28 Kasım 2010 Pazar

Kılavuzun gereği yok

Her Kasım; yağmaya görsün, dinmeden ard arda  iki, üç gün yağan  yağmurları  getiren rüzgarla   kurumuş yapraklar ağaçlardan aşağıya süzülürken, tüm şuhluğuyla ortalıkta salınan hayat da öyle bir sevda,  öyle bir ayrılık,  öyle de bir ölüm kokar ki  ıslak kızıl, sarı yollarda sebepsiz akar  yaşlar  yanaklardan.

Gözleri buğulu her sevgili gibi içinizden  her şey  ama yaşanan her şey; bir bürokrat gibi uymak zorunda olmadığı  kurallar  koyup sonra da o kurallara uyulup uyulmadığını durmadan kontrol eden,  uyanı  cennetiyle ödüllendiren, uymayanı  cehenneminde yakan  yapımcı Tanrı, eğer kendisine iman için, kendisine  muhtaç “kul”u ( belki  böylesi  çokta iyi olacaktı)  yaratmasaydı  yaşanmayacaktı dersiniz.

Her yaratanın yaptığını yapıp, yarattığının başına getirmedik bir şey bırakmadığı o günden bu yana,  dünya tarihi de bir nevi Tanrının yeryüzünde temsilciliğine soyunup biat isteyene, biat edenin; feodal beylere, Krallara, Padişahlara  karşı kölelerin, tebaanın;  burjuvaziye karşı işçilerin, diktatörlere karşı  ezilenlerin  verdiği kavganın toplamıdır. 

Hani bu biat isteyenlerden mülkü Osmanlı’yı dilediğince yöneten Padişahların, saraylarda zevk-ü sefa içinde yaşayıp, çarık, sarık, çarşaf  giyen fakir kullarına eziyet ettiklerini,  Cumhuriyet kurulunca o kötü günlerin geride kaldığını üstüne basa basa anlatırlardı ya öğretmenler “hayat bilgisi”, “tarih” derslerinde, bizlerde sahiden  inanırdık  halkın kulluktan kurtulduğuna, halk fakirken kimsenin köşklerde, saraylarda yaşamayacağına.

Bilmezdik, ebeveynlerimizin de katıldığı, katkı sunduğu o kör ebe oyununda; bilinmesi istenenin tarih diye yazıldığını. İnsanların en özel, en kişisel alanlarına  varıncaya değin her şey üzerinde tahakküm kuran; kanunlarla, yönetmeliklerle yapılacak okulun, hükümet konağının şeklini, giyinilecek giysiyi, konuşulacak dili, sahip olunacak etnik kökeni, mezhebi,  belirleyen HEGEL’in  “Tanrının yeryüzünden geçmesidir”le tanımladığı  devlete biat ettirildiğimizi.

Bilmezdik, sosyolojik bir gerçeği; insanın  yapabildiği en iyi şeyi kulluğu yapmadığında kendini değersiz, kimliksiz hissedeceğini bilen, devlet figürü ardında devleti yöneten; kendilerini de toplumun en kültürlüsü, “laik”i, çağdaşı sayanların varlıklarına, önemsenmeyen varlıklarımızın armağan edildiğini.

Bilmezdik, lezzetsiz bir yemeğe bir anda lezzet katacak bir sos gibi de kullandıkları 1789- 1794 Fransa’sında hüküm sürmüş ihtilal liderleri ROBESPİERRE, DANTON, SAİNT JUST’tan, 1,5 ayda 17000 bin kişiyi giyotine yollayan devrim mahkemelerinden etkilenmiş bu yöneticilerin, kulluğa alışkın bireyleri  birilerine de; devlete, bir ideolojiye, bir partiye, örgüte, lidere, subaya, ebeveyne, öğretmene, eşe  kolayca kul eylediklerini.

Toplumu bir  cemaati yönetircesine yönetenler;  neyi, kimi okuması, neyi dinlemesi, neyi beğenmesi, neyi yazması, nereden alışveriş etmesi, hangi diziyi, kanalı izlemesi gerektiği tebliğleriyle ayarlarıyla oynadıkları, cemaatin bir  parçası haline getirdikleri bireyin,  duygularına tenezzül  bile etmeyeceklerdir.

