Öldürülen
her sivil, her asker, her polis, her gerillayla Cibranlı Halit’in
deyimiyle “kendi boğazımızı kesecek
kılıcı” bilediğimizin farkındasızlığında; tekrar tekrar hançerlenen sol yanım
Ankara’m, Amedim; canın yanar diye sakın korkma! Canını daha fazla nasıl
yakacaklar ki...
Hem
birayê min; son kullanma tarihi bittiği halde elden çıkarılmayan savaşta, kimin
kirlenmemiş temiz bir sayfası kaldı ki. Zalim bir kaybedişten başka bir şey
olmayacak savaşta, bombalarla, patlatılan EYP’lerle lime lime
edilen bedenler karşısında sanki hep aynıdır yaşananlar...hep aynıydı
hayat...hep aynıydı zaman...
Belki
de savaşın lanetlediği bu topraklarda; devletin koridorlarından, Plazaların,
Towersların tepelerinden ofisleri, sokakları, okulları, kışlaları, evleri, Meclisi
sarmalayan küfürlü, ırkçı sözleri
duymadan, katliamlar, acılar
görmeden ömür sona
ermediğindendir; hayatın, zamanın hep aynı yerde takılı kaldığı hissi.
Hep
katliam, hep ölüm, hep kavga, hep gürültü, hep nefret; vazgeçtik sevgiden
naiflikten azıcık nezakete, hoşgörüye hasret yaşam alanları içinde kendinizi II.Dünya savaşını anlatan
filmlerdeki yıkık şehirlerde, nazi
kampında; başınızda da bağıran, çağıran
kişilikleri, aidiyetleri, yaşam tarzlarını aşağılayan onlarca SS subayı var
sanmanızın da nedenidir.
Türkiyelileri
dünde bırakan, yarını geciktiren hayatla bu denli iç içe geçmiş faşist
tavırlara, ifadelere muhataplık da; padişahın kullarıyken Cumhuriyetin de
kurucuları olmuş Osmanlı ittihatçılarının, paşalarının egemenlikleri
için gerekliliğini şart görüp “emr-i ferman padişahımındır”ı “paşam, şefim,
beyim emret”e ikameleriyle, kılına
dokunmadıkları biat kültüründendir, sanki.
Faşizmin
yol arkadaşı biatın tek ihtiyacı da; bulunulan
mekâna, konuma göre değişen; ulus
devletin bütün kurumlarında, partilerde, örgütlerde, STK’larda, sendikalarda,
ailede bazen; paşa, reis, şef, başkan,
önder bazen; general, öğretmen, imam,
yazar, sanatçı bazen; patron, dede,
baba, ağabey, koca tanımlı illaki de
erkek olacak bir Fuhrerdir.
“Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği, yoktan
var ediyordu Tanrı gibi her şeyi” meziyetler bahşedilerek; yaşanmamış
kahramanlıklarla mitleştirilen, devletin, partinin, örgütün, sendikanın,
ailenin, kişinin bekasını, selametini
ondan daha çok düşünen kimsenin bulunmadığı aşılanan, her yaptığı,
yapacağı da “bildiği vardır”la onaylattırılan Fuhrerler;
hayatların üzerindeki alıcı kuşlardır.
Kendisinden
her anlamda büyük, akıllı, seçilmiş
olduğuna inandırıldığı bir sözü, hareketiyle peşinden gidilen Fuhrer sayesinde bireyler hiç itirazsız; düşman
yaratan ötekileştirmeye, ölebileceğini bile bile savaşmaya, yeteneksizliğine
rağmen yandaşın makam, mevki, servet sahibi yapılmasına, devletin olanaklarının
peşkeş çekilmesine, “namaz kılmayanın hayvanlığına” varıncaya kadar onlarca
akıl almaz iddialara, çarpıklığa, adaletsizliğe razı olurlar.
Böylece
“şunu yücelt”, “bunun tez kellesini vur” komutuna riayeti istenerek yaratıcılığı,
gelişmesi de sabitlenen birbirinin
kopyası bireyler “ekmeğini yediğin; ülkeye,
kaba, patrona, kocaya bu yapılır
mı” tepkisiyle hak arayanı, ötekini suçlayacak
hale getirilirler.
İşte
bu alıcı kuşların emrinde “ben bilmem başımdaki bilir” modunda yaşamdı
yıllarca; Avrupa’da birine söylense “faşist dikta rejiminde yaşıyorsunuz”
denilecek her sabah “varlığım Türk varlığına armağan olsun“lu andın küçücük
çocuklara okutulmasının, Kemalettin Kamu ’nun
“....burada erdi Musa, burada uçtu İsa, Kabe Arab’ın olsun, Çankaya bize
yeter” şiirinin kendini demokrat, solcu
zanneden hatırı sayılır bir kitle tarafından da medeniyet, özgürlük sayılması.
