13 Şubat 2014 Perşembe

Aşkmış


Usta eli bir dokunuş, muhteşem bir bitiriş; Dava düşmüştür sayın yargıç. Hem de; Başbakanın, Aziz Yıldırım’ın yargının kararlarını; yargının hükümeti, emniyeti; emniyetin yargıyı tanımadığı devletin, Ali İsmail Korkmaz’ın yanı başına.
Yanı başına düşmüş hukuka, katillerine, annesinin kucağında siyah çerçeveli bir fotoğraftan bakan Ali İsmail’in gözlerindeki insanın içini ısıtan sıcaklık, keşke,  mahkemedeki hengâmeyi aşıp ta sarabilseydi herkesi. Saniyeliğine de sustursaydı herkesi. Sussaydı herkes.

Hani nerde,  nerde diye aranıyordu ya  alın işte  “ Kürt sorunu” dedirten; yol karla kaplı olduğundan, hastaneye gidemediğinden ölen 18 aylık Muharremin cesedinin baba sırtında bir çuvalda taşıdığı Türkiye’de, yolsuzluk iddiasıyla tutuklu eşine “çocuğunun incinmesini “ istemediği için ağlayan Ebru Gündeşi alkışlayanlar da, sussaydı.

Herkesin müptelası olduğu devamlı bir konuşma, başkasını suçlama, bağrış çağrış, kavga döğüş, kasetler, tapeler arasında bir kez, bir kez olsun sussaydı herkes. Belki o zaman,   o suskunlukta herkes;  her mütedeyyin, her Kemalist, her milliyetçi, ulusalcı, her sosyalist, her Türk, her Kürt; evladının cesedini koyduğu çuvalı 16 km taşıyan o babanın sırtındaki payını, katkısını da görebilecekti.

Ama yok, yok,  din alimi hocaefendinin dahi beddua okuduğu bu diyarda;  içimizde yılların birikmiş öfkesi, öğretilmiş nefretler; gözümüzün önünde öldürülse, paramparça edilse karşıtımız, hoşlanmadığımız dinmeyecek kadar, hayata sevgiyle tutunulacağını görmeyecek kadar büyüktür.

 Yalansa da onların yalanıdır; bilim insanları diyorlar ki hiç bir şey nedensiz değildir. Hemen hemen her şeyin; yaşanan sorunların, bunalımların, hoyratlığın en dip nedeni sevgi eksikliğidir. Sabah akşam vicdan, ahlak, onur, adalet gibi anlamı boşaltılarak ağızlara sakız edilmiş “seni seviyorum“ da ki sevgiyse,  ayağa düşürülmesine rağmen o dip nedeni çözüp,  insanı huzura kavuşturacak tek şeymiş.

Çoğu insanda,  kendinden esirgenenin, olmayanın eksikliğini hissetmediğinden; sevgiye, sevilmeye ne kadar muhtaç olunduğunun farkında değildir. Zira onlar; sayıları bugünde 182 bin, dünde; 1930, 1950, 1960, 70’lerde milyonu bulan çocuk gelinlerin, görücü usulüyle evlendirilip, evlendikten sonra birbirlerini sevmeleri beklenmiş ebeveynlerin çocuklarıdır.

Onlar,  varlığı 4,5,6 çocuk arasında kaynayıp gitmiş sevgisiz, aşksız evlerin; babalarının ekmek, annelerinin istemeden doğurduğu çocuklarının,  süpürgenin, çamaşırın,  “ne bulup ta yedirsem”in peşinde koştuğu, bedbaht çocuklarıdır. Yanlarında babanın dövdüğü annenin her gün  “Allah canımı alsa da kurtulsam, bıktım” yakınmasıyla ömür tükettiği o evlerde; avuçların cetvelle, ince sopayla  kızartıldığı okullarda; ergen gururu subay tekmesi,  küfürüyle kırılmış kışlalarda;  farklılığı “ Kürtmüş”, “Aleviymiş”,…, …,  “Gavurmuş”la  horlanmış bu  ülkede;  insanların çocukluklarında, ergenliklerinde yaşadığı, karşılaştığı  şeyler ruhlarında öyle derin yaralar açmıştır ki,  iyileşmesi neredeyse imkansızdır.

Belki dursun orada o yara, hatırlatsın hep kendini istendiğinden, belki alışıldığından bedbahtlığa; kapandı denilen bir anda, insanın kendisi ya da biri kanatır yarasını; iyileştirecek tek şeyi sevgiyi de iteleyerek.

