14 Eylül 2009 Pazartesi

Yağmurları biriktir anne

Ey ölüm, hep yükselen değer kalmanı isteyenlerin memleketinde “vatan, şehit, özgürlük”le süslenmiş kapanının, cazibesine kapılan gençler nasıl da tertemiz, nasıl da günahsız.

Sedir ağaçları, sisle kaplı dağda,  sık sık yolumuzu kaybedip, derelere vurduğumuzdan  bacaklarım,  sırtımdaki ıslak çantanın ağırlığıyla ikiye bükülmüş  bedenimi taşıyamayacak sanıyorum. Elde keleş, soluksuz ilerlerken, kuşatıldığımız mağarada cansız bedenini  öylece taş, toprak, ot, yapraklar üstünde bıraktığımız, gerçek adını bilmediğim ”Amara”, şu dalda asılı kalan; Faraşin için yazdığın “Nice yürekler var daha toprağa ekilecek….,”li cümlelerin mi ? Daha bu sabah uçurumlu vadilerden geçerken sen,  sahiden yanımda mıydın ? Ah, tutunmuş muydun, aniden önüne çıkan taşa çarptığında, koluma. Dağılan saçlarını  toplarken “kesmeli bunları“ diyen sana, sevdiceğimi “biliyor musun adı Yağmur”du, ayrıldığımda ”Yağmur damlanı denize düşürdün demişti” yi  anlatan ben değilmişim gibiyim. ”Bedeli ölümse özgürlüğün, hepimiz bu bedeli ödemenin adayıyız”la hazırsak ta ölüme, hiçbir şeye benzemeyen, nasıl da acayip bir his bu. Bir anda, birinin, varken yok olması. Delila’mı ıslıkla “rındamın, gevramın ….” çalan. Ardından yasının tutulmadığı, gözyaşının dökülmediği kimsesizliğini istemem be hewal’ım. Sen de dur artık, yüreğimdeki sisi bile dağıtmaktan aciz  rüzgar, esme deli, deli.

Ey ölüm, musalla taşlarına yatırılan genç bedenlere doymadıklarından “feleğe” bile fırsat tanımayanların memleketinde, birazdan seni kucaklayacaklarını bilmeden dağa tırmananların  nasıl da berrak gençlikleri.

Deli rüzgarları severdim  ya ben, Allah sesimi duymuş mu ne, bu dağlarda da sadece gücünü sınayan rüzgar var.  En zoru,  ağaçların, tepelerin, kayaların ardında gizlenmiş  bir teröristin kurşunu hayatı sonlandıracağından, kendini kollamakta yani dalmamakta düşlere. Rüzgarın savurduğu toza bulanmış  kumral saçlarından hala kan sızıyor be Mehmet’im. Ah kardeşim, sigaranı peş peşe yakarken “eve bir döneyim, ağzımda teneke tadı bırakan bu konserveleri, reyonunda gördüğüm marketi hemen terk ederim” diyen senin, az ötemdeki cansız bedenine kaçamak bakışlar atan ben değil de bir başkasıymış gibiyim. Daha bu sabah komutanın ”Vatanın her köşesine al bayrağı dikmenin bedeli…” konuşması bittiğinde  birden,  adı “Yağmur”du, ben Yağmur damlası derdim. Nick’im de o yüzden “rain drop”tu”yla  sevdiğini anlattığın sesin kulaklarımda, mağaranın önünde çok önemli bir iş yapıyormuşçasına çubukla karıştırıyorum toprağı. Sesleniyor biri “En az 4, 5 ölü, biri  kadın. ….. kulaklarını kesmeli …..”  Gri bulutlara dönük, açık, yeşil  gözlerine son kez bakarken “Biliyor musun” diyorum “Öldüreceğinin ışıl ışıl yanan göz bebeklerine bakmamalı insan. Bakarsa, öldüremez.”

Hey ölüm, korkun,  her zerresine nüfuz ettiğin memlekette, bir an, yok edileceğini,  sandığından mıydı ? Hey hayat, sevincin, seni, sende barışı yenen, gün be gün çoğaldığından belirsizleşen ölüm de savaşı gömeceğini, sandığından mıydı?

