babaların tecavüzüyle
istenmeden dünyaya getiren sonrasında
babanın anneye şiddetini yalnızca kendi evinde değil komşu evlerde de gördüğünden
‘demek ki her ev, dünya böyle’yle
şiddeti, kavgayı, sevgisizliği içselleştirerek büyümüş tecavüz çocuklarından
oluşan bir toplumun psikopatlığının, depresifliğinin
kaçınılmazlığı sır değildir ki … Ah benim gibi “Game over”ı bol şairim ahh…, babanın
aksine çoğu yetim gibi ancak ilk okulu bitirmiş babamın haberi
bile yoktu klasiklerden, Sabahattin Âli’den; çocukluğumdan aklımda kalmış Van’daki evimizde babamın bazen ağlayarak okuduğu sarı renkli kapağında kükremiş bir at
üzerinde elinde kılıç ‘Allahın Aslanı Hz. Hamza, Bedir Cengi”, “Kerbela
vakası”, “Battal Gazi” kitaplarıydı.Babamın tayin edildiği Ankara’da
ki Ortaokul, Lise çağlarında senin
evindeki gibi bir kütüphanemizde yoktu
ama onbeş günde bir sonra bir aya çıktı o süre, gecekondu mahallesine
gelen merdivenle çıkılan eski
otobüsten yapılma, içi kitap dolu Gezici kütüphaneden edebiyat dersinde
öğrendiğin kitapları alırdın; Uğultu Tepeler, Rüzgar Gibi Geçti, Savaş ve Barış, Sefiller…,…,… hiç bir ses,
hiç kimse savaşın ortasında yol
bulan Scarlet O’hara , Red Bautler;
Nataşa, Andrey aşkının peşinden gitmeni
engelleyemezdi; babanın gecenin bir
vakti yüreğini ağzına getiren tok,
kızgın ‘hala mı yanıyor bu elektrik, dünya para’ sesi dahi. ’Tamam
kapatıyorum’la ışığını fark etmesin diye boğulmayı göze alıp üzerine çektiğin
battaniyenin, çarşafın altında okumaya devam ederdin vermek zorunda olduğun
kütüphanenin kitaplarını. İster eğitimli, ister eğitimsiz olsun hepimizin,
hepinizin korktuğu sonunda ‘güzel mi zor mu yaşadı bilmem ama başka
türlü yaşaması imkansız biriydi’ yargısına varacağınız; benim yıkıcı şairim senin üniversitenin güzel
sanatlar bölümü mezunu olduğundan “cahil
değil” entelektüel nitelenen “çünkü
babam bir ressam ve komünist. Cağaloğlu emekçisi, kitap ve dergi kapakları
yapan bir ressam. Dönemin önemli politik şahsiyetleriyle yayıncılık bazında
çalışmış. Militan’ın kapağını, Habora Yayınları’nın bütün kitaplarını yapan,
Metin İlkin’in kitaplarını, Nâzım kitaplarını yapan, edebiyatla iç içe biri. ”
diye anlattığın Yüksekkaldırım'da
farelerin arasında bir harabede hayatı
sonlanmış, solaklığına rağmen sol elini
kullanmanı yasaklamış ressam babanın, diğer
cahil babalarla aynı otoriter
tavırda çocuklarına dayak da attığı o yıllarda; çoğu genç kendilerine mutluluk oyunu çizerken;
filiz kemiklerinizi, gençliğinizi eğip
bükeceğini anlamadığınızdan
omuzlatılan, omuzladığınız “dünyayı
değiştirmenin”, “devrim yapmanın” ağır
yükü altında her şey doğru…her şey yanlıştı; hayat gibi….
Sakın !! Sakın !!! deneme! Yapma ! sakın !!!! Dur..dur…telaş etme…anladım seni ben;
verileri uç uca ekledin veeeee…. yolu
hiç kesişmediği, tanışmadığı yalnızca
Bach’ın Goldberg Variations’unu dinlediği, romanının kahramanı Wertheimer’e “bitik” ismini verdirttiği piyano virtüözü
Glenn Gould’un hayatına dair ufacıcık ayrıntıları sanki çocukluğundan itibaren
birlikte yaşamışlar, en gizli sırlarını paylaşmışlar, konuşmuşlarcasına Thomas Bernhard yazdığı “Bitik Adam” romanını hatırladın değil mi? “Yaşamak delirmek için yeterli bir
sebep;yaşamak, intihar etmek için yeterli bir sebep.'' dedi, diye düşündüm ben”
anlatımıyla fark yaratan Thomas Bernhard’ı
düşünüp ‘süren başladı… istediğin kadar kağıt alabilirsin…zaman da
sınırsız… tek kural; intihar etmek yok’ dedin diye düşündüm bende. Merak etme
ne benim puslu şairim Glenn Gould; ne de
tırnağı kadar yazma yeteneği olmayan ben; her gün yapılan aynı günlük
aktiviteler, aynı konuşmalar, aynı
şeylerden ibaret hayat, düşünceler,
duygular sürekli yinelenen bir tekrarı
yaşatmıyormuşçasına, değilmişçesine ‘romanlarında ne çok tekrar
var’la haksız yere eleştirilmiş idolüm Thomas Bernhard olabilirim.“Bitik
Adam”dan esinlenmeyse ???? İşte ona net bir şekilde yok desem de
sen, inanacak mısın? Farklı da olsa aynı zaman diliminde yaşadığımızdan beni
şiirleri, yazdıklarıyla etkilemiş belki aynı
düşüncede, aynı duygudaşlıkta
buluştuğumdan Can gibi zamansız ölümü beni dağıtığından ‘benim şairim’ diye ondan bahsettim ama ‘esinlendin bal gibi Thomas Bernhard
diyorsan’ benim yalnız şairimin sevmediği o kelimeyi kullanarak diyorum ki belki
sonraki paragraflarda, satırlarda hakkında
“artık” yazmam…nokta mı? Değil,
noktalı virgül (;) ya da yan yana iki nokta (..) koyuyor, kimsenin
göremeyeceğini bildiğimden karanlığa saklanıp
devam ediyorum..
Evet..eminim ki “başkasının çocuğu
böyle mi yapıyor?" çıkışlı
ebeveynler; ‘birey’liklerini ezdiklerinden
‘git kendine bir tane başkasının çocuğu al!’ diyemeyen çocuklarına,
üzerlerindeki denetiminin
kalitesi oranında aile büyükleri, çevre,
ve mesleki meclislerinde hava attıracak bir mülkiyet alanı baktıklarını
reddeder, yadsırlar da eğer öyle değilse
bir baba, bir anne çocuğunun yeterince zeki olmamasına niye üzülür ?????
Onun içinde insan yavrusu biyolojik olarak çok eksik; anneye ya da
ihtiyaçlarını karşılayacak herhangi birine aşırı bağımlı doğduğundan onlarca
akranın gibi çocukluğundan
dolayı mecburen hayatının
iplerini ellerinde tutan ebeveynlerinin kendi isteklerine, tutkularına,
gezmelerine, tozmalarına, düşüncesizliklerine, kinlerine feda ettikleri
kimsenin hesabını da sor(a)mayacağı erken ölümünü getiren kaderinin, bahtsızlığının
yapımcılarını affedecek bir yüreği;
arkadaşlarını parkta, masanın
üzerindeki C.K etiketli çeşit çeşit
kalemlerinin olduğu kalemliğini gördüğüm her gün ”nasıl yaşarım sensiz…nasıl…”lı acı vicdan boğarken;
her akşam gülüşlerinin kaldığı fotoğraflarına bakıp, giysilerinde kokunu
arayıp, gecenin bir yarısı evinden getiremeyeceğimden ‘uyuyamıyorum, olmasa ben
uyuyamam’la kederlendiğin kediciğin yerine alternatif ‘bende ona sarılmadan uyuyamıyorum, bu akşam seninle uyursa çok sevinir’
küçük kahverengi, beyaz benekli Zürafa’ya sarılıp ağlayarak, sensiz bir dünyaya , güne
uyanmaktansa ‘hep gece olsa…hep gece…hep karanlık…uyusam hiç uyanmasam’la
başımı yastığa koyduğum üç yıl; sensiz geçti bile…sensiz yaşandı üç yıl.
Sen yaşarken de adına hayat denilen herkesin gündelik yaptığı;
yeme, içme, yatma, kalkma, temizlik, yemek yapma, kitap okuma, işe, alışverişe
gitme, mitinglere katılma, iktidarı, muhalefeti, toplumu, insanları eleştirmeyle geçen üç yıl…nasıl bir can acısıdır bu…nasıl
bir özlemdir… onca olumsuzluğa seninle yaşanan zamanların, mevsimlerin hüznünü
dahi keyifli, mutlu kılan…aratan; bulamadığım… değişiyormuş da ben
bilmiyormuşum ya sen yoksun diye sanki değişti her şey; insanlar, kullanılan
eşyalar, gidilen yerler; artık mezarlığa gidiyorum... eski görüntüler, ânlar
da silikleşiyor sanırken kokusu
geliyor; buram, buram burnumun direğini kırarcasına; koparıp su bardağın içine koyduğumuz iğde, filbahri
çiçeğinin, leylak’ın… ‘oğlum koşturma
gel.. gel bakayım sırtına’ lacivert atletini
çıkarırken soğuk elim değdiğinde
tenine ürperiyorsun ‘ terlemişsin, hemen
çıkaralım atletini yoksa hasta olursun’
derken ben, kaçmaya çalışıyor ‘kıpırdama zırto…dursana…dur! dur!’lu sesim çınlarken odada, atletini kurtarıyorsun
elimden ‘elin çok soğuk’la hep ‘yapalım’ istediğin oyuna dönüştürüyorsun o ânı da ‘velede bak…kaçma ! yakalayacağım seni velet’
o yatağın üzerinden bu yatağın üzerine atlayarak, o odadan bu odaya, parktaysak da bir ağaçtan diğerine koşarak,
ağaçların arkalarına saklanarak mutlaka kahkahalar
atarak sonunda durduğun odanın parkesinde bacakların, üst gövden yatağa
ya da kanepeye uzanmış kollarını iki
yana açmış bir vaziyette ‘yoruldum’la pes ettiğin yaşanmışlıklarımıza dair en
ufacık ayrıntıları öyle çok serpiştirmişiz ki her yere; evlere,
sokaklara, AVM’lere, parklara, kreşlere, okullara baş edemiyorum işte sensizlikle.Sensizlik; senin kadar uçsuz bucaksız hayal gücünü getirdi
bana; bazen senin yerine koyarak duvarlarda asılı, konsolun, komidilerin, sehpaların üzerine koyduğum
çerçevelerdeki fotoğraflarına konuşuyorum, bazen hayaline sarılacakken yok
oluyorsun…bazen de sen sesleniyorsun fotoğraflarından bana masanın, konsolun üzerinden, buzdolabının
kapısından, duvarlardan konuşuyorsun…dostlarınızla bir aradasınızdır; içkiler,
yemekler, muhabbet, ortam güzeldir, eğlenilir ama bir şeyler… bilirsiniz bir
şey (ler) eksiktir , ‘O’ yoktur, hem de her zaman beraber olduğun onun hiç
tanımadığı, onu hiç tanımayan kişilerle, onunla hiç gitmediğin bir mekanda
sürekli dalıp gider; hani söyleyenin karşındakinde çatlak açıp geçmişe
götüreceğine ihtimal vermediğinden
öylesine söylediği, aynı tınıda, telaffuzda konuştuğu bir söz “haydi” , “çok eğlenceli”, “nefis”, “et
güzelmiş”, “hayıırr” kulaklarınıza onun ‘haydi oynayalım… haydi
yarışalım…çok severim yağlı eti…nefis olmuş…hayıırr istemem…yonca’ sesini getirir; parkta tartar pistli yürüyüş yolunda atletler
gibi dizlerini kırıp bir ayağın önde diğeri arkada ‘haydi yarış başlasın….’la koşuya hazırlanırken birden durup çimenlerin
arasında boy vermiş yoncaları göstererek
‘biliyor musun Meltem öğretmenim dün dört yapraklı yonca bulmuş, haydi
bizde bulalım’, ’tamam da dört yapraklı yoncayı bulmak çok zordur, nasıl bulmuş
ki öğretmenin.Bulmasak da üzülme çünkü çok zordur dört yapraklısını
bulmak , baksana hep üç yapraklı’ derken
gibi senin gözlerin, ellerin de
çimenlerin arasında dört yapraklı yonca
arıyoruz ‘o yüzden insanlar hep üç yapraklısını
bulur… yonca, dört yapraklısını bulana şans getirir’ diye devam ederken
ben, birden bir yoncayı koparıp bana
doğru gelirken bağırıyorsun ‘bak!buldum’… bakıyorum, üç yapraklı ama birinin
ortasından geçen bir ayrık sanki dört yapraklıymış gibi gösteriyor yoncayı.
İllaki önü(nüz)ne bir engel çıkaracak hayatın başında şanslı olduğunu hisset ,
üzülme diye ‘bak gördün mü sende şanslı bir çocuksun, bundan sonra
senin işlerin de hep yolunda gidecek, ne kadar güzel, çok
sevindim’ derken ben elindeki yoncayı
saklamak için cebine koyarken ‘bende’ dediğin ận’larını
da gözünüzde canlandırır; ‘ahhh benim hayatı bir Ayvalık tostuna, sahilde bir serpme
kahvaltıya, Şeytan tepesi, Cunda gezmesine
kurban edilmiş tatlı yavrum ahhh… gerçek
bu basit… dolaysız işte’ düşüncelerinde gezinirken başınızı kaldırdığınızda anlayışlı bakışlarla
karsılaşır, mahcubiyet duyarsınız ‘muhabbete, ortama saygısızlık bu
yaptığın…insanlar keyifli zaman geçirmek için
buradalar, hakkın yok ki bu
yapmaya’yla kızarsınız kendinize; anlatmak ister …anlatamazsınız...olmaz
işte; zira onun yokluğunun anılarını
canlı tutuğunu anlamayacaklardır ki ‘bırakın sonuna kadar, nereye götürecekse
beni, nerede incelecekse oraya kadar gideyim,
yaşayayım acımı. Beni
öfkelendiren, çileden çıkaran
klasik teselli sözcükleriniz
“hayat devam ediyor” , “ölenle ölünmüyor”, “hayat böyle“ klişeleriniz ki cidden de böyle mi…bu mu..bu
mudur hayat? dikkatimi başka şeylere vermem, kafamı dağıtmam için yaptığınız
buram buram merhamet kokan, sakilik akan
konuşmalarınız, hissetiğim zorlama
iyilikseverlikleriniz kendime getirmiyor beni;
dindirmiyor, rahatlatmıyor, azaltmıyor yüreğime bağdaş kurmuş Can’sızlığın
ağırlığının acısını… acıyla baş başa
kalmak; gittiğimiz mekanları, yediğimiz yemekleri, oynadığımız oyunları
yaşanmışlıklarımızı hatırlamam, yaşamam da sizin sandığınız kadar kötü değil;
korkutmuyor, delirtmiyor beni. Hem nasıl unuturum ben Can seni; küçük ellerinle
saçını tarayışını, şekil verişini? nasıl unuturum nasıl bedenin yokken yanımda;
bir dahaki sefere gecikmeyim, sen bana kızma
diye sipariş hattını telefon rehberime kaydettiren ‘annem çabucak
getirtiyor, söylüyor Mcdonald’s’a, sen çok geç söylüyorsun hamburgeri, soğan
halkası da söyledin mi ?’, ‘hiç
gitmeyeceğim evlenince de yanında
kalacağım’, söyledikçe birini büktüğün
üç parmağını göstererek ‘üç tane tatil
di mi? sonra ertesi gün, sonra ertesi gün’, felsefei ‘niye kurallar var, hiç
sevmiyorum ben’ konuşmaların hâlâ kulağımda, benimleyken yaşadıklarımızı.
Düşünsene üç yıl geçmiş bile sensiz; ben hâlâ o üç yılın sensizliğini kavrayamamışken…sanki üç
yıl süren daha da sürecek bir rüyadayım; seninle ilgileneyim zaman kaybetmeyim
geldiğinde hazır olsun diye ‘anne! ipek hanımın çiftliğinden gelen organik
portakallar bulamıyorum nerde? Can şimdi gelir, daha portakalı sıkmamışız… sevmiyor zor yiyor rafadan yumurtayı, omlet ya da yumurtalı ekmek
kızartalım ’ telaşıyla kahvaltı
hazırlarken biz, sen de apartmanın önünde zili
çalacaktın… artık zili hiç çalmıyorsun Can ! o kadar bekledim ki o zili tekrar çalmanı… çalmadın… nasıl yani diyorum zili çalmadığı gibi bir
daha eve
telefon açıp ta ‘annem belki işi
vardır dedi ama, işin yoksa gelebilir
miyim size‘ de mi demeyecek? Bitti mi yani…bitti mi; yaşamın gözyaşları da mı
bitti?ne kadar sürer ? ne kadar sürer doktor? bilen var mı? bilemiyorum.. bilmiyorum…’
Bilmiyorum; biliyor… ne doğru(ydu), ne yanlış(tı) onu
da bilmiyorum; bildiğim, bildiğiniz; çokkk özlediğiniz,
bulamadığınız için bir parçanız eksiktir, hiçbir şey o yanınızdayken
olduğu gibi değildir, olmayacaktır da,
zorlamanın anlamı da yoktur ‘onsuz neler yapabileceğimi, nereye
kadar gidebileceğimi de bilmek
istemiyorum’ yadsımasıyla, üzerinde bazen zıpladığınız, bazen boğuştuğunuz,
bazen oyunlar oynadığınız
yatağınızda, sarıldığınız panda oyuncağına ‘kimseler bilmiyor senin bildiğini,
benim onunla; Can’la
öldüğümü’ anlatırken, bir tek kendiniz, siz biliyorsunuzdur; onunla
birlikte gömülen kalbiniz yüzünden bedeninizin;
kökünden kuruduğundan fark edilmeyen içi boş bir ağaca dönüştüğünü;
onsuz yiyen, içen, ev temizleyen, yemek yapan, yürüyen, yatan, kalkan, yazan,
okuyan ben; onun yaşadığı zamanlardaki ben de değilim ki…kalbimin tam ortasına
her şeyi yakıp yıkan, parçalayan bir yıldırım düştü… yaktı beni cayır,
cayır…iyileşemiyorum ben…Yedi yaşındaydı; başta bu lanet ülkede, bu her ölümü
‘kader’le içselleştirmiş kahrolası toplumda, bu her bireyinin her şeyi bildiği ailede doğmasaydı; önlenebilecek bir trafik kazasının kurbanı da olmayacaktı. Bir dakika… izin ver
! Yaşarken romanına onun için ‘…Angora
pastanesini bile bırakıp gidemiyorsun. Sen zaten, onsuz yaşayamayacağını bildiğin yanına almak
istesen …’ satırlarını yazmış seni,
sözünü tutamaman, ölmeyi becerememen utandırmıyor mu ? ‘Allahın cezası; madem
kendini öldürecektin, madem intihar edecektin Allahın belası; canını acıtacak,
ağrıtacak asmak, bir yerden,
apartmandan, pencereden atlamak, otobüse
karşı yolda, trene karşı raylarda yürümek seçeneklerini dışlayıp, ataydın ya denize kendini; bir anda dolacaktı su tüm iç organlarına…ya da gündüz, gece günün
her saatinde içtiğin vazgeçemediğin içk; rakı, bira en iyisi votka, evet …votka, limon, erik, buz karışım
bir şişe Absolut vodkaydı; dediğimi duysaydın
‘tabii para çok bende alırdım ben
‘Absolut’u, inandım… delisin‘ derdin ya
oysa kendine öylesine korkunç bir son hazırlamaktansa…. intihar
edeceğini bilsem de ben, sana votka
alman için para verirdim; dışarıda kar
altında; ândan âna, hatıradan hatıraya, ne kirli çıkındın sen sevgiliden
sevgiliye, hülyalardan hülyalara atlayarak, dalarak sarhoş mutluğunda donduğundan; nefes almadığını anlayamadan acısız, ağrısız son verseydin ya
hayatına ama sen…sen…sen ne yaptın?
Çektiğin onca acı yetmezmiş gibi ne yaptın sen?’le ölüsüne kızdığın
Haldun’a; duymadığını bile, bile
akıl veren sen ??? Ben de yapacaktım; atlayacaktım uçağa, inecektim
Sabiha Gökçen’e. Canımın içi niye Sabiha Gökçen; oraya Chater uçuşlar yapılıyor
ondan değil mi? Yani ölmeye giderken bile Ortadoğulu insanlar diye eleştirdiklerinle aynı düşünde de arkandakilere para bırakmak için uçak biletini
ucuza getirmeyi düşünmen; pes doğrusu ne diyeyim…sonra ver elini Boğaz
Köprüsü, atıverecektim kendimi Marmara denizine; hızla suya gömüldüğümde
bitecekti her şey; üstelik kemiklerim kırılmadan, beynim saçılmadan ortalığa; ağrımadan, acımadan bedenim… bitecekti her şey; “ama”… kaçarı yok
illaki bir “ama” söylenip, yazılacak;
söyleyecek, yazacaksın sende değil mi? Sen az önce ‘sözünü tutamaman,
ölmeyi becerememen utandırmıyor
mu’ dedin ya intiharımı geciktiren arkasına sığındığımı sandığın bir bahane değil; beyin öldürücü
mecburiyetler, merhamet ‘bu eşitsiz, adaletsiz burjuva düzeni hep sizin boyun eğmeniz yüzünden devam etti’ ergenliğiyle
oklarınızı fırlattığınız, orta
yaşınızda ‘doğurarak sanki beni matah bir şey yapmışsınız gibi, ne işler açtınız başıma, bu iğrenç dünyaya,
hayata, insanlara katlanmak zorunda bıraktınız beni…bir de adam gibi çocuk yetiştirmişsin gibi’ye
evirdiğiniz hayat döngüsüne birlikte başladığınız sonuna yaklaşırken de hâlâ
birlikte olduğunuz; , farklısını görüp, bilmediğinden doğruluğuna inanarak ,bir
önceki kuşakta anne, babasından, ailesinden
gördüğünü, öğrendiğini
tekrarlayan döngüde despotluğuna, kavgacılığına ek yıllarca ailesini
birbirine düşüren bir çocuğu yanındayken diğerinin, diğerinin yanındayken öbürünün, çocuklarıyla da ‘bu…o… kadın’ lakabını taktığı eşinin
dedikodusunu yapmış şimdiyse küçülmüş
gözleri, buruşmuş elleri, titrek bacaklarıyla yürümeye çalışan, günde en az yüz
kez adınızı söyleyen, çağıran ‘heyy koca
Kemal bu hale mi düşecektin? bak şu ellerime, damarlarıma…kabarmış, morarmış, ne kadar incelmiş kollarım, yetmiş
kiloya düşmüşüm, insaf! artık bitmişim;
üzerimde duramıyorum, beynim de gidiyor,
unutuyorum artık‘ dertlenmesiyle bıktıran
çöp öğütücüsü oburluğunu unuttup; ölüme yol alışının farkındalığına,
kaslarının her gün biraz biraz
erimesine büyük bir üzüntüyle tanıklık
ettiği(m)niz seksen altı yaşında,
“Parkinson“lu babanızın bir bardak su içmek için dahi size muhtaçlığı, yaşama çabasıyla; on iki yaşında
evlendirildiği, on sekiz yaşında üç
çocukluyken ‘yemek niye hazır değil’le
demlikteki sıcak suyu başından aşağıya döken gaddarlıklarını, kendisine
çektirdiklerini ağzından dinlediğinizde
kabaran öfkenizin, nefretinizin muhatabı kendinden on iki yaş büyük babanızın
yaşlılık huysuzluğuna katlanmasına engel onlarca hastalığa sahip, Can’ın vefatı
sonrası sizin için intihar seçeneğinin
kapının eşiğinde oturduğunu bilen çocuk gelin annenizin ‘yapma, bana bir kez daha evlat acısı yaşatma; ölmüşken
bir daha öldürme beni’ bakışıydı
intiharımı şimdilik rafa kaldırtan…şimdilik …şimdilik…
Yani diyorsun ki değişmedi ama bu defa beklentisizlik , rahatlatan bir
umursamazlık içinde yine birilerine
hizmet ki tek fark belki bu hizmeti hak eden yaşlı anne ve babanın huzurevi yerine kendi
evlerinde yaşayıp başkalarının yanında perişan olmamaları, sürünmemeleri uğruna
devam etmek zorunda kaldığın
hayatında şimdi Can yok ya; her günü, her ânı; ‘sıkıldım bitse de
bir an önce gitsem’ modunda öylesine geleceksiz, amaçsız, umutsuz belki de olması gereken gibi
yaşıyorsun…ki artık doğru olduğunu sanırken hep başka bir istikamete; hep ters
istikamete çıktığından pestilini çıkaran
bir yoldasındır; hayat gibi; senden bana ne kalır…benden ona ne kalır
gibi. Biliyorum yalnızca birilerinin sana muhtaçlığı ürkütüyor, yoruyor seni, yeni mabedin
yorganın altından çıkış biletin; yanında
taşıdığın yol arkadaşın, geride bıraktığın bir sevenin varsa onu
parçalayacak ölümse hiç korkutmuyor
seni. İşin garip tarafı böyle umarsızlık
içinde yaşayınca bencil de olunmuyor
“bana ne insanlardan” denmiyor
çünkü hedefleri olan insanlara yol vermek, hedefi olmayan biri için
artık çok kolaydır.Hem ‘bırak onlar koşsunlar, ben yolun kenarında öleceğim
güne kadar takılırım’ düşüncesiyle bir
şeylere sahiplik için çaba sarf etmeye
de gerek duyulmuyor. Sadece bir kaos, karmaşaymış gözüken hayatta; ufak tefek
oynamalar bile ileri zamanda büyük değişikliklere yol açabiliyorken, her yeni
gün, kendimizin değil başka insanların
kararıyla, yaşamak istediğini yaşayamayacağın
bir süre sonra da tek düze
algılayacağın, kuralları bol hayatların
aile, toplum, devletçe çok önceden
yapılmış kurgusu ne kadar acınası
bir halmiş değil mi? Bütün bu yaşananlar, bu siyasi zırvalar; kanunlar,
koşullar, ahlaki düzenlemeler sırf daha çok sevişebilmeyi meşru kılmak için
kurulan bütün bu ota, boka birliktelikler… bütün bu ‘olur lan bu defa bununla’ denilen ân da yenilen
tekmeler...sonra şu trendler, kılıklar, kıyafetler, markalar...değişen sanat,
dönüşürken canavarlaşan toplum; çürüyen hayır kokuşan insanlar; her gün boş yere harcanan emek; her gün biraz daha körelen
akıl; para uğruna acı çeken onca insan, prekerya… demokrasi, özgürlük, eşitlik,
kardeşlik, petrol uğruna savaştırılan, yok edilen koca bir dünya… bir de
yüzyıllardır bombadan, uyuşturucudan daha başka bi s.k, bi bok da üretmeye
yaramamış sayacağın bilim; kimya, matematik,
fizik var. Ve elbette ki o bitmek bilmeyen her şeyi, vakti dahi tüketme hali; üç, beş yaşındaki çocuklar bile “canım sıkılıyor” diyor…her şeyden
sıkılıyoruz, her şeyden; en başta birbirimizden, siyasilerden, bilimden, telefondan, kıyafetten, sokaktan...
uzunluktan… yavaşlıktan… üretkenliğe yetmediğinden olsa gerek ??? kayda değer
bir şey yapmadığımız zamanı kaybetmeye tahammülümüz de yok.İşte bu
kazanılması gereken zamanı
kaybetmeyeyim diye bir an önce eve kapağı atma telaşındaki ‘niye’ de akıllara ziyandır zira gerçeklikle bağını
çoktan koparmış, düşünmekten haz almayan
söyleneni, okunanı algılamada hep bir
sorun yaşayan kökeni, mezhebi, dini fark etmez hepsi de şu çılgın Türkiyeliler;
yaşayamadıklarına kahrettikleri oysa
olmayan aşkı, özendikleri ulaşamadıkları gücü, iktidarı; çete, mafya
elemanlığını, çevrelerinde görmedikleri insani vicdan, merhamet, pişmanlık,
özür dileme benzeri duyguları bulduklarından
vazgeçemedikleri; günde en az üç tane izleyip rahatladıkları sanal dünyadaki yüzlerce
diziyi; Çukur, Erkenci Kuş, Hercai,
Yemin, Her yerde Sen, Bir Aile Hikayesi
vesaire, vesaireyi, yarışmaları, maçları izlerken de sürekli bir şeyler
atıştırdıklarında; tabak tabak yemek, meyve yemek, çay, kahve, kola
içtiklerinde; illaki bakterilerin,
mikropların kapısını aştığı tuvaletlerin yanında yer alan kirli mutfaklara
sahip Cafe’ler, bistro ve restoranlarda geyik, felsefe
muhabbetleri yaparken ellerindeki cep telefonu, tabletlerin ekranından
başta erotik olmak üzere gereksiz
onlarca internet sitesine ağzı
açık baktıklarında; mütemadiyen
de ‘ayyy o var ya o kiminle birlikte
duydun mu?’, ‘dur sana bir şey anlatayım, az müsaade’, ‘o üstündeki kıyafet
neydi öyle’ , ‘güya entel, bohem…islamcı ya yakışır’, ‘tabii bizim arkamızda
onun gibi dayımız yok’, ‘o yere nasıl geldiğini bilmesek…’, ‘paragözdür o’lu
dedikodu yaparak hayatlarının bir
parçası oldukları başkalarının hayatlarını durmadan didiklediklerinde; ‘dünya
bunun üzerinde dönüyor’la okşadıkları popolarını,
piplerini sergileyip seviştiklerinde zaman kaybetmediklerine de
eminlerdir. Şu çılgın Türkiyelilerin vakitlerini öldüren tahammülsüzlüklerine,
can sıkıntılarına eşlik eden; aklı, kendi sınırlarını zorlamaya gerek
duymayan eve bir an önce varıp soyunup,
dökünmeli, dizi izlemeli, yemek yemeli
rutin aktiviteli hayatlarında günler,
haftalar akıp giderken gündemlerinde
sorgulama, hesaplaşma, yüzleşme hiç yer tutmaz.‘Kapıyı kapattıktan sonra
herkesin evinde ne yaşandığını kimse bilmez’ müpheminin içinde kaybettirilen
aynı, benzer hayatı yaşayan Türkiyelilerin birbirlerine en çok sordukları soru
da bir
cezaymışçasına ‘vaktini neyle dolduruyorsun, geçiriyorsun’dur. Halbuki
onlarsız tuvalete bile gidilmediğinden ‘bunu icat edeni Tanrı kahretsin’
yakınmasına rağmen bir uzvumuza dönüşmüş
akıllı telefonlarla, internet, sosyal
ağlarla; her gün sabah saat sekiz, akşam
beş çalışır gibi yapılan bir işe gidip gelmekle vakti geçirmek çok da kolaydır. Kesmedi mi hâlâ mı
geçememiş vaktiniz var ? Bakın ne önereceğim durun… öylece durun…uzanın,
rahatlayın hatta teknoloji akıl almaz geliştiğinden artık
geçmesi, ölmesi için herhangi bir eylem yapmıyor oluşunuz dahi vaktin
öldürülmesine, geçmesine engel değildir
zira kendi kendini öldürecek vakit(in) dolunca sen de
öleceksindir zaten her şey de
zamanla ölmüyor mu?önce geride biz
kalıyoruz sonra geriye bir şey de kalmıyor.Haaa bu arada fark ettiniz mi? Son
yıllarda insanları yakınlaştırmak adına keşfedilmiş iletişim araçları aslında insanların aralarını nasılda
açmış; aynı etkinliğe giden beş arkadaş
o etkinlikte geçen ânlarını ya da bir
konu hakkındaki düşüncelerini floodlarla birbirleri yerine hiç tanımadıkları
takipçileriyle paylaşmayı tercih ediyorlar. Bu kadar çok insanın, bu kadar
farklı algı ve aklın, bu kadar az sosyalleştiği, direkt yerine aracı
Instagram, Facebook, Twitter, …, …, la
iletişim kurduğu bir çağda, alınan kararların doğruluğundan insan
şüphelenmez mi? Böyle düşündüğünde insanı, seni
hayatta tutan şey sanki dünyadan alacağın hazlardan çok, dünyanın senden
alabilecekleri…bunları bilmene, yaşamana rağmen intihar etmekten; bugün çocuklar(ınız)da karşılaştığın(nız) bir
zamanlar senin, sizin de söylediğiniz mangalda kül bırakmayan ‘senin yaşadığın
zamanla şimdiki bir mi?’, ‘sen ne anlarsın…hiçbir şey bilmiyorsun’, ‘ ‘trip
atıyorsun’, ‘kirlisin işte’, ‘arkadaşlarla oturduk biraz geciktim, ne var
bunda, bu kadar kızacak…, ‘onsekizimi bitirdim eve geç gelebilirim’, ‘hem
üzerime düşeni yapıyorum…para da
harcamadım’lı ahkam kesmelerinizin
ebeveynlerde yarattığı hayal kırıklığı, üzüntü niyeyse ancak anne baba
olunduğunda anlaşıldığından iş de işten
geçecektir zira ya dünyada yokturlar ya
da artık özrünüzün, anlamanızın anlam
ifade etmeyeceği bir haldedirler o yüzden de
belki bir tek akıllarını
yeterince kullanmadıkları için suçlayacağınız çünkü yaşadıkları zamanlarda kendinden öncekilerde ne
gördüyseler onu yaptıklarından ki onların anneleri de çocuk yetiştirmenin ne olduğunu bilmeyecek
bilgisizlikte çocuk gelin; büyüklerin yanında
çocuğu kucağa almak saygısızlık, ayıp sayıldığından çocuklarla ilgilenmeyen,
eşine, kadına tahakkümünün ‘ailenin reisi erkektir’li yasalarla
desteklenmesinden güç alan bir tek
geçimi sağlamakla görevli baba(nın)ların
hayat(ına)lara tökezliğini görmezden gelmeyi seçerek tek zayıf halkan hayata gelmene
karar vermiş annen ile
‘gösterdiği tanık olduğum onca
şiddete rağmen nasıl oluyor da acıyabiliyorum’ diye kendi kendini anlamakta
zorlandığın babanın çaresizlik de
getirmiş yaşlı hallerine dayanamayan o aptal vicdanın yüzünden vazgeçtin öyle mi?
Güldürme insanı, senin mantığına göre
yaşlı ebeveynleri olanlar intihar etmez
öyleyse Haldun bu mantığının neresinde?
Bırak ya…bırak bu numaraları ister kabul et, ister etme basbayağı senin
bahanen olmuş yaşlı babaya değil özellikle annene kuzuluğun; toplamının
adına hayat dediğin
dokunamadığından göremediğin ama
inandığın şeyler; Tanrı, din, aşk, kin, özgürlük, hayal, …, …,
kardeşlik gibi soyut
değil ki yaşlılık öyle bir şey ki
görüyor, dokunuyorsun, insanların hali üzüyor insanı yani senin düşündüğün gibi
sudan bir sebep değil intiharımı erteleten.Memlekete, millete hayırlı olsun, intihardan vazgeçişin…şimdi
tutun hayata sende Can’sız…nedir ya bu abartılacak şeymişcesine; bir ölüm, bir yıkım , bir ihanet, bir terk
ediliş , tükeniş, afet anında insanları
motive için söylenen aynı gelişmişlik, aynı yaşam koşularına, aynı
düşüncelere sahipmişçesine Amerika, Avrupa’da ki kişisel gelişim
kitaplarından intihal, aktarma ‘hayata tutun’ muhabbetti ? Anlamadım ! hani yüksek bir yerden
düşerken ellerin yukarı doğru gider ama yine de
tutunamazsın aslında o yüzden düşmüşsündür farz et ben de tutun(a)madım
hayata, tutunmasa(m)n ne oluyor, olacak?
Çalışıyorsun ya da emeklisin tutunmasan
da; ay sonunda yatan maaşın
bir kaç saat içerisinde kredi kartına, otomatik ödemeli faturalara gideceğinden içinde olduğun
ayda yeniden borçlanarak sonraki ay aynı
döngüyü yaşayacağın belli hayata devam etmiyor musun? devam etmek,
tutunmak istemediğin halde tutunuyorsun
işte hayatta; itildiğimiz kısır döngülü çemberden kurtulmanın kendini öldürme
dışında her hangi bir yolu da yok çoğumuz da
kendini öldürecek kadar cesaretli değilken ne yapacağız; tutunmaya, tutunmaya
yaşamayı öğreneceğiz değil mi? Üstelik tutun(a)madığını söyleyenlerin çoğu
pekâlâ da tutunmuştur ki işsizlik,
sefalet, geçim derdiyle uğraşırken ‘hayata tutunmak nedir, ne değildir’i bilmeyen onlarca insan
tutunmadan yaşıyor zaten ki fark etseniz de, etmeseniz de hayat denilen fırtına tutunmaya çalışan
dallarınızı, kökleriniz dahi törpüleyip insanı sonsuz bir boşluğa da atabiliyor. Sonra bu hayata
tutunmak yalnızca istemekle de ilgili
değil şayet bazıları gibi
hırpalanmalarına, badirelerle
uğraşmalarına gerek bırakmayacak ülkenin iktidardaki çoğunluğuna ait köken, mezhep, dine ait kısacası beyaz bir Türk hele de onların kaymak tabakasından biri olarak dünyaya gelmişseniz sımsıkı, büyük bir keyifle tutunursunuz hayata. Aynılıklarında
İslamcısı, Atatürkçüsü, muhafazakarı, devrimcisi, solcusu, sağcı
arasında ufacıcık nüanslar dışında fark bulunmayan beyaz Türklerden olmayan biz gri, siyah azınlıklarsa tutunmasak da hayatla
gerçek ölümüze değin baş etmek durumunda; kendilerinden olmayanları bir beyaz Türk gibi aralarına asla
almadıkları, almayacakları deneyimlerle
de sabitken; bazı gri ve siyahların beyaz olmak için yanıp tutuşmaları, bir
yosun gibi onlara yamanarak yaşamak istemeleri tiksindirici, beyhude bir çaba ve açıkta bir
yara kalacaktır. Yara çok anne…yara çok… bütün hatalarımın… bütün
suskunluğumun arasında insanların çoğu
yirmibeş yaşında ölür de yetmişbeş yaşında gömülür gibi bir laf
duymuştum bir zamanlar… bir yerlerde;benim ölüm tarihimse Can’nın öldüğü gün öğrendiğim şekilde tutunmadan… tutun(a)madan devam edebilirsem
hayata belki ben de yetmişbeş yaşına kadar gri…cansız… soluk halde
gömülmeyi bekleyenlerden olacağım. Şimdi intiharını da ertelediğine göre artık ne yapacaksın onu yaz, kayıp zamanın peşine mi düşecektin hemen
vakit kaybetmeden topla anlamsız, küçük de olsa her yere
serpiştirdiğiniz yaşamışlıklarınızın
kırıntılarını yazmak üzere…
yazdıklarını okumana engel şu gözyaşlarını da sil artık, bak ne yazmışsın
‘….onsuz yaşayamayacağınız….’paragrafından sonra…..;
Bugünü dünden farklı yaşa(ya)mayacağını,
yarının bugünden farklı ol(a)mayacağını bile bile her zamanki gibi böyle,
bu aynı hayatını yaşamak için gidememiştin ya ‘başını alıp’da, kaldın işte
yine bu şehirde. Kalmalısın da yoksa sırtındaki kendi imalatın yumurta küfelerin kırılır be kızım; oysa gitmek istemen bu şehri, bu insanları artık
taşıyamadığın için mi onu bile bilmiyorsun; hem de gitmen ihtimal dahilinde bile değilken, biri kolundan da tutup götürmeyecekken, vahimi
o minicik adımı atacak
cesaretinde yokken. Belki “gitme”
denilmesini, birileri gitme desin, gidersem peşimden “gelsin”i umduğundan,
dilinden düşürmüyorsun ama işin tuhafı
gitme! diyecek kimsen de yok. Umutlarının “gitme”nin içine sığınması
ne acı…o vakitlerden…bir zamanlardan
da ne kadar uzak.Dönüş için sebep
araman olmasın sakın gitmek istemen. He…he..!!!
gittim de dönmem eksik
kalmış gibi.Hem senin neyine
her bahar… her yaz… her kış…her sonbahar bu gitmek istemelerin de niye bu kadar
zamansız; bazen sadece sıkıntıdan, bazen kaçmak için, bazen
yorgunluktan, bazen de yalnızca gidiyorum demiş
olmak için dillendirdiğinden mi? Aylar önce planlansa bile gitmek, bavul
da niyeyse hep son gün toplanır, illa ki bir şeyler de unutulur; üzerinde tepinsen de
sığmaz o bavula; o güne kadar dilemediğin özürler; söylediğin, içinde tutup söyleyemediğin onlarca söz; kalbi kırmak, seni acıtmak için özellikle söylenmiş “seni sevmiyorum”un muadili ‘olmasan da olur’lar; hep bir sonrakini beklediğin son şansların;
bir sürü şey ama hep yarım kalmış…hep
kaybettiğin… belki kaybeden olmaktan daha kötüsü de kaybolandı…kaybolmaktı; ne
bileyim…tamam…tamam en doğrusu cümlenin sonuna üç noktayı koyup
gidivermekte…mi??? ‘ne farkı var anneni ya da babanı kaybetmenin,
kaldırımlarına çıplak ayakla bastığın bir şehri kaybetmekten’i düşünmekle gitmek arasındaki kısa zaman
dilimi, cam eşyalarla sıkıştırdığın gideceğin şehirde kırılmış kalbinin parçalarını da koyduğun
karton kolilerin arasında nihayete erdi;
gözlerinde canlanan üzerinde uyuduğun, ağladığın, sevindiğin koltuklarının koca
kamyona yüklendiği andaki terk etme
duygusunun yoğunluğu, derinliği ve tarif edilmez bitiş hissi savurdu seni daha gidememişken bu şehirde sağdan, sola…
savruldun ve gidemedin;bu kadar basit işte.
Belki de geride
bırakacağın…geride kalan her şeyin yanlış olduğunu bildiğinden savrulup
gidemediğin et pazarına dönmüş tatil yerlerinde kalabalığın bağrış
çağırışı arasında nefes alınamayan
lanetli evet, evet lanetli bu ayda; dondurucu bir sabaha uyandığınız, sokağa yalın ayak başı kabak çıktığınız ensenizde boza pişirerek bitirdiğiniz günün akşamı kuyruğu titreterek eve
döndüğünüz; sokağa Haziran ortasından önce Eylül ortasından sonra çorapsız
çıkamadığınız; ne zaman gelip, ne zaman gittiği belli olmayan topu topu iki
bilemedin üç ay süren “yaz”a sahip bu şehirde;
Ankara’da; kırk dereceye yaklaşan sıcakta, kendini bir an önce eve atma,
üstündekilerden kurtulma düşüncesiyle akşamı zor etmiş, eve girer girmez, hep
yaptığını yapıp çantanı antrede ki şemsiyeleri koyduğun aksesuar görevi de
üstlenmiş beyaz örgülü yayvan sepete
fırlatıp, gömleğinin düğmelerini aça, aça girdiğin salonda pencere önüne konulmuş kanepeye yığıldığında; koltuk
altından apış arasına kadar akan ter;
açık pencerelerden içeri dolup
bir kulağından girip diğerinden çıkan rüzgâr; gün boyu güneşin
tecavüzüne maruz beyninde püfür, püfür
estiğinde; gün Çarşamba’da, tarih de
dokuzyüzdoksanyedinin dokuz Temmuz’undayken; bir dalga iskeledeki, kumsaldaki taşları cilalayacak,
çapkın rüzgâr da etekleri, saçları
havalandıracaktır, muhtemelen.Yığıldığın şu kanepede sıcak, kol kıpırdatamaz hale koymadan
önce de yorgun, hep yorgundun sen! ‘eve
girdiğimde pencere açık mıydı yoksa
şimdi ben mi açtım’ ikileminde,
rüzgârın neredeyse kanepeye kadar
uçuşturduğu pazardan alınmış düz beyaz
tüllerin arasından gözüken Çankaya Köşkü’nün ağaçları, çamları gözüküyor ‘serindir orası, Demirel
bunalmıyordur. Koca Cumhurbaşkanını sıcaktan bunaltacak değiller ya. Klima
belki tuvaletlere bile konmuştur. Cumhurbaşkanı bu kızım. Senin gibi parasızlıktan
klima taktırmadığından eriyecekse niye Cumhurbaşkanı olmak için didinsin ki. Hamakta mayolu, göbekli Demirel, yanı
başında ellerindeki geniş palmiyeleri yelpaze gibi sallayan boylu, poslu, kaslı
korumalar. Demirel nasıl da uyukluyor, düştü… düşecek hamaktan. Şöyle birdoksan
boylarında Humprey Bogart, Robert Redford….nerden aklına geldi Bogart, Redford;
yaşlandığını bu derece aşikar… ne lüzum.
‘Bogart’ı tanır mı, sınırsız bencillikte
kendi varlığından başkasını takmayan duyarsızlıkta, duygusallık eski nesillerde
mi kaldı? teknoloji ve hız bunu da mı vurdu düşüncelerinin nedeni şimdiki Y,Z hatta W kuşağı? yaz; Gökberk Demirci,
Ashton Kutcher, Brad Pitt, Leonardo Dicaprio… Şöyle görenin
daha daha, dönüp dönüp bakmak isteyeceği Obama, Justin Trudeau yakışıklılığında bir Cumhurbaşkanına hasret…
ölecezzz valla… Atatürk…Atatürk… Atatürk…diye haykırarak seni çarmıha gerecek, onlarca tepki
yağdıracak bu düşünceni yazmak zorunda mısın? Ben zamanımdaki Cumhurbaşkanlarından
bahsediyorum sonra evet, Atatürk ülkenin
gelmiş, geçmiş bütün Cumhurbaşkanlarından yakışıklıydı bence tek kusuru boyunun kısa olmasıydı ki bırak Kemalistler
tamamlasın satırını “o kadarcık kusur….”la. Allah aşkına sıcaktan
akmış aklının saçmalamalarından sıyrıl
da farklı dekorasyonlarıyla karşılaşacağın bulutların
içinde kaybolacağın gökyüzüne bak! Havada asılı başını kaldırsan çarpacak, elinle uzanıp bir
parçasını koparıp sepetine dolduracak kadar yakınlıkta keşfedilmemiş renk icat
ettirtecek mavilikteki gri bulutların
arasında sana Shakespeare’den;
“bazen; yıldızları süpürürsün,
farkında olmadan
güneş kucağındadır,
bilemezsin
bir çocuk gözlerine bakar,
arkan dönüktür.
yüreğinde kuruludur orkestra,
duyamazsın.
koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın
uçar gider,
koşsan da tutamazsın... “
soneler dahi döktürtecek şu gökyüzüne bak! Hey gidinin “Shakespeare”i hey !!!!!
daha esamenin “e”si yokken piyasada “koca bir sevdadır yaşamakta
olduğun, anlamazsın, uçar gider, koşsan da tutamazsın...” dizelerinde anlattığı
sanki ben…sanki sensin. Hep öyle olmadı
mı? koştun...koştun… ama ne koşma; bazen neyin ardından koştuğunu unutacak
kadar koştun… yine de tutamadın. Bu kendine yanmaları, acımaları da bırak artık;
hakikatte ne dün vardır insanın elinde, ne de yarın. Onun için rahatla, enginlere dalıp da düşünme; ne bu şehirden gitmeyi, ne
günün yarısından fazlasının geçirdiğin işyerindeki psikopatları; ne Doğu, Güneydoğuyu; Kürdistan mı
diyecektin??? de bakalım diyebiliyor
musun bu ülkede? ne yeni Hükümetin güvenoyu alıp almayacağını, ne çocukları…ne
anneyi…ne babayı… ne eşi… ne dostu…ne dünün Yoldaşlarını, bugünün Heval’lerini… ne onu…ne de bunu; sadece bir ân için
orada, bulutların arasında ol(s)aydın,
yeter de artardı sana.
Bir ân, bulmacalarda çıkar ya
lahza = ân nasıl da ezberlemiştir insanlar , kalem kendiliğinden yazar;
bahşedilmiş o sonsuz derinliği ân’ı. En
kısa fakat içinde en çok kalınan zaman birimi ân nedir ki? bir saniye; zamanın
içinde kaybolur, yağmurda dökülen gözyaşı gibi. Kaybolsa da yaşayan için o
bir ân, döken için de o gözyaşları nasıl
da değerli ve ne yazık nasıl da en az kıymet görendir. Sadece ân, sade bir ân
değiştirir mi yaşamı ya da insanın
kaybedeceği hiçbir şeyinin olmadığı bir an gelir mi ya da
kaybedeceklerinin s.kinde olmadığı hale gelir mi, getirilir mi insan? Aaaa
ne münasebet; bu toplumda… bu asırlardır burnunu karıştırmaktan, yere
tükürmekten, balgamını ağzında top yapıp çimenlere fırlatmaktan; gaddarlığın vicdansızlığın
tavanı bir çocuğun mezarına konulan oyuncaklarını çalmaktan; ikibinondokuzun Eylül ayında İstanbul’un göbeğinde arkadaşlarıyla durakta
otururken ‘bana bira al… para ver’ diyenin
para vermediğinden yirmiüç yaşındaki genci, hukuk fakültesi öğrencisinin
kopya çektiğini tutanağa yazdı diye öğretim görevlisini öldürmekten, adalet dağıtmakla mükellef hakimin de sahte fatura düzenlemekten
yargılanan dizi oyuncusu Kıvanç Tatlıtuğ’la “adalet mülkün temelidir” yazısı önünde
fotoğraf çektirmekten çekinmeyen; ihraç edildiği ülkelerce ilaç kalıntısı var
diye geri gönderildiğinden ucuzlatılarak iç piyasa sürülen domateslerden
kilolarca alarak ailesine zehirli kış konserveleri hazırlayan, olur olmaz her
yerde çocuğuna ‘çileden çıkarma beni’ , ‘sus diyorum sanaaaa’ bağırmasını şiddet algılamayan, hoş sohbetlerini izlediğiniz iki ya da üç arkadaştan biri yanlarından
ayrılır ayrılmaz diğerlerinin ‘duydun mu
ne dedi, iğrenç şey…daha geçen gün ne yaptı
biliyor musun’la arkadaşlarının,
tanıdıklarının arkasından
konuşmanın, dedikodu yapmanın gelenekselleştiği bu sahtelikler dünyasının mesulü
insanlar arasında… insan hiç o
s.kinde,
k..çında olunmayan hale gelir, getirilir mi? Küfrettim diye alındın mı?
Alındıysan yazık sana, çünkü hayat
küfürden ibarettir. Ne diyordun ? ‘ân’ diyordun, evet ân; yalnızca masallarda mıdır her şeyi
değiştirmesi “ân”ın sahi ân ! saklanır
mı? Güzel yavrum Can’ım; kısacık ömründe seninle yaşadığımız anları sakladığım, dondurduğum
gibi daha sen dünyada yokken yaşadığım o
ân’ı,… o kareyi de kalıcılık aşılayarak sakladım ben, dinle bak; neredeyse televizyonunla
bütünleşmiş pencereden, sokağın koyulaşmaya yüz tutan mavisini görüyordum. Koltuklara
yayılmış dizi belki de bir film
izliyorduk. Döndü bir şey sordu filmle ilgili cevapladım ben de öylesine ‘bugün
dışarıya çıktın mı’ gibi hayatın ortasından bir soruydu işte.Sokağın ağaçlar
arasından sızan koyu mavisinin, lambasını henüz yakmadığımız odaya sızışı,
yayıldığımız Amerikan tarzı geniş biri beyaz,diğeri kahverengi üzerinde; Boyner
Home’dan alınmış pembe, yeşil renkte
küçük minderi andıran;
ağladığınızda karnınıza bastırdığınız, öfkelendiğinizde ellerinizle sıktığınız,
bir kavga, bir şaka esnasında
fırlattığınız hayatın en önemli
aparatlarından kırlentlerin bulunduğu;
deri koltukların rahatlığı, sehpadaki bira bardağı, taze kavrulmuş
kuruyemişlerin; fıstığın, fındığın, leblebinin
kokusuna karışan, hiç değiştirmediği parfümünün kokusu ve o basit soru ‘niye söylemedin ona yaptığının
haksızlık olduğunu niye…bilemedin mi
hayatın da bir sonu olduğunu? Tabii sende haklısın yaşarken, kendini
ölümsüz sanırken insan kimin aklına gelir ki. Söylesene başka neyi
bilemezdi(n)…neyi ‘ İşte o ân'ı dondurdum
çünkü o ân'da ne suç vardı… ne kargaşa… ne savaş…ne yoldaşlar…ne
Hevaller…ne de başka birileri…ne başka bir şeyler…sırtımı dayadığım koltuktan
kaldırmadan, o'na başımı çevirip öyle dikkatli bakmışım ki gözleri ‘ne var.. ‘ dedi, ‘hiç’ dedim ben
usulca; hiç. Yine söylemedim söylemek istediklerimi şimdi ne zaman korksam,
bazen durduk yerde keder basar ya insana öyle kederlensem, dondurup
birilerinden de sakladığım, paylaştığımız o ân'a kaçıyorum; huzur gibi
sessiz…sakin…içten o ân’a. Bir de kolayca unutup geçtiğim öteki milyonlarca
'ân'ın kalbini kıran bir an var ki o
‘ân’ı da hiç unutmuyorum; tozlu bir meydan, bir binadan oluşan otobüs
terminalinin bir köşesine iliştirilmiş
duran çay ocağındaki masada oturuyoruz karşılıklı; her zaman sıcak olan
ellerimden terledikleri için çektiğin ellerinden biri masanın üstünde diğerinde
ara sıra içtiğin gazoz şişesi evirip
çeviriyor, oynuyorsun… daha önce hiç taktığını görmediğimden parmağındaki
işportadan alınmış yüzüğe takılıyor
gözlerim ‘kamuflaj amaçlı olsa gerek’
diye düşünüyorum, gözlerinse uzaklara, çok uzaklara bakıyor; ufku sıra sıra dağlarla çevrili bu yerde. Sonra aniden ‘izlenmedin değil mi’
diyorsun ‘takip edildiğimi sanmıyorum,
yani bir şey hissetmedim, tren, otobüs,
dolmuş kullanmadığım vasıta kalmadı, başım döndü benim, beni takip edecek polis, MİT, istihbarat ne
haltsa, kimse onun halini düşünemiyorum
bile’, ‘faşizm; ökçesi, pençesi, tüfeği,
tankı elinde ne varsa onunla
saldırıyor, faşist diktatör Evren her akşam meydanlarda halka yalan üstüne
yalan söylüyor sanki hortlamış bir Hitler var karşımızda. Şartlar çok ağır,
onlarca Yoldaş gözaltında, onlarcası hapiste, onlarcası işkencede, onlarcası
atılıyor emniyet binalarından “düştü, intihar etti” diyorlar. Dün az daha yakalanıyordum ‘, ‘ nasıl olur ‘ diyorum ‘Korkma, beni
öyle kolay enseliyemeyecekler. Muzaffer’in evini de tespit etmişler, haberim yok, akşam onda kalacaktım,
baktım apartmanın önü kaynıyor cemse,
polis arabaları…iki dakika önce gitsem bugün burada, karşında olmazdım…neyse, iyi misin sen… nasıl
çıktın evden?’ , ‘unutun sen vizeler bitti final zamanı … sınavım var dedim,
önce Eskişehir’e geldim trenle…unutmadan…’ çantamdan çıkardığım damga, mum
mühürlü uzun sarı zarfı uzatıyorum
‘önemliymiş, gerekeni yapacakmışsın…’ yanındaki
sandalyeye koyduğun küçük el
valizini açıp içine atıyorsun zarfı.Garson tek eliyle taşıdığı dökülmüş çayla altları
ıslanmış bardaklar, üst üste yığılı
beyaz tabaklarla dolu tepsiyle yanaşıyor “ çay” , ‘alırım’ sen ‘yok’ diyorsun.Önüme içinde ‘zıkkımlan da
git’ gizini taşıyan “pat” sesi çıkaran tabağı üstüne de “şak”la
bardağı bırakıyor; sarı çay
lekeli plastik beyaz şekerliğin kapağını açıyorsun ‘üç tane?’ başımla
onaylıyorum, bir kez daha açıyorum çantamı,
bu defa beyaz bir mektup zarfı çıkarıyorum ‘para, bir süre idare edermiş seni, sonra yine getireceğim ya
da bir başkası getirecek’; ‘yarın da ne olacağı belli değil biliyorsun değil
mi? Belki bu son görüşmemizdir, belki
bende…’ susuyor, ellerimin titrediğini
fark ediyor, elini uzatıyor tutacak sanıyorum, geri çekiyor usulca fark
etmediğimi sanarak… sevdaydı yaşanan belki ama o kadar çaresizdi ki o sevda ve
biz o kadar acemi, o kadar masumduk ki… belki
“bir nedeni yok…sadece öptüm” şiirini
henüz yazmadığından benim kırıp, döken Şairim; ne tam olarak söylemek istediğimiz onca şeyin
ne olduğunun farkındaydık ne de onları
nasıl söyleyeceğimizi biliyorduk...sadece vaktin dolmasını bekliyoruz; susarak
oturuyoruz seninle…susarak… dünya da yalnızca ikimiz varmışçasına öylece sakin
yolculuğa çıkmış da mola vermiş evli bir çift
rahatlığında… sessizliği ’Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanındaki
özendiğimiz illegal hayatın zorluğunu
şimdi anlıyor insan, kelle
koltukta yaşayınca’ diyerek bozuyorum ‘o romanı çok sevmiştin sen’ diyor muzipçe ekliyorsun ‘ Andre’miydi adı, bence sen sırf Andre için sevmiştin o romanı. Sahi bir
de günün birinde aşık olacaksam birine
“Paris Düşerken”in, “Fırtına” nın
Mado’sunun aklını başından alan
Bolşevik Sergey’i gibi birine olmak
isterim derdin sen ? demek ki sen hep yaşanmayacak, olmayacak sevdaların
peşine düşeceksin‘ sonra da gülümsüyorsun…o kadarcık bir konuşma; susuyoruz
gene.…gelen otobüs tozu dumana katarak meydanda bir daire çiziyor, terminal
binasının önünde duruyor “ İzmir yolcusu
kalmasın" diye bağırıyor bir kaç dakika sonra yanık tenli, siyah pantolon,
beyaz gömlekli bir muavin.İstemeye istemeye otobüse biniyorum, yerimi bulup
oturuyorum, otobüsün yanında, ayakta
bekliyorsun; rüzgar saçlarını dağıttıkça, toplayıp kulağının arkasına
yerleştiriyorsun uçuşan tellerini.Otobüs hareket ediyor, ben yanağımı cama
yapıştırıp sana bakarken, sen belli belirsiz bir el sallıyorsun…birkaç
saatliğine odam olacak koltuğuma başımı geri yaslayıp gözlerimi yola veriyorum;
ödünç. Olmayışın, olamamışın incinmişliği kavururken yüreğimi, Bir süre sonra otobüsü
çocukluğumun tanıdık, gençliğimin
savruk, yanık; Müzeyyen Turing’in, Musa Eroğlu’nun, Mahsuni Şerif’in, …., sesleri kaplıyor “kışlalardoldu bugün”, “kılavuzun gereği yok, yolun sonu görünüyor”,
“
…turnalar uçun, yayladan geçin, yarimi seçin…”, “ işte gidiyorum çeşm-i siyahım…” Hiç
iyi olmayan, olmayacak gecenin çöktüğü karanlığın yalnızlığında
kayıplarıma; yarımlığıma kesik kesik ağladığım otobüs beni dağların arasından
kıvrıla, kıvrıla gerisin geriye; ân’a
götürürken, boğazıma bir şey; sen
takılıyorsun, gözlerim doluyor…. Koca bir kimsesizliğin tam ortasında sahteliklerin,
riyakarlığın içinde anlamak, anlaşılmak mesele değil suskunluğunu taşıyan seni anlayan (daha ne olsun şükür anlayan birini
bulmuşsun) tek yürek; doyamadığın ağlamalar
baş etmeyi kolaylaştırır mı acaba sakladığın, belki pişmanlık da
taşıyacak ân’larınla, hayatla? Nasıl göründüğüm, baktığım hakkında en ufak
bir fikrim yok ama muavin kolonya servisinde beni es geçiyor. Biliyorum, bir ân
gelecek ve ben aslında
kalbimi kırmış, sakladığım o
ân’da ‘dilini korkak alıştırma’ demediğimden, konuşamadığımızı konuşsaydık
eğer… değişecek diğer ận’ları hep merak edeceğim; hem de masalın, hem de hiçbir şeyin sonunu değiştiremeyeceğimi bile..bile...
sonrası hep aynı zaten.
Bir ân beynimi de saklasam bir yerlere , dondursam;
çocukluktaki gibi “tıp” desem oldukları yerde kala kalsa boğan düşünceler,
hatıralar; bazıları abuk sabukluklarıyla da
rahatsız etmeseler beni. O zaman muhakkak; nerden aklına geldi şimdi bu
muhakkak. Nasıl yazılır muhakkak iki ‘k’yla mı? Mutlaka’yı kullansana. Şimdi ne
alaka muhakkak, düşündüğün neydi senin, yazdığın ne? Yazdığına devam etsene;
evet insan aynısı olmasa da belki benzerini yaşayacağı
bir ân’ı, bir daha hiç yakalıyamıyor ki .Ahhh keşke bir ân da
unutabilsek, bir ân da silebilseydik
her şeyi; gürül gürül akarken dere
kenarında, söğüt ağacının altında
oturuyor olsaydık; hiç telaşsız…hiç ağrısız…hiç aşksız…hiç kavgasız…hiç
savaşsız…hiç isyansız… hiç ölümsüz bir ân ya…bir ân…bir ân ve hiçç... yalnızca,
yalnızca bir ân olmayan, oldurulamayan; seven dillendirmese de sevildiğini
anlayacak hayatları, özgürlüğü de yaşayabilseydik… hatırlamak hep acıtır…hep…
çünkü hep bir keşke barındırır değil
mi Cüneyt… Haldun? Ölçüsüz, kuralsız,
dertsiz, tasasız yaşamak bizim neyimize be kızım. Öyle karar vermişler bir
kere. Kafka’nın “Şato”sundaki ulaşılamayan, görünmeyen esrarengiz güç aşkı da
kontrol ediyor buralarda. Bravo sana, bravo. ‘aşkı yaşayamamanın ???
güldürme…’The real’ı gördün de üç milyar kadını göremedin mi be üstad’ sitemine
rağmen düşüncelerinde kendini bulduğundan hayranlığının eksilmediği Jacgues
Lacan’ın “aşk olmayan bir şeyi başkasına vermektir” cümleciğini ‘ne kadar halkı’yla bayraklaştırmış sen ki bence de zaten hayatta
aşk diye bir şey yoktur; tamam… tamam
‘aşkı yaşayamamanın’ cümlesini değiştirip yazıyorum; sevmemenin, sevdiğini söyleyememenin bahanesini de buldun ya pes ! hep yaptığını
yap ertele yine kendini, ıskala hayatı; suçu da
başkasının üzerine at, olur mu? Sakın
beni şaşırtma. Zaten bu ülkede hayatlar hep bulun(an)muş bahanelere sığınmakla
geçip, gitmedi mi? Herkes gibi alışkınsın
sende, bahane bulmaya, uydurmaya;
ne çok bahane(n) var, ne çokk, hem de
her şey için… inandım sıcak kafayı kırdırdı sana; bu durumda
seni ne “kalan sağlar bizimdir” düsturundakiler, ne de uzaktaki artık
hiç gel(e)meyecek olan ‘O’ kurtarır. Sen
böyle kafayı kırmışken sıcakta; hani kirazların, dutların, elmaların
tezgâhlarda satılmadığını bile fark edemediğimiz hiç bitmeyen koşuşturmalara gebe
hayatta; dairede, bindiğiniz, indiğiniz
otobüste, dolmuşta, sokakta, yemek
yaparken, yerken ne bileyim işte herhangi bir şey yaparken, açık pencereyi,
radyoyu, televizyonu, cep
telefonunu, kapıyı aşıpta kulağınızı
delen bir şarkı, bir söz öylesine
tanıdık… öylesine de sizi anlatır ki adımlarınızı, lokmalarınızı,
işinizi yavaşlatır ‘hiçbir şey beni, şu
anki ruh durumumu bundan daha iyi anlatamaz’ der de yatana kadar o şarkı, o söz çıkmaz ya aklınızdan, düşmez ya dilinizden
işte öyle bir şarkıyı, söyleyen şarkıcıyla birlikte mırıldanıyor biri “o da
özlüyormuş...benim bir tanem... hep ağlıyormuş
ben olmayınca ….” Yavuz GÖKMEN’nin “şarkıya kanını damla damla
koyuyordu” övgüsüne mahzar Nilüfer
değil mi bu ? Güneşin batışına
yakın saatlerde Ege taraflarında küçük bir tatil beldesinde, şu hasır üstünde kabartılmış yumuşak
yastıkları olan koltuklardan birinde oturmuş, hafif hafif rüzgâr eserken,
dalgalarla oynaşan kızıl ufka doğru iç
geçirerek söylenmeli bu şarkı; rakıya da gerek kalmaz, hatıra gelen ‘O’, ‘sen’
alkoldür zaten. Şimdi bu alkolün yanına
bir sigara ardından da gözyaşı gider, de mi? Kavrulsan da özlemden ha diye
gidemeyeceğinden uzaklığını bilemediğin
bir diyarda ‘ne yapıyordur ki şu anda ‘O’;
yine anlatamadıklarına, anlayamadıklarına ortaklık ederek seni
yatıştıracak tek şey yap ağlama hakkını
kullan.Cüneyt görse ‘ağlamak…her şeye ağlamak,
siz kadınlarda bildiğin alışkanlık,
huy…bırakmadınız hâlâ bu mereti, basbayağı
çaresizliğin, acizliğin
belirtisi şu küçük burjuva alışkanlığını, davranışlarını ’ der miydi ???
derdi diye düşündüm şu an. O zamanlar
daha Özdemir Asaf’ın;
“ağlamak bazı acılara yetmez,
bazı ölümlere…”
şiirinden
habersiz ‘yüreğe fazla gediğinden
taşınamayan,aktığı yeri erittiğini kimsenin de göremediği acının gözyaşlarıyla dışarı salınması ağlamak
bir isyandır da… bazen de senin
gibi kimilerinin nasıl hissettirdiğini
unuttuğu bir şeydir; o kimileri isyanlarını, acılarını içlerine akıtmaya o kadar alışmışlardır ki
isteseler de dışarıya vuramazlar; gözleri dolar, vücutları sallanır, bir sıcaklık
gelir, beyinleri uyuşur, dudakları
titrer ama o kahrolası iki damla
yaş düşmez göz bebeklerinden. Oysa yakan, delen geçen her damla yaş gözlerden
dışarıya akıtılmalıdır ki isyanının, acının
keskinliğiyle yıkılsın ortalık, hem yıkılsa ne olur ki, hele de
birinin ölümüyse ağlamanın
nedeni; kimse söndüremeyeceğinden gözyaşınla
iç yangınını kendi başına söndürme çabası olacak ağlamak;
geceye bırakılan, terk edilen ne varsa o’dur işte, Cüneyt efendi’ demek isterdin de dilini asıl sen korkak alıştırdığından
diyemedin. Sustun çünkü seni yine savunmaya çekilmeye mecbur bırakan eleştirilerinden, suçlamalarından artık
bıkmıştın da. Cevabını merak ettiğin bir
türlü sormadığın o soruysa yıllar sonra bile hâlâ ortada ve hâlâ taptaze ‘Cüneyt , söyler misin, hiçliğe mi yoksa birikmişliğe mi akar
gözyaşı?’ Eminim hậlậ aynı noktada, aynı
yerde, aynı düşüncededir Cüneyt, ona
göre zaten davranışlarımızın,
duygularımızın neredeyse tamamı küçük burjuvalığı hiç aş(a)madı ki. Cüneyt’in,
Cüneytler olmasa da kendisi, hayatı için
değil de tanıdık tanımadık
birilerinin istediği gibi davranmakla,
istediğini yapmakla, düşündüğü
düşünmekle ‘örgüt için, parti
için, lider için, aile için, yoldaşlar için, vatan için, bayrak için,
kökeni için, mezhebi için, düşüncesi için, bilim için, aşk
için, sağlık için, mutluluk için … için, …. için, …. İçin; kendini feda
edecek kişilikte, güvenilir biridir ’ övgülü ; herhangi bir ‘için’
bulunamamış, yoksa da ıvır zıvır için ziyan edilmesi…yazık edilmesi zorunlu bir kuşak,
bir gençlikti bizimkisi; yaşadıklarımız da. Boşuna mı “kayıp kuşak” dendi bize… iki binli yıllarda
literatürde “X kuşağı” nitelendiğimizi
öğrenmense …o günlerde, o devrimci kavganın ortasında kimin umurundaydı
hangi kuşaktan olunduğu…. yaşananları düşününce
X kuşağındansa kayıp kuşak sanki daha
bir oturuyor…daha anlamlı…daha
mantıklı geliyor insana.
Cüneyt’in “kayıp kuşak”ı duyduğunda ‘hah… kapitalizmin silahşörlerinin dokunmadığı, bokunu çıkarmadığı bir bizim kuşak kalmıştı;
çok şükür ona da el atmışlar;
burjuvazinin stepnelerinin
yetmişsekiz (78) lileri acındırma, o kanlı dönemi romantize etme için kolaycılıktan, saptırmadan ibaret kayıp kuşak
tanımı tam da onlara yakışır bir niteleme’ dediğini anlatır ‘bütün o kafa karışıklığı, sorgulamalar,
kabullenememe, öfke, bazen yapılan
iğneleyici mizah arkasına gizlenen o
doğal, kocaman hüzün…yıkım kaybedince,
ne bok yiyoruz hakim bey? kime anlatıyoruz
ki gevrek tadını günlerin?’ derken Haldun; bende oysa demiştim Haldun’a,
Türkiye’de hangi kuşak kayıp değil ki;
her kuşak kayıp … hiçbiri değil. Kayıp kuşak sonrasıydı değil mi benim
Kurt Cobain’nin depresyon hırkasını
üzerine geçirmiş Şairimi de etkilemiş kayıp çocukların Grunge akımı;
bindokuzyüzlü yılların kayıp çocukları
da 78’li
kayıp kuşaktan birkaç insan gibi
hâlâ şemsiyeyi elden koparan, tozu toprağı birbirine katarak ortalığı dağıtıp, savurarak az sonra fırtına yaratacağını bildiren
rüzgara karşı mı koşuyorlar ?
Nefesiz bıraktığından rüzgara karşı koşmak
yazdığın, söylediğin kadar kısa bir ânda
olan, kolay bir şey sanılsa da öyle
olmadığını bilecek kemale erilmeyen; var oluş sancılarında, delirtecek
ergenlikte bünyeye yakışmaması da üzücü bir ayrıntı kalan ‘trend’ diye uzun saç , açık renkli yırtık
yamalı kot, beyaz t-shirt, üstüne oduncu gömleği ayağa da
converse ya da postalları
geçiriyorsunuz ve bir gün biri ‘sen de Grunge’lardan mısın?’dediğinde
şaşkınlıkla öğreniyorsunuz ki giyindiklerin, düşündüklerin hiç görmediğin belki
görmeyeceğin ki görmedim Seattle’ın o
depresif havasını taşıyan sizin kayıp
kuşağınız gibi mutsuz bir mutluluk
içindeki hayatlarında bir vesileyle de
olsa hep üzülmüş kayıp çocuklardan,
Grunge akımındanmışsınız. Zamanla
samimi, içten en iyi
arkadaşlarınız olacak Grunge’ların şarkıları çaldığında kafayı, gözü
şişirinceye kadar azıtıyorsunuz... gençsiniz lan işte!! hakkını vererek
azıtıyorsunuz; ver alttan Nirvana Kurt Cobain’den Sappy, Soundgarden’den Jesus christ pose...Sonra herkes üniversiteye girmediğinden bir kısım genç gibi üniversite hayatınız başlıyor; etrafınız altı
yedi sene önce hepiniz Ash’e hayran “seni seçtim pikachu”yla pokémon, taso
oynamıyor muydunuz lan neyin havası bu!! yla çıkışamadığınız daha büyük, daha olgun gözükmeye çalışan insanlarla doluyor
.Aileye yük olmama, derslere çalışma, okul bitince ne olacak falan derken
kaptırıyorsunuz kendinizi hayatın akışına, daha ciddi, hayattan zevk alamayan
birine dönüşüyorsunuz hiç gereksiz yere. Ve Grunge’lara, Cobain’lere eskisi kadar zaman ayıramadığınızı
fark edip üzülüyorsunuz çünkü aynı kişi değilsiniz; sıradanlaşıyorsunuz herkes gibi…bu kadar kaygının, iş yükünün,
sorumluluğun arasında kendiniz bile olamıyorsunuz bile bile
sıradanlaşıyorsunuz. Sonra yirmibirinci yüzyıldasınız ya sosyal medya maceranız
başlıyor heyecanla şöyle, böyle ama afilisinden “bugün ben bunu gördüm” lü dandik bir Nick
alıyorsunuz kendinize. Peki şimdi ne olacak? Evlenip çocuk sahibi olarak ev ,
araba kredisine falan mı girmeniz gerek?
Çocuğu da onca maddi zorluğa katlanıp, o herkesin parmakla gösterdiği
okula gönder ki geleceği parlak olsun; iki yabancı dil
bilsin, iyi bir üniversiteye girsin,
yurt dışında master yapsın hatta olanak yarat yurt dışında tahsil yapsın sonra
oraya yerleşsin. Yap bütün bunları, zaten aşağısı kurtarmayacağından herkes yalnızca
iyi bir üniversiteye girmekle yetinmemeli avukat,
doktor, mühendis, mimar, bilgisayarcı olmalı zira Türkiye’nin öyle kıytırık tamirciye sıvacıya, marangozcuya, demirci,
elektrikçiye, boyacıya ihtiyacı yok ki, hem olsa da bu ayak işlerini
yapacaklar nasılsa ithal edilebilinir. Hayır !! bir bok yapacağın, olacağın, olacağınız da
yok… hepiniz yalnızca hiç bir yere ait olmadıkları halde değişerek; işyerinde futbol maçı, dizi film,
çocuk yetiştirme, siyasi, sosyal, yemek, restorant kritikleri yaparak geçmişini
bastıran, amaçsızca sürdürmeye çalıştıkları hayatlarının kaybedilmişliğini çok
sonra anlayacak kayıp kuşağın, kaybolmuş çocukların devamısınızdır; o kadar.
Sonra ? Sonrasında her toplumsal travmada,
katliamda, darbede yaşanan
acımasızlıklara, hayatından edilenlere
dair geride bir şey kalmasın unutsunlar, unutulsunlar çırpınışında hiçbir şey olmamışçasına hesap
sorulmasını, sorgulamayı
engelleyen, yoldaşlarının,
kendilerinin, hayatın da katili;
bireyin can, mal güvenliği, sağlık, eğitim, yaşlılık benzeri sosyal ihtiyaçlarını
ön plana alması gerekirken maalesef insanı bir anda Bakan, daire
başkanı, müdür, işçi, memur yapmakla kalmayıp servet edindirecek alt yapı ihaleleri, düşük faizli krediler ya da teşvikler
verdirecek devletin; siyasal ekonomik, rant getiren kurumlarını yöneten, en korkunççu da kontrol altında
tuttuklarından beğenmediklerinin yerine halkı
inandıracakları bir gerçek bulup monteleyerek istediklerinde darbe yaptırtan baskıcı, faşist zihniyetli insanların istediği ‘anladık idealiniz devrimi yapamadınız,
sosyalizmi getirip yaşanası bir dünya da
kuramadınız…keşke illaki zamanın değişimine uğrayacak düşüncelerinizi, her
insanda olması erdem sayılmayacak
dürüstlük, ahlak, vicdan vari
insani değerleri önemseyen
kişiliğinizi eğmeden, bükmeden; mevcut sistemin de demokrasiyi
özümseyerek, ayrımcılığını, eşitsizliğini
aksaklıklarını düzeltmek uğruna mücadeleye devam etseydiniz’ dedirtecek
tiksindirici kıvama gelerek, geçmişin
üzerine aç, açık kalmamak, eve ekmek götürmek kaygısıyla sünger çeken önceki kuşaktakiler gibi
devletlunun 12 Eylül 1980’li “demir ökçesi”yle ezdiği kayıp kuşaktan pek çok insan da; belki karşılaştığı adaletsizliğin, gaddarlığın
etkisinde zamana değil, değiştirmek için
uğruna onlarca yoldaşlarını kaybettikleri müesses nizama yenilip, ayak uydurarak hatırı sayılır,
itibar görecekleri yerlere gelecek; sıkı bir liberal, ulusalcı, Atatürkçü olup çoluk çocuğa
karışacak; yoksunlukları, hayal kırıklıkları, öfkeleri, sindirilmişlikleri ile yetiştirecekleri bugün şehirlerin lüks semtlerinde ki villalarda, residence’larda, apartmanlarda yaşayan, Zorlu Center’da , Kanyon’da, İstinye, Bebek parkında, Çankaya’da,
Tunalı’da, boğaz boyunca ya da Gaziosmanpaşa, Çayyolu, İncek muhitinde sıralanan kulüplerde,
barlarda, bistrolarda görülen; TV’lerin
magazin programlarında; Bodrum, Çeşme beach’lerinde boy sergileyen; apolitik, asosyal,
cep telefonundan, ekrandan başını
kaldırmadan “sana ne”, “size ne”, “bana ne”, “tabiî ki ne”, “nhbr”, “hayat
benim”siz konuşmayan ‘ciks’ler,
‘tiki’ler ordusunun yapımcısı olacak sadece yüzde onu bile geçmeyen bir grup donanımlı, güçlü, bağımsız, adil bireyler
yetiştirmeye cesaret edecekti ki o
çocuklarda Türkiye tarihinde ilk
defa her kesimden, her kökenden insanları
buluşturan “Gezi İsyanı” nın öncülüğünü yapacaklardı diye düşünüyorum ki belki bunda da yanılıyorumdur. İşte 78 kuşağının
bu ciks, tiki ordusunu yaratmada
başarıya ulaşması cidden de kayıplıklarındandı; bilmedikleriyse kapitalizm, uluslararası burjuvazi yozluklarının, eşitsizliğinin,
adaletsizliğinin; ömür boyu
kanatacak katliamlara, baskılara
neden ırkçılığının, ayrımcılığının
yerine teknolojik, dijital gelişmişliğin
akıl almayacak boyutlara ulaşıp üretimlerini neredeyse yüz katı fazlaştırması
karşısında mallarını başka ülkelerin
insanlarının alması karşılığında o ülke
vatandaşlarının gelir düzeylerinin yükseltilmesine paralel
demokrasiyi, bireyin özgürlüğünü,
insan haklarını bayraklaştırarak;
insanın çıplak hakikatinden devşireceği kendilerini dahi sıkıntıya
sokacak ‘iklim değişikliğine neden sera gazlarının salınımını kısıtlatacak,
ülkeler arası sınırları boşa çıkartacak
küreselleşme, globalleşme, neoliberalizm türü oyalayıcı yeni değerler
koyacağıydı ki bunları da şehirlerin batakhaneleri sayılan arka sokaklarında, bir aşkın ayrılık
noktasında, resmi tarihin bin bir yalanının ifşasında bulacakken de geçmişe
dair ortalık yerde öylece bıraktıkları,
susulmuş, inkar edilmiş ne varsa;
gel zaman git zaman sonra bir sinema filmi misali o inkâr edilen,
susulan karelerin tam ortasına düşerek burjuvaziyi, toplumu, kayıp kuşakları, zamanı; zamanının ötesini de sarsacağıdır ki o yüzden de herkes bir yerlere tutunsun, şimdiden.