Ne gördük,  ne öğrendikse;  onu bilir, onu yaparız bir tanesi. Şayet  insan  sevilse, sevse; sevdiğini perişan eden, acıtan  bir  şeyin kendisini de nasıl yıktığını, acıttığını; birini öldürdün mü yalnızca onu değil  sevenlerini de öldürdüğünü bileceğinden; fırıncı İ.K’nın yaptığını yapıp sokakta  kıstırdığı Ali İsmail’e öldüresiye vurmayacaktı. “Ya Allah,  bismillah”la Madımak otelini kuşatanlar gibi de insanların canlı canlı yakılmasını seyredemeyecekti. Belki sevilseydi İzmit’teki o anne de  2 aylık bebeğini 9 gün evde tek başına bırakarak ölüme terk edemezdi.

Onun içinde sevgililer günü bu merhametsiz, sevgisiz topraklarda; sevgili kimse ona mücevher, hediye almak,  yemeğe çıkarmak yasayla zorunlu kılınmışçasına; haftalar öncesinden başlayan  “#aşkınışıltısına”  reklamları,  ana haberlere taşınan; çiçek, olmazsa olmaz pırlanta, hediyelik eşya fiyatları, fuarları;  özel hazırlık yapmış restoranlar,  cafeler;  “aşk gibi tatlı” tarifleriyle tüketime kurban edilecek bir gün değildir.

Sosyal medyada dolanacak “1000 sene önce bir papazı kestiler diye niye ben sana dandik şiirler yazıyorum be güzelim. Yazık değil mi bana….o şiiri okuyan sana “ geyikli  bi dünya mesajla; kalp şekilli kırmızı yastıklar, kırmızı kutular,  kırmızı donlarla; kırmızıdan soğutacak kadar kırmızıyla ucuzlatılacak;  anladık,  sevgililer günü diye bas bas bağırtılacak bir gün de değildir.

 Her şey bir yana,  bir de insanı delirten sevgiliyle o gün yaşananı merak edenlerin  haydi, anlatsana “ne oldu”  ısrarıdır. Aşkısı, sakinleş, tamam, bak anlatıyorum; masada beyaz gül, anlamı vardır da Allahtan ben bilmiyorum. “Şimdiye kadar kimse…” hep  “şimdiye kadar”la başlamazlar mı? “…..kalbim çarpıyor… göz….”  “Hayır, sakın söyleme” diyecekken, söyledi;  “gözlerin”.  Yine,  haklı çıkardı 1818’de “güzel gözlere ve alınlara verilen önemi de unutmamak lazım”ı  yazan Schopenhaue’ru.

 “Dalgınım, soruyorlar, aşık mısın abi?”yle devam ederken aklımdan ” yarın giyineceğim pantolonu inşallah terziden almışlardır. Yine paçaların birini uzun diğerini kısa yapmışsa,  mesleğini doğru düzgün yapanı, ara ki bulasın” geçiyor, kremsiz ellerime bakıyorum. Hangi akıllı manikürü başımıza bela etti, kesinlikle aristokrat,  vakti  bol biridir; ellerine bakarken tırnak etrafındaki fazla etleri görüp de kesilmesini mi düşledi. Kolay iş de değil; makası, törpüsü bir sürü ıvır zıvırı bulmak.

İlan-ı aşkı karşısında bende bir şey söylemeliyim “menemene soğan konur mu?”  İnan, teklemedi  “galiba, annem koymuyor”. Lafı  “…, gülme,  önemli sorunlardan  biridir  menemene soğan mevzusu …” çevirme telaşımda çalan, kurtarıcı, cep telefonu.

Ne aşık olmaya, ne uzun boylu tahliller yapmaya mecalim yokken, görsen o nasıl da coşkuluydu. Seviyor ya da sanıyordu. Bütün suç; bir kadeh şarapta “aşk, karşılıklı bir yanlış anlama” demiş Oscar Wilde’da,  Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziğindeydi. O, bunu bilmeden gidecek …  gidecek…. ve başkasını sevecekti.

Cool, ruhumuzu en iyi anladığı söylenen Ahmet Altan hayranıydı da. Onca söze ne gerek, bana  “kanmadım aynalara sana kandığım kadar ….“ yeterdi.  Böyle mısralar yazdıran sevdalar kiminledir, nerededir de….  Aragon işte,  Elsa’yasana büyük bir sır söyleyeceğim; zaman sensin” yazmış, üstüne de  “Mutlu aşk yoktur”u. 1943’de Nazi işgalinde, savaşta; mutlu bir aşk, olamazdı zaten.

