25 Aralık 2015 Cuma

Bu taş sana Amed, duydun mu



Bir yıl daha bitti... bitecek… ve yine “o mahur beste” çalarken “müjganla biz ağlaşacağız”. Eninde,  sonunda da  her yıl, her yalan gibi,  her yol,  her hikâye de  bir gün biter değil mi Hevalım?  Koşsan da tutamazsın….

Belki, ölümle çerçevelendiğinden hayat aldırmasak ta;  “hüznü bıraktım yeni hüzünlere merhaba”nın yaşanacağı bir yıl daha  başlıyor Hevalım; takvim öyle diyor.

Niyeyse yılın biteceğini müjdeleyen ışıl ışıl şehrin  “yılbaşında ne yapalım? ne pişireceksin? ikramiye yine çeyrek bilete çıkar” uğultuları; telefonları, vitrinleri, ekranları kilitleyen  “yılbaşına özel...”, “happy new year”, “sersala we pîroz be” ler;  illaki söylenecek “bir yıl daha geçti ömürden”nin burukluğu.

Evin, meyhanenin, otelin, kafenin buğulu camına akseden yılbaşı telaşına karışan gözyaşları mı? Bir kez daha umudu, barışı, sevdayı ziyan etmiş yılın bitmesinden değildir. “Geçen sene şurada oturuyordu“nun düğümlediği kalbin figanı gözyaşları; kaybedilenedir.

Yılın onsuz bittiğinin inanılmazlığında; yılsonundan yılbaşına atlanan o kısacık  çizgide  “ on…dokuz…sekiz….“le  geriye sayılırken; siz de  ona veda edeceksinizdir. Onsuz  devam edeceğini bildiğiniz  hayat...yeni yıl…yıllar can yakar…anlıyor musunuz…can.

Bu yılda, yanında yaşama sevincini de götüren; hendeklerin, barikatların ardında, önünde, trafikte; ne çok, ne çok; bir günde Suruç’ta tam 34,  Dağlıca’da 16, Ankara’da 103, Paris’te 130, Bağdat’ta, Suriye’de yüzlerce insan öldü, öldürüldü.

Her insanla birlikte öldü, öldürüldü; kültürel mirasları zarar görmesin, yıkamasınlar diye 75 yıl önce Paris’i, Prag’ı yenilgisi kaçınılmaz Hitlere, savaşmadan teslim edenlerin akıbetinden habersiz; Kurşunlu cami, dört ayaklı minare, surlar,  Cizre, Nusaybin,  Amed,  Şırnak....

Hani durmadan özgür, güzel bir gelecekleri olsun diye mücadele edildiği söylenen çocuklar var ya, onlarda şehirlerle birlikte;  öldüler, öldürüldüler. Onlarca Davut Özer (13), Mehmet(11) Meteler de  yitti, gitti işte ; onlarca Uğur Kaymaz (12),  Berkin Elvanların ardından.

Ah...ah...ah ki ne ahhh.. Ah, duyguları, hayalleri  “Kobani” , “alan hâkimiyeti”, “kanton” , “direniş” sözcüklerinin kocamanlığında eriyen;  zırhlı, askeri  araçların ablukasındaki sokaklara çıkmaları yasaklanmış;  Hevalleri, oyuncakları çöpsler, toplar yerine, uykularını bölen kurşunlar,  kalaşnikoflar, maskeler, tuğlalar yapılmış çocuklar, ahh !!!

Barikatlar kurarken; kulaklarında “serhildan jiyane”, “işgalci T.C”, YDG-H”, “PKK”, “Çerxa Şoreşê” nin yankılandığı  Kürt çocukları, ahhh..

 Önlerinde; hendekler kazılan, EYP’ler, molotoflar hazırlanan,  polisin, askerin evleri bastığı, insanları tutukladığı o çocuklar için savaş; yemek, içmek, giyinmek gibi hayatın olmazsa olmazıdır. Polisi, askeri taşladıkları gösterilerde; gaz bombalarına, kurşunlara, TOMA’lara muhatap dünyalarının kazananı da hep; birbirini tarayan askeri, gerillayı müstehzi gülümseyişiyle seyreyleyen ölümdür.