Titrek
ellerinle ampul taktığın gül kurusu masa
lambasının loş ışığında yazarken
bunları, gece karanlığın içindeki beyaz ışık tanesini; hem de o beyaz ışık
tanesinin içine hapsolmuş olan kapkaranlık umutsuzluğu hissettiriyor; iç içe geçmiş
bu ikisini “geç kalmadan yakalanabilir bir hayatın ihtimalleri” görünce;
devrim diyorum devrim sırf …., onlarca
Taylan Özgür, …, …, Erdal Eren, …, Vedat Aydın ,…, Uğur Kaymaz, …,
Ceylan Önkol …, Serap Eser, …, Ali İhsan
Korkmazlar öyle mahzun…öyle üzgün… öyle
kırık bakmasınlar diye de yapılabilir
miydi? Marx bu işe ne derdi? Peki ABD’nin “our boys”ların dan Evren? Hani şu
Evren… hazırlattığı (tıkları) sekseniki
yılı ve
sonrasında ergenlik dönemindeki gençlere
sorgulama !! kendi hayatına, zengin olmaya bak! başarıya odaklan! sana
ne düzenden, bela getiren
siyasetten öğretisini aşılayacak
kazuistik Anayasa’nın kabulü için yaptırttığı; 18 milyon 718 bin 115 seçmenden sadece 1 milyon 594 bin 761 kişinin hayır
oyunu kullandığı halk oylamasında;
bugün "7 kasım 1982'de
kullandığınız oy neydi?"
sorulduğunda “hayır tabii”yle
kıçının kılı ağarmasına rağmen hâlâ utanmadan yalanlarına devam eden
“evet” oyu kullanmış 17 milyon
insanın; burada bir parantez açıp engizisyon karanlığında te 1670’ler de yürek işi “Hahamlar otoritelerinin devamı için…bizi
korku ve umutla idare ediyorlar” yazmış
Spinoza’ya minnet sunduktan sonra devam ediyorum; on yedi yaşındaki
Erdal’ı idam sehpasına çıkartan, onlarca
insanı hayatından eden, onlarcasının da
hayatını çalan, fişleyen şu diktatör, faşist Kenan Evren’nin yaptıklarına, düşündüklerine büyük bir hevesle
katılımlarını, ortaklıklarını rüzgar
atlılarına savuruyordun sende, benim
uslanmaz şairim; bir gencin ölüsünü almaya giden bir kızı, biber gazlı, coplu çatışmaların tam ortasından geçirirken
acıtacak bir yalınlıkta “güzeldik aslında, bizi tarih yazarak kirlettiler”
sözünle resmi tarihin tuzaklarına, çirkinliğine
karşı da herkesi teyakkuza çağırarak, hem de.Evren’nin, şürekasının
kayıp kuşağa indirdiği darbeyle yaralanmış
sen!! bakıyorum da roman
yazmayı bir kenara bırakarak sosyolojik tahlil yapma derdine düşmüşsün niyeyse
emaresi görülmemesine rağmen okumaya,
yazmaya, araştırmaya, ideoloji, strateji
yaratmaya eğilimli entelektüel, hümanist,
idealist algılatılarak, ardında sanki bir gelenek bırakmış muamelesi çekilmiş altmışsekiz
kuşağından sonra gelen militaristliği; terör yaratmış, yapmış devlet
istihbaratınca özendirilmiş, desteklenmiş ardından da ya kıstırılarak öldürülmüş, idam edilmiş ya
da cezaevlerinde, emniyetlerde, güvenlik soruşturmalarında paralanmış,
dağıtılmış; aynı sosyalizmi getirme , devrimi yapma amacında ama farklı yöntem
düşünce, tavırda birbirine
öldürecek kadar da düşman onlarca sol tandanslı örgüte sahip; geçmişin devrimci, siyasal birikimlerine, deneyimlerine, ülkenin
tarihine bakmayı ,araştırmayı zaman
kaybı görecek, payına “Gezi İsyanını” düşürdüğün senin çilekeş kuşağın 78’lilerin iliklerine
; o günlerde hocalığını
onlarca Fettullah Gülen, …,
Alihan Kuriş, …, Adnan Oktar, …, …’ın yaptığı Nakşibendiler, Süleymancılar, Kadiriler,…,
…, cemaatler, sağ görüştekiler otoriteliğini hiç yitirmemiş devletle, yapısıyla ilgilenip ‘nasıl ele geçirmeli, nasıl kadrolaşmalı, adamlarımızı işe nasıl koymalı, nasıl makam, mevki edindirmeli bunlar
için ne yapılmalı’ya odaklanmışken;
“motorları maviliklere süreceğimiz yarın bizimdir Yoldaşlar !!!"
motivasyonlu devrim yapacaklarına dair sarsılmaz inanç işletilir,
hararetle de o
günlerin içinden çıkılması zor, derin mevzusu
‘Devrim nasılsa olacaktı da
silahlı mı yoksa demokratik, barışçıl
yollardan mı yapılmalı’yı tartışırlarken ne bilim, sanat… ne fizik,
felsefe … ne devlet ne de özel sektöre
de işe girme, çalışma… ne flört etme,
evlenme… ne …...ne…ne… umurlarında olmayarak her şeyi de bugün, yarın yapılacak devrime, sonrasına
bıraktıklarından yapamadıkları
yaşayamadıkları o kadar çok şey içlerinde ukde kalacak 78’liler ; öyle… öyle
hazırdılar…öyle hazırdık ki özel
mülkiyeti kamulaştırıp Kolhozlarda,
fabrikalarda, Partide, Komsomol’da ÇEKA’da çalışmaya…. öyle acelemiz vardı…öyle tez canlıydık ki;
ırkçı devletin bekası için gözünü
kırpmadan kullandığı “sol”, “sağ” , “İslamcı”, “radikal” bir
örgütün, partinin militanlığını
yapan onlarca insanın; tezgahlanan kirli, kanlı oyunun parçası yapıldıklarından
kuşkulanacakları bir saniyelik vakitleri
bile yoktu zaten o kan, ölüm
günlerinde “örgütü” , “partiyi”,
“sendikayı”, “ocağı”, “derneği”, “cemaati”, “ lideri”, “başbuğu”, “hoca
efendiyi”, “yoldaşları”, “ülküdaşları”
sorgulamak ihanetin dibi sayılacağından; işin acınacak yanı size,
yoldaşlarınıza, her kesime de öyle görüneceğinden
bilerek ya da bilmeyerek; biat, itaat
baş tacı edilecekti. Yoksa dünya kurulalı beri dense yanlış da olamayacak çok, tek tanrılı
dinlerin, kabile liderlerinin, hahamların, papazların, sinagogların,
kiliselerin, camilerin, Firavunların, Kralların,
Çarların, Padişahların otoriterlik barındıran ideolojilerin; faşizmin, sosyalizmin denediği başarıya ulaştığını gördüğü
kendisini takip etmesini, arkasından gelmesini
istediğin kişiyi, kitleyi inandırdığın neyse gerçek o’dur ve o gerçek uğruna onlara dilediğin her
şeyi yaptırabilirsin ilkeli itaat , biat olmasaydı mümkün müydü; her “yap” denileni yapmak her “söyle”
denileni de söylemek? Niyeyse iki kişi bile olsa birinin diğerinin
sorumlusu atanacağı, hep bir üst kişiye,
bir birime, bir hücreye bağlı hiyerarşik örgütlenme modeliyle; bir üst konumdaki yöneticilerin; parti, örgüt,
dernek, ocak , ekip, birim, hücre
başlarının dediğini yaptırtan, sorgulatmayan itaat öylesine olağanlaştırılmıştı ki; kimsenin aklının ucundan dahi
geç(e)mezdi yok “özgür bireymiş”,
yok “bu benim hayatım, bedenim”, “benim kararım, kimse karışamaz” mış…mış… zira
benlik, varlık tam anlamıyla ideal, amaç
neyse onu; devrimi, sosyalizmi ya da otoriter faşist bir rejimi gerçekleştirecek; örgüte, partiye, derneğe, sendikaya adanmıştır. Bugün bildiğiniz ama o
günlerde bilemediğiniz canını yakarak, acıtarak… kahrettirerek…
kırarak hayatını mahvede(n)ceklerin de insanın en çok güvendiği, sevdiği
üstelikte her dediğini yaptığı, itaat
ettiği kişilerin olacağıydı.
Ne yazık ki Türkiye’de de birey küçüklüğünden itibaren ailede, evde, okulda, kışlada, fabrikada, iş ve ibadet yerinde yerleşik denilen lakin yerleştirilen ‘herkesten
akıllı, ileri görüşlü onun için o
olmasa olmazdım, olmazdık; tek o yaşasın, ben ölsem de olur’lu itaatkar, biatçı mantıkla yetiştirildiğinden ki o mantıkta köleleştirilmiş kişi varlığını, ruhunu; kendi kararı, isteği ve büyük bir
memnuniyetle birine, birilerine, bir yerlere, bir güce illaki bulacağı
bir şeylerin ayaklarının altına sereceğinden bu coğrafyada Ortadoğu’da; yönetim şekli ister Monarşi, Meşruiyet, ister Cumhuriyet olsun; kim yönetirse de yönetsin ister derebeyi, …, Padişah…, Şah,…, Kral, …ister Gazi Hazretleri, Paşa …, …, Reis, Başkan; adı da ister …, Abdülhamit,…, Vahdettin,…, Mustafa Kemal, İsmet, …,
Rıza, Ayetullah…, Enver,…Saddam, Muammer,…, ister Adnan, Celal, …,Kenan, Turgut …,ister Deniz, Çiller,
…, Tayyip,…, …, ister
Abdülfettah, …, Beşar, …, Muhammed isterse de cemaat lideri Fetullah…,
Alihan olsun; herkesten, her
kesimden istenen, beklenen tek şey;
biat…itaattir. “Emir kuluyum!
yerimde kim olsa aynısı yapardı”, “sadece verilen emri yerine getirdim”,
“denileni yaptım"la kendine bir
kaçış yolu da bırakan itaatkar kişi böylece
yaptığının, ettiğinin sorumluluğunu da üstlenmeyeceğinden itaat etmenin cezp edici bir yanı, hafifliği
de yok değildir, hani. Bir de her gün, hepimizin birilerine yüzlerce kez
yaptığı kölelik değilmişçesine varlıklarını, özgür iradelerini inkar edecekleri
acınası savunma “emre uyarak” zulüm yaptıklarını, can aldıklarını, başkasının hayatına yön
verdiklerini itiraf edenlere şaşıran ‘bu
yüzyılda sorgusuz, sualsiz bağlılık kölelik kaldı mı hayret!!’ diyenlerin sanki hayatlarında hiç annesine, babasına,
eşine, çocuğuna, öğretmenine, müdürüne, patronuna, lideri saydığına, milletvekiline, yargıçlara, hakimlere, kolluk
kuvvetlerine, mecburiyetlere, keyfiyetlere itaat etmemiş gibi kendilerini
özgür birey sunmaları, sanmaları da yok
mu !! nasıl da gülünç…nasıl da hayra alamettir. Hayır! tersine anlam yüklüdür
çünkü sürekli ‘anneni, babanı, ablanı, öğretmenini, kocanı, onu, bunu, şunu dinlemesen olacağı budur; burnun boktan
kurtulmaz’la itaate methiyeler döşendiğinden; kimse karışmayacağından,
kimse bir şey beklemeyeceğinden istediğini yapacağın özgürlüğü getirecek, rahatlatacak; canhıraş
bir biçimde ‘öyle düşündüğün gibi
değilim…öyle değilim’i kanıtlamak için çırpınmak zorunda da kalınmayacağından tüm eforunu entrikalara,
riyakarlığa, adaletsizliğe direnmek yerine kendini keşfe, doğruyu savunmaya harcatacak,
ailende dahil seni illaki bir gün
boğacak statükocu, problemli, boktan insanları memnun etmek için zamanını,
kendini de heder ettirmeyeceğinden insana gücünü, iradesini kazandıracak tek şeyden; yalnızlıktan niyeyse de ‘ Allaha mahsusla…’
korkutulduğundan çoğunluktan
ayrılmamak uğruna iradesi dışında
istemediği şeyleri yaptığından
yabancılaştığı kendinden, kendisini gördüğü şeylerden; kandırmacadan, riyakarlıktan, yalancılıktan, kötülükten
nefret eden itaatkar bireyi ferahlatan
kendisine de itaat eden birilerinin varlığı yoksa da itaat edecek birilerini
bulmasıdır; böylece yalnızca kendisini özgür sanmayacak, kaybettiği özsaygısının yerini de itaatin yapay saygısına aldıracaktır.
İşte
içinde doğulan, yaşanan kültürlerin, ileri medeniyetlerin, parlak isimlere
sahip partilerin, örgütlerin, Afrika’nın, Ortadoğu’nun cetvelle çizilmiş sınırlarına sahip
devletlerinin vazgeçilmezlerinden itaati, dört kıtada bayraklaştıran
kapitalizm, faşizm hepimizi çoktan bir şeylerin, birilerinin kölesi yapmıştır da bunun itirafı; karşı
çıkanda dahil itaatle
beslendiğinden, besleneceğinden kimsenin
işine gelmez zira insan bir
yanlışa düştü mü o yanlışta kaybolup
gider ve
buna da “hayat bu..”
dedirtilerek hayatın ta kendisi
yapılır. Şimdi herkesin faili meçhul bir
kurşunla sokaklarda,
işkencelerde, hapishanelerde hayatından edilebileceği ki edildiği devrimci ruhların, devrim adına itaatleştirilip, boyun eğdirildiği dünde değil bugün de
kendinizin, bireyselliğinizin gücünü
keşfetmek için usulca sokulacağınız hayatın dibinde ‘tasmamın
kayışını bana teslim edin’ diyebilmenin
karanlık izdüşümünde; devletlunun adları
anılmasın, idealleri, hayalleri, gençlikleri bilinmesin istediği, zamanın da
yaşananları, olumsuzlukları unutturacağına inandığı ama yanıldığı çünkü hani bir
barda, türkü evinde, bistro ya da Kum
kapı, Nevizade, Rüzgarlı, Alsancak’ta
bir meyhanede ; Zeki Müren,
Müzeyyen Senar, İlhan İrem, Sezen Aksu
şarkıları eşliğinde sizi başka bir dünya ışınlayarak; karşınızda oturanın size ‘
ihaleyi elimizden kaçırdın’ , ‘iletişimin yapıcı değil’ türü bahanelerle
işinizi zehir eden patron, CEO, yönetmen; sevginizin içine eden sevgili,
moralinizi alt üst eden ‘babam ya kredi kartımı alacakmış elimden çok para
harcıyormuşum, pis cimri’, ‘düzeltiyorum
masanı, topluyorum yatağını yine de
yaranamıyorum sana’ söylenmesine
‘ anne! bir kerede dokunma şu
eşyalarıma, nereye koydun tam
şurada masanın üzerindeydi şimdi yok… yok ’, ‘bir günde işten eve geldiğinde
yüzün gülsün be adam!! hep böyle
yapıyorsun, illa kavga çıkaracak bir şey buluyorsun, nesi var yemeğin yağlıymış…sorun mu bu?’
çığırtkanlı aile üyeleri, akrabalar
‘cadı Aslı’yla, Mehmet onlara
sakın güvenme, ikisi şirketin yatırım hedefleri, performansıyla ilgili senden gizli bir
rapor, sunum hazırlayıp direktöre
verdiler bile; sen hala uyu‘yla dedikodu
yapan arkadaşlarınız olmadığını sandıran aklınızı, ruhunuzu ele geçirip sevgilinin siyah gözlerine ‘ maviliğinde kayboldum…’ dedirtecek
sarhoşlukta… ayyaşlıkta karşınızdakine kendinizden beklenmeyen ‘ çok anlayışlısın’, ‘ haklısınız’, ‘hayatım telefon konuşmamda
duyduklarını yanlış anlama, sen istisnasın; Ekrem Ukrayna’ dan döndü de ‘ bir görsen Rus hatunlar taş… taş…
her biri bir manken; boy, pos kaş göz endam; yahu Fikret kadın onlarsa,
bizimkilere Türk kadınlarına ne demeli
inan bilemedim’ deyince bende ‘
kadınları çok güzel ama yaşlanınca o güzellikleri gidiyor dedim.’ sen nerden biliyorsun bakışına
aldırmadan’ Ekrem’in de ‘ ya oğlum sanki biz yaşlanınca aynı mı
kalıyoruz;elimiz kolumuz titremiyor mu? itirazını da atlayarak’ sevgiyle, dürüstlükle yaklaşmanızı sağlayan sabah ayıldığınızda
sizi aynı nemrut yüzler, aynı sözler, aynı
kötülük, aynı bıkkınlığa kavuşturan içki gibi uyuşturucu işlevini
görmüş zaman hiçbir yaşananı, hiçbir ânı unutturmaz sadece insanı uyuşturarak bir yerlerde
bırakır yaşananı… acıtanı...varsa güzel günleri ve sonra bir vesileyle o
bıraktığı yerden çıkarıp önünüze koyduğunda
sallantılarda onlarca yoldaşınızı
toprağa teslim ettiğiniz o
zamana…geçmişe…düne baktıkça ağırlaşan
sis bulutunun içinde bir
bakmışsınız ki çoktan kendinize mülteci olmuşsunuzdur. Pek çok şeyi benden,
çoğu yoldaşımızdan önce fark ettiğinden ellerimi tutup yüzüme baktığında, hiçbir şey söylemesen de ‘bilirdim, sen beni anlardın. Sen beni
anladığını söyleyen herkesten daha iyi
anladığını çünkü en iyi sen bilirdin
zamanın sevdiğin birini kaybetmişsen onu, ona dair şeyleri unutturmadığını sadece beynini, ruhunu
uyuşturup bir yabancıymışçasına yaşananlara baktırdığını.Keşke..keşke yanımda
olsaydın Can’nın küçücük bedeni toprağa
verildiğinde…herkes gittikten sonra mezar başına oturup az önce bir çocuğunun
suladığı ıslak toprağı sanki
Can’mışcasına okşadığımda; gözlerim
Can’dayken ellerimi tutup ‘bak bana! hayat…’ diye başladığında söze sakın
derdim sana sakın! ben böyle acı
çekerken… kalbim böyle acırken başkaları gibi
sakın konuşma… sakın bir şey deme…kal böylece. Ahhhhh… seni
özlediğim…yanımda olup elimi tutmanı,
sesini duymayı istediğim şu ân, kalbimin üzerine koyuyorum elimi ahhhh diyorum defalarca ahhhh… kederin
sindiği toprakların izi derindir değil mi Haldun, o izi kimseler
silemez…mezarlıkta on kişi var, yok; ömrünce hiç desteklenmemiş bir
garibana omuz verdirten, senin de hiç değilse hayatında bir kez eller üzerinde
tutulmana sebep; kullanıla
kullanıla soluk kahverengimsi
renk almış, bir kenarı kırık
kavak belki de çam
ağacından yapılma tahta tabuttan
beyaz kefene sarılmış bedenini çıkarmak için eğildiğinde “…basbayağı
çaresizliğin, acizliğin belirtisi şu küçük burjuva davranışını…”yla her
fırsatta, her zaman ağlayanları
küçümsediğini beyan ettiğinden ‘ölüm de
bile savunduğunun, karşı çıktığının
ardında duruyor, bravo; kendi içinde düşüncelerinde, tavırlarında tutarlı’
lığını ispatlayan “hayatta asla, asla olmaz”ı da yalanlayan Cüneyt’in, gözlerinden tek bir gözyaşı damlamasın diye
kendini, duygularını kontrol etme uğraşı yalnız kaldığında kollarına, ellerine,
bakışlarına geçmiştir; dökemediği her damla gözyaşı için elini, parmaklarını kırana kadar hüngür,
hüngür yumruklamıştır duvarı diye
düşünüyorsun, öyle olmasını istiyorsun da ondan böyle düşünüyorsun ama hep
olageldiği gibi her insanın yaşayacağı sürekli bir geç kalmışlık hissi;
bastıkça sızlayan….artık çok geç… çokk geç değil mi Haldun? Rengi solmuş siyah
mantosu, başında insanların daha önce toprağa verdiği oğullarının cenazesinden
aşina oldukları kahverengi beyaz
puantiyeli başörtüsü, ayaklarında boyası döküldüğünden hafif yırtık yerlerinden krem rengi derinin gözüktüğü siyah
çizme, yüzünü tamamen kaplamış buruşuk
çizgiler; acı kalbinin, bedeninin her
zerresini doldurup taştığından
artık ağlamaya, bağırmaya
kalmayan takatiyle ağzından hırıltıya
benzeyen sesler çıkartan annenin oturduğu üzeri hafif karlı ayazdan taşlaşmış
toprak tepeciğe bakmama gayretinde
‘yanına gidip de ne diyeceğim? bu
kaçıncı başın sağ olsun; Allahım doğurduğu üç oğlunun üçüncüsünü de bugün mezara koyan bu anneye, belini büken
bunca acıyı niye reva gördün ki.
…’ serzenişimi duysaydın ‘dünün “Kapital”i hatmetme azmindeki devrimci, materyalist kızımıza bakın hele, neler
söylüyor; Tanrı’sıymış anneme acılar reva gören; tamam “Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını” tanıyacak sosyalizmi, devrimi yapamadık ama bak !! ben kendi kaderimi tayin hakkımı kimselere; senin
o Tanrı’na dahi bırakmadım, ölümümü yaratım ben’le kızacaktın bana, emdiğin anne memesi,
biberonmuşçasına tüm gücünle içine çekip sonra
üflediğin sigaranın duman yüzünü, bal rengi gözlerini görmemi bir ân
engeller, elimle de üzerime sinmesin
kokusu diye süpürürken ben de sana kızacaktım muhtemelen ‘anlasana; ezberimizi dağıtarak sonunda akılımız da aldın; kaç kişi yılın son
gününe denk getirir ölümünü ha kaç kişi?Üstelik her gün
ardında bıraktığın soru işaretlerinin peşinde gidecek annene,
arkadaşlarına bu yaşattığın öyle böyle
bir yıkım… öyle böyle bir şey değil tam da arkadan vurduğun öldürücü hançerken
ne yapacaktım öfkelenmeyecek,
alkışlayacak mıydım seni?’ Ama tabii sen alkış beklerdin benden… mümkün
müydü bunu yapmam?
Her
şeyden, bu hayattan
vazgeçiş eylemin bir seçim… bir kaçış… bir özgürlük kimine göre de bir duruş belki. Biliyorum sinirlendiğinde
yanında kim var, kim yok bakmadan ettiğin
küfürlerden birini ederek
sillesini fena yediğimiz hayata
‘siktir git’ dedin,sen. Bunu yaptığın için cesur mu saymalı, ardından övgüler saydırıp alkışlamalı mıyım, bilemiyorum…aslolan şu an
sen yokken fark ettiğim; bencilmişsin
sen, hem de hiç tahmin edemediğim kadar, hayatına öyle ya da böyle dokunmuş
insanlara en büyük cezayı vererek dünya üzerindeki döngünü tamamlarken geride bıraktıklarını hak
etmedikleri halde diyemesem de ‘nedennn…niye…acaba öyle değil de böyle
davransaydım sonuç değişecek miydi’ vicdan muhasebesine itmenin keyfini de
yaşamışsındır sen. Haksız mıyım?Karşımda olsan bütün gücümle acıtacağını bile
bile yumruklar, iri cüssene aldırmadan
dövmeye yeltenirdim seni; yine de bir gün ‘en iyisini, en güzelini yaptı… bir hayatı böyle her şeye okula, eve,
işe, cafe’ye, markete, sokağa aileye,
arkadaşlara ona buna yetiş telaşında, hayatını idame
ettirecek para kazanmak için başkasına
patronuna, işverenine para kazandırma mecburiyeti gibi berbat bir ikilemde iş arama peşinde, sevmeyi, sevilmeyi de bekleyerek yaşayıp ta ne yapacaktın ki; hep
sorun…hep çözmeye uğraşacağın bir problem, dert… hep değiştiremediğin onlarca
olgu… aptallığına dayanamadığın onlarca
insan… hep hayal kırıklığı…bolca mutsuzluk hayattan
soğutan…bıktırtan…bunaltan…yoran şimdi mezarında telaşlardan, kavgadan,
hengameden uzak dingin…rahatsın, geçmişin kanayan yaralarını da beraberinde
götürdün, verdin toprağa… dindi
işte seni usandıran her şey’ diyebilme ihtimali, ihtimalim öylesine yakın…öylesine yüksek ki. Arada
sırada ‘bak dün duydum bunu… okuduğum
kitapta geçiyordu..’yla birbirimize
okuttuğumuz; hoşumuza giden,
etkilendiğimiz sözleri, aforizmaları yazdığımız çoğunlukla da bir
bankanın ajandası olan defterlerimiz vardı ya işte senin defterinde “düşüncelerimi serbest bıraksam,
aklım kimseyi bulmaz. Tüm bu olup bitenden sonra, en iyisi ölmek...” Lou
Andreas-Salome alıntısını okuduğumda tahmin etmeli miydim kendini öldüreceğini?
edemesem de belki didiklemeliydim ama ben yalnızca ‘Nietzsche, Rilke gibi seni de etkilemiş bir
kaç Lou kısacık sürse de keşke hayatlarımıza girebilseydi.
Irwın Yalom’a ne kadar dua etsek az, “Nietzsche Ağladığında“
yazmasaydı ne bilecektik Salome’yi‘
demiştim, o kadar. Mutluluğun sadece kendimizle
ilgili olmadığını da öğretmiş
geçmişin bütün travmalarını; ihanetleri,
entrikaları, iftiraları, yalanları, nankörlükleri, yoklukları, yoksunlukları,
ayrılıkları, özlemleri, sevgileri sırtlayıp bugüne taşımaktan yorulmayan Sense ‘ne olduğunu bilmesek de hepimiz için
geçerli bir sebep “tüm bu olup
bitenden sonra, en iyisi ölmek “değil mi? Hem ne diyeceğim yapamadığımız
devrimden sonra hayatım sadece bir ‘pazarlık evresine döndü’yle başka bir konuya geçivermiştin 'Allahım n’olur bi kere daha göreyim…ömrüm
yirmi sene kısalsın', 'ben ölseydim keşke onun yerine… n’olur yeniden başlasın
ben öleyim’, ‘bir kere daha göreyim sonra söz kesinlikle…’ bunun gibi türlü
türlü şizofrenik düşünceler… pazarlığa oturduğum kişi de inanmadığın Allah, pazarlık konusu hayatın…karşıdaki rakip de kaderim(n)… nasıl
bir sonuç bekliyorsun da pazarlık ediyorsun ey zavallı kul Haldun?Gülmesene, insan bazen kendinden
korkuyor; aklına gelen düşüncelerinden, hissettiği duygularından. Kendi kendini
hastaneye kapatmak istiyor...bunları herkes öyle ya da böyle yaşıyor, o gizli dünyalarımızın içinde neler neler
dönüyor konuş(a)madığımız…anlat(a)madığımız.Sende pazarlığa otursana,
oturmaktan korkma! çünkü son çırpınışlar bunlar…bunlar olmazsa gönül rahatlığıyla depresyona da
giremeyiz.’; ‘Eyvahlar olsun’ elimi alnına koyuyorum ‘haklıymışım… bu sayıklamaların
ateşin kırka dayandığından.Kalk gidiyoruz deli
doktoruna, teşhis bipolar
bozukluk; çoklu kişilik yetmezliği‘ şaşırıyorsun söylediklerime, kaşını havaya
kaldırıyorsun ‘ ne, ne?? Bipolar ne??’
duvara dayalı gitarını alıp tutuştururken eline ‘ gömleğin güzelmiş,
yeni mi’ ; ‘ Amerika’da yaygın Grunge akımının simgesi; oduncu gömleği’; ‘ ne akımı bilmem yalnız… güzelmiş, yakışmış
…haydi çal.’; ‘ne çalayım’, ‘en iyi çaldığını; Rodrigo’nun gitar
konçertosunu.’; ‘Sen bunu besteleyenin Aşık Veysel gibi kör olduğunu biliyor
muydun’; ‘ evet’; ‘ Guernica bombardımanı yalnız Picasso‘yu değil Valencialı
Rodrigo’yu da etkiliyor, o zamanlar
yirmiki yaşında gencecik adam
Rodrigo abimiz duygularını yansıtan bir beste
yapmak istiyor ve sonuç bu muhteşem müzik.Her çaldığımda farklı bir
anımı canlandırıyor, bana güzel düşler
gördürüyor’ ;‘bir de şu var tabii Deniz Gezmiş’in son arzusunun bunu dinlemek
olduğu söyleniyor; bir insanın son anlarında dinlemek istediği bir beste,
bir şarkı nasıl kötü olabilir ki?Gecikeceğim, çalsan artık.’ Askerden döndükten
dört beş ay sonrası bir Pazar günü sizin evde bana bir kez daha Rodrigo’nun gitar konçertosunu çaldığının
galiba ertesi ya da daha sonraki bir
gündü; biliyor musun, insanın her şeye…her acıya dayanabileceğini öğrenmemden
öncesi miydi ??? hatırlamıyorum ama mezarlıktan evinize senin gibi hiçbir cenaze
sonrası ağzıma almadığım; acının
ortasında hayat, her şey anlamsız
gelirken ‘bir insanı az önce gömmüşken nasıl boğazlarından geçiyor’la dillere pelesenk benimse aklımın almadığı ‘rahmetlinin hayrıdır, az da olsa
yemen lazım azıcık, bi lokmacık ye bari, onun hatrına…ölmüşlerin canına değsin’
dayatmasını da tam bir
saçmalık addedip, lanet okuduğumdan ‘ye yavrum acıyı da hafifletir’
diyen yaşını başını almışlara
diyemediğim ‘koca bir hayat yaşadıktan sonra ayrıldığında bu dünyadan; arkalarında pide, et
kavurma, pilavla hafifleyen acı bırakanlara… bırakmışsam kendime de
acırım ben acırım…’lı düşüncelerimi; mezarlıkta yanına gitmekten
kaçındığım annenin ‘ ahhh benim fidan boylum… niye kırdın, niye kopardın ki
tek dalımı …böyle mi olacaktı Haldunumm, böyle mi…ne acelen vardı…dayanamadın
mı kuzummm yokluğuna ağabeylerinin…güzel
oğlum… deniz gözlüm…sensiz nasıl olacak…’ inlemelerini; yanından geçerken kolumu tutarak sorduğu ‘
sen biliyor musun kızım neden yaptı bunu?’ sorusunun yanına ‘eğer gerçekten
bedeninden ayrılsaydı ruhun, şu an sen
göklerde seyretseydin ardından verilen
yemeği yiyenleri… vay hallerineydi’ yi de katıp, hiçbir yere
uğramadan eve dönmüştüm. Senin de ölenin
yakınlarını taziyeye gelenlere hizmet etme
zorunda bırakan pide, ayran yanına da
helva ya da lokma üçlüsünden ibaret
ölenin arkasından yemek verme, yeme geleneğinden nefret ettiğini; paraşüt ,
gökyüzü tutkunun ‘ kafama göre iş
bulamazsam ben de senin gibi THK da
pilot olmak için kursa gideceğim’ hedefinin sebebi; İzmir’de çıkan bir orman
yangınına müdahale ederken kullandığı
uçağın düşmesi sonucu vefat eden pilot ağabeyinin Maltepe camisindeki cenaze
namazı, Karşıyaka mezarlığın da toprağa verilişi sonrası evinize geldiğimde
öğrenecektim. Salonda ellerindeki pidelere yumulmuş kalabalığın bakışlarını
odanın kapısına yönelten ölü eviymiş, addetmiş, kuralmış hiçe saydığını
duyurduğun ‘kapatın şu kapıyı’
gürlemenle kalabalığı evden kovma gibi
unutulmayacak ama aslında hak edilen bir
rezalete ??? imza atma olasılığının yüzde yüzlüğünden telaşla kapını kapatmış ‘sakin ol’ yatıştırmalarımıza uzun Samsun sigarandan bir fit çekip
‘sizleri de anlamıyorum… bırakın Allah aşkına
bu saçmalıkları…"rahmetliyi çok severdüğ çokk…daha dün
karşılaştık…birlikte bir tek attık" diyerek bir köşede hayvan gibi tıkınmak neyin nesi…
şunların yiyişine bak! iyi ki ölmüş
ağabeyim diyeyim mi? Yoksa akraba
eş, dost herkes açlıktan kırılacakmış da
haberimiz yokmuş.Görmek istemiyorum bu insanları.Ağabeyimi kaybettim ben ağabeyimi,
her şeyimi…ikiyüzlülüğün daniskası şu yapılan; ulan madem o kadar seviyordunuz yasını tutun, çekilin bi köşeye
ağlayın.Ağlamasan da sigara falan iç,
yap bi şeyler.Yemeyiver yarım gün yemek. o s..ktiğimin çayını içmeyiver üç beş
saat. Nee olacak neee?? Hemen, açlıktan mı öleceksin? Bu ibnetorlar karın
doyurma, acıyı seyretme, akşam evlerine gittiklerinde ‘gördün mü güya
ağabeyi…yeğeni ölmüş neydi o kardeşin…o amcanın hali; ağzına bir helva atışı
vardı…inan kanım dondu…olan ölene oluyor’ dedikodularına malzeme toplama peşinde . Hayır burası güya cenaze evi; yaşlı annem , babam oğlunun, ben ağabeyimin kaybına üzülmeyi bırakıp bu adamlara pide,
ayran servisi yapmak zorunda
mıyız?Kalkıp da kimseye pide, mide
taşıyamam ben.Ulan köftehorlar ağabeyim öldü benim, siz midenizin
derdindesiniz. Lan nasıl da abanıyorsunuz
pideye diye kavga etmemek, salonu dağıtmamak için zor tutuyorum
kendimi’; ‘Aman ha Haldun! bak annene, babana yazık,
yapma !’ ;’ Cüneyt ! sen bari
öyle deme. Düşün ben ölmüşüm, siz
hayattasınız ‘merhumun; benim ruhuma, canıma değsin’ diye pide,
döner, et, pilav, helva, lokma, lokuma saldırıyorsunuz. Bunu yapanlar bir de
ölümden sonra öbür dünyanın olduğuna, ölenin ruhunun yukarıda olanı biteni
seyrettiğine inan insanlar. Ölenin
bunları gördüğünü de
düşünüyorken, yaptıkları
tıkınmaya ne demeli? Öldü diye arkasından kendinize ziyafet çektiğinizi gören
kişi ‘lan ! manyak mısınız? nispet mi yapıyorsunuz bana öldüm diye’ demez, düşünmez mi? Başlarım
ben böyle adete, bir insan ölmüş; insan… yakınları mahvolmuş… üzüntüden
kahrolmuş, dermanları takatleri kalmamış; komşular, akrabalar destek olup
yemek getireceklerine; onlara ne yemek
verelim derdine düşüyorsunuz. Bu nasıl bir ritüel, nasıl aptal bir adettir
arkadaş! Öbür dünyanın varlığına inanlardan olsaydım, ölseydim bir yolunu bulur
ordan kaçar, hayalet olarak geri gelip de dağıtırdım cenaze evlerini, millet
korkup öyle bir kaçardı ki, yeminlen yıllarca kendilerine gelemez, sitin sene
de ölenin ardından hayır yemeği vermezlerdi. Böylece hiç olmasa bir hayrım dokunurdu memlekete.Boş ver memleketi, en azından sizleri kurtarırdım bu pespaye gelenekten.’
Penceresi kiraz ağacının yapraklarının istilasındaki oturma odasında ayağı her
dokunuşta sallanan tahta masada, sabahın erken saatinde işe gitmeden kahvaltısını yapsın diye çay
demleyen, yumurtalı ekmek kızartan annenin tabağına zeytin, domates koyduğu,
sofrada birlikte kahvaltı yaptığın ‘oğlum yat uyu işte, işin gücün de
yok, niye erken kalkıyorsun cins seni’ sataşmasına ‘ bir gün işe
girdiğimde uyanmakta zorluk çekmeyeyim
diye hazırlıyorum kendimi’; ‘he…he
yuttuk bizde değil mi anne? akşamdan kalmayım uyamadım demiyor da hazırlık, deneme yapıyormuş beyimiz’ diyerek
ağzına domates atan, üzerine bir bardak çay da içtikten sonra masadan
kalkarken saçını karıştırıp cebinden
çıkardığı yüz TL.’yi elinize tutuşturduğunda ‘işte benim ağabeyim candır…
can’la içinizi ısıtarak işe gidenin, iki
saat sonra öldüğünü duyacağını bilemeyeceğimiz bu hayat Cüneyt; cidden de tam
tamına dark comedy. Haydi sorun!
İki ağabeyini de kaybettin, nasıl dayanıyorsun diye sorsanıza. Acı ne biliyor
musun? Acı bu, işte bu; bu bilinmezlik…bir insanı gömdükten sonra verilen bu
yemek…su katılmamış bir hıyar gibi davranan bu insanlar da acı; acıtan hem de.
Bakma öyle Serdar! Bakma! ne diyeceğini tahmin ediyorum başka ülkelerde, Avrupa da
ölenin ardından yemek veriliyor,
doğru ama bizdeki gibi mi? Öleni anmak,
yaşadıklarını konuşmak için tertemiz
giyinip geliyorlar cenaze evine üstelik taziyeye gelenler üsteleniyor yemeği,
içkiyi, hizmeti. Bütün evi kokutan kıymalı
pide de yok “ gavurlar ölünce
biri içki içiyorlar” diye halkımızca
ayıplanıyorlar ya en doğrusunu
yapıyorlar.İnsan neden içer ? ya dertten, ya zevkten; acıyor lan kalbim ! abim ölmüş... sevdiğin ölmüş içmeyip de ne yapacaksın… ben içmeyip
de ne yapayım?’ sehpada duran Tuborg şişesini
açması için uzatıyorsun Serdar’a ‘Abicim bence yeter, yarım saatte bu
üçüncü bira…’ , ‘aç Serdar açççç. ‘, ‘
Tamam kızma’, pencere pervazına şişeyi dayayarak açıyor kapağını.’İçeceğim;
günlerce… uyuşacağım, öyle uyuşturacağım
ki kendimi…abimin öldüğünü…yaşadığımı, bu yemeği unutturacak esrar falan da
bulsanız bana da yok etsem benliğimi‘;
‘Söylediklerinde haklısın.Tamam da mantıksızlığın dibi bu geleneğe bugün, burada
mı karşı çıkmak geldi aklına? Yetmişine dayanmış annen, baban bu haldeyken, hem onlar ne
yapsınlar öyle görmüşler…öyle inanmışlar…kendilerini öyle rahatlatacaklar...
yapmasan cimrisin, ölenin ardından bir yemeği çok gördü olursun. Hem
herkes bu konuda ne düşündüğünü, ne hissettiğini zaten bugün öğrendi.’ O gün
neden öyle konuşup, davrandığını anlamamak mümkün müydü? kızgındın, acıdan
deliriyordun, bağırıp, çağırmak, akmak için bir şelale gibi aradığın nedenindi verilen cenaze yemeği. Çok
da haklıydın çokk; ölenin acısını yaşamak yerine, gelenin pide ayran alıp
almadığını takip etmeye çalışan ölen kişinin yakınları yeterince absürtken üstüne
bir de ‘abi bi pide daha versene ! yapma
ya onun oğlu da mı orayı kazanmış ha’
muhabbeti yapıp ikinci ayranı, pideyi
götüren, neredeyse Foursquare'da "pide keyfiii ;))) @ cenaze evi w/ 55
others" şeklinde bir check-in ile taçlandırılacak vakaya dönüştürülmüş hayır yemeğinin bugünlerde
mezarlıkta verilen yeni bir versiyonu da
çıktı Haldun; hayatlarında hiç pide
yememiş, ayran içmemiş gibi mezarların
kenarına oturup ölenin yakınlarının dahi hayvan gibi yemek yediği bu iğrenç… bu mide bulandırıcı adet; olmaz olsun. Anladık, boğulurcasına yediğiniz kıymalı pide, kavurma, pilavla hayatın devam ettiğini, ölenle ölünmediğini kanıtlıyorsunuz da hiç olmasa bir gün
ya, ilaç için yarım gün yas tutun
nihayetinde hayatınızdan, evinizden,
sokağınızdan, işyerinizden geçip giden…yok olan; bir insan…
yarım günlük de olsa bir yası, kederi
hak eden bir insan. Ahhh Haldun…benden gizlediklerine…her şeye rağmen
odana sığdıramayıp duvarları
aştırdığın o acının ifadesi
gürültünü, kavganı ne çok özlemişim bir bilsen; eskiden hiç
olmazsa bir insan öldüğünde azıcık
susulur, ağlanırdı, gülen biri
ayıplanırdı. Senin yıllardır olmadığın bu dünyada şimdilerde, artık cenaze
evine taziyeye gelmişlerde gizlemeye gerek bile duymadıkları sahte bir hüzün,
samimiyetsiz bir yas havası; güleni, fıkra anlatanı, şakalaşanı; bilmesen
cenaze evi olduğunu, sünnet evi
sanırsın; güya sevdikleri bir insanı
kaybetmenin ya da kaybedenin acısını yaşamaya, paylaşmaya gelmiş
insanların ölen kişiye bu saygısızlıklarını… terbiyesizliklerini
gelenek haline getirmeleri ayıbın, densizliğin ta kendisi. Mezarlıktan evinize
gitseydim odana, eşyalarına, dertleştiğimiz kahverengi kanepeye, bira
şişelerini fırlattığın, gitarını dayadığın duvara bakmaya… evet dayanırdım… sevdiğini birini
kaybeden herkesin yaptığını yapıp; ölerek dayanırdım. Kan çanağına dönmüş
ağlamaktan şişmiş gözlerim
başkasınınmışçasına ellerimi,
yüzümü yıkamış üstümü değiştirmeden
öylece yatağıma uzanmış; Can’nın ölümü
sonrası beni bir kez daha , defalarca öldüren
cebinde yediği dondurmalara ait biriktirdiği iki tane tahta çubuğu bulduğum haki renkli şortuna,
minicik çoraplarına, oyuncaklarına sarıldığım gibi belki de
o ân hayattaki en iyi sırdaşıma, yoldaşıma ait bir şeye tutunarak,
sarılarak varlığını anımsamak,
ölmediğini bilmek istediğimden anneme
seslenmiştim ‘ Haldun’un askerden yolladığı mektup vardı ya nereye koyduk
hatırlıyor musun‘; ‘sizin eşyalarınıza karışmam ben ama o
ilkokul karnelerinizi de
sakladığımız mecmuanın arasına koymuş
olmayın‘ .Bir duvarı boydan boya kütüphane
kaplı odadan; gazetelerin kupon
karşılığı bardak, çanak, dantel,
televizyon dağıtmadan önce ilk verdikleri ki o güne değin pahalılığı
yüzünden zengin ailelerin evini
süsleyen orta okulda, lisede
ödevlerimizi yapmak için gerekli olduğundan
biz fakir ailelerin çocuklarına,
zengin aile çocuklarına yalakalık yaptırtan, siyah renkli
ansiklopedi cilt, cilt Meydan Larousse’ların konduğu geniş rafta; dokuzyüzaltmışlı yıllara ait onbeşe yakın hayat mecmuasının bir arada
ciltlendiği üç, dört ansiklopedi kalınlığındaki
mecmuayı alarak odana dönüyor,
yatağında sayfalarını karıştırırken annenin salondan ‘buldun mu ?
annesi ??? ne talihsiz kadınmış…Allahım…zavallı kadın ne yapsın… nasıldı..’ seslenmesine ‘nasıl olacak anne! nasılll ???? kadıncağız bu defa gerçekten öldü’yle cevaplayacaktın. Mecmuanın sayfaları arasına
sakladığın geçmişe ait onlarca yazı,
mektup, oniki Eylül darbesinde hakkında hazırlanmış iddianame; Lise
zamanının meşhur aktörlerinin, aktrislerinin; hikayesi
keder akan Romy Schneider, Alain
Delon, Jean Seberg , Rita Hayworth, Paul
Newman, Jean Paul Belmondo, Gregory Peck , Bette Davis, Sophia Loren ….,
…. ‘in gazetelerden, mecmualardan kesilmiş
fotoğrafları, posterleri ve nihayet aranızda üç yaş bulunan kardeşine yolladığı mektup; sanki iki saat
önce gömdüğümüz sen değilmişsin gibi…daha dün askere gitmişsin de mektup
yollamışsın gibi… ellerini tutar gibi tutuyorum, ikiye katladığın ince, düz
beyaz bir kağıtla arkası boş yarım bir kağıda,
ince uçlu mavi tükenmezle yazdığın bana göre bir buçuk, sol üst köşesini parantez içinde
numaralandırdığından sana göre (beş)
sayfalık mektubunun birinci
sayfasının sağ üst köşesinde ‘6 Ocak
1990’ tarihi; zar zor okunan doktor
yazısına benzeyen el yazınla yazdığın
Lise sona kadar görülen onca dilbilgisi, edebiyat dersine
inat imla hatalarıyla dolu mektup; ilk okuduğum günkü gibi ‘Haldun
işte’yle güldürüyor beni, yine.
‘Merhaba …..Nerden başlasam bilmiyorum.Şuan
saat sabahın 9.30 u falan biraz önce güzel bir kahvaltı yaptım şimdide çayımı
içiyorum.eh birde cıgara yaktık.Oturduk mektup yazmaya daha askere geldiğimden
beri yazdığım ilk mektup.Daha önce yazmadım.Çünkü hem zaman sınırlı, hemde sen
bilirsin işte;ben pek mektupla falan
uğraşamam.Bakıyorum hala o komplexlerinden kurtulamamışsın salak herif yok
arkadaşlığını ispatmışta bilmem ne çan çan.Mektup yazmadım ama sü-rekli telefon
numaranı bulmaya çalıştım bir ara Cengiz aptalından istedim.yok dedi bizim
Oğuzhan’a söyledim O da Mustafa’dan alamamış sanıyorum.Bana yazdığında
telefonunuda yaz.Vereceğim telefonlardan benide arayabilirsin (mesai saat-leri
dışında) Eğer ararsan önce beni çağırmalarını söyle 10-15 dk sonra yada saat
vererek yeniden ara.telefon numaralarım 146905, 150897 Birinci telefon santral
ordan Özel Görev Birliğini bağlatacaksın, ikinci telefon ankesörlü.
Buraya
kadar yazdıklarımı sabah yazdım şimdi saat 19 civarı.Sabah iştima var dediler
kalktık, gittik.İştimadan sonra da spor dediler tabi …. …. aynen arazi öğleden sonrada çarşıya
çıktım.ve ilk defa içmeden döndüm.Geldim, geleli pek içemiyorum ancak çarşıya
çıktığımda! Kayseride paraşütçü bir öğrencim onun dükkanında (fotograf
stüdyosu) çekiştiriyorum.Yılbaşında 4 matara bira ısmarladım.Hani o senin
yolladığın paradan, Kesin getiriler diye başkasınıda ısmarladık.Sonuçta keleğe
gelip çok içtim tabi turşu gibi oldum.
Mektubu
aldığım gün bayağı şaşırdım akşam saate yemekhanede oturmuş son 1000 liramla yarım paket sigaramı nasıl
değerlendirsem diye düşünürken senin mektubun geldi hadi içindede
ellilik.Askerde elime geçen ilk mektup seninki oldu ve birden ilahi bir güç
mektup yağmaya başladı.Parayı görünce önce çok küfrettim, geri göndermeyi
düşündüm, sonra vazgeçtim.Sağol.Hayvanlık edip bir daha aynı şeyi yapma, geri
yollarım.Fırçaya başlamışken, solucan kılıklı herif tavuk meselesinden
bahsedelim.gelince tavuk yerine senin tüylerini yolacağım.Dondurma gibi kalınca
artık evlenemezsinde beraber içeriz.Hayatını değiştirmeye pek niyetli
olmadığını görüyorum.Unutma yaşlanınca fazla rakı da içemezsin, çükünde
kalkmaz.Ulan burada bile senden geç yatıyorum.Bide utanmadan 21 de yatıyorum
yazıyorsun.Eh namazada başlada tam olsun.Çok isterdim burada benim erim olarak
askerlik yapmanı.Seni ne döverdim biliyor musun .Hergün postal parlatırdım,
tuvaletlere kolunu soktururdum.Askerlikten anlatalım birazda .lanet olsun.İnan
….Beter bir şey, sinirlerim anneanneme döndü. Hani ben adam dövmeye karşı idim
ya.love story o.Her gün adam çarpıyorum.Beni en çok üzende sevgili göbeğim beni
terk etti 85 kg ye düştüm.Birliğim Türkiyede eğitimi, sporu, disiplini en çok
olan birlik. Mıke Tyson bile bu kadar spor yapmaz, sanıyorum.Isınmak için 8-10
km koşuyoruz.Hele o pentatlon geçmek, dağa çıkmak yokmu lanetler
olsun.Anlayacağın Komandoluk yapıyoruz.Öğrenmediğim silah kalmadı
diyebilirim.Bir çoğunuda kullandım.Atışlarım canavar gibide, sporda
mahvoluyorum.Mart, Nisan gibi de doğuya gideceğiz ordada en zor bölgeleri bizim
birliğe veriyorlar.dilerim kıçımıza Apo kurşunu yemeyiz.Fakat emin ol hala
asker olamadım, acemiyken her tülü işten, özellikle spordan hep araziydim ama
burada arazi olmak çok zor buna rağmen elimden geleni yapıyorum .Ulan bu
mektubu bir okusalar var ya beni dine döndürürler.Askerlikten bahsetmek ha! Aman Tanrım (yeni Rakı)
Sakın
ola:mektuplarında bu konulardan bahsetme okurlarsa öttürüverirler.Teyzeme
söyle planlar çokiyi gidiyor 1-yat kaptanlığı 2-Norveç’te paraşütçülük anlayacağın gelince karpuz satacagız. O gitara da tel alsınlar ve benim için do
çalsınlar arada bir de mi. Bende iyiki mektup yazamazmışım ha! Hele bak
Cumhuriyet gazetesi gibi oldu.…. eve uğramana çok sevindim arada bir uğrayıp
hallerini srarsan çok memnun olurum.Çok mutlu olduklarından eminim.İkiside
bayağı üzgünler.Bir an düşündüm daha yazacak bir sürü şey var ama yeter artık yoruldum.Dünyanın
bütün rakıları adına herkese selamlar!
Adresim:Özel Görev Birliği
38055 Kökşkışla/Kayseri’
Ne kadar da güzel…ne kadar da
yapılabilecek…gerçekleştirilebilinecek
hayallermiş; sorgulamadan
katlanmanız, oyalanmanız için insana hep
kolay bir ideal… bir hayal
verdiğinden belki de çoğu kişinin er ya
da geç önemli bir olayın başrol
oyuncusu, şöhret olmayı umut ederek ömrünü tükettiği bu hayat; devlet, toplum,
ailece dayatılan, biçilen role alışıldığından dışına çıkmanın zorluğunu suratınıza suratınıza vurarak fark ettirdiğinde, pek çok şey için geç kaldığınızı anlarsınız ki eğer bir ev, bir aile, bir çocuk, bir araba,
iki yabancı dil bilme, master yapma, sanatçı, yazar, doktor olma, daha yeşil
bir çevre, daha demokratik bir ülke gibi
gerçekleştirilebilecek bir hayal…bir
idealse verilen bu defa da hayaliniz gerçekleştiğinde her şeyin zaten sonu gelmiştir zira artık ne başka bir hayalin peşinden koşacak yaşta,
ne de heyecan da değilsinizdir üstüne artık hiçbir şey
umurunuzda da değildir.Haldun sen; gerçekleşmesi için devlere savaş ilan
ettiğimiz, uğraş gerektiren, on üç, on
beş yaşından yirmi yedi hatta otuz yaşına kadar neredeyse ömrümüzün
yarısını kaplayan hayalimizi; devrimi
yapamayınca, sosyalizmi getiremeyince
hiçliği iliklerimize kadar hissedip o yaştan sonra nihayet annemize,
babamıza, kardeşlerimize, arkadaşlarımıza, akrabalarımıza memuriyet yaşayanlara
bakıp ‘ulan ne yapıyoruz biz…ben.. böyle olmamalı, olmayacak benim sonum’
dediğimizde, sonumuzun büyük ihtimalle "öyle" olacağını ta o günlerde
gözlemlediğinden belki de bir türlü kendini bir yerlere, buraya ait hissedemediğinden hep uzaklara… bu
Ülkeden, bu insanlardan,
bizden…hepimizden uzak
yerlere ta Norveç’e uzanan
hayallerin bir o kadar da doğru tam
sana, karakterine göreymiş.Tek bir
insanın ölmemesi için çırpınan,
Vietnam’da yaşanan ‘savaşa hayır!’ için onlarca korsan mitinge,
panele, gösterilere katılan, yasa olsa
ya da elverseydi vicdani retçi olacakken askerliğini Doğu’da, Kürdistan’da
yapmak; Halkların kardeşliğini dilinden düşürmeyen sana verilecek büyük
cezaydı. O cezaydı işte, seni
parçalayan, kendinden uzaklaştıran.Asırlarca
zalim bir asimilasyona, baskıya tabii tutulmuş Kürtlere yapılan zulme,
katliamlara karşı ırkçı devlet
darbeleriyle, silahlarıyla ezdiğinden; vatandaşı sayıldığı ülkesinde sırf etnik kökeni Türk değil diye
nefes almasına fırsat tanınmadığından
‘artık yeter’le hakları, dili,
kültürü için mecburen dağa çıkmak zorunda kalan bir zamanlar
mücadelesini desteklediğin Filistinli
gerillalar gibi eline silah alan
Hevallerinle savaşmak; asıl bir insanı öldürmeye mecbur bırakılmak… öldürmek yeterliydi zaten benliğinin, senin
paramparçalığına ‘gözlerimin önünden hiç
gitmedi hiç.Gerilla giysisi içinde inan bıyığı terlememiş bir çocuk…yanında
daha memeleri çıkmamış yarısı az ötesine
düşmüş puşisinin, diğeri de toprağı örtmüş uzun bal rengi saçları kanlanmış kız
çocuğu.Cesetlerinin yanına çömeldim;
kız can çekişiyordu, oğlan çoktan
ölmüştü. Kan… buhar tüter mi? tütüyordu, sıcaktı.Kız öyle bir baktı ki bana can çekişirken, acıyla kıvranan ama konuşamayan kalpler,
gözler vardır hani…. o kız; o hayatının son gücünü kullanan o kız… işte
öyle baktı bana ‘ahhh annem’ ya da ‘ beni öldürürdünüz ama sanıyor musunuz
ki… bitecek Yaşasın !’ der gibi bir şey söylemek
istedi; ben ‘annem’i ‘ duydum,
belki de duymak istediğim o olduğundan. ‘ Komutanım’ dedi bir er ‘bırakın bu o..rpunun
işini bitireyim’ ; ‘ölüyor oğlum,
savaşta da olsak ölmek üzereyken bir insana kurşun sıkılmaz…’
; ‘ama komutanım vatanı bölen bu hainler,
teröristler yüzünden buradayız, dün Hasan onbaşıyı bunlar vurdu, bunlar
yüzünden yetim kaldı çocukları’;
‘görmüyor musun…bak öldü ’ diyerek kalktım. Belki gördüğüm ilk terörist
‘ susuyor sonra ‘ gördün mü bak resmi
ideoloji insanı nasıl da esir alıyor
beni bile, gerilla ölümü olduğundan;
yok, yok o uçsuz bucaksız dağların, sarp kayaların, helikopter, uçak, bomba, silah seslerinin ortasında çocuk
masumiyetimi… inandığım ideal uğruna gençliğimi gözden çıkarışımı, feda
edişimi hatırladığından belki de, yıllar geçti unutamadım can çekişen o kızın
gözlerindeki bakışı’ diye tamamlıyorsun
konuşmanı. ‘ Sen! birini mi öldürdün, bir can mı aldın bu
dünyadan, nasıl yapabildin? Ya tamam
insanın düşünceleri zamanla değişebilir ama insanın evrenselliği tartışılmaz demokrasi, insan
hakları, özgürlük, eşitliğin yanındaki
duruşu, savaşa, işkenceye karşıtlığı değişmez kriterleri olmalıdır.
Nerede olursak olalım bu değerleri
savunmamız gerekmez mi?’ ; ‘ ne diyorsun sen! Sırf, sen böyle düşün diye ölmeli
miydim ben? Savaştaydık savaşta…
karşındakinin seni düşman gördüğü, bildiği
savaş meydanında; dağda, ovada ya
öldürecek ya da seni düşman gören tarafından öldürüleceksin. Vurulsam,
ölsem kaç kişi ‘bir insanı öldürmemek
için öldü. Öylesine tutarlıydı ki savaş
karşıtı düşüncelerine ihanet etmedi bravo
Haldun’a diyecekti ? farz et
dediniz, o yüzden ölüp ölmediğimi bile bilmeyecektiniz ki o da ayrı bir
mesele; başka benim için ne yapacaktınız anıtı mı dikecektiniz adıma…geç
bunları zaten manyaktı diyecektiniz…manyak… savaşta kendisine silah çekmiş
birini öldürmemek için silahına davranmayacak kadar aptaldı. Savaş bu kızım! öyle okuduğun…öyle okuduğumuz romantik
satırlarına bayıldığın Savaş ve Barışa, Çanlar Kimin İçin Çalıyor’a benzemiyor
yaşanan.Ama hakkını yemeyeyim Batı
Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ! olduğundan ona benziyor savaş; kan, barut
kokusuna karışan yanık et kokusu, havada uçuşan bir parmak, bacak, kol;kopan,
dışarı akmış delik deşik bağırsaklar, yarılmış bir karın ….’ Kulaklarımda sesin, mektubunu bastırıyorum
göğsüme ağlıyorum; hıçkırarak ağlıyorum.Odanın
kapısında beliriyor ‘Yapma!!’ diyor annem ‘yapma bunu kendine! O, kendisi ölmek istedi’. Ne yapacağını bilmez
halde yatağımın kenarına oturuyor ‘ne
büyük teselli…kendisi değil anne!
yaşadıkları ölmesini istedi, öldürdü…’ çaresizce bana, sayfası açık mecmuaya bakıyor ‘ gün
gelecek acıyı da tüketeceksin… hayatını
eskisi gibi oldurmayacağı başından belli
seni alt üst eden bir haber duyarsın, kötü bir olayla karşılaşırsın hani
taş atarsın da suya ilkin büyük bir halka oluşur dalgalanır … dalgalanır… dalgalanır... nefesini kesecek kadar sonra bir
bakarsın durulur su, her şey ilk haline döner gibi olur
ama o taş hep suyun… hep
hayatının içindedir; ilelebet. Daha çok
gençsin, arkadaşının ölümüne
dayanamayacağını sanacak kadar genç ama senin ilk kaybettiğin
arkadaşın Haldun değil ki, sen devrimciyken o kadar çok
arkadaşını kaybettin ki. Aytül vardı
hani bizim eve de gelen Döndü’nün kardeşi… Fevzi, Metin…onlar öldüğünde de bu
haldeydin. Hatırla Leyla öldüğünde de o küçük yaşına rağmen ne kadar üzülmüştün
bugün kaç kere hatırlıyorsun Leyla’yı. Ben daha çocukken dört yaşındaki
kardeşimi; sen doğduktan sonrada annemi, ağabeyimi, amcalarımı çok insanı kaybettim ama sen acılarımın
farkında bile değildin. Sözlerim şimdi sana çok acımasız, gaddarca geliyor ama
demem o ki, bir gün…’ ; ‘Anne! artık bir
şey söyleme ! ben bu haldeyken; kalbim ağrıyor…acıyorken bir şey söyleme ne
olursun‘ Hiç değişmeyecekler hiççç; kötü, acı bir olay yaşıyorken etrafındaki herkes
neden örnekleme yapmadan da geri kalmayarak
kendini bir şey söylemek zorunda hissediyor…susması gerekirken; bir şey
söylemek zorunda olunmadığını anlamak bu kadar zor mu? Annemin söyledikleri…
Aytül, soyadını dahi unutmadım Acarbaş. Bindokuzyüzseksenin beş Nisan’ı
on iki Eylül’de tutuklandığında
delil diye önüne sürecekleri sana çok benzeyen bir kadının eline
tuttuğu beyaz bir kartona kırmızı
boyayla yazılmış “141-142 Kaldırılsın” pankartları, flamalarıyla güneşten
korunduğun Eskişehir 'de İstasyon
Meydanındaki Demokratik Hak ve Özgürlükleri
Koruma mitingine katılmak için
Ankara’dan gelen Aytül ve Mahmut Doğan’nın da içinde bulunduğu grup;
ülkücülerin elinde olduğu biline
biline neden oradan geçirildikleri sır kalacak Hamamönün’de silahla taranacak;
Aytül ve Mahmut orada öleceklerdi. Türkiye Cumhuriyeti adlı bağımsız ülkede
kendine müttefik ülkücü hareketi seçmiş NATO-Amerikan işbirliğince kurulmuş
Özel Harp Dairesince; faili meçhul
cinayetlerde, provokasyon kokan
eylemlerde gayet güzel kullanılacak; onlarca insanı hayatından eden kanlı olaylara, katliamlara “ne için öldürdün? Vatanın ve milletin
bölünmez bütünlüğü için! vatan toprağı kutsaldır kaderine terk edilemez”i gerekçe göstermekle kalmayıp “bunun için kaç kişiyi öldürdün?” sorusuna
da pişmanlık yerine gurur yüklü
“yaklaşık yüz, yüz elli devlet düşmanı komünisti hakladım”lı cevap verecek ülkücüleri silahına davrandırıp
cinayet işleten bunu da devletin bekası için
yaptığına inandıran; Türklerin uğurlu sayısı dokuz'dan esinlenmiş
ırkçılığın süslenip, püslenerek pazarlandığı MHP’nin biatçı Dokuz Işık ideolojisi olacaktı. Yıllar, yıllar sonra
yedi TİP’linin öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı hakkında “Bir sıcak çatışma
varsa buna da yarı askeri harekât diyelim; bunun bir istihbarat bölümü, bir
lojistik bölümü olmak zorunda. Bunları yapmıştık” diye konuşacak Ercüment
Gedikli, Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı, Mahmut Korkmaz, Kürşat Poyraz gibi tetikçi kullanılan onlarca ülkücünün faşist saldırılarında Mehmet Dağbaşı,
Hüseyin Yabuz, …, Ali Haydar Alaydın,
Nevzat Bulut, …, Aytekin Taş, Cemal
Bülbül… Çorum, Maraş katliamlarında hayatından edilen onlarca insanın yitişi karşısında mücadeleyi sekteye uğratacağından
yas tutmaya, duygusallığa izin vermeyen faşizme karşı kavgada
ölen ölürken, kalanların arkalarına dönüp bakmadan mücadeleye devam
etmeleri gerektiğinden miting alanına Hamamönünde ki faşist saldırının haberi
ulaştığında “Faşizme geçit yok”,
“Aytül’ün…Mahmut’un hesabı sorulacak”, “Yaşasın Ulusal Demokratik Cephe”
, “Yolumuz işçi sınıfının yoludur”
sloganları atılarak mitinge devam edilecekti. Şimdi nasıl da
korkunç…nasılda vicdansızca geliyor
Aytül öldürülmüş kanlar içinde sokakta yatarken kürsüde konuşulanlar…attığımız sloganlar…ettiğimiz
devrimci ant...ama o gün ‘devrim yolunda
her şey olur, yanı başınız yoldaşınız
öldürülür ama siz yoldaşınızın elindeki bayrağı alıp “devrimin şanlı
yolunda” yürüyüşünüze devam etmelisiniz yoksa başaramayız’ı
kabullendiğinizden yaptıklarınız o kadar
olağan…o kadar normaldi ki. O akşam
televizyonda haberlerde Eskişehir de
yapılan mitinge saldırıldığını duyan annenin ‘Aytül…ayyyy Döndü’nün
kardeşi değil mi? Allahım…bugün miting mi vardı? yoksa… doğruyu söyleyin’ şüpheleriyle kötüleştiğini haber verince kardeşin mitingden
iki gün sonra Ankara’ ya eve
geldiğinde annene sarılıp birlikte
ağlamıştınız Aytül’ün öldürülmesine. Tamam belki doğru, belki de yanlış annemin söyledikleri ama şu anda Haldun seni kaybetmişken yeri, zamanı mı deneyimlerini aktarmasının?
Yüzüne karşı ‘bir şey olursa sana yaşayamam; yapamam devam edemem hayata’
dediğiniz; evlat, sevgili, anne, baba, yoldaş
her kimse; teyzesinin zeytin gözlüsü
Can’ı kaybettiğimde de ’ Can…Can… senin içinde olmadığın
bir hayatı bilmiyorum ki ben ! şimdi sensiz hayat nasıl olacak… nasıl?
Oreo, Nestle gofret almak için senin açmadığın buzdolabını ben nasıl
açacağım…yiyemediğin karpuzu nasıl yiyeceğim… nasıl içime çekeceğim bir
leylağın…kuaför Hüseyin’in dükkanını sarmış hanımelinin kokusunu… nasıl sevdiğin pembe kılıflı yastığa
koyacağım başımı’ diye kıvranırken
Haldun! hatırladım seni toprağa verdikten sonra da aynı şeyleri düşünmüşüm
‘içmediğin Gitanes’ı, Samsun’u nasıl çekeceğim ciğerlerime… bir daha
nasıl dinleyeceğim Rodrigo’nun Gitar
konçertosunu…sonbaharın güzelliğini görmek için
Botanik parkına nasıl gideceğim sensiz…sensiz’. Haldun’u, Can’ı kaybettiğimde yapamayacakken, devam
edemeyecekken hayata nasıl yaptığıma, nasıl devam ettiğime bakarak; öyle onsuz yaşayamam, yapamam diyen onca insana
‘yalan bu söyledikleriniz hep yapmadık
mı? Her bir yeni gideni, vefat edeni
duyduğumuzda içimizdeki sızının derinleşmesiyle devam etmedik mi köhnemiş dünyadaki yaşam döngümüze…ettik
işte; zamanı da geri alabilsek diyerek.’ demek geliyor içimden ama hiç gereği
yokken kendimi tutuyorum. Hayat...
gerçekçi bir insan için bile fazla gerçek; anlam verebilmek,
kabullenebilmek yokluğu…bitişi…
yakıştırmadığından ağrına gider ölümü; anıların gözünün önünden
uzaklaştıramadığı ; bakış, gülüş, ses,
merhaba, hitap, anlatım, oturuş, yürüyüş, sesleniş, güvenme, sevme, benimseme,
yaklaşım, varlık ve ruh. Korkar insan…
kaybettiğim ileride bir gün ya zihnimde silikleşirse diye korkar. Bir fotoğraf,
bir giysi, bir mektup, bir video, bir yazı kaybediş hiç olmamış…hiç
yaşanmamışçasına kandırır seni; tamamen gitmiş olamaz, dönecek dersin... tamamen gitmiş olamaz…Annenin
anlattığı suya atılan o taşların büyüklüğünün önüne gelen her şeyi alıp götürecek bir taşkınlığa, sele yol açabileceği gibi birini kaybediş, terk
ediliş, terk ediş ya da devlet, aile, arkadaşlar tarafından
istenmemek…ötekileştirilmek vari
karşılaştığın herhangi bir davranış; aldığın, duyduğun bir haberin acıtmasına, iyiliğine, kötülüğüne, büyüklüğüne göre belki
olumlu, belki de olumsuz değişecek hayat da kimi zaman dalgalanan…kimi zaman durulan…kimi
zaman çoşan…taşan su gibi hep akmadı mı; süre gidene, olagelene,
olageleceğe, olmak zorunda olana aldırmayarak.Senin yaptığın, intiharın belki ölümün en acı vereni, en vuranı ama en nihayetinde senin de çok iyi
bildiğin; ölüm değil mi Haldun? İki
ağabeyini toprağa verdikten sonra yaşamın
nasıl akıp gittiyse, senin
öldüğün gün de bıraktığın yerden öyle akıp gitti hayat. Bakışlarına sinmiş
büyük bir endişeyle o ânda orda
olmadığını bilerek sana bakan annen, sayfası açık mecmuaya göz ucuyla bakarken sorsam mı, sormasam mı ikileminde ama eninde
sonunda soracağı; hayatın kimseye acımayan ‘ o ölen ölür bana ne ben yoluma
devam ederim’ vurdumduymazlığını hatırlatan
soruyu soruyor ‘akşam…
daha Haldun’un ölüm haberini
almamışken yılbaşı için… dayınlar da
gelecek sonra diğerleri, istemiyorsanız iptal edelim’ sözlerine sinmiş, uzun bir süre takılı
kalacağın büyük bir öfkeyle ‘ bu günün yılbaşı olduğunu, insanların yeni
yılı kutlayacağını bile bile, kendini bugün
öldürdü değil mi ? ölümümü
kutlayın, şerefime için demek değilse
nedir bu? Madem öyle niye iptal edelim ki? Bırakalım şerefine içsin insanlar’
diyorsun. Ölene kızmak … saçma geliyor değil mi? Niye saçma, ölene değil
kendini öldürene kızmak yaptığım. Sonuçta nasıl gerçekleşirse gerçeklesin adı;
ölüm… onun hayatı bitmiş, sen yokluğuna
kızıyorsun; seninle kalmadığına... insanın doğası böyle… doğası...
kalanlar gidene öfkeleniyor… sana
kendini iyi hissettirmiş yaşanan
ânların; bataklık gibi seni içine çekmesiyle nefes alamamanın; o ânların
tümüyle gittiğini anlamanın, ayılmanın üzüntüsü
yerini öfkeye bırakıyor ki ölen…
ayrılan…kaybettiğin bir zamanlar senin
canın değildi sandıracak öfken yalnız kaldıran, bıraktıran kalbini delmiş merminin; üstündeki örtüden başka bir şey değil. Ama
işte öfke güç isteyen, enerji isteyen bir şey olduğundan çok
süremez; bir bakarsın gideni hatırlatan
bir gitar sesi, birinin saçını
onun gibi taraması, vitrinde gördüğün
bir oduncu gömleği, market
rafındaki Samsun sigarası, kaşı
alaycı bir şekilde havaya kaldıran müstehzi bir bakış, bütün öfkeni alıp
götürmüş. Doğanın hiç teklemeyen gerçekleri, her şeyin olduğu gibi öfkenin de sonunun olduğunu söylüyor; bitecek
işte öfken de her şey gibi…ve bitti de.
Galiba, kendini öldürmeyi Lou Salome’nin
söylediklerinin arkasına sığınarak açıkladığın
o Pazar günü sonrası ertesi
gündü, işyerinde kimse yokken çalan
kapıyı açtığımda karşımdaydın ‘kapıyı niye sen açtın, Nuray yok mu?’; ‘öğle tatilinde, ne iyi ettin de
geldin’. Canın sıkıldığında ya da iş görüşmesi için mahalleden Kızılay’a indiğinde işyerime uğramayı alışkanlık haline
getirmiştin öyle ki büroda sık sık seninle karşılaşan, büro hizmetlisi
şimdinin “ofisgirl”ü Nuray’dan; kimseye güvenmeyip işyerine gelen
herkesi de rakip inşaat firmaların adamı
sanacak paranoyaklığı tavan yaptığından
işe alacakmışçasına CV’ni
öğrenmiş patron, bir gün
‘efendi çocuk, birkaç ihale daha alırsak buraya alalım Haldun’u‘ diyecekti ki boşuna umutlanma diye söylemediğimden bunu hiç öğrenmeden göçecektin bu dünyadan.
Şirketin çalışanıymışçasına ‘inşallah
Nuray çay demlemiştir’le elimi sıkarken,
eğiliyor yanaklarımdan öpüyorsun
‘çıkmadan demlemişti. Sen geç.Ben çayları doldurup geliyorum.Her zamanki
gibi su bardağın da içersin değil mi’ ; ‘ aşağısı kesmez, sek olsun,
rakı gibi’ . Ancak iki kişinin hareketine imkan tanıyan küçük mutfakta, altı hafif yanan ocağın
üzerindeki kaynayan demliği alıyorum
‘ahhh Nuray ahhh ne tembellik, lavabonun içine doldurmuşsun bulaşıkları,
çıkmışsın. İki dakikanı almazdı bunları yıkamak, üç dakika geç gitsen sanki ne
kaçıracaksın hayattan.Gittiğin yerde yer olsa Onur Çarşısı.Koridorlardaki
tezgahlara yığılı mallar arasında işe yarayacak bir şey bulmak için saatlerce üst üste atılmış tişörtleri,
kazakları, etekleri alt üst etmekle
uğraş dur …’; ‘ biriyle konuşuyorsun
sandım, kime ?? ne ?? söyleniyordun’
öyle dalmışım ki sesini duyunca
birden irkiliyor, bağırıyorum ‘ayyyyy hay Allah korktum, az daha demlik kayacaktı elimden. Nuray’a
söyleniyordum, herkeste bir para düşkünlüğüne eşlik eden para kazandığı işi de yapmama,
kaytarma isteği. Bünyelere zerk edilmiş atalardan miras bir tembellik ki akıl alır gibi değil. Mutfağın haline bak’;
‘kızın mutfağı düşünecek hali mi var? koca derdinde, o saçlarla kocayı da zor
bulur.Onlar nasıl saçlardır öyle. Uyarsana, kabartıyor, kabartıyor, yetmemiş
kötü kirli bir sarıya da boyamış,
yakıştığını sanıyor herhal’;
‘Harika Avcı’nın saçlarına benzetmeye çalışıyor, genç kız özeniyor işte.Öyle konuşma, herkesin
yaptığı ama bizim eleştirdiğimizi yapma
! tedavisi olmayan tek hastalığa, hepimizde var olan demeyeyim de var
oldurulan önyargıya teslim olma bayım!
“birçok insan düşündüğünü sanır, aslında yaptıkları sadece önyargılarını
yeniden düzenlemektir.” demiş William
James’i de haklı çıkarma, tut şu bardağı’
; ‘kim, kim dedin???’ ;’ William James ‘ ; ‘ilk defa duyuyorum
adını.Askerlik yüzünden çok cahil kalmışım çokkk’ ;’ sen Amerikalı filozof William amcayla da çok iyi anlaşırdın “insanın bu dünyadaki durumu kütüphanede ki
kedinin durumu gibidir, görür, duyar ama bir şey anlamaz “ kısa ama net
konuşmuş değil mi’; ‘ vay be klas adammış, Nuray’ın saçından konu nasıl neydi adı; ha William James’ e geldi
anlayamadım ya neyse’;’ neyi anlamadın Haldun, sende diğer insanlar gibi herhangi bir kişiyi ilk gördüğünde o insana
dair zihninde oluşturduğun yargının, düşüncenin doğru olmasını istemekle kalmıyor, onu o
insanın davranışında, düşüncesinde görmek, yaşamak da istiyorsun.Bir
keresinde dolmuşa bindim, iki kişilik
koltuğun kenarına ilişmiş yanı boş bir
gence ‘koltuğa geçebilir miyim
‘dedim.Ses, seda yok yalnızca bacağını topladı geçmem için ‘suratsız , insan taş olsa da bi gülümser’
diye geçirirken içimden, baktım uzatılan paraları da şoföre iletmek için
almıyor.İnsanlar da bir homurtu şoför ‘
beyler, hanımlar sağırdır o işitmez ‘
dedi. Nasıl utandım.Demem o ki önyargı, insanın kalbine giden tüm yolları
tıkayan ağır bir kaya parçası.