   Haksız mı Aragon; binlerce gencin yittiği 30 yıl sürmüş iç savaşın geride bıraktığı örselenmiş belki de ölmüş binlerce kalple dolu bir yerde; gel de aşık ol. Cesetlerin katır sırtında, çuvalda taşındığı; 40 günlük Ayaz bebeğin penceresi naylon kaplı bir evde donduğu; ekmek almaya giderken Berkin Elvan’nın gaz bombasıyla başından vurulduğu,  sırf bir protestoya katıldı diye Ethem’in, Medeni’nin, …, …,   hayatlarından olduğu, sahte kanser ilaçlarının  piyasaya sürüldüğü, rüşvetin, yolsuzluğun, tacizin, yalanın  tavan yaptığı bir yerde; gel de mutlu ol.

Oysa,  emek isteyen sevgi yenilenmektir. Ve her devrimcide uğruna açılmış illaki bir yara bırakmış devrim bile aşkla, sevgiyle gelecekti. İşte tam da bu yüzden  her şeye boş verip,   senede bir günde olsa, bırakın,  birisi  tutsun elinizden,  Gül teninde kara benim hey ..” li aşk şarkıları fısıldansın kulağınıza.

Acaba,  her şeye baştan başlamak için de önce birbirimiz sevmeyi mi “öğrenmeliyiz” le yazıya son noktayı koyacakken, Valentine’s Days haberlerini izleyen annenizin sesi; dersin ne var, ne olmuş. Altı,  üstü sevgililer günü. Elin oğluna gelinceye kadar; sevseydi, sevilseydik anne babamız severdi bizi. Aşkmış  mala mı, he, he aşkmış….aşk

Ne vardı, her şey masalardaymış gibi olsaydı.