3.8 milyon işsiziyle yoksul, bir o kadar da biçare halkının vergileriyle ithal edilmiş mühimmatlarla çalım satan, bir ucu Ergenekon’na dayalı güçlü orduyla, saz arkadaşlarının geçmişini, “e”li, “e”siz-muhtıralarını,  eş Başbakan BAŞBUĞ’un “Kürt açılımıyla” ilgili “Mesaj vermemiz gerekirse veririz”le o anda  verdiği  mesajı, hatırlasaydınız, ey ölüm  korkmaz, hayat sende mutlanmazdın “gözyaşları” dinecek diye.

Özünde “ her gün ortaya atılan “açılım”lar yetmedi, bir bu  eksikti, tamamladılar. Bu kez, bu açılımı  engelleme sırası saz arkadaşlarımda. Başaramazlarsa, bir muhtırayla, olmadı bir kutlama  mesajının satır arasında “hadlerini“ bildiririz. Olur, biter”i barındıran mesajla,  top önce, ne yazık eşraf’lığa takılı kalmış burjuvaziye atıldığından,  İçişleri Bakanı’yla yaptığı görüşme sonrası TUSİAD Başkanının  “Kürt” kelimesini kullanmamasından da anlamalıydınız, sandığınızın olmayacağını.

Pek hoş da, 25 yıldır, her akşam, bıkmadan tabutları, ağlayanları “… dağında operasyon …” jeneriğini, hafif müzik çalınıyor edasında izleyen herkesin etli, ….,  zeytinyağlı yemeklerini de yiyebildiği çürümüşlükten peydahlanan ölümün, her şeyin sonu olduğuna dair ipuçlarını, kutsal mertebe “şehit”lik,  “… ölmez”likle kapattıran “bu kudretlilerin” kendileri, ey ölüm, seninle karşılaşsalardı, bu soğuk duruşlarını yine de koruyabilecekler miydi ?

Öyle olamayacağını, kendinizden bilirsiniz. Daha çok yolum var rahatlığında, kimselere, WELLES' in Ben gençliğin ne olduğunu biliyorum ama sen, yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun” şarkısını mırıldanmadan, tansiyon, kolesterol, ….., menopoz, kemik  erimesine yakalanmadan, göçüp gitme kararlılığında, her şeyi, anında, tepe taklak eden  “kansersin”ni ilk duyduğunuzdaki asla çözemediğiniz, çözemedikçe  paniklediğiniz  korku  var ya işte o korku, bazen “bu kadar yaşamak yeter”le ti’ye aldığınız ölümle karşılaşmanın korkusudur.

O korkunun etkisinde anneniz, …., dostlarınız, bedeniniz  başkasına ait, üzerinizde de kahkahalarını işittiklerinizin hayatlarını “bu kadar harika kılan şey nedir” in açıklamasını isteyecek tuhaflık, cerrahın  “Ucunda ışık gözükmeyen bir tünelin içindesiniz.Tümörlerden biri çok büyük. Küçülmeli. Hemen kemoterapi. Sonra ameliyat, göğsünüz kesinlikle  alınacak” lı sözleriyle saçılmış durumda,  şu  kadın  ne kadar da güzelmiş.

Beter sıcakta, şimdi bu rüzgar, sırf onun elbisesinden süzüleyim diye mi esmekte?  SCHOPENHAUER’un “Aşkın Metafiziği”ni haklı çıkaran, kadınla tezat,  kısa boylu bir erkek sallıyor kız çocuğunu. Salıncaktan iniyor çocuk, koşuyor. Boyu yetmediğinden incecik  kolları  bacaklarını sarıyor kadının. Kucağına alıyor kadın, çocuğun dalgalanan saçlarıyla  kaplanıyor göğsü.

Yüzünden sağlık akan şu kadının yerinde, olsa “hiçte fena olmaz” diyeceğiniz  bahçesinde ebruli, hanımeliaçan bir evde, yeryüzünde her şeyin silindiği öyle bir anda, derinizde küçücük kollarının sıcaklığı,  burnunuzda  saçlardaki  elma kokusu,  öööle kalmayı istersiniz. Öyle kalmayı.