Nuray’da senin düşündüğün gibi
çıksın istiyorsun ama değil işte’ ; ‘pes
ettim, tamam Nuray koca peşinde değil ayrıca
biliyorum ki insanın zihindeki
kategoriler, kalıplar, şemalar ailesi,
yaşadığı çevre ile uyumludur;
önyargılarımızda onlardan
bağımsız ortaya çıkmaz. Bizi de yakıp yıkmadı mı bu önyargılar giyimine bakıp “cık, bu parlak ayakkabıyı giyiyorsa…böyle
giyiniyorsa bundan bir cacık olmaz” ,
“saçını boyayan…renkli, dar pantolon giyen bir erkekten adam olmaz” demedik mi ?’ ;’parantez aç, metroseksüel
erkek, sapyoseksüel kadın tabiriyle tanışmadığımızdan olsa gerek’ ; ’Öyle değil
ama öyle olsun.Sen bilmiş hanımefendi
herkesten daha ileri gidip de “ adı
Şükran olan herkes kompleksli ve
de kötü” demedin mi bana’ gülüyorum ‘unutmuştum; sen
unutmamışsın’; ‘çay ne güzel koktu’ ,
‘patron seviyor diye bergamot koyuyor Nuray. Haldun! orda dur’; ‘ne oluyor,
nerede durayım?’ odanın yarısını
kaplayan kocaman kahverengi masama koyuyorum
bardağı ‘Şükran deneyimler sonucu
elde ettiğim bir sonuç tam ona yakın ismi
Şükran olan kadın tanıdım, keşke biride beni yanıltsaydı. Hem benim bu
önyargım başkalarının hayatına, malına
kast eden önyargıların yanında…anneannem
“varma yezidin yanına kokusu
siner canına.. ne yaparsan yap
Muaviye’nin tohumundan dost olmaz
sana” derdi. Senin annen de “ Kızılbaş
oğlum onlar mum söndürür, bacı, kardeş bilmezler…gavurlardır…ne buluyorsun
onlarda. Gidip gelme onlara, günahkar olacaksın” demedi mi, hemde defalarca ve
bize de duyurarak. Daha ileri gidip Kurban Bayramında size getirdiğim kurbanı
çöpe atmadı mı sırf Alevilerin malı mundardır diye . Ermeni tehciri, altı
yedi Eylüller, insanları gözünü kırpmadan
öldürten Maraş, Çorum, Sivas onlarca katliamın baş mimarı önyargıların ayaklandırılması değil miydi? Ha kendi adımıza biz önyargıları ezip geçtiğimiz
iddia ediyoruz ama bak kaçtır söylüyorsun Nuray
koca derdinde diye.iki yıldır birlikte çalışıyoruz öyle bir tutumunu,
tavırını da görmedim’ Masanın önündeki
karşılıklı iki koltuğun
ortasındaki sehpaya koyarken bardağını ‘saftiriğin teki sen anlamazsın, aklın da
ermez aşk meşk mesellerine. Bütün kadınları
kendin gibi sanman da en büyük önyargın. Bırakalım bu Nuray mevzusunu,
sıkıldım…offff masan ne kadar da
büyük, daha geniş bir yere
taşınsanız, pinti patronun kıysa paraya;
iki koltuğa ne gerek, tek koltuk yeterdi bu odaya, ayaklarımı
sığdıramıyorum, sehpanın altına uzanıyor’;
‘ masa da boş yer var mı? her yeri dolu, bu masa muhasebeci masası
oğlum! Hem büro mobilyaları ortalama
Türk’e göre tasarlanıyor,
standartlarımıza uymayan Hitler’in üstün ari ırkına mensup senin gibilere göre
değil. Dur şöyle alıcı bir gözle bakayım sana, cidden de Avrupalılara benziyorsun.Bir kere boyun
ortalama bir Türk’e fark atacak kadar
uzun.Nazi Almanya’sında yaşasaydın
çok iyi SS subayı çıkardı senden’;
‘faşist Evren’nin 1982 Anayasasına %98’le evet diyen halkımız gibi Almanya’da 1940’ lar da çoğunluğun Hitler’in ardından gittiğini, pek
çoğunun da SS subayı olduğunu düşünürsek
‘olabilirdim de’yle çayını
yudumluyorsun.Konuşmaktan hoşlanmadığın bir konunun rotasını değiştirmek için
herkesin yaptığını yapıp; kişiyi konuşulandan
ayıracak alakasızlıkta
soruyu soruyorsun ‘ne diyorsun bu
olanlara’; ‘hangisine, o kadar çok şey oluyor ki’ gülümsüyorsun ‘neyse unut dediğimi.Çayın yanında ikram
edecek sigaranda mı yok?’
Tanıyanların ‘ha o mu? otlanmak gibi
kötü huyundan dolayı yanında sigara
paketi taşımaz ’ dediklerini hatırlıyorum.Belki de hakkında öyle söylendiğini bildiğinden aceleyle ekliyorsun ‘sigara paketimi evde unutmuşum, Ahmet gibi
konuştum değil mi o da hep unutur ya ‘
Yapma! yapma…yalan söyleme diye itiraz
et, haydi! Niye ya niye ??? aklınızda, kalbinizde başkalarından farklı bir yere
koyduğunuz gözünüzde yükselttiğiniz, yargılarına güvendiğiniz, sevdiğiniz birinde illaki bir gün, birlikte ‘memlekette nasılı oluyor da herkes hiç yere iki ayağının üstünde yalan söyleyebiliyor,
hemde yalan söylediklerini herkesin de bilmesine rağmen’le yerin dibine batırdığınızdan ondan
hiç beklemediğiniz, görmek
istemediğiniz ‘diğerlerinden farkın yokmuş … neden, neden sen onlar
gibisin’ dedirtecek davranışa, düşünceye rastlama bahtsızlığı. Bakmayın
siz Marx’tan, Lenin’den, Freud’dan,
Hegel’den, Keynes’ten, klasiklerden,
Nazım Hikmet, Oğuz Atay, Server
Tanin’li, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Harun Karadeniz’den onlarca felsefeci,
yazardan alıntılarla süsledikleri, teorik
cümleler kurarak anlamlı, anlamlı konuşan ‘cahillik diz boyu, bir tek klasik romanın kapağını açmamıştır.
Victor Hugo’nun adını bilemez… kendini boşuna tüketme; bir şey anlamaz
o’yla kendilerini mental geriliğine inandıkları toplumun çoğunluğundan farklı,
üstün, kültürlü, bilinç yüklü gösterenlere. Yalan söyleme, insanların
yüzüne değil arkasından konuşma, bir
yemeğin ortasında geğirme, eliyle dişlerini temizleme, çaktırmadan burnunu
karıştırma, hüpürdeterek çorba içme, ‘
ben ödeyeyim… birlikte ödeyelim’ li
itirazdansa karşısındakini kelek
yerine koyup hesap ödetme, bir Cafe’de, bistro da, lokanta da garsonu çağırma, sipariş verme biçiminden,
evde sofrayı hazırlayana yardım edip etmemekten, ayda bir evde temizliğe
gelen kadına ‘o kadar para alıyor tabii
yapacak’la posasını çıkaracak iş buyurmaya, etrafındakilere, yaşlılara, çocuğuna ‘bıktırdın beni’yle saygısızlık etmeye
kadar onlarca davranış, düşünceyle
oluşan yaşamın pratiği var ya yaşamın pratiği; bir insanın emeğe değer verip
vermediğinin, iyi, kötü, dürüst, mütevazi, çıkarcı, özgürlükçü, eşitlikçi,
kültürlü, adaletli olup olmadığının tek
göstergesidir; gerisi fasa fisodur. İşte çiğ bir davranış, bir düşünce, bir
bakış’lı o yaşam pratiğidir değer verdiğiniz kimseye yakıştırdığınız beyefendiliği, hanımefendiliği de bir
anda tuzla buz edecek. Sizi hayal
kırıklığına uğratan çiğliğin sahibi kişi de toplumun çoğunluğu gibi verdiği imajına, mükemmel görüntüsüne toz kondurmamak için bahane
bulmakla kalmayacak ‘Ahmet gibi ya da Ahmet var ya o da hiç …’le
başkasını da çiğliğine, kusuruna, suçuna
ortak etmeyi unutmayarak insanı aptal yerine koyma tavrını tavizsiz
sürdürecektir. Karşılaşılan bu aşikar
aldatma, riya, çiğlik ve ahlaksızlık
barındıran olumsuzlukları onaylamamasına
rağmen ‘beni aldatmaya, yalan söylemeye, ahlaksızlığa niye gerek duyuyorsun’ demeyip
yalanı, aldatmayı, çiğliği,
çirkefliği, ahlaksızlığı adeta
bir gelenek haline getiren kabullenme; insanların o tavırda…
o kusurda…o çiğlikte…o yalanda… o aldatmada, ahlaksızlıkta saplanıp kalmalarının nedeni, körlüklerine de bilerek,
isteyerek yardımcılıktan başka
bir fayda sağlamayacaktır. Haldun, seni
hoş gördürecek ‘sigaramı bilerek
evde bırakıyorum çünkü param yok demek varken niye yalan söyledin’ desem…
zinhar olmaz !!! ‘şuna bak altı üstü bir
sigara, ne var o kadar maaş alıyor, bir sigara kaç para ki konuşuyor diye düşünmez mi? İyi de böyle davranarak ‘
işsiz yahu boş ver’ le içine acımayı da
katacak gerekçeler üreterek yalanı,
aldatmayı basitleştirip, aklayarak
herkesi canından bezdiren;
riyakar, yalancı, kendini kusursuz sayan
toplumun, bireylerin varlığına
önayaklık, hizmet etmiyor musun, muyuz?
Hafızamı zorluyorum onca eylemde,
birlikte zaman geçirdiğimiz mahallede, evde, dernekte, yurt, üniversite
ortamında, çalışma hayatına atıldığım
günlerdeki gibi “sigara otlananlar”a dikkat ettiğimi hatırlatan bir ânı yakalayamıyorum.Hepiniz
otlandığından olmasın?Yok…yok… o
günlerde gözlerdeki perde; Devrim; canınıza susamış faşistlere karşı
ölüm, kalımlı mücadelede kenetlenip komün hayatı yaşadığınız erdemli
yoldaşlarınızı gözlemleyerek kişiliklerini
tanımaya, kusurlarını öğrenmeye
zaman, fırsat bırakmadı ki, varsa da görünen bir olumsuzluk görmezden geldiğinden defalarca ‘nasıl olur herkes onun bu özelliğini; ayran gönüllüğünü…öğlenleri yarım saat
uyuduğunu… o saatte kahveye gittiğini… sigara otlandığını…sıkışınca suçu
başkasının üzerine attığını…yalan söylediğini…kaytardığını…insanı yarı yolda
bıraktığını…kaçtığını…sadece kendini düşünen benciliğini biliyor da… ayyy inanmıyorum ! sen yoksa
bilmiyor muydu’nla karşılaşmış sen, zaten herkesi kendin gibi sanıp körü körüne
inandığından tanımak,, tahlil, gözlem yapmak aklına hiç
gelmediğinden doğrusu öylesi bir
yetenekten, dikkatten de her zaman yoksun olduğundan ‘senden
hiç beklemezdim … meğer hakkında
nasıl da yanılmışım…senin bunu yapman…onun öyle çıkması beni mahvetti’ dedirten başını belaya soktukları, gözyaşlarına
boğdurdukları gün tanıyacaktın etrafındaki insanları.Hani kişiyi lanetli kısır döngüye iten, inanamadığınız
özelliklerini, karakterini kesinleştiren
sözler, davranışlar vardır
ve o sözler öylesine de basittir ki “unutmuşum…kalmış..
.gidiyorum… ne yapayım…sen uğraş… bana ne senden” gibi öldürür hem seni, hem karşındakini de farkında dahi olmaz onu kullanan. işte
Haldun’un ‘sigara paketimi evde
unutmuşum’ da öyle basit
sözlerdendi.Haldun’nu dargınlığa itecek, belki kalkıp gitmesine neden olacak
‘söylediğin yalan..’la başlayacak
konuşmayı yapmanı öğütleyen iç
sesini susturup çekmeceyi
açıyorsun ‘ bak ne var burada! tam
senlik, özel bir sigara.İstediğin gibi
de sert; Gitanes’ paketini
kaparcasına alıyor, kokluyor ‘ kaliteli
sigara zaten serttir.Seviyorum Jitan’nın bu kokusunu; abim getirir arada
sırada’; ‘şu THK’da pilot olan uçuşa
çıktığı gün dünyanın annene dar geldiği,
seni de paraşüt kursuna yazdıran
abin mi?’;’ anneme bakma sen!
annemi günde sekiz saat işe
girmiş say’; ‘aaa Ayşe hanım teyzem işe mi başladı, bu yaşta?’; ‘ yakında
emekliliğini isteyecek’; ‘şaka…’ ; ‘ ne
şakası, günde beş vakit namaz;abdest alma,
seccadeyi koyduğu yerden çıkarma, namaza durma, dua etme, seccadeyi
toplama, yerine koyma, Kuran okuma…üşenmedim
hesapladım bir insanın günde hele de namaz için camiye gidiyorsa tam
sekiz saatini alıyor ibadet ritüeli.Bunu
yıllarca yaptığını düşünsene.Ölene kadar
kaç bin ayet okuyor, namaz kılıyor kaç bin saatini ibadetle geçiriyordur bir
insan. Eğer konuşsaydı Tanrı ‘kul dedikse de bu kadar da demedik yaptığın kulluk sıktı, bir rahat bırak beni’ derdi anneme, ibadet etme
mesaisinden fırsat bulursa şayet
yemek, temizlik yapacak.Bir de bilsem onca dua, namaz ne işe yaradı;
gencecik oğlunu toprağa vermekten başka…demek ki kulu gibi Allaha da
yaranılmıyor. Ben anlamıyorum insanlar putlara tapıyor diye sen bir tane de
değil, dört tane Peygamber gönder,
Kutsal Kitap indir. Sonra putu yıkan
peygamberlerin kendilerini
putlaştırmalarına göz yumarak insanların sorgulamasına da izin
vermeyerek puta tapar gibi Kutsal kitaba taptır; yeni putunu
yarat.Tek fark bu defa yarattığın
put; heykel, dağ, taş, hayvan değil de Kutsal Kitaplar. Hayır istediği
kadar ibadet etsin ama bütün gün “oğlum
içme, yeme, yapma günah” diye başımın
etini yemesi yok mu? Bıktırdı…İş bulamasam pilot olacağım, hem pilotlar
çok da iyi para alıyorlar’; ‘demek ki NASA olsaydı Türkiye’de astronot
olacaktın’; ‘küçücük kaldığından insanlara, dünyaya gökyüzünden bakmayı çok
seviyorum neyse ya şansız günümü şenlendirdi
bu Jitan, paketi bile albenili sence de
en şık paketli sigara Jitan değil mi? özel
tasarım dumanlar arasında elinde
tefiyle dans eden Çingene silueti,
arkasında da Caporal yazıyor’; ‘inan dikkat etmedim, söylemesen
bilmeyecektim Caporal yazdığını’ ; ‘inanırım dikkatsizsindir sen, nerden
aldın’; ‘patron dün Fransa’dan geldi,
parfüm sevmediğimi bildiğinden sigara getirmiş’; ‘bu sigara bir çeşit hava atma aracı haline
gelmiş olsa da sigaralar üstü klasmanda;lezzeti, tadı kıyas
kabul etmez diğerleriyle, kara tütünden yapılıyor’; ‘o kadarını araştıracak
vaktim yok ayrıca bilmesem de olur,
sigara da uzman sensin… bilmediğin yok, ya yaşamadığın ???’; ‘hatırlasana darbeden önce ‘okulda ki
müfredat ne kadar da soyut , öğrettikleri yaşamdan bir haber bunlarla ilgili de bir eylem, forum falan yapsak…’ ya
da ‘ Uğur’un kardeşinin nişanı varmış ne yapalım ‘ gibi basit bir sorunu dahi iletseydik Ahmet’e ‘sen
merek etme devrim yapacağız, o sorun da o zaman halledilir’ derdi ya işte Ahmet
gibi cevaplayayım bende hele bir devrim yapalım o zaman yaşamadığımı da
yaşarım da yaşamadığım ??? senden farklı mı ? ne yaşadık
ki; artık kaçırmıyorum hiçbir şeyi, kaçırdıklarımıza inat’; ’ vayy..felesofum
benim, valla merak ettim mesela benim
bilmediğim neyi kaçırmıyorsun? Kaçırmıyorsun da benim yaşadığımdan farklı ne
yapıyorsun?’. Susuyorsun ve ben aklından
o an ‘Fevzi’yi, ağabeyini, devrimci umudunu yitiren ben senin yapmadığını
öldürmeyen acının öğrettiğini yapıyorum; istisna kabul etmeden çevremde benimle ilgili düşüncelerine, abuk subuk yorumlarına,
anlamsız konuşmalarına katlanmak istemediğim gereksiz insanları, tavırları,
inanmadığım her şeyi bir bir çıkartıyorum hayatımdan. Hak ettiğim gibi…hak
edenlerle yaşamak… sanırım bu, her şeyin özeti; hak edilmiş kazançlar...yine
hak etmediğim.. ettiğim yenilgiler... evet, bana çok şey öğreten
yenilgilerim…insan zamanında, geç kalma
telaşı olmadan uzun da olsa bildiği yoldan ilerlemeliyken şu hayatta önüme
kargaşa, acıdan başka bir şey getirmeyen
uzun bir yol seriliyken sadece
zaman kaybına yol açtığını öğreten “ kestirmedir buradan giderim...gidelim”
diye girdiğim, girilen ama hiçbir yere
çıkmayan yollara saptıgım(ız)dan belki de
gelgitlerle, yenilgilerle
doldu hayatım. Kimse hayatın
kendisi üzerinde kurduğu baskıyı görmek istemez, bu yüzdendir ki ya yozlaşmayı
seçer ya da görmemezlikten gelerek
ilgisiz bir varlık olmayı.Şu an benim yaptığım da tam tamına O. Devrimci
mücadele içinde bir tek gün şu düşündüklerini düşünmedin, çünkü ölesiye aşıktın
Devrime. Sen idealist kaygılarla kayışı koparırken, geceni gündüzüne katarken
sevdiğin kadını başkasının kapması gibi
kendini yolunda öldürecek büyüklükte sevgin onun gözünde bir hiç
olduğundan kaybedecektin.... evet
kaybettin, hem de her şeyini.Devrimi yapamadın; senin olduğuna inandığın işi
başkası aldı... hayallerindeki evde başkaları yaşıyor...sen işsizken hala anne,
babadan harçlık alırken senden bilgisiz adamlar senden yüksek ücretlere
çalışıyor. Tüm bunlar gerçek...evet gerçek...hayatını boktan kılan her şey gerçek. Ne yapacaksın?
Altı, onaltı yaşındaki bir çocuk, bir gençken yaptığın gibi
hayallerde mi yaşayacaksın? Aynalar karşısında kendini görüyorsun ama gerçek
hayattaki sen o değilsin işte. Gerçek daha henüz seni kirletmemişken, henüz
aşık olup sahiplenmek istediğin varlığın o saf insandan, imgeden çok kadın
bilincine sahip olduğunu anlayamamışken, her şeye naif bir ruhla bakma
cesaretini gösterdiğin an kaybetmişken ve artık yalnızsan ve yalnızlığında iyi niyetle gönderdiğin selamlar sadece senin
olmayan mevkiine, başarılarına, sosyal hayatta ne kadar insan tanıdığına göre
sana geri dönmüşse, beş para etmez insanlara insanlık gösterirken "ne işim
olur lan bununla?" diyenler canını sıkmışsa, saygı görmek istediğinde
hayata işerken gösterdiği itinayı gösteren insanların saygısızlık, iki laf
arasında aşağılamalarına maruz kalmışsan, güzel günlerine seni dahil etmeyen
bir zamanlar Yoldaş dediklerinin
düştüğünde akıl vermeye çalıştıklarını görerek onların kişiliksizliklerinden
onlar adına utandıysan... tüm bunları
kabullendiysen... evet, artık her
şeyi olağan karşılıyorsun ama olağan karşılamadığın cehennemde yaşadığımızı
kimselerin görmemesi. Şimdi bu odada,
Gitanes sigarasını yakmak için çakmağını bana uzatmasını beklediğim sende dahil
hepimiz cehennemdeyiz. Güzel kızları mezar suratlı adamlar s..kiyor, tüm
güzel mevkiler iki üç tanıdığı olanlara paslanıyor, tüm güzel evler esnaf
kafalı zevksiz insanlar tarafından sahipleniliyor... ormanları tutan anaç
toprak, yaşam veren fedakar ormanlar değerini anlamaktan aciz hırslarına yenik
düşmüş kötü insanların parasal kaygıları için asfaltla kaplanıyor, beton
binalar yükseliyor toprak tesettüre bürünüyor, insan insandan saklanıyor,
kalplerin arasına duvarlar örülüyor, işte yaşadığımız cehennem bu. Bu yaşanan
cehennemi cennette çevirmek için
yaptığın mücadeleyi kaybettim …altından kalkamayacağım ağırlıkta
bir yenilgi tattım. Şimdi ne yapacaksın? Ne yapacaksın?Ne yapayım, herkesin her darbe sonrası Menderesler, Denizler, Erdallar idam edildikten, onlarca insan
öldürüldükten sonra darbeleri
yapanlardan hesap sormadan kaldıkları yerden hayatlarına devam edenlerin
yaptığını mı yapayım? Onlar gibi
bulabildiği en güzel kadınla evlenmekten, en iyi maaşı almaktan ibaret,
sonucunda evladına tuvalette bulmaca çözen ilgisiz arzu fakiri bir baba imgesi
mi bırakayım?Ki bir gün gelecek öyle yaptığını göreceksin çünkü bu ülkede başka
şansın yok senin. Herkes hayatı sever mi…sevmek zorunda mı? bilmem, ben sevmem
mesela ama bence hayatla nasıl
seviştiğin, nasıl gelgitler yaşadığın,
onun uğruna ne verdiğin, ne aldığın önemlidir. Sen dün Devrim bugün
gelişmiş bir Demokrasi; dün SSCB’deki sosyalist, bugün Almanya, Fransa’daki
liberal kapitalist sistem için kavga veriyorsun hem de dünde devrim
için engel gördüğümüz, düzenin yardakçısı saydığımız sosyal demokrat bir
partide, başkanı da geçmişin despot, kurnaz, desteklediği darbe ile
ülkenin başbakanını ipe göndermekten çekinmemiş, her şeyin
siyasetin bile babadan oğla, kıza
devredildiği kast sisteminin muhafızı Milli şefi İnönü’nün profesör oğlu Erdal
İnönü’nün peşinde darbe sonrası seni yalnız bırakmış insanlarla birlikte.Ben
yapamam aynı tekrarı, aynı yenilgileri,
aynı kırıklıkları yaşamak aptallıktan başka bir şey değildir.Yarın eminim sen
kendin diyeceksin ‘hiçbir fark yokmuş...aynı zihniyet, aynı tavır, çıkarcılık,
aynı rezillik her şey aynı’ karanlığı aydınlatacağız diyorduk ya önce
karanlığın en yakınımızdaki insanların
içinde de var olduğunu anlamak,
hazmetmek zorundayız’ geçtiğini
bilseydim Haldun, sana ‘Tamam tokat yedin…yedik çünkü hamdık, acemiydik hayatta.Şimdi
dünyanın kaç bucak olduğunu gördün, gördük. Cehennemin ortasında insanlar birbirlerinin üzerinde tepinirken de cenneti
inşa edebiliriz; kalbi alınmış ölü suratlı insanlara içlerindeki karanlığı gösterebiliriz herkes birbirine el verse; tesettüre bürünmüş
toprağı özgürleştirmek için asfaltları parçalayacağız, yeni ormanların
tohumlarını ekeceğiz, o ormanlarda ateş yakacağız karanlığı aydınlatacak.
Karanlık siyasi, süslü laflardan çok
daha büyük bir politika alanı günlük yaşamı gerçek yapan, masallardan
uzaklaştıran her şeydir. Yalnız şehrin varoşlarına değil her yere giden
otobüslerdeki, dolmuşlardaki, metrolardaki
insanların benim, senin, hepimizin
suratlarındaki mutsuzluk, yılgınlık, sevginin değerini bilmeyen küçük
hesap erkekliğimiz, kadınlığımız; ülkeyi asırlardır yönetmiş otoriter, baskıcı
liderlerle aynı zihniyet ve tavırdaki
ilgisiz babaların elinde tarumar olmuş
yitik anaların eseridir. Onlarda kendilerini yapamayacaklarına, başaramayacaklarına inandıran ebeveynleri yüzünden özgüvensiz, zayıf bırakıldıklarından "bu hayat böyle ya, koyver gitsin"
le daha iyisi isteme adına bir arzu duymaktan korkutuldular. Meydanı
arkadaşlıktan tek anladığı Cafe’de, içki
masalarında kolpalamak olan boş, beleş
insanlara, üniversite yıllarında en sosyal, en çapkın, en bilmem ne olacağım
diye arkadaşlarının erkekliğinden, kadınlığından çekinen soytarılara; toprağı
sevmekten tek anladığı asfaltla kaplayarak sahiplenmek olan mal sahiplerine
bırakmak kötü hissettirmediğinden ileri
adım atmıyorsun sende. Haklısın çünkü geçmişte yaşadıklarımız da umudun,
idealin, hayallerin peşinde
koşarken hayatı ıskaladık biz, sevdiklerimizi, değerlerimizi bir kenara
ittik.Ömrümüzün çeyrek asrını soğuk bir duvar köşesinde noktaladığımızda gerçek yalnızlık ve bu yalnızlıkta kayıp giden hüznün yakıştığı "ben geçici olarak
buradayım...her an gidebilirim..." dediğimiz, yaşamsal tercihlerimizin
kimi zaman ne büyük bedeller ödeteceğini yüreğimize hançerini
saplayarak öğretmiş bir hayat
vardı elimizde. Evet Haldun yenildik..…yenilgiler…yorgunsun o soytarılarla başa
çıkmanın zorluklarının farkında olmayı dahi istemeyecek kadar
yılgınsın.Evet bende biliyorum artık tüm
bunların anlamsız geldiğini ama bizi tokatlatmış hayata okkalı bir tokat atmak... cevap vermek için değil "ben buyum...hep
böyleyim…vazgeçmedim " diyebilmek için
kavgaya devam etmeliyiz’ diyecektim
ama aklından geçenleri bilmeden devam ettim konuşmama ‘Gördüğüm
kadarıyla akşama kadar evdesin, paraşüt
kursun haftada üç gün, iş arıyorsun, bu aralar çıktığın biri de yok??? Yoksa…
var mı???’; ‘ var desem … sorarsın şimdi kim, tanıyor muyum, ne iş yapıyor,
öğrenci mi ? sorularına cevap verecek havada değilim.‘ Elimde paket akşama
kadar duracak mıyım böyle, kıyamıyor musun sigarana ‘; ‘ anlamadım’; ‘çakmak
diyorum çakmak’; masada duran mavi çakmağı elimle iteliyorum; sende kendininmiş gibi açtığın paketi uzatıyor,
sigaramı yakıyorsun ‘az içmek lazım bunu, ilk içtiğimde az kalsın
boğuluyordum. Dumanı da kalın ya bunun öyle bir öksürdüm ki patron odasından
çıkıp geldi.Nasıl da kısa ve kalın bir
sigara tek kusuru çabuk bitmesi, külü
de hiç düşmüyor.’ Gözlerini kısıp, tavana doğru üflüyorsun sigaranın
dumanını, sana bakıyorum; gençliğin, çocukluğun
masumiyetini silen oturmuş yüz
hatlarında devrimi yapacağımız on beş
yıl önceki gençten izler
arıyorum. Şu an ‘bak sonunda sende,
bende beğenmediğin kıvama geldin,
duruldun, ayak uydurdun zamana, düzene’
demenin üstü kapalı yolu ‘bakıyorum da artık karşımda olgun, aklı
başında biri var’ övgüsüne mazhar muğlak
kavram olgunlaşma mı yüzünde,
bakışlarında gördüğüm.Nedir bu
olgunlaşma tecrübe kazanmak mı ,durulmak mı, eski cesaretini yitirip eski gözü
karalığında olmamak mı ya da beş sene önceki gibi düşünmemek mi, otuzuna girdin artık bundan sonra; içindeki çocuk mevzuundan
ibaret kaybetmek hesabı mı…hiç biri yoksa, hepsi mi? Bir zamanlar rahatça
yapabildiğin,söylemekte beis görmediğin şeylerin artık manasız, heyecansız
geldiği herkesin dilindeki soyut , herkese göre de değişen artık neyse bunlar öyle dedirten hayatın
gerçeklerinin acımadan yüzüne vurduğu
fiskelerin, aklını başına getirmesi, insanı belli bir yaştan sonra sınırlaması,
daha bir düşünerek davranmasını gerektirmesi, kendini, etrafındakileri olduğu gibi kabul edişin ‘nasıl da olgunlaştı’
diye sevinilmesi aslında en ne kadar da
acınacak bir durum; tam bir
saçmalık ve de salaklık zira tüm bunların olgun olmakla alakası ne?
Hayat anam, babam bir süreç, insan da evrilen bir yaratık; duygularının,
düşüncelerin de zamanla evrimi kadar doğal bir şey yok.İnsan önce durur, izler,
algılar hayatı sonra da tavrını koyar...olaylara karşı durusunu sergiler,
çabalar; yani on beş yasında da kırk yaşında da maalesef aynı şey mücadele,
koşturma söz konusu.Yaşlandıkça insanın fiziksel, tinsel olarak
yapabilitesi...kaldırabilitesi gençken ki gibi olmayacağından insanın karakteri, kişisel özellikleri değişmeden
zamanla edinilmiş tecrübeler
ışığında söylediklerini kale almama, bazen de onları ciddiye alıp ruhunuzda can
sıkıntısı yaratmalarına izin vermemek için
insanlar uzak durma...içe kapanma… iş için, para için, kalmak için,
gelmek için, otobüse binmek için, sevmek için, sevilmek için, demokrasi için,
özgürlük için her şey için mücadele etme zorunda olmaktan bıkkınlık…
olgunlaşma denen safsatan çok daha fazlasını bitişini…tükenişini
görüyorum yüzünde, çocukluğun masumiyetini ararken.
Sense bunları düşündüğümü
bilmeyerek diğerlerine göre her zaman,
bana göreyse sonradan edindiğin,
sürdürmekten de hoşlandığın serseri bir boş vermişlik içinde ‘bu sigaranın iki ucundan çıkan dumanlar ayrı renkte
‘; ‘yok artık’; ‘dikkat et, bak! Sigaranın bir ucundan gri,
diğerinden mavi duman çıkıyor. Gece bu
iki dumanı masamdaki lambamın ışığında karıştıracak, dans
ettireceğim.Bu sigara var ya bu sigara
öyle yabana atılacak bir sigara değil ha. Bir bilsen Samuel Beckett,
John Lennon, Jean Luc Godard’da ne mısralar…ne cümleler…ne hayaller kurdurmuş .İçinde esrar var diyorlar.Gülme, bence de
var hele de Samuel Beckett’ın “hep denedin hep yenildin olsun, gene dene,
gene yenil, daha iyi yenil”ini
okuyunca iyice inandım ben içinde
esrar olduğuna. Yenilenlerin ağzından düşmeyen yenilgiden illa bir erdem, bir
mana çıkarmaya çalışmanın, her yenilgi sonrası
“aaa bak Beckett bunu demişti” diye kendini avutarak, gazlamanın bir
getirisi de yokken, deneyecek gücümün kalmadığı hayatımın özeti bu cümlenle
kendini kandırmışın be dostum çünkü daha
iyi yenilmek diye bir şey yoktur; yenilgi, yenilgidir. “Hep denedin hep yenildin
olsun…” diyorsun ya bunu kabullenmek de bir nevi yenilgi. Bunu Türkiye de ben
deseydim, yazsaydım ya da bizim
yazarlardan biri yazsaydı millet ‘lan bu ne biçim laf, ruh hastası bir beynin sayıklaması yenil…yenil nedir arkadaş? yenildikçe ne oluyor,
çöküntüden başka ne işe yarıyor… ne kazancı var yenilmenin.Biz hep
yenildik… yine yenildik… yine yenildik
işte ne oldu ? ne değişti? yeniden
başlayabildik mi?’ demez miydi?
Derdi…derdi…’; ‘Milleti bilmem de ben derdim, çok yenildik çünkü Dersim isyanından
öncede sonrada on iki Eylülde de hep yenildik.Söylediklerin de yabana atılır
olmasa da’ derken kapı zili çalıyor ‘ kalkma’ diyorsun ‘ ben bakarım’
Nuray’ın sesi ‘aaaa bilseydim burada olduğunu erken dönerdim’ ;
‘alışverişe, farlara, rujlara yüz vermezdim o kadar değerlisin benim için mi
diyorsun’ birlikte odaya giriyorsunuz,
Nuray elindeki siyah poşetleri sehpanın
üzerine bırakıyor ‘dışarısı soğuk
nasıl soğuk’; ‘çay al kendine’ ; ‘az
soluklanayım’ diyor gözleri sende ‘hoş çocuk, ne mezunu, annesi
babası ne iş yapar’lı onlarca soruya muhataplığımın nedeni ‘sana yanıklığı mı
yoksa? ‘Böyle kabanla oturup durma, terleyeceksin, mutfağa da bir el at istersen birazdan gelir patron’
ikazımı başıyla onaylayıp odadan
çıkacakken ‘poşetlerini unutma…hem ne
aldın sen’ bozulduğunun gösterircesine ‘birkaç ıvır zıvır’ diyor. Madem
bozulacaksın ne diye başkasının yanında seni uyarmak zorunda bırakıyorsun
beni, medeni bir insanın yapacağını
yaptın ’merhaba’ dedin sonra oturmak da
neyin nesi.Geç işinin başına; bıraksam
mesai bitene kadar yanında oturacak Haldun’un .Birde kızıyorsun Haldun’a ‘
Nuray öyle bir kız değil’ diye… offff sonra böyle başkasının yanında ikaz
ettiğim, hakkında böyle kötü düşündüğüm için pişman oluyor, çok da üzülüyorum . ‘Nuray’ı işe sen almıştın değil mi’; ‘iş
için ilan vermiştik Hürriyet’te.Patron
ben karışmayacağım çünkü bütün gün birlikte çalışacak olan sizsiniz, onun için
gelenler arasında seçimi sen yap demişti. Başvuranlar arasında en uygun adaydı
Nuray.Lise mezunuydu.Çalışmak zorundayım ; çay, yemek, temizlik , telefona
bakma ne iş olsa yaparım, demişti, çaresizdi’ ; ’ bir çay daha alırım’ diyor Haldun sesleniyorsun ‘Nuray, bakar mısın?’ ıslak elleriyle odaya giriyor
‘çayları tazeler misin’ bardakları alan Nuray’ın arkasından bakarken ‘ Haldun demin dedin ya hep yenildik diye eğer hakkıyla çabaladıysan, kimse şahit değil bir tek
sen şahitsen bile çabana,
kahretme.Belki kaybettin…kaybettik ama
kazanmak kadar değerli bir oyun
çıkardın, iyisin demek ki. Che “kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin”
demiş işte sen vazgeçesin.Dünya işçi
sınıfının, devrimcilerin son otuz
yıldaki sürekli geri çekilişinin nedeni de bu
bence; vazgeçmek... vazgeçen olmak. Kendilerine benzeyelim diye ellerindeki tüm silahlı
güçleri de kullanarak öylesine acımazsıca, orantısızca vurup yendiler ki bizi.. Darbe çizmeleri,
katliamlar, baskı, idam sehpaları, işkence, mahpus damlarıyla ezmeleri dahi içlerini rahatlatmadı açlıkla terbiye ettiler çoğumuzu,
yoldaşlarımızı bize ihanet ettirdiler
yoksa işçi sınıfının,
devrimcilerin tarihi bir kayıplar, ihanetler, öngörüsüzlük tarihi olsa da her kaybedilen muharebeden
sonra yeniden ayağa kalkılmış, acılardan zaferler inşa edilmişti. Bunlar bizi
dünyayı değiştirmekten, bir ideal sahibi
olmaktan, enginleri fethetme ruhundan vazgeçirecek çok daha kötü bir şey
yaptılar masumiyetimizi, vicdanımızı yitirmemize neden kirlenmemizi
sağladılar…kirlendik bizde onlar gibi’
Nuray’ın getirdiği sıcak çay elini yakıyor, sehpadaki yarılanmış Gitanes
paketine kayıyor gözlerin ‘farkındasın
değil mi? öldürüyorsun kendini, bu kadar çok içmesen.Her zamanki gibi laf kalabalığına boğdun, karambole getirirdin beni.Ne oldu
yine bir iş görüşmen vardı ve kötü geçti
değil mi? İşverene kafa tutmakla iş bulamazsın’; ‘tamam matah biri
değilim… bitirdiğim bölüm Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi İtalyan Dili
ve Edebiyatı. İtalya’nın dışında bir işe yaramayan’; ‘alemsin’le gülümsüyorum ‘niye İtalyan dili popüler değildi İngilizce gibi, sen bunu bile bile …’; ‘eee Viva İtalya, La dolce Vita; Türkiye’de
yaşamış herhangi birinin iç dürtülerle
dolu ergen çocuklar, şefkatli anne, emektar sinirli baba, ispiyoncu rahip, seks
objesi kadınlar, şehvetli erkekler, düzen muhafızı öğretmenler, iktidarın sert,
adaletsiz yüzü ve daha nice karakterlerle yakınlık kurmaması için fanusta
büyümüş olması gerektiğine inandığım, enternasyonal marşını kemanla olağanüstü yorumlatan Fellini babanın Kemalist Cumhuriyetin
İtalyancasını anlattığı şaheser filmi
Amarcord, Floransa; Medici ailesi, Rönesans, Roma; aşk çeşmesi,
özellikle de pizza sözcükleri kulağıma pek güzel geliyordu da
ondan seçtim İtalyan dilini. Bilmiyormuşsun gibi. İyi bir puan almadım ki üniversiteye giriş sınavında
anca yetti İtalyan diline… askere gitmemek için de mecburen bir yeri yazacaktım.Ama arkadaş
artık memlekette herkes master, yetmemiş iki
master, doktora yapmış, yetenek,
bilimsellik kusuyor da bir ben eksik
kalmışım havasına dayanamıyorum.İş görüşmelerinde üniversiteye öğretim görevlisi, DPT’ye uzman,
Bankaya müfettiş alacaklar sanırsın altı üstü bir kargo, inşaat, giyim firmasına eleman alacaksınız nedir bunca
eleyip, sık dokuma; sorgu, sual.
İticiyim ya ben, bakanın ilk bakışta
hoşlanmadığı tiplerdenim.O yüzden belki de
beni değerlendirenler; personel, insan kaynakları müdürleri, şefleri, elemanları işe almamak için yokuşa sürüyorlar hep.Bu kaçıncı görüşmem her
yerde aynı muamele ‘biz sizi ararız’lı
uğurlamalar, kendimi tuhaf hissettiren;
bir de kendileri sanki o makamlara
hakkıyla, çalışarak gelmişler
tavırları yok mu?Oysa hepiniz…hepimiz de
biliyoruz bu ülkede herkes torpile, rüşvetle
işe alınıyor.Hanginiz o işlere, o makamlara, o mevkilere hakkıyla geldiniz.Hakkınla yazılıyı kazansan sözlüde şart bir tanıdık,
torpil. Mahallede ki Orhan var ya hani
şu Gümüşhane’li bakkalın oğlu, Maliye memur sınavı açmıştı, sınav öncesi
rastladım bir rahat, bir rahat akşama
yazılı sınavın soruları gelecek dedi. Şimdi Maliye Bakanlığında memur. Anasını
satayım biz yaşanası özgür bir dünya,
devrim yapma peşinde Aytül’ü, Mehmet’i, Fevzi’yi, Bahri Gülpınar’ı, Necmi Göçmen’i; işkencede Hüseyin Karakaş’ı,
Recai Ünal’ı kaybeder; Erdal Eren, Serdar Soyergin asılırken illaki üst düzey olması şart değil
babasının devlette çalışması yetermiş; yaşıtlarımız çoktan işe girmiş ya da özel sektörde
bir iş ayarlamış, kapmışlar her yerleri. İnan ben artık o yıllarda hayatını kaybeden, asılan ülkücülere de
acıyorum onlarda fark edemedikleri bir
oyunun kurbanıydılar; biz solcular gibi’ ; ‘ baksana bizim patrona daha ODTÜ inşaatta
okur mezun bile değilken inşaat firmasını kurmuş.’; ‘ Belki de babası
her darbede yapıla geldiği üzere Oniki Eylül darbesinde bir gecede
Başbakan, Bakan, Belediye Başkanı, daire başkanı, müdür oldurulmuşlardandır. Yoksa o dönemde onlarca
ODTÜ’lü dururken niye Ankara Belediye
Başkanı Atom Karınca Süleyman Önder Paşa senin Patrona taşeronluk işleri versin
sonra da tretuvar ihalesini vererek müteahhitliğe
adım atmasına vesile olsun ki. ‘; ‘Sorsan boktan herifler alnımızın akıyla buralara geldik
derler…demekle kalmaz
söylediklerine inanırlar da çünkü
unutuverirler devletin kutsadığı Sünni, Türk, sistemin yandaşı makbul vatandaşların şanslı veletlerinden olduklarını. Geçen
geldiğimde kapıda karşılaştığım Şerefli
Tük Ordusu Mensubu MSB inşaat emlak dairesi başkanı albay’a sen kendi ellerinle yazdığın hamiline çeki…’
; ‘ Doğru; Güvercinlikteki Jandarma
Komutanlığına bağlı 2.taktik ana üssündeki helikopter pisti hangar ve ikmal
yolları ihalesini bizim firmaya verdirttiği içindi o çek’ ;’ Beni kahreden koca
Albayın çeki alırken yüzünün kızarmaması; öyle olağan işte rüşvet almak,
yolsuzluk yapmak, hakkı olmayana ihale kazandırmak.’ ; ‘İhale piyasası böyle
dönüyor. Oyuna katılmasan, yapmasan iflas eder, biz de işsiz kalırız. Haldun
sakın…’ elimle sus işareti yapıyorum
‘sakın… hem yavaş konuş mitingde değiliz.Sakın bir yerlerde bunu
anlatayım deme.Şimdi patron girse içeri konuştuklarımızı duysa…yanarım. Bu işi
nasıl zar, zor bulduğumu bilmez gibisin’le büyük bir yeise, umutsuzluğa,
çaresizliğe sürüklendiğin geçmiş o günde
buluverirsin kendini; Yirmibeş yaşında , hayatının baharında üniversite bitmiş, BAĞ-KUR’un açtığı sınavın
hem yazılısını, hem sözlüsünü…itiraf et
sende uzaktan akraban daire başkanı Ali Emre beyin sayesinde… kazanmış; en az
bir haftada toparlanacak işe giriş evraklarını; vesikalık fotoğraf, ikametgah
belgesi, nüfus cüzdanı örneği, savcılıktan adli sicil kaydını; hızla iki gün gibi kısa bir sürede hazırlayarak
emekli devlet memuru babanla birlikte personel dairesine teslim etmişsindir.
Savcılıktan temiz sicil kaydı almana
rağmen evdekilerle paylaşamadığın uyku
uyutmayan’ içim içimi yiyor…korkuyorum ya Gülseren gibi ben de güvenlik soruşturmasına takılırsam’
düşüncesi yüzünden ‘biliyordum sınavı
kazanacağı.. çok şükür !! benim gibi bir erkeğin eline bakmayacak, kimseye
muhtaç, gebe olmayacak, kendini masrafını kendin karşılayacaksın…tam
zamanında işe giriyorsun… hayat öyle pahalı ki, babanın emekli maaşı,
kardeşinin eve getirdiği parayla geçinemiyoruz ’la sevinen annenin ‘bana artık
bir kot alırsın…bir de reklamlardaki şokelladan alırız değil mi?’, ‘ ilk
maaşınla bana da bir çanta …’listesi
hazırlayan, hayaller kuran
kardeşlerinin ‘ne demek devlette
çalışmak.Her kula nasip olmaz; her şeyden önce güvence demek…hem benim gibi devlete çalışacaksın ama benim gibi milletin ağız kokusunu
çekmeyeceksin , tahsilin var
yükseleceksin, bir bakmışsın
Daire başkanı olmuşsun’la havalara uçan babanın coşkusuna
katıl(a)mayacaksındır. Bazı günler…bazı anlar vardır onlarca yıl geçse de ölene dek unutulmayan işte bindokuzyüzseksenbeşin yirmibeş Şubatında
yazılmış güneşli bir Mart günü bahçedeyken kapıya gelen postacının elinden
kalbiniz sıkışarak aldığınız zarftan
çıkan ;
İLGİ:27.6.1984 tarihli dilekçeniz.
Hakkınızda yaptırılan emniyet
araştırması sonucu, Kurumumuza atanmanız uygun görülmemiş olup, belgeleriniz
ilişikte iade edilmiştir. Bilginizi rica ederiz. ‘personel ve eğitim daire başkanı, atama ve kadro müdürü kaşesi
üzerine atılı iki imzalı BAĞ-KUR’dan
yollanmış o yazıyı siz de hiç unutmayacaktınız….hiççç. Hep de merak
edecektiniz, yazıyı yazan raportör dahil imzalayan o iki zat-ı muhterem;
yazdığı o yazı, attıkları o imzalarla
hayatına yön verdikleri, kaderini değiştirdikleri o kağıdı alan gencecik bir insanın ne hale
gelebileceğini acaba düşünmüşler miydi?
Uygar, demokratik bir ülkede
yaşasalardı öylesi bir kağıdı imzalamanın ne üstlerine vazife…ne de
hakları olmayacağının acaba farkında mıydılar? Titreyen elinizde
titreyen o T.C devleti antetli kağıdın; sen misin solcu, Alevi, Kürt olan;
açlıktan ölürsen öl hatta açlıktan
ölmelisin, işe alınmayacak, sürüneceksin tebliği olduğunu bildiğinizden; bahçede
üzerine oturmak için karşı
komşunun verdiği kırık kanepeye adeta yığılmış, ağlamıştınız…ağlamıştınız.
Ağladığınızı duyarak bahçeye koşan, başınıza toplanan hane halkının ‘ne oldu ? söylesene ne oldu?
korkutma bizi’ paniğine dudaklarınızdan
bir tek söz dökülmesine engel ağlamaya devam ettiğinizden, elinizdeki kağıdı
çekerek alan, yüksek sesle okuyan kardeşinizin sararan yüzü… ‘seni kabul
etmeyen bu devleti, sen de kabul etme! O devlet ki şuncağız bir kızı kendine
tehdit görmüş, damgalamış o devlet ne bana, ne de sana lazım değil Kızım. Senin gibi yüzlerce insan
var, Gülseren de öyle değil mi? Haydi kalk eve girelim, elini, yüzünü bir yıka.
Bir kendine gel! Bu devran hep böyle gitmez.Bakalım günler ne getirecek,
dünyanın sonu değil.Benim umudum var yüce Allah elbette bir yol açar’ diyen
anneniz, elinizden tutarak sizi kırık kanepeden kaldıracaktı.Ne kadar iğrenç
ötesi, klişe kelime topluluğu da olsa
belki de doğruluğu tartışılmayacak
"her insanın içinde bir çocuk vardır" lafı vardır ya içinizdeki o saf çocuk, o genç anlam veremediği, vermek istemediği öyle bir tekme… öyle bir dayak yer ki… öyle
bir ağzı yüzü kanar ki; ruhu orada asılı kalsa da o anda, orada
yitirmişsinizdir işte içinizdeki o
çocuğu...o güzel, devrimci günlerin geleceğine inanan, umutla coşan, marşlar
söyleyen o genci… bir zamanlar yüzüne bakmadığın, ilgilenmediğin, sadece
harçlığını vermesini istediğin, faşist
damgası vurup beğenmediğin ‘ben sana söylemiştim, bu yol, yol değil, güzel
güzel okuluna git, bitir , dön, işe gir, ekmek paranı kazan diye. Size.. iki üç
kıçı kırık, baldırı çıplak anarşiste bu
devleti yıktırırlar mı ?Sizden
öncede onlarca insan denedi… onca Şeyh
Said, Seyit Rıza…devrim yapacağız diyen gençler, Denizler, Yusuflar, Hüseyinler
… ne oldu astılar gençleri, oldu bitti. Devlete kafa tutulmaz…’la size bağıran,
sinirlendiren babanızın evinde
kuvvet aldığınız yoldaşlarınızın
yanınızda olmadığı hayat yolunda tek başınalığınız da artık olan,
olacak, oldurulacak hiçbir şeye
şaşıramamanın yorgunluğunda…
sessizleşiyorsunuz… keşke beni, seni,
bizi iyileştirebilecek bir kelime olabilseydi, o kadar çok ihtiyacım vardı ki
ama ne o gün, ne de bugün kimsenin ağzından duymayacaktınız belki de bilinmeyen o kelimeyi. Bugün bunları yazarken; içimdeki o masum çocuğu…o umut yüklü genci
ne zaman kaybettim bilmiyorum;devletin beni öteki gördüğünü hiç
çekinmeden tarafıma resmi olarak bildirdiği
o yazıyı aldığım gün mü? kendim dahil herkesin nihai hedef proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirecek
devrim yolunda ölebileceğinden yas
tutmaya vaktimiz olmadığından acısını
ertelediğimiz onlarca yoldaşı
sonrasında Haldun’u kaybettiğimde mi
? yoksa kanayan yaralarımın üstüne
hançer saplayan kara gözlüm Can, seni kaybettiğimde mi? bilmiyorum…
bilemiyorsunuz işte ne zaman o
çocuktan…o gençten "eski ben" den,
“eski sen”den uzaklaştığınızı…
yerine yeni bir “ben”, "sen"
koymak zorunda olmadığını, eski, yeni hepsinin karışımından doğanın daha bir
“ben”…daha bir "sen" olduğunu... yaptıkların, eski sivri uçların,
dikenli cümlelerin ve tüm bunların "neden"lerini sorgulatan; bazen
hatalarından, göz göre göre yaptıklarından, bir anda kırıp attıklarından
utandıran ama artık "gör"ebildiğini,
kendini anlayabildiğini söyleyen bu karmakarışık “ben”, ”sen”; artık
hayatında hep yarı yolda bırakılacağın,
devrim yerine bir lokma ekmek için mücadele edeceğin geçim sürecinin hiç
bitmeyeceğini eskiden olsa şakır şakır anlatacakken kavganı da ... yaptıklarını
da ...okuduklarını da anlatmaya
"gerek" kalmadığını, anlamasını en istediklerinin zaten
anlamadıklarını, anlamayacaklarını
bildiğinden yalnızca susacaksınızdır…susacaksındır..
Bazen acı çekmek yetmez, çekilen acının bir yara, bir iz bırakması
sonra bu yara izinin kanamasını durdurmak için “üretilecek feragat merhemleri”
gerekir. İnsan eğer acısını tamir edip geride kalan yarayı, izleri
sorgulayabilirse kendini bulur, başkalarından gelecek her türlü kötülüğe,
saldırıya karşı savunmasını da güçlendirdikçe her türlü darbeden, saldırılardan korunmak için
içine, kalbine duvarlar örer; artık izlerine bakıp aynısını yapmamaya dikkat edeceğinden de duygusal, sosyal, fiziksel her anlamda
durağanlaşır; sessizleşir. Ağlamazsınız mesela gözyaşlarınızı ördüğünüz duvarlardan içeri akıtırsınız…konuşmaz,
rüyanızda bile bağırmak isteyip
bağıramayarak kan ter içinde uyanırsınız... görmek istemezsiniz yere eğersiniz buğulu göz bebeklerinizi..
.beyninizde yankılanan yapmacık kahkahaları sevmez, mantığına yem yaparsınız
duygularınızı, heyecanlarınızı. Acılarınızı gaddarlığınıza,
merhametsizliğinize ‘ ben de yaşadım kim
ne yaptı, kim vardı yanımda’yla mazeret
yaparsınız... her hatırlama girişimine hafızanızı felç eder, soru işaretli
atışlar karşısında duvarlarınızın
gerisine çekilirsiniz. Ve bir süre sonra bakarsınız ki birlikte dünyayı
değiştireceğiniz, hayallerinizin ortağı, ölümüne güvendiğiniz Yoldaşlarınızın sizi
tek başınıza bırakmalarının,
insanların herhangi bir yerde okulda,
işyerinde, sokaktaki duygu saldırılarının, tacizlerinin kalbinizde açtığı yaraların üzerini kapatacak
yara bandını aramaktan vazgeçmiş; yaralarınızın, bıraktığı izlerin güneş ışığında parıldamasını izliyorsunuzdur,
hüzünle… yere çarpıp afalladıktan sonra kendinize geldiğinizde fark
edeceğiniz gerçeği görmenin bedelinin;
lider, yönetici kadrolardaki yoldaşlarınızın;
okuduğunuz devrimci gazetenin, derginin; dinlediğiniz frekansını bulmak için evin içinde dönülmedik
yer bırakmadığınız TKP’ nin sesi, Bizim Radyonun her haberine; her söylediğine, her
yazdığına inandıran “masumiyetinizi”
kaybetmenin olması ne kadar da büyük bir
ironiydi. Neden sorusunu daha az sorup çoğu zaman cevap beklemeyeceğiniz,
kaybedilenlerin, kaybedeceklerinizin
koymamaya başlayacağı, sizi
yıkamayacağı noktaysa; kendinizi
emniyette hissettiğiniz, sağlam
saydığınız zemini ayağınızın altından kaydıran uğruna ailelerimiz dahil her
şeyi bir kenara ittiğimiz, inandığımız,
inandırıldığımız devrim için ‘ herkesin içinde Bejna’ya kızman doğru
değil, çek bir kenara uyar bu yaptığın yanlış yoldaş itirazını bile Bejna; verilen talimatta uydu mu? kim dedi
ona yurda çıkarken yolda hemde bakkalın gözü önünde pulluma yap diye.Ya adam polise ihbar
etse, tutuklansaydı tam da
sekiz Mart öncesi adama ihtiyacımız varken, sırası mı aklına eseni yapmanın’la itaat ettiğimiz,
ettirildiğimiz örgüt, parti, sendika, dernekleri yönetenlerin, liderlerin büyük
bir umursamazlık ama güvenle
militanlarını, üyelerini, sempatizanlarını sahipsiz bırakarak, ortadan
yok olmalarıydı.Zaten müesses nizamca eğitim, öğretim, aile kanalıyla topluma şırınga edildiğinden kişinin
isteyerek yaptığı işlerine geldiğinden
sol, sağ örgüt fark etmez üyelerinden, sempatizanlarından biat, itaat bekleyen sol bir örgütün, derneğin, sendikanın, sivil
toplum örgütünün liderlerinin Sosyalizm,
Devrim, Faşizme karşı direnişle dolu
dünya, ülke tarihine ait; çok değil
dokuz yıl önceki dokuzyüzyetmişbirin
oniki Martın da yapılmış darbeyi de içeren
onca deneyime, pratiğe sahipliklerine, onca teorik kitap, makale,
yazı, roman okumalarına, okutmalarına
rağmen yaklaşan darbeyi önceden gör(e)meme öngörüsüzlüğü
demeyelim de otoriter devletin tüm
kurumlarıyla darbeye
hazırlandığını bile bile nasıl oluyor
da… ve de neden… Devrim için “öl” dediklerinde ölecek kadar varlığını
gözden çıkararak kendilerine güvenmiş, benliklerini örgüte dolayısıyla
lideri, yöneticileri
olduklarından kendilerine adamış; ellerine geçen harçlıkları, devletin verdiği üç kuruş
öğrenci kredisini, aldıkları maaşı
gözünü kırpmadan kendilerine teslim etmiş üyelerini, sempatizanlarını darbeden, saldırılardan koruyacak
mekanizmaları kurmadıkları koca
bir soru işaretiyken ??? üyelerin, militanların, sempatizanların da bir anda hazırlıksız yakalandıkları darbenin
postalları altında ezilen hayatlarını kurtarmayla karşı karşıya kalmaları ne o gün, ne sonrasında,
ne de bugün yöneticilerinden, liderlerinden; öldürülen, tutuklanan, mahpuslara atılan, işkenceden geçirilen, takip edilen, işsiz bırakılan yoldaşlarına, ailelerine sahip çıkmamalarının; halleri nasıl, ne yapıyorlar, açlar mı ? susuzlar mı ? diye
sormamalarının, “kurtlar sofrasına” atılmalarının hesabını soracak ne mecal,
ne de istek bırakmadığı
gibi; kalabalıklar içindeyken birden tek başınalığı yaşamaları
da genç hayatlarını yaşlandıran bir sebepti.Bir anda her şeyinizi; yoldaşlarınızı, ‘devriminizi’ , idealinizi, kavganızı, hayalinizi yitirmiş bir hale düşürüldüğünüzden haksızlığa karşı isyan eden , özgürlüğe, kardeşliğe, düşkün özelliklerinizi gizleyerek devlet,
toplum tarafından biçilen role adapte
olmuş gözüküp müesses nizama hakimlerin nazarında
ehlileştirdiklerinden normalleşmiş sayılırken en uç,
en beklenmedik gelişmeleri sükunetle karşılatacak, 'aklım almıyor, bunu nasıl yaptı?bunca
adaletsizlik…haksızlık karşısında bu
kabullenme niyedir ?’ sorularını
artık sormayacağınız hayatınızın
üst ve son evresine muhalifliğinizin törpülenme sürecine adım atarak ‘ gördük en yapmaz, işkenceye
direnir dediğiniz adamları da, sattılar
herkesi…kendinden başka kimseye
güvenmeyecekmişsin’le her an, her şeyi
yapabilecek potansiyelde, kötülükte insanların varlığını fark ederek karşı çıktığınız her şeye de başta kulluğa,
riyakarlığa, yalana, …, …, alışacaksınızdır.
Öylesine şaşkınsınızdır ki kendi kendinize “ben
kafayı yemeden önce bir tarih vardı… o tarihten önceki ben daha keyifli, yaşam dolu… gelecek de bir
şeyler vaad ediyordu” dedirten bazı olaylar…yaşananlar vardır hani aklınızdan hiç çıkmayıp keşke yaşanmasaydı bunlar... keşke
unutabilseydim bütün olanları ve eskisi gibi hayatıma devam ‘edebilseydim’le kavurup,
huzur bırakmayan…işte darbe sonrası yaşadıklarınızla gelen o her
şeye alışmışlığınıza, suskunluğunuza
bakanların “olgunlaşmışsın
sen…durulmuşsun” demelerine ‘ee tabii
ağzıma sıçıldı benim, yerlerde sürünüyorum, kötüyüm… yitirilmeme, yok
edilişime, acı çekişime tanık
sizlerse olgunlaştı diye seviniyorsunuz;
pes doğrusu’ demek dahi içinizden gelmeyecektir. Darbe sonrası
tutuklanan, mahpuslara atılan işkencelerden geçirilen serbest bırakıldıktan
sonra da baskılara maruz kalan darma duman edilmiş sol örgütlere üye insanlar gibi
sizde bir başınıza, bir çıkış
yolu bularak hayatınızı sürdürme arayışındayken;
özellikle de medeniyetin, demokrasinin uğramadığı yerlerde cirit atmış daha
da atacak dünün, bugünün ve yarının Türkiyesinde,
Ortadoğuda en sağından, en soluna
bütün ideolojileri; sağ, sol,
muhafazakar, İslamcı, radikal, faşist
sosyalist, komünist, sosyal demokrat partiyi, örgütü, sendikayı, derneği yöneten ittihat Terakkici
Enver Paşa’dan Talat Paşa’ya, Mustafa Kemal Paşa’dan İsmet İnönü’ye Fethi Okyar’a Kazım
Karabekir’e; Adnan Menderes’ten Demirel
‘e, Ecevit’e, Baykal’a,
Türkeş’e ; MBK üyelerinden Numan Esin’e, Faruk Gürler’e, Kenan Evren’e,
Çevik Bir’e; Çiller’den Erbakan’a Tayyip
Erdoğan’a; Mahir Çayan, Behice Boran’dan, İsmail Bilen’e Nihat Sargın’a Hikmet Kıvılcımlı’ya; Bakiye Beria
Onger’den A.Muhtar Sökücü, Alaiddin Taş,
Melih Pekdemir’e, Oğuzhan Müftüoğlu, Bülent Uluer’e; Serok Öcalana’dan Karayılan’a , Mazlum
Kobani’ye kadar; liderleri,
sivil toplum önderlerini, başkan
ve yönetici pozisyonundaki tüm kadroları
etkileyerek, aydınlar, akademisyenler, bilim adamları, bürokratları sarmalamış Kemalizm’in
dayanağı; yaşadıkları toplumun,
kitlenin cahilliğine, iradelerinin güçsüzlüğüne, tercihlerinin
yanlışlığına inandıklarından kaderlerini ellerine bırakmayıp kendi düşüncelerini,
doğrularını, seçimlerini, kimin neyi ne kadar öğrenmesi, nasıl konuşması,
giyinmesi, içmesi kısacası nasıl
yaşaması gerektiğine dair isteklerini
dayatıp sonunda da
halkının…kitlesinin kendisiyle aynı
düşüneceği, davranacağı
başarıyı yakalayacak;
dayatmalarına karşı çıkan her kişiyi, kesimi
diskalifiye etmek için de asmalı, kesmeli her türlü zulmü, baskıyı hak
gören cuntacılığın ağababası
Jakobenizme, Baascılığa ait büyük bir kibir; küstahlık, bilmişlik içinde; akıl, yetenek de dahil genlerini aldıkları ailelerinin, verdikleri
çocuklarının hayatlarını biatla
yönettikleri, kaderlerini çizdikleri insanlardan daha… daha üstün,
değerli görme, kılma hubrisliğini
de meşrulaştırmış sol örgütlerin yöneticileri
de başlarına bir şey gelirse
yönettikleri ülkenin, halkın, kitlenin, partinin, örgütün, derneğin,
sendikanın, sivil toplum örgütünün, gazetenin, kurumun savrulacağına,
parçalanacağına inandıklarından
‘Türkiye’de malumunuz faşist diktatörlük var, hayatımız tehlikede; ben,
biz yakalanmayalım ki örgüt, parti,
sendika devam etsin… ‘ bahanesiyle oniki Eylül
darbesinde kendilerini,
ailelerini iltica talebinde de bulunacakları Batı, Doğu Avrupa’ya, SSCB’ye, Arnavutluğa, Çin’e
kaçırtacaklardı. On binlere, gençlere,
çocuklara masumiyetlerini yitirten yaptıkları şiddeti, terörü “devrim adına”yla olağanlaştıran kör inançla itaat edilen Türkiye Cumhuriyeti
devletini de “o bizden” leştirmiş
jakobenci kast sistemini kendilerine uyarlamış sol örgütlerin yöneticileri darbe sonrası onca zulmün, işkencenin,
baskının ortasındaki yoldaşlarını bir
başına bırakarak öylece kaçtılar işte
memleketlerinden. Sudan çıkınca öleceğini göreceği kara parçasıyla karşılaşan
dev bir çaresizlik, güvensizlik
içindeki balığa döndürecek o kaçışların, yoldaşlarının hayatları boyunca iki kulaklarına takacakları ‘olan hep
garibana, sahipsize, ötekileştirilenlere
olurmuş’ küpenin nedeni olduğundan,
sınırları belli memuriyet hayata
merhaba dedirttiğinden, uğruna mücadele ettirtecek ideallerini…hayallerini,
hedeflerini…insanlara güveni ve
inançlarını kaybettirdiğini bilmek istemedikleri yeni hayatlarının keyfini
sürüp arada “ah memleketim…” hasreti
çektikleri yalanını da savururken etraflarına; birbirleriyle kavgaya tutuşturdukları sol
örgütlerin üyelerinin
sempatizanlarınınsa sosyalizmi, proletaryanın diktatörlüğünü önlemek,
kapitalist sisteminde kitleyi isyana sevk eden sınıfsal çelişkilerini azaltmak gayesiyle halkın
kendisini yönettiğini, egemenliğinin de toplumun rızasıyla sürdürdüklerini
sandıran Burjuvazinin
demokrasisinin kandırmaca
gördüren çoğu yurtdışına kaçan örgütlerinin yöneticilerinin değiştirmek için mücadele edilen müesses nizamın ötekileştirici ‘bizden değil’li aynı duygu, aynı zihniyetini
taşıdığını, aynı tavrı, aynı kast sistemini uyguladıklarını da gözlerden
gizlediklerini anlayacak yaşanmışlıkları da yoktu. O yıllarda ’biz’ yerine
özgür birey odaklı farklıya,
azınlığa eşit yurttaşlık, pozitif ayrımcılık getiren, hiç kimsenin bir
başkasının değerine öyle kolay kolay laf
söyleyemediği, ifade özgürlüğüne
girdiğinden değerinize küfredilse de
yargılanılmayan, o değeri savundu diye
bireyin ölümü hak ettiğinin düşünülmediği çoğulculuğu, medeniliği, insan haklarını kutsadığından
“demokrasinin” Türkiye’de her anlamda yerleştirilmesi için mücadele
edilmesi gerektiğini söyleyecek yoldaşının
ne faşistliği, ne ajanlığı, ne de
burjuva yardakçılığını bırakmayacak örgüt yöneticileri az, biraz
demokratik adımlar atılınca, iklimin
yumuşadığına, tutuklanmayacaklarına kanat getirerek ülkeye
döndüklerindeyse, darbeyle oraya, oraya savrulmuş, hapislere konmuş, geçim
derdine düşmüş üyelerinin hesap soracak
halde olmadığını da bildiklerinden; yanlarına
götürdükleri ya da sakladıkları
üye aidatlarından, haraçlardan,
örgütlerini destekleyen Avrupa, ABD,
SSCB, Çin, Arnavutluk, Küba’dan …, …, …,
…’dan gelen yardımlardan, sempati duyan
insanların, kardeş örgütlerin bağışlarından oluşmuş örgütün paralarını, el koydukları mallarını
kuracakları başta medikal, bilgisayar, matbaa, kitapevi, inşaat firmalarının sermayesi yapacakları devrimci
ahlaklarıyla göz yaşartırken; vergi kaçırmaları, işyerlerinde çalıştırdıkları
emekçilere asgari ücretin altında maaş ödemeleri, en ufak bir hatada işten
atmaları emekten yana devrimci
geçmişleriyle büyük bir uyumluluk arz edecekti.
Yetmişli, seksenli yıllarda daha
ortaokulda, Lisedeyken omuzlarımıza;
Lenin, Marx, Engels, Kant, Hegel …,..,
onca yazarın, felsefecinin
komünizm, sosyalizm, proletarya
diktatörlüğü, faşizm, madde, tin, materyalizm, diyalektik, determinizm,
değişim, emek, katma değer, çelişki üzerine yazdıklarını hatmetme, kavrama;
‘yolumuz işçi sınıfın yoludur’la okulda,
fabrikada, atölyede her yerde örgütlenme vari yaşımızdan,
başımızdan büyük sorumluluklar yüklenildiğinden, kafamızı
kaldırıp da örgütü, derneği, partiyi, sendikayı yöneten Serdar’ın, Ahmet’in,
Cüneyt’in, Beria’nın, Zeynep’in, Sunay’ın
tavırlarındaki Jakobenciliği fark
etmek bir yana, devrim uğruna yapılacak
her şeyi buna zulüm, idam, baskı, öldürme, asma kesme de dahil gerekli sayan,
kabullendiren devrimci zihniyetimize
uygun ‘haklı…ne yapsaydı devrimi feda mı etseydi’yle hakimlik yaparken bir daha ölüm cezası
vermemek üzere görevinden istifa eden Robespierre’in, Saint Just’le
birlikte ‘her şey devrim için’ le
Fransız devrimine karşı ya da karşı gelebilme ihtimali olan ki bunların kim
olması gerektiğini de kendileri
belirleyeceklerdi, herkesten
kurtulmanın yolunu komplo, kumpas kurmada bularak Fransa’ya
terörün saltanatı dönemini
yaşatmalarını, devrimin
liderlerinden Hebert ve Danton’nu giyotine göndermelerini devrimci tavır, gereklilik saymaya dünden razıydık. Sonrasında faşizme
evirilmiş bu tepeden inmeci şiddeti,
terörü; toplumu, bireyi kendisiyle aynı
düşüncede, potada buluşturacak
şekilde değiştirmenin,
dönüştürmenin temel değişim aracı gören
Jakobenci zihniyetin yaptığı devrim, kurduğu düzen yıkılmasın diye
kendisinden farklıyı, karşıt gördüğü her kesimi, her oluşumu silmek, yok etmek için onları da parçası yapacağı, göstereceği komplo kurma,
senaryo yazma, yaratmadaki hünerinin
nice Kristal Gecelerin, 6-7 Eylüllerin
nice Maraş, Çorum katliamlarının nedeni olduğunu, olacağını o gün biri söylese o kişiyi ‘meğer
sende onlardanmışsın, Allahtan çok geç olmadan
safını belli ettin ’le karşı
devrimcilikle suçlayan, dışlayan devrimci statükoculuğun, düz mantığın
pençesinde ancak iktidarı, egemenliklerini bırakmak istemeyen Jakobenlerin söz verdikleri vaatleri
gerçekleştirmemeleri, refah düzeyini
artırmamaları, fırsat eşitliği, özgürlük, kardeşlik yerine adaletsizlik,
ötekileştirme, baskı, dayatma, diktatörlüğü koymaları yüzünden tepki çekmeleri karşısında felaketin eşiğine geldiğini iddia edecekleri ülkeyi, partiyi, örgütü
toparlayabilmek için aşırı sert önlemler almaktan, terörü silah
kullanmaktan imtina etmeyerek insanları birbirine düşman etme, vurdurma,
kırdırma taktiklerini uyguladıklarını
otuzlu yaşlara vardığınızda fark ettiğinizde anlayacaksınızdır Türkiye
Cumhuriyeti tarihinin neden bir
darbeler, isyanlar, katliamlar tarihi;
her darbe öncesi devletin kontrolündeki sağ, sol, radikal örgütleri kullanarak ülkeyi bölecek, parçalayacaklar… sokakta kardeş kardeşi
vuruyor, akşama kimin öleceği belli değil; iç savaşa gidiyoruz… Anayasa’yı,
laik sistemi değiştirecekler…Atatürk
devrimlerini çöpe atacaklar… dini, imanı ortadan kaldıracaklar…Kürtler’in
asırladır toprağımızda gözü var propagandası yaptırtacakları iletişim araçları medya, yazar, çizerler
eliyle yaratacakları panik, felaket telalılığının tek amacının iktidarı ellerinde tutmak olduğunu ki bu yolda
onbinlerce insanın hayatının harcanmasını da
yalnızca olması gereken bir sonuç gördüklerini.
Asırlardır bu topraklarda hüküm sürmüş
daha da sürecek herkesi, herkesimi
etkisi altına almış Jakobenci, faşist
zihniyet “ bak komünizm gelirse, hak hukuk
adalet rafta… SSCB’de ki gibi tüm
servete halk adına el koyup, ibadet
yerlerini kapatırlar... onlar iktidar olsun bizleri asarlar keserler, baş örtüsünü zorunlu, çocuk
gelinliği, İran’da ki gibi şeriatı yasal kılarlar… başörtüsünü yasaklar kızlarımıza
zülüm çektirirler… tek amaçları Kürt devleti kurmak özerlikle yol açarsan
sonunda parçalanır ülke ” benzeri argümanlarla
bilerek, isteyerek düşman
yaratma, ötekileştirmeyle karşıtını isyan teşvik ettirip, bir tarafta kilitlediği, kutuplaştırdığı toplumda
“gördünüz mü, inanmamıştınız şimdi haklılığımızı anladınız mı? derdimiz Cumhuriyetin ilelebet
payidarlığı, bu Anayasa bu yasalar, bu kurallar o yüzden bu
teröristlerle…bu dincilerle…bu
laiklerle mücadele bitmemeliy”le ürettikleri korkuyu da körükleyerek, kendinden farklılığını düşman gördüklerini,
muhalifini elindeki tüm olanakları kullanıp; baskı, zulüm, açlıkla terbiye etme, kendine muhtaç hale
getirerek karşıtlığını kırdırma, sistemine iliştirerek ehlileştirme az biraz da
reformlarla da toplumun gazını
alarak sonsuz iktidar, hakimiyet,
güç için komplo, kumpas kurmanın
sürekliliğinde, Ülkenin kurgusunu da ona
göre yaptıklarını teyit eden, Oniki Eylül öncesi var olan kırkbeşden fazla sol
örgüt liderlerinden Bülent
Uluer’in yıllar sonra “birbirimize duyduğumuz düşmanlık, egemenlere duyduğumuz
düşmanlıktan daha fazlaydı. İşin tehlikeli yanı buydu. Devletin çok da büyük
bir komplo hazırlamasına gerek yoktu” ; Alaadidin Taş ‘ın ” TKP, TİP ve TSİP, o
dönemde birbirine yakın üç partidir. Bunların gençlik örgütleri İGD, SGB ve
Genç Öncü olarak biz bir araya geldik. 12 Eylül’ün sesi geliyordu. Gençleri
darbeye karşı birlikte davranmaya çağıracaktık. Örgütlerimiz kapanmıştı, Barış
Derneği’nde toplandık. Bu hikâyeyi anlatırken bugün bile dehşete düşüyorum.
Bildiriyi hazırladık, tartıştık, tartıştık, tartıştık ve bir noktada durduk.
Tahmin bile edemezsiniz. Bildiride mücadele mi diyeceğiz, savaşım mı diyeceğiz.
Yok, mücadele seni çağrıştırıyor. Yok, savaşım öbürünü çağrıştırıyor diye, biz
bir tek kelimede bile anlaşamıyorduk. Gerisini siz düşünün. En akıllı olduğunu
düşünen üç örgüt bunu yapıyor. Bizim günahlarımız da az değil. Devletin 12
Eylül ortamını hazırlamadaki rolünü de unutmamalıyız. Bu olaylarda askerin,
istihbarat güçlerinin, kontrgerillanın büyük payı var. Sol şiddet ortamına
sürüklendi.Dönemin İstanbul Birinci Ordu Komutanı “Ortalık biraz daha ısınsın,
pişsin diye biz bekledik” dedi. Bu ortamda, elbette solu da bir yanlış
istikamete zorladılar, sıkıştırdılar. Sol hem kendini korumak, hem iyi niyetli
amaçlarını gerçekleştirmek için yanlış bir yol seçti.” açıklamalarını, tahlillerini
okuduğunuzda gazetelerde; darbeye zemin olsun diye muktedirlerin, derin
devletin senaryosunu MİT’e,
Kontrgerilla’ya yazdırarak uygulamaya
koyduğu kanlı kumpasın oyunun ortasında;
ABD emperyalizmden kurtulmuş ”Tam bağımsız bir Türkiye”de emekçilerden yana bir
düzen uğruna büyük bir iyi niyet, masumiyet ve umutla varlığını feda eden, yaşasalardı geleceklerinin parlaklığı
kesin onlarca sol görüşlü Sinan Cemgil,
Mahir Çayan, Ömer Ayna, Denizi Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Fevzi Kuruçay
, Bahri Gülpınar, Erdal Eren’in hayatlarının korkunç bir acımasızlıkla gözden
çıkarılmasına…harcanmasına; onlarcasının
işinden, gücünden edilmesine, sürülmesine, sakat bırakılmasına yol
veren, sorumlu oldukları üyelerinin can
güvenliğini “devrim yolunda” hiçe saymış sol
örgütleri, partileri, sendikaları
yönetenlerin böylesi bir oyunu,
tezgahı fark edememeleri acaba mümkün müydü diye düşünmeden edemeyecektiniz? İzlerini silebildiğinizi
sandığınız ama bir sözün, tavrın, şarkının, marşın, sloganın, pankartın, fotoğrafın, bir filmin, elbisenin, şapkanın önünüze sereceği geçmişe,
bugünden bakınca; terörün, kargaşanın artırılmasının faşizme, darbeye giden yolu döşediğini, hızlandırdığını bilecek deneyime sahip sol görüşlü örgüt yöneticilerinin o teröre bile bile neden su taşıdıklarını anlamdırmayacaksınızdır. Bu bu yapılacağı
belli provokasyonlara balıklama dalışlarına, yardımcılıklarına dair barizliği
gösterir olayların belki de başta
geleni bindokuzyüzyetmişyedinin kanlı bir Mayıs’ıdır. Ufak olunca hayatta
kalma güdüsü yetişkinler kadar gelişmediğinden
ölüm korkusu az, cesareti bol son
donem Osmanlı ile Kurtuluş Savaşında
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunda hatırı
sayılır miktarda bulunan, Almanlar
tarafından cepheye sürülen Hitler Jugend’lerle, İki Dünya Savaşında da ölen askerlerin büyük
bir yüzdesini oluşturan, bugün Birleşmiş
Milletlerin eline silah verilerek savaştırılmasını yasakladığı; sekiz, onsekiz
yaşında çocuk savaşçılar gibi onbeş, onaltı yaşlarında Faşist
gördüğünüz babanıza karşı işbirliği yaptığınız sosyal demokrat annenizin ‘bir gün… ancak idare edebilirim, ona göre’
şartına ‘ tamam’ diyerek ‘devrim olsa ne
olacak, ne yapacaksınız’ sorusuna, babanızın
maddi gücü bulunmadığından bir türlü alınamayan reklamlarda gördüğü çikolataya, şokkellaya
mahalle bakkalının rafında imrenerek baktığını
bildiğinizden ‘ bedavaya istediğin kadar çikolata yiyebileceksin, yırtık ayakkabın,
yamalı elbisen olmayacak,
burjuvazinin sömürdüğü emekçiler
sayesinde elde ettiği ne varsa
elinden alıp herkese dağıtacağız. Nilgün’ler gibi kaloriferli, herkesin bir
odasının olacağı geniş evlerde
oturacağız..’; yoksulluğunuzu bildiği için dini bayramlarda
size yiyecek, giysi yardımı yapan, oturmayı hayal dahi
edemediğiniz Çankaya Lisesinin
karşısındaki Denizatı pastanesinin üstündeki şık apartmanda oturan sınıf
arkadaşınız Nilgün’ün, her bir detay düşünülerek lüks eşyalarla döşenmiş, buzdolaplı, çamaşır makineli evini ballandıra ballandıra anlattığınızdan
‘başka ev olmasın, ama Nilgünlerin evini bize verirler mi ‘ şüphesindeki on bir yaşındaki kardeşinizi de yanınıza katıp hac
vazifesini yerine getirmekten farksız
algıladığınız bindokuzyüzyetmişaltı
yılında İstanbul Taksim de ilk bir Mayıs kutlamasına
katılışınız...Sorumlunuz Candan’nın ‘sizler bizim
geleceğimizsiniz, yarın bu örgütü sizler yöneteceksiniz.Yaşı, tecrübesi fazla
ağabeyleriniz, ablalarınız;
İtalya’da, İspanya’da, Mitka’nın
ülkesi Bulgaristan’da ki partizanlar
gibi sizlerde faşist kudurganlığın
önünde dimdik duracak, mücadele
edeceksiniz…bu gece afişlemede çok iyi
iş çıkardınız’lı onorelerini göğsünüze
takılmış madalya sayarak düğüne gider gibi
bindiğiniz otobüste söylediğiniz marşlar, türküler…İlk kez “devrimin
şanlı yolunda “ şehir dışı bir mitinge hemde bir Mayıs’a katılmanın çoşkusu
belki her söyleyişte sol kolunuzu havaya kaldırıp yumruk yaparak yüz kez
söylediğiniz halde ilk kez
söylüyormuşçasına heyecanlanıp, duygulandığınız “bir Mayıs…bir Mayıs işçinin,
emekçimin bayramı’ marşıyla elinize
tutuşturulmuş kumanya; çeyrek ekmek içine peyniri dönermişçesine yiyişiniz…Otobüs sorumlunuz Firuzan’la, Döndü’nün
‘çoğunuz İstanbul’a ilk defa
gidiyorsunuz, çok büyük bir şehir o yüzden
söylediğimizin dışına çıkmak yok... otobüsten inince el ele tutuşup dörderli sıra olacaksınız, miting alanına kadar korteji bozmadan bir birinizi kontrol ederek
yürüyeceksiniz zaten indiğimizde sekiz kişiden oluşacak ekiplerden bir kişi
de sorumlu olacak,
su almak için dahi ondan izin almadan uzaklaşmak yok.kiminiz pankart,
kiminiz flama, bayrak taşıyacak ’. Gümüşsuyundaki yokuştan arasında kaybolduğunuz pankartlarla,
örgütünüz ambleminin çizildiği kırmızı flamalarla Taksim alanına fetheder gibi koşarak
girişiniz ki arkanızı dönerek insan
selini aşan durgun mavi denize kaçamak
bakışınız; Eskişehir örgütünü bulmak istediğinizi söylüyorsunuz Candan’a
‘dayın değil mi?onu göreceksin. Haydi git, ortalarda bir yerlerdeler’. Devrime
inancınızı, işçi sınıfına güveninizi perçinleyen konuşmalar, halaylar ‘burjuvaziyi, egemenleri korkutan’ dinamik kalabalık. ‘Böyle bir kalabalık
şimdiye kadar hiç bir araya toplanmamıştı. İşçi sınıfının, devrimcilerin,
partinizin gücünü dost, düşman herkes gördü sevinci. Başınıza bir şey gelmeden
görevini yerine getirmenin huzuruyla eve
dönüş. ‘Üstelemeyin;
her sene, her sene olmaz;bu defa
babanızı da idare edemem.Zaten
geçen sefer şüphelendi “Vaide de niye yatacaklar, kocası gittiğinde hep Gül
kalmıyor muydu yanında” onca dil dökme,
onca küsmeli tavır fayda etmiyor küçük burjuva korkusuna yenik düşmüş
anneniz ‘herkes bu yıl bir Mayıs’ta olay
çıkacak, kan dökülecek diyor…başınıza bir şey gelirse ne yaparım, ne derim
ben’le noktayı koyuyor.Yıllar sonra
öğreniyorsunuz ki ev kadını annenizin mahalleden, ordan buradan duyduğunu Bir Mayıs Tertip Komitesi dahil herkes yalnız
duymakla kalmamış, olay çıkacağını da biliyorlarmış…haydi diyelim ki
duymamışlardı, bilmiyorlardı devletin provokasyona başvuracağını iyi de az, çok
tahmin edecek öngörüden, vizyondan
yoksunluk, onlarca kişinin kaderini, ömrünü belirleyen
liderliklerinin vasatlığı,
olayları yönlendirmelerdeki etkisizlikleri zaten yeterince vahim bir olgu değil
midir? Candan’nın ‘burjuvazi, egemenler toplumda korku dağları
yaratıyorlar ki bu sene bir Mayıs,
emekçilerin bayramı güçlü kutlanmasın,
bu tuzağa düşmeyelim’le
küçümsediği “bu sene bir Mayısta olaylar çıkacak, kan akacak. Bu
olayların müsebbibi de solculardır”la
toplumu da hazırladıkları provokasyonun, provalarına
çoktan başlanılacaktı. İşin acınası yanı
böylesi bir provokasyon için derin devletin, egemenlerin bir şey yapmasına da gerek yoktu zira kendini sosyalist dünyanın lideri gören SSCB’nin; sosyal emperyalist
tanımladıkları SSCB’ne alternatif liderlik mücadelesine girişmiş Çin’in,
Arnavutluk’un diğer sosyalist ülkelerin desteklediği birbirinden haz
etmeyen, faşizme karşı işbirliği
yapacaklarına okullarda, fabrikalarda,
işyerlerinde, sendikalarda mahallelerde hakimiyet kurma yarışına giren
TKP, İGD, İKD; TDKP
, Yurtsever Gençlik Derneği (YGD), Devrimci Gençlik Birliği (DGB) , Halkın Kurtuluşu; TKPML, DEV-YOL, DEV-SOL, Kurtuluş, RIZGARİ, ALA RIZGARI, DDKD
onlarca sol örgüt küçümsemek, suçlamak
için “Maocu bozkurt", "sosyal faşist", “oportünist”,
”revizyonist”,“gauche;goşist”, ”reformist”,” sev gençli”, “konformist” benzeri
aşağılayıcı lakaplarla birbirilerini eleştirmekle kalmayıp,
birbirlerini öldürmeye varacak
nefretlerini yansıttıkları ‘yoldaş nedir
üstün başın? sorma abi bugün iki sosyal
emperyalisti... iki Maocu bozkurtu...iki goşisti dövdük, hayırdır niye? bize
goşist, bize Maocu bozkurt, bize sosyal faşist dediler ‘li konuşmalar, süreklilik arz eden çatışmalarla provokasyonlara gerekli zemini zaten hazırlayacaklardı. İstanbul’dan Ankara’ya, Antalya’dan
Karadeniz’e kadar hemen her yerde canlarını ayırt etmeden yakan faşistlere karşı
anti-faşist
birlikteliği gereken sol
örgütlerin ortak nihai amaç “devrimi”
yapmada faklı görüş, yöntemi savunduklarından birbirlerine ülkücülere, faşistlere
beslediklerinden daha fazla nefret, kin beslediklerinden sokakta, okulda,
yurtta tek başına ya da toplu kıstırdıkları rakip örgüt mensuplarına
yaptıkları öldürmeye varan şiddet
eylemlerini, cinayetlerini mekanlarında
‘gündüz bizi darp edenlerle okulun
önünde karşılaştık zuladan çıkardık silahları, pat..pat ..pat grup lideri Çamur Şevket ilk kurşunda düştü….’, ‘gece Hamamönün’de,
Vişnelik’te, Yıldıztepe’de nasıl tongaya düşürdük ama… yarmadık kafa, göz
bırakmadık Maocularda, goşitlerde, sosyal faşistlerde… bir daha adım atamazlar
bu mahalleye’ içlerinin yağları eriyerek anlatırken o ânda biri;
o gururun, o sevincin, o kazanmanın
insanlıktan çıkışın göstergesi olduğunu da söyleseydi atıverirdik
pencereden aşağıya.