Zamanla cemaatin kılavuzluğundan, kendini dışlayarak her şeyi aralarında bölüşmelerinden, cemaatin efendilerini, efendiye yakınlarını  “Doğrusunu siz bilirsiniz efendim”lerle kutsamaktan usanan birey, ancak kendini yöneten egemen cemaati örnek alacak başka bir cemaatle varolacağına, erke ulaşacağına  inandığından, o başka cemaate omuz verecektir.

Ama hangi cemaati  seçerse seçsin hep başka bir şeyden vazgeçecek, neye bağlanırsa bağlansın diğerinden  uzaklaşacak, ne elde ederse etsin hep  bir şeyleri   kaybedecek birey,  kiminde ruhunu teslim eder cemaate, kiminde bedenini. Birilerini ilk kez  sahiplenir. İlk kez de birileri onu sahiplenir. Sıra da birileri  “bizdendir”,  diğerleri “onlardandır” vardır. Bizimkiler pürü aktır. Ama ya onlar,  öyle midir ?

(“Parmağında ki yüzüğe dikkat, gümüş. Bıyıkları da imam bıyığı. Şimdilerde cemaatten olmayacan da  müsteşarlığa, daire başkanlığına atanacan. Güldürme insanı. Hem, görmedin mi  dinden, imandan, haktan, hukuktan bahsedenler sınav sorularını çalıp  nasıl da dağıttılar  adamlarına. …., … ”

Onlardan önce o makamlara  hakkıyla gelindiğinden, sınavlar hakkıyla  kazanıldığından,  ilk defa böyle bir durumla karşılaşan insanlarda doğal olarak  hayretler içinde kalmışlardır.

Çoktan unutulmuştur en basitinden ülke tarihinin yarısından fazlasına damga vurmuş darbe dönemlerinde bir albayı tanıyor diye meclise seçilenler,  …., yönetim kurularına, …,  genel müdürlüklere atananlar, banka, şirket, gazete, TV sahibi olanlar.) 
Artık cemaatten olmak, olması  istenen şeylere başkaları sahip olduğunda hiç düşünmeden nedeni sanılan şey olacağından,  ne zaman bir  usulsüzlük, adam kayırmacılık, yolsuzluk ortaya çıksa, çıkarılsa kul olunmuş bir cemaattin yandaşı değilmişçesine  “onların”  kulluğu, cemaati topa tutulacaktır.

Onlarda haksızlığa uğradıklarına inanıp bizimkilere saldıracaktır. Cemaati yıpranınca,  biat eden de yıpranacağından bizimkiler bir açığını daha yakalayıp yeniden saldıracaklardır, onlara. Bu sataşmalar  “Efendim siz şunu yaptınız,  …....,  Daha neler asıl siz  bunu yaptınız…, …., ….”larla  sürüp  gidecektir. Sürekli  cevap yetiştirmeler, atışmalar sonunda hakarete,  küfüre varan sözler, konuşmalar, yazılar arasında “Kim bizden, kim değil” merakıyla izlenen bireyler de  fişlenecektir.

Bunca karmaşada Osmanlı’da yazılsa kellelerin havada uçuşacağı yüzde yüzken ta 17., 18. yüzyılda felsefecilerin “Tanrı öldü” pasajlı kitaplarına karşın, yaratılma sebebi; kulluğuna ait  “Niye yerine getireyim mantığıma ters  emirleri” veya  “Bu inanmayanlar da nereden çıktı, onları  yaratan da her şeye gücü yeten Tanrı  değil mi”yi akıldan geçirmek dahi nasıl günahkarlık, meczupluksa,  bireyin cemaatini  sorgulaması da öyledir.

Mensubu cemaat önünde bireyin  diz çöküşü, bu ülkede, öyle bir hal almıştır ki tek bir olay;  “köpeğinin dişlerini fırçalattığı Mehmetçiği” emir eri kullanan  paşa eşi,  onlarca  söze, yazıya, araştırmaya, veriye, gerek bırakmadan bireyin nasıl diz çöktürüldüğünün resmidir.