Gözlerinin önünde; bankamatikten para çekerken astsubay Ziya Sarpkaya’nın; sokaklarda Helin Hasret (12), Selamet (44)Yeşilmen’nin; onca asker, polis Haydar Çetinlerin; onca gerilla (Fırat Kurtay) Mustafa Özmenlerin öldürülmesi, Kürt çocukları için öylesine olağan, öylesine de meşrudur ki.

Zira onlarda öğrenmişlerdir; düşman saydığını öldürmesen, onun seni öldüreceği savaşta; her ân bir kurşunun, bombanın herkesi; anneyi, babayı hayatından edeceğini; sırtta enkazından kurtarılan yatak, yorgan;  yıkılan, yakılan evin, mahallenin terk-i diyarını.

İşte Kürt çocuklarını; gençlerini merhametsiz savaşın pençesine atan, bir asır Alevilerin..., ..., Ermenilerin…., …, devrimcilerin, …, …,  mütedeyyinlerin  de nasiplendiği inkarı, asimileyi kurumlarıyla, medyayla dayatmış ulus devletin; sırf Kürt diye, Kürtçe konuştu  diye insanlara b.k yediren ötekileştiriciliğinden; Beyaz Toros’lu,  darbeli  zulmünden başka bir şey değildi.

Bugün, deniyor ki, söz geçirilemeyen “savaşın içine doğmuş son derece öfkeli bir gençlik var….”.  İyi de 100 bine yakın Kürdün, binlerce Türkün öldüğü 40 yıl sürmüş iç savaşla ihtiyarlamış kendinden önceki en az üç kuşaktan farklı olarak bu gençler; “PKK”yla müzakereye, “Bıji Serok Apo”nun ev hapsine, eşit yurttaşlığın Anayasada tanımına kamuoyunu ikna etmiş “çözüm sürecinin” tanığı değiller miydi?  

Ki  o süreç; sorunları diyalog, uzlaşmayla çözen, insan odaklı  medeni dünyanın demokrasi, özgürlük, eşitlik, özerklik mottosuyla devinecek bir Türkiyenin de habercisiydi.

Kadri, kıymeti savaş tekrar başlayınca anlaşılan çözüm sürecini “devlet”, “hayır, PKK bitirdi”, “camiyi devlet”, “hayır, teröristler yaktı” ekseninde; “savaştığımdan daha insancıl, demokratım, daha özgürlükçüyüm, daha...daha...ları” tuzla buz eden; harabe evler, virane  sokaklarda  kurşunlarla, bombalarla parçalanmış bedenlerdir.

Hem, sen söyle gula min, birbirinin hem ilacı, hem zehiri; savaşın taraflarının kendi haklılıklarına inanmaları, yetiyor mu; babalarının, annelerinin tabutları başında ağlayan onca Eymen Çetin (6);  onca Sevcan (9) Yeşilmenlerin gözyaşlarını dindirmeye? Yetiyor mu babasız, annesiz kalmanın travmasını atlatmalarına? Yetiyor mu, ölümleri durdurmaya, her polis, asker, her gerilla cenazesiyle çoğalan öfkeyi, nefreti yüreklerden silmeye? 

Devlet dahil her kesimin, herkesin demokratikleşmesini, sivilleşmesini geciktiren bu savaş, şiddet ortamı; ırkçılığından arındırılmış bir eğitimden, onca Dilek Doğanların katillerinden hesap sorulmasına; kadın cinayetlerinden, işsizliğe, hava kirliliğine kadar; hayatı zindana çeviren onlarca sorunun gündemini, çözümünü engelleyendir de.

Şimdi, savaşın ortasındaki Kürtlerin; kılına zarar gelmesini önlemek yalnızca devletin değil,  Kürtlerin hakları için savaştığını haykıran PKK’nın, siyasi temsilcilerinin de  boynunun borcudur.

Şu ânda,  izi ömür tüketen acıları, vahşeti yaşayanların; genç kuşağın aynı acıları yaşamasını istemeyecek asaletleriyle; hayatı, çocukları ölümün elinden çekip alacak BARIŞA, silahları susturarak şans tanımaları, onların en görkemli zaferi olacaktır.