Sol örgütler
arasındaki bu derin !!! görüş ayrılıklarının, çatışmanın nasıl kullanılacağı,
bu gruplar içine sızılarak hadisenin nasıl büyütüleceği belki de ilk olarak 5
Şubat 1977 günü Ankara’da Tandoğan meydanında düzenlenen TÖB-DER mitinginde
denenecekti. Tandoğan’daki
mitinginde alana önceden
gelmiş SSCB çizgisindeki TKP’li
kalabalık üzerine, alana yaklaşmakta olan Çin, Arnavutluk Komünist Partisi
yanlısı Maocu örgütlerce taş ve sopalar atılacak, çıkan arbedede iki taraftan
da yaralananlar olacaktı.İlginç olansa gruplardan malum birinin, diğerlerinin
üzerine naylon torbalar içinde boyalı su atmasıydı ki bu karşı tarafı polisin
yakalamasını kolaylaştırmak için yapılmış acayip sol bir eylem(!)di. Miting
sonrası yürüyüşe geçilirken, ilk saldıran grup pankartları parçalandığından
Aydınlıkçıların "Halkın Sesi" pankartı altında arkada yer alacak,
yürüyüşün son durağı Kurtuluş Meydani'na
gelindiğinde birlikte devrim andı
"biz, devrimciler olarak, bizi yok etmek isteyen emperyalizme
" içilip dağılınırken Maocu gruplar
ayrı bir yerde özünde aynı olmakla beraber emperyalizm'in ardına "sosyal
emperyalizm", faşizm’in ardına da "sosyal faşizm" ekledikleri kendi antlarını içerek TKP
yanlısı grubun üzerine yeniden
taş, sopa fırlatacaklardı.O kargaşada
kimsenin fark etmediği bir hadise
de gerçekleşecek, alana bakan Kurtuluş Ortaokulu'nun bahçesinden olayları
seyreden silahlı beş altı ülkücü koşarak
saldıran grubun içine dalarak, silahlarını ateşleyeceklerdi. Ankara’da birkaç yaralı ile atlatılan bu olayla, Kağıthane'de “Dev-Solcular halkın
parasını harcıyor” yalanıyla gecekondu
basıp, halkın üzerine ateş açan THKPC kökenli
DEV-YOL ile Kurtuluş grupları
arasında yaşanacak çatışmaların çok daha büyük bir provokasyonun kanlı bir Mayısın habercisi olacağıysa fark edilmeyecekti. İstanbul Kadırga yurdunda
bir DEV-YOL sempatizanı öldürülünce
Ankara’da iki örgün mensupları
birbirine girecek, Cumhuriyet yurdu
DEV-YOL cular tarafından Kurtuluşçulardan temizlenirken, Hacettepe yurdu ve
kampüsündeki DEV-YOL cular da Kurtuluşçular tarafından dışarı atılacaktı. ”Kurtuluş'a ölüm” haykırışlarıyla süren çatışmalarda devrimci hareket üç kayıp verince
iki sol örgüt aralarındaki çatışmanın sola zarar getirdiğini,
yaşananların provokasyon olduğunu birlikte açıklamak üzere İzmir caddesinde toplantı yapacaktı. DEV-YOL
cularla görüşen Kurtulusçu Süleyman Toklu’nun toplantı mekanından ayrıldıktan yirmi metre sonra kurşun yağmuruna tutulması…derin
güçlerce provokasyonun devamının istendiğinin
işaretinden başka bir şey olmayacaktı. Nitekim Bir Mayıs öncesi sol gruplar arasındaki kavga
tırmandırılarak devam ettirilmiş, Maocu
bozkurtlara göre “proleter Sadık Canaslan” Bir Mayıs
afişini asmak üzere 18 Nisan 1977 günü Kocamustafapaşa tren istasyonuna
gittiğinde az önce “sosyal faşist” İGD’lerin
astığı afişleri yırtarak yerine
Kadıköy Yurtsever Gençlik Derneği’nin afişlerini asarken İGD’li
Mustafa Koldamca ve Rafet Yardım
tarafından vurulacaktı. İstisnasız tüm sol
gruplar birbirlerini “devrimci gençlere pusu kurmuş sosyal
faşistler”, “Maocu bozkurt” ,
“beslemeler”, “düzenin yalakaları”
tanımlamalarıyla damgalamakla
yetinmeyip…birbirlerine ÜGD’li faşistlerden daha çok nefret, kin besleyip
karşılaştıkları her yerde de ölümü hak ettiğine inandıklarından Bir Mayıs afişini asma gibi gayet sıradan bir
eylemde bile gencecik insanların hayatlarından edilmesi vicdansızlık,
gaddarlık, barbarlıkken sol örgüt mensuplarınca
gayet olağan karşılanacaktı. Bir Mayıs öncesi Canarslan’ın
vurulmasının ortalığı yeterince kızıştırdığından, kışkırttığından emin olmadıklarından olsa
gerek 28 Nisan günü de İzmir Konak
Meydanın da DİSK’in afişlerini asan İGD’lilerle
, Maocu gençler arasında çatışma çıkacak, Maoculardan İdris Türkoğlu hayatını
kaybedecek… TKP ve DİSK de Maocuları Taksim'e sokmama kararı alacaktı. Bunun
üzerine Maocu sol grupların “alana sahip
olacağız. O revizyonistlere göstereceğiz. Kürsüyü ele geçireceğiz” mahiyetli
provokatif demeçlerine, gerçekleşmiş onca ölümlü olaya, Bir Mayıs’ın dünyanın her yerinde sağ, sol birlikte kutlanan evrenselliğine rağmen
öncülüğünde düzenlenen Bir Mayıs
kutlamasına gölge düşmemesi için DİSK‘e
resmi, gayri resmi tetikçilerin
provokasyonunu boşa
çıkararak, otuzdört insanı hayatından
eden katliamın önleyecek tedbirleri aldırmayanların kimler olduğu ???? hep bir muamma kalacaktı.
‘Büyük sözü dinlemenin faydası, ben size
demiştim olaylar çıkacak, gitseydiniz şimdi sizde o ölen masumların
arasındaydınız’ diyen anneniz izin vermediğinden gidemediğiniz o kanlı Bir Mayısta yaşananları
Konur sokakta bir apartmanın giriş katındaki
derneğinizde Canan’dan dinleyecektiniz ‘o gün’ diye söze başlamıştı
Canan ' Saraçhane su kemeri altında toplanmış korteje katılacakken, Fatih
yönünden gelenlerin pankartlarını görünce şaşırdık zira pankartlar
DİSK tarafından mitinge alınmayacakları açıklanan halkın sülalesi;
halkın kurtuluşu, halkın birliği, halkın yolu
gruplarınındı. DİSK görevlileri, bunları görünce diğer grupların da
önünü tıkadılar. Alana önde DİSK
arkasında mitinge katılması
onaylanan gruplar, en arkada da halkın sülalesi grupları girecekti.
Alana giren Kurtuluşçular; Taksim anıtı çevresine
yerleşmiş DEV-YOL'cuların kısa süre önce
öldürülen arkadaşlarını anımsatarak attıkları "beni vurmak Kurtuluş
mu?" sloganlarıyla karşılandılar. Bu esnada Tarlabaşı girişinde DİSK
görevlileri ile alana zorla girmeye çalışan halkın sülalesi gruplarının
itiş, kakışı, kavgaları sürüyordu. Aynı
anda kürsüde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler "bu alanın adı bundan sonra
1 Mayıs alanı olsun mu?" diye soruyordu ki
iki el silah sesini duydum. Sonra
her yerde silah sesleri İnter
Continental Hotelden otelinden, sular idaresinin üstünden… panzerler de ses
bombası atarak korkuyu, kargaşayı iyice körüklediler. Alanda en az beşyüz bin
belki daha da fazla insan,
o panikte Pamuk Eczanesi'nin yanından,
bulabildiği her yeri kullanarak
kaçmaya çalışırken çoğu birbiri üzerine yığılarak, ezilerek öldüler.
Ben mi o kargaşadan nasıl sağ kurtulduğumu inanın bilmiyorum. Öylece
kıpırdamadan pankartların, flamaların önüme tek, tek düşüşünü görerek olduğum
yerde durmuşum ’ Bence diyordu Cüneyt de ‘bu katliamla bir taşla iki kuşu vurdu
işbirlikçi tekelci burjuvazi; hem devrimci solun kitlesel eylemlerinin önünü
kesti, hem de olay toptan solculara mal
edildi. Demokrasi düşmanı solcular bir bayramı bile kutlayamıyor, ülkeyi nasıl
yönetecek imajı da üstüne kaymaklı kadayıf. Bir Mayıs’ın kana bulanması
kararını vermişlerdi, uyguladılar o kadar. Olaylar Maocular üzerinden
başlatılmasaydı yedek planda bence Kurtuluş ile DEV-YOL arasında
çıkarılacak çatışma vardı.’ Özenle
hazırlanmış, aktörlerinin, kurbanlarının gönüllü biçimde rollerini
benimsedikleri gayri nizami harp
operasyonu 1 Mayıs 1977'yi; Kahramanmaraş, Çorum katliamları, sayısız faili meçhul cinayet izleyecek beş bine yakın vatandaşın
öldürülmesinden bir beis görmeyecek rahatlıkta yaptırdıkları tüm bu kanlı
olayları darbe gerekçesi yapan askeri,
sivil darbecilerin nazarında ABD ile stratejik ortaklık ve işbirliği,
soğuk savaş konseptinde komünizme, demokrasiye duyulan nefret; devlet, makam, mevki, rant uğruna insanlıktan çıkış; öldürülen o masum vatandaşlarının hayatından çok daha değerli, çok daha anlamlıydı… niye mi
?? O zamanki konjonktürde Doğu Avrupa,
SSCB, Çin’deki gelişmelerin dünyaya
yansımasıyla kapitalist sistemini, egemenliğini kaybetme tedirginliğini bilerek
düşmanlaştırılan toplumu
“komünizmin” tehdidiyle de ürküterek
tüm muhaliflerini ‘komünist, anarşist, terörist” suçlamasıyla baskıya,
kovuşturmaya uğratarak onlarca insanı idam sehpasına gönderen,
binlerce kişiyi işinden ederek, bir çoğunu da toplum dışına iterek elindeki
malı, mülkü kaybedeceğine inandırdığı
ödü patlatılmış ABD’lileri sisteme
uyumlu yurttaşlığa zorlayan ABD’ye egemen tekelci burjuvazinin öncülüğünde;
soğuk savaş boyunca devam ettirilen
"bu adam komünist devlet sırlarını Ruslara satıyor” iftiralı, karalamalı Mccarthy’ciliğin; Türkiye’de tezahürü olacak insanların komünist diye tutuklandığı, Nazım
Hikmet’e vatan haini denildiği, yüzlerce askerin komünizmle savaşta hiç uğruna Kore’de şehit
edilmesine göz yumulduğu “komünzim”in
ülkeye gelmesindense müesses nizamın bekası için yaptırdıkları provokasyonlarda,
katliamlarda vatandaşlarının hayatını kaybetmesi onlar için yalnızca
teferruattı. Bu yüzden milli gelirden
pay, özgürlük, hak hukuk ve adalet
isteyen emekçilerin kitleselleşmeye başlayan mücadelesinin, devrimci sol hareketin önünü kesmek için hep yaptıkları gibi baskıdan, faşist terörden başka bir yol
tutturmak istemeyen burjuvazinin stepnesi cuntacılar, bu defa herkesin gözü
önünde komünistlere, devrimcilere,
solculara karşı her türlü saldırganlığı yapacak
vurucu timler, tetikçiler
yetiştirmek üzere ilk defa
1968’de İzmir’de 'ülkücü komando
kampları' kurdurttular ki, Ali Yurtaslan’nın deyimiyle “ kampta her çeşit silah
vardı. bir kaleşnikofun yanı sıra çeşitli otomatik ve yarı otomatik silahlar
bulunduğu” bu otuz beş ilde, yüze ulaşacak faşist, ülkücü kamplarda teorik, judo ve komando eğitimini
veren emekli subaylar da MHP'nin, Ülkü Ocaklarının diğer yöneticileri
gibi Türkeş'in 27 Mayıs darbesi sırasında cunta içindeki ekibinden ya da Özel
Harp Dairesi'nin görevlendirdiği askerlerdendi. Kamplarda eğitimden geçen“
demokratik hukuk sistemini s…ktir et, harekete geç''le hayatlarının genç yıllarını etrafa sataşarak,
tehdit, kavga ederek geçiren ülkücü gençler “işe
çıkalım” dedikleri
stajlarını ilk olarak 31 Aralık 1968 de A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Öğrenci Yurdunu basarak başlayacaklardı. Sonrasında Üniversitelerdeki devrimci gençliğe taşlı,
sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenleyerek, toplantılarını,
mitinglerini basarak şiddeti, terörü
tırmandırıp işi sokak infazlarına,
suikastlara vardırarak Vedat Demircioğlu’nu da katlettikleri silahlarıyla kan kusacaklardı. Tarihinde
Dersim’de öldürülen yavrusunun yerine
geyik yavrusunu emziren annelerin ağıtlarının yankılandığı bu coğrafyada…Türkiye’de, bugünkü siyasi,
sosyal, ekonomik parametreleri
belirleyen; bindokuzyüzdoksanlı yıllarda Alevi, Kürt kökenli insanların infazına evrilen NATO
subayı Türkeş’in askerleri, burjuvazinin paramilliter gücü ülkücü
cinayetlerinin, terörizminin kol gezdiği
yüzlerce ananın bağrına ateşin
düşürüldüğü o karanlık…o kanlı geçmişi
sen Serdar ! sen Cüneyt ! ya sen Bejna
sende mi hatırlamak istemiyorsun?
Yoldaşın onca Mustafa’nın, Deniz’in, Ali’nin, Metin’in;
çığlıklarını...marşlarını... sloganlarını...umutlarını … kahkahalarını… yürek
atışlarını...sende mi unutmak istiyorsun hesabını sormadan Ahmet?
Kimse hatırlamak istemiyor
biliyorum, bir zamanlar bir hayal, bir
ideal devrim uğruna mücadele
etmediğinden kolaycılığı, konformizmi
midemizi bulandırmış sıra dışı
yaşamlara öykünenlerin rutin yaşamlara bakışını normalleştirerek yaratıcılığı
bitiren deli saçması memuriyeti gibi
sıradanlığı seçenlere, memuriyet
gibi evlilikleri olanlara benzemek ne
kadar da yıkıcı…’bu berbat düzene uyarak hayatlarının içine eden” onlar
gibi olmayayım diye o
kadar ağlayıp, sızlayıp, eleştirip, mücadele edip sonunda onlar gibi olmak… olmayı tercih
etmek.Bu olma…bu tercih bir yandan da
bir gerçeği açığa çıkarıyor; insanlar değişirler ve bu değişim her zaman
ilerleyici yönde olmaz bazen tıpkı
yaşlılıktaki gibi değiştirmek için onca uğraş verdiği eski zihniyetine,
düşüncesine, kişiliğine dönerek senin
kafanda yarattıkları algının
dışında öyle öldürücü şeyler
yapar, söylerler ki…ilk başta şaşırsın
yine de mecburen kabullenirsin. Çünkü herkes kendi açısından haklıdır.
Maalesef herkesin kendini haklı çıkarma sebepleri vardır ve öne sürülen
bu sebepler zaten kimsenin
kendinden ödün verip de ortak noktada
buluşulamayacağını da anlatır. Buna sen de dahilsindir artık yaş otuz ya da
otuzu geçmiştir ve bu senin romanında bahsettiğin ‘giriş yapacağın aydınlanma çağın’; ehliyetin olmasına rağmen süremeyeceğine aile efradınca inandırıldığından
gerçekleştiremediğin hayalin; atlayıp tek başına nereye gideceğini bilmeden süreceğin
arabanı yolun kenarına çekip, uzaktaki
yaşamları, evleri, yolları, hayvanları izleme; ânındır. O yol kenarında, orada
geçmişin yoldaşları bugün başkalarının
“kanka”ları “hoca”ları Bejna, Serdar,
Cüneyt, Ahmet, …, diğerleri ‘neden bu hale geldiler’i
sorgulamayı bir kenara bırakıp sadece olup biteni seyretmek istersiniz.
Beklemek… görmek istersiniz çünkü gençliğin o devrim esen deli dolu rüzgarından, fırtınasından çıkan biri olarak artık
bilirsiniz ki istediğiniz kadar
yapabileceğinizi düşünün, istediğiniz
kadar paralayın kendinizi bu coğrafyada;
gidişatına, gelişmene engel teknolojik, ekonomik büyüklüğe, güce
kavuşamadığın müddetçe dünyanın kaderini elinde tutan her anlamda büyük, gelişmiş ABD, Rusya, AB ülkelerinin
istediği kadarlık bir değişim,
teknolojik, ekonomik gelişim, onların istediği kadarlık bir demokrasi
yaşanacaktır,gerisi fasa fisodur… Onlarca solcu örgütlerin üyeleri,
sempatizanları; istihbarat örgütlerinin; MİT, MI6, KGB, CIA, FBI, MOSSAD
dünyada, Türkiye de hep olageldiği üzere hem kendi, hem de yabancı ülkelerdeki sağ, sol, İslamcı fark etmez her örgütün
içine ajan yerleştirmelerini, hatta ABD’nin DEAŞ’ı kurması gibi örgütler
kurdurmasının yadsınmaz gerçekliğini
anlaşılabilir bir bahane saymaya bile razıydılar ama Türkiye de ki sağ, sol örgütlerin
de istihbaratçılarca ele geçirilip oyuncak edilmesinin az da olsa önüne geçmek bir yana, kendilerini
unutturmaya çalışan liderlerinin, yöneticilerinin yaşananlarda hiç sorumlulukları yokmuşçasına maddi, manevi
rahatlık içinde hâlâ devam ettirdikleri insanı şüpheye düşüren suskunlukları; 27 Mayıs 1960 darbesini
yapmış MBK üyesi 14’lerden; genel başkan yardımcılığını yaptığı Türkeş’in
partisi CKMP’den ayrılıp keskin bir
dönüşle sol cuntayı hazırlamak için orduyla ilişki içinde başta
THKP, bir çok sol örgütü
yönlendiren, liderlerini kullanan,
bombalamaya, adam kaçırmaya karışan militanlarına, gerillaya saklanacak yer,
silah, bomba ayarlayan, cezaevinden
kaçırtan, 12 Mart, 12 Eylül darbelerin
de mimarlarından servetlerinin
kaynağının Alyans Evleri yolsuzluğuna, 27 Mayıs’ta askeri
cemseyi Merkez Bankası’nın
kapısına dayayıp yükledikleri milyonlara dayandığı iddia edilen Esin, BE-DE-SE nakliyat şirketleri sahipleri Numan Esin, İrfan Solmazer ve Orhan
Kabibay gibi onlarca cuntacının;
Ülkenin Başbakanının, bakanlarının, gençlerinin idamını isteyen, kalemini kıran, onaylayan savcılar, hakimler, yargıçlar ve siyasilerin;
işkence yapan askerlerin, polislerin; darbe yardakçılığıyla medya, banka,
fabrika, servet sahibi olanların isimlerinin
deşifresini, hesap sorulmasını
önlemekle kalmamış Türkiye’nin tarihiyle,
yaşananlarla, kötülük yapmış
kişilerle yüzleşmesinin de engeli
olmuştur. Birazda onlara sahip çıkacak hükümetlerin düşmesiyle
yargılanmaları akabinde kırıntısı kalmış vicdanlarına yenik düşüp “devlet baba
istedi, ben de yaptım” itiraflı Ali Yurtaslan
gibi pişmanlıklarını dile getiren Ülkücü camia mensuplarına bakıp
da günahlarını bir nebze
hafifletecek, parçası
yapıldıkları kanlı oyunu fark
etmedikleri için de özür dileyecek bir tek solcu, devrimci liderin
çıkmamasının bedeliydi işte;
bir türlü demokratikleşemeyen,
katilere saygı duyulan, ötekileştirmekten vazgeçmeyen Türkiye ve
Türkiyeliler. O dönemin sol parti, gençlik, kadın, sivil toplum örgütlerinin,
sendikaların yöneticilerine sorulmayan
soru da; suçladığımız ve evet piyon
kullanılmış, beğen, beğenme zaman içerisinde kara lekelerinden,
günahlarından arınmak için ideolojisini
ılımlı eksene kaydırarak,
Kürtlerle özellikle de Alevilerle ilgili
geçmiş argümanlarında değişikliğe
gidebilirken ırkçı MHP, peki siz ne yaptınız, nasıl bir çaba
sarf ettiniz? geçmiş
argümanlarınızda, birbirinize takındığınız öldürücü tavırlarınızda hiç mi
hatanız, hiç mi yanlışınız, hiç mi
eksiğiniz yoktu?
İnsan düşünmeden de edemiyor, acaba sekiz Nisan
dokuzyüzyetmişaltı günü faşistler tarafından basılan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesinin kapısında iki arkadaşıyla
vurulan. Hakan Yurdakuler’in ölümünü, faşist saldırıyı protesto eden devrimci
gençler Kurtuluş Meydanı’nda toplandıklarında, polisle, aralarında çıkan ve
üç saat süren çatışmada polisin
ateşi sonucu Esari Oran, Burhan
Barın öldürülmesi, yirmi
gencin de yaralanması üzerine
“olaylar bizi derin derin düşündürüyor…” diyen Başbakan Demirel “derin derin
düşünürken” onbir Nisan’da MHP Genel
Başkanı Türkeş’in SBF öğretim üyelerini
de suçladığı “ülkücüler devlet güçlerine yardımcı oluyor!” demecinin devletin güdümündeki tetikçiliklerini kanıtladığı ÜGD, MİSK, MESS,
POL-BİR’li sağ örgütlerle hem de Aralarında devrimin silahla savaşarak
mı, barışçıl yollardan mı
yapılması gerektiğine dair
kapatılmayacak derinlikte !!!! anlaşmazlık bulunduğundan birbirleriyle
de çatıştırılan sol örgütlere üye milyonların
‘devrim yapacaklarına inanmaları,
inandırılmaları da SSCB’de, Arnavutluk’ta, Küba’da, Bulgaristan’da
milyonlarca insanın kaybıyla, mücadeleyle gerçekleştirilmiş devrimin, sosyalizmin
mucizevi bir hayal… bir ütopya
olmayacak somutluğundan mıydı?
Biz solcular, devrimciler öylesine bir
inanmışlık…öylesine bir inandırılmış içindeydik
ki , darbeden bir gün önce onbir
Eylül bindokuzyüzseksende,
Eskişehir’de Basın-iş sendikası
toplantı salonunda ‘ Yoldaşlar inanın, tuğlasını “DGM’yi ezdik sıra MESS de”yle
bayraklaştırdığımız şanlı direnişimizle koyduğumuz; milliyetçi cephe
iktidarının faşist yönelimlerine,
Amerikan emperyalizmine karşı işçi, köylü, aydın, esnaf, her kesimden yurtsever
ve ilerici kitlelerin, emek
örgütlerinin, sendikaların, ilericilerin güç,
eylem birliği Ulusal Demokratik Cephe öncülüğünde İleri Demokratik
Devrim artık kapıda. Her an, her şey olabilir…sizler de her an her şeye hazır
olmalısınız” konuşmasını heyecanla alkışladığınız dernek başkanınızın,
yöneticilerinizin devrimci coşkusuna
kapılmış bir sel gibi akarken
o anda “engel olan herkesle
çatışılır; Devrime” kim karşı çıkarsa onu
öldürecek durumda ne
provokasyon… ne derin güçler…ne de başka
bir şey düşünecek halde değildik.Aklın sınırlarını zorlayan bir inanmışlık…bir inandırılma içinde bırakın tarafından desteklendiğiniz, yardım aldığınız SSCB, Küba, Çin, Arnavutluk
gibi sosyalist ülkelerle örgütünüzün,
partinizin, derneğinizin, sendikanızın dolayısıyla kendinizin de
kurduğu bağımlı ilişkinin attığınız
“Tam bağımsız Türkiye” sloganıyla nasıl bir uyumluluk gösterdiğini düşünmeyi,
kendinizi cebinizde bir tek kimliği eksik
sosyalist ülkelerin vatandaşı saydığınızdan, ABD ve ortakları ülkelerin takımları
karşısında alınan bir yenilgide,
yenilmişçesine kendiniz yataktan çıkamayacak kadar kötü hissettiğinizden
uluslararası herhangi bir yarışmada Dünya Şampiyonasında, Kupasında,
Olimpiyatlarda, buz dansında, jimnastikte, güreşte futbol da ülkenizin yarışıp, yarışmaması asla önem arz
etmeyecekti. Hayatın çok başındaydık
gençtik…deneyimsizdik bu coğrafyada, Ortadoğu da; çoğulculuk, demokrasi yerine çoğunluk, baskı
ikame edildiğinden yaşanan ülkede hangi
köken, din, mezhep, inanç çoğunluğu oluşturmuşsa kendisini koruyan, kollayan
müesses nizamını da kurarak dışında kalan ne var ne yoksa hayatını zehir eden ötekileştirmeyi normalleştirdiğinden; ne Türkler, ne Kürtler, ne Araplar,
ne Ermeniler, ne Ezidiler, ne Suniler, Vahabiler, Şiiler, Aleviler, ne
Dürziler, Şamanlar…ne Laikler, ne İslamcılar, ne sağcılar, ne solcular, ne
Kemalistler, ne Tayyipçiler kirlenmemiş hiçbir köken, mezheb, ideoloji ve
insanın kalmadığını bilmiyorduk. Yaşamın her alanında
bilinçli bir tarzda toplumdaki çoğunluğun elindeki devlet, örgüt ve kişiler; bir kadını bir erkek başı açık, saçları fönlü, elleri manikürlü tuvaletli, smokinli,
etekli, pantolonlu çağdaş !! kıyafetler
içinde gördüklerinde ‘bizden işte; tam bir Cumhuriyet kadını…erkeği…” ya da
“biz Türkler”, ‘biz devrimciler’,
‘biz laikler’le konumlandırıp toplumda
öyle giyinmeyenleri, öyle olmayanları
o ‘biz’in karşısında bir yere koyarak
diğerleştirince… ötekileştirince
karşıtlaştırdığı da ‘bacağını açmış kadının, dar pantolon giymiş metroseksüel erkeğin yeri cehennemliktir’,
‘Kürtler, Türklerden daha kadim topluluktur’,
‘biz Müslümanlar… biz müminler”, “biz milliyetçiler’le aynısını
yapmaktan çekinmeyerek; desteklediği partiye, sivil toplum örgütüne,
derneğe, düşüncelerine, dini
inanışlarına, giyimlerine, yemelerine, içmelerine, en akıl almazı ‘kansere razıyım o markadan evime tek bir
bisküvi sokmam… dincilere para taşıyacak Ülker, Torku markalı tek bir şey
almam’, belediye başkanı AKP’liyse “Hamidiye suyu alıp ta bu yobazlara kaynak
sağlamayın” eğer CHP’liyse bu defa da ‘ CHP zihniyetine Hamidiye
suyunu alarak para kazandırmayın”la aldığı, kullandığı markaya göre insanlar ‘bizleştirilecektir.
Bizimkiler bizleşince de onlardan…”biz”den
olmayan kim var, kim yoksa kine,
öfkeye, nefrete, isyana itileceğinden bizleştimeyi yapan illaki bir gün kafasına sıkılacak silaha mermiyi de kendisi sürmüş olacaktır. Böylece de ötekileştirilip dışlanarak yaşamaya
zorlananlar “biz”in yanında baskıya
maruz kalmadan sorunsuz, rahat yaşamak uğruna aslına ihanet gerektiren,
kendilerini çoğunluğa …”biz”e dahil
edecek "ben de beş vakit namaz
kılmıyorum lakin orucumun tamamını tutarım. Oruç tutmayanların Müslümanlığından
ben de şüpheye düşüyorum", “beş vakit namazımı da kılarım ama akşam bir
tek de atarım, ibadet başka o başka”,
“ben de Kürdüm ama dağa çıkmak ….”, “bende Aleviyim ama diğer Aleviler
gibi ateist değilim” , “benim giydiğim mini etek normal ama bazıları bundan da
kısalarını giyiyor. O zaman abartı oluyor tabii...", "benim
eşcinselliğim yine çok belli olmuyor... bazıları abuk sabuk makyajlar falan
yapıyorlar. O kadarı da rahatsızlık veriyor cidden. Eşcinsel olduğunu gözümüze
sokması gerekmez ki!" , "ben
ve benden uzun olanlar uzun boylu sayılır." söylemleriyle ‘aslında ben de sizden biriyim. Sırtımı size
dayayıp o sıcaklığı ben de hissetmek istiyorum. Normal olduğumu kabul ederseniz
sizden daha çok dışlayıcı bile olabilirim." şeklinde “ben”li sınırlar
yaratarak ‘biz’ci devletin, toplumun, örgütün, kişilerin sunacağı olanaklardan faydalandırılacakları
‘makbullüğe’ adım attıkları ‘bizleşme;onlardan olma’ yolunda birilerini harcayarak yaşayacakları bu
dünyada en acı şeyin de geçmişin mazlumlarının bugünün zalimleri
olması gerçeği olduğunu, bu durumun belki de ancak mazlum, zalim olma dışında
bir seçeneğin daha bulunduğunu anladıklarında değişeceğini de bilmiyorduk.
Ama artık bugün biliyoruz değil mi
Haldun, bir ideal uğruna zorlu bir yola
birlikte çıktıklarımızın her an bizi tek
başına bırakabileceği bu coğrafyada; çocuk
yaşta birbirini tanımadan,
sevmeden evlendirilen, kanaat önderlerinin peşine takılan… taktırılan
insanların, başka bir kanaat önderinin peşine taktırılan insanları
öldürmesiyle oluşturulan kara parçalı
dünyayı, ülkeyi şekillendiren
memur zihniyetli insanların devamı olduğumuzdan
belki de, en kendi halinde yaşayandan; en sözüm ona
marjinal, tabuları yıkmış adeta özgürlük savaşçısı, demokrat kesilen kişiye kadar sağ, sol, demokrat, İslamcı
her bir vatandaşın iliklerine işletilmiş imkanını bulduğu anda eninde sonunda elbette iyi bir gaye için !!!! hiç
olduklarının farkında varmalarını da istemedikleri bireylere, elli yaşına da
gelseler de kendi doğrularını… düşüncelerini…yaşayışını dikte ettiren “
sınavda iki milyon arasında sıralamada
ilk 1127.inci olan oğlunu devletin Üniversitesinde bedava okutmak varken niye BİLKENT’te paralı… yarı paralı %50 burslu
okutuyorsun? Neymiş oğlan orayı istemişmiş,
gülerler adama, olur şey mi”,
“maaşını böyle yiyeceğine üç beş kuruş bir kenara at, biriktir, kredi çek ev
al”, “hazıra dağ dayanmaz”, “baban yemişti Gölbaşında tuzda balık”, “senin
yerinde olsam…” “otele gideceğime
yazlığa giderim, çocuk içinde iyi
olur, temiz hava…bahçeden taze sebze saltalık, domates, biber taze taze
kopar koy tabağa…çocuğun varsa en rahat
edeceğin yer yazlık hem annenler çocukla da ilgilenir….bayılırlar toruna,
torbaya, yeğene sende tatil yapasın..bırak torunlarıyla uğraşıp dursunlar
”lı gündelik yaşamlarına müdahaleyi de hak gördüren; hayatın her anına, her ayrıntısına sızarak
kendini gizlemeyi becermiş faşizmin
artık genetikliğini de anladığınızdan eğer devrimi yapsaydık gerekliliğine inandıklarından halktan
biat isteyecek her biri bir
Robespierre, Mustafa Kemal, Lenin,
İnönü, Stalin , Putin, …, Hitler, Evren,
Erdoğan olup diktatörce yönetecekleri yürütme,
yargı, yasama ve askeri gücü de kullanarak kendinden olmayanı, muhalif
herkesi, kendilerini hafifçe
uyaracak yandaşlarını dahi hani
denir ya "astılar, kestiler"le
yok ederek… yaşam hakkı tanımayarak…en temel insan haklarını askıya
alarak, Ülkeyi de Hitler’in
Almanyası, Stalin’in SSCB’si,
Çavuşesku’nun Romanyası, Tito’nun Yugoslavyası, Jivkov’un Bulgaristan’ından
farksız kılacakları Türkiye Cumhuriyetinde güzel günler ne kadar yakın… ne
kadar uzaktır kim bilebilir ki? Darbe
sonrası yaşanalar ideallerin,
hayallerin, devrimin korkunç gerçeklere
yenilip de giderek küçülmesiyle eksilmeye başladığı noktada insanı varoluşsal olarak etkisiz elemana
çeviren, hayatın
boktanlığını…boşluğunu anlattığından artık hiç bir şeye şaşırmayacak, hayret
etmeyecek, değiştirmek istediğiniz kapitalist sistem tarafından bir ev, araba, yazlık, evlilik, çocuk isteme
vari makul beklentiler içine alınırken
de kaybetmenin…yenilginin nelere mal olduğunu da bildiğinizden, gördüğünüzden
sadece zafer garantiyse savaşmak isteyeceksinizdir; böyle bir şey…böyle bir yaşam da yokken…
içten içe de kazandığını sanacağın zaferin gerçek bir zafer olmayacağını da pek ala
bilirken derdin ne? Aldatılmak
mı? O dinamik, genç günlerinin,
yıllarının aldatılmakla geçmesine izin
verdiğinden mi bu boş vermişlik? Yorulmak mı hayattan? Yarım kalmış bir
devrim hikayesinin ortasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını
belirsizliklerin seni içine hapsedeceği kocaman delikte kaybolacağını da bildiğinden belki de bir yanda alışkanlıklar, bir yanda
belirsizlikler, bir yanda hayaller, bir yanda gerçekler dururken sen bir yerlere takılır öylece kalakalırsın,
ne tarafa kayarsan merkezden uzaklaşacaksındır ama artık sen; dağıtan,
korkutan onlarca şey görüp yaşadığından
o merkezde hiçbir şey yapmadan öylece
sabit kalmak isteyeceksindir. Tuhaf değil mi hâlâ dünde ki gibi bir yandan koşmak
istiyorsun, bir yandan hiçbir şey yapmadan sadece zamanı daha çabuk
geçirteceğinden gündelik işlerini hemen yapıp
uyumak istiyorsun, o kadar.Herkes senin gibi olmaz ki; kimisi
aldatılmanın, yaşadığı acının hıncını başkalarından çıkarmayı sever ki bu bir
çeşit kompülsif rahatlama şeklidir ve kalleşçedir ve bildiğin faşistçedir…
evet! maalesef kalleşlik, faşizm yüklenmiştir
hayatlara, ilişkilere, romanlara
ama bunu hayatın başında yaşamak; üç beş üniformalının çok ötesinde bir
şeydi…1930'ların İtalya'sında gündelik hayatın tam içinde oluşuna iğrendiğimiz,
komikliğine güldüğümüz faşizmin etkisinde birbirinden saplantılı, bir o kadar da tuhaf ama Ülkemizde her yerde
karşımıza çıktığından tanıdık halk,
örgüt, parti liderleri, öğretmenler, patronları anlatan Amarcord’u
izlerken tüm ilişkilerine damga
vurduğu halde faşist tavrı içselleştirdiğini fark edemeyen etrafımızı çepeçevre
sarmış milyonların farkına varmak dahi senin boktan hayattan kopman için
yeterli bir sebepti değil mi
Haldun?
O bir iki dakika süresince aklınızdan geçenleri; eski
hayaller , güzel hayallerdi be, belki gerçekleşmedi ama benim hayalim olduğu
için beni mutlu kıldı düşüncenizi anlatmadığınız Haldun’a ‘düşünsene cüzdanımdaki vatandaşı olduğunu gösterir kimliğimi veren
devletlum bana ‘sen müfettiş…sen memur olmazsın ve dahi sen hiçbir şey olmayacaksın çünkü benden değilsin.Senin düşünceni…senin
kökenini…senin mezhebini…senin bakışını
onaylamıyorum’u resmi evrakıyla iletiyor bana.O günlerde ve inan
bana şu an ve de henüz o kağıdı elime aldığımdaki yıkılışımı, kinimi yazılara, söze dökecek bir kelime icat edilmedi. Bence
Ermeni Tehcirinden ilham alan Yahudilerin işine, mallarına el koyarak açlığa
mahkum eden Nazi kamplarında işkenceden geçiren
Hitler Almanya’sından Türkiye’nin hiçbir farkı yoktu.’; ‘orda dur ! ‘
diyorsun sertçe ‘bir hakkı teslim edelim ki
yedi düvele nam salmış ecdad kabrinde rahat uyusun.Ben ecdadımın hakkını kimselere,yedirtmem hele sana hiç !
Bizim ecdat neyi dünyadan örnek almadan yapmış, icat etmiş
de tehcir eksik kalmış. Farklıyı ötekileştiren kötülüğün, ırkçılığın,
kanın asalet taşıdığına inancın temeli
onbeşinci yüzyıla; kötü kraliçe
Isabella’ya dayanıyor bacım. İspanyol Kraliçem
Yahudilere bahşettiği
kötülüğünün dini fikirlerinden
değil kanlarından kaynaklandığına
inanıp din değiştiren Yahudilerin
hükümette, orduda nüfuzlu pozisyonlara
gelmelerini engellemek için İberya’da “Kan Kanunlarını” yayınlamış. Yani
suçlayacaksan ecdattan önce Kastilya Kraliçesi Isabella’yı suçla!’; ‘kim
başlatmışsa başlatsın, yıl Bindokuzyüzdoksan
hâlâ daha aynı bildik şeyler
devam ediyor, yaşanıyor.Böyle hınç…böyle
öfke doluysak bunun nedeni bu devlet…yansıması bu toplum ’ ; ‘devlete hakim
köken, mezhepten olsan da kendisi gibi düşünmeyeni de damgaladı
bu devlet. Beni askere götürdü, savaştırdı ama devlete işe almıyor.’;’ gazi olsaydın işteydin’;’yani
sakat mı kalsaydın diyorsun ve ben bunu söylememişsin kabul ediyorum’;’
haklısın’ saatine bakıyor ‘ oooo saat bir buçuk olmuş. Mesai başladı artık
gideyim ben, çok meşgul ettim seni.
İnmişken Kızılay’a Cici Piknik’ğe de uğrar,
döner ekmek yerim’; ‘ aç mıydın sen, niye söylemedin hay Allah ‘ yolcu etmek için masadan kalkıyorum ‘aç
değildim, şimdi vicdan yapma sanki
yemediğim yer mi’; ‘Jitan’ı da al, iyi
gider rakı’nın yanında’ paketi cebine
koyarken o gür sesinle kahkaha atıyorsun
‘kısa günün karı Gitanes; hiç yoktan iyi’ kapı eşiğinde ‘ valla kendimi..derdim ne onu
dahi tam olarak çözmüş değilim. Belki de
hayatı bizim gibi fena yediği silelerle,
tokatlarla dolu Lou haksız değildir ‘tüm
bu olup bitenden sonra, en iyisi ölmek ‘ yazmakta… ‘; bazen her konuşma sonrası
espri nieyetine nakarat halinde tekrarladığımız ‘bak sonra yok ben duymadım, demedim,
konuşmadım vay bu niye böyle demek yok’ ; anneannemin “öyle değil ama öyle olsun’ söz
öbekçiklerinden “ öyle değil ama …” aynı anda söylüyor ve gülüyrouz. Muhtasar
beyannamesini doldururken aklıma takılıyor Lou için söylediklerin ‘niye öyle dedi
ki’ diye düşünüyorum ‘deli oğlan.Bir insan nasıl bu kadar değişir? tanıdığım en düzgün, en vicdan sahibi, en
kültürlü, en kibar ağzından çıkan her kelimeyi kılı kırk yararak seçen, küfür
nedir bilmeyenlerden biriyken ne oldu, nasıl da değişti ??? doğru soru
bu kadar değişmesine ne, neden oldu? Onca Yoldaşını, iki ağabeyini
kaybetmek, oniki Eylül darbesinde
içerde kalmak, işkence görmek, fişlenmek
, Kürdistan’da askerliği komando yapmak
yeterde artar bir insanı delirtmeye; iş
görüşmesinin sonucunu da… olumsuzdur yoksa
söylerdi. Eminim iş görüşmelerinde işe alınmamak için her türlü absürtlüğü
yapıyordur. Bir keresinde kendisiyle görüşme yapan erkek elemana “göt herif!
niye yan bakıyorsun bana” kadına da “ boş ver şimdi mülakatı akşam Kumrular
sokaktaki Kapadokya’da bir bira içelim
mi” demiş biridir O. Aslına
bakarsan hepimizden akıllı; günün on
saatini dört duvar arasında heba etmekten kaçıyor; etrafımızdaki kendini
bir halt sanan ahlaksızken;
ahlaklılığından bahseden, yalancılıklarına dayanamadığımız, haksızlığa,
adaletsizliğe göz yuman, kendinden bir
üst konumundakine yalakalık yapan insanlarla haşır neşirlikten uzak olmanın
cezp ediciliği insana neler yaptırmaz. İleri Demokratik Devrim gerçekleşseydi
belki bir bakanlığı yönetecek Haldun
ve
şimdinin tuhaf tuhaf etkinlikler, anketler, projelerle uğraşıp aldıkları
eğitimden alakasız konumda çalışan...yaz, kış manasızca kravat takan, takım elbise, tayyör giyen …
sabah akşam servisle işe gidip, gelirken
yolda uyuklayan…pencerenin üreticisi Maykrosaft'ın kutucukları Türkçe'ye "hücre" çevirmesinin
yaraya basılan tuz olduğu bilgisayar ekranından gözlerini ayıramadan tüm
günü bir kutu içinde, kutucukları doldurarak geçiren…işyerinde her türlü entrika ile baş etmek zorunda
kalan… kimsenin işinden, işinden memnun olanın parasından,
parasından memnun olanın da hayatından memnun olmadığı, hayattaki yegane amacı on yıllık konut ya da
tüketici kredisiyle bir ev, bir yazlık, bir araba almak, şu arabayı bi
değiştirmek, en büyük başarısı fotokopici çocuğu g.t etmek…telefonu İphone… eşi
çakma sarışın, çakma Kıvanç Tatlıtuğ…salonu kullanılmayan mobilyalarla döşeli,
susmayan TV'li, tutkusu futbol, dizi seyretmek olacak ofis, Plaza, Towers’ınların ufak tefek, minik burjuvaları beyaz yakalılık kağıt üzerinde dahi yana yana gelebilir mi?Ne demişti görün bakın! bu
sistem benden; dışarıdan baktığında havalı fiyakalı gözüken kimin elinin, kimin cebinde olduğunu bilemeyeceğin
Plazaların, Towersların, ofislerin
içinde ‘ evden de şirkete
bağlanıyorum, benimle işi olanların canı ne zaman isterse o zaman çalışıyorum.
O an ne yaptığımın nerede olduğumun bir önemi yok, kendi sorunlarım ne kadar
büyük olursa olsun, önce şirketimin sorunlarını çözmem gerekiyor, zaman ve
mekandan bağımsız çok rahatım gerçekten, kıskanılıyorum’lu kısır döngüde çalış kazan, harca mecburen
daha çok çalış, daha kazan, daha harca konseptiyle kurulan küçük dünyalarında, boyunlarında sıçmaya
giderken bile okuttuklarından dışarıdaki
hayatlarında da kullanmaya çalıştıkları
metro turnikelerinde AKBİL, ANKARAKART yerine çoğu kez bastıkları yaka kartları Kral, Kraliçe
edasında dolanan; canımlı, cicimli
konuşurken arkanı dönmeye gör… anında
dedikodunu yapıp sonra yüzüne gülmeye devam eden, her konuda olduğu gibi yeme içmede de birer gurme kesilen en alengirli yemek tariflerini
yaptıklarından sanırsın ki evlerinde her
akşam Rokfor eşliğinde kırmızı şarap içip sinema, edebiyat, felsefe tartışıyor, halbuki bir çoğunun aldığı maaş üç kuruş olduğundan evde köfte, şnitzel, pilav, envai çeşit sosla
makarna, salata yapıp dizi izleyen, çantalarında, çekmecelerinde
sonuna kadar okunmamış kitaplar bulunduran… kaş göz arasında sosyal
medya; Twitter, Facebook, Instagram uğraşan bir beyaz
yakalı yaratamayacak. Ha bir de sürekli
şikayet ettikleri altın kafesten dışarı çıkmaya cesaret edemediklerinden bir
numaralı hikâyeleri hep planını
kurdukları emeklilikte küçük bir sahil
kasabasına yerleşip sebze, meyve yetiştirerek;
ahlaki değerler alt üst etmiş,
kötülük yüklü ruhlarını arındırma
peşindeki ‘kıyafetleri şık, ruhları
satın alınmış hem kendi cinslerine hem de karşıt cinslerine karşı sürekli
rekabet, birilerini ezme, hiyerarşi kurmak için
ömrünü bir garip koltuk hırsı uğruna harcadığından samimiyetsiz… gülmesinde, ağlamasında,
konuşmasında hep bir gizli hesap barındırdığından hep tetikte durmayı gerektiren köle’ler topluluğundan olmaya dayanamayacağından, beyaz yakalı
olmaktansa…işsiz sürünmeye razı Haldun değil miydi ’arkadaş ben anlamam;
kapitalist toplum iki sınıftan oluşur proletarya, burjuvazi bir de bunların arasını yapmaya çalışan küçük
burjuvayı sayarım, nedir bu beyaz, mavi yaka, prekarya ayrımı;
beyaz veya mavi yaka kapitalizm açısından ikisinin de tek tanımı var;
herkes parayı müşteriden alıp sahibe(ye)
götüren köle(yim) yiz.’ diyen.
Dahili
telefon çalıyor, ahizeyi kaldırırken bardakları toplayan Nuray’a ‘patron ne zaman geldi’yle kaş, göz ediyorsun
‘az önce’ diyor usulca.Ahizede patronun ince sesi ‘Yıldırım, dönmedi mi daha?’; ‘bankaya
uğrayacaktı, ancak gelir’ eminim şimdi ahizenin kordonuyla oynuyordur ‘ ..akşam Hasan Albay, Refik binbaşı
gelecek.Viski, kuruyemiş aldır, meyve
muz falan da; Yıldırım evini arayıp söylesin gecikeceğini. Muhtasar hazırsa getir
imzalayayım, Milli Eğitimdeki toplantıya yetişeceğim’. ;’hazır Nuray’la yolluyorum’
Bu ODTÜ’lüler ne kadar da boş, statükocu ve de bencil
çıktı; nezaketten de bir haber. Samuel Beckett’ın adını bilmez
‘Jack Daniel’s’ stoklar. Bu nasıl bir
bağlantı kurmadır; tanka, tüfeğe, uçağa,
bombaya, polise, askere sahip koca Türkiye Cumhuriyeti seni hasım, düşman,
açlığa mahkum ettiğini ilan etmiş, iş kapılarını yüzüne kapatmışken bu
beğenmediğin adam elinden tutup da iş vermeseydi hâlâ orada, burada sürünüyordun.
Onun sayesinde eve ekmek götürdün, nankörlük etme. Samuel Beckett okumamışmış;
ne affedilmez, ne korkunç bir kusur. Korkağın tekidir eğer
Özal güvenlik soruşturmasını, 141-142’yi kaldırılmasaydı seni işe alır mıydı sanıyorsun ? Yine de devletin
mimlediği birini işe almayabilirdi. ‘ Dalmışsın, geldiğimi görmedin. Haldun’la
karşılaştım, sizin oradan geliyorum
dedi; Cici Pikniğe gidiyormuş hali bir tuhaftı’yla bankadan çektiği paraları masaya koyuyor ‘kaç
kere bu kadar parayı cebinde taşıma çanta kullan diyorum, nafile biri
takip etse, kıstırsa… zar, zor hak ediş alabildik MSB’den , bir de çaldırsak…gitti maaşlar’;
‘endişelenme’ kabanın iç ceplerini
gösteriyor ‘ ne kadar derinde cepler; kim kabanımı açacak, elini daldıracak da
paraları çalacak ’ Casio marka hesap
makinesini önüne çekiyorsun ‘parayı
sayacağım, kafamı karıştırma’ Nuray beliriyor kapıda ‘Yıldırım! patron çağırıyor,
gelirken iki milyar da getirsin
diyor’; ‘ sen parayı say, ben de ödeme makbuzunu yazayım, acelecedir, kızar
geciksen.’ Önündeki paralara bakıyorsun
her şey bunun için, her şey buna sahip olmak için, her şey…Put gibi… din gibi…
vatan gibi… inanç, batıl inanç gibi…başarı gibi… kendi meziyetsizliğini,
yapabilme gücüne inançsızlığını, güvensizliğini, örtmek için insanoğlunun
kendi yarattığına kendisinden daha fazla değer vererek tapması, hayranlık duyması hayatının
devamının kendi eliyle yarattığına muhtaçlığı anlamsız… ürkütücü bir film
adeta, bir kaç kez izlenince daha, daha
zevk de veren. ‘Sana para bir erkeğin
her şeyidir demiş miydim? demişti bir gün Serdar her zamanki ukalalığıyla ‘Evet! bu dünyada her şey paradır.Aksini
iddia eden ancak kendini avutuyordur. Aşk, evlilik, dostluk, mücadele, özgürlük
bunların hepsi hikaye. Paran varsa arzuladığın her şeye; her kadına,
her erkeğe, hayallerini süsleyen
o spor arabaya, tripleks havuzlu
villaya, lüks restaurantlarda ıstakoz, havyara, Miami, Florida gibi
şehirlerde tatillere, Las Vegas’ta kumara; daha düşlerinin yetmeyeceği nice
şeye sahip olabilirsin. Evet !hayat budur…hayat paradır. Aşkı , meşki, sevgiyi,
saygıyı, makamı, mevkiyi geçiniz.
Kadınlar…’ susuyor, sana bakıyor ‘evet! devam et, çekinme kadınlar ne?’;
‘kadınlar zengin olsa dahi bir hiçtir.
Çünkü yaşamayı beceremezler. Ayrıca, düzülen bir varlığa saygı gösterip ciddiye
almamı bekleme.... ‘ kala kalıyorsun,sert bir sesle ‘hele de bakın bizim
Freud’umuza; Sekiz Mart Dünya Kadınlar
Günü yasallaşın, cinsiyet ayrımcılığı kalksın ifadeli onlarca bildiri yazan, pankart hazırlayan senin için anlaşılan; böylesi aşağılayıcı
bir düşünceye geçiş hiç de zor olmamış; kadınlarla ilgili
bütün o var olan “dişi köpek kuyruk
salamazsa…saçı uzun aklı kısa”lı yargıları yaratan, aklı belden aşağı bir şeye
çalışmak istemeyen düzene hakim erkekler
olduğunu bildiğin kapitalistliğinin yanında erkek egemen bu düzen nutkumu tutturacak kadar iyi evirmiş
seni de; küçük yaşta evlendirilerek,
okutulmayarak istihdamda yer alması, bilinç düzeyi, özgürlüğü engellenen, kendisine hizmet temelli anne, eş, abla rolü biçildiğinden bir sutyen, bir atlet, bir don
almak için dahi erkeklere, babasına, kocasına
el açmak zorunda bırakılan milyonlarca
ev kadınına ki bu oran Türkiye’de
%90’dır, erkek egemen
sisteminizde nefes aldırıp, her gün al şu bin TL ‘yi harca deyip
harcayamadığını gördüğünüzden tabii bu çıkarımın, değil mi? Kusura bakma da erkek milleti
ne? düzecek birini bulmak için
ki, o yolda hayvan görse
affetmeyecek sekse düşkünlükte; batakhanelere,
kötü yollara düşecek kendini, kişiliğini
o hiç dediğin kadının, altına serecek
kadar zavallı…’ dua eder gibi
ellerini birleştirip ‘ tamam…anladım…özür,
özür…’ diyen Serdar aslında haklıydı
‘iyi halt ettiniz, parayı bulmakla Lidya’lılar’ diyesinizin geldiği parayla
ilgili söylediklerinde. Para yoksa
sırtımızın kamburu evlerimize ekmek, sebze, meyve, deterjan alma,
çocuğun okul taksitini yatırma derdimiz,
telaşımız ve bizi hep aynı yerimizden
yaralayan onlarca gerçeklerimiz
karşısında çokk çaresizizdir.Her şey ama
her şey de aksi istikamette ilerler gibidir çünkü onu değiştirmek içinde
gereken para da nanay olduğundan alternatif de bulamazsınız. Para laneti
özgürlükte getirir ‘komünistim ben’ diyebilirsin hiçbir işadamı, hiç bir zengin elindekini, avucundakini alacak bir sisteme
evet diyerek kendi ayağına kurşun sıkmaz ‘varsın söylesin’ le gülünüp geçilir
söylediğine ama paran yoksa o sözü söyledin diye tutuklanır, bilmem kaç yılda hapis yatarsın.
Üniversite de ailelerimizin bize
yemelerinden, içmelerinden, giyimlerinden kısarak yolladıkları harçlık ile
yıkacağımız devletin Kredi Yurtlar Kurumunun öğrencilere verdiği, işe girdiğimizde maaşımızdan
ödemeyi taahhüt ettiğimiz krediden
gelen paranın bir kısmını derneğe, örgüte geri kalanını da birlikte harcadığımız; “herkesten yeteneğine,
herkesten ihtiyacına göre…” şiarlı bir düzenin
kara sevdasındayken hayatı etkileyen tek gücünü umursamadığımız paranın, malın, mülkün olduğunu görmek nasıl
da kahretmişti hepimizi, o güne dek hiç para sıkıntısı çekmemiş Betül’ü de ‘ev, arsa, mal mülk için insanların
birbirlerini gırtlakladığı, kimsenin
kimseye bir bardak çayı dahi
bedava sunmadığını bilmek istemediğimiz gençlikte; Üniversitede,
yurtta yokluğunu, sıkıntısını
çekmediğim ama gariptir evlilik sonrası
yokluğunda bana hayatı öğretmiş madenî
olanı şıkırtılı, kağıt olanı gıcırtılı paranın bana yaşattıklarını bir bilsen
demişti telefonda Betül, sesimden şaşkınlığımı fark ederek; lavabodan
kırıntılarını toplayıp elimi yıkayacak sabunu
bulduran bir sıkıntıydı öyle, böyle değil. Bahçede toplattırdığı efelekle, madımağa bulgur karıştırıp karın doyurmayı öğretti bana hem
de üç beş gün değil, yıllarca. Hah amacım dramatize değil biliyorum ki efeleği, madımağı katık, gözleme yapan
annen de yıllarca çorba niyetine
sade suya şehriye atıp yedirmişti sizlere de. Okul sıralarında o hengamede
anlayamadığımız aileden gelen parayla mücadeleye, eğlenceye herkes varmış da
işsizlikte, açlıkta kimse olmayacakmış yanımızda.En çokta param yokken anladım;
bir şeylere karşıdan bakmayı, kabullenmeyi, üç beş elbise gibi dünyevi şeyler
için şereften ödün vermemeyi, yoldan sapmamayı, farkında olmadan karakterimi sınayarak.Geçen yıl, annemin
vefatıyla bir miktar para kaldığında, bankaya işim düştü. Cebimdeki beş lirayla
hiç itibar görmeyen biriyken, ayağa kalktılar, elimi sıktılar "n'oluyo
lan?" dedim içimden, "Ben sizi falanca hanımla tanıştırayım; müşteri
temsilciniz o olacak." dedi biri. Sonra falanca hanım'a döndü
"Betül, hanım, bu x hanım, bu da
falanca hanım." Zaten bankaya
ablalarımla kafamız kazan gibi gitmiştik. Aileye sonradan girmiş üveyler,
enişteler para hakkında bizden çok
konuşmuş, yıpratıcı olaylar
yaşatmışlardı. Annem yaşarken "bana bir şey olursa" diye başlayan
cümleler kurduğunda "anne, n'olur sus. olmaz olsun öyle para."
derdik.Bankada ablalarıma döndüm
"keşke şu para kalmasaydı da bu çirkinlikleri görmeseydim. İlk günden iğrendim." gözlerim yaşla doluydu. Dün Hatice’yle konuşurken telefonda söz açıldı. "bir de
üzülüyorsun annen öldü diye." dedi ki
yurtta aç biilaçken evden
getirdiği kurabiyeleri biz yemeyelim diye dolabının en ücra yerine
saklamış, paracı Hatice’den yıllar geçse
de böyle bir söz beklerdim yine de bu
benim bittiğim andı ‘annem ölmüş benim…annem’
o derece dondum kaldım ki, telefonda "tuuu" diye tüküremedim
ama içimde ukde bırakmayacağım yüz
yüzeyken yapacağım bunu” dediğinde
‘biliyor musun; güzel, mutlu bir
çocukluk, iyi eğitim, kaliteli sağlık hizmeti, ulaşımda sınırsız özgürlük,
hesabı ödeyebilecek refah bir hayat
sürmek için parasız hayat gerçekten çekilmiyor’ diyenler para içinde yüzenler değildir,
fakir… bildiğin fakirlerdir;
ordan biliyorlardır parasızlığın,
yokluğunun zorluklarını. Haksızlar mı? Hayır, haksız değillermiş, belki mutluluk,belki huzur getirmez, kimseyi iyi insan yapmaz; iyi, vicdanlı bir insan
olamamaktan kaynaklı problemleri çözmez ama parasızlıktan kaynaklanan bütün mutsuzlukları
önlediğinden, herkesi parmağında oynattığından çok şeydir. Biz gariban küçük
burjuvaların hiç ulaşamayacağı ama
ulaştığından Schopenhauer’a
"dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayandır”
dedirten noktadaysa para
hiç bir şeydir.Biz daha "mutluluk getirir mi, samanlık seyran olur
mu yea" falan derken meğer her şey
değildi ama insana hakkını, özgürlüğünü satın aldırır hale getirildiğinden pek
çok şeyin anahtarıymış. Oniki Eylülde tutuklanan kaç kişi babası zengin, makam,
mevki sahibi diye savcılığa çıkmadan
emniyetten salıverildi hemde siciline de
hiçbir şey işletilmeden. Dünün örgüt
yöneticisi Ruble, bugünün $$$ Dolar hayranı işadamı
Serdar ! eskiden olsaydı ''ulan nasıl olur bu? Nasıl bu hale gelir
Serdar'' diye kendini yer, bitirirdin. Günlerce, gecelerce düşünür, işin
içinden çıkmaya çalışır, kafanda senaryolar üretir, hayali kahramanları
konuşturur, sürecin nasıl ilerlediğini tahmin etmeye çalışır, duygusal krizler
geçirir, durup dururken ağlamaya ya da gülmeye başlardın ama fark ettiğin
an gelmişti işte neyi fark etmiştin ? değişmeyen tek şeyin
sadece değişimin kendisi olduğunu sakın ''bana klişelerle gelme'' deme.
Değişirsin, değişirler, değiştin de, değiştim de çünkü sen değil
hayat değişir…çünkü insan dinamik
bir canlıdır. Aynı kalamaz hiçbir şey. Bu sebeple de yaptığın, yapacağın,
yapılan planların günün birinde kaba etinde patlama ihtimalinin yüksekliğinden belli bir sona referans veren cümleler hep
günün birinde hayal kırıklığı yarattı. Benim asıl merakımsa birlikte saklandıkları Muzafferin evine
yapılan baskından Serdar’ ın nasıl haberi oldu ya da kim “eve gitme” dedi de
son anda kurtuldu yakalanmaktan.Yıldırım’ın ‘ yine ne oldu? bekliyorum…’ aptal,
aptal yüzüne bakıyorum, parmağıyla masayı tıkırdatarak müzik çalıyor ‘ aloooo
ödeme makbuzu yazacaktın hani?’
kopuyorsun Serdar’dan, paradan.
Mutfakta
kuru yemişleri tabaklara koyarken ‘nihayet dışarı çıktı patron’ diyerek dolabı
açıyor Yıldırım ‘neyse daha iki
tane viski var’ ; ‘nedir bu
Jack Daniel’s hediye ettiğimiz
insanlardaki mutluluk ‘; ‘ambalajı afili de ondan, şaka, almaya bizim gücümüz
yetmez; kaç lira biliyor musun ? senin aylığının çeyreği, o yüzden seviniyor insanlar, beleş de olunca. Hem Jack Daniel’s içmede
yanında yat bi alkol, sek içeceksin içine bir tane de buz, yanında puro, limonlu ayvayla da iyi gider.Dünya üzerindeki
en güzel whiskey'dir Jack baba’ dolaptan indirdiği viski şişesini öpüyor ‘bir tanedir o, bir
tane; hayattır en babasından, hiç birimizin bulamayacağı sesiz…anlayan…coşturan…şefkatli…senden bir
şey beklemeyen sevgilidir O.’ ;
‘anlaşıldı… demek onun
için itiraz etmiyorsun
akşamları kal deyince Patron’a. O
kadar pahalı, kaliteli ve de sadık bir
viski pardon sevgili öyle mi?’ gevrek
gevrek gülüyor ‘eeeee’;’bak ne diyeceğim, hani Amerikan Western filmlerinde
adam bara girer uzun tahta tezgaha ilişir, barmene ‘viski’der barmen viski
doldurduğu bardağı tezgahın üzerinde adeta fırlatır ve ne
hikmetse de kadeh tam da bir dikişte viskiyi içecek adamın önünde
durur.İşte hep bu sahneye özenmişimdir o yüzdende abisi ben Teksas’a gitmeden
viskiyi ağzıma koymam.İçeceksem
anayurdunda içerim, prensip meselesi ‘ ;’beni de götür yanında’ diyor
Yıldırım. Elinde kahve tepsisi Nuray
çıkıyor Patron’nun odasından başını ‘hey
Allahım’la sallıyor kabarık saçları bir o yana,
bir bu yana savruluyor ‘ne oldu’;
‘mimar Sevgi hanım geldi bugün…’ ‘anladık’; ‘işte öyle samimi görünce
ikisini, diyorum ki metres olmak
eş olmaktan daha iyi bir şey mi, ne?’ ;’saçmalama. bir kadınla, bir
adamın’ Yıldırım ’burada müdahale
hakkımı kullanıyorum, rica ediyorum adı var bunun! adam değil erkek’ ’ayyy sevsinler, çok mu incindin erkeğin oldu mu? yıllarca birlikteliği aklımın alacağı bir olgu değil zira bir erkekle, bir kadın yıllarca, sabah akşam konuşacak ne mevzu bulur ki? Yav,
insan sıkılmaz mı senelerce bir arada olmaktan şurada biz bile
birbirimizden sıkılacak hale gelmedik mi beş yılda, hele de anlaşmıyorsanız.
Niyeyse bizde bir dayatma kadına daha evden çıkarken en mutlu gününde ‘baba evine boşanarak dönemezsin’ denir.Be
adam ! be kadın! farz et çok kötü bir
evliliğe adım attı kızınız; dayak şiddet de şart değil gıcık oldu, sevmedi eşini,
memnun değil en iyisi ayrılmak,
kendine bir yol çizmek ama kural baştan konmuş üstelik Türkiye’de kadının maddi gücü de yok, kolay değil yani
ayrılık kararını alması, o yüzden de
‘ya çocuklar???’ın ardına sığınır oysa çocuğun psikolojisini o geçimsiz
ortam bozacaktır.Bir de Türkiye’deki
erkekler zeka küpüler ya ahlakla bağdaşmayan her şeyde onlarda
maşallah.Şöyle bir etrafına bak, erkek
daha mesleğinin başında doktor, avukat, hakim, mühendis, müteahhit, bankacı
falan.. bulmuş birini evlenmiş maddi sıkıntının en yoğun dönemlerinde çileyi çekmiş, sofraya iki kap
yemek koymak için akla karayı seçmiş, üstüne başına bakamamış, bir elbiseyle
koca bir iki ay geçirmiş, nefsinden feragat edip tasarruf etmiş, çocuklara zorlukları hissettirmemiş sonra adam zenginleşmeye başlayınca hooppp “bizimki
kendine bakmıyor… kadın dediğin şöyle azıcık ruj sürmeli …beni anlamıyor…beni
hoşnut etmiyor…karşılayınca öpmüyor…kocacım demiyor”lu onlarca kendini haklı
çıkartacak bahaneyle hoopp zenginliğinde hiç katkısı olmayan dökmüyor mu
paraları işte asıl bu yapılan ahlaksızlığın dibi.Birde patron sekreter, doktor
hemşire, öğrenci öğretmen birliktelikleri pek bir moda; yuvam, eşim, çocuğum elimin altında dursun
beni de rahat bıraksınlar ‘gönlümü eğlendireyim’e de pek meraklılar bizim
erkeklerimiz. Uzun mevzu, yazık kadınlara, neyse… Nuray haydi durak kalabalıklaşmadan çıkalım yoksa eve çok geç kalırız.’ Mantonu giyerken ‘Yıldırım,
Haldun sana bir şey söyledi mi; bugün gittiği iş görüşmesi…‘; ‘iş
görüşmesine mi gitmişti? Yok…’ çantanı koluna takıyorsun ‘ yalnız Doğu’da
askerlik yapmış arkadaşlarımda askerden döndükten sonra Haldun gibi gece uyuyamıyor, halüsinasyon
görüyor ‘ateş…komutanım… ölme… koş ,koş’ diye bağırıp çağırıyorlarmış. Bu
duruma Shell Shock deniyormuş’;’hiç
duymadım ,neymiş bu Shell Shock?’; ‘savaş travması, bunalımı ne dersen de
psikolojik bozukluk işte, tedavisi şart.Devlet bu işe el atmalıydı aynı ülke
vatandaşı gencecik çocukları at ateşin
ortasına savaştır sonra o kan gölünden
çıkanları psikolojik destek vermeden
yolla evine; ne yaparlarsa
yapsınlar bana ne de.Sonuç ;
onlarca Haldun işte… oh ne ala…’; ‘haydi’ diyor Nuray huzursuzca ‘kapı önünde,
ayak üstü konuşulacak, çözüm
bulunacak kadar basit bir konu mu bu? Geç kalıyoruz’ ;’yarın konuşuruz, iyi
geceler daha doğrusu iyi eğlenceler’ Kumrular sokaktan Güven parktaki dolmuş
durağına giderken aklında Haldun; yüzde
yüz haklı; öyle bir sistem, düzen var
ki orta ölçekli bir inşaat firmasıyız, biz bile ile işe eleman alırken tanıdık arıyor, istiyoruz ‘bir
arkadaşım muhasebe birimini tamamen
değiştirip yenilemek istiyor,
güvenilir insanlar arıyor sen serbest muhasebeci belgesi almıştın değil
mi? Güzel, senden iyisini mi bulacak, hem sosyal demokrattır,
rahat edersin’le Suat beni, ben de
‘Oğuz, tanıdık arkadaşın var mı? Lise mezunu bankaya gidip gelecek,
ihale dosyası hazırlayacak, firmanın dış işlerine bakacak’la Yıldırım’ı ve de
‘Sünniler nasıl birbirlerini tutuyor, iş veriyorlar hep ezilen, işsiz kalan
biziz’ diye düşünerek sırf Alevi diye Nuray’ı işe almadım mı? Özel sektörde
kıytırık bir inşaat firmasında bile
böyleyse eleman almak, var gerisini sen düşün, adama göre işin ayarlandığı
devlette torpilsiz, rüşvetsiz, tanıdık olmadan
işe girine bilinir mi? Hani nerde fırsat eşitliği, liyakate dayalı makam , mevki edinmeler, ara
ki bulasın.Onlarca insana fark atacak kültüre, bilgiye, hobiye sahip Haldun iş yaptırtacak tanıdık birini bulamazsa ki bulamayacak gibi de gözüküyor.
Böyle tanıdık kanalıyla başkalarının hakkını yiyerek işe gir…böyle ihale
kazan…böyle yüksel…böyle iş adamı ol
sonra süre giden ve daha yıllarca
gidecek yerleşik çarkın içine
tanımadığını almayana, asırdır memleketlerini soyarak, yolarak, vergi kaçırarak bire on kazanmalarının
utancını yaşamak bir yana ‘servetimi
çalışarak edindim…alnımın akıyla girdim
işe…geldim bu makama’ yalanını da söyleyerek babadan oğluna miras işlevini
yükledikleri, keyfini sürdükleri
müesses nizama gerekli muhafızlık için ağızlarına bir parça değil
bayağı bal çaldıklarından tee asır
öncesi Balzac’ın “her servetin
altında bir suç gizlidir”ini yazdığını kulak arkası ettirtecekleri aydınlar;
sanatçılar, yazarlar, okumuş yazmış
tayfa sayesinde de ülkenin gelişmemesine, yolsuzlukların devamına engel gösterip cahilliğinden, eğitimsizliğinden şikayet
ettirtecekleri ‘köy kurnazı’yla
aşağılatacakları kendileri dışındakileri yani halkı suçlayarak
da ahlaksızlığını, soygununu, vicdansızlığını da perdelet… ohhh ne âlâ memleket.
‘Bazen umutla beklediğin felaketin,
nefret ettiğin kurtuluşun olur’ yazmış ya Bitmeyecek Öykü’de
Michael Ende, umutla beklediğimiz
devrim, nefret ettiğimiz
deviremediğimiz; aldıkları kararlar, verdikleri talimatlar, çıkardıkları
yasalarla insanların hayatlarına iyi ya
da kötü yön veren bunun için üstüne maaş, para alan Ülkedeki Sünni, Türk,
seküler çoğunluğun müesses nizamının
yargı, yürütme, yasamasına ait kurumlarla
bunların bağlı olduğu dış ülkelerdeki kişi ve kuruluşların birlikte
oluşturdukları mekanizmaları yöneten, o mekanizmadan beslenen öyle işe
girmiş…öyle yükselmiş… öyle makam…öyle servet sahibi olmuş en üst düzey Bakan, bakan yardımcılarından en
alt düzey bir beldede kaymakamlıkta şef, memur,hizmetli kadrosunda çalışan istisnasız tüm bürokratlara, çalışanlara
kadar tonlarca danışman, milletvekili,
partilerin il, ilçe başkanları, yönetim kurulu üyeleri, sendika, sivil toplum örgütü başkanları,
kanaat önderi dahil yüz binler öylesine de
yüzsüzlerdir ki cahil
dediklerinin köyünden getirdiği organik
tavuğu, bir çıta balı evine götüren güya adalet dağıtacak Hakim’e, Yargıç’a, Özel
Kalem Müdürüne, doktora, General’e… erdemin, onurun faziletini anlatan aydına, sanatçıya anchorman’e, yazara, öğretmene kadar… uyuştururcu, insan ticareti vari organize işlere bulaşarak
yolsuzluk, rüşvet, torpil, ihale,
kredi, teşvik alma, verme, hayali ihracat yapma zincirinde yer alıp,
edindikleri kazanç, aldıkları rüşvetle çocuklarının altına araba çeken,
özel okullarda, yurtdışında okutan, denize nazır yazlık evini tamir ettiren, yenileyen, kışlık evini İtalya’dan, Mudo,
Casa’dan aldığı mobilyalarla döşeyen, parkelerini günün modası kalın damarlı meşe ya da mermerle değiştiren,
hanımlarına pırlata, mücevher hediye eden, Vakko bistro’da öğle çayı
yudumlayanların… gece kulübü çıkışı valeye
bin dolar bahşişi çok görmeyen
ama yanında çalıştırdıklarına üç
kuruşluk zammı çok gören finansörleri;
bu lime lime dökülen, pejmürde…tiksindirici sistemin süre giden, gidecek
çarkını çeviren rüşvet veren, alan; torpil, yolsuzluk yapan, yaptırtan banka, fabrika sahibi iş, ticaret adamları,
devletin üst düzey bürokratların varlığı dahi Haldun senin için yeterli bir
sebepti hayattan kopman için.Üstüne
gündelik hayatta muhatap olduğun geç
işleyen, para gerektiren adaletten,
hukuktan yoksunluk yüzünden icra ettikleri mesleklerindeki berbatlıkları,
ahlaksızlıkları, yanlışlıkları
sergilenmeyecek hastasının
duygularından bir haber ‘doktor olmak için kaç yıl okuyor biliyor musun’la
gözlerde büyütülen ‘kızdırırsak şimdi adam gibi bakmaz’la bir ameliyat için milyarlarca bıçak parasına
tenezzül eden, fatura kesmeyerek vergi
kaçıran aç gözlülüğü saklanan, onbinlerce hastayı koydukları yanlış teşhis, tedavi yüzünden öldüren, sakat bırakan doktorların; Dreyfus davasındaki bir cesaret gösterememiş, gerekli araştırmayı, savunmayı yapmayarak
onlarca insana hak etmedikleri hapis
cezaları aldırmış avukatların; bozuk
musluğu, lavaboyu, elektrik düğmesini, buzdolabını, çamaşır makinesini tamir için çağırdığınız iki hafta sonra yine
bozulacak lanettayn tamir yapmakla
kalmayıp servis ücreti diye baştan en az
yetmiş TL’yi cebine atan ustaların; onlarca farklı meslek sahibinin, Türkiye’de iş ahlakının olmadığına, haksız
kazancın gelir adaletsizliğine, fırsat eşitsizliğine yol açtığına dair bir dizi konferans, seminer, beyanat
vermeleri, sunum yapmaları, konuşmaları
pespayeliği karşısında yaşamak zorunda
kaldığın bu seni her şeyden soğutan bitik memlekete
Haldun ‘bakıyorum insanlara da hocam, yaşamak için çok fazla şeye değil azıcık
yiyeceğe, başını sokacak bir dama ihtiyaç var” mantığındaki Epikür, Spinoza, Proust , Thomas
Bernhard’dan bir haber ama bir ego var
görsen karşında Nietzsche var sanırsın… zaten aydınlığın özelliklerini
barındırsalar o ego yerine mütevazilik
akardı… karar verdim artık aklı dışlayan
her şey için müsait değilim, şiir gibi
akan mevsimler misali kaybolmak …
kimseleri tanımadığım, kimsenin
tanımadığı bir yere gitmek; herkesin söylediği her şeye yeniden başlamak klişesini
yaşamak için değil çünkü günün
birinde başka bir yerde başka bir otel odasında uyandığında farklı yerlerde,
farklı zamana uyanırsan, farklı bir insan olur musun diye sormam; bilirim
olmazsın, olamam…sadece unutmak için kaybolmak istiyorum ’ la kafana silah dayayacak tek tehdit kendindin.Bu hayata, kurallarına
toplumun hassasiyet diye dayattıklarına hiçbir şeye alışmadığını, bunun da farkında olduğunu, her 'farkına varış'ın acıyı , tutunamamayı kanatlandırdığını bilen ben,
nasıl oldu da hayatından vazgeçişini tahmin edemedim…nasıl??? Suçlama
kendini artık tahmin edemezdin çünkü
insan karşısındakini anlattığı…gösterdiği kadar tanır zaten karşındaki de
bilinmesini istediği kadarını anlatır. Yanılttı seni Haldun, kandırdı anlattıklarıyla şimdinin deyimiyle
ters köşe yaptırdı sana, bildiklerine. Sen sanıyordun ki kişi itiraf edemese de
bir şey beklemediğini söylediği hayatında
hep bir sonrakini bekleyerek yaşar;
beklediği şeyin koskoca bir hiç
olduğunun farkına vardığında iş işten geçse de
yine de beklemekten vazgeçmez, oysa Haldun ? o kişilerden değilmiş işte.