Gülsen FEROĞLU

13.02.2014



5 Şubat 2014 Çarşamba

Dava düşmüştür sayın yargıç



Sahi nerede kalmıştık… ha, Orhan Pamuk da akıllı olsun. Niçin mi? Çünkü… Hrant Dink’i anma etkinliğinde polis, katilinin simgesi beyaz bereyi takabildiyse, Roboskide evler basıldıysa gece vakti, bombanın lime lime ettiği evladının bedeninden çalılara, taşlara konmuş parçaları elleriyle toplayan Ceylan Önkol’un, Ferhat Encü’nün annesi değil, onlar kazandı demektir be gülüm.
Onlar; …, …,   Dersim katliamını,  6/7 Eylül’ü planlayanlar, Kürdistanın dağlarını, taşlarını 30 yıl bombalatıp JİTEM’i kuranlar, Mecit Baskın, Faik Candan’nın katilleri,  mahkeme önü linç timi başkanları; Kemal Kerinçsizlerin, …, Veli Küçüklerin hükümranlığına susmuş medyanın Ertuğrul Özkökleri, beyaz Türkler kazandı, demektir. 
Ki onlar,  ilk defa,  her şeylerini servetlerini, statülerini borçlu oldukları sabıka kaydı kabarık ulus devletlerinin tuttukları bütün köşelerinden; dünyanın her yerinde hesap vermiş Gladio’ya, Özel harp dairesinin Ergenekonuna, darbecilere dokunulduğunda azıcık,  atıvermişlerdi kendilerini meydanlara.
Öyle bir yaygara, öyle bir figan koparmışlardı ki ”terörle mücadele etmiş anlı şanlı Paşalar” tutuklandı, yargılandı “Türkiye’nin en parlak ve eğitimli subayları” ceza aldı diye. Cumhuriyetten önce de sonra da kıblesini hep vesayetçisine göre ayarlamış;  Seyit Rıza’yı oğlu Resik Hüseyin’in asılışını seyrettirdikten sonra astırmış İstiklal mahkemelerini, Menderes’i,  Denizleri,  17 yaşındaki Erdal’ı asmış, “katile indirim, tecavüzcüye, tacizciye beraatı”, işkenceyi yaygınlaştırmış yargı karşısında “bu nasıl adalettir ”le dövündüğünde insanlar, savunmaları; “yargı bağımsızdır” akıllarının ucundan bile geçmemişti.
Onların,  askeri bürokratik vesayete tutunsun diye toplum; aydınların, ötekilerin öldürtülmesini, darbeleri,  linçleri izleyenlerin bu “öyle”li feryatlarına dayanamayan devlet tetikçilerinden Ayhan Çarkın “bunlar ne ki”yle kendini ihbar edivermişti.  Kısas da gecikmemiş, paralel devlet ithamlı KCK operasyonlarıyla on binlerce Kürt tutuklanmıştı.
Bütün  bu olumsuzluklara rağmen ötekileri; birkaç neslin kararan hayatlarının,  ateş düşen evlerin, köylerin nedeni devletin gayri nizamiliğine Ergenekon davasıyla ilişilince “nihayet demokrasi” umudu sarmıştı, yalancı baharı bilmediğinden aldanıp çiçek açan ağaç misali.
 Amma velakin, meğer Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Şike,…, …, davaları; utanılacak bir şeymişçesine bir tanesinin de açık açık  “hizmet harekâtındanım”  demediği Ahmet Şık deyimiyle "Hayalet gibiler. Hem her yerde hem hiçbir yerdeler"  konseptli cemaatçilerin paralel işlerindenmiş.
 Hani ÖSS,  KPSS, TUS, görevde yükselme sınav sorularını çalarak hak gasp eden, devlette “boşuna mı o yerde, Fetullahçı” imasıyla kadrolaşan,  Galatasarayı bile şampiyon yaptığı söylenen cemaat  var ya, onlardanmış, yargıdakiler.
Hoş, demokratik  ülkelerde  suçta değilmiş; görevinin ifasında evrensel hukuk ilkeleri, vicdan yerine tuttukları cemaat, örgüt, parti kime karşı ne tür bir pozisyon aldıysa o pozisyona geçmemek şartıyla, yargı mensuplarının da bir cemaatin, partinin, örgütün yandaşı, destekleyeni olması ya gene de bu ola bilemezmiş, Türkiye’de.
Rabbime binlerce şükür! François de la Rochefoucauld’ın “Nehirler denizde kayboldukları gibi, erdemler de çıkarda kaybolurlar”ı sayesinde yapılan 17 Aralık yolsuzluk operasyonu   “Kimdir bu Fettullahçılar”ı ete kemiğe büründürüp, hayaletliklerini de sonlandırıverdi. Yetmedi, “devletle çatışarak bir yere varılamaz” Makyavelist anlayışlı,  merkez üssü  USA’nın Pensilvanya’sındaki cemaattin lideri hocaefendinin de;  din aliminden çok bir şirketin yönetim kurulu başkanlığını da açığa çıkıverdi.
Cemaattekiler de dahil özel, tüzel kişiler hakkındaki bilgileri sesli, görüntülü dosyalayıp gerekliliğine inandığı anda şantajlayan cemaattin korkusundan insanların   neredeyse seks yapamadığı Türkiye’de; beyaz takkesi, gözlerinin altında ağlamaktan aşağıya doğru sarkmış torba şişlikleriyle “Bir büyük zat …….  bir yerde bir tane alüfte (hayat kadını) ile buluşmaya gidiyor ….. Türkiye’de onu tanıyan bir arkadaşa telefon ettim. ….. oraya gitmesin katiyen…….,” itiraflı  hocaefendinin kulaklarının derinliğiyse  CIA’ye, MOSSAD’a  şapka çıkartacak cinstendir.