Üstelik, hayatları bir Fransız, bir Amerikalı kadar değerli Kürtler; Türk ulus devletinin ayrımcılığına,  otoriterliğine, sansürcülüğüne karşı, evlatlarını öldüren savaşın, silahlı mücadelenin dışında alternatifler, politikalar üretemeyecek kadar çözümsüzlüğe mahkum, bilgelikten uzak bir halk değildir.


Hevalım yıl bitiyor. Belki üzerinde renk renk ışıkların oynaştığı Noel ağacına imrendiğini saklayan, saçmalamaya bile hakkı olmadan büyüyen çocuklardan olduğumuzdandır; envaı çeşit yılbaşı süslerinin önünde altı yaşındaki Can’nın “anne, köpek niye var” sorusuyla irkilmemiz. Mavi, gri, altın sarısı meleklere, toplara bakan gençlerin “Paşam, yılbaşı hediyesi kurasında Duru çıktı ya bana.....” kahkahaları,   “haydi, Star Wars’a...” konuşmaları.

Belki “amannn bunca derdin arasında, her şeyi hallettim, yılbaşı da eksik  kalsın” diye düşündüklerinden, bizim;  tarçınlı, zencefilli yılbaşı kurabiyeleri yapan, “dünya sen varsın diye  güzel”le yılbaşı hediyesi veren ebeveynlerimiz olamadı.

O yüzden de; izin verilen yere varacak hikâyelerdense Hevalım, artık kendi hikayeni, hikayemizi yazma zamanı mıdır? Kim bilir ki...kim...

Yeni yıl kapıda Hevalım. Norveçlilerin bağımsızlığının 100. yılı şerefine Finlandiya’ya dağ hediye edilmesi için kampanya başlattığı dünyada, diyorlar ki Paris’te aşk...diyorlar ki Paris’te yılbaşı başkaymış. Bu taş sana; duydun mu Ankara… duydun mu Amed...

25.12.2015
Gülsen FEROĞLU


8 Aralık 2015 Salı

Hayır, ne sanmıştınız



Yine  içimizde uhde yaşanmamışlıklar… ölene dek sürecek Ankara’da katledilen  Başakların, Erenlerin yarım kalmış hayatlarının acısı…sarı, yeşil, kırmızı, kızıl özlemlerin akıtıldığı mezarlar...sonbahar hangisidir, söyleyebilir misiniz şimdi? 


Koynunda sakladığı sancılardan, özgür sevdalardan habersiz Ankara’da; günler, geceler de artık, son deminde hep sonbahar… elinizde de; onca yıl biriktirdiğiniz bütün bekleyişleriniz, düşleriniz… kendinizi,  hayatın manasız bir zaman diliminde sanırsınız.


O manasız zaman dilimi; bombalarla, kurşunlarla parçalanmış bedenlerin,  evlerin,  hendekli, barikatlı sokakların,  henüz adını koymadıkları bir dünya savaşının orta yerinde; hayatı, dünyayı zindana çeviren gaddarlık karşısında, öylesine yorgun, öylesine de kırgındır ki.


Ve öyle çok anlatamıyorsunuzdur ki “Gün gelir seni de vururlar ey savaş”ta yazdığınız “Gün gelecek gerçeğiniz yapılan yalanlar da sona erecektir; bir hayat gibi, bir masal gibi. Siz de, ne kadar sevmişseniz o masalı, inandırıldığınız o yalanı, o kadar üzüleceksinizdir”i.


Champs Elysees Cafe GeorgeV’de bir kadeh Corbières Boutenac’la; Louis Vuitton’dan Cartier’e, Cartier’den Guerlain’a hücum edenleri pür neşe izleyen siz Mademoiselle, siz Madame and Monsieur! Hayır, ne sanmıştınız! İnandırıldığınız; devletlerinizin demokrasi, özgürlük, barış için Ortadoğu’dan ellerini çekmedikleri yalanıyla yakılan, savaş ateşinin korlarının, yüreklerinize düşmeden söneceğini mi ? 