Garip şey  ölümün yanı başınıza oturması. Beyniniz, itirafını geciktirdiğiniz ya da  hara güre arasında fırsatını bulamadığınız, huylarınızdan birine, bir kaçına sahip olacağından sizi, kendinde  devam ettirecek  bir çocuğum olsaydı”, “keşke” li, “eğer” li  bunu, şunu yapsaydım” lı ne çok düşünceyi şekillendiriyor.

Üstüne “Unutulmamalıyım” dürtüsünü de ayaklandırıp insanlara romanlar yazdıran, resimler çizdiren, şarkılar besteleten “hiçbirini yapamadıysan,  çocuk dünyaya getirip, ardında iz olsun diye  genlerini bırakmalıydın”ı   tetikleten  demek senin varlığınmış ey ölüm !

Siyah, beyaz fotoğrafınızın asıldığı duvara, gözleri kırk yılda bir olsa  da kaydığında “annem“in hüznüyle, gözyaşlarının aktığını eline düşen bir damlacıkla fark edecek, resimlerinizi gösterdiği  çocuğuna “… anneannen ..”le  sizi anlatacak bir çocuğun varlığı,  iş işten geçtiğinden midir, hiç bu kadar önemli ve de elzem olmamıştır.

Yalnız o çocuk erkekse, askere gönderdiğinizde sırf  savaşa destek artsın diye erlerini “şehit” eden mayınları döşeyecek,  “pimi çekilmiş bomba” cezası verecek acımasızlıktaki ultra medeni komutanlarla,  ideolojisinin dağlarda kol gezdiğini unutup  “… dağa mı çıkalım ” söylevli  ultra zeki siyasetçilerin,  bilerek uzattıklarısavaşa da göndereceğinizden, ölmesinden, bir şeyden daha, başka bir annenin çocuğunu öldürmesinden de korkacaktınız.

Evladınızın ölümü, birini öldürmesi olasılığı bile sizi perişan ederken, bu topraklarda ölüme, hiçbir yerde olmadığı  kadar  hüküm sürdürtense; çocuklarını savaşa elleriyle kınalayarak yolladığında “anneliğine” de  ihanet eden,  dudaklarından da “…. şehitlik mertebesine ulaşsa yani ölse  ……. “  dökülenlerle,   “Benim oğlum öldü. Sorumluları da savaşa neden saydıkları sorunları çözmeyenlerdir” diyemeyenleri, iç savaşın devamının aparatı kullanan “bu kudretlileri” baş tacı yapan  koca bir  topluluktur.

Bir yanda malum herkes asker doğduğundan,  asker olduğu için savaş tam tamlarını çalan  koca  bir topluluğun ürkütücülüğü, diğer yanda karşı taraf belletilen gençlerin  annelerini “benimle nasıl bir olur”la hor görerek kadınlığın içgüdüselli “anneliği” de tekeline alan  akıl dışılığın normal kabullenilmesinin dehşeti. Gözlerinizse, daha kıymetli hiç bir şeyleri olamayacağından, evlatlarını yaşatacak fedakarlıkları  filmlere, romanlara, dizilere konu olmuş  anneleri arayacaktır.

Tüm savaşların en başından mağlupları, yapmanız gereken “uygarlığın erdemi barış”ın bayraktarlığını yapmadığınızdan, ölen,  ölecek evlatlarınızın yokluğunun  farkında bile olmayacak, hiçbir savaş da sonsuza dek süremeyeceğinden bir gün, mutlaka “barış”ın tahakkümüne girecek dünyada, işte o gün, elinizde kalmış  “Oğlum, kızım ne için, kim için savaştın, adadın, adattırıldı  hayatın” sorusu, içinizde de “biriktirdiğiniz yağmurların” tortusu, yanın yanabildiğiniz kadar.
   
Ne yapmış, ne için didinmiş, neyle payelendirilmiş  olursan ol, bedenleri yok eden ölümden yaratılmış kederli geçmişi, geleceğe  sürüklemekten yorulan  tanıkları yok edilemeyen” hayatta, aslında bir çok şey için neden de azdır değil mi ciğerparem. Veya bunlar sadece benim için böyledir. Sen ne dersin Alperen abi, Asena abla ?