(Yıllardır vatan borcunu hizmetçilik yaparak, “donunu indirerek” ödeyen Mehmetçiğin bu mecburiyetlerinin sorgulanamadığı bir  yerde; vatandaşı Kürt işadamları için ölüm listesi hazırlatan başbakan, bakanlar,  Alevilere sakallı adamları saldırtan” JİTEM kurucusu, devlet televizyonun 24 saat yayın yaptığı Kürtçe’nin  “bilinmeyen bir dil” olarak mahkeme tutanağına kaydettirilmesi, sıradan vakalardır. )

Danıştay baskını,  rahip SANTORO,  DİNK cinayetlerinin  Cumhuriyet gazetesine, sinagoglara atılan bombaların bir anda ülkeyi nasıl karıştırdığını görmek istemeyenlerin, failli meçhulleri, kontrgerillayı kollayan; meydanlara, camilere, müzeye  konulmak üzere  evlerde,  dere yataklarında, tarlalarda saklanmış  …., TNT kalıplarını, …, roketatarları …..,  “Onları oraya kesin AKP, Fetullahçı emniyet, savcılar  gömmüştür” fikirlerini  kabul gören  mantık haline getiren de  87 yıldır ülkenin her şeyinde imzası bulunan   o diz çöküşten, biattandır.

En ufak hücrelere nüfuz ettirtilmiş o biattır; 12 mahkumun öldüğü “Hayata Dönüş Operasyonunda” yüzünün büyük kısmı yanan, omzundan alınan parçalarla burun yapılan Hacer’in gözlerine utanmadan baktırtan.

O biattır; ana muhalefetin kurultay delegelerine yıllardır her şeyini onayladıkları genel başkanlarını bir anda terk ettirip yerine hedefleri, amacı  “nedir”i bilmeden işaret edileni genel başkan seçtirten. Milletvekilini “Allah’ın bir lütfu olarak vasıflandırdığı Recep Tayyip Erdoğan”a,  partililerin önseçimi  ağızlarına  almayan parti liderlerine kayıtsız, şartsız  taptırtan.

O biattır; referandum’da %58’le kabul edilmiş Anayasa değişiklik paketine ait  uyum yasalarının bir an önce çıkarılmamasını %58’e saygısızlık  algılatmayan.

Onun içinde 28 dolar milyarderine sahipken Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma 2010 raporunun insani gelişmişlik endeksine göre,  169 ülke arasında  83.üncü sırada yer alan Ortadoğu kültürünün ağır bastığı cemaatleştirilmiş Türkiye’de,  eğitim düzeyi yükseldikçe doğru karar verme yetisinin artacağı, kulluktan çıkılacağı iddiası ki  valla ben Kanal D’nin yalancısıyım ( Ay sıfata bak, Allah  beni bildiği gibi eylesin) dokunulamayan bir efsanedir.

Şöyle ki  yarı burjuva, orta sınıf ailelerin yeterli maddi, manevi olanakları sayesinde ana okuldan itibaren iyi bir eğitim alanlar, çalışma hayatında da  iyi bir yere gelince ekonominin kaymağını yiyenlere ortak olacaklardır.

Elde ettikleri ekonomik,  sosyal  statüyü; milli gelirin adil dağıtılacağı, fırsat eşitliğine, eşit yurttaşlığa dayalı demokratik bir düzende yeni kişilerle paylaşmak zorunda kalacaklarından,  mevzilerini, güçlerini kaybetme korkusuyla, mevcut durumlarını sağlayan hangi  cemaatse onu da  savunacak bu eğitimli kesim,  değişime, dönüşüme  şiddetle karşı çıkarak, gerici konuma düşecektir. 

Hasan Sabbah’ı bilir misin yeğeen  ? Şimdi tam da yazı bitmek üzereyken …. Yine de bir yerlere not et yeğeen. Evet yeğeen, haklısın  “Şunu yapacaksın” dense yapacağı varsa da yapmayanlar da dahil,  devrimcilerin,  sosyal demokratların, Müslümanların, muhafazakârların, Ulusalcıların,  …, Türklerin, …, Kürtlerin, …, Alevilerin  buluşacağı  her platform,  er ya da geç  mutlaka da bir beyaz Türk’ü,  beyaz Kürdü,  beyaz Alevisi,  beyaz Müslümanı, beyaz devrimcisi, beyaz solcusu,  sağcısı ….,  olacak cemaate evrileceğinden, birbirini ekarte etme üzerine inşa edilmiş Cumhuriyet’ti,  organize cemaatlerden kurtarmak  neredeyse “devrim”i  yapmaktır.