Hayır, ne sanmıştınız! Ömrünüze ömür katsın diye bir fincan kahvenin kalp krizi riskini azaltıp azaltmadığına dair araştırmalarla detaylarına indiğiniz hayatınızı keyf içinde sürdürürken,  Ortadoğu’yu harabeye çeviren savaşın enkazından yükselen dumanın, kan, barut kokusunun gökyüzünüzü kaplamayacağını mı?  Büyük muamma; CİA, MOSAD, KGB’yi bile  ayakta uyutan DAİŞ’in varlığının; özür dilediği “Irak işgalinden” kaynakladığını doğrulayan Tony Blair’in de sorumluluğundan kaçamadığı savaşın, ölümüyle Avrupa’ya uğramayacağını mı? Her şeyini; işini, okulunu, eşyalarını, evini, vatanını bırakarak bir tek kimliğiyle savaştan kaçan milyonlarca Ortadoğulu, Afrikalı mültecinin iyi, güzel bir hayat uğruna; şişme botlarda ölüm, kalım mücadelesi vere, vere kıyılarınıza çıkamayacaklarını,  dört yaşındaki Aylanların, Sedaların ruhunuz duymadan öleceklerin mi?


Ne sanmıştınız! Credit Suisse’ye göre dünyadaki varlığın %45.2’sine sahip dünya nüfusunun % 0.7’sinin; dünyanın yoksulluğu, adaletsizliği ve savaşlar üzerinde yükselen 113 trilyon dolarlık servetlerinden, gelişmiş ülkelerin refahından, demokrasilerinden nasiplenmeyi mültecilerin, akıl edemeyeceklerini mi?


İşte Mademoiselle  “İyi ki oralarda doğmamışız” güveninde;  “siz savaşı durdurun, biz zaten gelmeyiz” diyen 13 yaşındaki  mülteci Kenanları, Bağdat’ta, Beyrut’ta, Şam’da, Suruç’ta, Ankara’da DAİŞ’in canlı bombalarla hayattan kopardıklarını seyrede, seyrede…silah satarak, çıkardığı petrolü alarak tehdit gördükleri DAİŞ’i niyeyse büyütenlere  ses çıkarmaya, çıkarmaya yaşandı; bütün o sandıklarınızı darmadağın eden  Paris’te ki  katliam. 


Sonrası; katledilen Emilie Meaudlar, Eric Thomèler, Isabelle Merlinlerin yaslarını;  saygı duruşları, mavi, kırmızı, beyaza boyanmış statlar, şehirler, yakılan mumlar, trendi topic #PrayforParis, #TodosSomosParis hashtaglarıyla paylaşan; Ankara’da 102, Beyrut’ta 43,  Bağdat’ta 70 insanı katlettiğinde DAİŞ;  aynı duyarlılığı, samimiyeti göstermediğinden can yakmış, kahretmiş bir dünya gerçeği.  


Kaderini savaş yaptıklarından gün yüzü görmeyen Ortadoğu halklarını inim inim inleten onlarca Saddam’lı, Kaddafi’li, Esed’li yönetimlerin despotluğuna, hak ihlallerine yıllarca arka çıkan, kendi vatandaşları dışındakilerin acılarına,  kötü yaşamlarına duyarsız, riyakar kaldığından çökmüş  medeniyet de  böylece Pandoranın Kutusunda kilitli kalmadı, işte.


Dünyanın neresinde olursa olsun bir insanın ölümüyle eksilirken insanlık; meğer medeniyet diye parlatılıp önümüze konulan; komşusuna giren hırsızı görünce susan, hırsız ancak evine girdiğinde feryat eden bencilliğin, ayrımcılığın ta kendisiymiş.

Meğer olağan üstü kabullenilen; doğumla kazanılan eşit yurttaşlık hakkı için dahi mücadele etmek zorunda bırakılanların katledilmeleri, yargısız infazları değil, milyar dolarları silah sanayine yatıran gelişmiş ülke vatandaşlarının katledilmeleriymiş.


Sur’un, Cizre’nin, Halep’in çocukları da  çocuk görülmediğinden, Fransız çocuklar gibi bomba, kurşun seslerinden korkup “kötü adamlar var, evimizi değiştirmeliyiz” tedirginliğini asla yaşamazlarmış.