Seni intihardan vazgeçirebileceğim, durdurabileceğim koca bir soru işaretiyken hâlâ ‘vazgeçişini
tahmin edebilir miydim?’li taşlar atıyorum havuza, yine anlamıyorsun
değil mi Haldun, doğru ya, sen sudaki halkaları fark etmeyenlerdendin diye
düşünürken caddede yanımda yürüyen ayaklarını sürten kadına gıcık oluyorum sanki çok önemli bir
şey açıklıyormuşçasına telefonda
"sadece kendimiz için değil başkaları için de yaşıyoruz.” diyor. Zaten hep başkaları için yaşadığımızı bildiği
halde yeni öğrenmiş gibi yalan
söylediği için mi gıcık oldum
kadına, onu da bilmiyorum. Bildiğim sen
yoksun… Can yok ya sanki Arafta kalmışçasına
herkesten, her şeyden nefret
ediyorum, katlanamıyorum kendimden
de, bunu fark ettiğinde hiçbir şey yapmadan, düşünmeden tuhaf bir dinginliğin içine girebiliyor
insan ama ben yapamıyorum. Evet
intiharını engelleme olasılığım sıfırda olsa
tahmin edebilir, konuşabilirdim eğer herkesin yaptığını yapıp işe, güce,
koşturmaya, aileye ara verip azıcık odaklansaydım sana, etrafımdakilere ‘her zamana ki Haldun işte’ demeseydim
yaptıklarına mesela okuduğun kitaplara,
yaptığın alıntılara baksaydım dikkatlice; ara vermeden yaktığın sigaraları
söndürdüğün kül tablasından sehpaya
taşmış izmarit, sigara külleri arasında
beş altı tane depozitolu Efes şişesi
‘yarın bakkaldan alacağım depozitoyla
en az üç bira daha alırım’ elindeki bira şişesini tavana doğru
kaldırıyorsun ‘heyy diğer kullarına ara verip tüm dikkatini bu kuluna versen
olmaz değil mi? Sende ‘boş’sun biliyorsun değil mi? Bana şu derbeder ettiğin kuluna bak !! eyyy kaderlerin efendisi Tanrı; haydi
şerefine’ gülüyorsun ‘evet evet doğru diyorsun ayyaşım ben ayyaş, serseri aynı
zamanda. Bana Marx’ın pabucunu dama
attırtan ilahım, üstat Charles Bukowski’nin yazdığı gibiyim
"hayatım boyunca arıların, kelebeklerin ilgi gösterdiği bir çiçek olmak
istedim ama hep sineklerin konduğu bok oldum" ayağa kalkıyorsun sendeleyerek duvara monte
edilmiş birbirine paralel iki tahta
raftan üzerinde Halk Bank yazan ajandanı
alıyorsun ‘kıpırdasana neredeyse
devrileceğim, elimden al bu mereti’yle bana
uzatıyorsun.Yan yana oturduğumuz gece yatağın olan kahverengi kanepeye
bırakıyorsun kendini ‘bir de tuvalet olsaydı odada, hiç dışarı çıkmazdım şimdi beni tanımladığına
inandığım, altında Bukowski yazan sözü
bul, yüksek sesle oku’; ‘yazın
berbatmış’; ‘neyim berbat değil ki’ sayfaları çeviriyorum ‘ooo ne çok alıntı… aforizma… “bir insanı neyin yiyip bitirdiğini asla
bilemezsiniz. belli bir kafa durumuna gelmişseniz en basit şeyler bile korkunç
problemlere dönüşebilirler ve en kötü endişe/korku/acı açıklayamadığın,
anlayamadığın, aklına bile gelmeyendir"… "en iyilerimizin sonu
genellikle kendi ellerinden olur, sırf uzaklaşmak için ve geride kalanlar,
birinin onlardan, uzaklaşmayı neden isteyebileceğini, bir türlü tam olarak
anlayamazlar." biranı yudumluyor başını sallayarak onaylıyorsun
okuduklarımı ‘bende en iyilerdenim’ ; ‘evet iyisin ama Bukowski’nin
dediği… bunu yapacak kadar değil.’ O gün söylediklerin kendine bir intihar planı hazırladığının itirafıymış benim sandığım gibi ağabeyini
aylar önce toprağa vermiş birinin depresifliği, ayyaş sayıklaması değilmiş. Sen odadan çıkmışken sehpada ki “Ekmek Arası” romanını alıyorum,
ayracın olduğu sayfayı açıyorum “ilgi duymuyordum.hiçbir şeye ilgi
duymuyordum.nasıl kaçabileceğime dair fikrim yoktu.diğerleri yaşamdan tat
alıyorlardı hiç olmazsa.benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki.bende bir
eksiklik vardı belki de..mümkündü..sık sık aşağılık duygusuna
kapılırdım.onlardan uzak olmak istiyordum.gidecek yerim yoktu
ama..intihar?..tanrım,çaba gerektiriyordu..beş yıl uyumak isterdim ama izin
vermezlerdi." Ben okumaya dalmışken odaya giriyor, bahçeden topladığın
kirazları, kaysıları koyduğun beyaz,
çukur tabağı kanepenin ortasına bırakıyorsun
‘gördün mü mutfaktan buraya
devirmeden getirdim tabağı yalnız
bu sene kirazlar kurtlandı’;’bizim bahçedekiler de öyle’ derken kitabı gösteriyorum ‘bunu mu okuyorsun?
Marx’tan, Lenin’den Bukowski’ye terfi etmek, ilginç değil mi?’ ;’ belki doğru
olan bu, Marx’la, Lenin’le yaratığımız sanal, görülmeyen ütopik dünyamın
yıkılışını simgeliyor Bukowski.Gerçek dünyaya adım attırıyor. ‘la kitabı elimden alıyor az önce okuduğum
“….diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa.benim anlamadığım bir şeyi
anlamışlardı sanki.bende bir eksiklik vardı..”
satırı okuyorsun ‘ bu satırlar
işte benim gerçeğimin ta kendisi. Etrafıma bakıyorum hayata dört elle
sarıldığını söyleyen…sarılmış gördüğüm
güruh bana sadece koca bir anlamsızlık haykırıyor.Koşuşturma,
didinme niye ya niye? Akşam birlikte
rakı içmek, bir sevgilinin elini tutmak, çocuğuna oyuncak almak ya da başka bir şey için komik geliyor bana
sırf bunlar için koşuşturma. Bunlar
yetiyor mu insanları mutlu etmeye…
yetiyor ki bıkmadan, usanmadan aynı şeyler için koşturuluyor, didiniliyor
ama beni.. hayır ! hayır ne mutlu… ne de
tatmin ediyor’ Susuyorsun sen, bende susuyorum sana bakıp ben içimden ‘siz daha bi bok olacak diye bekleyin
bakalım’ diyorum hepiniz sen, Oğuz, Cüneyt, Bejna, Betül, Serdar "ulan ne yapıyoruz biz" demeden hem
de hep yerinde saydıran bir çarkın içine girmiş, çıkamıyorken bekleyin
durun ama bi bok olmayacak… böyle yasayıp gideceksiniz.
Geçenlerde Kızılay’da GİMA’nın önünde
beklerken Serdar’ı kendi kendime 'doğru
yolda beklemektense yanlış yolda yürümeyi tercih ederim lan' dedim, gökdelenin
içine girdim yürüyen merdiven yerine yan taraftaki merdivenlerden koşarak
çıktım yukarı herkesten önce. Sonra yürüyen merdivende sağ tarafta durarak
bekleyenlerin suratına baktım, onları anlamaya çalıştım sonunda kararımı verdim herkes hayatında Tatar Çölündeki Teğmen Drogo. ”Merhaba, ben teğmen Drogo!”
desem delirdi dersin şimdi bana ama
Drogo gibi hiç bir zaman gelmeyecek birini…bir düşmanı… hiç bir zaman istediğimiz
kişinin çaldırmayacağı telefonu bekleyip
duruyoruz. ’ Haldun düşüncelerin tamamen yanlış demeyeceğim’ diyerek alıyorsun
beni düşüncelerimden ‘zaten oldum olası böyle cins fikirlerin vardı senin’;’
evet anlamaya çabalamanı gerektirmeyen cinslikte. Ama ne zaman böyle cins
oldum, bittim ben biliyor musun?
yoldaşlarla kurduğumuz gerçek sandığımız
sanal dünyada yıllarca yaşadıktan sonra o dünyayı bir darbeyle yıkan faşizan
devletin işkencesi altında annemiz,
babamız , akrabamız, komşumuz Fatma hanım teyzeyle Ahmet amcada tiksindiğimiz her şeyin riyakarlığın,
yalanın, aldatmanın, kurnazlığın, paçayı kurtarmak için başkasını
suçlamanın, kötü niyetin Serdar’da, Bejna’da, Oğuz’da, Cüneyt’te hatta…’;
‘ söyle söyle Allahaşkına çekinme’; ‘hatta sen de varlığını, yaşadığını gördüğümde bittim ben.
Tek yoldaşı yaşasın, burnu kanmasın da
kendi hayatı ne olursa olsun diyecek fedakarlıkta yoldaş…can…dürüst sanırken
etrafımızdakileri meğer sırf küçük burjuva demesinler…tanımlanmayalım
diye diplere ittiğimiz, bastırdığımız…günahımız olmasına rağmen ilk tokadı…ilk taşı…ilk tekmeyi attıran
o korkunç zihniyetimizi ne kadar derinlere gömsek de oniki Eylül
darbesi tüm çirkinliklerimizi ortaya saçıverdi. Bizlerin de içinde
büyüdüğümüz, yetiştiğimiz, yetiştirildiğimiz
toplumdaki o eleştirdiğimiz insanlardan
farkımız yokmuş. Bir de baktık ki bizlerde, tek alternatif oymuş gibi anne,
babamızın, Fatma hanımla, Ahmet amcanın
yaşadığı kaygısı çok ve de aynı
‘işim, evim, sevgilim,
arabam olmalı sonrasında …şunu da
yapmalıyım, bunu da’lı aynı hayatı
yaşamaya pek bir meraklıymışız. Bu gerçeğe… her gün cevabı bilinen, bilinmeyen
aynı sorularla uyanmaya, aynı tek düzeliği ;kahvaltı, sigara, içki, anneyle
kavga, arkadaşlarla buluşma, top oynama, iş arama; yaşamaya… beğenmediğim,
hoşlanmadığım insanlar arasında
her gün de aynı şeyleri yapma
eziyetine…bunca yorgunluğa katlanmak
bana çok zor geliyor…zorlanıyorum. Maşallah bizden çok önceleri yaşamış tonca Hermann Hesse, Pavese, Aragon,
Schopenhauer ,Lenin, Engels felsefeciler, yazarlar; herkes bir ucundan tutarak sırlarını açığa döktükleri hayata dair bilinmeyen, çözülmemiş, yazılmamış bir şey de
bırakmamışlar ki biz de level atlayalım. ’
Haldun bak ne diyeceğim ‘ bugün burada
baştan aşağı bir nefret kusmuğu varsa eğer bunun sebebi
yalnızca darbe sonrası açığa çıkan toplumdakilerle aynılığımız
değil “insan, insana muhtaç
varlıklardır” diye özgüvensiz
büyütülmedir de. Emin ol bunu kırklı yaşlarda
yapabilme kapasiten azalınca, hayallerin sınırlanınca; hayatını adadığın, emek verdiklerince bu annen baban
teyzen, yeğenin olur… dost olur, evladın olur, kardeşin olur…olur
da olurlarca bir kenara atılınca ‘kim emek vermişse, kim iyiyse
hep tek başına kalmış, aranmamış sorulmamış… anlayacağın emek boşmuş…boş.Şimdiki aklım olsa kendimi onları
memnun etmek için paralamaz… her
işlerine koşturmaz, her dediklerini, işle ev arasında mekik dokuyup
istediklerini saatler süren su böreğini, içli köfteleri, baklavaları
yapmaz, işten eve gidip vücudumu yıpratarak bu hale…kol, dirsek, diz ağrısıyla
kullanamayacak hale getirmezdim.Düşün aptallığı tek tatil günümde uyuyacağıma koştur koştur mükellef
kahvaltılar hazırladıklarım…nerde şimdi’yle anlamak, bilmek insanı
kahr edecektir zira kendine özel alan yaratamayan, sınır çizemeyen bir iç içe yaşamın, bir arada olmanın getirisi
yaşamlara müdahalenin bir gün
‘yeter, rahat bırakın!’a
ulaşacağı aşamada artık kin
kustuğunuz eski sevgilileriniz, eşleriniz, arkadaşlarınız, kardeşleriniz, aileleriniz, amirleriniz, yerden yere vurduğunuz bütün insanlar ki kendimi de dahil ediyorum, böbürlendiğim
de yok, bir çekincem de… kendilerinden
yana dertli olduklarımızla illaki
edeceğimiz kavgada hep bir sıfır yeniğizdir.Çünkü yenmeniz gereken başkaları değil, bizzat bizi, seni, beni başkalaştıran, hep haklı sandıran aslında
da ta doğuştan benim, senin olmayan
oldurulan zihniyet ve onu içselleştirmiş
parçamızdır’ yüzüme bakmış ‘vay be ! demin yanlış söylemişin sen Level atladın
bile…’
Niye
bilmiyorum seni toprağa verdiğimiz gün
kulaklarımda çınladı ‘bizlerin de içinde büyüdüğümüz, yetiştiğimiz,
yetiştirildiğimiz toplumdaki eleştirdiğimiz insanlardan farkımız
yokmuş...’lu hepimizi bir kenara
itiverdiğin oysa seni de kapsaması gereken o
sözlerin. Neden yalan söyledin Haldun? işyerime geldiğinde ‘bu aralar
çıktığın biri de yok??? Yoksa… var mı???’ dediğimde niye gizledin
Mine’yle ilişkini.Güya sen hepimizden farklı, dürüst, yalan
söylemeyendin. Senin dürüstlüğünün de bir sınırı varmış değil mi? Ya ben… ben
nasıl fark edemedim ama edemezdim çünkü benim için en doğrusunu sen demiştin
“saftiriğin teki sen aşk, meşkten anlamazsın…” Çok haklıymışsın cidden anlamazmışım. Üzerine toprak atılıyor düşecek
gibi oluyorum ağlamaktan neredeyse
gözleri kapanacak Mine; omzuma başını yaslarken ‘bitti… bu kadar işte… üzerine toprak
atılıyor şimdi ve biz az sonra onu
burada bırakıp gideceğiz…son… bu kadar basit mi? son.’ Mine’ye bakıyorum ayakta
duramayacak kadar kötü, titrediğini hissediyorum ‘ondan hiçbir şey çıkmaz… eminisin
sol bir örgütün yöneticisi olduğuna ? tam manyak… tam serseri’ dediği sen Haldun, görseydin şimdi Mine’nin bu halini diye
düşünüyorum senin deyiminle saf saf
‘senin için bu kadar üzüleceğine…kahrolacağına inanmazdın.’ o anda Mine’nin ‘sen ve ben… nasıl olduysa herkesten
kaçırdığımız, sakladığımız; sırrımız’ı
düşündüğünden habersiz.Ahh Haldun ahhh…sevdiceğim ahhh… sesin, kahkahan
kulağımda, gözlerim kapısına çaktığın çivilere astığın mavi, beyaz kareli gömleğinde, kot pantolonda seninle yan yana
kahverengi kanepede konuştuğumuza
gözleriyle tanık olsa dahi inanmaz diyorum Oğuz… hele de Esin, asla
inanmaz şu halimize. Haldun, yaptığımız herkesi aldatmak mıydı? Omzundan
başımı kaldırıp elini tutuyorum Esin’in,
çok acıyor biliyorum kalbi ama benim kadar mı? Esin bilseydi
şaşırdı…sevinir miydi biliyorum.
Bir gün sana demiştim ki ‘Esin’le
aranızda bir duygusallık yani bizim anladığımız anlamda bir karşı cins çekimi
yok, biliyorum ve belki de siz bu ülkede bir erkekle bir kadının çok iyi yoldaş, dert
ortağı olabileceğini gösteren nadir insanlardansınız. Farkında mısın sen ve
Esin birbirinize çok benziyorsunuz düşünceleriniz bile aynı. İkinizin de aynı
sonuca varması ne kadar acayip. Esin’in
dediğini “ baktım hiçbir şeyi insanları, ailemi
kurallarından vaz geçiremiyor, değiştiremiyorum gereği yok anlamsızca
inat etmekte” dedin ya az önce’ ; ’Esin bana hiç söylemedi ama aynı şeyi düşünebiliriz Esin’le ve hatta ben
daha da ileriye gidiyor artırıyorum eli,
keşke “siz dünyayı kurtarın, bende nasıl kurtardığınızı yazayım" demiş
Bukowski’nin düşündüğünü de ta başından düşünebilseydim’. derken
Mine’ye dün Esin’le de aynı şeyi
konuşmamız…yalnızca bir tesadüf mü acaba diye düşünecekti ‘dün Mine’yle konuşuyorduk bana sen ve Haldun
çok iyi dostsunuz, Türkiye’de pek rastlanmaz, illaki işin içine bir cinsellik katılır,
arkadaş olanların aklından geçmese bile
‘ne kadar iyi anlaşıyorsunuz, evlensenize’ diyerek yakalarını bırakmayıp birbirlerine yakıştırılırlar ama
sizin ilişkinize hiç o gözle bakılmadı siz de öyle bakmıyorsunuz‘; ‘ birbirini
tamamlayıcısı erkekle, kadınla
sanki sadece evlenmek, seks yapmak için doğmuş, sadece sevgili olurlar mantığını
ters yüz edemediğimizden bu
toplumda bunca taciz, sevgisizlik, kadın
cinayetlerinin varlığı.Aslında en iyi dostluk karşı cinsle
yaşanandır.Birincisi hemcinsler
birbirinin çelmesidir, erkek erkeğin, kadın kadının arkadaşı olsa bile sürekli açığını arar, görür ve bir erkeğin
diğeriyle sohbetinin ana
konusu her türlü zındıklığa
açlıktan belden aşağıdır ki kadınının da öyledir ama kadın alanı gereği
‘; ‘ alanı mı’ diyor Mine şaşırarak ‘evet alanı, bizim uğraş alanımız öyle
kocaman ve çoktur ki.İşte geniş alanı
gereği kadının sohbet edeceği
konular öylesine fazladır ki; yemek,
çoluk, çoluk, dekorasyon, makyaj, diyet,
şu AVM de şu mağaza açıldı, şu satılıyor… bu AVM de şunun indirimi var.
İkincisi karşı cinsle dostlukta beklentiler olmadığından birbirlerine sorunlarını daha rahat açar,
farklı konular konuşabilir, farklı bir bakış edinilebilinir de.’ Gel diyorsun
Mine’ye ‘sana şimdi kadın erkek dostluğunu başarmış bir kadını tanıtacağım
sana’.Bilgisayarı açıyorsun Google Lou Salome yazıyor görsele tıklıyorsun
‘bizlere devrimci kadınlara en devrimci,
en marjinal, en ilerici örnek diye sunulan dikkatlice bakıldığında hep erkeklerin
bir adım arkasında kalmış.. kapitalist sistemin yıkılması için mücadele
verirken o sistemin erkek egemenliğini
göz ardı ederek totaliterlik barındıran proletarya diktatörlüğünün,
sosyalizmin kadınları kurtaracağına
inanmış, feminizmden uzak komünist Clara
Zetkin, Rosa Luxemburg Nadezhda (Nadya) Krupskaya, Inessa
Armand tersine erkeklerle ilişkilerinde aşmış bir özgüvenle tek derdi karşı
cinsle kurulmuş bir dostluk olan yanlış hatırlamıyorsam da otuzaltı yaşına kadar da bakire kalan ve bu
dostluğu kendisine aşık olduğundan ölene
dek haberi olmamış Freud’la yaşayan Paul Rée , Nietzsche ve Rilke’nin
arkadaşıyla tanıştırayım.’; ‘illahi
“Nietzsche ağladığında” romanın
Salome’si değil mi bu’;’ Evet, bak bilgisayarının ekranındaki resmi gösteriyor…bak şu resme
çukura kaçmış koca iri mavi gözler,
kıvırcık sarı saçlar, öyle erkeklerin aşk, seks için aradıkları ilk şart;
ahım şahım güzellik, 90-60-90
benden seksi görünümden uzak boynuna
kadar düğmeleri ilikli bir elbise sandalye de oturmuş Lou Andreas-Salome bu,
yanında ayakta duran da Şair Rilke.’;’
Ama çok hoş bir kadınmış bu Lou’; ’haklısın çok hoş, bir Lou’nun kamçılı bir
resmi var Nietzsche’yle. işte bu 1861 doğumlu Lou Andreas-Salome kadar özgür
olamadık biz çünkü Lou; Tanrıya, bir ideolojiye, aileye, evlada, erkeğe, kadına, aşka ne
bileyim herhangi bir şeye bağlanmanın,
sadakatin kadını köleleştirdiğini,
kendisine, hayatına ayak bağı olduğunu
ta binsekizyüzlü yıllarda anlamış, görmüş.Biz kadınlar bu Ortadoğulu Ülkenin
yine erkek egemen sol örgütlerinin makyajı, çeşnisiydik…sınırları belli “eşit
işe eşit ücret”li bir özgürlüktü bize
tanınan. Dünyadaki en gelişmiş diye sunulan devletlerde dahi cinsiyet
ayrımcılığına, tacize, mobbinge maruz iş yaşamında siyasette, yönetim kademelerinde,
sendikalarda temsil oranı en fazla % 3’e
ulaşan kadınların varlığı yeterli bir kanıtken erkek egemenliğindeki dünyaya…o
egemen erkeklerin yaptırdığı karalamaların
en büyüğü de özgüvenli, kuralların dışına çıkan, yetkin her kadını olduğu gibi Lou’yu da “Femme
Fatale” tanımlamaktı üstelikte
düşüncelerini, yazdıklarını ön plana çıkarmakta yok.. Neymiş Paul Ree, Rilke,
Nietzsche, Feud daha nicesine acı çektirmiş, hayatlarını karartmış
kalbini çalmış Lou; narsist güzelmiş,
fettanmış. Söylesene
Mine ‘Nietzsche ağlıyorsa’… ağlamışsa Salome’nin suçu ne? O Salome ki daha Nietzsche yazmadan
onyedi yaşında annesine “Tanrı bu gün öldü, o artık yaşamıyor…”
dediğini anlattığından Nietzsche’ye “Tanrı Öldü”’yü yazdıran; aşkı yüzünden çok kereler intihar etmeyi
düşündürdüğünden “öldürmeyen acı güçlendirir, böyle buyurdu Zerdüş”ün yarattırandır. Ölüm döşeğinde
"hastalığımın ne olduğunu Lou 'ya sorun, bunu bilen tek kişi
odur" diyen Rilke’ye "sen kollarıma asla gelmemiş sevgili,
sen yitirilmiş olan daha başından, senin hangi şarkılar gider hoşuna hiç
öğrenemedim." mısralarını yazdırandır da.’Şimdi üzerine toprak atılırken
eli elimde olan Esin’e bakıyorum, şu an
ne düşündüğünü…ne hissettiğini
bilmek istiyorum ama onun bakışları Haldun’un mezarına toprak atan
Cüneyt’in saçlarında, alnındaki, göz
çevresindeki orta yaşa adımlığını gizlemeyen çizgilerinde ‘korkmayın, kurtulmuştur o faşist saldırıdan,
dokuz canlıdır Cüneyt.Merak etmeyin bir
şey olamaz’la bizi teskin ettiğin, hep tanıdığımız yaşta, tavırda kalacağını
sandığımız herkes gibi Cüneyt’in saçlarına düşen aklar yine yalanlıyor işte
sanmalarımızı…yaşlanmaya yüz tutacak kadar ne ara büyüdük de yaşlandık biz…ne ara? yaşadıklarımız… daha hayatı,
insanları tanıyamamış, olgunlaşmamış halimiz; onikisinde, onsekizinde, yirmibeş
yaşında oldurulan yüreğimiz,
düşüncemiz de zaten vaktinde büyümediğimizdendi. Hayatı…çocukluğu… gençliği
atlayıp vaktinde büyümezsen işte böyle vaktinde de yaşlanmazsın. Kendi
kendisinin kafesi insanın hayat, mücadele,
gitmek, kalmak, dönmekle ilgili
akıl yürütmeleri ne kadarda gereksizmiş… tek bir kere yaşanılabileceğinden
meğer hayat yasamak içinmiş; hazırlanmak, beklemek, plan yapmak, ideale sahip
olmak hatta hayal kurmak için bile değilmiş. Yapabilirliği,
olabilirliği kanıtlamış şeyler dışında abuk subuk korkulara, hayallere,
beklentilere kapılıp ta ıskaladığımız hayatı atlamayın, telef etmeyin
diyoruz ya başkalarına belki de bunu söyleyecek duruma gelinmesinin nedeni de
ömrün fark etmeden geçip gitmesi… ötesi değil. Benden sakladığın Can’nın
annesi Mine’yle olan sevdanızı tam
yirmi yıl sonra… Can’nın ölümünden sonra öğrendiğimde ‘sinsilikle’ adlandıracağım tavrına öfkelenmiş
biri olarak eğer bir insan eleştirdiği şeyi taşıdığını anlayamıyorsa
diyorum hayatın diyalektiğini zaten çözememiştir. Beğenmediğin o yığınlarla
ortak yanlarını kabullenme erdemini yaralarını gösterdiğin gibi kafanı kuma
sokmadan gösterebilseydin hani o boktan ilan ettiğin hayattan beklentilerin için sızlanma hakkına saygı duyabilirdim. Biliyor musun eğer yaşadığında
öğrenip sana ‘Mine’yle çıkıyormuşsunuz’ diye
sorsaydım mahcubiyetle ‘kimden
duydun , kim söyledi’ diyeceğinden
eminim. Belki Mine’yle ilişkinize şaşırmayacak Cüneyt kürekle üzerine toprak
atarken gözlerinden akmasını istediğim
tek bir damla gözyaşını görmedim yine ‘pişmanlık böyle bir şeymiş
demek ki’ diyeceğim. Yüreğimizdeki
yaraların, acıların rehberliğinde ölümlere aşina büyümelere,
vakitsiz yakalandığımızdan mıydı… hem
neye yarardı ki Haldun yokken bu dünyada, bu saatten sonra ‘kapattım
gözlerimi, görmüyorum’la aldatılmalarımız… kendimizi aldatmalarımız…
pişmanlıklarımız… pişmanlık; iyileştirir
mi mesela bir insanı?
Yağan karın
ardından açan ama ısıtmayan kış güneşinin erittiği azıcık karın bataklığa dönüştürdüğü mezarlıktan kol,
kola, çamura bata, çıka arabaya ulaşmaya
çabalarken ağlamaktan şişmiş
gözkapaklarının ardından hayal meyal seçiyorsun yıllar, yıllar sonra gençliğini birlikte tükettiğin
Cüneyt gibi Haldun’un cenazesinde buluştuğun ‘çok da soğukmuş’ diyen Bejna’yı. Ankara’dan yıllardır ayrılmış
biri olarak Haldun en son seninleyken
Şubat ortasında ‘ hava da çok da soğukmuş’ diye konuşup kendimizi atıvermiştik
Tunalı da bir cafe’ye. Bir de hiç
unutamadığım… hani nasılda soğuk bir
gündü Haldun, seninle sabaha doğru trenle Ankara’dan Eskişehir’e gidiyorduk bir an kendimi Orta Asya
düzlüklerinde sanmıştım başka bir
şeye benzetememiştim o görüntüyü…o kadar
soğuktu ki, kar yağmamıştı; sis, don
vardı, her yer buz tutmuş…beyaz, griydi
’bu da soğuk mu demiştin Hakkari’nin dağlarındaki soğuğu düşün sen. ‘ Bugün
son yolcuğuna uğurlamaya gelirken seni daha önce de Ankara ayazlarını
yemiş biri olarak sıkı sıkıya giyindim yine de bıçak gibi keskin ayaz üşüttü
işte derinlerdeki kalbimi de. Soğuk
özlenir mi ? Gerçekten batan iğneleri mi var bilmiyorum ama istisnasız her
gün, her sabah “abiiii bu ne soğuk… bu ne yaaa… ne buuu”yla isyan ettirten Ankara’nın bu soğuğunu, ayazını da özlemişim senin deyiminle ben Madam Bejna; mutlu olduğum…sevdiğim, sevildiğim, sevilmediğim günleri
hatırlattığından belki de özlemişim Ankara’nın ayazını da. Gelecek kaygısı
duymadan sabah ayazında kirpiklerim çise tutarken bile hayal kurduğum boş olursa binebildiğim dolmuşla; kahverengi,
eskimiş bir köşesi mutlaka patlamış içinden sarı süngerin göründüğü
koltuklarının tepesinde
tutunduğumuz o siyah demirler…öyle
demirlerdi ki tutsan elinin soğuktan
yapışması olası, tutmasan beşik gibi sallandığında bir o yana, bir bu yana
savrulmanın kaçınılmazlığında arkadaki boşluk kısmında dona dona ve de ayakta
İkarus marka otobüsle okula gittiğim… gri beremin kafama yapıştığı, ona uyumsuz atkılı, eldivenli fakir ama hiç olmasa bebek gibi sarıp sarmaladığım
bir umudumun olduğu günlerimin
resmidir Ankara’nın soğuğu. Şimdi yaşadığım havası nemli, ayazsız şehirde yıllardır otobüse bir kez bile
binmedim…mutluluk…huzur…kaygısızlık da
imkanlar değilmiş ki ! hadi mutluluk
demeyim de sakin, huzurlu, boş vermiş bir gün,
demli bir çayı; daha en yakın dostumuz cep telefonu
değilken…bizimde vurgununu yemediğimiz o dostların meclisinde derin, büyük kelimelerle
yüklü sohbetlerle içmekmiş. ‘ Ankara’nın
donduran ayazını unutmamışsındır Bejna’
sesiyle irkildiğini fark eden Serdar ’ne
oldu’ diyor ‘ yok bir şey, dalmışım da’; ‘Mezarının yeri; kaçıncı
kapıydı burası’ diyorsun telaşla
Serdar’a ‘üçüncü kapı, merak etme Esin, hepsini yazıp sana vereceğim’; ‘annesi,
annesi…kimin arabasına bindi’; ‘Yıldırım’ın’. Sedar’ın arabasını kirletmemek için ayakkabılarının
çamurlarını temizlerken…az önce sen Haldun’u gömdün… Haldun’u; beş dakika
olmadı başına Haldun Demirci, C4 1407
yazılı tahta parçasının konduğu
mezarından şu düşündüğün şeye bak, arabası kirlenmesinmiş
Serdar’ın…nasıl böyle şeyler düşündürebiliyor beyin şaşıyorum… ‘hiçbir şeye
tereyağından kıl çeker gibi sahip olmadın, hep mücadele hep…her şeyin böyle
zordu senin toprağa verilmen de ayazdan
taş kesmiş toprağı güç bela kazabilmişler. Ahhh ahhh iki gözüm
ahhhh…gönlündekileri sana vermeyen bu
hayat; gönlünü ne çok yordu…ne çok…’
başını yaslıyorsun arabanın arka
koltuğuna; bazen insan karşılaştığınız bir olay karşısında hiç tepki
gösteremez…anlamaz şuursuz bir şekilde bakarsınız etrafa işte öyle mezarlığa Haldun’u değil de tanıdık birini gömmek için
gemlicesine masal gibi geliyor olan
biten; kar yağıyor yeniden ‘dünden beri
yağıyor… karı çok severdi… Haldun’un
istediği gibi ince ince değil
kalın, kalın yağıyor...’ cümleni ‘böyle tane tane yağan karı severdi. Tutsun
isterdi hemen, nerede olursa olsun sokağa çıkar yürürdü illaki;
sokak lambasının ışığında usul usul yağan karı pencereden seyredince
sanıyorum ki ben başka biriyim derdi’ diye tamamlayan sesin sahibinin
Serdar’ın yanında ön koltukta oturan Mine olmasına şaşırıyorsun ve ne
kadar garip o anda ‘nerden biliyorsun’
demiyorsun sanki herkesin Haldun’un o duygularını bilmesi gerekiyormuş
gibi’. Bejna’nın Ankara ayazının
dondurduğu elleri, ellerini avuçluyor ‘bunu hak ettiğine inanmamızı
istiyor Bejna; yakamıza takılacak bir fotoğrafı dahi yoktu… öyle kimsesiz,
garip gibi gömdük Haldun’u. Betül’e bile
haber veremedik…sen nerden duydun’ ; ‘Cüneyt aradı beni…cenaze ikindi namazı
sonrası defnedilmese bende yetişemezdim.Allahtan hemen uçak buldum da…bak
kendine dert edeceksin biliyorum ama cenazeyi bekletemeye karar verme hakkımız yok
ailesi hemen gömmek istemiş. Havaalanından doğruca Haldunlara gittim.
Serdar, beni yol üstünde havalananına yakın bir yerde bırak ordan
taksiye atlar giderim…uçağım sekizde ancak yetişirim, sırası değil ama
bir daha görüşür müyüz bilemediğimden’
elini çekiyor elimden Bejna,
çantasından ikiye katlanmış sarı rengine aşina olduğunuz saman
kağıdı çıkarıyor ‘bugün mezarlığa götürecek otobüsü beklerken, annesinden izin
alıp girdiğim odasında kitaplarına bakarken hani beş defa okuduğundan Lenin,
“okuyacaksınız” talimatıyla hepimize
okutulan “Nasıl Yapmalı” nın arasında
buldum bu notu…mektubu’ Erkek yurdunun alt katında yemekhane olarak ta kullanılan kantinde
oturduğunuz masada Cüneyt’in klasikleşmiş ‘yahu ben sırf kıskandığından romandaki “kristal saraylar” üzerinden "inşa et,
inşa et kristal sarayını, ben alıp bir taş atacağım ona... ama bodrumda aç
yaşıyorum diye değil sadece canım öyle çektiğinden” yazarak Çernişevski’yi eleştirdiği
için Dostoyevski okumuyorum.Sense Karl Marx’ın anlayabilmek için uğruna Rusça
öğrendiği, Lenin’in başucu kitabını
daha okumadım demekten imtina dahi etmiyorsun sözlerine katlanmaktansa…alelacele Hatice‘den ödünç
alınan “Ne Yapmalı” ‘yı konuşuyorsunuz Sunay’la
‘ beğendin mi?’ cevabını beklemeden devam ediyor ‘ ideal evlilik Vera’yla, Lopuhov’un ki gibi
olmalı, birbirine rahatsızlık
vermeden ayrı odalarda yaşamlarını sürdürmeli insanlar…’ iki elinizle avuçladığınız çay bardağını yuvarlarken ‘güzel olurdu, bunun için evlenmeye de gerek
yok… Bence Çernişevski, sanki her şeyi çok idealize etmiş Lopuhov , Kirsanov,
geçirdiği evrimle ideal kadınlığa ulaştırdığı Vera Pavlovna karakterlerinin yaşadıkları, arzuları fazla ütopik geldi bana’;’devrimin kendisi
bir ideal öyle olunca tabii kahramanları
da ideal olmalıydı.Sonuçta yeni bir düzen kurulacaksa ilişkiler dahil her şey
yeniden tanımlanmalı, tasarlanmalıydı. Eski geleneklerle, kavramlarla yeni de yürünemez. Türkiye Cumhuriyetinin
hali ortada işte eski ezberlerle yeniyi bulamadılar, eskiye boğdurttular yeniyi’; ‘SSCB’de
evlilikler böyle mi şimdi, bilgin var mı ?
merak ediyorum da’ yüzüne yayılan
geniş gülümseme… Acaba diye düşünecektiniz yıllar sonra Çernişevskinin ömrü
vefa edipte Ekim Devriminin, proletarya
diktatörlüğünün kadınlara kurtuluş getirmediğini gösterir; Komünist Partisinin kadınlar kolunun 1929’da dağıtılmasını, 1930’da kabul edilen
aile yasasıyla daha önce yasal olan kürtaj,
evli olmayan kadının çocuğu için babadan mali destek isteme hakkının
ortadan kaldırılarak ailenin güçlendirilmesinin resmi bir proje haline
getirilmesini, yüceltilen annelik, aile
olgusuyla doğumları artırmak için
“annelik madalyaları”nın dağıtılmasını, “özgür aşk”ın burjuva icadı
kabullenilmesini, boşanmanın zor,
masraflı hale getirilerek burjuva toplumun geleneksel kadına bakışının aynısı
uygulamalarını görebilseydi Vera
Pavlovna’ya ne söyletir, ne yaptırırdı? Sonrasında Sosyalizm SSCB’de öyle bir
hal aldı ki Sunay, Çernişevski'nin senin yere göğe koyamadığın o güzel
ideali, ütopyası da ütopyalıktan, idealden öteye geçemedi işte. ‘Duydun mu beni’ Bejna’nın sesi ayırıyor seni kantinde lafladığın Sunay’dan ‘merakımı
yenemedim okudum mektubu… muhatabı belki
sen, belki de değilsin bilmiyorum… değilsen de kime verileceğini bilecek tek kişi de sensin zira içimizde ona en yakın olandın ’
uzattığı mektubu alıyorsun, elime tutuşturulan bu mektupla belki de hiç bilmediğim sırını öğreneceğimden okumaya korkuyorum,
çantama koyuyorum ‘şimdi zamanı değil sonra okurum ‘ diyorum Bejna’ya.
Arabayı kullanan Serdar ‘diyorlar ki
ağabeylerinin ölümü, uzun süreli
işsizlik, askerliğini komando yapması bütün bunlar depresyona sokmuş Haldun’u.
Konuşulanları duysanız şaşar kalırsınız.
Biri de
“ah” çıkıyor “ahhh” dedi’ ; ‘sorsaydın Serdar’; ‘sormama gerek kalmadı ki Bejna anlattılar
zaten. Haldun’un annesi eskiden ebeymiş, doğurttuğu bazı kadınların
bebeğini “öldü” diyerek alıp çocuğu olmayanlara
parayla satmış’; ‘yok artık Ayşe teyze böyle bir şey yapar mı,
inandırıcı değil.Serdar keşke sen de keşke
eskilere gitmeye gerek yok,
onaltı yaşındaki Erdal’ı astıran faşist
Evren’den çıkarmadığı “ah”ı eğer
annesinin yaptığı yüzünden Haldun’dan, ağabeylerinden çıkarmışsa demek ki ilahi adaletini haksızlık yapandan esirgeyen, güçten, zenginlikten
ve haksızlıktan yana bir Tanrıya sahibiz’ deseydin.Sence de öyle
değil mi? diyerek’ bakışlarını sana
çeviriyor Bejna ‘ ne konuşuyordunuz ki ...Hep yaptığın yaptın yine değil mi
Haldun?Sözünü kesmeme izin vermeden
anlatmak istediklerini güzel güzel
ifade edecek sonra başka bir
konuya balıklama daldığını fark ettiğimde de
‘nerden çıktı şimdi bu bakış’ı fırlatıp sana çıkışma, konuşma hakkımı
elimden aldığın nasıl da akılıca bir iç
döküş… nasıl güzel bir rahatlama…geride kalanı vicdan azabıyla yaşamak zorunda
bırakma yoludur bu ardından bıraktığın mektup…bravo sana Haldun, bravo…yoksa
mektubunu yazarken mevsim de kış mıydı? Gecekondu da sıcacık sobanın
arkasındaki duvara dayamışındır sırtını,
önünde ki sehpa da bir kitap üzeride sarı saman kağıt ‘şimdi yazmayıp da ne
zaman yazacağım’ diye mi düşündün? Kelimeleri bütün cömertliğinle kullanarak, o
okumakta zorlandığımız el yazını
okunabilir hale getirebilmek için çabalayan parmaklarını
da acıta, acıta; geride bıraktıklarını
can evinden vurmak için belki
kimsenin eline geçmesini de
ummadığından, kendini gizlemeden
yazdığın eğer elime geçerse de ‘ne zamana kadar geciktireceksin, eninde
sonunda okunacak o mektup da ya beni
yıllarca kahredecek, suçlayacak
bir şeyler yazmışsa… okuma.Hayat ne garip o yok ama eliyle yazdığı yazı
hayatta…dünya yalan değil işte yalan olan insan…’git, geller içinde kalacağımı da düşüneceğin hüznün
vakti gece de düştü güne… evine dağıldı
herkes… bitti işte eski yıl seni de alıp gitti…Yeni yılda sensiz, Can’sız karanlıkta yalnızlığın sesi sanki daha da artı… gölgeler yok artık geriye
sadece gerçekler kaldı… tüm maskeleri çıkma vaktidir! mi diyorsun Haldun?
istediğin gibi olsun… sabah dünyadan göçüp giden senin için ’rahmetli’ye hızla geçiş yapılıp, olağanlaştırarak
ölümünü ‘çok severdi rahmetli’yle seni
anarak o kadar çok içildi ki top atılsa
evde kimse uyanmayacağından ses çıkarmaktan çekinmeyerek yataktan kalkıyor,
ortadaki fermuarlı bölümde mektubunu
sakladığım çantamı almak üzere vestiyeri
açıyorum. Yeni yılın ilk saatlerinde
gece; ucuz olduğundan karalamalarda kullanıp, bildirileri bastığımız,
çantamızda, dolabımızda, masamızda illaki bulundurduğumuz teksir ya da sarı saman kağıdının
kokusuyla seni getiriyor odama ‘sanki siyah pilot kalemle tuttuğum ders notların yanına çizdiğim çiçekler usta bir
ressam elinden çıkmış resim gibi daha bi güzel duruyor saman kağıtta.Tükenmez
kalemle yazı yazdığımda da yumuşak
olduğundan kalemin ucu kağıda gömülüyor
en çirkin yazı bile daha parlak,
hoş gözüküyor, mürekkep dağılıyor
kendine yol çiziyor, kokusu da
bağımlılık yapıyor insanda.Offf Haldun
gülme!‘ elinle dizine vuruyorsun ‘birden komik geldi bir kağıt için bunca
güzelleme.Yazım çok çirkindir , bundan böyle
bende saman kağıt kullanayım bari’. Bu geceden sağ çıkmama izin vercek
misin Haldun? bilmiyorum.Hep bir ötesi olduğu müddetçe mi…dün, varlığında
özlemek…bugün, unutmaktan korkmak seni
ama artık dönüşün olmadığından…okumalıyım. Katladığın yerden açıyorum
mektubunu “alışveriş merkezinin bir köşesine iliştirilmiş cafe’de, kuytuda bir masada oturuyoruz karşılıklı;
adını hiç bir zaman bilemeyeceğim bir şeyler yaptırdığın saçların kısalmış daha
düz, açık renkli duruyorlar... biraz da kilo almışsın, yüzünün o sevdiğim
çocuksu ince uzun hali gitmiş... bu sefer çok daha dikkatli bakıyorsun bana,
bakışların sanki çok içerilerde, içimdekileri görüyor gibi. Benim gözlerim ise
kucağında tutmaya çalıştığın nadiren masanın üstüne çıkardığın ellerine
takılıyor; bu sefer söylemek istediğimiz onca şeyin gerçekte neler olduğunu,
onları nasıl söyleyeceğimizi hayat bir güzel öğretmiş bize; geçen yıllarda...
Ama şu anda böyle karşılıklı otururken, bunları söylemenin yeri, zamanı
olmadığını da belletmiş bir güzel. Çağrı cihazın çalıyor, tek kelimelik
cevaplar yazıyorsun. Senin için doğru insan değilim, zamanın bugün bunu
bir kez daha doğrulamasının
ikimize de bir faydası yok diyen
gözlerinle, bir mazeret bile belirtmeden
"gitmem lazım" diyerek kalkıyorsun, sandalyenin kenarına bıraktığın
alışveriş torbalarını da alarak “düşecek gibi oluyorum, galiba hiç
giyemeyeceğim, halbuki kadına ayrı bir hava veriyor”la özendiğin ayağında
yıllarca hiç görmediğim ince topuklu ayakkabılarınla uzaklaşırken vitrinlerin
arasında bir an için dönüp bakmanı bekliyorum bana; boşuna…boşunaymış
beklentim. Kalkıyorum ben de, öteki taraftaki vitrinlere doğru yöneliyorum, bir
müzik dükkânından tanıdık ses sanki
sadece bana sesleniyor "…penceresiz kaldım anne! Hani benim gençliğim
nerde?” adımlarımı hızlandırmaya çalışıyorum, boğazıma bir şey oturuyor, bir vitrin camında bana
bakan hüzünlü, şaşkın bakışlı
gençle karşılaşıyorum; kim derdi ki kim,
yıllar önce “hayalindeki ailenin bende karşılığı yok” derken bugünü
öngördüğünü… o gün kolonya servisinde seni geçen muavine, tam
yirmi yıl sonra bu davranışından ötürü hak veriyorum…” cümleler mermi…deliyor
yüreğimi.Yazını tanıdığımdan daha açarken mektubu senin yazmadığını
öğrenmek, yazdığını düşünerek üzerine
affettiğim bütün düşünceleri patlatıyor elimde…parçalıyor. Neden… neden
ve yine neden…ve yeniden niye ??? Kimin için olduğunu bile bile Sunay’dan
aldığın bu mektubu iletmen gerekene
neden iletmedin Kaç kere ‘ne yapıyor
biliyor musun…nerede yaşıyor? …hiç görüştünüz mü? bir şey söyledi mi’
sorularını geçiştirirken sakladığın o mektubu hiç mi anımsamadın? Yıllar sonra tesadüfen bulmasaydı mektubu Bejna,
kim bilir kimin elinde yok olup gidecekti eline geçende, okuyanda onca
merak bırakarak. Gittiğin de bu dünyadan beni bir arı kovanın içine
atmaktan…‘neden’li merakıma, endişeme muhatap olmadan yüreğimde kanayacak yeni
bir yara açmaktan… gayrı ne işe yaradı ki bu mektup? Bu gece zaten ben
hayallerin yerini anılar aldığında anlamıştım büyüdüğümü de yazık
ki sen bu dünyada yokken bunu anladım. Silah kime çekilir
öğrendiysen, geceden,
şarjör, gönül nasıl boşaltılır bildiysen
kapat ışıkları da karanlık kendi cehenneminde debelensin, dursun. Benim
cehennemim…başka.Mezarlıktan döndükten birkaç saat sonra başlayan kar yağışı bütün gün sürdü, dışarıda hâlâ kar yağıyor Haldun. Van’daki kadar karın yağdığı
yetmişlerin, seksenlerin Ankara’sında, sokak lambalarının olmadığı ay
ışığıyla aydınlanan gecekondu mahallemizde, bazen boyumuzu da aşan kar yağdığında gece sanki gündüz gibi
aydınlık oluverirdi, nasıl becerirdik bilmem ki, beceremediğimizi bir iki saat
sonra ‘”Haldun, Oğuz, Esin, Mine, yeter, hastalanacaksınız, haydi eve” sesleri yankı yaptığında anlardık da yine de
çaktırmadan evdekilere gizlice dökülmüş olurduk sokaklara. Zengin aile çocuğu
yaşıtlarımız Uludağ’ın, İsviçre’nin kar
pistlerinde son model kayak takımlarıyla kayak eğitimi alırken bizim evle,
karşıdaki Zeynep teyzelerin evinin arasındaki
bir kenarına evin temelini atmada
kullanılacak, mahalleli kadınların halılarını, kilimlerini, yataklarını,
çarşaflarını üzerine vura, vura
çırptıkları, biz çocuklarında üzerine oturup konuştuğu, altlarında “
yılan, akrep var” diye birbirini korkuttuğu
koca koca taşların yığıldığı boş
arsada kayak takımlarımız gazete
kağıtları, kartonlar, poşetler, düz
tahtalar, tekerlekler, leğenlerle
yokuş aşağı öyle bir kayardık ki değme kayakçılara taş çıkarırdık. Sonra
yuvarlana, yuvarlana içinde adeta yıkandığımız karı gündüz annelerimiz
istedi diye kovaya doldurur ya da
pencereden kürekle bir güzel yıkasınlar evde serili tek Isparta
halısının, kilimlerin üzerine
atardık. Aman Allahım! dedirtecek kadar güçlü temizlik malzemesi olan
karın, Şaşmaz’ın, Arap sabunun yanında şimdinin envai çeşit Cif’nin, Marc’nın temizleme kapasitesi solda sıfır kalırdı öyle
parıl, parıl; pırıl pırıl ederlerdi ki
halıları, kilimleri, kap kaçakları, fayansları, her yeri. Sular
donduğundan sık sık sobanın üstünde ısınan kar suyuyla banyo yapmışlığımız da
çoktu. Üstümüzde başımızda da kar
botları, çizmeleri, kar montları, kar
gözlüğü, başlığı, polar çoraplar; kuş tüyü mantolar, kabanlar hak getireyken annelerimizin ördüğü yün
hırkalar, kazaklar, Sümerbanktan alınmış ayaklarımızı parçalayacak kadar
sert ayakkabılar, siyah naylondan çizmeler, ayakkabılarla o
karda, tipi de, yağmurda okula yürüyerek giderdik de şimdiki gibi üşümezdik bile. Haldun bizim bahçede Oğuzla, Yıldırımla birlikte tam
gün uğraşıp yaptığınız BMW’ye eş
araba saydığınız o küçücük araca binmeyi öylesine severdik ki, sahibinin de
ödünç verdiği kişinin yanında
"düşerse yardım edeyim" diye
değil " alıp, götürmesin lan!" diye düşünerek koştuğu,
Çankaya, Dikmen, KırkKonakların yokuşlarından
aşağıya birkaç saniye inebilmek
için kendini paralayan bir neslin acıklı dramı; bitip tükenmeyen "neden
bizden iyi bir Formula yarışçısı çıkmıyor ?" geyiğinin dayanağı;sağlam bir
tahtaya dört tane bilyeli tekerlek bağlayıp ya da dört
aynı ebatta çıkma rulmanla yaptığımız ilkel, ev yapımı kızak, kaykay arası
çıkardığı sesin de iğrenç olduğu oyuncağımız bilyalı da
denilen Tornet’le kar da kaymayı
denediğimiz de olmuştu. Başka Ülkelerde yaşıtlarımız daha okula
başlamadan karting pistlerinde
Aytron, Senna, Schumacher bilumum
Finli, Alman, İngiliz, Brezilyalı, Fransız gençlerinin kullandığı Go Kart’ı görmedik ki anasını satayım. Kaykaya ayakta binilirken tornete oturulur ya
da tasarıma göre yüzükoyun, sırtüstü
yatılırdı sık sık kırıldığından tahta takoz aramak, arada rulmanları greslemek gerekirdi yine de bunca zahmete hele de ev yokuşun başında ise tornetle yukardan iyice hızlanıp kapının
önünde fiyakalı bir spin atmak, ardından da küçük dağları ben yarattım edasıyla
eve girmek memnun edici, güzel bir
duyguydu. Yokuşun sonu da illaki caddeye açıldığından ve de freni olmadığından eğer
ayağımızı yere sürterek durduramazsak tornet'ten atardık kendimizi ölmeyelim
diye. Çok zor günlerdi çokkk, ondan sonra "neden Formula 1 yarışçısı
çıkmıyor?" çıkmaz tabii lan, bilyeli tahtayla nereye kadar? Ah, ahh o zamanlar bize de imkan sağlasalardı, biz de
karting, kayak pistlerinde aile desteğiyle
fink atsaydık bak nasıl… zaten daha
sonra da dünya Maserati, Ferrari, Lotus kullanırken bize, Fiat’ın,
Renault’ın teneke versiyonları
"araba" diye yutturulduğundan
demem o ki, cidden çok şanssızdık
çok. İade-i itibarını dört gözle beklediğim hey gidinin günlerinde etrafımızdaki herkes aynı şekilde
yaşadığından tüm dünya bizim gibi öyle,
böyle yaşıyor sandığımızdan mutluymuşuz biz...safça.
İçimizde iri cüssene tezat en çok üşüyen
de sendin ‘kar yağsa bu kadar soğuk olmaz…hava ılıklaşır.Dışarı çıktığımızda
üçüncü dakikadan sonra iliklerimize işleyen, kulağımızı, burnumuzu kaskatı
keserek hissedemez noktaya
ulaştıran affedersin ama adamın çükünü içeri kaçıran Ankara’nın bu soğuğu…bu kuru ayazı yok mu?
Güya tepede güneşe benzeyen göz s..kmekten başka bir işe
yaradığını da görmediğim bir şey var . Yararı bir yana hava
sıcak diye düşündürttüğünden hatta zararı da var;sabah Güven
parkta dolmuş beklerken elimi cebimden
çıkarmadan sigara içirten, beni beş kat giyinmediğime pişman eden, montla dışarı çıkartıp zatüreye
yakalanmama neden aldatıcılığını da
unutmamak lazım.Neyse
yarın yorganla çıkayım bari ancak o
ısıtır beni. Soğuk, ayaz da bir anda hızla geliyor bu şehre… günlük
güneşlikken bir bakıyorsun
taş kestiren bir hava, eee haliyle insan
hemen de adapte olamıyor; geçen
gün tshirtle oturuyorken birden boğazlı
kalın kazak giymeyi hazmetmek
zor,tabii.’ diyordu diye düşündüm kara bakarken pencereden ‘Bunca lafı
hava için ettiğine inanamıyorum. Ama tabii senin için olağan bir durum
bu, zira her şeyin abartı senin.
Geçenlerde kuzenim telefonda dedi ki
“valla ben bu memleketteki entelektüellerin hava takıntısını …havayla alıp
veremedikleri ne? onu bir türlü çözemiyorum, anlayamıyorum. Her gün hava şöyle,
hava böyle muhabbeti…” haksız
değil, nerdeyse ömrü bitireceğiz “her bahtı karanın görmek istediği” Ankara…
Ankara güzel Ankara’da -23’leri görmüşler olarak abartılacak bir hava değil
ki bugünkü bu hava. Hem el soğuğunu
görmeyen kendi soğuğunu soğuk sanıyor bunun Kuzey Kutubu…Ayslınd’ı…
Gırönlant’ı…Mahşignton’u var, var oğlu var….Daha Ankara’ya yerleşmeden
kardeşlerimin doğum yeri, benim de ilkokulu
bitirdiğim Van’da yaşadığımızda kışın bir kar yağardı…kapı
önünde en az bir metre boyunda kar
biriktiğinden sabah açamazdık garip
ama hiç de üşümezdik alıştığımızdan belki de..’;‘ Esin unutun sen,
askerliğimi nerede yaptığımı? Kayseri,
Erzurum, Sivas, Kars, Ağrı, Hakkari’de bulundum ben. Oraların soğuğu insanı kesen soğuk değil, daha çok yakan bir soğuk. Hangi tür kıyafeti giyersen giy, kaç
kat giyinirsen giyin ne yapıp, ne
edip vücuduna nüfuz etmeyi başaran,
arabaya binince g..tü direkt koltuğa yapıştıran, uykulu uykulu çıplak mı oturdum lan acaba
düşündüren, bizim güzel
Ankara’mızın kuru ayazının
rakibi yok derim belki Eskişehir, Kütahya ayazı buna yaklaşabilir.Bu ayaz aklı baştan da alır onun için akıllı olun sevin diyorum Ankara’yı ayazıyla
beraber.Bak sanki Cumhuriyet yeni kurulmuş, tek parti dönemindeyiz, İstiklâl
Mahkemelerinde yargı dağıtıyor Mustafa Kemal Paşam…’; ‘Allahaşkına… bir anda yine …. bağlama…‘. Haldun’un mezarında ilk gecesini geçirdiği gerçeğinin
acısıyla perişanken gülümseten anıları
da canlandırdığından ne anımsatması, ne
düşünmesi gerektiği denetlenemeyen, hakim olunamayan başa her türlü belayı da, belasızlığı da getiren insan zihni kadar
dinlemeye tenezzül etmediği ‘ben’den bağımsız çalışan, düşünen
karmaşıklığı çözülmeyen hiçbir şey yok. Bir mektubu okumanın, yağan karın tetiklemesiyle daldan dala atlayarak birbiriyle alakalı alakasız tornet’i, kaykay’ı, Formula 1‘i ,
İsviçre’yi peş peşe çağrıştıran
zihnin(m), meğer
ne çok anının ev sahibiymiş. tane tane
yağan kara baktığımda Haldun diye düşünüyorum ne tuhaf sanki yaşıyormuşsun gibi
hissediyorum sonra öldüğünü anımsayarak kollarımı kollarımla sarıyorum buza dönmüş toprağın altında çok mu üşüdün Haldun diyorum pencere önünde
tekrarlıyorum çok mu üşüdün
?Kalbim…kahrolası kalbim sıkışıyor. Camı
açıyorsun buz gibi soğuk çarpıyor yüzüne ’ Sunay’ın yazdığı mektubun sende ne
işi var? hayat dedikleri bu mu gerçekten? Herkesin illa ki açıklamaktan
çekindiği bir sırının varlığı mı?’ İnsanın hayatında çok özel şeyler vardır.
Öyle ki insan kendinden bile saklar bunları,
yüzleşmekten korkar…yüzleşmek hep zordur zaten bir bakmışsın kendin olmayı
da unutmuşsun.Kendine özel olan her şey
de bir geçiştirmeden öldürdüğün zamandan
ibaret olur ve günü bitirirsin,
yeni bir gün başlar ki o da dünün
aynısıdır. ya kendine has bir şeylerin varlığına inanır, çevrene bunu
dayatırsın ya da kendine has olan her şeyi bir kenara iter herkes ne diyorsa o
olur; kabul edersin veya etmezsin ama itirazdansa ortama ayak uydurmak
istersin. Geleceğinden kaygılanırsın sadece iş güç değildir mevzu, kendin için ne yaptığını düşünürsün…ne
yapmadıkların boğar seni; yeni planlar yapıp uygulayacak gücün kalmamıştır
artık yok sayarsın hepsini; yatınca
geçer ne de olsa. İşe gider, yemek yer, içki içer olmadı antidepresan, uyuşturucu kullanıp, seks yaparsın. Sonra
hepsini daha çok ister ama daha azıyla da yetinirsin. Durup düşündüğünde her
şey biraz eksiktir; acı olan hiç bir şey,
hiç bir zaman tam olmamıştır. Onun gibi işte hani biz içtiği su ayrı
gitmeyen bakışından ne düşündüğümüzü anlayan, araya uzun mesafeler girdiği
zamanlarda bile telefonda konuşurken hiçbir şekilde belli etmesek de, her zaman
nasıl konuşuyorsak öyle konuşsak da sesimizdeki ufacık bir tınıdan iyi
olmadığımızı anlayıp "neyin var? sesin iyi gelmiyor."la
telaşlanan dostlardandık. Nasıl… nasıl
oldu da sen benim sana olduğum
kadar bana samimi ve içten olamamışsın.Kendi açımdan ben hep içtendim,
öyleydim…yok yok senin de… bu
derece başkasının hayatını sarsacak… yönünü değiştirecek…
yaralar açacak kadar derinlere gömülü
bir şey değil ki sırrım. Bu mektup darbe sonrası yaşadığım o derin
yalnızlığı….hayal kırıklığını yeniden yaşattı bana. Hatırlıyor musun ‘giderken
yevmiye mi alırım’la mutfakta birlikte turşu yapmak için annemin önümüze
yığdığı küçük bir tepeyi andıran yeşil
fasulyeleri ayıklarken ‘Hani Ayten’le bizim ilişkimiz; seni sık sık
arayıp sormayan belki toplu olarak bir şeyler yapılacaksa arayacak öyle özel
konuların, yaşanmışlıkların, detayların, gerçek düşüncelerin de anlatılmadığı, duyguların, inceliklerin
ikinci planda kaldığı sadece sevgi bağından değil de şartlar nedeniyle
hayatımızda bir şekilde var olan, her gün birbirimizi görmek zorunda olduğumuz sosyal çevremizde;
işyerinde, okulda hatta evdekilerle
akrabalarla kurulan yüzeysellik taşıyan,
zaman geçirilen, eğlenilen ilişkiler gibi değildi.Ne oldu da bu hale geldi aramaz
sormaz oldu bizi Ayten anlamadım’ sitemime ‘Kan bağının koca yalanlığını da ortaya dökmüş ki
doğrusunu yapmış Antonin Çehov'dan bir
kez daha duyalım mı "insan eğlenebildikleriyle arkadaş olur, anlatabildikleriyle
dost, ağlayabildikleriyle kardeş..." Ama inan bu bile geçerli değil artık
günümüzün modern dünyasında. Evlenmişsin, üstüne iki beben olmuş, evle iş
arasında koşturur dururken bırak
Çehov’un tanımlamasındaki farkları, hangisi kalır insanın hayatında
da bu kadar içerliyorsun biz Ayten’le dosttuk ne oldu da arayıp
sormuyor diye’ demiştin ya Haldun nasılda saçma gelmişti bana Ayten’le ilgili sunduğun bahane oysa şimdi elimdeyken Sunay’ın benden
gizlediğin mektubu ve de yaşlanınca insan
aynı kefeye giren farklar bütünü olduğunu görür; arkadaş, yoldaş, dost,
canım ciğerim tanımlamalarının. Anla artık anla !! Hayat bütün bunları anlaman
için daha ne kadar vuracak kafana…kafana;
gerçekte insanın ne dostu, ne
arkadaşı, ne kardeşi vardır; dost kendinsin kendine onun dışındaki o ilişki
yoruyor be insanı…dağıtıyor hatta yok ediyor.En iyisi korumak için
kendini uzak durmak, ilişki
kurmamak kimselerle çünkü hiçbir zaman, hiç kimse senin anladığın anlamda
dostun olmayacaktır. Kimse seni bağrına
basmayacak, dahil etmeyecek kafesine göğsünün; üstüne titrediğin
çiçeklerinin; dürüstlüğün, dostluğun, samimiyetin, ahlakın, erdemin, sevginin,
barışın, adaletin başkaların yakasında
nişan olduğunu…hiçbir şeyin anlamının kalmadığını görüp
ağladığın zaman anladığındaysa
senden çok şey alıp götürdüğünden hayat
çok geç kaldığından telafisi de ne mümkün! olacak. İkinci bir
'sen'e sahiplik sanmıştın ya dostluğu tüm sandıkların gibi o da bir sanmaymış
yalnızca… samimi, sevimli, şirin geldiğinden “ bizleştirmeli” ,
ötekileştirilmeli büyük kilitlemeler söz
konusu olunca herkes birbirini
kilitliyor amaaaan biraz da onlar kitlesin diye düşünerek ‘birbirini kilitleyerek mutlu olma’ üzerinden
dönüyorsa dostluk, açılım Türkiye’de yaşadığını
bil dediğimde kızmıştın ya bana
‘insan her yerde insandır’ diye ‘ama demiştim
ben de o insanı şekillendiren içinde yaşadığı toplumun önem verdiği değerdir. Mesela medeni, gelişmiş bir ülkede insanlar bizdekiler gibi kolay, kolay yalan söylemez,
olduğundan farklı görünüp karşısındakini
aldatmayı, hakkı olmadan bir makama torpille getirilmeyi erdemsizlik sayar ve paylaşmayı bilir; ‘onunla niye konuşuyorsun…niye
geziyorsun…boşver onu…yapma bunu…onun ne olduğunu sen bilmezsin…gitme…gelme…
akşam dertleş sabah herkes duyacak sakın güvenme babana…gitme.. dahi’li
korkutan bir kilitlemeyi, kapamayı
karşısındakinin özgürlüğüne hakkı olmayan müdahale saydığından…ha bir de kültür mirim
kültür yabana atılmayacak bir olgudur
yani senden asla bir Andrey, benden de
bir Maria çıkmaz ‘;Öyleyse hep sırtımızdan vuranlara, yarı yolda bırakanlara,
hiç gitmeyeceğim deyipte ilk durakta bırakanlara, sevdiklerimize,
sevmediklerimize, sevemediklerimize, sevenlerimize, sevmeyenlerimize,
sevemeyenlerimize, acılara, umutlara, neşelere
hüzünlere.... hepsinin şerefine...’
Bir şeyleri kaybedersiniz bazen ne olduğunu da bilmediğiniz; o insanı… o ânı… o hayali… o umudu…o
düşünceyi…o dünü… dünün o uğruna dünya yakılan idealini… o şeyi arar
durursunuz. Başınıza gelmesinden korktuğunuz başınıza gelmiştir işte,
ölmediğinizi gördüğünüz kaybedişler… olaylar…
yaptıklarınızın… yapamadıklarınızın… yaptırılanın…yaptırdıklarının da hesabını
size kestiklerinden… sonrasında da keseceklerinin
mutlaklığından mıydı yoksa
akan o gözyaşlarınız? "Bana hiçbir zaman benim seni gördüğüm
yerden bakamazsın " demiş Jacques
Lacan’ı da ağırlamış bu dünyada; kaç
saniye sürer düşmek, kaç saniyedir bir yasam, kaç saniyedir ona son vermek? nereye
uçarsınız düşerken…nerden kanarsınız.. ne şekilde karar verirsiniz, ne zaman…ne
zaman vazgeçersiniz ya da vazgeçer
misiniz? Hayat böyle aslında dikkat edin bakın etrafınıza iyiler gidiyor hep
gittikleri yerin yaşadıkları bu yerden daha iyi, daha güzel olduğuna
inandıklarından mı? ondan mı
kaçıyorlar erkenden Haldun ? bunu en iyi
sen bilirsin. Ben de anlamak istiyorum Haldun; bir zamanlar Boğaziçi
üniversitesinde öğrenci faaliyetleri binasının altındaki nam-ı diğer sosyalist; orta kantin müdavimi şimdi yalnızlar merdivenindeki
basamaklara içtiği “ taze buruk şarap “
kokusu sinmiş Nilgün Marmara’yı, Kaan İnce’yi pencereden
boşluğa atlattıracak, Sylvia Plath’ı
başını gaz fırınının içine sokturacak, Cesare Pavese ye onca uyku hapı içirtecek
kadar… senin anladığın kadar anlamak istiyorum
dünyayı ama sonra korkuyorum acıtan varoluşunla gelen katlandığın onca
saçmalığı, çıkmaz sokakları, ucuz ilişkileri, yalancı toplumu, hep senden bir
şey alma, koparma peşindeki aile, dostlar mefhumunu anladığında; varoluşunun sancısını
hissettiğinde, içine düştüğün bu
insana bir tek gün huzur yüzü göstermediğinden böyle vatan olsa ne, olmasa ne olur dedirten hayata düşman; doğuştan edinilmesi
gerekli dürüstlük, erdemlik vari insanca değerleri yerle bir ettiğinden oy
verirken dürüst, yalan söylemeyen,
hırsızlık yapmayan kişi, lider aratan
acıklı halini, zavallılığını sergilemiş
çarpık sisteme dayanamayıp hemcinslerine de ‘ sen bayım! sen ya erkek egemen yaşadığın coğrafya adına
sorumluluk almalıydın; belki savaşları
elinde keleşinle sen başlatmadın, bombayı vücuduna sen bağlamadın, o biber gazı
fişeklerini sen sıkmadın ama vergilerinle desteklediğin, sistemine dahil
olduğun devletin yaptı bunları.Sen de sorumlusun o bodrumlarda katledilen insanlardan, cesedi günlerce sokaklarda
kalan yaşlı başlı kadınlardan, günlerce buzluklarda bekletilen o gençlerden.
Sen de sorumlusun darağaçlarında idam edilen Seyit Rıza, Şeyh Said’den, Menderes’ten,
üç fidan Denizlerden, onaltı yaşındaki Erdal’dan, işkencelerde öldürülenlerden,
Dersimde kimyasalla,
zehirli gazla katledilen, Madımakta
yakılan, Maraş’ta, Çorumda komşuları tarafından kesilen insanlardan. Sen de
sorumlusun zorla tehcir ettirilen, yolda öldürülen, kalan malı mülkü
yağmalanan, sokak ortasında hiç uğruna vurulan gazetecilerden. Daha nice örnek
verebilirim öldürülen, tecavüze, tacize
maruz kalan kadınlardan, cinsiyetinden de sorumlusun o yüzden gördüğün bütün
Kürtlerden, bütün Alevilerden, bütün Ermenilerden, bütün kadınlardan özür dilemelisin. Erkek cinsinin zarar
verdiği, travma yaşattığı bütün kadınlara gereksiz önyargılar yerine
destek ve sevgi vermeliydin ki bir sonraki için olabildiğince temiz bir alan
bırakmalıydın .Şu kokuşmuş memleketi kurtarmanın bir yolu varsa geçmişimizle
yüzleşip özür dilemeyi bilecek sorumluluğu almaktı’ diyecek geçmişteki devrimci
ruhunu, cesaretini de yitirdiğinden
artık biraz daha fazla kalmak…rahat etmek
uğruna girilmeyen şeklin kalmadığı dünyadan tiksindiğinden terk etme
kararını…kendi kaderini belirleme hakkını eline almak isteteceğinden… intihar
kaçınılmaza dönüşeceğinden biliyorum Haldun, anlamak lanetlidir de. Hayatın ne menemliğini, pespayeliğini , hiçliğini anlayabilmek bazı insanların lanetidir…sonudur
işte Haldun sende; üstelik geçirmek isteseydi hayata tırnaklarını, tutunmayı
birçoklarından senden, benden daha rahat sağlayacak dışsal sebepleri; başka
bir ülkede yaşayacak maddi imkanı, yabancı dili
olan Nilgün’de, Kaan’da, Zafer’de hatta Kurt Cobain’de olduğu gibi. Uzun ömürlü bir yaşamda; birkaç kez giydiğinde, yıkandığında ilk aldığındaki gibi tertemiz pırıl pırıl
değildir ya kazağınız gömleğiniz, ayakkabınız onun gibi yıllar… yılları itelediğinde evet hayatın da renkleri solacak…soluyor, yıpranıyor, yaşlanıyor da… güven kalmıyor
tanıdıklara, dost bildiklerine … istesen de
çocukluğundaki, gençliğindeki gibi
toz pembe bakılmayan aynı tükenişler, aynı sevinçler, aynı
kırılganlıklar, aynı sohbetler, aynı
duygular, aynı işe güce gitmeler, aynı çay, kahve içmeler, aynı sosyal
medya çılgınlığı; Twitter’a Facebook’a, Instagram’a takılmalar, aynı Whatsapp
mesajlaşmaları…aynı… …aynı… suyunu, huyunu bildiğin aynı düşüncede, tavırdaki aynı tanıdık insanlar daha…daha aynıyla, fazlaca katmerli
yaşanacağından; aynı şarkılar,
aynı yemekler, aynı yalanlar, aynı
baskılar, aynı faşist uygulamalar, katliamlar, işkenceler, aynı kadın
cinayetleri, haksızlıklar, aynı aldatmalarla
hayata dair ne varsa onlarla daha fazla karşılaşılacağından; aynılığa
katlanma direncide azalacağından; arkasındaki her şey de görüldüğünden artık ön
bahçesi dahi merak edilip görülmek istenmeyeceğinden her zaman ve hep ; Cemal Süreyya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Lale
Müldür daha pek çok edebiyatçıyla vakit geçirip, sohbet edip bir şekilde
onların hayatına dokunması kendisine
yettiğinden neredeyse fazlasını yaşayacağım,
göreceğim bir şey de kalmadı, göreceğimi gördüm sonrası da tekrar “zaten”le Nilgün Marmara’ya “hayatın neresinden dönülse
kârdır" cümlesini yirmili
yaşlarında kurdurtarak yazdırtacak
hayat, ne yaşattı
demeyip intiharı seçenlerin kendilerini
ayak uyduramadıkları bu yerden, dünyadan kurtardığını düşünmüşümdür hep.O yüzden
de Haldun, senin gibi Nilgün’de kendi yaraladığının yanında başkasının
açtığı yaraların hafif kaldığı ruhuna gitmekten başka yol bırakmadı,
gitmeden önce de kendini en ufak bir tereddüt, bir acaba, belki, bir
keşke düşündürmeyecek bıkkınlığa eriştirerek.O’nu seninle tanıştırdığım fotoğrafını
gösterdiğimde ‘kayıp kuşakları, çoğu kişinin er, geç önemli bir olayın başrol
oyuncusu olmayı umut ederek ömrünü tükettiğini, alışılmış yaşamın sınırları
dışına çıkmanın zorluğunu suratımıza suratımıza
haykıran hayatı daha fark edemediğimiz gençliğimizde Marx, Lenin, İlya Ehrenburg, Maykovski,
Neruda, Dimitri Dimov okumaktan, devrimi düşünmekten sıranın gelmediği
Nilgün gibi kendi kuşağımızdaki
şairleri, sanatçıları okumada,
tanımada da hep bir şeylere olduğu gibi yine
geç kalmışız oysa ne kadarda ortak noktamız varmış, ben Onu yazdıklarından
dolayı değil Gökhan Özgün’ün "yıl 1983, üç beş üniversite öğrencisi
içeri alındık; (o günlerde olan biten vahşetin ortasında ehemmiyetsiz bir vaka)
aramızda bir kaç hanım da var. Kız ya da kadın demek istemiyorum. Çünkü bu
fark, ‘modern’ cumhuriyetimiz için çok önemli. Askerin laik devleti ‘demokrasiden
bile daha çok değer verdiği hanımlara’ ne yaptı? Üniversite öğrencisi hanımlara
bekâret muayenesi yaptı. O muayeneden geçenlerden biri Nilgün’dü. Nilgün üç beş
yıl sonra kendini 5. kattan attı. (aman heveslenmeyin, kör bir neden-sonuç
ilişkisi kurmuyorum.)" anekdotunda belirttiği bu memlekette mevki, sınıf, statü farkı gözetmeden
kadınların maruz bırakıldığı tacizlere, aşağılayıcı davranışlara
ortaklığımızdan… kendisini Scott
Fitzgerald'ın eşi "çılgın Zelda"ya benzeten Cemal Süreya'nın yeni
tertemiz evinin yerlerine "bu ev niye bu kadar temiz"le yediği
çekirdeğin kabuklarını atan kural bozuculuğundan ve de benim uslanmaz şairimi etkileyenlerden olduğundan sevdim
demiştim’ onunla aynı sonu paylaşacağını bilmeden. İntiharına üzülmeye gerek
yok çünkü kendi varoluşunu tanımlayarak
tehlikeli dansa kalkıştığı hayata… bir sonraki hareketini yaptı Haldun o kadar diyorum kendi kendime ama
nafile bu düşünce rahatlatmıyor, dindirmiyor acımı… kahrolmamı... geride ruhumu
okşayarak yarında yaşam isteği
yaratacak hiçbir şey kalmadığından kendimi terk edilmiş; bak hep olunduğundan “yalnızlık” demiyorum; kimsesiz hissediyorum… denizde fırtınanın ortasında
çırılçıplak, savunmasız dalgalar arasında boğulup dururken Haldun, söylesene
neyiz biz bu dünyada ? Sonra neyiz biliyor musun Esin diyen sesini duyuyorum hepimiz bir masalız şu dünyada; bir varmışla
başlayan… bir yokmuşla biten… kendine diğerleri gibi hayatı katlanılır
kılan nedenler bul; belki yalan, belki
gerçek, belki geçici seni rahatsız eden, bunaltan pek çok şey yokmuş gibi davran diyeceğim ama
sen yapamazsın biliyorum boş ver…evet
boş ver…sen yaz yalnızca yaz.Gece… güneş
terk ettiğinden günün zamanın yetim çocuğu gece... her gün birlikte
yaşadığın bu eşin , sevgilin, evladın,
arkadaşın, annen , baban, kardeşin,
tanıdıkların olur; senle ben gibi iyi
arkadaş olan iki insanın bile arasına sığabilen uçurumun derinliğini, birbirine
açmadığı yaraları, sırları olduğunu öğreterek
şaşkına çeviren tuhaf hayatta kışın
gündüzden uzun süren gece… biranı içerek televizyonda ya da
işten, güçten ancak hafta sonları ihtiyaç duyacağımdan hafta
içi ödünç verdiğim, bayramda bol bol
film izleyelim diye arife günü almak için birlikte Kumrular sokaktaki
sonradan kapanan Arçelik bayisine
gittiğimiz daha o zaman çalışmayan
Oğuz’un taksit senetlerini imzalarken yüzünde gördüğüm sevinci
unutamadığım WHS video oynatıcısında;
dört, beş tanesini bir yerden bir yere götürürken eziyet çektirecek, bir kavgada silah
kullanılacak kadar hantal, iri ; görüntü , ses kalitesi kötü,
durduk yerde bozulduğundan içindekileri silen manyetik alana sahip; mahalle bakkalı gibi her mahallede hatta neredeyse her sokakta açılmış
dükkanlardan, DOST kitapevinden satın
aldığın veya bir iki gün sonra geri vermek üzere kiraladığın Betamax , WHS video kasetlere
kayıtlı filmleri seyretmeyeceğin;
arkadaşlarıyla goy goy yapmayacağın; Bukowski, Sartre, Aristo’yla arkadaşlık etmeyeceğin artık olmadığın yılbaşının da kutlandığı bu dünyada sensiz bu ilk
gece de, benden gizlediğin, bu gece okuduğum O’nun mektubuyla vurulmuş bu kalbimle Haldun elimde değil yazmıyorum… bir şeyler yazmak
içimden gelmiyor… hem Özdemir
Asaf’ın gerçeği kafanıza vuran “senden
yana olanlarında, sana karşı olanların da bir değeri yok; seni anlamadıkça...” satırındaki gibi kesinliği yüzde yüz “seni anlamayacak” … anlamayanlar arasında yazsam ne olacak ? En basitinden bir çocuğu ‘beden doğurur yürek büyütür’ü…Can seni doğurmadığımdan
kaybettiğimde parka giderken Hansel ve Gretel masalını canlandırıp arkamızdan kolunda
sepetiyle yürüyen anneanneye bizi bulsun diye
kağıt peçeteyi yuvarlayıp iz
bıraktığımız gibi annenin bilmediği pek
çok şey yaşadığımız, konuştuğumuz ve de ben emekli olduğumdan çalışan annenden daha fazla birlikte olup
vakit geçirdiğimiz halde –ki farz et
onca yaşanmışlığımız da olmadı
tanımasam da bir çocuğun
kantinden aldığı şırınga şeklindeki
çikolata kapağının boğazına kaçması,
serviste unutulması, sarhoş ya da hız tutkunu
bir sürücünün çarpmasıyla trajik ölümü karşısında-acımın annen, bir anne kadar olmayacağını, onun kadar üzülemeyeceğimi kafalarındaki acı, üzüntü ölçerle ölçmüşlerin ki, ne kadar
da ağır bir mermiydi yavrum ‘sen onun
annesi değilsin’le bunu yüzüme söylemeyi vazife sayanın da babam, kardeşim, eniştem ve gelinlerin olması… bir çocuğu doğurmasan da
farz et evlatlık aldın, onu büyütürken
ya da büyürken tek tek tombik bebek
ellerini, ayaklarını, karnını,
poposunu öptüğün, ilk
emeklemesine, yürüyüşüne tanık zamanları, bezdirecek “mu ne?” sorusuyla
başladığı ‘bu çi-çek, bu kuş, bu arı, bu
tabak, bu çatal, bu sevgi, bu uçurtma, bu tabak…” cevaplarıyla
onunla birlikte yeniden öğrendiğin hayatı, ona verdiğin emeği her
hatırladığında o burnunun direğini
sızlatan süt, sabun karışımlı bebek kokusunu özlediğini, sevdiğini, onunla
bütünleştiğini algılamayacak sığlıkta, insanlıktan nasip almamış bunca gözü kör,
yüreği sağır, aralarında işim ne diye düşündüğüm insanlar mı beni, duygularımı
anlayacaktı? Seni kaybedince Can, en yakınım diyeceklerinin fizikken olmamaları kalben, zihnen olmamalarından çok daha yeğmiş
bir kere daha anladığımdan, anlaşılabilmeye dair ümitlerim henüz gelmemiş olan
zamanlar…günler için bile var
diyemiyorum zira halihazırda var olanların anlamaması,
anlamayacak olması ümidimi de yok ediyor. Anlaşılacağına inancı, ümidi olmayan için
anlatmak, yazmak gereksiz bir çaba... ne getirisi olacak Haldun, yazmamın bana? geri mi getirecek Can’ı, seni ?
acılarımı mı dindirecek?Her şey ne kadar da hızlı bazen tüm hayat bir
akışkana dönüşüyor bu özellikle geldiğin
noktada duyduğun memnuniyet yetersizse iyi bir şey de değil, bir bu kadar süreyi,
ömrü daha “belki”'lerle geçirme fikri…düşündürücü hatta bazen bu düşünceler
insanı yoldan çıkarma, sapma noktasına getirebilir de . Sen o sapağa son hız
yaklaşırken de; bir yerlerde birileri aşık oluyor, sevişiyor, birbirlerine
yalanlar söylüyor, birileri kadeh tokuşturuyor, birlikte şarkılar söylüyor,
kimi koca bir yatağı paylaşamazken; kimi bir masala inanıyor omuz omuza,
birileri intihar ediyor son bir not bırakıp, birileri not dahi bırakmadan kendi
eliyle siliyor tüm izlerini sonunda da senin, benim hayatta en nefret ettiğimiz söz söyleniyor “hayat
bu, böyle” ve cidden de hayat öyle…öyle de devam ediyor .Demem o ki sen katılsan da o
akışkana…o gidişe katılmasan da; hatta
pes edip kendini imha etsen de düşünüyorsun;
ne olsaydı, bugün tahammül edemediğim her şeye farkına varmadan kolayca tahammül edebilirdi(m) diye.