Sen söyle yeğeen önemi var mıdır; kul olduktan, şucu, bucu, o’cu, …cı olduktan sonra  ha çağdaş olana, ha dinciye,  ……, ha Kemalist cemaate, ……,  ha Gülen Cemaatine, ……,  kime, neye kul olduğunun. Mesele de  zaten kul  olmamak, kendin olmak, özgür olmakta. Benliği  tarumar edecek  “Bence artık sende herkes gibisin”i duymamakta.

 Bu Kasımda da gündüzü gece yapacak bulutların getirdiği kasveti; bir süreliğine de olsa gençleri ölümün elinden alan ateşkes,  istenirse güzel şeylere, barışa  kavuşulacağı düşüncesi dağıttığında, cemaatlerin   sınırlarına, değerlerine, önderine  biat ede ede kalabalıklarda kanayıp giden pek çok insandan geriye kalan alçak sesle yaşanmış hayatlar, söylenmemiş sözler savruk bir sonbahar yaprağı gibi dolanır ayağınıza.

Kim bilir, belki bir gün,  buralarda  da eser,  kişiliğin hiçleştirildiği cemaate biatın ayıplanacağı, onursuzluk sayılacağı Kasım rüzgarları. Kimseyi incitmeyen biraz umut hatta umutsuz bir umudun kime ne zararı olur ki….



3 Kasım 2010 Çarşamba

Bence, Cumhuriyet balosunda ilk dansa kalkmayıp…

Belki de sen, herhangi bir yerde soğuğa aldırış etmeden, üstüne aldığın ince hırkaya biraz daha sarılıp “Herkes ama o asla.. yapmamalıydı”yla aklındaki fotoğrafları bulanıklaştırırken, sizde, nihayet, özellikle gençlerin her konuşma sonuna ekledikleri “Çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu taam mı?.... Ha nasıl garışamaz; ben bu şekkil giyinirim, bu bayan şu şekkil giyinir, şu şekkil giyinir…..” monologunu Youtube’da seyrediyorsunuzdur.

Sen, umutsuzca debelenirken, her saniye “Türbanlı görmeyeyim kan beynime sıçrıyor. Bunlar var ya bunlar …” sağnağına maruz siz “Neyin eksiktir ay balam, Türbanı yazanlardan”la çoktan klavyenin başına geçmişsinizdir.

Şimdi şeytan ne kadar dil, dökerse döksün yasak olmasaydı da Hava anamız cennetten kovulacağını bile bile yine de yer miydi elmayı, bilinmez. Ama tarihsel deneyim hayal gücünü, yaratıcılığı sınırlayıp, ilerlemenin önünü tıkayan her yasağın (Misal, kiliseye göre dünya düz bir tepsiydi. Aksini düşünmek yasaktı. GALİLEO’nun ilham kaynağı KOPERNİK, engizisyondan korkup çerçevesi belirlenmiş düşüncenin dışına çıkmasa, dünyanın, diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü bulamazdı. EİNSTEİN’da genel görelilik teorisini geliştiremez, aya gidiş de 3000’li yıllarda gerçekleşirdi.) beraberinde getirdiği niye, neden sorularına tatmin edici cevap alamayanların huzursuzlaşarak, bir gün, mutlaka, yasağa başkaldırdığını göstermiştir.

Kurulu ya da kurulması istenen sistemlerden sorumlu birilerinin “Şu, şu, yasak. Bu, bu, günah, yapma”yla çizdiği çizginin ötesine geçmenin cezp ediciliği. Dayanılmazlığı. İzin verilmeyeni, ‘yapma’yı yaparak, yasaklayanın otoritesini çizmenin, gücü ele geçirmenin hazı. Çizgiyi aşmaya kalkışmayanların anlayamayacağı, anlayanında anlatamayacağı bir şeydir.

“Başına belaya sokacaksın” çıkışlarına “gitme”li ağlamaklı bir sese sırtını dönüp, yasak ana dilini konuşarak, köyünü, şehrini yasak ismiyle anarak, personele yasak bir kapıdan girerek, yemekhanede üst makamlara ayrılmış bir masaya oturarak, yasak bir nesneyi takarak yasağı delenin, yasağa uyana üstünlüğünü de içinde barındıran yasağa direnmede insanı ayakta tutansa, doğası gereği dinle bitişik dursa da dini reddetmekte dahil kendini tanımlamanın yollarından birisi olan inançtır.