Anlaşıldı, her etnik  kökeni; Türkleri Kürtlere, Araplara;  Kürtleri Türklere, Araplara, her mezhebi, her kesimi birbirine şeytanlaştırarak kırdıran kanlı siyasetleriyle, Ortadoğu’yu avucunda tutanların vicdanlarını; kanlı  bir coğrafyada doğmak dışında hiç bir günahı olmayanlara reva  zülum  kanatmazmış.


Oysa, her şeyin hem birbirine çok yakın,  hem çok uzak kaldığı bu post modern çağda; sadece sermaye değil,  terör, şiddet, ırkçılıkta sınır tanımayıp küreselleştiğinden Ortadoğu’nun kullanışlı DAİŞ’i,  elbette ki dünyada  rahat, huzur  bırakmayacaktır.


Dünyanın insana biçtiği değer de;  devletinin vatandaşına, vatandaşlarının birbirine  verdiği değer  kadardır ki  hayat yerine, ölmenin öldürmenin şereflendirildiği iktidarların, örgütlerin hüküm sürdüğü  diyar-ı Mezopotamya’da sonbahar zemheriye  döndü, bile.

Nevizade de, Amed’de masalar, kürsüler çoktan taşındı içeri;  birer, ikişer. Şimdi  ayva reçeli yapmanın,  dumanı tüten çayla pencere önünde yağan karı  “Koma Sê Bîra’dan; altın yüzüğüm kırıldı ”yı dinleyerek seyretmenin   zamanıdır da.


Lâkin Türkünden Kürdüne, mütedeyyininden devrimcisine, herkesin elbirliğiyle huzurlu, mutlu, çatışmasız, gözyaşısız tek bir günü insana  çok gördüğü memlekette gula min;  beklenmedik, zamansız ölümlere aşina…“kınalı bir güvercin”i daha  vurdular… bir  minarenin dört ayağı arasında.


Her güne bir ânda hayatlarından olabilecekleri ihtimaliyle başlamanın telaşında; belli, kimselerin acelesi de  yok  ne barışa, ne de ölümün adını hayat yapmaya. Halbuki hayatın da, zamanın da umurunda bile  değildi; yaşadığın coğrafyanın bahtsızlığı… tükenmeyen bahaneler… keşkelerin… pişmanlıkların.


Dâyîka mın bak!  nefrettin, savaşın kararttığı hayatların hikayeleriyle yaşlanmış bir yıl daha bitti... bitecek… ve yine “o mahur beste” çalarken “müjganla biz ağlaşacağız”. Eninde,  sonunda her yıl, her yalan gibi,  her yol,  her hikâye de  bir gün biter değil mi Hevalım?  Koşsan da tutamazsın….


9.12.2015
Gülsen FEROĞLU


23 Ekim 2015 Cuma

Söylesenize şimdi sonbahar hangisidir




 

 

Hazanda, ayırt etmeye hiç gerek yok Hevalım; savaş, kan isteyen herkes aynıdır ki,  kanla yazılan bu  tarih; gün gelir de  hesap sorar mı…bilinmeyendir.

 

 

Bilinen; dünyanın her yerinde ötekilerin, ezilenlerin; kimliklerinin, haklarının tanınması uğruna verdikleri mücadelelerde öldürüldüğü, öldürdüğüdür. Milyonlarca insanın yaşamak için can attığı gelişmiş ülkelerdeki; özgürlüğün, demokrasinin, çalışma şartlarının ulaştığı seviyenin,  medeniyetin de engizisyon mahkemelerinde, giyotinlerde, 1 Mayıslarda, savaşlarda kaybedilen hayatların üzerinde yükseldiğidir.

  

Ölüme dair aklınızda bir şey yokken saniye sonra patlatılan bir bombayla;  durakta beklediğiniz otobüsün altında kalarak can vermeden dönebilirseniz şayet akşama evinize, şanslı sayıldığınız Ortadoğu’da, Türkiye’deyse hayatın hep bir adım önündedir ölüm.

 

 Sabah uyanıp ta, haberlere göz atar atmaz dünyanızın kararmadığı bir günü çok gören  işte bu Türkiye’de, mevsim de; kulakta Emma Shapplin, havada kestane, yağmur kokusu; sevdalının saçlarını dağıttığından imrenilen rüzgârın dalından ettiği yaprağın peşinde, sokaklarda boş boş dolaşılacak sonbahardır.