Bir şeyleri, dünyayı, hayatı, insanları
sevmemek, vazgeçmek için yeterli neden değildir ki bazen mecburiyetler
katlanılır kılar ama mecbur olmadığını fark etmek, seni daima akan, giden
hayatın, her şeyin bir adım dışında
tutmaya yeter de artar; sen öylece beklerken önünden ışık hızıyla bir
şeylerin geçmesi gibi. Bir kaptırsan kendini
anlamadığın bir hızda savrulacaksın belki ama o gidememek var ya olduğun
yerden, ayrılamamak, mecburiyet yani. Gölgelerini dikmişsindir belki oraya
çünkü. Hatta bazen gölgelerini gömmüşsündür...bazılarını da hapsetmişsindir.
Tam da orada bırakıp gitsen; bilirsin eksileceksin ve öylesi bir eksiklikle
yaşamak, yaşamak olmayacak da asla, bazı
eşikleri geçtikten sonra talih sana gülse de sen görmezsin artık. Hani şu dolu
dolu yaşamak, bir çiçeği kokladığın, birine içten bir gülümseyiş sunduğun, bir çocuğu Can’ı uzattığın ayaklarına
koyduğun yastık üzerinde veya beşiğinde sallayarak ya da ayakta kucağını alıp ellerinle
ayaklarını kucaklamış o da o boynuna dolamışken ellerini hafif hafif
sallayıp odadan odaya yavaş yavaş gezerek “uyusun da büyüsün “ değil de
uyarladığın “başını göğsüme yasla Cano,
Can.., güzel saçlarında dolaşsın elim”, “karlar düşer…düşer düşer Cano…can
ağlarım” ninnilerini söylediğin, bazen oyuncak malzemelerinizi sakladığınız
deponuz gardırobun altında bulamayınca
ameliyat eldivenlerini şişirerek yaptığınız balonları ‘yere düşüren
oyunu kaybeder’ kuralımız yüzünden yere
düşürmemek için kendimizi heder ederek yalnızca ellerimizle değil yatağa uzanıp ayaklarlarımızla da birbirimize
atarak top gibi oynadığın… annenin göğsüne sığındığın…
yoldaşlarınla devrim için mücadele ettiğin…Haldun’la eften püften meseleler hakkında sohbet edip
kapıştığın böyle küçük şeylerle sevindiğin, zevk aldığın yaşamanın
temeli yıkıldı mı bir kere ki ölümlerle, acılarla, ayrımcıkla, darbeyle yıkıldı da… yıktılar işte seninkini de o
yıkımdan sonra o temel üzerine inşa
edilse de devasa sevinçler yetmez.. yetmedi de… yetmeyecek de yarımı bütün kılmaya ki o yarım
birine misal sana piyango vursa
da artık ‘ ne yapayım ben’le sevinemezsin bile ki zaten hiç vurmadı da o piyango.Yoksunluk
sendromunun tavan yaptığı gecede, nasıl
oluyor da pişmanlıklarını, kaybedişlerini, hayallerini, anılarını görebiliyor
insan ; yaşanan günlerden, zamanlardan geriye sadece anılar, hayaller
pişmanlıklar, yitişler kaldığından mı?
Öylesine de birbirine karışmışlardır ki
hangisi anı, hangisi hayal, hangisi pişmanlık, hangisi ukde, hangisi yitiş ayırt edemeyen allak bullak zihin; ülkenin yönetim biçimini
değiştirecek yapacağınız devrimle özel mülkiyetin köküne kibrit çakacak
sosyalizmi getireceğinizden boş
verdiğiniz, gereksiz uğraş gördüğünüzden
yapabilme ihtimalin yüzde elliden fazlayken yapılmak
istenilen yapılamayan ya da
yapılması istenmeyen; köyde, bir evde en az altı, yedi çocuk bulunduğundan
çocukluğunda, annelerin çocuklarını
dünyaya getirdiler diye sevinmediklerini hiç
görmediğinden, hiç doğum günü kutlamasına rastlamadığından ve de anneanneniz gibi yaşamı katlanılacak eziyet algıladığından kendisininkini…sizinkini
hiç kutla(t)madığından anneniz, sizinde kutlamadığınız doğum günleri…sarı,
kızıl, yeşil yapraklar üzerinde sevgiliyle el ele parkta yürünmemiş sonbaharlar…gece yakamozlu denize
bakılarak içilmemiş şaraplar… omzuna yaslanılarak ağlanmamış sevgili… şehirden başını alıp gidememek…
hukuk okuyup avukat olmak isterken ekonomi okuyarak istemediğin mesleği
seçme, üniversitede öğretim görevlisi kalmayı, yurt dışında master yapmayı, bir gün
‘yanlış yapmışım’ı düşündürecek miras paylaşımı karşısında edinmeye hiç
çalışmadığınız başınızı sokacak bir eve sahiplik benzeri kaçırdığınız şeyleri yapamayacak konumda, yaşta fark ettiğin
yazmakla da bitiremeyeceğin o kadar çok onarılamamazlık, yaşanılmamışlık biriktirmiştir ki. Galiba akıllı
olma burada devreye giriyor eğer zeki,
akıllı biriyseniz… kendine bu kadar
haksızlıkta etme, geri zekalı da değildin sadece kurbanlığı, adanmışlığı,
hizmeti öğrendiğinden yaşayamaman, kaçırman pek çok şeyi ama Betül, Meliha, Gülser onlarca devrimci, onlar nasıl becerdi de
benim, Bejna’nın yaşayamadıklarını, yapamadıklarını yaşadı ve yaptılar?
"ey talih, gölgene sığınırlar ama sen bilgeleri sürgün eder, dünyayı
budalalara yönettirirsin!" aforizması seni rahatlatmasa da inan
talihli insanlardandı onlar, bu nasıl bir şey biliyor musun tatile gitmek için plan, program yaparsın herkes gibi ama bakarsın
müdür, patron çağırmış ‘şantiyeyi denetlemeye sen gideceksin’le uçak biletini uzatmıştır böylece
onca şirket çalışanı içinde aklından geçmeyen yere sen gönderilirsin... talihsizliğinin yanında unutma
dönemin koşullarının payı da
çoktu yaşayamadıklarında, kaçırdıklarında? Her gün onlarca insanın
hayatını yitirdiği, ölmemeye kilitlendiğiniz devletin azdırdığı terörlü
can pazarında, her şeyin
sebebi gördüğünüz emek sermaye
arasındaki temel, baş çelişkiyi çözecek Sosyalizmi kurduktan sonra; tali
çelişki saydığınız oysa hayatın ta kendisi olduğunu o sırada kavrayamadığınız her gün karşılaştığınız olumsuzluklara; bir ayakkabı, ‘atın, atın eskimişlerinizi’ atıp da ten rengi ince Jill bir çorap, manto, odun,
kömür alamadığınız fakirliğe, fırsat eşitsizliğine, komşularınızın Alevi
diye evinize misafir gelmeyerek mahallede dışlamalarına, Alevi, Kürt, Ermeni,
Rum, kadın olmaktan kaynaklı hor görülmeye, ayrımcılığa, ötekileştirilmeye,
şiddete, işsizliğe, yolsuzluğa, torpile, tacize de sıranın
geleceğine, düzeltileceğine inandığınızdan odaklandığınız devrimci mücadelenin yanında,
ders çalışma, mesleğinde yükselme, sağlığını önemseme, spor, toplumun
kültürel yapısı, önyargılar, kadına bakış, sosyal hayat, çevre,
ülkeden bir haberliğinizi ortaya sereceğinden
“uzayda mı yaşıyorsunuz” deseler haksız
sayılmayacakları; hayatını sürdürecek bir iş edinme, istenen üniversiteye girme
dahil
mesleğinde yükselme, teşvik, kredi kapma, ihale alma için kartvizit
niteliği edindirildiğini göremediğiniz devletin
kurumlarını ele geçirme peşindeki ki
eğer devrim yapsaydınız en büyük handikabınız olacak onlarca tarikatın varlığı bile önemsizken okula, derslere devam etmek
umur değildi.Eğer devrimden sonra el atılacak sorunlar arasında olduğundan küçümsenen
tali çelişki sayılan evde babanın, erkek kardeşlerin, ağabeylerin, kuzenlerin anne,
kız kardeş, ablaları , gelinleri dövmelerine
‘sokakta gülmeden yürü, mini etek giyme’li tacizlerine, okulda, işyerinde erkek baskısına, şiddetine,
tecavüzüne, mobbingine, tarikatlara karşı çıkarak mücadele etme, kadına yönelik
“dişi köpek kuyruk salamasa…”lı onlarca
ön yargıyı değiştirme konusunda devrim
yapmak için gösterdiğimiz mücadelenin, çabanın binde birini gösterseydik, onlarca
Güldünyaların, Ceren Özdemirlerin, Özgecan Aslanların erkek cinayetleriyle sonlanan hayatlarını
kurtarabileceğimizin ayrımında dahi
değildik. Devrimciydik ya örgütlerimizin örgüt içi
eğitim çalışmalarında, forumlarda, panellerde; gündelik hayatta muhatap
olunan kaba sabalığa karşı nezaketten;
vakti zamanında çatal , kaşık, bıçak, tuvalet icat edildiğinde Fransız
aristokrasinin ‘elleriyle yemeğe devam
etsinler, kovalara sıçıp, pencereden sokaklara atsınlar nasılsa birlikte yaşamıyoruz, gözümüz görmüyor’ lu “bize…bana
ne”cilik yerine ‘kaşık, çatal, bıçak
kullansın, sofra adabını, hijyeni öğrensinler
yoksa vebadan kırılacağız ‘ benzeri düşüncelerle halkı
eğitmek amacıyla şatolarında, saraylarında bahçelerinde yemek vermeleri; eserlerini
Yunancadan Latinceye çevirttikleri Platon Akademisinin, Floransa
Üniversitesinin, kurulmasına öncülük ederek kütüphaneleri zenginleştiren Medici
ailesinin, 1397’de Floransa da
kurdukları Medici Bankasıyla finansörlüğü yaparak başlatacakları modernizmin
mihenk taşı Rönesans’a verdikleri
destekten bahsetmeyip, ayak bağı
tanımlanan aile, komşular, akrabalarla en alt seviyede ilişki kurarken
doğanın, solunan havanın, çevrenin kirletilmesine "başarı, bir kendinde değerdir; sonuçlarını
düşünmek ise, olacaksa da sonra olacak bir şeydir"le modernist;
‘o sonranın şimdi olduğu’ söylemli karşıtı post modern tutumun özeti
olmakla kalmayıp en bariz örneği sayılacak
950’lerde bulunduğunda Amerika’da tarımda zararlı böcekleri yok ederek mahsulü arttırdığından “mucize ilaç, bilimin
yeni harikası" nitelenmiş, aynı
yıl Rachel Carson’ın "silent
sprit" makalesiyle zararlı
etkilerine dikkat çektiği, 1976’da
Amerika’nın simgesi beyaz kartalların pek çok balık, kuş türünün soyunu
tüketmesiyle Amerika’da, Avrupa’da
kullanılması yasaklandığı halde üretiminin yasaklanmadığı Türkiye’deyse;
bitlenildiğinde bulamaç yapıp bir kaç
saat çocuklarının kafalarında
beklettikleri bin şükür ki; meyve
sebzeye sıktıklarında yağmur yağmadan yenmemesi
konusunda tembihi unutmayan ‘senin ilaçlarında da iş yok yavrım. Tarlaya,
bağa serpiyom, mahlukatın önüne bana mısın demiyo, böceği eritiyo… yeni sırıttığım yün yataklara güve gelmişti attım abovv
ne güve kaldı,ne kurt. salatalıklar da bir güzel oldu bu sene.’
konuşmalı bilinçli ebeveynlerce, DDT’nin bildiğin zehrin pompalarla
önlerine gelen her yere püskürtülerek kullanılmasının hastalıklı
nesillere hizmetine, sağlık üzerindeki yıkımına; tatillerde ya da örgütlenmeye gidilen
köylerde, kasabalarda evlerde tuvaletin, hijyenin olmaması karşısında modern
yaşama öncülük edecek tuvalet inşasına,
çöplerin derelere, dağlara atılmasına karşı çıkmayıp, kadın erkek
eşitliğine yönelik minicik bir adım atılmasına katkı sunmayan duyarsızlık da biz devrimciler için
bisküvi, gofret, meyve yedikten,
su, gazoz, bira , sigara içtikten sonra
elde kalan pet şişeyi, izmariti, kese
kağıdını, ambalajı, kutuyu sokağa,
caddeye atmak da öylesine normal, öylesine de gündelikti ki. Anlaşılır gibi
değildi başta annenizi, sizi bazen de oğluyla birlikte “bu saatte kadar neredeydin orospu….eve geç
gelme demedim mi “ bahanesiyle kız
kardeşinizi gözünüzün önünde döven, zalimliklerini, kavgacılıklarını, sevgisizliklerini,
kabalıklarını kanıtladıklarını bilmeden bazı kadınlar için
kullandıkları ‘erkek gibi kız…kadın’ aşağılamalı
her şeyi de bilen erkek egolu babanızın, diğer
erkeklerin kadınlara ‘sen nerden bilecen o küçük, geri aklınla
ha... bütün gün evdesin ne anlayacaksın
hesaptan, kitaptan, felsefeden anca iş yap’la uyguladıkları mansplainingine, otobüste, dolmuşta, sokakta
kadın bedeninde ellenmedik yer
bırakmayan boyu aşmış tacizlerine, şiddetlerine; hastalık bulaştıracak nereyi buluyorsa orda
dışkılayan tuvalet alışkanlığının olmaması
vari gündelik yaşamı etkileyen onlarca
olguya karşı çıkmayan biz devrimcileri
ayağa kaldırmak, mücadeleye sevk etmek
için daha ne olmalı… ne
yaşanmalı… ne yapılmalıydı ? bütün bu hayatı etkileyen, yaşanmaz kılan
olumsuzluklara; devrim yapılmazsa düzelmez
diye göz yuman, umursamayan düşünce ve tavır bugün komik, çocuksu gelse
de maalesef o günün tren’diydi.
Bugünse dünyadaki onlarca
kayıp kuşakların…kayıp çocukların varlığının nedeninin bugünü anlamaya
çalışmaktan vazgeçip yarına kaygı, korku
duymak yerine, yarını bugün yaşamayı başaranların, yarını yaşarken de ertesinin, sonsuzun sorunlarını
fark ederek bunlara çözüm üretip zamanı geldiğinde bunları doğru şekilde, doğru
noktalarda kullanmayı ve sadece ve sadece gerçekten görmeyi bilenleri gerekli
kılan bir zaman diliminin pas geçilmesi olduğuna inandığımdan ‘sanki bana şu an yaşadığımdan farklı bir şey mi sunacak, yaşatacak, sınıf mı atlatacak, başıma taç mı
taktırtacak …üstüne düşeni yaptın yarınlara dair’ diyerek niyesini anlamakta
zorlandığım, olmayacağım dünyada
yaşayamadığım güzellikleri, iyilikleri benden sonraki nesiller yaşasın diye yarınlara bir şeyler bırakmak
uğruna mücadele etmek artık cidden abes ve
saçma gelecektir bana ve dahi sana…size de. Hayat herkese, hepimize bana, size,
ona genellikle de gerçekleştirilemeyecek
bir hayal…bir ideal sunar .Olur da gerçekleştirildiği zamanda zaten hayallerin peşinde koşarken
sevdiklerini, değerlerini bir kenara
iterek tükettiğin, soğuk bir duvar
köşesinde gerçek yalnızlık içinde noktalanacak
koca bir hayatın, her şeyin sonuna da gelmişsinizdir…artık “kalmadı tesellisi ne
şarkının, ne sazın” modunda elde kayıp gitmiş yalnız bir hayat; hüznün
yakıştığı ‘ben geçici olarak buradayım...her an gidebilirim...’ güveninde, alışkanlıkların da uyuşturucu etkisinin
beraberinde getirdiği kadere teslimiyetle hiçbir yere kıpırdayamayanlara
‘gitmeli, hemen gitmeli...’yi içtenlikle
fısıldayanı dinlemeyerek... tercihlerin ne büyük bedeller ödettiğini, ödetebileceğini hançerini saplayarak öğretmesini bekleyen
karmaşık zihnin istilasında; ne ailem,
ne tanıdıklarım belki de düşüncelerimi, fikirlerimi tam olarak
anlatamadığımdan kavramıyorlar, anlayamıyorlar
beni de Haldun, şimdi sende yoksun, ne yapacağımı bilmez halde, bünyeme
uykuyu aratan, işin bitmemesinin, sohbetin keyifli gelmemesinin sıkıntı verdiği
tükenişlerini yaşadıklarının farkında olmayan lüzumsuzluklar evrenini işgal
etmiş sıradan düşüncelere, tavırlara sahip
insanların ortasında okuyup anlamayı geçtim de Tezer Özlü’nün,
benim çılgın şairimin, Thomas
Bernhard’ın, Paris’te mezarını ziyaret ettiğim Marcel Proust’un varlığından, yokluğundan haberdar, hayata
“üstü kalsın” demeyip de ne yapacaktı;
iki adımlık “yer kürenin bütün arka sokaklarını gördükten” sonra? gitmiş ya;
işte bu yüzden gitmiştir…gitti de diyebileceğim, benim gibi bir teyzenin yeğenine, Can’a beslediğim
sevginin, duygunun, korumanın
annesininkinden ayırt edilmeyecek gerçekliğini…hesapsızlığını…sahiciliğini çocukken annelerinin verdiği sütü balkon
deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası bir gün çocuklarına bağırırken
“işte bu yüzden anne olmuyorum, kendi çocuğumu incitirim diye."
seslendiren Zelda gibi zeki , farklı
görüş açısına sahip marjinal, karizmatik
‘bütün medya Yunanistan iflas
etti manşetleri attığında Atina’daydım, evet gerçekten de zordu koşulları ama dikkat
ettim sokaklarda bir tek dilenci yok, şaşırdım dediğinde ‘ şaşırma İnci niye biliyor musun? çok iyi bilmesem de galiba
Avrupa ülkelerinde dilenmek yasak ama ufacıcık
da olsa emek sarf etmeden, çalışmadan birinden
bedava bir şey istemeyi, almayı onur kırıcı davranış algılamış az da olsa karnını doyuracak yiyecek buluyorsa “açım, abla bana bir ekmek parası, çocuğum
hasta”yla aldatma, kandırma, yalanı “herkes söylüyor, yapıyor”la hayatın vazgeçilemez, ayıpsız parçası kabul etmeyen modern toplumlarda
ancak gerçekten ihtiyacı varsa
dilenmeye tenezzül eden zihniyet geçerli kılındığından görmemişsindir. Oysa bizde “abi, abla elli liran var mı? var. eee versene” işte bu
kadar basit, sömürgen bir işlem; ben
dilenciyim, senin elli liran var, bana veriyorsun, alıp gidiyorum. Niye versin
bana durduk yerde diye bir sorgulamanın eşiğinden geçilmeyeceği memlekette
evi, arabası, bankada parası olduğu
halde insanları kandırmaktan utanmayarak
dilenen o kadar çoktur ki sürekli yer değiştiren halden hale bürünen
‘maaş yetmiyor…bak ayakkabımın altına delik, alamadım…çocuğun okul masrafları,
kira, geçinemiyoruz…’ sızlanmasıyla istemeyi üslubu haline getirmişler hem
kendilerini dokunulmaz kılar, hem
de ufak çapta da olsa iğrenme…bir mesafe
koyma "bulaşmama" duygusu da
uyandırmalarına rağmen annesinde,
babasında, kardeşlerinde, akrabalarında acıma uyandırarak tırtıklamaya varıncaya
kadar sadece sokakta mendil açmakla kalmayan geniş bir alana sahip dilenme kültürü de revaçtadır ’
dediğimde bön bön bakmayan, kentli
olmanın insan haklarının önemsendiği merhamet, vicdanı, adaleti da beraberinde getiren bir kültür, davranış silsilesi olduğu da
kavrayacağından ırkçılıktan uzak, algısı
açık çok değil bir kaç arkadaşım olsaydı
Haldun, acaba daha mı kolay katlanırdım bu olanlara, yaşananlara, hayata
??? diye düşünmeden de edemiyorum. Nasıl da parmak bastın sorunlarının
çözümüne de kolaycacık yazıverdin sanki sana entelektüel çevreyi getirecek, kazandıracak bir zamanlar beğenmediğin ama şimdilerde
gelişime, ilerlemeye katkısını inkar edemeyeceğini gördüğün, bildiğin liberal, demokrat, ötekileştirmeyen… bilgi,
kültür donanımlı okuyan, araştıran burjuva kültürüne sahip
Cem Boyner’ler, Ömer Koç’lar,
Leyla Alaton’lar la muhatap olacağın bir
muhitte doğmuşsun da değerlendirmemişsin gibi. Ya doğduğun, bulunduğun çevrenin,
sınıfsal durumunun, kökeninin elverdiği ölçüde iletişim kurdukların arasından seçeceğinden arkadaşlarını, oluşturacağından
çevreni elbette
onlarında senin gibi sıradan,
marjinallikten uzak hayatları olacaktı,
başka ne olacaktı ki. Belki her şeyin böyle olmak zorunda olduğunu,
olacağını düşünmediğinden, belki de gece
siyahın asilliğinde rengarenkliği getirebileceğini hissettirdiğindendir
bu imkansız isteklerinin fazlalığı, yoğunluğu. Bunca zaman geçmiş aradan… bunca
şey yaşanmış ama bu karanlıkta kendini bulduğun tek yer pişmanlıkların,
keşkelerin öyle mi? Şu an seni yıkan ‘keşke’den öte zamanında söylemediğinden insanı iyileştirmeyen pişmanlı(k)ğın;
söylemen gerekeni söyleyemeden Haldun’u kaybetmen ‘senin bile yapacağın bir şey
değil yaptığın. Kanarya adalarına giden
Berrin’den Edith Piaf kaseti istemek ne,
neyin nesidir arkadaş? anlamadım neyi
kanıtlamak istedin…farklılığını mı? Zaten
Fransızcayı anadilin gibi
biliyormuşcasına Edith Piaf takıntın da
enteresan zira üniversitede, mücadele günlerimizde hiç tanık olmadım ben Edith
dinlediğine.Belki de o yüzden şaşırıyor
bu benim tanıdığım Esin mi diye düşünüyorum’ dediğinde ‘;’ Doğru çok iyi
bilmiyorum Fransızcayı ama inan çığlığını anlıyorum ben Edith’in. Anlayamadığım okumuş, yazmış, cahil cühela
fark etmiyor siz erkekler neden
ama ya neden ?? size göre anlamsız gelen yaptığımız, beğenmediğiniz her şey için eliniz dursa bu defa da içinde hep bir küçümseme
barındıran dilinizle biz kadınları dövme
eğilimindesiniz ki? Özelliklede bizim arkadaşlarımızın bu türlü kadını rencide edici, eşlerine, çocuklarına el
kaldırmaya dahi varan tavırlarına şahit oldukça ve de kırk yıl geçse mesela senin
arabesk müzikten hoşlanacağını…arabesk dinleyebileceğini düşünmediğimden ben de
aynı şeyleri düşünüyorum diyorum ki acaba bunlar…bu Haldun benim tanıdığım ama
bugün sayfası açılmamış okunmamış kitap algıladığım
eski tanıdık arkadaşlarım…eski Haldun’mu ?Bin bir emekle
yeşerttiğin ilişkilerini, dostluğunu bir
söz, bir tavırla harcayarak çöpe atmak… insan kaybetmek an
meselesi, hep de bir sebep vardır…bulunur
değil mi? İnsan en çok nerden kırılır Haldun
bilir misin ?İnsan en çok inandığı yerden kırılır… devrim için yapılacak her şeyi ama her şeyi sorgulamadan mubah gördüğümüzden
onun uğruna fasitlere, burjuvaziye karşı acımasızlıklarını, şiddetlerini, pusu kurduran ahlaksızlıklarını göz ardı edeceğimiz
arkadaşlarımızın temizliğine, dürüstlüğüne, sevgi dolu kalplerine…devrimi
yapacağımıza o kadar çok inanmıştım ki…o
kadar ki işte bende ordan kırıldım…dağıldım. Neredeyse dernekte, yurtta,
okulda günün tamamını birlikte
geçirdiğimiz arkadaşlarımızın
karakterlerini, kişiliklerini
gözlemek, incelemek aklımızın ucundan geçmediğinden belki de hiç tanımamışız birbirimizi de sonrasında her zafer başkasının, diğerinin “kaybıdır”ını da
kavratan darbe hepimizi bir kenara, kıyıya savurunca
‘kusura bakma kendimi ailemi riske atıp bu akşam seni evde misafir
edemem’ , ‘anla beni çocuklarım var ya sen evdeyken polis basarsa’ , ‘ inan beş kuruş yok cebimde ben istemez
miyim yardım etmeyi’ , ‘bizim şirkette
yer yok olsa işe hemen başlardın’, ‘ismini vermek zorundaydım yoksa annemi getirip işkence
yapacaklarını söylediler’ bahaneli yoldaşını evinde misafir etmeyi bile kabul
etmeyen beklemediğimiz davranışlarla karşılaştığımızdan; çevresindekilerin siz
tanımadan öncede de sonrada
seslendirdiği ‘ o mu ?? aman o
neyi doğru demiş, yapmış ki bir de devrimciydi’, ‘siz bilmezsiniz o üç kuruş
fazla kazanç nereden gelir ona bakar, menfaatçinin Allahıdır’ lı belki doğruda olmayan nitelemelerini de
duyduğumuzdan, evlerine gidip geldikçe ailelerine karşı gizleyemedikleri
saygısızlıklarını, bencilliklerini de gördüğümüzden yaşadık onca hayal kırıklığını
diye de düşündüm senin Edith’e onca laf giydirdiğin o ân.Örgütlenme, mahalleyi, okulu ele geçirme, mitingler, paneller, Nazım
Hikmet’i anma , DİSK’le, TÖBDER’le, …., …,
dayanışma geceleri, eğitim
çalışmaları düzenleme, 1 Mayıs, 8 Mart,
Dünya Barış Günü .., …, …, önemli günleri
kutlamaya hazırlıklı sürekli
koşturma, aktivite, eylem
arasında varlığını devrim
yoluna koymuş, arkadaşı, yoldaşı için
canını verecek fedakarlığını
gördüğümüzden üstlerine toz kondurmadığımız pırıl pırıl yoldaşlarımızın,
arkadaşlarımızın bizden ayrıldıktan sonra
dışımızdaki hayatlarına dair eğer kendisi anlatmamış, biz de sormamışsak o kadar az şey de biliyorduk ki. Babası ne iş
yapar, baskıcı, demokrat mıydı…babası
annesini ezdiğinde, dövdüğünde karşı
çıkar mıydı… annesi varsa kardeşleriyle
arası nasıldı? yanımızda sakin gözükürken
acaba babasını, annesini, kardeşlerini ‘ bu kadar aklın işte… güzelim kazağı insan
hiç kaynatır mı? küçücük kaldı bak’,
‘bana çay getir, ütüle şunu’yla hor
gören kabalıkta mıydı, bizimle
yaşadığı paylaşımcılığı yaşar
mıydı yoksa ‘bir daha giydiğini
görmeyeyim’ le çıkışır mıydı evdekilere?Ne tür müzikten hoşlanırdı, bizimle her şeyi yiyip
içerdi de ya evde yemek seçer ‘hep aynı yemek bıktım’la kızar mıydı anneye,
‘sigara paketimi evde unutmuşum’
türü yalanlara başvurur muydu ??? bilmiyorduk ki. Darbe sonrası her şey durulup
herkes üzerindeki devrimci kimlikten sıyrılıp da kendisi olunca, o tanıdığını
sandığın ama öyle tanıdığın gibi olmadıklarını gördüğün arkadaşların aklına geldiğinden Haldun’a patlayarak ‘Kaç defa dinledin Edith’i, hiç değil
mi?Ama sizler her konuda olduğu gibi
müzik konusunda da uzmansınızdır değil mi’ dedim mi ?? hatırlamıyorum ama duygu yoğunluğu yüksek
ânlarda kalbi hedefleyen, evin her köşesinde mumlar yakıp pencere önüne
çökerek hafif hafif yağan yağmuru, karı seyretme arzusu uyandıran… buruk bir
acı, veda hissettiğiniz ama bir yandan da manasız bir huzurun içinizi
kapladığı, ölüm döşeğinde sevilen kişiyi uğurlarken gidenin yüzündeki içinize
işleyen son tebessümünün… son bakışının yarattığı derin hüznü taşıyan bazı
şarkılar vardır işte o tılsımlı
şarkılardan biri ( ayrıca sanmıyorum ki Ediht dışında bu şarkıyı kimse böyle söylesin) ‘Non je ne regrette rien’
de, hiçbir şeye pişman değilim diyordu
ya Edith ki ben de değilim, belki
sen bile pişman değildin Haldun yaşadıklarında. Pişman
değilim sonunda kabullendim her şeyi, kendimi de geçmişimle sevdim bile derken yeniden başlansa… yeniden
yüklense sayfa silmek atmak istenen o
kadar şeyde vardır ki, o silip atmak
istediğim şeylerden biriydi işte sana söylediğim, kendini kötü hissettiren
sözlerim ama… bugün, yarın gider özür dilerim derken meğer yine her şeyde
olduğu gibi ona da geç kalmışım, kaçırmışım. ‘Askere gitmemek için İtalyan
diline girdi sonra ne düşündü, hangi mantıkla bilmem ama bence
abisi öldüğünden askerlik
şubesine üniversitede okuduğunu beyan etmeyip yirmi dört yaşında er olarak askere
giden depresif Haldun’u perişan
etmiş, üzmüşsün?’ ; ‘ben mi’; ’sen
ya savaş karşıtı Ferdinand’ın,
coşkulandırdığını bildiklerinden “vatan
görevi”yle makyajladıkları militarizmin baskıcı, esir alıcılığının
kanıtı yapmak zorunda bırakıldığı askerlikle,
tercihleri arasında kalmışlığının
çaresizliğini anlatan Stefan Zweig’in
Mecburiyet romanını hepimize tavsiye etmiş bizim
adil, vicdanlı Esin hanfendimiz
mecburen askerlik yapana, ayıplarcasına
denmeyecek şeyi “sen birini mi öldürdün…” demiş‘; ‘Haldun’u
mu gördün’ ; ‘gelirken Erciyes bakkalının önünde boş ekmek kasalarının üzerinde oturmuş yine bira içiyordu. Kendimi
katil hissetim Oğuz dedi bana. O kadar
ki dönüp de devrim için mücadele ederken istisnasız tüm
sol örgüt mensuplarından hangimiz, kim ??
düşman saydığımızla karşı karşıya
kaldığımızda ‘neden öldürmeyeyim ki’
demedik ? Faşist, Maocu, goşist, revizyonist birinin bırak çatışmalarda, en
aşağılıkça şeye başvurarak pusu
kurularak öldürüldüğünü duyduğumuzda hangimiz üzüldük; vah vah, annesi, babası
, çoluğu çocuğu, kardeşi vardır şimdi bu
acıyla nasıl baş edecekler dedik, kendi ölülerimize yandığımız kadar yandık ?
Yaşasa başımıza bela olacak bir faşist,
bir Maocu, bir revizyonist,
oportünist temizlendi dünyadan, iyi oldu denmedi mi, demedik mi ?
demeyi unuttum Esin’e. Oğuz’a anlatırken
Esin, senin farkında olmadığın şeyi fark ettim bende
söylediklerinin ruhumda açtığı yarayı…bazen
bir yazarın Körleşme’de ki Elias Canetti
gibi Nilgün Marmara’nın her
dizesini anlayasım geldiği halde belki de anlaşılacak bir şey de olmadığı
halde, belki de yazan zaten anlaşılmasın
diye öyle yazmışken “şiir”lerini,
yazılarını; bir heba…bir delete
tuşuna dönüştüğüm dönemde eksik
anladığıma, anlayamadığıma üzülürdüm
ki baktım ki meğer yıllardır "en yakın yabancı sendin… yabancıların
en yakınıydın sen” dizesinin
içindeymişim, iliklerimde hissettim
o mısranın anlattıklarını… o çaresizliği…o yalnızlığı sen bana öyle
saydırırken. Birini kendimize ne kadar yakın hissetsek, ne kadar en yakınımız
yapmak istesek, ne kadar bizi anladığını düşünsek de olmuyormuş işte Esin, insan hep yalnız, peşimize, yanımıza çekmeye çalıştıklarımız kılık değiştiren buram buram bir yabancıymış
meğer’i düşündürecek kadar yıkılışım…üzüntüm.Ailenin, Mine’nin dahi bilmediği
bir tek bana anlattığın yurttan üç gün uzaklaştırma cezası
aldığın eylemi dilimin ucuna getirdiğinden, o anki sinirle olur a kaçırır, Oğuz’a anlatırım diye
bira şişesini dikivermiştim ağzıma. ‘Güldürme beni Esin ? kavgadan, dövüşten,
kargaşadan deli gibi korkan sen! bir insanı hemde hemcinsini dövdün öyle mi? İnan
çok merak ettim sana yeni çağa ayak bastırtan sebep neydi?’ yaşamın oksimoronluğunu ispatlayan
özgürlükten dem vurup, dönüp dolaşıp
mecburiyetlere kalmak deseydim anlar mıydın beni Haldun? Severek
yaptığın bir şeyin içine girince; üzmemek için anneyi mecburen yaptığı yemeği yemek, arabanız
olmadığından eve gitmek için mecburen dolmuş, otobüs durağına yürümek, sevmeseniz
de sırf akrabalıktan mecburen birinin muhabbetine, varlığına katlanmak
gibi hayatı kabusa dönüştüren…ne cüretle biri, bir başkasının hayatta
kalıp kalmamasına karar verir denilemeyen örgütsel, biatsal mahkumiyetler …bütün o bilin(e)meyen, bilin(e)meyecek özgürlüklerin, aşkların sonu; bir nevi zulüm çeşidi mecburiyetten meğer istenmese de
ne çok şey yapılıyormuş. İşte seçeneksizlikten ziyade belki de mevcut
seçeneklerin uygunsuzluğundan mecbur kalmıştım bende, geçmişimin kara
lekelerinden biri olacak o eylemi yapmaya. ‘Bugünkü yönetim toplantısında, kız
yurdunun sorumlusu olarak Ayten’le, sen
görevlendirildin’ diyordu yemekhanede Mustafa ‘Ayten mi? Ama Ayten yurtta kalmıyor ki’;’Kız
Yurdunda örgütlenme de çok zayıfız, eksiğiz, ilerleme sağlayamıyoruz. Yurt
DEVYOLCU’ların elinde, güçlenmemiz
lazım. Yeterince sempatizan, üye kazanılamadı, üç yüz kişilik yurtta bağış da toplanmıyor, İYG gazetesi, Ürün Dergisi satışları neredeyse sıfır, yirmi bilemedin otuz tane
satıyorsunuz..’ sattığınız gazete
miktarının azlığı ya da çokluğu örgütlenmede
ve de örgütte
başarınızın kıstası
sayıldığından ‘ kaç tane
satabilirsin? al bakalım bu on taneyi
sat’ sorusunun cevabını da veren yurt sorumlunuz Bejna da dahil
‘Feride’lerle ilişki kuran sempatizanımız olmasını sağlayan benim
dolayısıyla onlara ben satacağım, siz
kendinize başkalarını bulun’ la yurttaki
üyeleri birbirine düşürdüğünden… satamadıysak satamadı dedirtmemek için
payımıza düşürülen gazetenin, derginin
parasını da cebimizden ödediğimizden;
çocukluğumdan beri birine gidip de ‘şunu alır mısın ‘ demek, zorlamak kötü, ayıp geldiğinden en sevmediğim
örgütsel faaliyet gazete, dergi satmak
olduğundan Mustafa’ya ‘ne olur beni muaf tutun şu gazete satma
işinden’ demenin tam sırası ama… ‘herkes aynı bahaneye sığınır olmaz’ diyeceğinden
iyisi mi söylememek diye yutkunuyor ’ eleştirilerinde haklısın diyemem, elimizden geleni yapıyoruz,
kızlarla ilişki kurmak için her yolu deniyoruz, geceleri oda gezmeleri,
odalara çaya kahveye davet etmeler, kantinde
oturmalar, gün dahi düzenliyoruz
ama korkuyorlar, çoğunun da umurunda
değil ülkenin hali, tek düşünceleri kargaşaya karışmadan okulu bitirip iş, güç
sahibi olmak. Bunun için onları suçlayamayız her gün ölüm, kavga, çatışma.
Birde… çoğu kızda hoşlandığı, flört
ettiği erkeğe göre yön, tavır
belirliyor. Darılmaca yok ama bu konuda DEVYOLCU’ lar deneyimli, kız
öğrencilerle ilişki kuracakları her ortamı değerlendiriyorlar. Sizler gibi
çekingen değiller, sempatizanımız olduğunu söylediğimiz Feride, Nesrin,
Aycan’la geçenlerde kantinde otururken hatırlasana sen, Serdar, Lütfü masaya geldiniz gelmesine
de insan bir oturur, çay ısmarlar, konuşur… siz kuru bir merhaba, haydi
eyvallah’la ayrıldınız hangi bölümde okuduklarını bile sormadınız. Nihayetinde
karma bir yurt burası eğer kız yurdunda örgütlenme zayıfsa bu sadece Bejna’nın
değil erkek yurdu sorumlusu olarak senin de başarısızlığın ‘ diyorum ’;’ Bejna mı? Ne alaka onu yerinden
ederek sorumlu olmuşsun gibi bir olay yok ki ortada ayrıca ben Bejna başarısız
dedim mi? Bejna farklı yerde değerlendirilecek , kadın örgütlenmesinden sorumlu yönetici olarak
yönetim kuruluna alıyoruz onu. Doğru bizimde eksiklilerimiz var ama
kızlarla ilgilenmek… yani örgüte eleman kazandırmak için ayarlama mevzusu bize uzak’;’ bende karşıyım bu ayarlama kısmına
ama maalesef gerçekte bu’;’ Biz daha farklı bir yoldan gideceğiz,
DEVYOLCU’ların karşısında önce sayısal üstünlük sağlayalım. Yurt yeni açıldığından boş yer çok, her başvuranı alıyorlar. Evde
kalan arkadaşlardan bir kısmını yurda kaydıracağız, Vişnelikteki evde kalanlardan bir kısmını yurda transfer
edeceğiz, evi kapatmayacağız çünkü her
zaman saklanmak, bildiri, afiş hazırlamak için bir eve ihtiyaç vardır.’;’ Ayten,
başka kim geliyor? Benim ki de soru mu? tabi ki Sarı kız da’; başını sallıyor
Mustafa ‘ayrıca Hatice, Gülizar, Meliha’da gelecek sonrasında Hediye de şimdilik bu grup gelsin de duruma bir bakalım bacım’ . Genellikle Anadolu erkeğinin
dedikten sonra giderken arkasından poposuna baktığı kadına vazgeçilmez hitap
şeklini kullanan dışınızdaki sol
örgütlere şaka yollu gönderme yaptığınız “bacım”ı da ki “a” yı uzatan telaffuzundan hoşlanmadığınız Mustafa’yla aynı odayı paylaştığından bu yana
aynı telaffuzla bacım diyen Serdar’ın
‘ara sıra eğlenmek için de iletişimde kullandığım kelime oldu bu bacım,
bakkalda, mağazada kadının yanından geçerken “bacım bi geçebilir miyim” diyorum, ifrit oluyorlar. Bakalım ne zaman bir kadın cesaretini toplayıp “ben senin nerden bacın oluyor muşum” diye
tersleyecek’ konuşmasına ‘ayıp ediyorsun bu yaptığın bayağı kadına taciz’le
karşı çıkan dernekteki çoğu esmer kadın arasında uzun boylu
sarışın, mavi gözlü olmasıyla
hemen fark edilen fiziksel özelliklerinden dolayı pek çok erkeğin gönlünü
çelmiş sarı kız lakaplı yanından hiç ayrılmadığı Ayten kadar olmasa da kavgadan çekinmeyen,
esprilerine bayıldığım Gülser’in yurda
gelmesine sevinirken ‘Bejna?’ diyorum ;’Bejna mı? Yurtta kalacak yine’; ‘Yanlış
anlama da Gülay benden daha uygun bu göreve, kızlarla arası da iyi ’ önerime
‘Bu bir nöbet değişimi, kimse sonsuza kadar aynı görevde kalmaz sen
sorumluluktan kaçmak için boşuna mazeret
arama. Örgüt yeni yapılanmaya gidiyor, her üyemize hatta sempatizanlardan
önereceklerinize bile sorumluluk vermek
istiyoruz, dönüşümlü. Herkes yönetici olur diye bir kaidemiz yok bir nevi
sınama say…gör sen bu sorumluluk işini;
başarılı olanlar örgüt kademelerinde
yöneticiliğe devam eder, yapamayanlarda diğer alanlarda değerlendirilir.
Ayrıca yeni örgütlenme modeline elbette
önce güvendiğimiz adamlarımıza görev vererek geçeceğiz. Otoritesini,
inisiyatifini kullanarak sorunlar karşısında yöntem belirleyip çözüm üretecek,
anında karar verecek böylece deneyim,
tecrübe kazanacak militanlar yetiştirmeliyiz ki
yarın sadece örgütü değil
Sosyalist devleti idare edecek
kapasiteye erişmiş kadrolarımız bulunsun’la kestirip attığından
gıkımı çıkaramadan
kabullenmiştim yeni görevi. Haftanın en az dört günü menüsü
kuru fasulye, nohut, bulgur , pirinç
pilavı, makarna, patates yemeği olan;
balık, et , köfte çıktığında ‘ziyafet var bugün’le şenlendiğimiz yağ,
salça içinde yüzen berbat yemeklerine
ucuzluğundan, fakirliğimizden
katladığımız yemekhanede
bardağına sürahiden su doldururken Mustafa,
elinde tepsi Serdar ‘ne çabuk
bitirdiniz yemeği, tek başıma bırakmayın beni
bekleyin ‘le masaya otururken
‘yine makarna ve salçalı sanki başka bir versiyonu peynirlisi,ıspanaklısı,
yumurtalısı yok anasını satayım’la ekmeğine makarnayı katık ederken Mustafa’nın
‘oğlum makarnayla ekmek mi yenir’ sataşmasına ‘bende ekmekle makarna yiyorum
yoksa doymuyorum’ dediğimde ‘biz
halkız makarnayı, pilavı ekmeksiz
yemeyiz bakma sen asilzade Mustafa’ya , boş ver şimdi ya Esin bir şey
soracağım… yurt, okul valla neredeyse bütün Eskişehir yurda kalan işletmeye başlayan şu kızdan’;’ tahmin
hakkımı kullanıyorum, Ayfer’ gülüyor
Serdar midemi bulandıran salça bulaşmış dişlerini göstererek ‘ bizim Diyarbakırlı kıro Selahattin ‘abi dün
kampüste bi kız gördüm sanırsın brooke
şiheldis (Brooke Shields) ‘;’ bak sen kıroya Brooke Shields’de biliyormuş’ ;’ne
sandın ya, neyse, resmen o’ydu. O kadar güzeldi…o kadar alımlıydı ki, gözlerimi alamadım üzerinden kesinlikle kız ‘ kıroya bak hiç mi kadın görmedin’
demiştir.” diye anlatınca merak ettim ertesi gün kubbeli kantinde gördüm yalnız Allah özenmiş, bezenmiş de yaratmış.O
boy, pos ve güzellik. Gerçi ben Filiz Akın, Melike Demirbağ, Audrey Heprun
tarzı naif, asalet barındıran… Natalie Wood’u da unutmayayım güzelliği severim
ama bakmadan geçemedim, yürürken
dalgalanan uzun bal rengi saçlar, mavi
gözler. O giyim, kuşam üzerindeki beyaz mont altındaki kot, topluklu
ayakkabılar belli zengin aile kızı .Ne işi var
bu kızın devlet yurdunda’;’ maşallah bizim kızların adını dahi bilmeyen
sen, master’ını Ayfer konusunda yapmış tamamlamışsın da.Şu konuşmalarınız vallahi de
billahi de bildiğin yazmak…taciz ya hiç mi kadın görmediniz? devlet yurdu
güvenli diye babası kalmasını istemiş’; ‘kızma! ‘ diyor Mustafa ‘ gerçekten
herkes onu konuşuyor hatta deniyor
ki Eti Bisküvilerinin sahibi Kanatlı ailesi bisküvilerin tanıtım yüzü olsun,
reklamlarında oynasın diye teklif bile götürmüş. Akıllılar tabii, üzerinde
Ayfer’in fotoğrafı püskivitler yok
satar.İnşallah bizim kızlardan birinin oda arkadaşıdır’;’üzgünüm odasında hiçbir örgütten kız yok, onun gibi
laylaylomlu kızlar var. Ama kız iyi, mütevazide.
Darıca’lıymış, İzmit Darıca. Babası oranın zengin ailelerinden
çiftlikleri mi ne varmış, gözü tok bir kız, yediği, içtiği her şeyden yanındakilere ikram ediyor, çay ısmarlıyor kantinde kızlara.
Bütün örgütler sempatizanımız olsun diye peşinde ama o diskolardan, cafelerden,
pahalı restoranlardan çıkmıyor, arabalardan inmiyor şimdiden acayip çevre
yaptı. Belli mi olur bakarsın ikinizden birine de tutulur, sizlere bol şans’la
sandalyenin koluna astığın çantanı, masa üzerindeki Borçlar Hukuku, Makro
İktisada Giriş kitaplarını alarak yemekhaneden ayrılırken; seçeneğin olmadığından,
hayatına sahip olma, ona yön verebilme imkanından yoksunluk… her nasıl
olursa olsun yok yere harcanacağını bile bile kendini debisi yüksek bir nehrin içinde sürüklenen
ufak bir taş gibi hissettiren; her sabah
kalkıp işine, okuluna istemeyerek bazen de
tiksinerek gittiğin yüzünü yıkama, kahvaltı alışveriş yapmalı gündelik
işlerini söylenerek yaptığın mecburiyetlerine lanet okuya okuya yaşarsınız ya
işte öylesi bir ruh hali kabullendirmişti; Köprübaşında Adalara giriş yapılan kavşakta
Serdar’ı sürekli sütlaç, kazandibi, tatlı yerken yakaladığınız Nur pastanesinin
arka sokağındaki derneğiniz kapatıldıktan sonra yine o civarda buluştuğunuz
kahvehaneden, çay bahçesinden çıkıp Porsuk nehri üzerindeki köprüyü, hemzemin geçidi aşıp Bağlar caddesi boyunca yürüye yürüye üniversitenin adının yazıldığı,
görevliye öğrenci kimliğinizi göstererek
turnikeden geçip, kışın buz tuttuğundan
düşe kala çıkılan nefesiniz kesen
yokuşun başlangıcındaki EİTİA
kapısından giriş yaptığınız Eczacılık kapısıyla her zaman kapalı tutulduğundan
arkada kalan fakültelerdeki öğrencilere
eziyet çektiren havuz kapısı olmak
üzere üç adet giriş kapısı bulunan Yunus
Emre Kampüsünde, EİTİA’yı da arkanızda
bıraktıktan sonra sağda kalan
KYK’ye bağlı iki bloğunun
kız öğrencilere ayrıldığı kız erkek karma Yunus Emre yurdunda ki kız yurdunun
sorumluluğunu. Derslere geç kalma
olasılığını ortadan kaldıran
EİTİA’ya yakınlığı yanında merdivenle çıkılan üst üste konmuş ikili
bazen üçlü beş ranzada uyuyan on
kişilik odalardan, haftada bir gün sıcak su verilen temizliğin neredeyse hiç
yapılmadığı, farelerin cirit attığı
Bağlar caddesi üzerinde olduğundan
gürültüden uyuyamadığımız kız
yurdundan sonra taşınılan yeni yurt ;
ranzasız dört ya da altı kişinin kaldığı dikdörtgen odaları,
haftada bir gün yarım yamalak olsa
da yapılan temizliği, haftanın üç günü
banyo, çamaşır için iki saat süreyle
sıcak suyun verildiği televizyonlu
kantiniyle gözünüzde adeta bir saraydı. Gerçi Yunus Emre kampüsündeki badana
kokan bu yeni yurda taşınma, kışın
Eğitim Bilimleri Fakültelerine kadar karlar temizlenip sonrası hiç
temizlenmediğinden FKB bölümünde okuyan
Ayten’le, Gülay’ın, Gülser’in
yollarda mahsur kalma
maceralarını ikiye katlayacaktı ama o
kadarcık kusur da olsundu. Ankara, Bursa
karayoluyla, su kanalının kenarında
Üniversiteye devredilmeden her
askeri bölgedeki gibi gür, sık ağaçlarıyla
ormanda yaşıyormuş hissettiren,
film seyretmek için şehre inmekten, Kılıçoğlu sinemasına mahkumluktan kurtaran
Anadolu sinemasının yanındaki yoldan dümdüz gidince erişebileceğiniz fakat oradaki konuk evinde doğru gidiyormuş
gibi yaparak hatta ilk konuk evinin bahçesine dalıp sonradan içerdeki küçük patikayı kullanarak
da gireceğiniz, içinde Japon
balıklarının yüzdüğü yapay gölün
bulunduğu, sonbaharda hayatınızda yediğiniz en güzel elmayı yiyeceğiniz Japon Bahçesi;
kütüphanesi, sergi salonları ve o
çatışma anında en çokta onca sopanın birden nasıl ortaya çıktığına şaşırdığınız anda at kuyruğu saçlarınızdan tutuğundan dengenizi kaybedip sendeleyerek yere
düştüğünüzde sizi tekme yağmuruna boğarken HK’lı
Sevgi, o kargaşada kolunuzdan fırlayan
çantanızdan ders notlarınız, elinizdeki kitaplarınız dört bir yana saçıldığından
kendinizi tekmelerden kurtarıp ayağa kalktığınızda ilk defa tam bir erkeği dövmeye yeltenecekken polis ! polis! geliyor
nidalarıyla koşarak kendini kurtarmaya çalışan iki gruba bakakalmışken burnunuzun
kanadığını gören Serdar’ın yardımıyla kitaplarınızı, cüzdanınızı, presli
öğrenci kimliğinizi toparlayıp çok şükür
ki polise yakalanmadan yurttaki odanıza
kapağı attığınızda Cansu’nun korku
dolu bakışlarını ‘bir şey yok, korkma
‘yla cevaplarken saç dipleriniz dahil
bütün vücudunuzun sızım sızım sızladığını, başınızınız inanılmaz ağrıdığını
fark edip ‘öyle durma aspirin var mı ya da gripin’ seslenmenizle dolabını
açarak çıkardığı aspirini, uzattığı bardaktaki suyu zorlanarak içtiğinizi görünce ‘dudakların da kanıyor, şişmiş ahhh
Esin ahhh sana ne ‘ çıkışına ‘sonra
söylen şimdi bana yardım et, tuvalete gidip yüzümü gözümü
temizleyeyim’le karşılık verdiğiniz ilk kez karşı karşıya geldiğiniz faşist Maocu grupla çatıştığınız yer olan
tahtadan yapılmış EİTİA’nın kubbeli kantiniyle de çölde bir vaha, Avrupa adası izlenimini
uyandıran Yunus Emre heykelinin önünde
fotoğraf çektirmeyen hiçbir öğrencinin bulunmadığı Yunus Emre Kampüsündeki yurda
taşınma; erkek yurduna ayrılan
bloklardan sadece ikisinde banyo
olduğundan sabah yedi, dokuz arası bornozuyla
kendi bloğuna gitmeye çalışan erkeklerle kantinde yapılan masa tenisi
maçları, tavla partileri asansör
olmadığından merdivenlerde yankılanan
şıkıdık, şıkıdık terlik
sesleriyle öğrencilik hayatınıza renk de katacaktı.
Özelliklede büyük sükse yaptığından
Eskişehirlilerin de akın akın görmeye
geldikleri sevgiliyle araziyi
kolaylaştıran sık, gür ağaçları, çalılıklarıyla
Japon bahçesine akşamüstü yapılan gezintilerde karşılaşılan
sohbet eden kızlı erkekli grupların neşesi, çalınan saza, neye, gitara eşlik eden pürüzsüz seslerin söylediği şarkıları dinlemek bir nevi terapiydi de. Bıraksak gece
orada yatacak kadar Japon bahçesine tutkun enerji yüklü, canlıyken birden en dip karamsarlığa bürünebilen gel
gitli ruh haliyle ki bu ruh halini
ikizler burcundan olmayla ilişkilendiren Cansu, kim bilir şimdi hangi şehirdedir
acaba evlenmiş midir? Öyle
evlenecek tipe de benzemeyen Cansu,
kişilik olarak aslında Haldun’u da anımsatmıyor değildi, tanışsalardı… eminim çok iyi anlaşırlardı
belki siyasi olarak değil ama kaseti
içine koyup play düğmesine basınca müzik dinlenen, rec düğmesine basınca ses, müzik kaydedilen
maliyeti düşük olduğundan müzik dünyasında plak üretiminin yerine geçerek ünlü
olmak isteyen gençler için ucuz yollu kaset dolduran dükkanların açıldığı,
şarkı dizilimlerinin A,B yüzüne göre
yazıldığı, üst versiyonu
akıllılarında A yüzünden B'ye atlama , ileri, geri sarma otomatik yapılırken bizim gibi fakir
ailelerdeki alt versiyonunda işlemlerin
manuel yapıldığı eğer radyolu ve de çift kasetçalarlıysa; bir kasetten diğerine
şarkı çekebildiğiniz, radyodan kasede
kayıt yaptığınız, kendinize karışık kasetler
hazırlayabileceğiniz ayrıca mikrofon
bağlayıp kendi sesinizde dahil istediğiniz kişinin sesini kaydettiğiniz;
üzerinde pikap olanına müzik seti denilen hele de Pioneer markaysa zengin görüneceğiniz teybi sonuna kadar açıp arabesk dinleyerek
şarkıya eşlik etmede müthiş performans, ortaklık sergileyeceklerdi. İllaki herkesin teyple
ilgili bir anısının olacağı o günlerde
kapıdan giren babanın elinde görüldüğünde bayram havası eseceğinden
unutulmazlar arasında yerini alacak teybin eve geldiği günden sonraki günlerden birinde bir bakarsınız baba elindeki sarı boş kaseti teybe takar,
Rec tuşuna basar ‘çocuklar ‘
diyerek o anda evde ölüme yakınlığını düşündüğü
yaşlı kimse ona doğru döner ki o yaşlıda
babanın niyetini, niye
yapıldığını bildiğinden kendine çeki düzen verirken devam ederdi baba
‘dedenizin, babaannenizin, anneannenizin, amcanızın, …, …, …, sesinin çok güzel olduğunu söylemiş miydim
size? Bir şarkı söylesin de dinleyelim, söylersin değil mi? Haydi ! nazlanma ’
altmışını, yetmişini, seksenini çoktan devirmiş dede, nene, hala bir türkü,
şarkı patlatır, teklediği yerlerde
kendisine vokal yapılır şarkı bitince de evde büyük bir alkış kopardı
… bu sayede çoktan göçüp gitmiş onlarca hısım, akrabanın sesi o anda dondurularak bir gün o kaset çalınarak
yad edilmiştir ki, daha kameralar,
akıllı telefonlar piyasada fink atmadığından hayıflanan ‘keşke’lerin en başta
geleniydi ‘ aptal kafam alsaydın ya annenin, babanın, teyzenin …, …, …, sesini teybe’. Gecekondu mahallemizde
Ferdi Tayfur, Nilüfer’den;
Mahsuni, Feyzullah Çınar , Ali Ekber Çiçek’e; Edith Piaf, Julio Iglesias, Tom Jones’a kadar uzanan
geniş repertuara sahip, evler arası gidip gelme furyasının baş rol oyuncusu hatıra
kaydedici teybe, insanlarda ‘ya asil, ya tahsil’ arayan ‘yarın el evine gideceksiniz, oldu…
kocanın durumu iyi değilse, istediğini
alamıyorsa o zaman gözün dışarıda kalır,
Allah korusun isteğine kavuşmak için
hırsızlık dahi yapmayı düşünürsün ama şimdiden nefsine hakim olmayı
öğrenirsen azla yetinirsin… şu yaptığınız ayıp önce misafir yiyecek arta
kalırsa siz, verin bakayım o yemeği’yle ağzınızın suyunun aktığı kıymalı
lahana sarması dolu tencereyi önünüzden alan
anneannenizle zıt karaktere sahip
‘çocuk bunlar, sümüğünü yer yine
doyarlar, ben yaşlıyım iyi beslenmem
lazım, bol bol koy bakayım yemeğin etli tarafından bana da oğluma da”yla
çıkışmakla kalmayıp oğullarını ‘ senin bu karın var ya seni yoksul eder, eli bir bol kim gelse evden ne var, ne yok
önüne yığıyor’la kışkırtarak gelinlerinin üzerine salan, dövdürten ilk kocası hastalıktan ölünce ‘çocuklarımız el eline düşmesin’le aynı
evde yaşadıkları eşi ölmüş kaynı; babamın
babasıyla evlenip onu da depremde
kaybedince en küçüğü üç yaşındaki beş
çocuğunu, babamları bırakıp gece kocaya
kaçtığı için ’hiç beklemezdim annemden
bunu meğer karşı evde buluşurmuş Sey Hüseyin’le adam yaşlı mı yaşlı, fakir mi
fakir bir atı, bir eşeği bile
yok.Bizimse koskoca ambar dolu, gözün
kör olsun o kadar malı mülkü, eşyayı babamın emeğini nasıl bırakıp gittin, kadın. Buluştukları evin
sahibi Fadime’nin de kocası ölmüştü zanımca o kadın annemin kanına girdi,
kandırdı çünkü kendisi de annemin
kaçtığı Sey Hüseyin’in oğluyla evlenerek
aynı eve Dodan’a gittiler. Öyle bir kar yağıyormuş ki kaçtığı gün koyunlardan
biri de hastalanmış Hasan ağabeyim kalkmış hayvana bakmaya gitmiş döndüğünde
“eroo Selbi kalk, Zelhan gitti, kaçtı
kocaya” demiş. Sen üç yaşındaki yetim oğlunun yanından kalk, kocaya kaç, bu
kadar vicdansızlık olur mu? Allah affetmesin ’le sinirlendiği, kazanlarda kaynayan sütün üzerine leçek,
başörtüsü örterek buharına tutuğu yüzüne
tereyağı, kaymak sürerek cildini parlatan, bakım yapan güzelliğine düşkün, on çocuk doğurmasına karşın genç kız
vücuduna sahip uzun boylu son demlerinde bindiği attan düştüğünden
kırılan kalçası tedavi edilmeyip kendi
kendine kaynadığından aksayarak
yürüyen babaannenizin, ‘daye,
pirki de vaje, anne, nene haydi söyle’
komutunu duyduğunda hastalıklı, ince sesiyle
‘çı vaje, ne diyeyim’ der demez Rec tuşuna basarak sesinin kaydedildiği kaseti yıllar sonra
elli yaşınızda arayıp
bulamadığınızda ki, o babaannenin oniki Eylül sonrası kışın; karın yağdığı bir gün üniversitenin kubbeli kantininde “Esin
….. siz misiniz, kimliğiniz, bizimle emniyete kadar geleceksiniz”
diyen birlikte derslere girdiğiniz
sınıf arkadaşınızın aslında sivil polis
olduğunu öğrenmenin şokunda kırkbeş günlük tutukluluk süresini geçirdiğiniz il emniyet müdürlüğünden, Yıldıztepe
karakolundan yasa gereği mecburen sevk
edildiğiniz Sıkıyönetim Komutanlığından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığınızda memlekete bahar geldiğini
görmenin sersemliğinde sizi almaya gelen babanızla şehirlerarası otobüsle
yaptığınız, hiç konuşmadığınız yolculuk
sonrası evinize döndüğünüzde kapıyı açan annenizin sarılmasıyla gözyaşlarına boğulurken, aksak ayağıyla salon
kapısında bir şahin misali size bakarak
“orospu seni…orospu mahpuslara düştün, rezil ettin bizi, oğlumu dünya
aleme”yle bağırıp yüzünüze tükürecek
zalimliğine şahit olduğunuz halde neden o kadar çok üzüldüğünüze de bir
türlü anlam veremeyecektiniz. ayrı
istekler, hayaller, düşüncelere sahip
olmanıza karşın aileleriniz aynı şehirde Ankara’da ikamet ettiğinden birbirinizi
kolladığınız; teybi kendisinden daha
fazla rağbet gören, hemen her gün
kızların ‘canım ya yeni aldım şu kaseti çalsana, sesini de iyice aç da dinleyelim’ siparişlerini karşılayan Cansu ‘Ankara’da bir arkadaşımda
gördüm babası getirmiş ABD’de yeni bir alet icat edilmiş, üstelik renk renk… arkadaşımınkinin
rengi sarıydı. Sony marka zaten ancak
Sony icat ederdi böyle bir şeyi; adı walkman, teybin ufağı, kulaklığı var, takıyorsun kulaklığını,
kasetini kimseyi rahatsız etmeden tek başına
dinliyorsun müziğini. Tükiye’ye bir gelse… alacağım ve seni bu çileden kurtaracağım’la’; ‘başım çatladı, al teybini in kantine orda dinle, iki gün sonra sınavım var ders çalışamıyorum sayende Borçlar
Kanununun icra iflas maddelerine, aktif
pasif varlıklara karıştı ‘sürünüyorum’ nakaratı,
yetti gayri dön, dön
aynı şarkılar; sürünüyorum, dilek taşı arada Zülfü Livaneli, Ruhi
Su da çalsan idare edeceğim ama. Anlıyorum seni daha ne kadar dibe vurabilirim diye dinliyorsun bu
Gülden Karaböceği ‘ tepkinizi önlemeye çalışan Cansu’nun ‘ kendisini pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim
ama şu şarkısı yok mu “mutluluktan haber ver dilek taşı” bu şarkı var ya bu
şarkı; akşamın bir körü yatmaya hazırlanır, sabahın bir körü yataktan kalkarken
dinlendiğinde gözyaşlarını elinin
tersiyle ittirterek insanı hayattan koparıp bir sahil kasabasında şarapçı yapacak
şarkıdır, kar soğuğunu yanında taşıyarak epeydir yüzünü görmediğin eski sevgilinin kokusunu da getirir
pencereden içeriye; tıkırdatır camı...camdan hassas kalbi de ve o kalp ve cam, tuz buz olur bir anda;
parçaları odanın dört bir yanına savrulur diz çöken beden, ruhun huzursuzluğuna arkadaş olduğundan
gözlerde birikmiş damlalar da akıverir...’ ders çalıştığın masadan kalkıyor,
yatağına uzanmış Cansu’nun yanına
gidiyor, o size şaşkın şaşkın bakarken elinizi uzatıyorsunuz ‘vay be! gel elini sıkayım senin… arabesk bir şarkıdan bunları döktürmek
yetenek işi…bravo, cidden kendine
uygun bölümü seçmişsin; sinema ve televizyon… eminim
çok iyi bir yönetmen, senarist çıkacak senden ve ben de bir
zamanlar oda arkadaşımdı diye hava atacağım. Ha günde en az dört beş
kez sayende dinlediğim bu “dilek taşı” şarkısı bence
de efkarı getiren, coşturan rakı
olduğundan içkili ortamların vazgeçilmezidir değil mi Canısı?Hele de sen
burada sevdiğin başka yerde belki de
başka kollardayken…’ gözleri
kapatıp sonsuzluğu dinlerken tüm evrenin suspus olup o ân’a iştirak ettiği hissine kapıldığınız, bu
hissi yaşatan bir başka şarkı daha vardı diye düşünürken Esin’nin elinizi sıkması karşısında ’sen dalganı geç bakalım, haydi gülüm haydi dersine
dön , Kenan ben varken başka kollarda olmaz..’ diyen Cansu’ya
‘varsa böyle bir taş edinmek isterim, sırf dilek tutabilmek için artık
Gülizar’ın baktığı çıkmayan fallar sıkıntı veriyor, en azından taşa konuştuğumu bilirim de, bir
cevap gelmedi mi üzülmem de’yle masaya dönüp
Borçlar Hukuk’una gömülmeden
Haldun’un da bugünlerde durmadan dilek taşını
dinlediği aklınıza gelirken Cansu’nun ‘ anlamıyorum anam ben bu devrimci
kızları, sabah akşam diyalektik
materyaliz, gerçek, hakikat, devrim peşinde helak ol sonra fal baktır…fala inan.Bu kadar mı
karışık bunların kafası, şaka gibi…akıl
lamza gibi..Yok… yok bunların yaşadıkları memleketin gerçeğinden de haberleri
yok ki sanki SSCB de yaşıyorlar, bu
memleketi kim yedirir size, hiç devrim yapmanıza izin veriler mi ?
Bunların düşünceleri hayal ötesi…aklı aşan.Günlerdir aynı odayı
paylaşıyoruz ağızlarından bir tek defa
duymadım memleketi dört bir yandan sarmış irili ufaklı Süleymancılar,
Menzilciler, Nurcular, Kadiriler, Işıkçılar,
Nakşibendiciler; onlarca tarikatlarla
ilgili bir tek söz, bir cümle. Anadolu’da tek tip insan oluşmuş, İstanbul’da, Ankara’da kentlerde sağcı,
solcu kutuplaşmasının yanında
cemaatçiler ya da hemşeri düşkünleri kendi aralarında kurdukları mahallerde
yaşıyor, Türkiye’yi bir ucundan burjuvazi, diğerinden tarikatlar tutmuş
sallandırıp duruyor sonra aynı ipi birlikte çekiyorlar bunların hiçbir şeyden haberleri yok öyle
uzaklar memleketlerine, halka. Eminin Süleyman Demirel’in, Erbakan’nın,
Türkeş’in, bakanların hatta… hattası bile fazla
Ecevit’in, Ali Topuz’un , Baykal’ın…tüm partilerin her birinin bir tarikatla ilişkisinden
habersiz, insanımızın kendinden üstün,
üst gördüğü mevki ve makamdaki
biriyle ilişki kurmak için aracılar istemesinin; misal evde babayla bir sorun mu var aracı annedir, ona söylenir
babaya iletmesi için yani hep bir yüksek
memurlarla ilişkide tanıdıklar muhabbetti ki hal böyle olunca da koca Allaha da doğrudan dua edilecek değiller ya! mübarek şeyhimize edelim, o iletir; olagelen bir ihtiyaç olduğunun bile farkında
olmadıkları ülkeyi çok iyi tanıdıklarını
meselelerine hakim olduklarını sanan çok bilmiş, şaşkınlar bunlar. Bazılarının Afrika
kabilesi gibi dans figürleri de yaptığı tarikatlara girmişler sahabelerin bile Peygamber Efendimizin önünde
diz çökmediğini kulluk etmediklerini
sadece Allah’a ettiklerini bildikleri halde bunu hiçe sayarak önlerinde iki büklüm olup dualarını aldıkları
şeyhlerine öyle de bir inanmışlık içindelerdir ki bu yüzden
mahallede yirmi yaşında gencecik bir
kadıncağız Nurten abla öldü neymiş tarikatına göre ameliyat olması günahmış, tüm ameliyatlar mı
günah yoksa olması gereken rahim ameliyatı mı on bilmem ama Nurten abla yok
artık onu bilirim. Birbirinden tek farkı
isimleri kişilere ilahi
özellikler atfedip yaratıkları bir
idol; Mahmut hoca, Esat Coşan, Fetullah
Gülen, İskender hoca ,..., ... ,
..., ve o hocaların etrafına halkalanmış kapıkullarından
oluşmuş tarikatların devrimcilerin
ajandasında adı dahi yok zaten onlar; devrimci örgütlerde bir
nevi; daha bebekken herhangi bir ideoloji, din sahibi değil, bir hayat
görüşü yokken hayatının herhangi bir döneminde ya da zor bir kısmında elinize düşürdüğünüz
potansiyel sahibi kişileri kendinize göre adam edip ileride sizin için idari,
askeri, adli olmak üzere her açıdan faydalanabileceğiniz köle haline getirerek, birbirlerini kayırmalarını da sağlayarak
haksız kazancı mubah kılan, biad etmede
dünyanın en disiplinli ordusuna taş çıkartan diğer loca türü toplulukları
aratmayan tarikatlar gibiler. Vallahi
de billahi de tarikatlardan hiç farkları yok bu sol örgütlerin; nasıl
Müslümanlığı, Kuran’ı, ayetlerini yorumlamada birbirinden ayrılmışlarsa tarikatlar, sol örgütlerde
sosyalizmin Peygamberi saydıkları Lenin’ni Marx’ı, Engels’i, Mao’yu, Troçki’yi yorumlamadaki farklılıkları yüzünden birbirlerinden ayrı düşmüşler. Nasıl
"diğer tarikatı nasıl bilirsin" diye sorsanız hepsi kendilerinin
İslamı düzgün, doğru yaşadıklarını diğerlerinin yanlış uyguladığını ve hatta
kafir olduklarını söylüyorlarsa devrimci, sol örgütlerin her biri de tarikatlar gibi birbirlerini suçlayıp devrim,
sosyalizm konusunda en doğru görüşün kendilerinin ki olduğunu Lenin’in,
Marx’ın, Engels’in, Stalin’in, Mao’nun
kitaplarından alıntılar yaparak kanıtlamaya çalışırlar ve de nasıl
oluyorsa Lenin’in, Marks’ın ,
Engels’in yazdıkları da her örgütün
ileri sürdüğü tezleri de destekleyebiliyor. Devrimci örgütleri tarikatlardan
ayıran tek fark babamdan biliyorum tarikata girme kişiyi zengin edecek iyi bir yatırım aracıdır. Yeterli seviyede katılıma
ulaşabilirseniz, sağlık, eğitim, sanayi, medya vb. aklınıza gelebilecek her
sektörde şirketleri olan milyar dolarlık bir holdinge sahipliğiniz işten bile
değil. Yeterli katılım olmaması durumundaysa
ulu bir dini alimi, mümin
anılarak cenneti garantilersiniz, fena mı? Bana ne ya, su katılmamış bir devrimciymişim
gibi ki Allah yazdıysa bozsun, kafa
patlatıyorum devrimciler için. Ben bu
kıza Esin’e üzülüyorum ailesinin ekonomik olarak durumu çok kötü ve saf bu kız, o kadar masumcasına inanmış ki…beni
etkileyen de inancındaki o
masumiyet ’düşüncelerinden
habersizsinizdir. Sen de her içki içen gibi
arabeski severdin Haldun, her zamanki gibi beni elinde
bira şişesiyle karşılayacağın
bahçe kapınızı açtığımda daha kiraz ağaçlarının ordan duyardım sonuna kadar açtığın teyp de çaldığın “efkarım birikti sığmaz içime..” ya
da Ferdi abinden “ baharım solmadan eskidi ömrüm, çıplak sokağa benzedi
gönlüm…’ şarkılarını. Arabesk sevmememe rağmen nakarat kısmını bağıra çağıra
banyoda damardan söylediğim kayıtsız kalmadığım şarkılardandı “olsan içmez
miydin benim yerimden” . ‘Bul…bul be oğlum ! bul şu Leyla’yı, Aslı’yı, Şirin’i
de kurtulalım şu ağdalı, ağlak kasetleri
dinlemekten’ sonra tamam derdim ‘Ferdi, Orhan,
Neşe Karaböcek dinlemene itirazım yok dinle ama Allah aşkına on iki
Eylül darbesi için “kahraman Türk
ordusu, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi ve ülke yönetimini ele
aldı. Aslında kuvvet komutanları “uyarı mektubu”nu verdiği günden bu yana,
böylesine bir olay bekleniyordu. Kısmet bugünlereymiş. Şimdi parklarda,
bahçelerde yüzleri mutlulukla dolu insanların gezip, dolaştıklarını gördükçe
daha bir keyifleniyorum. Hele ki, bazı cezaevlerindeki siyasi tutukluların
birbirlerine sarılıp, koğuşlarını birleştirme haberi karşısında gözyaşlarımı
tutamadım inanın. İnşallah hep böyle devam eder. ülkemize ve insanlarımıza
hayırlı uğurlu olması en büyük dileğim.” beyanını okuduğumuz şu Gülden
haspasını dinlemekten vazgeç artık…inan bu ihanetin çok fazla geliyor…valla kaldıramıyorum…’.Dinlemedim
de Gülden’i ta ki… Şimdilerde Ahmet Kaya’dan sonra en çok Onur Akın’dan “
yenik serçe adı Nevin…kendini martılarla bir tutma derdin, senin kanatların yok
düşersin yorulursun” dinliyorum özellikle
“senin kanatların yok …“ kısmına
geldiğimde eğer arkası dönükse omzuna dokunup bana dönmesini sağladıktan sonra işaret
parmağımı ona doğru salladığımda
‘delirmiş benim teyzem bakışlarını‘ görünce gülümsememin söylememi engellemesine
izin vermeden bağıra çağıra “düşersin yorulursun…beni koyup gitme n’olursun”
diyorum kollarımı iki yana açıp Can’a
sonra ellerini tutup en sevdiği şeyi yapıyoruz birlikte hoplayıp zıplayıp odada dönüyoruz ezberlediği
kadarıyla bana eşlik ediyor “kendimi… tutar… martılar”. Bazen değil çoğu zaman bu şarkı, bu şiir
‘sen martı değilsin’ hatırlatmasıyla ‘kaderine razı ol, kır kıçını otur oturduğun
yerde sana mı kalmış uçmayı denemek, düşersin kırarsın kolunu bacağını ondan sonra uçmak
nerde yürü de görelim ’ tehdidiyle herkes gibi olmak istemeyip farklı düş
kuranları hizaya çekerek yerleşik ‘hanım hanımcık davran’ kurallarına uymasını
sağlamak için yazılmış gibi geliyordu ya bana. Meğer Onur Akın’ın okuduğu
Yılmaz Odabaşı’nın “adı Nevin’i”
şiirinde geçen “kendini martılarla bir tutma” dizesini yazmış Atilla İlhan’ın bir sevgilisi varmış, çocuk doğurmak
istiyormuş ancak kendini böyle bir
sorumluluk almaya hazır hissetmediğinden
kabul etmeyince sevgilisi de terk-i diyar eylemiş. Attila İlhan’ın ”dur gitme “yle onunla martı olup uçmayı denemektense bu şiiri
yazarak ona haddini bildirdiğini sadık dostum Google’dan öğrenince pes ya dedim
eğer erkeğin en kültürlüsü…en devrimcisi böyleyse bu toplumda kadınların halini bir düşünün . De ki Haldun,
dinlemiyor musun artık Edith’i, bil ki hala vazgeçmedim Edith’in
‘Non je ne regrette rien’inden
ancak artık onun kadar büyüleyici
ama daha bir sakinleştirici sesli İlk
albümü çıktığında bu dünyada
olmadığından tanımadığın, dinlemediğin ki tanısaydın eminim ki kendinden pek
çok bulacaktın öldüğünde hakkında
gazetelerde “trajik bir şekilde
alkol zehirlenmesinden yaşamını yitiren Amy Winehouse 23 Temmuz 2011'de öldüğünde sadece 27 yaşındaydı... Onun
gibi 27 yaşında hayata veda eden Kurt Cobain, Janis Joplin, Jimi Hendrix ve
gibi yıldızların arasına katılarak, '27liler kulübü' olarak adlandırılan
topluluğa dahil oldu…”lu duygusal yazılar döşenen Amy Winehouse’u “You Know I'm No Good sen biliyorsun ben iyi değilim”i de dinliyorum saatlerce. ‘Başkasına uçup da ne
yapacağını bilemeyen serçe mi, ne?’ dedirtecek
tarzda evinde gündelik giysiler
içinde Camel sigarasını tüttürürken kendi kendine, özen göstermeden şarkı söyleyen kız çocuğu
sanacağın Amy’de, Edith gibi
üfürsen yıkılacak cılızlıkta
vücuda, koca bir kafaya sahip.Yolda görseler ya da barda, pavyonda
yanlarına gelse suratına gülecek, konuşmak istemeyecek kadınlara, erkeklere "çirkin olduğu
halde umarsızca yaşayan kadın modeli" diye sözlüklerde , web’de başlık açtıracak su katılmamış manyaklığını
da seviyordum Amy’in .Hiç o hale düşmeseniz, yaşamazsınızda bazen bir kadının
içten içe "ben ki o kadar yerlerde,
mutfakta ağlamışım senin için, sen o yerlerde ağlamanın ne olduğunu bilir
misin? O en anlamsız, en pis, en kopuk yerlerde? Beni niye kaldırmadın? Niye
oralarda ağlamaya bıraktın? sen kaçtın ama ben yerlere yığıldım, seni unutmak,
atlatmak için ona buna sarıldım, kendimi verdim...sadece seni seviyorum demek
yetmez bazen sarhoş, bazen dibe düşmüş
bir kadını yerlerden toplamak gerekir, bazen ona bozuk makyajı, günahları,
özlemleriyle sarılmak gerekir...!" söylenmesini hatırlattığından annenizin ‘hele
bak hele… nice halk ozanların Musa Eroğlu’nun “yolun sonu”, Mahsuni Şerif’in “ yiğit muhtaç olmuş kuru
soğana” türküleri dururken bu zıpırın
söylediğinden mi olmak istiyorsun tuuu
sana’sına katlanmayı da göze
aldıracak; hiç kimsenin tahmin etmeyeceği
beyninizin bir köşesinde herkesten ama herkesten sakladığınız hayatta; o kadar umarsız...o kadar bedbaht ki
bedbahtlıkta hiç de zorlanmamışken... o kadar yırtık...o kadar Amy olma istediğiniz de
açığa çıkaracak ‘bir şarkı
olmak istesen hangi şarkı olurdun?’
deselerdi eskimesi imkansız
olmayı seçeceğiniz şarkıların başında gelecektir “You Know I'm
No Good “ . belki "pop
kültürü, fabrikasyon müzik, ıyy, o ye"
sızlanıp ben, sen yazsak alay edecekleri , yerden yere çalacakları
herkesin yaşadığı anlara, olaylara dair
“barın alt katında buluştuk ve birbirimiz dinledik…kendimi berbat
hissediyorum…iyi olmadığımı biliyorsun…”lu sıradan sözlere sahip şarkılarında “off ne biçim yazmış”la efsunlanıp “işte
hayatın içinden gelmiş bir kadın, kötü ilişkilerle yoğrulmuş, batıp çıkmış rehabilitasyonlara düşmüş, oha!" imajını
hamutuyla götürmelerini zevkle izlerken, hani şehirlerarası otobüslerin mola
yerinde “ sen hep yaşanmayacak, olmayacak sevdaların peşine düşeceksin” dediğin
de “ senin istediğin ailenin karşılığı yok bende “ bile diyemeden dondurduğun
o anlarda "benden sana hayır
gelmez, tahmin ettiğim gibi... yine
kendimi aldattım, sana bela olduğumu söylemiştim, biliyorsun ben işe yaramam…
"la kayıplığımı ona haykırarak
anlatabileceğim tek şarkı olduğundan mıdır bilmiyorum ama o gece, yılbaşının kutlandığı, senin dünyada
olmadığın, benim O’nun mektubunu okuduğum bu gece, yeni yılın bu ilk saatlerinde Haldun,
hiçbir zaman baştan sona
dinlemediğim şarkıya “dilek taşına” denk geldim radyoda, dinledim be!