Bazen bütün dünyaya karşı tek başına kalmayı dayatan, uğruna aşağılanmalara katlanılan, mahpus yatılan, sürgüne gidilen, dağlara çıkılan, ölünen, öldürülen inancının doğruluğundan öylesine emindir ki insan, diğer tüm seçenekleri, “Hiçbir inanç bir şeyi gerçek kılmaz”ı da dışlar.

Bir ideolojiye, bir dine, bir siyasete, bir projeye, bir partiye olan inancına inanmayanları varlığına tehdit algıladığından, inanmayandan öfkesini çıkarmayan, kendini sağlama almak için ikna, asimile, yok etmeyi kullanıp yasak koymayan bir inancın olmadığını da göremez.

Acaba kadınların kaymakçı dükkanına girmemesi, erkeklerle kayığa binmemesi, başı açık gezmemesi benzeri onlarca yasakla hayatın nasıl yaşanacağının kurallara bağlandığı İmparatorluktan sonra kurulan ülkede, çoğu üst, alt makamda da olsa İmparatorlukta yönetici sınıfla ilişkisi bulunanların; ne giyilecek, giyilmeyecek, başa ne takılacak ‘takılmayacak’la hayatın nasıl yaşanması gerektiğini belirlemeye devam etmeleri, yeniledikleri ideolojilerine sonsuz inançlarından mıydı ?

Faşizmin ayak seslerinin duyulduğu dünyada, köhne İmparatorluğun alternatifi bir kompleksler bütünü olan batılılaşmayı giyim, kuşam benzerliğine indirgediklerinden, şapka takmak istemeyen 78 kişinin (Biri de Erzurum’da bohçacılık yapan Şalcı bacıdır.) idamları, Rizelilerin “Atma Hamiduye atma! şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk, askere de gideceğuk”lu merhamet dilemeleri, her karşı çıkışın ‘isyan’ sayılıp cezalandırılması da belki kurdukları düzenin en iyisi olduğuna inanmalarındandı.

Şapkaları ithal edip bir aylık maaşa satanların haber yapılmadığı Cumhuriyette; artık rol model şapka takan, takım elbise, tayyör giyen, Türkçe konuşan, yazan, anlamadığı operayı, baleyi izleyen, vals yapan, kütüphanesini doldurduğu ama okumadığı …., ROUSSEAU, …, Andre GİDE, …, Oscar WİLDE’dan alıntılar ezberleyen, birkaç Fransız, İngiliz sözcüğü konuşma aralarına serpiştiren, burjuva devrimi hakkında bilgisi “Ekmek yerine pasta yesinler”le sınırlı kadın, erkektir. Başını örtmek dincilik, Kürdüm demek bölücülük, özgürlük, eşitlik istemek komünistlik, hepsiyse hainliktir.

Görsel düzenlemelerle moderniteyi yakalayacaklarına kesinlikle inandıklarından ”Biz de Müslümanız. Kuran’da başı örtme yok. Nur suresi 31. ayet “…… zinet yerlerini göstermesinler……” de ifade edilen “….zinet yeri saç ve gerdanları değil göğüsleridir”le dini de yorumlayıp, kendilerinin doğruluğunu, diğerlerinin yanlışlığını ispata yelteneceklerdir.

Ancak, o güne kadar saçının bir tek teli gözükse cehennemin sönmeyen ateşinde “Kafirler gibi yanacaksın”lı şeri yasalarla, yasaklarla çevrelenmiş Müslüman bir kadının başını açması, dininin emirleriyle çatıştığından çokta kolay değildir.

Böyle, böyle kaynaştırılmış, fevkalade bahtiyar, laik yıllar muasır medeniyete bir an evvel ulaşmak için darbelerle birlikte devrilir, çarşıda pazarda, kamusal alanda görülen baş örtülüler, kara çarşaflılar zararsız, anarşistler, devrimciler, azınlıklar zararlı addedilirken, her zamanki gibi yeni tehlikeyi; irticayı, kimsecikler fark etmemişken, şipşak fark etmişlerin, arada sermayeyi de paylaştırdıkları 28 Şubat darbesiyle başlar türbana yasak, irticaya mücadele. Sıkı bir “asimetrik ve psikolojik” savaşla takandan ziyade takmayanı rahatsız eder hale getirilir kimine göre Türban, kimine göre başörtüsü.