Sitcom tadındaki bamteli sohbetlerinde genellikle birbirinden  kopuk  Arapça, Türkçe kelimelerle  “….  bugün eşya ve hâdiseleri didik didik eden pek çok kimse mutlak hakikat olan Allah’a ulaşma yolunda, buna karşılık pozitivizm ve rasyonalizmin getirmiş olduğu inkâr-ı ulûhiyet; anlayışı da…..”  konuşurken birden başını mazlumca yana eğerek susan, 15,20 saniye bekledikten sonra titrek  sesi ve elleriyle hıçkırıklara boğularak final yapan hocaefendi,  adeta bir showman edasındadır.
Birkaç kelimeyle anlatılacak, açıklanacak bir mevzuyu dolandırarak bir paragraflık tirada dönüştürdüğünden lügata, belletmen abilerin tercümesine ihtiyaç duydurduğu Showlarınıysa, Risale-i nur alıntılı hikâyeler, benzetmelerle süsleyecektir.
 “Allahı sevdiriniz ki sizi sevsin”li Allah korkusuyla müritlerini hizalamış,  " Evren Paşa … seçmeli din derslerini mecburi  yapmakla…...  cennete gidebilir "le askere selam çakmayı da atlamamış hocaefendinin;  hak yolunda niye Banka, okul, dershane, TV kurarak ticarete atıldığı, ayrı bir muammadır.  “Himmet”, “humus” adı altında kazancının belli bir kısmına el koyulan,  cemaat gazete, dergilerine zorla abone yapılan müritlerin finansman ettiği 90’na yakın ülkede 500 den fazla okulla, 100 milyar dolara hükmettiği iddia edilen cemaat,  ekonominin önemli bir figürdür.
Pek tabii bir müteşebbis olarak hocaefendi de Kar uğruna “10 büyük işadamından 300 milyon TL kadar mevduatın Bank Asya’ya getirilmesi” vari akçeli işlere dalacak, kendini Mustafa Koç’a, Ali Sabancı’ya yatırımla ilgili fikirler verirken bulacaktır. Türkiye’yi alt üst eden   güce sahipliğini 17 Aralık’ta aşikar etmiş cemaat,  aynı zamanda, yerel seçimde BDP dışındaki partilerle işbirliği yapacağı kesin siyasi bir parti konumundadır.
17 Aralık sonrası yarattığı gizemi   …evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın …” bedduasıyla yerle bir eden hocaefendinin hışmıyla tir tir titrettiği bu topraklar;   “Nefsini bil ya hû! edeb, edeb, edeb yâ hû!” bir lokma, bir hırkayla hak, hakikat yoluna mecnun, nice çilelere,  nice yoksunluklara katlanan Hacı Bektaşi Veli (1209-1271),  Pir Sultan Abdal (16.yüzyıl) , Yunus Emre’yi de görmüş topraklardır.
 “Bu nasıl bir din adamı, Allah kimseye böyle düşman vermesin” dedirten hışmından;  “Biçare hakikatlar kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur” demiş (1878-1960)  Said-i Nursî’nin,   “O dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme” demiş Mevlana’nın (1491-1574)   mütevaziliğini,  Dalai Lama’nın  “Ne tapınak, ne de karmaşık felsefeler. Beynimiz ve kalbimiz tapınağımız, şefkatimiz ise felsefemizdir”   bilgeliğini beklemek ….????  nafile bir bekleyiştir.
Hep olduğu üzere, 17 Aralık operasyonuyla ayyuka çıkan birbirinin tekrarı, ardılı cemaatle,  AKP arasındaki uluslararası kavganın kazananı da  “bırak yesin, bitirsinler birbirlerini” dualarını ateşlemiş Kemalistler, ulusalcılar, vesayet sevdalılarıdır; onlardır.
 Bir yandan “Orduya kumpas kuruldu” noktasına getirdikleri hükümete; darbecileri, faili meçhullerin faillerini, şikecileri, hırsızları, rüşvetçileri toptan beraat ettirtecek ayarlamaları yaptırırken,  beri yandan da “gitsin de nasıl giderse gitsin” nefretiyle 11 yıllık koalisyon ortakları AKP’yi yok edecek materyalleri biriktirmiş, tuzakçı cemaatin peşinde bir taşla on bin kuşu vurma telaşındadırlar.
Velhasıl ulus devletin tek tipçiliği yüzünden katmerleşmiş cemaatler, vesayet, biat, demokrasiyle, özgürlükle bir arada yaşarmış gibi hocaefendiyi demokrasi havarisi gösterenler  “Ne mutlu Türküm diyene” den,  “Ne mutlu Fethullah’çıyım diyene”  bayağı bir aşama kaydetmişler değil mi? Filmin sonu mu? Ayrıntılar gelecek…
 17 Aralık operasyonunda delil diye sıkı sıkı sarınılan, yayınlanan kasetleri, tapeleri Ergenekon türü davalar söz konusu olunca medyalarıyla birlikte düzmece sayanların /  saymayanların cemaatlerine toz kondurmadığı Türkiye’de,  insanlar vesayetten, yüzleşememekten niye yakınsınlar ki.
Anlayacağın,  Bavaê mı,  vesayette de zaten ölmüyor,  ölmeyecekte daha da ceberrut bir şekilde yeniliyor kendini, sanki. Ellerde oyuncak olmuş bir hukuk. Usta eli bir dokunuş, muhteşem bir bitiriş; Dava düşmüştür sayın yargıç. Hem de; Başbakanın, Aziz Yıldırım’ın yargının kararlarını; yargının hükümeti, emniyeti; emniyetin yargıyı tanımadığı devletin, Ali İsmail Korkmaz’ın yanı başına.
 

Gülsen FEROĞLU

05.02.2014