 

 Ne yazık, bırakın hüznünü sonbaharla yaşamayı aynı zihniyetteki kişilerin,  aynı değişmeyen gündemin, aynı nefretlerin, katliamların, savaşın mahkûmiyetinde yaşadığınız  2015’in  mi, 2013,  1990, 1977.., ..,  yıllarının mı sonbaharıdır,  karıştırırsınız.

  

Yılları karıştırmanız;1977’de İstanbul’da 1 Mayısta,  2013’te Reyhanlı’da, 2015’te Diyarbakır’da,  Suruç’ta, Ankara’da; meydanlarda;  insanların katledilmesine; 1990’larda onlarca kez yaşanmış gerillaların, 2015’te de  Lokman Birlik’ in cesedinin zırhlı polis aracının  arkasına bağlanarak  caddelerde sürüklenmesine ait bir fotoğraf karesinin, bir sözün, bir patlama sesinin  aynılığındandır.

 

 Karanlık geçmişten çıka gelen  aynı bombanın patlayan sesidir; çantanızı düşüren…kulağınızı sağır eden. Göğe yükselen aynı ateş topu…duman bulutudur. Aynı çığlıklar…çığlıklar… Allahım… Allahım nidaları. Nefes aldırmayan öksürük,  yanmış et,  barut, kan kokusu... ellerde, yüzlerde, arabaların, ağaçların, binaların  üzerinde az önce konuştuğunuz  insanın   kanı, vücudundan kopmuş  parçaları... asfalta  gövdesiz bir kol… başsız bir gövde…“bacağım, bacağım” iniltileri...“çocuklarım nerede bulamıyorum”, “yolu açın” sesler.. sesler...sirenler..sirenler… “tut şu çantayı, halaya...”  Filiz ??? nerde …olamaz... halay çekilen  afişler, pankartlarla örtülen onlarca cansız beden…pankartın dışına taşmış siyah bir ayakkabı  Diclenin mi?...çalan telefon, titreyen parmaklar… “ şükür, sağsın, Filiz, Leyla  yanında mı “.. Leyla??? Leyla… ya Elif??? . İnadına barış yazan pankartta taşınan Nevzat mı? Olmasın…olmasın; Rıdvan, Şebnem.. Gülcan…Başak  olmasın. Otobüste “Rındamın, Gewramın ”  söyleyen Binali abiyi “vurur yüze ifadesi  ne  cevhermişsin bitanesi “yle kızdıran  Gökhan...Eren...olmasın… Dilan’nın “Ankara döneri  yenmeden dönülmez şimdi, miting sonu gideriz değil mi” sesi... Dilan ahhhh..ahhhh… kimin annesi demişti “ içimde bir sıkıntı,  gitme, bir kez de beni dinle,  gitme”

  

O güzel, o masum Dilanlar, Erenler, Başaklar  için o  “gitme“ sesi; gidişin hedefi “barış”ın yanında nasıl da nafile, nasıl da biçare  bir feryattı. Ve onlar gittiler; adı kara Ankara’da herkesin gözü önünde bir saniyede… bir saniyede... katledildiler. Tam yüz iki  iyi, yürekli insanı bu dünyadan, sevdiklerinden sel, deprem, trafik kazası  değil, barbar IŞİD’in cinnetiyle sıvadığı bombaları ayırdı.

  

Ankara katliamının kederi, vahşeti karşısında bir dilin 29 harfi bu kadar mı yetersiz, bu kadar  mı kifayetsiz kalır. Söz de  bitmişken; eğitimli, Avrupa görmüş onca gazeteci, siyasetçi, kanaat önderi ekranlarda, sosyal medyada hemen ve nasıl  “bu katliam şunun, bunun işine yarar“ analizlerini yapabildiler.

 

 Daha 102 insanın parçalanmış bedenlerinden kopan uzuvlar  meydanda, toplanmamışken; birbirini suçlu ilan etme yarışına girişen her örgütün, partinin hazır kıta trolleri; nasıl elleri titremeden açabildiler sol framelerde “HDP’nin kendi mitingini bombalaması”, “400 milletvekili için”,  her seçim öncesi aynı terane”  başlıklarını.