Göze batmazken, göze batırılan ‘türban’la, Dünya Ekonomik Formunun 2010 yılı cinsiyet eşitliği raporunda kadınların erkeklerle eşitliğinde 136 ülke arasında 126, kadının istihdam içindeki payında 125.inci sırada yer alan ülkede; önce kadınlar birbirine vurdurulacaktır.

Gerçekten özgür bir kadının kendi isteğiyle türban ‘takmayacağı’yla değersizleştirilen, takanı da mükemmelleştiren bir şeymişçesine “Şuna bak başını kapatmış.Yüzünde bir ton makyaj.Erkek arkadaşıyla el ele geziyor”la günah olmayanı da günahlayan, kendini çağdaş, laik Türk kadını niteleyen bir kesim; türbanlı “First Lady”ler görmektense ordu dipçiğine, türban takacaksa hemcinslerinin okumamasına, sokağa çıkmamasına bile razıdır.

Bu ekseriyeti yönetimde söz sahiplerinin annesi …, kardeşi, …, eşi, …,olan burjuva, küçük burjuva kadınlar, kendilerini; pek bir bilgili, pek bir hoş, pek bir aydınlık kafalı, pek bir çağdaş, pek bir Türk, pek bir Atatürk kızı olarak iyi, güzel gördüklerinden, eğitim düzeyi yükseldikçe kendilerine entegrelerini bekledikleri üniversite okuyan hemcinslerinin türban takmalarını içlerine sindiremeyeceklerdir.

Alevi, azınlık çocuklarına zorunlu din dersinin verildiği, nüfus cüzdanlarında din hanesinin bulunduğu, Diyanet İşleri Başkanlığının işlev gördüğü ülkenin cidden de laikliğine inanmış, farkında olmadan “Cumhuriyetimize, laikliğimize sahip çıkmalıyız! ……! Vatan elden gidiyor! ….!” korumalı klişelerle devletine, rejimine güvensizliklerini de ibrazlamış, demokrasiyi ağzına almayan bu kadınlar, aslında türban konusunda sınıflarına ait bir tutum sergilemektedirler.

Yöneten ‘sınıf’lığını kaybetmemek adına her konuda, her alanda kimsenin samimiyetine inanmayarak yabancılaştıran, baskıcı zihniyetlerini besleyecekleri korkular, sanal tehlikeler yaratıp, o tehlikelere karşı döşedikleri savunma hatlarını, yasakçılıklarını kılıflayan hakim, erkek unsurlardan öğrendikleri; Kürtler mi ayrılmak istemiyoruz diye noterden tasdikli belgede getirseler “Nihai amaçlarını, Kürdistan’ı kurmayı gizliyorlar. KCK buna işaret”, Ermeniler mi “Topraklarını geri isteyecekler”, Aleviler mi “Bakmayın sus, pusluklarına gün gelir….” , AKP mi son kale “HSYK’da düşürdüler. Şeriat’a az kaldı…”lı “Bunların aklında şu, şu var, bunu, bunu yapacaklar”lı niyet okumaları, onlarda, hemcinslerine uygulayacaklardır.

“İnancım gereği taktığımı zannediyordum.Meğer çok şeymiş; siyasi, dini simgeymiş de bilmemişim” diyen türbanlılara “Takiye yapıyorlar. Üniversite de türban ilk adım.Türbana özgürlük diye diye İran’laşacağız.Başını açanlara baskı yapacaklar”la karşılık vereceklerdir.

Bir parantezde burada açmalı. Bütün kararları erkeklerin verdiği Türkiye’de konu; okumuşundan, okumamışına aile içi şiddet ortamında yaşamını sürdürmeye çalışan kadınlarsa, görüş bildirenlerin %98’i erkeklerdir. Çünkü her yerde erk onlarındır. Siyaset de, din de erkeklerin işi olduğundan, iradesi hiçlenmiş kadınların zaten siyasi, dini amaçları olamaz.Türban da o amaçlar için takılamaz.Takanda bir elin parmaklarını geçmez. Parantez kapandı.