Şimdilerde Köşk, Paşam yerini Saraya, Reise
bıraktı; İsviçre’de, Londra’da,
Harvard’da master yapmış koca koca erkekler, kadınlar AKP kongresinde
kendilerini gülünç duruma düşürerek
Erdoğanın mesajını ayakta dinlediler ya başta medyanın kadrolu trolleri, çoğu
insan döktürdü de döktürdü “ ayyy bu
yüzyılda biat...ııggg....”
Elbette
biatçı bu toprağın ürünü Tayyip Erdoğan’nı faşizm etiketli Kemalist ideolojinin büyük başarısı
olduğundan soyutlayıp, kendilerini de özgür birey varsayarak.
İyi, güzel
de gençlerin kıyma makinesinden geçirildiğine biatçı olmasan inanmayacak sen;
özgür bireyim! başbakanın, üç fidanın, 17’sinde Erdal Eren’nin asılmasını;
hakimlerin, savcıların, köşe yazarlarının, gazetelerin manşetini attırtan
generalleri ayakta karşıladıkları brifingleri; dün Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’da
“Müslüman
Türkiye”
sloganlarıyla tekbir getirerek masum
insanları öldürenleri; bugün de Roboski’yi, Gezi’deki devlet terörünü, Tavşanlıda, Fethiye’de Kürtlere linçi alkışlarken neydin sen?
Bankaların içini boşaltan patronlara ait 200 milyar dolar görev zararını öder,
bir gecede servetin el değiştirildiği darbelerde işkencehaneler kurulurken
neydin sen?
Peki
ya 1915’te Ermenilerin tehcirini; Mustafa Kemal’in 1920’de Türkiye
Komünist Fıkrasını, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fıkrasını, 1933’de kadro
dergisini kurdurtup, kapattırmasını; Ali Şükrü beyin tetikçi topal Osman’a
öldürtülmesini; Seyit
Rıza’yı onlarca muhalifi asan İstiklal mahkemelerini, Koçgiri, Ağrı, Dersim katliamlarını,
6/7 Eylül’de gayri Müslimlerin mallarını yağmalayanları onaylayan dedelerin,
babaların neydi senin?
Geçmişte ve
bugün, kapanmaz yaralar açan katliamlar
yaşanırken atan, deden, baban şimdi de sen biatçı, faşist değil miydin? Bu durumda
seni
düşman, biatçı bellediğinden ayırıp ta
doğru, haklı kılan nedir? Ve kalmış mıdır?
Ülkede
süregiden sapla samanın karıştığı öylesine bir karmaşadır ki; bombalı saldırılarda ölen, ölecek
vatandaşlarının can güvenliğini
sağlayamadığı halde bir tekinin dahi
siyasi sorumluğu üstelenip istifa etmediği AKP iktidarının bakanları;
“Anayasa mahkemesine dokunulmazlık başvurusu için imza verecek vekili partiden
atarım” tehditli ana muhalefet; parti başkanlarının dayattığı adını bilmediği vekili kendini temsil etsin
diye seçen seçmen; aynı kusura sahipliklerini görmezden gelerek biaatçılığı,
her kötülüğü, olumsuzluğu başkasına, karşıtına yakıştırır.
Biatı
normalleştiren sisteme, kurumlara karşı çıkışın önü de; konjonktürel duruma
göre “o mu; devlet düşmanı, kanı bozuk,
bölücü, komünist, terörist, şeriatçı, “IŞİD”ci, asi, işe yaramaz, namussuz,
fahişe” yaftalı korkutma, susturma, linç,
hapisle tıkanır.
Sen
de Hevalım! ”Kürt gençlerini ölüme
sürükleyen hendekler, barikatlar niye kazdırıldı” sorusunu sormayı ertelediğin
müddetçe, sende; yok edici biat çemberinde hikayeni kendin
tamamlayamayacaksındır.
Belki
ne geçmiş, ne de bugünle can acıtan, kanatan biçimde yüzleşilemediğinden sırf
bu sebepten dinmek bilmiyor
gözyaşları, savaş. Dinmek bilmiyor koca dünyada bir başınalığı Türkiyenin.
Yeni
bir görünümde geçmişin aynı hatalarını yaşamaktan, aynı sözleri duymaktan bitap
hayatların kabusu o alıcı kuşlar keşke hiç uğramasaydı buralara. Ahhhh senle
benim derdim de; yaşanmışlıklarıyla virane
Cizre, Yüksekova, Nusaybin
sokaklarını , polisin, askerin, gerillanın birbirlerini öldürdüklerini görmekten başka bir şey olsaydı. Başım göğsünde “You are what you do- sen yaptıkların
kadarsın” şarkısı çalarken, kahkahalarla
anlatsaydın serçe parmağına bağladığın uçurtmanı nasıl kaçırdığını.
Yaşama
dair azıcık bir sıradanlığın bile çok görüldüğü bu memlekette; kurban katiliyle
birlikte cinayetin izlerini ortadan kaldırdığının ayrımında bile
değilken; ne zaman büyüdün, ne zaman elimi tutmayı bıraktın onu bile
bilmiyorum.
Sesimizi
duyan var mı? Öldürülüyoruz...
14.06.2016
Gülsen FEROĞLU