İhanet ederken bende geçmişime bu gece sanki kalbime dokundu şarkı… büyüdüğümü değil
yaşlandığımı hatırlattı bana zira insanı yaşlandıran ölümler, ayrılıklar,
yenilgiler, imkansız sevdalar,
sorumluluklarmış. ‘Gücenme ama sen hangi akla hizmet kız yurdunun sorumluluğunu
kabul ettin ki. Bu sorumluluk yüzünden odada tek başına kalma imkansız sürekli bir hareket odaya giren çıkan belli değil, hadi, hesabı da yok…şöyle
bir uzanıp keyf yapmaktan vazgeçtim uymama
bile fırsat yok. Anam bunlar hiç uyumuyorlar ya sabah, akşam devrimin rüyasını mı görüyorlar? Hele de bu akşam
kaçmadı gözümden Esin hanım’ demişti
Cansu gece inmekteyken pencereden dışarıyı seyredip sigarasını içerken ‘yurtta bir şey yapacaksınız. Telaşlı şıpıdık
şıpıdık terlik sesleri dinmiyor koridorlarda, örgüt başları Suna, Serap,
Rüveyde’de de ortalıklarda dolaşıp
duruyorlar. Ayten’i de az önce kantinde gördüm,
bu gece yurtta kalacakmış. Senin
haberin vardır tabii’ ;’off Cansu
senden iyi dedektif olurmuş. Sinema televizyon okumayı bırak dedektifliğe
başla sen’ derken içinden de haberim
olsa da güvenip sana söylememi nasıl bekliyorsun anlamıyorum be kızım, kaşın
gözün oynuyor senin öyle memleket meselelerinin seni sardığı falanda yok diye
düşünecektin. ’Bana ne ki, benim için önemli olan odanın kalabalık olmaması, Ayten’lerin odada
toplanın çünkü yarın hayati bir sınavım var, ders çalışacağım.’ Şimdi Esine
‘günbatımı yazın ki gibi olmuyor sonbaharda,
kızılığını göremeden bir
bakıyorsun güneş batmış gitmiş.’ desem ‘aaaa öyle bir şey mi oluyor
sonbaharda farkında değilim ben, yoksa alay mı ediyorsun?Git başımdan Cansu’yla
kızacaktır muhtemelen.’Halbuki iyiden
iyiye çöreklenen sonbahar yakında karı
da getiren kışa dönecek, sen hala yazda mısın? Bugün Japon bahçesine gittim
Mert’le, yaprakları dökülmüş ağaçlar cımcızdak ortada kalmış…hüzünlendim.Ama
iyi ki arkasından geçtiğimiz yolun,
mevsim ne olsun, o aranın muhteşem olduğu İletişim Bilimleri
Fakültesi'ne girmişim, okulun yeri bir harika, ben bir tek ikinci kat koridoru
Japon bahçesine bakar biliyordum meğer
bugün derse girdiğimiz dersliğin devasa camlarından da gözüküyormuş her mevsimin
ayrı bir güzellikte yaşandığı
Japon bahçesi.Sonbaharda bir sürü,sarı yeşil, kızıl yapraklarla dolar, kışın
kimse basmamışsa pürüzsüz bir beyazlık kaplar
sekiz katlı gölün ortasında iki uzun ağacın bittiği küçük bir
ada olan en büyüğünün üzeriden ki buzları kırarsan balık bile görürsün, geyiklerin ayak izlerinin yanında. Eğer cıvıltılı kuşların
mevsimi baharsa etrafta çimler yeşillenir, çiçeklerle donanır. Sonra güneşle en çok haşır neşir gökyüzü berrak,
bahçenin sıcak, gölgelikle dolu mevsimi
yaz gelir, öğrenciler terk
ettiğinden kampüsü zannederim ki bu bahçenin de en gürültüsüz, en sakin aydır Haziran.Fakülteye yaklaşırken bir de küçük
çocuk parkı vardır ve ben eminim hiç biriniz orayı fark etmemişsinizdir.
Görenin " kazık kadar kız" diyeceği kadar olsam da,
sığamadığım o salıncakta
sallandım da. Bir de içindeki sekiz
katlı göl, gölcükler kombinasyonun gölden, gölcüğe doğru gittiği kısımda yıkık
ev misali yarıda bırakılmış havuzlu
yapının, onun tam alt
taraflarında yanlış tarif etmeyeyim
galiba oralarda bir yerde ilginç
bir bayan heykeli de bulunur. Tatilde bazen
Eskişehir’in sanki her gün rüzgârın süpürdüğü sandığım o berrak
gökyüzünde Ankara’da göremediğim parlaklıktaki yıldızlarına bakmak için hemen
geri gelmek istiyorum.’ desem ’bir an Hayat bilgisi dersinde sandım
kendimi belki mevsimleri böyle ezber bozarak anlatmak lazım
çocuklara daha kolay kavrarlar…tatlım gücenme ama bizde her gün önünden
geçiyoruz bu çekik Japon bahçesinin ama böyle güzellemeler yapacak ne vaktimiz,
ne de ruhumuz var bizim’;’ ayyy ruhunuzu adadığınız devrimciliği; görselliği,
duygusallığı, zevk almayı kaldırmayacak hale koyan sizlersiniz.Benim
baktığım gözle bakacaksın’la cümlemi tamamlamadan Ayten
‘ne haber kızlar’la içeri girecek
‘Esin az bizim odaya gelsene’
diyecektir.
Ön tarafı ders aldığınız EİTİA’nın anfilerine, basket
sahasına İktisad , işletme bölümlerinin
anfilerine, arka tarafı faşistlerin elinde bulunduğundan tedirginlik yaratan Yeşiltepe mahallesine
bakan kız yurdunun sorumluluğunu alalı kısa süre olmasına rağmen, sorumluluk
Bejna’dayken bir kez bile
karşılaşılmayan sorunla karşı karşıya kalmayı sizi inandığınız genetiğin önünde diz çöktürtecek dedeniz amcası tarafından öldürülünce ölünceye kadar hayatına, üstüne siyahtan başka bir renk almayan anneannenizin
‘önüne gitsem Mengen’nin suyu kurur… akmaz kesilir’, “kara bahtım, kör talihim taşa bassam iz
olur”la betimlediği talihsizliğinize işaret sayacağınız haberi ‘her zamanki gibi arkasında kendisini takip
eden adamlarıyla dolaşan gıcık Suna’yla koridorda karşılaştım. Akşam üçüncü katta
Nevriye’lerin yanında derneklerinin yurt temsilciliği gibi
kullandıkları odada, bütün sol grupların temsilcileriyle saat on
da yapacağı toplantıya seni ve Ayten’i de
bekliyormuş, sana söylememi istedi.
Yurtta hepimizi tehdit eden bertaraf
edilmesi gereken durum varmış’la Gülay
getirmişti.’ ;’Ne gizem ama öğlen yurda yeni biri giriş yapmış emin ol onunla
ilgilidir. Bu Suna Halkın
Kurtuluşunu da çağırmıştır, onlarla
toplantıya katılarak doğru bir şey yapar
mıyız Ayten?’; ‘önemli olmasa Suna
toplantı düzenlemez, gidip bakmakta fayda var’ Örgütün, yönetimdekilerin gözüne girmek için
Bejna’dan farklı, yeni bir şeyler
yapmak isteyen ‘biz de DEVYOLCU’lar gibi
toplantılarımızı, eğitim çalışmalarımızı, tartışmalarımızı yapacağımız boş bir odaya el koysak iyi olur ‘düşüncesinde ki Ayten zaten DEVYOLCU’ların komün olarak da kullandıkları odayı merak ettiğinden
dünden razıydı toplantıya gitmeye. Babası Aydın’ın incir tüccarı zenginlerinden
olduğundan belki de kendine aşırı güvenli,
kavga, dövüşlerde önde vuruşmaktan
çekinmeyen, çok iyi silah kullandığı
söylenen örgütünde önemli bir yere sahip Suna,
omzunda yeşil parkesi,
elinde siyah tespihiyle arkasını duvara dayadığı yataktan kalmaya tenezzül etmeden sol biziz edasında ‘buyurun’ diye karşılamıştı bizi.
Ayça’nın ‘tamam biz de dünya güzeli
değiliz ama arkadaş bu HK’lerin hepsi mi çirkin olur hele de Serap, valla onu
gören HK’ye katılmaktan vazgeçer’ dediğinde
‘Ayça insanları fiziksel özelliklerine göre yargılama onlarda kim bilir
bizim için ne diyorlar’la çıkıştığım Serap, elbette bizden sonra toplantıya katılarak
biz “sosyal faşistlere” gözaltından dahi bakmayarak doğrudan Suna’ya ‘iyi akşamlar’ diyecekti ki zaten bizde Maocu bir
faşistin selamını zül addedeceğimizden
Serap’ın tavrına alınmayacaktık.Suna yine de ne olur ne olmaz, bu iki grup biri birine her an sataşır diye
herhangi bir gerginliğe meydan vermeden ‘sizce de uygunsa hemen’le
konuşmasına başlamıştı ’arkadaşlar pek çok konuda aramızda görüş ayrılıkları var
ama bir konuda yurdun faşistlerin eline geçmemesi konusunda sanmıyorum ki farklı
düşünelim. Belki sizlerde duydunuz bugün yurda ilk defa bir faşist giriş yaptı,
ikinci katta bir odaya yerleştirildi adı Nevin; mühendislikte inşaat bölümünde okuyormuş. Bizimkilerin istihbaratına göre
Nevin’den sonra iki üç kişiyi daha yollayacaklarmış tabii yurt yönetiminin de katkısıyla yapacaklar bu işi. ‘ diyerek Elif’e dönmüştü Suna ‘çay olmadı mı? İncir,
bisküvide çıkar misafirlere ‘.Elif robot
misali odanın kenarında boş dolaba
sakladıkları küçük tüpün üzerinde
yaptığı çayı doldururken bardaklara, Suna devam etmişti ‘ben Nevin’i bu gece yaka,
paça yurttan atmayı öneriyorum. Böylece gözdağı da vermiş oluruz hem getirmeyi
düşündükleri faşistlere, hem de yurt
yönetimine’.Tüm sol grupların desteklediği önerinin gerçekleştirmesi konusunda ilk fikrini
açıklayan da Suna’ydı ‘bence
sizler; HK, HY, İGD, Kurtuluş, DEVSOLCU, DDKD’li arkadaşlar
gözcülüğü üstlenin, biz DEV-YOLCU’lar da Nevin’i yurttan atalım bu işi
böylece halledelim’.Üyelerimizi tehlikeye atmayacağından benim için diğer örgütlerin
bu işi halletmesinin hiç bir sakıncası
yoktu zira bu konularda deneyimsizdik belki de bunun böyle olduğunu bildiğinden
Serap fırsatı kaçırmayarak ‘Suna her şeyi
siz yapmak istiyorsunuz, bu iş
de sizin üzerinize kalmasın bu defa başkaları yüklensin onların da faşizme karşı
mücadelesini görelim. Biz arkadaşlarımla bu işe talibiz eğer sizlerde kabul ederseniz‘ cümlesini
bitirmeden Ayten’nin sert sesi
yankılandı ‘işi bize bırakın, gözcülüğünüze de gerek yok , bize yardım için tek yapacağınız kantinde olabildiğince gürültü,
şamata çıkarmanız, yüksek sesle TV izlemeniz…’ şimdi sana bu yaptığımız eylemi
anlatırken Haldun; günümüzde katlandığımız insanı çileden çıkaran onca siyasetçi, lider,
dost, akraba; yaşanan onlarca
saçmalığın, olayların yanında o gün katlanmak, birlikte yaşamak istemediğimiz kişiler, olaylar ne kadar da masum… zavallı kalıyor ve o gün bizim için dünyanın en önemli şeyi saydığımız konuşmalar, planlar,
davranışlar da ne kadar çocukça…ne kadar basit…ne kadar merhametsiz
geliyor.İnan bunları sana anlatırken yaptığımdan utanıyorum ki eylemin sonunda
karşılaştığımız gerçek vicdanımı ömür
boyu kanatacak kadar da üzücü. Suna’nın
gözlerinde meydan okuyan ‘acaba yapabilir
misiniz ki siz suya sabuna , kavgaya dövüşe itibar etmeyen İGD’li sev gençler ’ bakışını yakaladığımdan Ayten’den sonra söz alıyorum ‘alt üstü tek kişi değil mi bu kız? Bu gece o
kız bu yurdu terk edecek’ restimi ‘siz
bilirsiniz’le onaylıyor Suna ‘istersiniz
zulaladığımız sopalardan size birkaç tane verebiliriz’.Odaya girdiğimizde kızıyorum Ayten’e ‘onlar
alışkınlardı, bıraksaydın da
yapsalardı, riske attın hepimizi.
Şimdiye kadar hiç böyle bir eylemde bulunmadık ki’; ‘işte bende tam bu yüzden
biz yapalım istedim bıktım ya bunların bize pasifist, revizyonist demelerinden. Artık geri dönüş yok kızları
çağıralım, planımızı yapalım, Suna’ya dediğimiz gibi bu gece bitirelim bu işi’. Odanın kapısı açılıyor Elif ‘Suna gönderdi, haydi görelim sizi‘yle
elindeki kalın sopaları uzatıyor. Eyleme balıklama dalacak DEVYOLCU’lara rahmet
okutacak mızmızlıktaki bizim kızlardan kimse gönüllü olmadığından iş başa düştü
ben, Ayten, Gülay, Gülizar faşist
Nevin’in odasına gidecek kapıda koridorda da
Meliha, Bejna, Gülser gözcülük
yapacak diğer sol grup mensupları da
kantinde yurt ahalisini oyalayacaklardı.
Eğitim fakültesinde okuduğundan her gün çıkan
kavgaya, çatışmaya alışkın Gülser’le Ayten’in aksine çoğumuzun
yurtta ilk eylemi olduğundan heyecanlıydık da ama ben sorumluluk taşıdığımdan cesur görünmeli,
davranmalıydım.Erkek yurdunda yarın bu eylemim yapanın bizler olduğu
duyulduğunda Mustafa ve diğer arkadaşlarımızın duyacakları memnuniyeti de düşündükçe doğrusunu istersen mutlanmadım desem yalan söylerim Haldun. Onbir
buçukta ‘ ortalarda kimseler yok,
haydi’ diyen gözcü Gülser’in ardından
Nevin’in odasına yöneldik. Kapısını açtığımız tekmelere kantindeki kızların kahkahaları, sesi güzel Meryem’in söylediği ”dün akşam yolda gördüm, bir fincan kahve
olsa” eşlik ettiğinden,
Nevin’in çığlıklarını, devrilen sandalyenin, karyolaya değen sopanın sesini biz bile duymayacaktık.Yurdun basketbol
sahasına bakan ön kısmındaki pencerenin önündeki masasına oturmuş dışarıyı seyrettiğini tekmeyle odasına girdiğimizde göreceğimiz ayağa kalkıp
ellerini güç almak istercesine
masaya dayayan; ki o ânda bir eylemde yapılmaması gereken şeyi yaparak hepimizi deşifre eden Ayten’in ‘lambayı söndür Gülizar’ komutuyla
lambanın yandığı saniyelik zaman diliminde; Nevin’in gözlerindeki
korkuya da şahit olacaktım. Beklemediği baskın karşısında ne yapacağını
bilmez halde gerisin geriye pencereye
bitişik köşe duvara sıkıştıran saçları fönlü, pek de zayıf Nevin
duyulur duyulmaz panikli sesiyle ‘ne oluyor , ben bir şey yapmadım ki’ derken ‘ aaa kızlar bakın bir de soru soruyor?Kızım
senin gibi bir faşistin solcu bu yurtta işi ne? buraya gelme cesaretini
gösterdiğine göre başına gelecekleri de
tahmin etmişsindir. Şayet bilmiyordunsa
da şimdi
sana öğreteceğiz…bu yurtta
faşizme geçit vermeyiz biz… gece, mece demeden yurdu derhal terk edeceksin’ le Gülay’ın karnına
attığı yumrukla iki büklüm düştüğü
yerde çaresizlik içinde elleriyle başını korumaya çalışan Nevin’in kavga
anında kadınların zayıf noktası saçlarını elime dolayıp
öyle bir çekmişim ki bir avuç saçı elimde kalmıştı.Gülizar sopayla
vururken sırtına ‘faşist değilim…hata
yapıyorsunuz… ben faşist değilim’le bağırırken
burnundan kan aktığını görerek ‘yeter…haydi
gidelim ‘ diyorum içimde bir pişmanlık…bir acıma…bir kırılma kendimle,
yaptığımla. Ayten yanına çömeldiği
Nevin’in başını kaldırıp ‘
eğer defolup gitmezsen bu yurttan her
akşam sürecek bu dayak… söyle o faşist arkadaşlarına kimse bu yurdu elimizden
alamaz bu yurdu faşistlere, hepinize mezar ederiz..’ dedikten sonra çıkıyoruz Nevin’in odasından. Yurtta
gerçekleştirildiğimiz bu ilk faşist dövme eylemimizi başarıyla yerine getirdiğimizden zafer
kazanmış havasında döndüğümüz oda da Ayten’in, Gülay’ın, Gülizar’ın ‘işte bu kadar, bu kadarmış;
fasitlere karşı yurdu savunmak herkesin görevi, kazanılmış bir
alanı elimizle faşistlere vermeyiz.Haydi şimdi
desinler bize pasifiste görelim ‘
sevinci; Nevin’in korku dolu
çığlıklarına neden savunmasız birine
uyguladığımız şiddet, tek başına bir
insana dört beş kişinin saldırmasındaki acımasızlık faşizme karşı
mücadelenin parçası saydığımızdan o gece faşizme karşı kazanımımızı koyu bir bardak çay, sigarayla kutladık. Sonra
ne mi oldu ?Nevin güç bela ayağa kalkıp müdüriyete giderek kendisine Gülizar adlı biriyle birlikte üç, belki de dört
kişinin saldırdığını anlatıyor.Yurttaki kızların hangi sol örgüte mensup olduğunu bilen, yurt
içindeki ajanlarının da haber uçurduğu
müdüriyet için eylemi kimlerin yaptığını bulmak zor olmadı tabii.
Ertesi gün müdüriyete çağrılmamız da sürpriz olmadı bizim için müdür Jale
hanımın yanında ben, Ayten, Gülay, Gülizar; alnı, ağzı, burnu, bacakları şişmiş, morarmış, sıyrık, yara
içindeki Nevin’le karşı karşıyaydık, konuşmakta zorluk çeke, çeke bize
dedi ki ‘size kim söylediyse faşist olduğumu yalan söylemiş, ben ne
faşistim, ne de solcu… ailem ta dededen
CHP’li, babam CHP üyesidir. Aynı görüşü
paylaşmadı diye bir insanı tek başına odasında kıstırıp sopalarla, tekmelerle
üç dört kişinin saldırmasını devrimcilik gören sizler, yarın devrim
yaptığınızda Allah bilir araştırmadan, soruşturmadan galeyana gelip sizden
olmayanlara neler yapacaksınızdır. Devrimcilik buysa…’ Yaptığımız eylemi inkar edecek durumda
değildik ama Ayten, şimdi tam anımsayamadığım ‘bize sataşan o’ydu’ gibi bahaneler eveleyip,
gevelemişti. Bir hafta geçmeden yurttan ayrılan Nevin saldıranları teşhisine dair kesinlik arz
etmeyen muğlak bir ifade verip şikayetçi
de olmadığından sayesinde eylemi yapanlar bizim için bayram şekeri
ayılacak yurttan üç gün uzaklaştırılmayla
cezalandırılmıştık tekrarı halinde yurttan atılacağımız kaydıyla. İnsanoğlu çok
garip değil mi ? kimseye hiç haksızlık yapmamış, hep pürü pakmışçasına
geçmişini, yaptıklarını ve yaptığını başkasına anlattığını da unutup kendisiyle aynı şeyi, eylemi yapan,
davranan birini gördüğünde ağzına geleni söyleyip eleştirecek kadar
garip… pişkin tıpkı şu an senin bana yaptığın gibi Esin; o an aklıma gelmediğinden hatırlatamadığım şayet gelseydi, hatırlasaydım hiçbir şey yapmamışken sizlere Nevin’i
eşek sudan gelinceye kadar dövmüş
sen, kalkmış şimdi bana ‘
etik duruştan’ bahsediyorsun derdim, demediğim Oğuz’a
herkes birbirini boğazlarken hangimizin umurundaydı şiddete, savaşa
karşı duruş, insan hakları… dibine kadar bulandığımız şiddete… vahşete hatta teröre karşı çıktık mı hiç? Bugün ohh her şey geçmiş, gitmiş, bitmiş rahatlığında
ne yazık ki de unutulmak istendiğinden unutulmuş ve sanki o
günleri hiç yaşamamışçasına ‘insan değişir ama insanın savaşa, bir insan hayatının insan eliyle alınmasına karşı
duruşu değişmemeli’yle ders veriyoruz birbirimize. Onbeş, yirmi yıl önce
farkına varılmadığından söylenmeyen
olması gerekeni…gerçeği; onbeş,
yirmi yıl sonra söylemek
hepimizi günahsız… masum mu
kılıyor? O gün devrim yolunda öldürmeyi,
ölümü olağan karşılayanların; şimdi
hiçbir savaşın eşit olmadığını bilen,
mecburen savaşmak zorunda kalmış bana bu sözleri söyleyerek hava atmaya hakkı yok…hele Esin’in hiç hakkı yok dedim. ‘Koca ayı dokunsam ağlayacaktı o kadar
kırgındı ki sana Esin, anlatamam’ ;’
görür görmez ilk işim özür dilemek
olacak Haldun’dan’ demiştim Oğuz’a ama…
keşke hemen o an ertelemeden gitseydim yanına,
içimden geçenleri söyleyemeden sana… sen ? ne yaptın böyle Haldun? Üstelik yerden
göğe haklıydın; “bizleştirdiklerimiz”den
birileri “bizimkiler” yapınca adına
adalet dediğimiz haksızlıkların
altında kalan, kalmış solcular, devrimciler, demokratlar, laikler de ‘ya kabullen, ya sev, ya terk et yapamıyor musun sus, kendini gizle
o zaman kimse sana dokunmayacağından
güzel güzel idare ederek yaşa’yla bireyleri bir yerde konumlandırmakla kalmayıp, hep o
yerde dursun isteyen karşıt gördüğümüz sağcılar, muhafazakarlar, şeriatçılar, ırkçılar,
faşistler ve de onların tek tipçi devleti gibi; devrimci, farklıya yaşam hakkı ,
fikirini açıklama serbestliği tanıyan
demokrat, adaletli, vicdanlı, hoşgörülü
özümüzü asıl karakterlerimizi yiyip bitiren; doğrusu bizim yaptıklarımız,
eylemlerimiz, yolumuz, düşüncemiz asıl Atatürkçü, laik… asıl demokrat… asıl Marksist-Leninist biziz
ona göre ya kabullen ya da git…’
dayatmasıyla aynı düşünceyi
paylaşmadıklarımızın yok edilmesini kabullendiren pragmatist
yaklaşımımız, lidere, örgüte,
ideolojiye …, …, …, itaatkarlıkla meğer nasıl da hak etmişiz
öfkelendiğimiz “sosyal faşist” damgasını;çoktan. Allah billah aşkına
hangi sol, sosyal demokrat, devrimci oluşum, örgüt parti, sendika faşist, diktatör, otoriter tanımladıkları partilerden, örgütlerden, sendikalardan farklı,
medeni ülkelerdeki gibi gerçek
anlamda özgür, demokratik bir biçimde, tavırda
yönetildi…yönetiliyor ve de yönetilecek midir?cevabı da geçmiştedir zira
Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye
Cumhuriyetinin son yüz yılında SSCB
politbüro üyelerinin suratını suratlarına monteleyerek fark edilmeyecek
kadar küçük nüanslar dışında aynı otoriteliği, aynı yönetme biçimini benimsemiş
Padişahlar, Paşalar, Liderler, Başkanlar,
Tazminatçılar, İttihatçılar,
Cumhuriyetçiler, Serbest Fıkracılar, Terakkiperverciler, Laikler, Şeriatçılar sağ, sol zihniyet mensupları
hakimiyetlerini…iktidarlarını…yönetme vasıflarını kaybettireceğini bildiklerinden
isteyerek yerleştirmedikleri demokrasinin
canına sürekli ot tıkayıp, can çekiştirmek için; yaşamın her alanında örgütte, partide,
şirkette, sendikada yandaşı dahi olsa kendisiyle azıcık farklı tavırda olan, düşünmeyen
kitlelerin yerinden kıpırdamasını, muhalefetini, eleştirisini önlemek için iktidarsa muhalefetin, muhalefetse iktidarın;
o anda lider, yöneten kimse onun adı
da zikredilerek ‘karşının… padişahın…paşanın …. muhalefetin…iktidarın…
adamısın, onların değirmenine su
taşıyorsun’la afişleyerek, Cumhuriyete karşı hilafetçi, padişahçı, şeriatçı,
Abdülhamitçi, terakkiperverci, Kazım
Karabekir’in, darbecilerin , sarayın, AP’nin, ANAP’IN AKP’nin, Özal’ın, Tayyip Erdoğan’nın ya da
diktatör Mustafa Kemal’in, Köşk’ün, Paşanın,
Çankayanın, CHP’nin, Evren’nin, Ecevit’in Kılıçdaroğlu’nun, HDP’nin adamı
olmak arasında sıkıştırıp, çatıştırarak
ellerinde oynatacaklardır. Belki de kitlelere
hakimlerin, egemenlerin yetiştirme, yönetme tezgahından geçenlerden olduğundan onlar gibi geçmişini, dünde
yaptıklarını hatırlamadığından sanki
yapmamış, sanki hep pek bir insancıl düşünmüşçesine davranırken birden
yaşadıklarına tanık birinin tek bir tavrı tıpkı Haldun’un Oğuz’la sana ilettiği; o yalın…o sakin…o kanat kıran sözler, cümlelerin yaptığını yapıp sere serpe
ortaya döküverir kolunun altında
sakladığın, unuttuğun gizleri… pembe
buğularını görünmez yapmakla da yetinmez tuz yapar tatlıları, bal gibi doğru
dediklerini, bildiklerini her şeyi de başka… bambaşka da yapar
şu anda olduğu gibi dönem dönem saklanılması gereken…dönem dönem
sığınak, kimi zaman kirli işlerinize,
düşüncelerinize yataklık eden sessiz, güvenilir
suç ortağınız; önceleri çocukluğun,
gençliğin kaçamak vakitlerinin yılmaz savunucusu… kol kanat gericisi iken bir
noktadan sonra tıkanan hayatların…yetmeyen zamanların…uzatmaların oynadığı
saha; bıkmadan, yorulmadan, usanmadan aksini sürdüren, tükenişini devam ettiren
zamanın bünyeye yetmediği durumlarda ilk işgal edilen yer de gece oluverir. Sonradan
sonraya, yılları harcadıkça… büyüdükçe…anneannenizin deyimiyle ‘geldi gül,
geçti bülbül, ister ağla ister gül’ yaşlarına gelip ihtiyarladıkça… gereksizliklerin,
lüzumsuzlukların sadece bulunmak zorunda olduğu için bulunanların yaşadığı o
sahte aydınlığa inat…sadece orada olmak istediği için olanların,
bulunanların sadece
hissedebileceklerin yaşayabileceği… var
olabileceği…hüküm sürebileceği bir yaşam diliminin sadece gece olduğu gerçeği, doğrusuyla da yüzleşirsiniz.
O gece ki; aydınlığın olmadığı yerde bakmayı öğrenmişlerin siyahlığın
içerisinden tek tek seçerek aldıkları neferleriyle yarattıkları; ulaşılmaz
olanın el altında olduğu; imkansızın hemen yanı başlarında belirdiği; alabildiğine
karanlıkla yoğurarak kurdukları bir yerden sonra kendi
sessizliğine…karanlığına terk edecekleri krallıklarıdır;sahte aydınlıkların
içerisinde dolanan yitik ruhlara inat.
Ey bugün huzur bulduğun tek yerde kendi krallığında dahi geçmişi üstüme salıp
beni bedbahtlıkta boğmaya yeminli gece;
bazen bir piyano, bir ney sesi , bazen bir türkü, bir şarkı öylesine etkiler …öyle bir
hale getirir… öyle duygusallaştırır ağlatır
ya insanı işte Nilüfer’in “o da özlüyormuş….” sesiyle yakılan sigaradan bir nefes çekerken yanaklardan akan sigara dumanına
karıştığından dudakları yakan nikotinli,
tuzlu gözyaşında; kargaşalı, kavgalı, ölümlü yıllarda neredeyse tüm günlerini
birlikte geçirdiğin şimdiyse hayal meyal anımsadığın yüzlerini
netleştirmek için kendini zorladığın olacak şey değildi ama “devrim”e geç bıraktıracağından “vaktimiz
yoktu…ölenlerin yasını tutmaya”yla
arkalarından doyasıya ağlayamadığın(m); yoldaşların
sızısı…kırılganlığı…Ağlamak bize göre
var olmanın dayanılmaz hafifliğiyken belki var olamamanın belirtisi
de bizlerdik. Daha çok "var
olmadığım yerde düşünüyorum, düşünmediğim yerde varım” gibi değil de, olmadığım yeri düşünüyorum, o halde
düşünmediğim yerdeyim gibi gecenin ortasında aniden uyanıp bir türlü kendine
dönememek…bir anda herkese arkadaşlarına, ailene, evladına,
ebeveynlerine, eşine, kardeşlerine el
olduran yalnızlığında, karanlıkta; aydınlığa göre daha çok akıtılan gözyaşları kalpteki acının…yaranın ifrazatı, dışa akıntısı, iç
yangınını söndürme olduğundan saf…siyahtır da. İnsanın tek sırdaşının gece… yalnızlık
olduğu gerçeğini; illaki bir
gün hele de, niyeyse önceliği kapacak bir aile de kurmuşsa; bir zamanlar sabah
akşam yüzünü gördüğün, birlikte sofraya oturduğun, aynı kıymalı su böreğine
yumulduğun, aynı Münip’e aşık olup, aynı “beni vur, beni ellere verme”, “ bir yangının külünü
yeniden yakıp geçti” şarkılarını ucuz
Buzbağı şişesinden şarap içerek söylediğin, aynı odayı, yatağı paylaştığın, aynı diziyi seyrettiğin, gece
karda yuvarlandığın o, onlar
değilmişçesine kardeşine, abine,
ablana, arkadaşlarına el olunduğunu…
aynı evde ayrı hayatlar yaşandığını…arada derin uçurumlu aşılmayacak duvarlar örüldüğünü, insanların
ikili ilişkilerindeki daimi
yalnızlığını, anlaşılamazlığını dünyadaki herkes ama herkes; ne yazık ki intiharı tercih edecekler, her mazoşistin bir sadiste ihtiyacı var misali
kendini sevecek değil kendini değersiz hissettirecekleri insanları hayatlarına
alırları da kanıtlayan aynı biçimde intihar eden eşleri için ‘”Assia Wevill’in intiharını önlenebilir, Sylvia’nınki önlenmezdi “ diyerek kendinde en ufak bir suçluluk hissetmeyen bencilikte hiçbir şey olmamış gibi hayatına
devam eden Ted Hughes de bilir… bir ayna
gibi kabul edip ona bakarak kendini görmeyi denediği Sylvia benzeri
kırılganlıklar, benzer meydan okumalar…benzer "paniğini kukla
yapmış hasta bir çocuk"luk….. hep cam, boşluk ve çöl (kum) dan bahsettiği
gibi intihar ederken de dizelerinde attığı çığlıklar duymayanların yine duymayacağını
bildiğinden çığlık bile atmadan camdan atarken boşluğa "burada daha ne kadar öleceğim..
gökyüzüyle yeryüzü arasında bulutu haraca kestiğiniz bu yerde" sorusunu da cevaplayan Cemal Sürreya’nın Zelda’sı Nilgün Marmara’yı kaybettikten sonra “şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda
pıtır pıtır bir şeyler yazardı”yla kenarda
pıtır pıtır ne yazdığını dahi merak etmeyen, önemsemeyen şiir yazdığından öldükten sonra bıraktığı
vasiyet sayesinde haberdar olduğunu açıklayan eşi Kaan da bilir;
yaşarda kimseler itiraf etmeye yanaşmaz.Hayatın o kahrolası…o
piç basitliğini yaşatacak daha ailene el
olmadığın… daha hiçbir yere ait olamamaktan, en kötüsü de bulmuş gibi davranacağın
yuvanı bulmadığın… daha bir erkeğin asla anlayamayacağı… anlamadığı…
anlaşılmayan eşi olmayı düşünmediğin
zamandayken daha küçükken, ondan gizli gizli gofret yediğiniz olmadığından
yapamadığınız eğer olsaydı bebeklerini,
oyuncaklarını saklayacağınız, topunu patlatıp, saçını çektiğiniz,
kıskançlık krizleri geçirip aynı güzellikten, aynı çantadan, aynı defterden,
aynı elbiseden istediğiniz kız, erkek
kardeşinizi, beyaz gelinlik, lacivert damatlık
içinde evden çıkarken gördüğünüz anda belki de sonraları başınıza gelecekleri tahmin
ettiğinizden artık onun taze çekirdek ailesinin yanında kayınvalideli, kayınpederli, kayınbiraderli,
görümceli ikinci bir ailesinin, yeni önceliklerinin olacağını
onları sizden daha çok seveceğini, düşüneceğini o gün bilmediğinizden saklamadığınız
gözyaşlarınızı serbest bırakırken, onsuz evde onunla geçirdiğiniz her dakikayı
hafızanızın gizli kalmış köşelerinden çıkartır, onun oturduğu koltuğa göz
ucuyla bakar, akşam saatinde eskiden kalma
alışkanlıkla ‘nerede kaldı bu kız…bu oğlan insan arayıp da bir haber verir gecikeceğim’
diye söylenirken annenizin ‘bırakmadınız ki iki üç şey alıp da
çeyiz yapalım el alem ne dedi kim bilir’ kaygısının gereksizliğini anlayamamış
olmasına da üzülürsünüz. Kadınların, kızların ömrünü yiyen çeyiz yapma
geleneğini elinin tersiyle itecek zamana
ışık hızıyla geçildiğini fark
etmemelerinin rahatsızlığında, ne yazık
ve ne ironidir ki size hazırlanmış
çeyize sırf elin adamıyla evlendiğinizde kullanma izni verilmesi karşısında
neden bana yapılmış olan bir şeyi kullanabilmek için bir adamın hayatıma, yatağıma girmesini beklemeliyim ki ?ye ‘
asırlık örfü, adeti senin için mi
bozalım’la sinirlenen hizmet sektörünün has elemanı Türkiyeli
kadınlardan annenizin de gündüz ev işiyle perişan olması yetmezmişçesine
akşam saat yirmibir sularında radyo tiyatrosunu dinlerken Kerim Avşar’ın sesine
uyum sağlatacak ritmiklik verdiği tığla tek tek ilmek atarak dokuduklarına harcadığı el emeği, göz
nurunun yabana atılacağı bir dünyaya doğru adım atıldığından habersiz
ördüğü danteli örtüyü sehpanın üzerine
sermeden burnuna götürerek ‘gariban annemin çilekeşliği kokuyor.’ dediğini duyduğunuzda Nesrin’in
‘ver bakayım şu örtüye annem de bu
örneğin aynısını yapıyordu.Demek ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden
güneyine her yerde anneler aynı örneği işliyorlar kızlarına’yla eline geri verdiğinizde örtüyü Nesrin’e, annenizin ‘Esin azıcıkta diğer kızlar gibi
ol, kaldır başını kitaptan da çeyiz
hazırla; tığ öğren , kanivişe işle, örgü ör, kitap, kitap elin oğlunun karnını
romanlarla mı doyuracaksın?’sesidir kulağınızdaki.Yalnızlıktan, geceden
bahsederken ne ara çeyize geldi artık takip de edemediğin, yorgun zihnin de bu kadar net hatırlattı Nesrin’in elindeki danteli
örtüyü pes doğrusu. ‘Bak sevgili annem el kadar çocukken teflon
tavalarla başlayıp, modern yaşamda yeri
bulunmayan abuk, subuk cansız her şeyin üstüne koymam için dantel örerken bana bakıp ‘daha erken ama
olsun adettendir, biz böyle gördük diyerek bana ait olmasına rağmen elimi
sürmeme izin vermediğinden kaçırmak
zorunda kaldığım çeyizlerimi yaydım
evime, bir güzel kullanıyorum. Makbulü
ceviz mümkünse de ahşap oymalısı hatta sedef kakmalısından olan
çeyiz sandığımı da getirebilseydim diye üzülmüyor da değilim pek yakışır…pek bir dekoratif dururdu salonumun şu köşesine’li şakayla Üniversite bittikten sonra iş bulduğu
İstanbul’daki evindeki sehpaya serdiğinde mi görmüştüm o danteli örtüyü ?Yok…yok ‘eşyaları yükledikleri kamyon bugün geliyor. Nasıl yerleştireceğim tek
başıma? Hâlâ inanamıyorum evin tutulduğuna. Sonra inan diyorum çünkü Suat da artık yanında olacak. Kadın erkek
eşitliğinden muaf yetiştirdikleri, kendilerine dünyayı haram eden kocalarına,
babalarına, ağabeylerine benzettikleri ömürlerince başlarına bela oğulcukları istisnasız bütün kadınların gözünde
prenstir ya eğer sevgili oğulcuğu Suat da benimle aynı üniversiteyi kazanmasaydı başta
annem karşı çıkardı bana ev tutulmasına’
sitemine maruz Tepebaşındaki asansörlü SSK bloklarında kiralanmış iki oda, bir
salonun ortasına yığılmış ev eşyalarından
plastik masayı, sandalyeleri mutfağa koyarken
ipek bir bohçanın içinden çıkmıştı o
dantel örtü ‘aaaa…nasıl kıyıp da gönderdi annem hayret.Ama tabii belki yüz tane
örmüştür bundan, fazlalıktır ’la şaşkınlığını dillendiren; kışın kimsenin kolay
kolay cesaret edemeyeceği beyaz renkli mantosunu giydiğinde hemcinslerinde, çok sevmenize rağmen sizde dahi kıskançlık
hissi uyandıracak; Eskişehir’de okuyup da kayıp zamanın izine
düşmüşlerin uğramadan geçmeyeceği geçmiş
zaman mekanı kubbeli kantine adım attığında, tüm bakışları kendisine döndüren
muntazam yüz hatları, ince manken vücudu, davranışlarında biz devrimci
kadınlarda niyeyse görülmeyen sanki
doğduğu anda üstüne yapışmış bir nezaket,
naiflik akan Nesrin’e
‘yardıma geliriz sana Bejna’yla.Elbirliğiyle yerleştiririz evi.’ teklif ettiğiniz yardımın
ilişkileri sıkılaştıracak bir örgütlenme faaliyeti olduğu da hep aklınızın bir köşesindedir. Bütün kız
çocukları gibi sempatizanlarınızdan Nesrin’in
de; etrafındakiler can siper
hane hazırladıklarından onlara ayak uydurup çeyiz hazırlama furyasına katılan
annesinin ördüğü dantel elindeyken yorgunluktan uyuyakaldığını görüp ‘anne ! kaçıncı yüzyıldayız.Tamam anladık kıtlık,
stok zamanı neslisin ama çoktan geçti gitti o zaman. Çeyiz diye evde mal; çatal, bıçak, yemek
takımını istif etmek çok saçma. Şimdi her şey el altında, taksitle de satılıyor, hem artık kimse
sehpaların, masaların, TV’ın üstüne
dantel örtüler sermiyor, onların modası
onlarca kadının parmaklarını, ellerinizi
kullanamaz hale koyduktan sonra geçti.
Yazık oldu tığla, şişle delik deşik
ettiğin o ellerine’yle içinde ukde
bıraktığı, çok uzaklarda başka başka kadınlar
dizelere, satırlara, namelere dökerken
aldığı tabak, çanak, fırın,
bardak, havlu, nevresim takımlarına, ördüğü örtülerin, dokuduğu kilimlerin her bir ilmeğine evladına, torunlarına ait hayallerini,
beklentilerini, umutlarını, hüznünü, acısını sığdırmış Türkiyeli anneler için
çeyizin sadece eşyadan ibaret olmadığını
hiçbir zaman anlayamayacağını da düşünürsün.Gelişen teknolojiyle
göre yoğurtmatik, rice cooker, yaprak
sarma düzeneği, yumurta haşlama makinesi, patates fasulye soyacağıyla upgrade edilen ‘sen alay et kızım, durma alay et,
kocanın arkadaşı, akrabası banyoda yüzünü, elini yıkayıp kurularken "misafir havlum
yok?", bol köpüklü kahveyi
yapamayıp kendi kendine "Türk
kahvesi makinesi mi alsam acaba?" dedirtmeyeceğinden “canım annem nasıl da
düşünmüşle” gözlerini dolduracak çeyizin
bir evi ev yapan misafir havlusu, cezve,
çatal, kaşık, süzgeç, demlik, cezve, fincan takımlı olmazsa olmazlı bütün detaylardır a benim
akıllı kızım’la, en verimli, enerjik
saatlerini el işi yaparak geçiren eşekliği “çeyizi bol
kız iyidir, hastır... eşi olacak erkeğin
rahatı için daha evlenmeden kendini heder ettiğinden; sabunlansın diye
lif, olası arabasına karpuz, magazin programlarını birlikte izleyeceği televizyonuna örtü
örmüş birinin dışarıda da gözü
olmaz”la övgüye boğulan kızın bazen
anneyle beraber yaptığı düğünden birkaç
gün önce bir eve serilen sonra bakması için haber edilen
ahalin de "haa iyi olmuş, hoo bu da varmış, hii bunun örneğini
versene bana, hıı bize düşmez böylesi" zerzevat tepkiler vererek takılmalarından
keyf alana ahhh benim annem… annemmm… annen.
Siz ne diyorsunuz ‘Z kuşağı onunda sonuna geldik ki bundan sonrakiler
öncekileri fersah fersah aratacağından bence @ ya da Q kuşağı denecek’; ‘ben anlamam kızım, kuşak muşak, benim
gördüğüm şimdinin gençleri akıllılar, kendilerini ezdirmiyorlar bizim
gibi.Geçenlerde haberleri izliyorum’; ‘ tabii ki başbakanın Fatih Portakalı değil mi? ‘ ‘iki elim kanda olsa …’; ‘ akşam
başbakan Fatih’i sabahta başbakan yardımcısı İsmail Küçükkaya’yı izlemekten
vazgeçmezsin de ama farkında mısın aynı haberi akşam Fatih, sabah da İsmail
yorumluyor yani haber de, yorumlar da aynı.Demem o ki birini tercih et ya
sabah, ya akşam izle ‘ ;‘ boşuna konuşma, vazgeçmem sen izleme bana da
karışma…offf ne diyordum ha haberlerde muhabir
bir genç kıza ‘milli piyango da büyük ikramiye sana çıksa ne yaparsın ?’
diye sordu. ‘Şimdi yapacaklarımı yaşlanmaya yüz tutuğumda yapamayacağımdan dünya turuna çıkacağım,
gezeceğim tozacağım gençken’ dedi, biz
olsak oğlana kıza ev,yazlık, toruna
araba alacağız derdik .Oysa o kız doğrusunu söyledi doyasıya tadını
çıkarmalı gençliğinde insan hayatın, flörtse flört, dansa dans, barsa bar,
gezmeyse gezme..’ zamane gençlerinin istediklerine kavuşturacak bol paralı, malı mülkü yerinde eşler aramalarına, neredeyse
mal beyanı isteyecek hesap, kitaplı, sigortalı iş ilişkisine döndürdükleri
evlilikle geleceklerini garantileme
peşinde olmalarına bakıp ‘biz onların yaşındayken, hiç böyle
düşünmedik keşke onlar gibi bu günleri el,
ayak tutmayacak yaşlılığı da tahmin edecek aklımız olsaydı bak şimdi
eller, dizler tutmuyor gezebiliyor muyum, iş yapabiliyor
muyum…doğrusunu yapıyorlar gençliğimi,
saçımı evlada, kocaya, toruna akrabalara süpürge ettim de ne oldu? kim
arıyor, kim soruyor? boş emek boş…emek
vermeyince değerin oluyor verince sanıyorlar mecbursun halbuki düşünseler niye mecbur olayım ki? Anne olduk diye
günahkar mı olduk? Üç şeye güvenme demişti
rayberin karısı Hayriye ne kadar
da demiş “kocana, evlada ve tavuğa”;’İlk ikisini anladım da tavuk
niye’;’ eee temiz diye yediğin
tavuk bir bakarsın ki yaptığı pisliği eşeleyip afiyetle mideye
indiriyor’. Haberde izlemiştim koca İngiltere’nin prensesleri çocuklarını normal doğumla dünyaya getirirken
en iyi doktorlara giden o prenseslerden
daha akıllı, daha kültürlü bizim
hamilelerde bir naz, bir naz…süzüm süzümler
amanda canları acımasın direkt böyle derler mi? demezler ‘doğarken yüzü
gözü çizilmesin, hasar görmesin’le
bebeklerini bahane edip sezaryenle
doğumu moda yaptılar, bir
bakıyorsun hop çocuğu kucağında veriyor
hemşire… şekerleme, kek, börek onlarca süs seçip sipariş ediyor bir gün öncesinden oda süsleniyor, eşe dosta haber veriliyor bayağı böyle tatile
çıkıyormuşsun gibi valizini hazırlayıp gidip otele yerleşir gibi hastaneye
yerleşiliyor, en büyük dertleri de
bakınca ebeveynlerin mali portresi çıkarılan kapı süsü nasıl
olsun?Düşünüyorum da ne kadar zavallıymışız biz, çalışmaktan fırsat bulup
da çocuk ne zaman doğacak diye hesap
yapmayı bilmediğimizden köydeysek malda, tarlada doğurup kordonu da tas ile
keserdik, şehirdekiler de yanımızda bir
ebe altımızda bir alüminyum leğen doğururduk.Hiç unutmam Mine doğmuş baban açım
diyor kalktım o halde yumurta kırdım be Allahın kulu, be vicdansız hiçbir şey için
değilse bile az önce çocuğunu doğurdu
diye acı be! kadın umurunda değildi
erkeğinden dayak yiyeni bilirim lohusalıkta.
Şimdinin gelinlerine bakıyorum da kocalarını ellerinde oynatıyorlar ‘lohusa
kadına bu söylenir mi, yapılır mı?’yla. Rahmetli Ayşe teyze çıplak
şeytanlar koyunlarına girmesin oğlanlar
da, kızlar da oluyorlar eş delisi,
buldumcuk. Yalnız sezaryen doğum yapan annelerin, biz normal doğum yapanlar
gibi bir bağ oluşmuyor çocuklarıyla
aralarında.Çocuğu dünyaya getirmenin acısına, zahmetine katlanmadıklarından
öyle çünkü o nasıl bir acı bilmezsin
sen, şöyle düşün bir can kopuyor canından …bir can ayrılıyor senden, bedeninden
kolay mı?Onun için çocuğun parmağı çizilse
bizim çizilirde sezaryenle doğum yapanın
bizim kadar parmağı çizilmez. Annelik de kolay şimdi iki dakikada atılan
çocuk bezleri, ıslak mendiler ne gezerdi bizim zamanımızda, boklu bezleri yıka,
kaynat, gece gündüz uyuma, her evde dört beş çocuk, git kuyudan su çek, getir,
banyo yaptır, yemek yap, soba kur, kömür , odun
taşı ortalarda baba, koca yoktu ki.İşte bulaşık, çamaşır makinesinin ,
buzdolabının, cep telefonlarının olmadığı o zamanda annelik annelikti, şimdinin
anneleri naylon… naylon anne. Pek bir
rahatlar hele de çalışıyorsa babaannenin, anneannenin, teyzenin,
halanın eline ver , yolla kreşe baktırt
çocuğuna…çoğu anne babaanne, anneanne teyze, hala, dede kadar bilmiyor bile evladı neyi seviyor, ne yiyor, içiyor,
nelerden hoşlanıyor? Akşamı da ‘yorgunum aman ses etme yavrum’ la geceyi geçir.
At başkasının boynuna o baksın, o büyütsün o da orda burada dolansın anneyim’le dertlendiği yaşlılığında ancak
gençliğinin, geçen hayatının kıymetini
kavrayan anneniz gibi milyonları
bulan çilekeşliği roman yazdırtacak
Türkiyeli kadınlar. Dünyaya evlenmek için getirildikleri sürekli kafalarına
kakıldığından “asıl zaferi, kadının onu kaderi olarak benimsemesidir”le erkeğin
merkeziliğini, egemenliğini yine erkek
egemen ayrımcı müesses nizamla kaderi
kabullendirildiğinden; toplumun baskısı, önyargıları altında hele de kadına eşit fırsat sunulan kültürlü,
burjuva bir ailede doğmamışsa ,Üniversite bitirip bir iş yerinde çalışsa dahi zamanının
büyük bir kısmını ev işi,
hazırlaması az üç saat süren kelli felli
mantı, içli köfte, su börekli yemek
yapma , çamaşır, bulaşık yıkama, ütü
‘aman bir şey olmasın’ la çocuğa bakma akşamda yatakta kocayı, küçük büyük fark
etmez evladı, evlenmişse gelini damadı, torunu üstüne akrabaları
memnun etmek için durmadan bitmek
tükenmek bilmeyen bir enerji, konsantrasyonla çalışan evin satın almacısı,
pazarlamacısı, temizlikçisi, aşçısı, çocuk bakıcısı, doktoru, iç mimarı,
kuaförü hele de dünyanın en nankör, çocuk büyütüp kocaya
bakan yaşam formundaki mesleğine sahip ev hanımıysa ücretsiz, sigortasız karın tokluğuna
çalıştığından kocasının eline tutuşturduğu üç beş kuruş harçlıktan giyiminden,
gezmesinden, yemeğinden kısarak
biriktirdiği parayla da oğluna,
kızına çeyiz düzüp, torununa istediğini alarak hayallerini
öteleyen bir adanmışlıkla çalışılan aile içi
hizmet sektöründe kendini,
yeteneklerini tanıyamadan, istediği ne
bilemeden yaşlandığında bu defa da
hastalıklarla cebeleşen Türkiyeli kadınlardan bir Marie Curie, Rachel Carson gibi bilim kadını, Jane
Austen, Rosa Luxemburg, Lou Salome,
Simone de Beauvoir, Sylvia Plath gibi
düşünür, aktivist, yazar Edith Piaf,
Mirelle Mathieu tadında şarkı
sözleri yazan şarkıcılar, Sarah Bernhardt,
Merly Streep oyunculuğunda aktrisler çıkamazdı .. çıkmadı da.
Hah işte böyle !!! aferin, kadınların
çilelerini işledikleri, gözyaşlarını damlattıkları çeyizler de mi suçlu ezilmişliklerinden, gelişememelerinden? Düz
mantık yap olsun, bitsin diyorsun değil mi? Çeyiz, evlilik, ebeveynlerinle
hayatını sürdürdüğün evinden tek başına
ya da yanında eşinle, sevgilinle
geçiş yaptığın yeni bir ev, yeni
umutlar kavramlarının getirdiklerini,
götürdüklerini ailenin bir bireyinin eksikliğinin ne demek olduğunu sabah ondan
sonra geride kalanlarla kahvaltıya
oturduğunuzda anlarsınız. Şimdi yanımda
olsaydı da danışsaydım dediğiniz anda aramak için bir bahane bulduğunuzda
telefonu kocası, karısı açtığında daha iyi anlarsınız artık o sizin her şeyinizi paylaştığınız
ilişki ağından çıkarak içinde
sizin bulunmadığınız yeni ilişkisinin ağını örmektedir. Geleneksel , yerleşik
düşünce yapısında ilişkiyi sağlamlaştırdığına inanılan bir bebek de dünyaya getirililiğinde siz de teyze, dayı, amca, hala olduğunuzda ve
de anne,
babanız ya da aileden biri
öldükten ya da ebeveynler bakıma muhtaç hale düştükten sonra ulvileştirilen kan bağı, aile,
kardeş neymiş, ne ‘değilmiş’i avuntu masallarını elinin tersiyle ittirerek en gerçek…en çıplak haliyle göreceğinizden kan bağının değil merhametli, vicdanlı insan
olmanın önemini böylece büyük hüsranlarla… kayıplarla… yıkıntılarla öğrendiğiniz onlarca olayda her seferinde bıçak kalbinize saplanmakla
kalmaz, ta derinlere ruhunuzun en dibine batsın diye iyice evrilir, çevrilir ki ömrünüz nihayetlene
kadar her yerinizde oluşturulan
yaralarınız durmadan… yeniden bir
güzel kanasın diye.Henüz Oğuz, Mine evlenmediğinden, diğerleri de daha yeni
evlendiklerinden ruhu kanatacak
o günleri daha yaşamadığınız
‘nerden geldi aklına bu mütemadiyen kelimesi’ diyecek Haldun’un da dünyada bulunmadığı ilk gecede daldan dala atlayan beyninin ruhunu
yormasından bitap yine de kullanmaktan tereddüt etmeyeceğin kelime ‘ mütemadiyen
kar yağıyor’ olacaktı. Sahi bu
gece karda mısın Haldun? Şimdi tam sırası değil mi Ahmet
Kaya’dan “göğsüm daralıyor yüreğim yanıyor...olmasaydı sonumuz böyle”yi
dinlemenin… yani biz hep mi ziyandayız ? hayatın yüzüne tükürerek ‘ benden bu
kadar… haydi bana eyvallah dedin ve gittin öyle mi? eline cesaret bileti
tutuşturan manik depresifliğin bile olsa
hayatı terk etmek ne kadar da kolaymış
değil mi?Sen bu kararı alırken çoğumuzun
yeni aldığı nano teknoloji, neo frost özellikli buzdolabının, Kelebek mobilyadan yaptırdığı
parlament mavisi mutfak dolaplarının,
çelik kapının taksitleri bitmemişti,
evlilik planları vardı Oğuz’un, Serdar’ın, yine maaş yetmediğinden asgari ödeme yapılacaktı Nilgün’ün, Proust’un
kitaplarını da taksitlendirildiği kredi kartına
sonra iş, güç, sorumluluklar,
aile duruyor bir yerlerde de ve sen !
karda mısın Haldun? bizse çok mu
ziyandayız yani? Bugünün yılbaşı olduğunu bile…bile niye bugün Haldun niye ????
Hep olageldiği, seninde bildiğin
gibi Aralık ayı boyunca özel gün
sendromuna kapılanlardan durmadan “nerdesiniz...nerede
kutlayacaksınız...Meşrep’de limitsiz içki kişi başı 150 TL orda toplanacağız...kim ??? kim olacaksınız? ayyy O’da mı !! felaket !!! desene gitti güzelim yılbaşı...bu sene
evde PTT partisiyle takılacağız şöyle
güzel bir sofra rakı, birkaç meze yeter” duyacağınız yılbaşı sonrası yılın ilk
günü de geç vakitte uyanıp eğer zom
olunmuşsa dün geceki çılgından zerre
eser kalmadığı da görülerek bütün gün pijamayla dolaşmanın keyfinde, elde kumanda televizyonun karşısına
oturulmadan Milli piyangonun kime
çıktığı merak edildiğinden evdekilere ‘öğrendiniz mi kime vurmuş bilet, amorti
hangi numaralar’ diye seslenildikten sonra
açılan ulusal kanallarda "yeni yıla Habeşistan böyle girdi,
Kiribati şöyle girdi, Paris’te eğlenceden taş üstünde taş kalmadı, New York’ta
Times Square’da insanlar çılgınca öpüştü, Taksim de yine tacize maruz kaldı
kadınlar... Antalya da gelenek bozulmadı bu yılda buz gibi denizde yüzdüler ", geçen yılın magazin, geçen yılın önemli
olayları, geçen yılın spor olayları vs
tandansında klasik yılbaşı sabahı
haberleri izlenip ‘millet nasıl da eğlenmiş bizim ev hariç her yerde eğlence
varmış, bizden kelli herkes bir başka girmiş yeni yıla’ düşüncesinde günün ilerleyen saatlerine ‘evde oturmayalım öyle, millet çoktan
girdi yılbaşına arkalarda
kalmayalım’la alışveriş merkezlerine
gidilen, indirime girmiş mezelerden, kuruyemişlerden, hindiden alınan,
bir şey alınmasa da etrafa şöylece bir göz gezdirilerek bilindik
yerlerin geçen yıla nazaran değişmemiş olacağının teyit edileceği, çok fazla
anlam yüklemeyenlerin, yükleyenlerin
umuduna, coşkusuna da gıpta etmeden geçemedikleri
sensiz bu ilk yılbaşı yaşandı…geçti bile. Son dört beş
yıldır dışarıda lokalde kutladığım ama genellikle evde geçirdiğim ve ‘ yılbaşı nitelendirilen
zaman diliminin bir önceki günden ya da bir sonraki günden nitelik
olarak herhangi bir farkı mı var? Aslında yılbaşı, Avrupa’da ki gibi
kalabalık içinde, meydanlarda kutlanılması
gereken bir eğlence ama Türkiye’de kalabalığın kalitesi mi var? Yılbaşı
akşamı ne yapılıyor toplanılıyor...yeniyor...içiliyor...şarkı söyleniyor...
Yahu bunu ben her akşam yapıyorum yani şimdi ben her akşam yılbaşı mı
kutluyorum? Benim o akşam podyumları şenlendirip, performansımı sergilemem , yılbaşını
dışarıda geçirmem için hiçbir geçerli nedenim yok olamaz da zira belirlenen tarihte eğlenme kültürünü,
mecburiyetini reddediyorum. Bir gün sonra içeyim, gezeyim zinhar olmaaaz.
Herkes eğleniyor sen de eğleneceksin. La yürü git...git bi faşist zihniyet. Sivil
itaatsizlik taraftarı benim kafamı kızdıracaklar ağzıma içki koymayacağım o gece ben ve mandalinanın dayanılmaz hafifliğini
yaşayacağım’ düşüncelerin yüzünden seninle birlikte hiç kutlamadığımızı fark
ettiğim yılbaşını bana sevdiren
akşamından kalan başta Rus, Amerikan salatası, haydari, şakşuka, zeytinyağlı
dolma, pastırma, kekler, börekler, pastayla.ki çoğu zaman baş ağrısıyla uyandığım nihilizm, pesimizmin doruklarında yüzdüğüm yılın
ilk sabahında,yılın en güzel
kahvaltısının yaptırtmasıdır bu aynı zamanda yılbaşının evde geçirmenin de en
güzel tarafıdır.Düşünüyorum da çocukluğumuzda, soba, mandalina, tombala ile
özdeşleşen zamanlarda eskiden idi o
güzel yılbaşı geceleri aile ile eş, dost ile girilen. Şimdi büyüdükçe yalnızlık
her yerde; kayıplar… gidenler…gelenler… ölenler… küsenler ile beraber kimse
kalmıyor. Bu yüzden şimdi eskisi
kadar anlamı olmayan yılbaşına yalnız
girmek istiyorum bende, senin gibi Haldun.Zaten
bıraksalar da yalnız olsam iki muhabbet edeyim diyorsun bir havalar
bir haller, bir fara tafra sanki zorla oturtmuşuz gelinleri, damatları yılbaşı
masasına bir alınganlık, bir depresiflik. Artık mesaj atmak bile istemez oldum.
Siz de yazmayın! dediğim şu an, bu gece ne tabakta geceden kalmış iki üç
leblebi, Antep fıstığı...ne halıda kahve, şarap lekeleri...ne mutfakta tepside
arta kalan yılbaşı hindisi, yılbaşı pastası , barbunya pilaki, ıspanaklı börek
...ne kirli bulaşıklar…ne geceden kapatmayı unuttuğunuz özenen bezene aldığınız
rengarenk mavi, lame, fuşya, yeşil toplar,
melekler, lame, pembe zincir, simler, minyatür Noel babalarla süslenmiş
yılbaşı ağacının yanıp sönen ışıkları...ne ışığı kapatıp televizyondaki
sunucuyla birlikte saat onikiye on saniye kala yapılan geriye saymalar... sanki
yılbaşı hiç uğramamış gibi...sanki yılbaşından habersiz gibi duruyor ev; salon,
mutfak. Bu gece yılbaşı masasında ‘çok severdi içkiyi’ diye, diye
bütün kadehler ‘Haldun’a diyerek senin için kaldırıldı. Birazdan...üç
dört saat sonra akşam posası çıkarıldığından dinlenmeye çekilen ıssız sokaklarına alabildiğine sakinliğin çöktüğü,
sessizliğe bürünmüş, kar altındaki
şehrin Ankara’nın belki de 365 gündeki
en güzel zamanı, yeni bir yılın
ilk günü başlayacak Haldun, sensiz... Ve ben ilk defa bir yılbaşı gecesi bu
saatte ayaktayım. Gecenin bu saatinde daha
önce defalarca yaşandığından; hakikaten
bir sonraki gün değil de bir sonraki yılmış gibi soğuk gelen... alışmak
sevmekten daha zor gelen... hiçbir şeyi değiştiremediği; sayfalarında ,
günlerinde kaybolma riskinin
varlığı da bilindiğinden; dışı dolu görünen ama içi boş da gelen... hayatın
gerçeklerine dönmeyi dört beş saatliğine öteleyenlerin, her şeyin bal kabağına
dönüşecek ân’a saat onikiye
hazırlandıkları saat sekize doğru şık giyinmiş kadınların, erkeklerin
yılbaşı kutlamak için barlara, cafelere, restoranlara akını yüzünden sıkışan, ilerlemeyen trafikten,
onikide gökyüzünü aydınlatan ki bu sene atılıp atılmadığını dahi anımsamadığım
havai fişeklere şişeleri, kadehleriyle eşlik edip
“hoş geldin “ naraları atan, dans eden, sarılan insanlardan eser yok caddelerde.... o kadar
insan, o kadar araba nereye kayboldu koca şehirde dedirten sessizliğin
ortasında öyle boş, boş bakıyorum karşı apartmanda perdeleri açık birinci kattaki dairede pencere kenarına
kurulmuş dev yılbaşı ağacının yanan mavi, yeşil, kırmızı, sarı ışıklarının karada oynayışına... sen hâlâ
karda mısın Haldun? bizse çok mu
ziyandayız yani? Yokluğunla o kadar perişan…yeni bir başlangıç yapmaktan…bir şeylere
son noktayı koymaktan o kadar uzağım ki bu gece; belki başka bir gün elime geçseydi
okuduğumda yıkılacağım, kendimi sorgulaya…sorgulaya öldüreceğim O’nun mektubu o kadar basit ve önemsiz kaldı ki
sensizliğin yanında.Karanlık gece aydınlanıyor,
ışığı yakıyor Mine ‘pencere önünde nereye bakıyorsun? niye ışığı yakmadın?
Onca içkiye uyuyamadım bende, üşümüyor musun? burası buz gibi
kapat pencereyi hastalanacaksın ’ direktifiyle kapatmak için elini
uzatırken öğrenmiş oluyorsun ki pencereyi
açmışsın ‘gözümü aldı ışık,
kapatsana, yakmana gerek yok bak
gece kar sayesinde gündüzü yaşıyor’
derken Esin sen, ağladığını görmemi
istemiyorsun benimde senin görmeni
istemediğim gibi’yle kapatıyorum lambayı. Haldun diyorsun gözlerini Esin’in perdesini çekmediği
pencereden ayırmadan ‘bugün ilk
defa… ‘; ‘evet…’ yan yana pencereden yağan karı seyrediyoruz sessizce sonra her zamanki gibi ilk sen bozuyorsun
sessizliği ‘ Mine’;’evet’; bir şey soracağım sana, Haldun neden yaptı ve sen bunu yapacağına dair bir
şey sezmiş miydin?’ madem intiharı ciddi ciddi düşündüğünü az çok sezmiştin
keşke bana da söyleseydin belki
bir yolunu bulur vaz geçirirdik, neden
söylemedin demenden korktuğumdan ‘hayır hiç bir şey sezmedim, sigara içeceğim ya sen ?’ diyorum arkamdan
bağırıyorsun ‘ yani sen Haldun’un ağzından düşürmediği mısrayla diyorsun ki “maskelerimizi kuşanıp yalanlarımızı
çoğalttık. hepimiz mezarıyız kendimizin” öyle mi? Öyle değil ama öyle olsun’. Bir
şeyden mi şüphelendin yoksa öylesine mi
konuştun o an inan umursamadım bile mutfakta masanın üzerindeki paketten bir sigara
çekiyor yakıyorum, her şeye yerli yerinde
bu gece tertemiz mutfak, bulaşıklar makineye yerleştirilmiş. Şaşırdım da nasıl
oldu da gelin hanım anneme yardım etti, tarihe geçecek bir akşam aslında o kadar tembel birinin …mecbur kaldı, halimiz mi vardı bizim, Haldun’u kaybetmişiz,
Cem’in içi cız etmiştir hanımı azıcık çalıştı y ama biri ortalığı toplamasına
yardım etmeliydi değil mi annemin?Yılbaşı da bitti işte, ben olsam bu durumda
dayımları, diğerlerini bu akşam kabul etmezdim yılbaşı kutlayacak hal mi vardı ? Ama insanoğlu o kadar bencil ki yok
efendim çocuklar hazırlanmış ona göre program yapmışlar ya bir de hayatınızda
bir kez de olsa empati kurmayı deneyin
elinize mi yapışır…ölür müsünüz?Gece boyu dayımın ‘ yazık etmiş kendine, başa çıkılmayacak ne
sorun olur ki hayatta… birkaç kez sizde rastlamıştım da biraz farklı gelmiştir gözüme. Hayat bu
kızım, insan ölür kalanlarla devam eder şimdiki gibi. Esin’le , Oğuz’u
anlıyorum şok geçiriyorlar bildiğim kadarıyla senin o derece ilişkin yoktu
Haldun’la, yeter ama biraz canlan bak
çocuklarda kötü bir şeylerin olduğunu
anlayacaklar’ uyarısına maruz kalmaktan… "mış" gibi yapmaktan…yoğun
bir ilişkin olmasa bile tanıdığın biri ölmüşken
hiçbir şey olmamış gibi davranmamı bekleyen bilgiç dayımın öyle şefkatsiz konuşmalarından yorgun düşmüşüm. Hayır anlamıyorum, herkes
nasıl da inandırıyor kendini ‘yılbaşına nasıl girersem öyle geçer, mutlu
olmalıyım, mutlu, mutlu, mutlu...yerimde durmamalıyım’ yalanına. Sırf o yüzden
tepinen, içen, kırmızı donla sevişen, eğlenen
tipler var ki doğruysa bu yılı
ölüm yüklü geçireceğiz Ölüm haberini almadan önce internette rastladığım yeni yıl mesajları içinde beni en çok
etkileyen "tomorrow is the first blank page of a 365 page book. write a
good one. yarın, 365 sayfalık boş bir kitabın ilk sayfasını yazmaya
başlayacaksın; ne olur güzel bir şey olsun!"du. Sen Haldun, 365 günün son
ve ilk sayfasına kazısan da çıkmayacak, unutulmayacak öyle bir şey yazdın ki kalbimi,
ellerimi, bacaklarımı, kollarımı da öldürdün şu an hiçbir şey
hissedemiyorum, bak sigarayı bile zar
zor yakıyorum titreyen ellerim yüzünden. Şok…şok geçiriyor dedikleri bu herhalde… bir anda kaybettiğimden seni felç her yanım, kimseye ‘biz Haldun’la çıkıyorduk, sevgiliydik’ da diyemiyorum ‘nasıl olur… alay barındıracak bravo
size’den çekindiğimden değil ‘ neden…niye gerek
duydunuz saklamaya. Pek bir güzel de saklamışsınız’a
ne cevap vereceğimi bilmediğimden… hissetim mi intihar edeceğini? Hayır çok iyi
gizlendin, gizledin benden sevdiğinden de… sevdin mi beni şu an ,
bu yaptığından sonra inan ondan bile emn değilim artık. ‘ Mine bugün o kadar
canım sıkkın ki, işe girsem de bir an öncede annemin saçmalıklarından
kurtulsam. Önceki üç kitabını öteleyip
son kitap Kuran’ı dünyaya
yollayarak kulları arasına nifak sokan’; ‘tövbe, tövbe de’; ‘demiyorum ne
olacaksa bana olacak sen niye korkuyorsun ki ha ne diyordum kullarını birbirine düşürmekten hoşlanan , zevk alınacak her şeyi
özellikle de Müslümanlara
yasaklayan, günah saydıran Tanrı;
Müslümanları günde beş vakit eğil, kalklı namazla mükellef kılmış ya ona da tamam ama bebeğim namaz aynı namaz, dua aynı
duayken niye her namaza farklı rekat istemiş ki? Ondan da vazgeçtim ama bu
evlerde Kuran okuma partileri düzenleme
canıma yetti, yirmi günde bir sıra anneme geliyor, hayır çalışsam görmem, etmem
de ne yazık evdeyim’;’bunun için mi
canın sıkkın?’;’ yok, annemin Hafize diye bir arkadaşı var, aman… aman sanırsın
din alimi, annem gibi ayakta su içtiğimi
görse ‘oğlum su oturularak içilir,
günah’la yaptığım her şeye müdahale ediyor’;’ ben de tanıyorum şu iğneci Dursun’ların evinin önündeki iki
katlı evde oturan Bolu’lu Hafize teyze mi?’ ; ’ evet işte o’;’ o her şeyde bir günah bulur, saçını açma, pantolon giyme,
gülme…öbür dünya muhabbetti. Ben de anlamıyorum Tanrı Kurandan önce gönderdiği
kitaplarda neyi eksik gönderdiğini düşündü de
Kuran’ı indirdi ve niye diğer kitaplarda bunca yasak, günah yok. Yahudilere, Hıristiyanlara her şeyi
yapmak, dünya nimetlerinden faydalanmak şaraba banılan ekmek bile mubahken
Müslümanlara yasaklayıp günah
sınıfına koymanın ne manası vardı ki. Günah, kötülük varsa da bu dünya da
Tanrının izniyle var. Böyle düşününce diyorum ki kul elinin değdiği her şeyi değiştirebilecek
yapıda, o zaman bu elinin değdiği kutsal kitaplar için de geçerli bir kural. İnsanların bugün inandıkları Tevrat, Zebur, İncil, Kuran’ın ilk yazıldığı günkü gibi değiştirilmeden
bugüne getirilmesi mümkün müdür?İnan kimin eli değmişse o işine gelen yeni bir şey ilave etmiş, hoşlanmadığını da çıkarmıştır.Aslında Kutsal kitaplar için bir
güncelleme de şart, teknoloji bu kadar gelişmişken …Esin geçenlerde dedi
ki anladığım kadarıyla Müslümanlara
göre Almanlar, Fransızlar, İngilizler,
Norveçliler…., …, sıra dışı onlarca
sanatçı, yazar, şarkıcılar Satre’ler,
Camus’ler, Kurt’lar, Edith’lerin tüm
medeni, kültürlü insanlar, sevdiğim
yazarlar cehennemde toplanacaklar.Bende
diyorum ki bu ülkenin insanlarından ne
hayır gördüm ki onlarla cennette de birlikte olayım iyisi mi tüm günahları
işleyip cehenneme gitmek en mantıklısı…haksız da sayılmaz bizim kız. Ayyyy sıkıldım bana ne günahtan, dinden.. konuya
dönelim mi? ne olmuş Hafize teyzeye ‘;’
duymadın mı?’; ‘duymadım tabii’; ‘ iki çocuğu var biliyorsun Mehmet, Funda kocası
Mustafa amca maşallah yüzünde hiçbir mimik yok, ruhsal olarak
da pek iyi görünmüyor neyse işte onların kızı Funda intihar
etmiş.’;’neee..ne zaman ‘; ’ iki üç gün
oluyor , gazeteler de yazdı’;’ çok üzüldüm Funda’yla muhabbettim yoktu yolda
görür selamlaşırdık o kadar, genellikle
siyah giyinir, kedileri severdi. Allah Allah, akıllı kızdı Eskişehir’de
okuyordu galiba Ezacılık bölümünü kazanmıştı’ kanepedeki Pazar 23 Ağustos 1998 tarihli “ Kendisine hiç şans tanımadı”
başlıklı haberin olduğu gazeteyi uzatıyorsun ‘oku bak’ uzun saçlı hüzünlü bakışlara
sahip gencecik bir kızın arkasında boğaz
manzarası olan resmine bakıyorsun ’ unutmuşum bu kadar güzel olduğunu’ yla
Haldun’un da duyacağı biçimde yüksek sesle okuyorum haberi ;
“22 yaşındaki üniversite öğrencisi Funda …..
'kedilerime iyi bakın" yazılı bir not bırakıp yaşamına son verdi.
Kedilerini o gece ve daha sonra bir daha gören olmadı. Onlar o eve bir daha hiç
dönmediler. Saat 23.00 sıralarında ayrıldı arkadaşlarından. Eve
geldiğinde bir süre gitar çaldı. Pencerenin önünden geçenler dikkatle kulak
kabarttılar mütevazı evden sokağa yayılan o hüzünlü melodilere.Sonra koltuğu
kalorifer borusunun hemen önüne çekti. Evdeki oyuncak ayıların tümünü
toparlayıp koltuğa dizdi yan yana. Koltuğun hemen kenarına da gitarını koydu;
büyük bir özenle...Sonra bir şeyler karalayıp masanın üzerine bıraktı. Şöyle
bir düşündü. Evet; her şey tamamdı.