Batılı değerlere değil yaşama toz kondurmayanlar, sizler de eyleme geçmemiş düşünce yüzünden insanların mahkum edilmesine, suçlanmasına karşısınızdır değil mi? O zaman, madem baskı çok kötü bir şey, onca yıl niye “Kürt değil Türksün. Alevinin ibadet yeri cem evi değil camidir. Son kitap Kuran’dır. Hıristiyanlarda buna inanmalı…...”yla insanlara baskı yapıp, faşizminizi bir tür faşizmle kapatıyordunuz.

Neyseeee, yokluğunda ne AKP, ne de CHP’nin olmayacağı türban sorunu Anayasa, AİHM kararlarıyla raftayken “…., Türbanı da biz çözeriz, ….”atağıyla dönüldü mü yeniden en başa.Yine, yeni bir şey söylemeyen “Okula başörtüsüyle girmeye çalışan ilköğretim okulu öğrencilerinden sonra , sırada çarşaflı öğrenciler, kamusal alan mı var”lı arşivden çıkarılan makaleler.

Yine canlı yayınlarda sorunların ‘nedeni’ne değil de ‘sonuçları’na yoğunlaşmış aynı kişilerle sabahlatan tartışmalar. Ortalıkta da herkesin kendine göre yaptığı çağdaşlık tanımı; “Türban takmak çağ dışılıktır.”, “ Türbanı yasaklamak, özgürlükten yana olmamaktır çağ dışılılık.”

İlla da takacağım diye tutturacaklara çene altında, üsten, yandan bağla, İran’daki gibi saçların ‘gözüksün’lü yol, yordam göstermeler. Tek yenilik muhtıra vermeden kalmış tek makamın Cumhuriyet Başsavcısının “Türban konusunda yapılacak düzenleme laikliğe aykırı”yla muhtıra vermesi.

Haydaaa, sorunu çözmeye talipleri aldı mı bir telaş.Türbanı çözsen bu defa hem Müslüman hem laik olunur mu sorunsalı çözüm bekler. Onu çözmekle de iş bitmeyecek. Yeni sorunsal; bin kusur sene önce yazılan kutsal kitaba göre yaşamlarını şekillendirenler mi, ateistler mi çağdaş olup, işi de iyice çığrından çıkaracak.

Halbuki siyasi kimliğini ortaya koyan Che baskılı t-shirt giyen, dinini açıklayan “haç” kolye takan biri gibi, türban vari eşarbı saçlarında aksesuar kullanan Sophia LOREN, Audrey HEPBURN gibi, türban takmak tercih meselesidir. Kişiye özeldir.

Onun için de Köşkte türbanlı eşle konuklar karşılanınca, türbanla üniversiteye girilince; ne Cumhuriyet yıkılır, ne kimse demokrasi öğrenir, ne özgürlük gelir, ne de Cumhurun resepsiyonuna sırf türbanlı eşi var diye gitmeyenler, çocukça “Türbandan kaçma krokisi” hazırlayanlar çağdaş olur. Ama daha yıllarca yok kamusal alanda takılmasın, yok hizmet veren, yok alan ‘taksın’la ağırlığı 100 gram etmeyen türban, tonlara vardırılan ağırlığıyla gündemde salınır, durur.

Günün sonunda da bencilliğine, yok saymacılığına karşın yine çağdaş, cici, eğitimli sayılacak başı açıkların alındığı Cumhuriyet balosunda hey siz, vücudunuzu saran Rita HAYWORTH tarzı, uzun eldivenli siyah elbisenizle pek bi zarifsiniz.

Bence ilk dansa kalkmayıp, onlarca yasağa, ötekileştirmeye kim, nerede bu kadar hata yaptı da bunca sorun, bu insanlar ortaya ‘çıktı’nın yanı sıra “Kime göre çağdaşsınız”ı da bir zahmet düşünseniz.

Hem nereden biliyorsunuz belki türbanlı da, başı açıkta her ikisi de herkes gibiydi de, herkes kendini herkesten farklı sandı. O yüzden de kifayetsiz kaldı tüm yazılar, yasaklar.

Durduk yerde kendimi sosyal tespitlere, analizlere mi verdim bilmiyorum. Oysa başka planlarım vardı bugün için. Belki sen de, o herhangi bir yerde bunları hiç okuyamayacaksın. Yine de “Çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu taam mı?...........