Üniversite
öğrencisiydi
Eskişehir Anadolu Üniversitesi
Eczacılık Fakültesi son sınıf öğrencisi Funda Kocataş ailesinin yanından kopup
geldiği bu kentte 2 kız arkadaşıyla birlikte tuttuğu bir bekar evinde
yaşıyordu. Okulda ite kaka son sınıfa gelmişti.Sevmiyordu okulunu. O sanatçı
ruhluydu. Öğrenim yaşamı boyunca hep sanatsal etkinliklerin içinde olmuştu.
Müzik, tiyatro ondan sorulmuştu hep. Eczacılığın birbirinden karışık kimyasal
formülleri, uzayıp giden ilaç reçeteleriyle pek bağdaşmıyordu tutkuları. Yine
de Bolu'da bırakıp geldiği ailesinin hatırı için mezun olmaya hazırlanıyordu
okuldan. Herkes tatildeydi ama o bütünlemeler için biraz çalışmak istediğini
söyleyip erken dönmüştü Bolu'dan.
Nereye
geç kalmıştı?
O gün arkadaşlarıyla bir kafede
buluştu. Bir şeyler yedikten sonra okey oynamaya daldılar. Saatin 23.00
olduğunu fark edince, "geç kaldım" deyip vedalaştı arkadaşlarıyla.
Sonra eve gitti.Onunla aynı masayı paylaşan arkadaşlarından biri bir anlam
veremedi Funda'nın bu, "geç kaldım" açıklamasına. Nereye ya da niye
geç kalmış olabilirdi ki. Daha önce de defalarca okey oynamışlardı. Zaman zaman
saat 02.00'ye kadar sürmüştü bu okey partileri. Evde de kimse yoktu. İstediği
saatte gidebilirdi. Merak etti. Saat 01.00 gibi o da Funda'nın peşinden eve
geldi. içeride ışık vardı ama Funda bir türlü açmadı kapıyı. İyice
meraklanmıştı. Ev zemin kattaydı. Mutfak balkonunun aralık kalan kapısından
girdi içeri. Salon kapısına geldiğinde dehşet içinde donup kaldı.
"Öbür
dünyada görüşürüz"
Hemen polisi aradı. Polis geldiğinde
o, Funda'nın bıraktığı notu okuyordu gözyaşları içinde. Funda ev sahibinin
tatile çıkacağını hatırlatıp, "Kira ve telefon borcum var. Lütfen hemen
ödeyin" diyordu. Sonra da, "Beni yaşama bağlayan hiçbir şey kalmadığı
için ölümü tercih ettim. Sizden tek isteğim kedilerime sahip çıkın, eğer varsa
öbür dünyada görüşürüz" diye tamamlıyordu veda mektubunu.
Sırlarıyla
gitti
O çok sevdiği kedilerini bir daha
hiç kimse görmedi. Onun öldüğü gece kayboldular ortadan ve bir daha geri
dönmediler. Bolu'daki ailesi cenazesini almaya geldiğinde perişandı. Ne olup
bittiğini anlayamamışlardı.Arkadaşları ise şaşkındı. Ne olmuştu da böylesine
üzülmüştü Funda. Onun gibi yaşamayı, paylaşmayı, arkadaşlığı, dostluğu
böylesine seven birinin kendi ölüm fermanını yazmasına neden ne
olabilirdi.Onlar birbirlerine ve kendilerine bu soruları soradursun Funda'nın
bedeni çoktan karışıp gitti kara toprağa. O sırları, özlemleri, istekleri,
sevgileriyle baş başa başka bir yerlerdeydi artık. Kolay yolu seçmişti. Hiç
mücadele etmemişti...Kendisine hiç şans tanımamıştı..”
Bir gün Funda’nın merhume görümcem,
Can’nın da halası olacağını bilmeden gazetedeki
resmine yeniden bakarken ‘ne kadar yazık, hatırladığımdan daha güzelmiş, abisi Mehmet seninle, benim yaşıtım 67’li…sesiz sedasız bir oğlan. ‘;’orda dur !
yanlış bilgi, ben 66’lıyım senden bir yaş büyüğüm Mine. Ağabeyin Oğuz’ la aramızda üç yaş, Esin’le altı yaş var.’;’Yirmi
iki yaşında bir insan neden öldürür kendini, kıyar gençliğine ve neden bu denli güzel insanlar, hep bir
aceleleri varmış gibi yaşayıp erkenden terk eder şu dünyayı hiç anlamam ! derdi
neymiş yani diyorum ki parasızlık,
sevmediği bir bölümü okumak bunlar hayatı karartma gerekçesi olmalı mı? ’;’Mine,
intihar eden niye illa hepin(m)izi ikna edici bir sebep bırakmalı ki arkasından,
ne mecburiyeti var? kendi doğrusunu, düşüncesini başkalarına dayatmaktan…öldüğü halde ölü bir insanın
yaptığı seçime dahi müdahale etmekten vaz geçmeyen iliklerimize işletilmiş
acıdan… ezmekten…yok etmekten başka bir getirisi olmayan, memleketteki en
özgürlükçü insanı dahi kuşatmış bu faşist zihniyet, anlayış öldürecek beni.Türkiye
olarak bunca yıkıntı getiren
yaşanmışlığa rağmen bu kadar zor
mu?? etrafımızdaki ilişkimizin bulunduğu
kişilerin bizim istediğimiz biçimde davranmalarını, yaşamalarını dayatmanın,
onları hizaya getirmenin olanaksızlığını
anlamak. Bir arada huzur içinde yaşamak
için birbirimize saygı göstererek
karşımızdakinin de istediği biçimde yaşamasını, davranmasını kabullenip,
eleştirmekten vazgeçmeliyiz. Bu insanı kıstırmaya varan negatif eleştiri
mekanizması öldürücü bir tahrikliği de beraberinde getiriyor. Hepimizin yaptığı annemin ‘bu
odanın hali ne ?Kitaplar yerde, yanında kazakların ya derli toplu olsan ne
var…’ ya da ‘cam demlikteki bitki çayını
buzdolabına koymasan bir şey mi oluyor’ sitemlerinin ardındaki kendini mükemmel saydığı derli topluluğunu…doğru gördüğü mantığını
bana dayatmasından başka bir şey de değil. Aynı şekilde ben mesela ne yaparsam
yapayım, kendime göre ‘ yapma
vücudunu bu kadar hor kullanma ilerde
elin ayağın tutmayacak illa da yapacağım diyorsan al süpürgeyi eline süpür daha akıllıca … çırpa çırpa yıprattığından tez zamanda, altı ayda bir
halı, kilim alıyor gariban babam’ diye
mantıklı konuştuğumu sanıyorum ki bu
konuda öyle de ama söylediklerimi destekleyen onlarca bilimsel, grafikli istatiksel
verileri önüne sersem de annemi
ikna edebilmem mümkün değildir o yine
her gün kilimleri toplayıp ,çırpacak. Bu durumda yapılacak tek şey kalıyor adına ister
fedakarlık, ister tolore etme de,
annemin istediğini yapmasına ses çıkarmayıp ya
onunla bir arada yaşayacağım ya da çekip gideceğim. Aynı evi
paylaştığımız anne, babamız, kardeşlerimizle, yurtta aynı oda da kaldıklarımızla,
ev tuttuklarımızla ya da evlendiklerimizle aynı şeyleri yani aynı dayatmaları
yaşayacağız. Eşinde, arkadaşında, ailende olsa elbette kişilerin birbirinden farklı zevkleri, davranışları, düşünceleri olacak, olmalı da iş o ki o kişilerle birlikte geçinmenin yolunu bulurken ‘bunu yap…bunu ye…bunu iç…bunu giy…çıkar o
elbiseyi yakışmadı…diş fırçanı şuraya koy…sende bu diziyi seyret…ne buluyorsun
o insandan konuşma…o partiye oy verme ‘lı yüzlerce dayatmalardan vazgeçelim, sevmediği halde ‘ zerdeçallı mercimek çorbası vitamin deposudur ‘ diyerek çorbanın içine
atmaktansa baharat kutusunu uzatacaksın
‘ben seviyorum ama seni bilmem, istersen
bir dene’ diyebilmeliyiz.Sana, bana
mantıklı gelmedi, hoşlanmadık
diye karşımızdakinin davranışını,
isteğini, hayalini, düşüncesini,
sevdiklerini ki bu bir yemek de olur,
bir lider olur küçümsememek…
kırmadan, tahrik etmeden, köşeye sıkıştırmadan, dayatmadan saygı duyarak
istediğini yapmasına…istediği gibi
davranmasına… düşünmesine…yazmasına… oynamasına… giyinmesine…ibadet etmesine karışmama
tavrı bütün ilişikler için
geçerlidir ve inan bir arada huzur içinde,
hayatı zehir etmeden yaşamanın başka bir yolu da yoktur. Sadece ikili değil dinsel, mezhepsel, kökensel Hıristiyan, Müslüman; Alevi , Sünni; Kürt, Türk ilişkilerinde de bu böyledir.Bırak Hıristiyan Noel’ ini
kutlasın sen de Ramazan, Kurban
bayramını. Alevi oniki imam orucunu tutsun sen Ramazanını. Ama yok illa
biz Müslümanlara göre Noel günah, oruç Ramazandır…madem bu ülkede yaşıyorsun
Kürtçe değil Türkçe konuşmalısın diye
dayatılmasa sanki ölünecek…sanki ülke ülkelikten çıkacak. Yoksul,
gelişmemiş ülke insanların zihniyetten
de gelişmediklerini açığa vuran insanın her şeye sahip olması dünyadan, hayattan zevk almasını gerekli kılar
mantalitesine de karşıyım ben, bir an gelir kişi yaşamdan eskisi kadar keyf almaz; sürekli
birlikte olduğu… her gün gördüğü… konuşa konuşa artık konuşacak bir mevzu
bulamayacak hale geldiği , birbirilerini
tükettiklerinin farkına varmadıklarından yalnızca varlığından sıkıldıklarını
hissettiği eşini, sevgilisini,
çocuklarını, ebeveynlerini, kardeşlerini,
arkadaşlarını kimseyi görmek,
kaprislerini çekmek istemeyebilir de. Ama
yok böyle bir şey olmamalı değil mi?Çünkü bizler daha gecekondudan çıkıp ta
apartmanlarda yaşamaya başlamayanlar kent kültürüyle henüz tanışmamışlar çok
fazla şeyden en başta kaloriferli bir
evden yoksunuz, o yoksunlukları bulaşık, çamaşır makinesini, deri koltukları,
konsülü, şıkırtılı avizeleri, evi, arabayı, yazlığı almak, evlenip çoluk çocuğa
karışmak akşamları ailemizi yanımıza alıp lüks bir restoranda arkadaşlarla
buluşup yemek, içmek, tarihi şehirlere
Mardin’e, Kilis’e, Avrupa’ya gitmek, çocuğumuza iyi bir eğitim aldırmak,
baleye, satranca drama kursuna göndermek, organik sebze, meyve tüketmek için sabah akşam didinirken bunca değerli meşguliyet arasında acaba sınırlarla yaşadığımız hayat, bu kadar
çabalamaya değiyor mu sorusunu sormadığımızdan huzurlu, mutlu olduğumuza kendimizi inandırarak
böylece kandırarak katlanıyoruz hayata’
diyerek sürdürdüğün konuşmana devam
edeceğini düşünürken elimdeki gazeteyi alıp duvardaki kütüphane işlevi verdirdiğin
tahta rafına bırakmıştın. Cevabını
bildiğimden ‘hiç Nilgün Marmara, Tezer Özlü okudun mu Mine?’demeyerek aniden konuşmamı
bitirmek istiyor canım. Zira okusaydın ki ben de bunu anlayamıyorum
aynı evde yaşıyorsunuz Esin okurken
hiç merak edip de bakmıyor musun ne okuyor diye; okusaydın şayet Funda’nın geride bıraktığı notta yazdığı
“kedilerime iyi bakın” cümlesinin Nilgün’ün
"kuşlara iyi bakın"
vasiyetini çağrıştırdığını
anımsardın. Ben gibi deliren ama
delirdiğini bilmeyenlerden Zelda’yı,
Tezer’i, Kaan’ı, Sylvia’yı
hiç birinizi birbirinizden ayırmıyorum. Elindeki gazeteyi uzatırken bana
Haldun
demişti Esin ‘Tezer Özlü’nün arkadaşı hani şu benim sana oku diye
verdiğim ‘;’ ve benim de okuduğum nerdeyse altı hemde kırmızı kalemle
çizilmemiş satır, paragraf bırakmadığın, gitme isteğini, gidebilmeyi ama en çok
kendine gitmeyi, içine sıkışmışlığı anlatan gri renkli “yaşamın ucuna yolculuk”
kitabının yazarı’; ’ aşk olsun seni
imtihan ettiğim mi var, okuduğunu biliyorum’;’ okurken benim de altını
çizdiğim, hak verdiğim bir çok cümlesi..düşüncesi var. Zaten kitabı
bitirdiğinde ,sonrasında mutlu?? mesut
?? yaşantısına dönemiyor insan
Biliyorsundur da yine de kitaplardaki
satırların altını çizmek, bir yalnızlık... bir yalnız kalmama telaşı.
Karşılıklı bir ‘seni anlıyorum...hissediyorum’ çünkü bende öyleyim "beni
anlıyorsun, hissediyorsun" itirafı..’;’nasıl diyorsan öyle olsun, ben
başka bir şey diyeceğim kitabı sana verirken ne demiştim hatırladın mı? bak
dümdüz saçlarının omuzlarına döküldüğü şu gülen fotoğrafındaki kalın kaşların
altındaki bakışlarının gerisindeki
susarak, yazarak haykırmaktır Tezer. Bugün
gördüğüm Nilgün Marmara’nın bu fotoğrafı
Tezer’in fotoğrafından daha çok etkiledi beni, ölüm yıldönümüymüş. Genç öldüğü için yaşasaydı bu kadar ünlü olamazdı diyorlar ya
affedersin ama bunu diyenler bok
yesinler, onun yazdığı her bir satıra kurban olsunlar’ .İşte ben böyle tanışmıştım seninle, gazetedeki siyah, beyaz fotoğrafın…ardında ağaçlar, demirli bir
pencerenin gerisinde sanki bir hapishanede
ayakta duruyor ve sanki çok uzaklardan belki de bu dünyanın dışında bir
yerlerden bana bakıyordun içeri girip
girmemekte tereddüt eder bir halde,
sonra tereddüdünü yenip sonsuz,
duru gözlerinle giriyordun içeriye, yanı başıma oturuyordun. O kadar sahiciydi ki fotoğrafın… sahici fotoğraflar çok şey de anlattığından ‘ölmüş
de olsa benim gibi birisi var olmuş’la
ruh arkadaşına rastlamanın kişide, bende yarattığı bir “yalnız değilim”
sevinci… ruhumun bensiz yaşamış,
erken solan yüzü…hiçliğimin yoldaşı, ne kendini dünyaya, ne dünyayı
kendine uyduramamış sırf bu sebeple bile o fotoğraftaki gibi hep yirmidokuz yaşında kalacak olması yetmişti rahatlamama.Sonrasında yazdıklarını
törpüleyip hoşa gidecek, tek cümlelik alıntıları mesengerdan birbirine mesaj attıklarını
gördüğümden okuyucularının yazdıklarını
sonuna kadar okuduğunu zannetmeyeceğim
“Kırmızı Kahverengi Defteri”ni almıştım. Dünyanın en mutsuz
insanlarının, gidip dünyanın en mutsuz yazarlarını okuması... biraz
bencilce...biraz sadistçe...biraz kendini temize çekme ama anlaşılabilir bir şeyde. Aslında dünyada Her
şey anlaşılabilir. Ben Nilgün, Tezer, Sylvia
gibi bir kadın olsun isterdim yanımda, beraber mutsuz olacağım... bu da
çok anlaşılabilir bence neyse sonra bir gün elime bir sayfa
tutuşturdu Esin ‘ bir yere ait olamamışların…belki de bizim de yazarımız Nilgün
için bir şeyler karaladım , okur musun?‘ senin için ‘coşkulu
imgelerin ardından gelen sözcüklerin bağıntısızlığı… farklı cümleler üretmek için harflerle oynayarak
uydurduğu, ters yüz ettiği
kelimeleri yorduğundan bazen şiirlerini
hakikaten laf kalabalığı buluyorum ama asıl
hayatın daha doğrusu intihar
kararın yazdığın en güzel…en şairane…çok, çok özel bir şiir gibi geliyor bana. Belki
de aynısını hissettiğimden, yaşadığımdan hiçsizliğin... ait olamayışın...
kendiyle başbaşalığın acı veriyor ama hangimiz acı çekmemeyi başarabildik ki?
Anne Sexton ardından Sylvia birbirine
selam yollayarak intihar edenler silsilesinin ortasında onun benim, senin yaşayamayacağımız kadar bizden
uzak şairane şair hayatını sevdim ben.
Ki bence hakkında yaptığı saptamada yanıldığı
Sylvia Plath kendi hayatını anlatırken,
hayatı hakkında sadece düşünen Zelda tanışıp, konuşmayı en çok istediğim
insanlardan, böyle imkansız isteklerim hep oldu benim…hiç bilmediğim bir hayatı
özlemek gibi o da bir imkansızlık değil
miydi? Belki bir gün bir arka bahçede? ha güzel kadın? belki...’ yazmış Esin’in düşüncelerini eğer
beğenmediysen boş ver gitsin, hayata anca yirmidokuz
yıl tahammül edebildin ki bence de
zaten hayata en çok yirmidokuz yıl tahammül edilebilinir, benimki
gibi otuziki yıl değil. O hayata tahammül edebildiğin kısa ömründe hayatıma böyle güzel
dokunabilen sen Zelda ! ben biliyorum öyle
naif… öyle güzledin ki
güzelliğin, naifliğin öyle çok
geldi ki buralara, "bekleme salonu" dediğin bu dünyadan çok
sevdiğin kuşlarınla beraber uçup gittin...genelde insanlar aklını
kaybetmemek için ruhunu feda etme yoluna giderken sen ikisini de kaybetmemek için bedensel
varlığından vazgeçtin. Tırnağı olmayacakları Jacques Lacan’ı , Irvın De Yalom’u
yüz bin kez aratacakları o aptal ama kendini cidden psikolojiden ,
sosyolojiden anladığına inandırdığından bir halt sanan para, para diyen aç gözlüklerinin yanında asıl fecaretleri ‘kocan
mini etek giymeni istemiyorsa sende huzurun için evde giy’le var olan düzenin,
statükonun devamını sağlayan sürüden
ayrılmadan boyun eğmeyi öğütleyecek hayatla,
gerçekle bağdaşmayan tavsiyelerini, görüşlerini dayattıkları terapi seanslarına
hastalarını zorlayan manik depresifliğini yenmesi için kendisini kurtaracak tek şeyden
yazmaktan vazgeçmesini önerecek ruhsuzlukta, mesleğinden
habersiz psikiyatristinin oyuncağı olmamak için kendini yok etme temasını bağıra çağıra işledikten sonra tek celsede yazmaya son verdiğin acıtan şiirlerinse fazla sert… fazla sivri… küçük bir
çocuk gibi sana sarılıp avutma hissi uyandıran
satırlarını geç özümsedim, hâlâ
anladım diyemem ama kendimi ne zaman dipte bulsam şiirlerine,
karalamalarına sarılıyorum…hayatı bir
başka dünyanın bekleme salonu saymana da
sarılırım. Kendine ters dünyayla, yaşamla ve hayatın kendisiyle barışmayan isyanına sarılırım. Senin, Funda’nın yaptığı çoğumuzun yapmak istediği halde yapamadığı intiharına sarılırım. ’Haldun ! ne oldu, ne düşünüyorsun Allahaşkına?’
bakışlarını anlamdıramıyorum karışık, mahcup, şaşkın ‘ Mine !!! nerdeyse burada olduğunu
unutmuşum, kusura bakma, bugünlerde çok
sık yaşıyorum bunu , dalıyorum birden, ne
konuşuyorduk? Ha Funda… malum
intihar etmek de dinen günah
kategorisinde onun içinde Hafize teyze kızının intiharından ziyade günah
işlemesine yanıyor.’;’ aşağı mahallede kahvenin yanındaki evde astsubay Şehmuz
amca vardı, efendi biriydi, o da biz
çocukken dememeyim onbeş yaşında falandım oturma odasında beylik tabancasıyla intihar
etmişti.O zaman bu kadar intihar eden yoktu da pek bir sansasyon yaratmıştı hatırladın
mı’;’ hatırlamam mı ? Besime teyze evde değilmiş annemlerle Kuran kursunda camideymiş, şok
geçirmiş. Ailesi herhalde kendilerini suçlu hissettiklerinden gelene, gidene derdi,
problemi yoktu deyip kendilerini aklayıp, durmuşlar. Annemde evde onların
dediklerini tekrarlayıp duruyordu,
dayanamadım ‘anne sen aklından geçen her şeyi, dert edindiklerini,
hissetiklerini babama, babam da sana söylüyor mu?’; ‘yok’;’eeee o zaman belli
ki Şehmuz amcada söylememiş, içinde
yolunda değilmiş hiçbir şey ‘ dedim. Annem sanki beni duymamış gibi
devam edip durmuştu ’ insan ancak deliyse intihar eder?Gül gibi karın, iş güç
sahibi efendi çocukların, evin, araban emekli maaşın, bankada paran…her şeyin
yerli yerinde… daha ne, daha ne istedin be adam? bir insanın hayattan isteyebileceği her şeye sahiptin’. Bu toplumda hayatı
algılayış bu…onlara göre her şeyi tamam
ya Şehmuz amcanın yaptığı delilik.Çünkü insanların
hayattan beklentisi bu kadar; ev, araba, emekli maaşı, efendi
çocuklar,…,…,…Annem gibi kocasına köle, sabahtan akşama ev işi yapan kadınların
beklentisi değil ki özgürlük, eşitlik,
kadın hakları, kölelikten çıkaracak, istediğini aldıracak maaşlı bir iş….hayır ! hep aynı şeyi
yaşamalarına rağmen bunalmak da,
sıkılmak da olmamalı…her şeye şükür et,
katlan.Farklı algıya sahip Nilgün
Marmara’yla annem aynı ortamda bulunsalardı ve dünya “bekleme salonu” deseydi anneme ‘ valla kızım bu dünya zaten yalan, senin
dediğin doğru asıl dünyamıza… öbür dünyaya gitmeden önceki bekleme salonumuz’ derdi ki bu
beni çok ama çok da güldürürdü. İyi anlaşırlardı’;;’ Nilgün Marmara ?Nerde
okudum diye düşündüm bir an, hatırladım…Esin’in
elinde gördüm kitabını, fotoğrafı vardı hatta
çok güzel kadınmış dedim…o da
intihar mı etmiş ne, pek ilgilenmedim de
…annene de bu kadar yüklenme, etrafındaki herkesin hep kendisi gibi sorgulamadan yaşadığını görmüş,
ne yapsın? Ona göre hayattan zevk almadan, bir şey ummadan, acı
içinde…katlanılarak yaşanır. Sürekli aynı işi yapmak, çalışmak bize olduğu gibi dayanılmaz gelmez çünkü
hayat dediğin zaten tam da o…ona göre’;’ annemin ve de başkalarının görmek
istemediği her şeyin dört dörtlük olsa da hayatın kendisine katlanmak kolay
değil? Funda’yı, Şehmuz amcayı anlıyorum ben… intihar temiz ölüm, hele de silahla tak …tak iş o ki tetiği çekene
kadar titremesin elin ama ben böyle intihar edemem; elim titrer, hedefi tutturamam, intihar edeyim derken sakat bırakırım
kendimi…intihar edeceksem de alışılmışın
dışında olsun isterim. ‘;’bakıyorum da bayağı bir kafa yormuşsun sen bu intihar
mevzusuna…hem anlaşılır gibi değil darbeden sonra ha bire intihar eden yazarları okuma
isteğiniz’ … haksız mı elimizde
kitaplarını gördüğü intihar eden Jack London, Virginia Woolf, Hemingway, Stefan Zweig, Cesare Pavese…., intihar eden
demeyelim de etkilendiği, sevdiği yazarların izini süren bir kadının
Tezer’in izini sürmek kişiye ne verir,
kazandırır daha fazla ümitsizlikten...daha fazla varoluş sıkıntısından... daha
fazla hayat kırıklığından başka? Paylaşarak çoğalmanın verdiği geçici ilaç?
Dayanılmaz yalnızlıklara dayanamayarak eski zaman ölü yalnızlarıyla, yalnızlığı
gidermeye çalışmak en azından biraz daha az yalnız hissettirebilir. Evet,
evet tam da bu galiba. Hakkını yeme sayesinde
Cesare Pavese’yi, Italo Svevo’yu tanıdın. Son dönemlerde olduğun gibi yine
düşüncelerini seslendirmeyerek cevap veriyorsun soruma… susarak, dalarak düşüncelerini, duygularını anlatırken anlayamadığımı görmedin mi Haldun?
Hayatta en çok değer verdiğin, çok
sevdiğin insanın canının çok acıdığını
duyup da bir şey yapamama halini o kadar çok yaşattın ki bana. ‘Mine!’ masadan fırlıyorsun “ahhhhh Esin ! ne
oldu?’;’iyi misin kızım?’;’asıl sen iyi misin? Öyle bağırılır mı? Korktum ya’;’
Az daha hayatından endişe edecektim kaçdır sesleniyorum, duymuyorsun. Haydi gel
salonda birlikte sigara içelim sonra da
yatalım’. Tam sırası işte anlat Haldun’la konuştuklarını… anlatsam ‘daha ne
desin sana söylemiş işte, ben
alışılmışın dışında intihar edeceğim
demiş işte.’ diyeceğinden seni, konuştuklarımı düşündüğümden habersiz ‘bütün gün sürekli kar yağdı‘ derken Esin’e kahroluyorum
Haldun…kahroluyorum sensizliğin bu ilk gecesinde ‘sorulardan, cevaplardan
kurtulmak için bir süre kimse bilmesin çıktığımızı’yla bağıra, çağıra hıçkıra, hıçkıra ağlamamı elimden aldığın için de kızıyorum sana yaşadığın zamankinden daha
daha fazla hem de.Gece ağlayan birini mi
gördünüz? Dokunmayın, bırakın…bırakın
ki kendi kendine söndürsün sizin asla
söndüremeyeceğiniz iç yangınını. Güneşi erken doğmayanların, ilkin bulutlarla
yaşayanların gecesi işte, sonrası yine hiç...hiç…hiç
Kimdi ‘kelimelerle oynamak en iyi yaptığın
şey bu, senin’ diyen Haldun ????
Sunay ??? Adnan ?? Cüneyt ? Bejna ? Oğuz muydu yoksa diğerlerinden ne
kadar da farklı diye düşündüğün yanında duygularını, benliğini gizlemediğin, eleştirmeyeceğinden rahatça ağlayabildiğin ‘ağlamak sana yakışıyor, gözlerin
başkalaşıyor’ diyen O’ mu? içinde bir şeyler kıpırdattığını bile bile yüzüne
aşk için "olmayan bir şeyi birine
vermeye çalışmaktır " dolayısıyla
da olmayanı birinden “almaktır”ı da
buyurmuş Lacan, ne kadar da doğru
söylemiş dediğinde sustun onun melodilerine, o
da seninkilere.Şimdi anlamsız gözükse de onu hatırlamak
sigaradan derin bir nefes çekmek gibi…günlerce uyumayıp uykuya dalmak
gibi…güzel bir rüyadan gülümseyerek uyanmak gibi… ılık bir mayıs akşamında
tekrar sevmek gibi… söylemeye cesaret edemediğin
şeyleri haykırmak gibi…asıl sadece susmak gibi…susmayı öğrenmek gibi;
yıllar...yıllar sonra bile. Tam karşısındaki,
ulaşabileceği dururken niye hep elde
etmesi en zor olana gıpta edilir ki, imkansızın büyülü olmasında mıdır keramet?
Yüreğini parça parça eden tekrar tekrar
yaşadığın ânlar, alttan altta bir burukluk hissettirir, kalbinde
aniden bir boşluk oluşturur, o boşluğa geçmişin dolmaya başlar; iyisiyle,
kötüsüyle tüm anıların... tanıdığın tüm insanlar, deneyimlerin, ilklerin,
pişmanlıkların... kaybolmuş masumiyetin… benliğin çoktan ölmüş bir parçasının
yasını bir ağıta dönüştürecek öyle derin yıkım… kederler yaşatır ki, son
demlerinde bahar havasının esmeyeceğini
bile, bile , başkasının hikayesine yandan girme eğiliminin tavan yaptığı
fikirsizlerden az da olsa bir fikir bekleme enayiliğinde, üst üste aynı Ahmet Kaya şarkısını çalıyorsun youtube’da
“acımasız olma şimdi bu kadar …” ….evet…evet ne yazık sanmakla…her şeyi sanmakla yaşadığın ve
sanmakla da bitireceğin ya da bitecek
bir hayatmış senin ki. O özlemli kaçak
ağlamalarının, karşı çıkma
yürekliliğinden yoksun başkalarının elinde oyuncak hayatların tanığı Haldun, nerdesin sen … nerdesin…??? Artık hangi dalga
dizlerime kadar ıslatır ki beni...kim diz çöktürecek kadar güldürür... var diye
güvenle nasıl başlanır ki güne..Seni kaybettikten sonra Mine’yle ilişkini öğrendiğimdeyse evlenseydiniz adını belki de farklı koyacağın çocuğunuzu Mehmet gibi dikkatsizliğini, acemi şoförlüğünü bile bile
Cunda adasına gidip bardakta buzlu badem
yemek uğruna hiç çıkmadığın, bilmediğin
şehirlerarası yolda kullanmak için araba kiralayacak kadar rahat, düşüncesiz en
kötüsü bencil olmayacağından Çanakkale’nin dümdüz yolunda fren yerine gaza
bastığından yüzde yüz kusurlu sayılacağın bir
trafik kazasına da meydan vermeyeceğinden, Can’ı da
kaybetmeyeceğimizden ‘onsuz herhangi bir yerde olacağıma onunla hiçliğin
içinde olurum, tamam mı?’ diyecek kadar yok olunan, yok oluşu yaşamayacağımdan
da; annesini, babasını, eşini, evladını, sevgilisini, arkadaşını kaybettiğinden
yasla tanışanların; vefat edeni toprağa verdikleri ilk günlerde onu çokkkk…çokkk özlediklerinden sesini
işitmek…kokusunu duymak… saçlarını karıştırmak…ellerinin, yanaklarının sıcaklığını hissetmek …bakışlarındaki
muzipliği, önlerinden telaşlı ya da elini, kolunu tutarak yürüdüğünü görmek istediklerinde ellerinden gelen tek şeyi
yaparak; ondan geriye kalan onunla bütünleşmiş bir eşyasına; tişörtüne, atletine, kazağına, cüzdanına,
telefonuna, anahtarlığına, oyuncağına, kalem kutusuna, tabletine, fotoğraflarına
sarılarak ağladıklarını bilmeyecektim
belki de ayaklarım havada yaşadığımdan
kaybedilen yanına alıp götürünceye
kadar ellerimin arasından aktığını , kaydığını göremediğim hayata, seyirciliğimi de fark edemediğim gibi.Gördüğünüz onu anımsatan
her şeye ağlayacaksınızdır günlerce sonrasında ‘yaşasaydı boyu böyle olacaktı,
demek dördüncü sınıfta okuyacaktı, o da drama…yan flüt kursuna gidecekti…üniversiteye
girecekti, evlenecekti, ABD’ye
gidecekti, master yapacaktı, dubleks ev alırdı’yı düşündürecek
bir adaşıyla, yaşıtıyla her
karşılaşmanızda; başkasının cidden de başka; onun karakterinde, huyunda, düşüncesinde
olmadığını yaşayarak bir daha aynısını
bulamayacağınız yaşanmışlıklarınızı
unutacağınızı, hatırlamayacağınız sanmak gibi bir kabusun ortasına
düşeceksinizdir.Oysa yaşadığınız müddetçe, kaşıkların konduğu mutfak dolabını açtığınız her gün bebeklikten
sakladığınız mama kaşığıyla masada çorba
içerken ‘küçük, küçük kaşık ver’ der demez sizin kalkmanıza fırsat tanımadan
koşup açtığı dolaptan aldığı küçük
tatlı kaşıklarını; kırdığınız cevizleri,
çekirdeksiz kuru üzümleri, dutları, fındıkları, minik minik kestiğiniz
elmaları, havuçları koyduğunuz mavi,
pembe kelebek, kırmızı uğur böcek desenli
çay tabaklarını; bağışıklık sistemi güçlensin diye hazırladığınız ama
içimi zor olduğundan ‘sana iksir yaptım iç ki hasta olma ya da öksürüğün hemen gececek’le kandırdığınız içine zencefil, bal, tarçın koyduğunuz ,
soğumasın diye üzerini tabakla kapatıp kışın kaloriferin üzerinde beklettiğiniz çay
bardaklarını; ‘aaaa ne güzel bardak, suyu bana bundan ver’ dediği Atatürk
resimli kupayı; çiçekleri suladığınız yeşil fısfısı; yerlerdeki kılları,
tüyleri, ekmek, yemek döküntülerini topladığınız IKEA’dan alınmış rulo
biçimdeki tüy toplayıcısını; üst yufkasını ‘kıtır çok severim’le hapur,
hupur yediği nar gibi kızarmış bir böreği; yılbaşı öncesi birlikte çam ağacını süslemek için
aldığınız renk renk topların,
meleklerin, led ışıkların, kar spreyinin, Noel babaların, tombalanın arzı endam
ettiği tezgahları; yolda, parkta illaki kovaladığı güvercinleri, uçurtmayı vurmasınlar filmindeki Barış’tan
esinlenip gökyüzüne bakarak ‘kuşlar İrep’e selam söyleyin kuşlar….Gülsen’e
selam söyleyin kuşlar’ la istek bildirdiğiniz kuşları; karşıya geçmek için kucağınıza almaya
yeltendiğinizde elinizi tutup ‘haydi buradan çıkalım’la sizi kullanmaya zorladığı Turan Güneş bulvarındaki tek
üstgeçidi gördüğünüz; kulaklarınıza küpe yerine
kirazları taktıktan sonra
ellerinize aldığınız kağıt peçeteleri sallayarak söylediğiniz “bir dalda iki
kiraz…sallasana sallana mendilini”yle “baby finger”, “bir aslan miyav demiş…”,
“mini mini bir kuş” gibi onlarca
çocuk şarkısını duyduğunuz; “Üsküdar’a gider iken” söylerken
salonda, Nurhan Damcıoğlu gibi açıp
döndürdüğünüz “şimdide ben yapacağımla” eline verdiğiniz şemsiyeyi her kullandığınız; rafadan
yumurtayı zorla yedirdiğiniz her kahvaltı hazırladığınız; her ‘babam
çok güçlü, bırakın o gelince kaldırır’
dediği damacana su siparişi verdiğiniz onlarca günlük, sıradan
faaliyetleri her yaptığınızda; ufak tefek sayılan onbinlerce ayrıntıyla her karşılaştığınızda kaybettiğiniz kimse onu…
Can’ı; anımsamamanız imkansızlığında, hissettiğiniz boşu boşuna bir vesvese ,
kuruntudan başka bir şey değildir.Öldüren acının ortasında bedeninin,
varlığının orda olduğunu bildiğinizden, onu bulacağınız… konuşup
dertleşeceğiniz… sarıldığınızda ona sarıldığınızı hissedeceğiniz, sizi teselli edecek tek şey; sık sık yanına gideceğiniz yeni
ikametgahı mezar taşına sık sık uğrayamayacağınızdan başka bir
şehre taşınma fikri kendinizi onu terk etmiş saydıracağından psikiyatristlerin ‘uzaklaş biraz buradan…yer değiştirmek iyi
gelecek’li duygu ve düşüncelerinizle bağdaşmayan
akıl vermeleriyse başlı başına bir faciadır. Can’ı kaybetmeden önce
defalarca her şeyi öylece bırakıp,
ardına bakmadan çekip gitmek istediğin
şehri; Ankara’yı mezarı burada diye terk etme fikrini iteleyerek düşlerinden çıkardığın hayatında şayet gidebilseydin ne olacaktı ki ? Kavafis'in dediği olacaktı
“yeni bir ülke bulunmuyor, başka bir şehir yahut deniz de”. Nereye
giderseniz, nasılsa kendi varoluşunuzu da
yanınızda sürüklediğinizden illaki de bir gün bıraktıklarınıza da geri döneceğinizden "döndüm ki, döndüğüm yerde değilim"sinizdir çünkü değişen sizmişsinizdir... Ah be kızım
“hayatın bize getirdikleri için gözyaşı dökmeye ne hacet? hayatın kendisine
şöyle bir bakmak bizi gözyaşlarına boğmaya yetmez mi?" yazan Seneca’nın asırlar önce anladığını;
neden bir Seneca olamadığının, olamayacağının ispatı da olacak ancak ömrün sonuna
altmış yaşına yaklaşırken anladığından bir adım önce…bir adım sonra aşağı, yukarı hep
aynı şeyi yaşayacaksam eğer ne gereği var uğraşmaya, bunca acıyı, sıkıntıyı
çekmeye, sınava, aptal insanlara katlanmaya
dediğin böylesi mal…böylesi hoyrat hayatta bu geceki gerçeklik için teşekkürler
Seneca ! birinci çinko, ikinci çinko ve tombala…Deliriyorum hangi
zamanda, hangi mevsimde, hangi yılda,
nerdeyim, kaç yaşındayım, kiminleyim, olaylar, yaşananlar o kadar çok
şey birbirine dolandı, karıştı ki…Şu an
yıl bindokuzyetmişaltı, o’nunla Konur sokağın giriş katındaki dereneğin
bulunduğun apartmanın duvarında oturan Esin’ miyim yoksa ???? Temmuz
sıcağı başardı sonunda delirtti; bu
zonklayan beynime akın, akın hücum eden bazen boyun eğişlerimi de tescillediğinden öfkelendiren
geçmişimin, hatıralarımın nedeni
de mi sıcak? Güçlükle doğruldu kanepeden, elini alnına bastırdı ‘kafam kazan sanki o kadar ağırlaşmış’ mutfağa yöneldi buzdolabını açtı, soğuk,
ohhh derin nefes aldı, bir daha, bir daha…sanki soğuk
rahatlatmış, kendine getirmişti. Var
Olmanın Dayanılmaz Hafifliği haa "hayat benim için zor, senin içinse
hafif, bu hafifliğe, özgürlüğe dayanamıyorum" Tereza'nın,
Tomas'a yazdığı "terk, veda, gel yanıma" barındıran mektupla
aykırılığın çekiciliğini özendiren
Çekçe Nesnesitelná Lehkost Bytí;
İngilizce The Unbearable Lightness of Being
Kundera’nın romanının orijinal adının
Türkçe karşılığı tam olarak ” Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” miydi ?
yoksa çeviriyi yapan Fatih Özgüven
abimizin maharetimiydi daha kapağını açmadan insanda okuma arzusu uyandıran bu
etkileyici roman adı? hep merak etmişimdir…hep. Belki orijinali Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği değil de ağırlığıydı,
var olmanın cidden bir hafifliği olsaydı, ne malum olmadığı…bunca ağırlık arasında hafiliğini
nasıl algılayacaksın ki asıl
algılayamadığın, hissedemediğin özgürlüksüzlüğe
katlanmak
zor, pek de ağır bir olgu. Nasıl
Olur? Olur bir tanem olur, her sabah işe gitmek için hazırlanma, yüzü yıkama,
dişi fırçalama, saçı tarama, giyinme, makyaj, kahvaltı, bulaşıkları
makineye yerleştirme, yıkama, boşaltma benzeri gündelik görevleri otomatik yerine
getirmek; birilerine, değerlere,
geleneklere gönüllü boyun eğmek,
her pazar akşamı ütü, çamaşır suyu,
Domestos, ACE, Cif, Ariel, Omo, tuz ruhu kokan evlerde Cumartesiden kalma pizzayı,
böreği, tavuk pilavı yemek, hayatın
içinde, özgürlüğün de tam ortasında yeterince hafif, yeterince kolaya kaçmak değil mi? Buzdolabını
kapattı, sırtını dayadı mırıldandı “o da
özlüyormuş...”. Hayatının “ela gözlüm
ben bu elden gidersem…”, Mahsuni’nin “uyan çoban uyan sürüde kurt var…”ından;
“Hayat denilen bu kavgada Çelik adımlarla yürüyoruz/ biz bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi
görüyoruz/ dağları aşıyor/ bak yakılaşıyor/ kızıl yıldıza hep koşun…”a oradan Tom Jones’ın “why, why , why delilah”ına “acı çekmek özgürlükse” ye, “aboneyim, abone”ye, Amy Winehouse’un “You Know I'm No Good”una, “o da özlüyormuş”una atlayan sürecine bakar
mısın ? Aynı şarkıyı “bırak! ay gitsin, sen kal bu gece vay anam…”ı söyleyen
Haldun’un, Can’nın, Cüneyt’in, Oğuz’un,
Erdal’ın, Tuğçe’nin, Mine’nin, Betül’ün,
Adnan’nın, Serdar’ın, Bejna’nın, Lorina Dila’nın sesi mi duyduğum? Ahhh…vahhh ben!
sanki içinde hepinizin olduğu
sıradan bir sen…bir siz değil de
yoldaşınız olduğum, hiç uyanmak
istemediğim bir rüya gördüm… ne yazık
geçti ve gitti ve bitti.Duyduğun bu
sesler …bu aklını çelen düşünceler… tamam
belki benden bir Cinderella... Pamuk Prenses…Kül Kedisi…Kibritçi Kız olmayacaktı
ama hep
gamlı bir prenses olmak da büyük
bir haksızlık değil mi? Kendine bunu yapma, inkar etme zira sen belki
dünyada olmadığın senden önce yaşanan tarihi, geçmişi yalnızca bir düş,
bir masal sandığın çocukluğunu;
burjuvazinin, kazananların yarattıkları
müesses nizamlarını ayakta
tutacak iddialarını destekleyen tarihi
icat ettiklerini, yazdırdıklarını
algıladığın kan sızıntılı geçmişini, gençliğini özlüyorsun. Düne son bir hoşça kal, bir toplu
iğne olup batmıştır gövdenin sol yanlarında bir yere sinsice… ilk başta
hissedemezsin bile, inceden bir sızı duyarsın sadece. Sonra iş, güç, hayat telaşı derken o da kaybolur gün içinde…
unutursun gövdende bir yaranın…bir sızının olduğunu sonra akşam olur, eve
gidersin, odanda tanıdık hüzünlü bir
koku karşılar seni, ilkin... ardından
bir şarkı tanıdık…bir resim… bir
yemek…bir ses tanıdık… üstünü değiştirirken görürsün ki giysilerin kan
içindedir, her gün tekrarlanır bu taa ki bir gün biri gelip o iğneyi çıkarana
ya da çıkardığını ya da sen çıkardığını
sanana dek...çıkaramadığın o toplu iğne yüzünden işte her şey… bu
olanlar….kaygılar…düşünceler..özlem..hayır !
geçmişi değil sadece sesini duyduklarımı
özlüyorum ben. Hakkında hiç haber
alamadığım Zeynep’i özlüyorum mesela, sohbetlerimizi, sırlarımızı
evlenmiş midir Enis’le? çocuğu var mıdır, çalışıyor mudur? Garip bir şekilde Cansu’yla
paylaştığımız yurttaki odamı, Bejna’yı
da özlüyorum örgütsel faaliyetleri sırasında bana Lütfü’ye olan aşkını açıkladığı o gecedeki konuşmalarımızı ki bir akşam sol sempatizanı
müdür yardımcısı Müzeyyen hanımın nöbet gününe denk getirip içeri aldığınız
asıncaya kadar, gözünüze kestirdiğiniz
boş bir odada veya temizlik odasında
üstünüze de zimmetlenen neredeyse tavana değecek uzunluktaki eşyalarınızı koyduğunuz teneke vari ucuz alimünyumdan
yapılmış dolapların arkasına
sakladığınız; odanızda ya da herhangi bir yerde
elinizdeyken yakalanırsanız illegal örgüte üyelik ile örgüt propagandasını yapmaktan , yasak yayın
taşıma, izinsiz afiş asmaya teşebbüsten tutuklatacak; TCK’nın
141-142 maddelerinden
yargılatacak, en az 5 yıl hapis cezası aldıracak, Orhan Taylan’nın beyaz zeminde kocaman ellerin kaldırdığı
ortasında 1 Mayıs yazılı kırmızı dünyayı
çizdiği DİSK’in; beyaz zemine kırmızı
“yolumuz işçi sınıfının yoludur “ yazısı
içinde insan yüzü siluetlerinin bulunduğu kırmızı çark altında 1 Mayıs
yazılı İGD’nin afişlerini ‘ makineler
çalıştığında seslerinin duyulmaması için bahçe içinde bir gecekonduda kurduğumuz illegal
matbaada kısıtlı sayıda basıldı, size 150
DİSK, 150 de İGD’nin afişinden
ayırdık, yurda, okullara asmanız için yeter. Bu afişleri erkek arkadaşlara
teslim edemiyoruz zira polis sürekli yurtlarını
basıyor, içerden yardım alacağımız personelde yok. Müzeyyen’le konuşuldu, bu
hafta gece nöbetçiymiş, kolaylık sağlayacak. Yurdunuzdaki kat
sorumlularına, okuldaki ekip başlarına yetecek kadarını ayırıp
kalanı Mustafa’ya veririsiniz; her
birinden onbeş adet koyacağınız otuzlu balyalar yapın.Hangi gün asacağınızı
sonra söyleyeceğiz acele etmeyin, bekleyin…önemli olan başına bir şeyler
gelmeden afişleri saklamanız, tasnif etmeniz; temkini elden bırakmayın,
herkesin bilmesine gerek yok Bejna’yla
sen halledin zira Ayten bu gece yurda
gelmeyecek.Daha önce gözcülük yapmışları görevlendirin ki bir Mayıs öncesi
yakalanmayın, bir sürü işimiz var, daha şehri 1 Mayıs afiş, pankart ve yazılarıyla donatacağız….’ talimatıyla elinize tutuşturan Adnan, üzerinde “Yaşasın Birlik, Mücadele, Dayanışma Günü 1 Mayıs yazılı küçük sticker’lar,
yapıştırmalarla dolu öteki poşetti de uzatırken ‘bunlarda
pullama için; kızlara dağıt, okula, yurda gider gelirken sokaklarda uygun yerlere
yapıştırsınlar.’ Geceydi… girişteki kantinden katlara taşan televizyonun sesine
kahkahaları karışan yurt ahalisi
kızların ‘ne kadar da çirkin, kim ne yapsın bunu, evde kaldığından problemi,
tam bir psikopat’ dedikleri Müzeyyen
hanımın ‘Ayfer Sarıgül telefonunun var,
kızlar İmza defteri az sonra kaldırılacak, haydi imzaya…’ anonsunu yapan sesi; hafta içi en geç on, hafta sonu
onbirde yurda giriş yapmakla
mükellefliğinizi ibrazlayan, imza, paraf
attığınız imza föyünü hatırlatıyordu ki eğer dışarıda
örgütsel iş var da yurda gelinemeyecek
bir durum söz konusuysa bu genelde örgütün eğitim çalışması, tiyatro, halk oyunları provaları ile bildiri
yazma, afiş, pankart asmayken sevgiliyle
buluşanlara da yardıma açık olunduğundan
‘kızlar beni idare edin bu gece’ der demez herkes başta odasındakiler en az
dört beş kişinin parafını taklit için
alıştırmalar yaptığından birbirinin yerine imza atmak yurttaki kızlar için çocuk
oyuncağı bir işti ’ Ayten’in yerine imza atmayı da unutmayın. Bu gece küçük burjuvalar sürüsü de çok meşguldür afişlerin tasnifini, paketlemesini rahatça yapın. Şunun şurasında 1 Mayıs’a ne
kaldı ki’ dediğinde Muzaffer ‘peki de niye meşguller’; “şarkılarla bizden size,
bizden size türkülerle” cıngılını söylemesi karşısında afallamış halinize bakıp
‘duymamışsın, nerde yaşıyorsun sen, bu
gece televizyonda “bizden size “ var. Cemile Kutgün’ün sunduğu, yurtsever
halkımızın abuk subuk skeçleri gözlerini
kırpmadan seyrettiği Nokta, Virgül;
Kamil Sönmez, Coşkun Evcim kadrolu bir program.’Odanızın kapısını açan Gülay bir eli kapı kolunda ‘herkes kantinde, senin
Cansu ön masayı kapmış yine, çay, kahve.Kiminin
elinde örgü, masalarda çekirdek, meyve tabakları adeta televizyona
kelepçelenmişler, bomba patlasa duymayacaklar o derece.Ben Meliha’yla,
Gülizar’a haber veriyorum, afişleri üçüncü katta Feride’lerin odasının
yanındaki HK sempatizanı Hülya’ların odaki dolabın arkasına koymuştum’;’ vay be! harbi akıllısın da…
görmediler mi’;’ o oda dolmadı daha Hülya tek kalıyor, inek gibi ha bire kütüphanede çalışıyor,
kolladık uygun durumu Gülizar’la , yerleştirdik..’ Bejna’ya
‘haydi şu afişleri alıp gelelim,
bir an önce bitirelim bu işi’
diyorsunuz. Bugün olsa katlara, koridorlara, kampüsün dört bir yanına kameralar
yerleştirileceğinden anında yakalanacağınızdan nasıl bir taktik
belirleyeceğinizin tıpkı ‘acaba partinin, örgütün, sendikanın üst düzey yöneticileri bizlerin alınmadığı, katılamadığı
üst düzey toplantılarda birbirlerine
Yoldaş diye mi sesleniyor zira ben
günlük hayatta arkadaşların birbirilerine öyle seslendiklerini hiç duymadım, hiç
kullananı da görmedim’ merakınız gibi
muamma kalacağı dünde; koridorda gözcülük yapan arkadaşların odanıza
gelecekleri engelleyip toparlanmanıza
vakti kazandıracak haberi uçuracaklarının güveninde dikkat çekmemek için kapıyı kilitlemeden; yüzellilik paketlerden alarak boş yatağın üzerinde yan yana dizdiğiniz on adet DİSK afişlerinin üzerine
İGD’nin afişlerini koyan defalarca
‘ancak devrimden sonra evlenirim,
o da belki ‘ dediğinden, senin gibi
devrime endeksli aklından geçirmediğine inandığın Bejna’dan
ummadığın ve nasıl gizlediğine akıl sır erdiremediğin ‘önce senin haberin olsun istedim, ben biriyle çıkıyorum’u duyduğunda ‘geçenlerde ‘önce ben söylüyorum ona göre ayağınızı denk alın’ çiğliğinde sanki
hepimiz peşinde koşuyor, kapmak için sıradaymışız gibi Muzafferi sevdiğini söyleyen Meliha’yı yerden
yere vuran sen değilmişsin gibi ne bu şimdi?
Ki Meliha’nın o gün ki yaptığı cidden
ayıp ve büyük bir terbiyesizlikti’ diyorsun Bejna’ya. Nasıl olur dememek lazım
demek ki oluyormuş hatta olmuş bile ‘nin
sonraki aşaması hayal kırıklığı
uzun bir süre acıtacağından ‘keşke söylemeseydin de öğrenmeseydim’i diletecek
yüz ifadeni saklamak için başını
kaldırmadan afişleri dizayna devam ederken canını yakmak için ‘eeee yani
bize bunlar sev genç derneği, kahvelerde,
Adalar’daki çay bahçesinde kız, erkek
toplanıp flört ediyorlar diyenlerde
haksız değiller‘le üste çıkmayı da unutmayacaktın.
Elindeki afişleri yatağa bırakmış, masanın üzerinde aldığı sigara paketini uzatmıştı Bejna
‘içer misin’; ‘şu işi bitirelim de ‘, ‘ben mola veriyorum’; ‘tamam, sen sigaranı
bitirene kadar ben devam ederim’ hep yaptığını yapacak sırtını yatağıyla bitişik duvara dayayacak sonra da
yakacak sigarasını ve işte çakmağının sesi
‘Bejna ! kusura bakma ama …’;’yok
ne kusuru dün öyle, bugün böyle davrananı kim görse aynı şeyleri söyler, birden
şaşırdın tabii, normal yani tepkin’; ‘yok canım’ ; ‘yooo şaşırdın yüzüme bile bakmadın, haklısın da.
Meliha “yarın Muzaffer’le konuşacağım senden hoşlanıyorum, deneyelim diyeceğim”
dediğinde en çok tepki veren, eleştiren
bendim, duygular mücadelenin önüne geçmemeli, aklı karıştırmamalı diyerek ama…’
başını kaldırıp yüzüne bakıyorsun ‘doğru’ diyen bakışlarını yakalıyor ‘inan ki öyle, sende biliyorsun
aklımdan geçmezdi’; ‘kim? tanıyor muyum’; ‘Lütfü’ ; Lütfü mü, hiçbir şeyi
ciddiye almıyor, işi gücü şaklabanlık diye yakındığın Lütfü’mü? Ya ben esprili oğlan seviyorum dedikçe… bir keresinde hani bir gece zil zurna oluncaya kadar içmişler
sonra yurda gelmişler “ o kadar çok
içmişiz ki üzerimize sinen alkol kokusunu alan yurt görevlisi sorgulayamaya başlayınca diğer bloktaki
görevli de yardıma gelmesin mi arkadaş. Mustafa yıkıldı, yıkılacak ağzı burnu
kaymış, Serdar desen pert kapı görevlisi
daha nasıl ispatlayacaksak "alkol var mı gençler?" diye sormasın mı ?
Serdar da "yok abi, hepsini içtik" deyince haliyle koptuk aptal aptal kahkahalarımızı dinleyen
görevliler "yürüyün lan eşek
sıpaları" diyerekten bizi odalarımıza kovdular”la bana kantinde
anlattıklarını anlattığımda sana ne demiştin ‘işi, gücü alaya almak her
şeyi’ her şeyi alaya alan birini tercih etmen, hakkında olumlu tek söz
etmediğin birine aşık olman… müsaadenle afallayacağım tabii. Sen ve Lütfü ??? O
memleketine gitmemiş miydi?’; ‘dün döndü de sen karşılaşmadın zaten çıban başı da o gitme, gülme, Allah
aşkına. Hatırlamak olmasaydı, özlemek olmazdı… o zaman ben de onu sevdiğimi
anlamazdım…’ duruyor, sigarasından bir nefes çekiyor ‘belki sen şimdi
hatırlamak her zaman iyi bir şey
değildir, insana acı anlarını da tekrar,
tekrar yaşatır diyeceksin ama güzel
keyifli, hoş zamanlar işte onlar hatırlanınca derin bir ohhh çektirtiyor benim ki de o misal. Okula toplu çıkışlarda
Lütfü’yü göremeyince…varlığına öyle alışmışım ki özlediğimi fark ettim.Yüreğin
orta yerine bir hüzün çöreklenir önce inceden burnunun ucunu sızlatan sonra göz
pınarlarına yakın bir yerlerde hafif bir
yanma gözleri ıslatan… Karanlıkta yere oturmuş şu an yanımda olsaydı o konuşsaydı ben de baksaydım yeşil gözlerine… geçenlerde nasıl da saçma
sapır konuşmuş ne çok da güldürmüştü hepimizi okulun en sevimsiz, en kuytu koridorunda’yla onu düşünürken, O bilmem kaçıncı uykusundan uykulara geçiyorken sen kendini en çok neyini özledim
diye yoklarken buluyorsun, gülüşünü mü ? sesini mi ? dokunuşunu mu? bakışını mı? karar veremeyip hepsini yav
hepsini diyorsun ki hali hazırda da hiç biri yokken birine bile razıyken… her
şey onu hatırlatıyorken fark ediyorsun
ki….’ ‘bir yemeği, menemeni bile böyle sevdasını anlattığı gibi tatlı tatlı
tarif etse saatlerce dinlenir…konuşsa,
hiç susmasa’ denilen sesler
vardır; televizyonsuz, Radyo
Tiyatrosu günlerinden kalma Zafer Celasun, Jülide Gülizar, Rutkay Aziz,
Çetin Tekindor, Tomris Oğuzalp, Işık Yenersu,
Kerim Afşar’ın ki gibi; o gece öyle bir sesti işte Bejna’nın ki de; duygularının
saflığını usulca, sakince
haykırırken akan, çağıldayan .Sanki
yurtta değil de bir film karesi içinde
leylak, yasemin kokulu bir verandada
karşılıklı sallanan koltuklarda
ellerimizi ısıtan çay bardağını avuçlamış, oturuyoruz da bana arada çayından bir yudum içmek için durarak
etrafımızdaki insanların bilincinden farklı bilinci, kalbiyle
derinden, özünden anlattığından duygularını sesi
doğrudan kalbime dokunduğundan Lütfü’ye dair
sevdası nasıl bir hâldeyse bende
de o hâli uyandırarak öylesine büyülemişti ki açık verdiğimin farkına varamadan ben tamamlamıştım
konuşmasını ‘bile, bile özlüyorsun değil
mi? Bile… bile…sonunu başa alıp, alıp
izlediğin bir film gibi…üç kere okuduğun kitabı alıp tekrar hiç okumamışçasına okumak gibi…
Özlemek zor zanaat Bejna; hep bir
yutkunma… hep bir avutma hali kendini… özlenenle vuslat mümkün değilse hele
özlemek ömür boyu…belki o yüzden de eş olduğu
ölmekten iki harf fazla ö'nün
yanındaki z'yi; ilk e'yi de at. ne kaldı geriye? Ölmek...’, Bejna’nın ‘yoksa ???
sende ??? öyleyse de gözünü sevdiğim aman ha! Anlatma! zira bu gece daha fazlasını;iki sevdayı kaldırmaz.…’ Kapıyı tıklatarak başını aralıktan uzatan Gülay’nin ‘bitti mi’
sesi film karesinden alıp senle Bejna’yı yeniden gecedeki yerinize koyuyor ‘ az kaldı bitmek üzere’ odaya giriyor Gülay ‘Bizim Radyo’dan dinledim İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı 1 Mayıs kutlamalarını yasaklama kararına uymayacaklarını açıkladı
diye Abdullah Baştürk başta DİSK ‘in
yöneticilerini gözaltına almış, İzmir’de polis İGD’yi
basmış, haberiniz var mı Vişnelik’te, Dekovillde, bizim DDY de çalışan
arkadaşlara İbrahim’lere bir grup
faşist saldırmış, çatışmışlar …’ Bugünü silip dünde yaşadığını
hissettirdiğinden akın… akın hücum ediyorlar diye öfkelendiğin anıların olmasa
neyle avunacak hatta övünecektin. Kişiyi zamandan soyutlayan yaşını unutturan… kaç yaşında olduğunun önemli olmadığı bazı ân’lar vardır; bir kitabı okuduğun, bir
çocukla oynadığın… konuştuğun…başka zaman olsa yok beşamel sos yap, yok kıymalı
iç hazırla yapımı en az iki, üç saat
sürdüğünden yapmayacağınız ama izlediği
Garfield ‘den duyurarak daha yememişken sevdiğinden bir çocuk için … Can için
ya da kendin için Lazanya yaptığın…bir
şarkıyı dinlediğin… cam önünde dışarıyı
seyrettiğin ân’lar gibi; bir çay kaşığını fincanına usulca sokup saat yönünde
karıştırırken çayını donan zaman gibi ki, çok nadir rastlanır öyle ayık
sarhoşluğa; o zamanı dondurduğundaki özgürlük…tek başınalık keşke hep bizimle
olsa…her şeyin gerçeklik sınırını geçerek soyutlaştığı o ânlar hiç bitmese
denilen. İşte o zaman kimse canını da yakmayacağından elinde hep bir
kalkanla yaşamak, söyleyeceklerini ince
eleyip sık dokumak zorunda da kalmayacağından
yüreğinden, aklından da kötü
bir şey çıkmayacağından, can sıkan her
şey; egolar, kıskanma, rencide etme, taciz, yargısız infaz, baskı, işkence,
ötekileştirme tarih olurdu; herkesin
kafası güzelmiş gibi...çok güzel olmaz mıydı? Olmaz mıydı??? olurdu hele de dondurulan
ậnda karşında Can, Haldun, Fevzi, Aytül, Cüneyt, Bejna ve ikinizden geriye yalnızca bir ‘ah’ın kaldığı O duruyor
olsaydı. Onları çokkk…çok özlüyorsun çünkü
biliyorsun senden uzak birileri… bir şeyler var özü bu işte ‘senden uzak’lık; içinde
taşıdığın…nereye gitsen götürdüğün… su içerken boğazında, rüyanda, aklında,
uyandığında ışıkta, lokmalarını çiğnerken ağzının içinde...çarptığında kalbin
yanında olmayan, tamken seni yarım bırakan, eksik yaşatan uzakta olanlar…hiç görmeyeceklerin var ve
sen akan hayatın ortasındayken yitirdin hepsini ya Can, Haldun, Fevzi,
Aytül gibi hiç gelmeyecekler ya da başka
bir yerdeler, kesin olan tek şey; yanında değil…uzaktalar. Sana bir şey
söyleyeyim mi? Sıcak değil seni yoran, aklını karıştıran bir parçan eksik, yarım kaldığından… ‘yanımda olabilirdin!
yoksun…gelmeyeceksin’ mümkünsüzlüğü bildiğinden, yaşadığından akşamüstü yağmur getirecek tatlı bir ılıklığa
sahip rüzgâra kattığın özlemelere doyamamak ağrıtıyor, sızlatıyor kalbini. Özlemelere doyamamak da ne? Bak!
balkondan caddeyi seyrediyorsundur, yüzün, ellerin, saçların her şeyin, her
şeyin ordadır. Oysa kimse saçlarını bu nemli rüzgâra teslim etmek istemiyordur,
migreni tutmasın, sinüzitleri azmasın, başı ağrımasın diye. Artık çok az
rastladığımız iki Çingene de; içine bardak, fincan takımları, ezan okuyan
saatler, bıçak setleri, en çok da
ipekler sığıştırdıkları bohçalarını kaldırıma koymuş sigara içiyor. Evlere
buyur edilen Çingenelerden bunlar. Daha çok gecekondulu zamanlarımızda bohçacı
kadın dediklerimizden, isimleriyle çağırdıklarımızdan; Bohçacı Hanife, bohçacı
Emine gibi. O gün tam olarak neden bu kadar kötü hissettiğinizi hatırlamıyorsunuzdur. Bir daha düşününce o
gün kötü hissetmediğinizi de anlıyorsunuzdur. Çok hüzünlüydünüz, bazı muhtemel
güzel şeyler asla başınıza, başıma gelmeyecek gibiydi zaten hiç gelmiyordu da. O anki halinizin, ne hissettiğinizin adını kim
tam olarak koyabilir bilmiyorsunuzdur. Ama ben değilim bu kesin; en
azından hüzünlü değil de aslında üzgündüm sadece…üzgün. Bazen bazı ânların
sadece o ânda güzel olduğunu daha yaşarken fark ediyor ve o ânları sonra
hatırladığınızda bile bunu düşündüğünüz aklınıza geldiğinde o ânda hissettiğiniz tüm güzel,
tuhaf hisleri tekrar hissetmeye çalıştığınızda
gözlerinizi, gözlerimi yumuyorum tam aynısı olmasa da bir saniye filan gibi
kısa bir süre için bile olsa yakaladığınızı hissediyorsunuz ya o anı yeniden. Bence özlemelere doymamak
da tam tamına budur işte, yani çileğin
tadını bilirsin, tadını anımsadığın zaman canın çeker, canı her çilek
çektiğinde insan alamaz ya öyle bir his
belki özlemek de, ne bileyim... Bejna !
inanabiliyor musun ? sevdanı sık sık
anlatırken bazen klişeleri kullanıyorsun diye kızıyordum ya sana şimdi
şu yazdıklarıma bakıyorum da klişenin, klişelerin dibine vurmuşum bende; sık
sık mezarlığa, hastanelere gidilen yaşa
ulaşıldığından, ulaştığımdan değil;
kapıya yakınlığından çarpmamaya uğraştığım masanın üzerinde gözüme ilişen
günlüğümün sayfalarına sığmış; en az senin…en az benim kadar beklemiş… en az senin…benim kadar
eskimiş hatıralar; belki yeryüzünde herkesin söylediği “ hayat bu…böyle işte”yi
haykırdığından, belki de dünyanın her yerinde gömülemeyen ama sadece günlüklerde kalmış hep
de hüzünlü kayıp hikayeler yüzünden.
‘Günlüğünde mi var, bende daha bitmedi mi romanın’ diyecektim, kaç
yıl geçti “yazıyorum” dediğinden bu yana derken
Bejna güleceksin de inanmadığını anlamamadan çekinmeden hem de.
Haklısın da bitmiyor ama inanmasan da sen yazıyorum, üstelik yazmak için onca para
saydığım, satıcıyı taksite razı edene kadar anamın ağladığı ikinci el
bilgisayarımın başındaydım çoğu zaman ama romanı bitirmemi engelleyen sorun
öyle böyle değil çok büyük; bir gün önce
yazdığımı ertesi gün beğenmiyorum, her
gün yeni ilaveler; cümle, kelime
eklemeler, değiştirmeler; düzeltmeler, kopyala yapıştırlar bir türlü son
noktayı koyamadığım sayfalar, paragraflar hep bir şeyleri yazmayı unuttuğumdan
başa dönmeler. Ve en korkunççu bazen
yazdıklarımı kaydetmeyi unuttuğumdan yok olan onlarca sayfa. Böyle
giderse zaten bitiremeyeceğim de hep
taslak kalacak, kimsenin bilmediği, okumadığı
bir romanın yazarı olacağım. Bir de vakit meselesi var tabii, tek
uğraşım roman değil ya, en basitinden günün sekiz saatini geçirdiğim sabah 8.30 akşam 17.30 arası iş
sonra her gün yapmak zorunda kaldığım vakit çalan onlarca meşgale; yeğenlerimi
görmeden yapamama, onlarla oyun oynama, yemek yapma, alışveriş, temizlik, duş
alma, parti toplantıları, bol bol misafir ağırlama; bazen tam yazacağım mesela
yurtta Bejna’nın Lütfü’ye sevdasını anlattığı anı, bir ses salondan ‘daha çayı koymadın mı? açız kızım’, ‘sağlık
ocağına gitmedin daha, ilaç yazılacak’ hayde bırakıyorum yazmayı çayı koyuyor, sofrayı kuruyorum ki bunları yapmak yemeği doldur, tabakları topla, makineye yerleştir, masayı
sil, aile hekimine gitmek için hazırlan, git gel eczaneye uğra en az iki, iki buçuk saat sürüyor sonra yeniden bilgisayarın başına geçiyorum da
eee nerde, hangi sayfada hangi olayda kalmıştım…ne yazmıştım.. ne anlatıyordum anımsamak
için paragraf başına dön, kafanı toparla geçti mi bir beş dakika daha, bitmez yani. Bir
taraftan da yıllar önce daktiloyla
yazdığım bazısına tarih atmayı unuttuğum artık sararmış kâğıtlardaki yaşananı
dünden bugünlere getirdiğinden ‘günlük değil’de tuttuğum ‘
dünlük ‘leri nasıl yazdımsa, yanlışlarıyla öylece Word’de
geçiriyorum zira sadece düzgün yazılmış
kelimeler anlatmaz bazen yazının, kelimenin
bozukluğu anlatır o satırların yazıldığı anı… hislerini … bazen üzerine
döktüğün kahve, çay lekesi… bazen
gözyaşların “… neden böyle biliniyor; bilinen her şey, görülen herkes”le sana kalmış
ân’lara dair her şeyin
sessizlikleridir de o kelimeler..o
sözcükler; acılarının, kahkahalarının,
kıkırdamalarının, şükretmelerinin, kavgalarının, devriminin, özlemelerinin, ağlamalarının, isyanlarının,
ötekileştirilmenin, uğradığın haksızlıkların …, …, ,... bazen kendimi küçük
burjuvalara, orta sınıfa özgü düşlerin kurbanı saydığım dün de; onlarca kez öldüm ben, ölümünü gördüklerimle…
nefret ettim dünyadan sonraları fark ettim ki sevilmeden de sevmişim pek çok insanı.Elimde,
avucumda kalan ận’ların toplamından ibaret;
galip geldiğim, geldiğimiz
günlerin azlığında, yenilgilerim…acılarım Bejna susmadı hiç; hep konuştular…onlar konuştukça yazdığım bugüne dek dönüp okuduğum ettiğimin de
olmadığı yüzlerce sayfa dünlükler insana yazıya döküldüğünde yaşanan anda önemsemediğiniz ama anılarınızla birlikte akla gelen bir ev, bir
oda, bir kanepe, kütüphane, masa,
koltuk, oyuncak, bir kedi, sokak, park, şarkı, telefon velhasıl canlı,
cansız hatırası olan hiçbir şey
eskimeyeceğini de öğretir.Bir de başkası
okuyacağından sizi çırılçıplak bırakacak
diye korktuğunuzdan değil, yaşananlar içinizde
kaldığı zamanki gibi hissettirip
canınızı tekrar tekrar yakacağından; her
seferinde geçmişinizi beyninize daha da derin kazıyacağından; unutma sürecinize
müdahalede edeceğinden zararı dokunsa da
dünlük tutmanın yine de “tel, tel
dökülüyordu sıvası duvarların; sabaha karşı bir otobüsün durduğu mola yerindeki restoranda öne konan,
haşlanmış bayat bir yumurtanın etrafındaki yeşil küf renginde tavandaki onlarca
yıllık yağmur sızıntıları… sanki bin yıldır perdeleri açılmamış pencereler…
odaya yabancı kilimler koyu bir geceden arta kalan aydınlıkla, gündüzün ışığını
ayıramayacak kadar karanlık körlüğünden muzdarip... tahta bir seki; üstünde
kocaman yer minderleri, arkalarında unutulmuş hasır yastıkların duvarla,
hücreleri iç içe geçmiş yakınlığı… belli
ancak kışın sobanın yandığı zamanlarıyla, bir de büyüklerden kaçıp
sigara içen görece genç ve orta yaşlıların kalabalık muhabbetiyle mutlu olmuş
bir oda;yine aynı kalabalıklardan taşanlara yataklık etmekte ki elbette gecenin
sabaha kavuştuğu zamana kadarki geçicilikte… tahta bir dolap var duvarda; aynı
duvarın simetrik diğer ucunda gömme bir pencere oyuğu ki, önünde yastıklar,
ıvır zıvırlar boca edilmiş ve yine pencere olmakla ilgisi çoktan
unutulmuş…dolabın içinde misafirlere ikram edilen bir önceki bayramdan kalma ve hayli eskimiş
ucuz, kağıtlı şekerlerin yanında kesme şekerler… bir iki resim, kapağın iç
kısmında eğri büğrü yazılmış aile tarihine göndermeli notlar…tam karşı duvarı
ortalayan sandık, üstünde yüklük denen yığın halde döşekler, yorganlar; iki
kişilik yastıklar… evin orta yerinde son kıştan kalma sıcaklığı çoktan unutmuş
şikayetsiz soba… bir ev, evin içinde bir oda, odanın içinde bir kadın… bir oda,
odanın içinde, o odanın aynısını içine kazıyan bir kadın… ev, evin içinde bir
oda, odanın içinde bir kadın; her sensizlikte; her özlemde odaya dönen “
çağırımlarıyla niyeyse güzelden ziyade acı, mutsuz, yenilgilerle dolu, hayatın
kırılma noktalarını, yol ayrımlarını… boşuna emek sarf ettiğini sonraları
anlayacağın çocukluk hariç hep senden
alan, senden bir şeyler bekleyen, vermeyi
düşünmeyen aileni,
dostlarını başkalarını mutlu etmek ‘ Allahım öyle yapar, böyle davranırsam şimdi
şunu..şunu diyecek…küsecek…gidecek…gelmeyecek…boş ver….sus’ baskısıyla benliğini, duygularını, düşüncelerini bir kenara atarak kendini paraladığın, koşturduğun hizmet odaklı
çırpınışlarının nasıl nihayetlendiğini… hayatın sana ne kadar zalimce dersler
verdiğini kendine sergilemek için sırf bunun için bile dünlük tuttun
sen, biliyorum ben. Hem her şeyin
bilgisayarda, android telefonlarda, tabletlerde muhafaza edildiği, net’te gözler önüne
serildiği bugünde manasız gelse de; birilerinin okuyacağını bildiklerinden
beğenileyim, her yerde benden bahsedilsin, ünlü olayım diye derli, toplu cümleler kurma peşinde zorlayarak kendini, içinden geldiğin gibi takılınmayacak
bloglarda, Web sitelerinde yazmak ya da
İnci, Ekşi, Uludağ sözlüklerinde kusmakla çıplaklığına,
sahiciliğine ulaşmak mümkün müdür daktiloyla, elle yazılan bir dünlüğün ?İnsanları
enayi yerine koydurduğundan her zaman, hep güldürmüş dizi filmlerde, reklamlarda, nette
paylaşılan anekdotlarda, aforizmalarda
geçen, yazılan, çizilen, söylenen onlarca
yalan arasında en… en …en kocamanı
“her kız çocuğunun kahramanı babasıdır” olan tek bir kadını tanıma bahtına
erişemediğiniz Türkiye’de; Nilgün’ün de yazdığı
gibi büyüklüğü, küçüklüğü aynı olmasa da
"babasının yuvarladığı çığın altında" kalmamış bir tek kadın
bulunmadığını da defalarca teyit
edeceğiniz dünlüklerinizde çocuklarının dahi duymadığı çaresiz
çığlıkları…yıllarca otobüste,
dolmuşta, tramvayda, metro da, sokakta,
işyerinde, evde, cafede uluorta herhangi
bir yerde ortada hatırlatacak hiçbir nedende yokken aniden yankılanacak yıllar…yıllar geçse de
aklınızdan, kulağınızdan
çıkmayan; oniki yaşındayken, yirmiüç yaşındaki babanızla evlendirilen yirmi yaşında
en büyüğü beş yaşında dört
çocuk, yirmi altısında dört düşük, altı çocuğa sahip yetim, gidecek hiçbir yeri, sığınacak tek bir
dalı olmayan annenizin, çocuk
gelinlerin babanız tarafından
dövüldüğündeki o yardım isteyen,
çaresiz çığlıklarına, hep mutsuz ebeveynlerinizin var ettiği varlığınız
yüzünden katlandığınız hayatınızda keşke Verlaine’nin eşinin ‘delikanlı şeytan’ dediği Rimbaud’un,
Bukowski’nin bir şiiri gibi
anlatabilseydim; Anatole France’ın”
insanlar doğar acı çeker ve ölürler”ini
kanıtlayan hatırlanmaya değer bir çocukluğumun da olmadığı
yaşanmışlıkları …anne ! Can! seni… Haldun seni de…ne kadar yazık bütün istediğim yalnızca hayattan adil bir pay
almaktı; o da olmadı… hakikat de hiçbir zaman güzel olmaz..olamazdı değil mi? Olmadı da…olmasında
onun için de ilişkilerinin bitişinin başlangıcı olacak şeyi belki kendinin
de yıllarca bir arpa boyu yol almadığını
gösterecek dünlüklerini de romanın da yer verecek misin?Kendime
saklamak istediğim şeyler yok artık zira
bize ait olan ne var ki?
"bizim" dediklerimiz, elimizdekiler bile bizim değil. Kimse
bize bulaşmasın, bizi görmesin şu anki gibi aptalca yaşamayı sürdürelim, hayatı kendimize
saklayalım, kimseler bilmesin yaşadıklarımızın aynılığını sonra vakit geldiğinde de gidelim istiyoruz ya böyle
bir şeyin olamamasını istiyorum zaten böyle bir şeyde olamıyor çünkü hayatı saklayamıyoruz değil mi? İlla ki bir
yerden açık veriyoruz. Şimdi bir kayıp hayat
hikayesinin saklandığı dünlüğünün ilk sayfasını...??
Oku haydi!
“20.5.1987
Dün
gece karar verdim. Kendime günce tutacağım. Böylesi daha iyi olur diye
düşünüyorum. Nasılsa romanı yazamayacağım. İşte çalışmak tüm günümü alıyor.
Olayları unutuyorum. Günce bunu sağlar hiç değilse. Tezer Özlü’nün kitabını
bitirdim. Aylardan sonra okuduğum ilk kitap ”Yaşamın ucuna yolculuk”. Okurken
sık sık düşündüm. Neyi anlatmak
istediğini. Kitabı anlayabilmek için bence Pavese’yi, Kafka’yı, tanımak gerek
önce. Ne güzel bir şey insanın sevdiği yazarların doğdukları ketleri ( burada n
tuşuna vurmayı unutmuşum) görmek için dolaşması, özgürce, para sıkıntısı olmadan
duygulara dalarak. İntihar etti galiba Tezer Özlü ya da ben yanlış
hatırlıyorum. İntihar etmişse şaşmam, kitabı bitirince bir an düşünmedim desem
yalan olur, nasılsa “ölüm hiçbir şey değil. Dünya nasıl olması gerekiyorsa
öyle.Ve yaşam yalnız yağmur, yalnız güneş, yalnız rüzgarlar ve hiçbir şey”. Ve
yaşam hiçbir şey. Gerçekte bu böyle mi? Onca çelişki taşırken ben, yeni
çelişkilere itti beni Tezer Özlü. Dolaşmak satırlarda (burada ı vuracağına a
vurup ı’yla devam etmişim) Prag’ı, Torino’yu .Ne büyük mutluluk satırlarda
insanı düşündürmek, dolaştırmak. Şevdim Tezer Özlü’yü, yalnızlığına içim
burkuldu.Yatarken son kez baktım resmine, yaşamayı seven birini bulmak istedim, sigarası, uzun
saçlarıyla, kim bilir hangi sevgilere aç, kim bilir hangi dostluklara uzak,
yaşamın hiçbir şeyliğiyle dolu anlarla
ayrıldı.
Her
zamanki gibi uyandım bu sabah, annem
kapıda gözüktü, elini kaldırdı “kalk”. Uymak istiyorum saatlerce. Olmaz bugün
ayın 20’si muhtasarları yatırmak gerek. Bayram araya girdi. Yatırılmasa, ceza.
İşin yoksa patrona anlat ondan sonra işe son. İş değiştirmekten bıktım artık.
Sofrada peynir, zeytin, dünden kalan bir parça pasta. Zorluyorum kendimi yemek
içm nafile, canım her zamanki gibi yemek istemiyor. Sigara yakmış…., “Bana da
versene”, “….tan aldım”. Alıyorum”