 

 Daha onca evlat, baba, anne, kardeş, arkadaş gül yüzlülerinin cesetlerini meydanda, morglarda, hastanelerde, adli tıpta ararken; o ânlarda nasıl akıllarına geldi de “inadına oyum HDP’ye”, “AKP”ye“ , “CHP” ye, “MHP”ye tweetini  paylaşıp, “like”ladılar.

 

 Yüz İki insan; ulus devletin faşist zihniyetinden, ırkçılığından, hukuksuzluğundan arınmasını geciktiren savaşta; gerilla polisi askeri; asker gerillayı öldürmesin; Barış gelsin memlekette diye haykırırken katledildi. Bunun dışında kurduğunuz her cümle, attığınız her  tweetle hepiniz; katledilen yüz iki insanın “barış, demokrasi” yürüyüşünü; bilerek, bilmeyerek hançerlemiş olmadınız mı?

 

 Tek söz, yazı, tweetle insanların kaderlerini belirleyen nefretin efendileri siz;  siyasiler, yazarlar, çizerler, önderler; söylesenize 40 yıl süren savaşta yitirilen 100 bine yakın insanın susturamadığı zehirli dillerinizin susması  için   daha  kaç masumun parçalanmış bedenine ihtiyacınız var?

 

 Ve kahrolmak için başka  hiç bir şeye gerek de bıraktırmayacaktır; Türkiye’de  nefret ettikleri liderleri, partileri köşeye sıkıştıracaklarına inandıklarından Ankara katliamına mal bulmuş mağribi misali sarılan insanlar; ABD’de, Fransa ‘da 11 Eylül, Charlie Hebdo kurbanlarını görüş farklılıklarını unutarak  hep  birlikte törenlerle anmış milyonlar.

  

Artık  daha daha ölüm getiren taraflarının bitirmek istemediği savaşın, şiddetin herkesi nasıl insanlığından ettiğini, zalimleştirdiğini görmeyerek yaşayamayız. Böyle herkesin,  her kesimin yarattığı sanal gerçeği, yaşam biçimini dayatmasıyla birbirimizi saygısızca iteleyerek...açığını arayarak… yaşayamayız. Böyle AKP’li, HDP’li, MHP’li, CHP’liler, .., ..,  birbirimizin felaketi, Azrail’i  olarak yaşayamayız. 

 

Hem Burhan Kuzular, Burcu Çelikler, Yıldıray Sapanlar, Metin Özkanlar,  Ertuğrul Özkökler, Cem Küçükler, Bülent Keneşler yerine; sırf çocuklar, gençler  ölmesin diye  “Önce siz ateş edin Mösyö Burjuvazi” bile diyebilecek şiddetsizlikte,  hoşgörülü, sevgi dolu  Gandhi’ler, Hacı Bektaşlar, Mevlanalar istemek  Türkiyelilerinde hakkı değil midir, artık.

  

Şimdi gerilla Ekin Wanları,  yoksul er Muharrem (20) Öksüzleri,  Veysel  (9)  Atılganları,   Roboski’de,  Suruç’ta, Ankara’da katledilen canları sakın unutmayın. Unutmayın  ki demokrasi, huzur getirdiği görülmemiş savaşı, nefreti  yerle bir eden barışın sesini de  duyabilelim. Yalnızca o sestir; canlı bombaların varlığını bile bile vatandaşını koruyamayan devletten, çeteci yapısından katliamların hesabını mahşere bırakmadan soracak… belki yaralarımızı da saracak.

 

 Yine de içimizde uhde yaşanmamışlıklar… ölene dek sürecek Başakların, Erenlerin yarım kalmış hayatlarının acısı…sarı, yeşil, kırmızı, kızıl özlemlerin akıtıldığı mezarlar...Hevalım,  sonbahar hangisidir, söyleyebilir misiniz şimdi? 

 

 

Gülsen FEROĞLU

23.10.2015

 

 

30 Eylül 2015 Çarşamba

İsyanımız var savaşına Hevalım

Kim tutsak kim gardiyan belli olmayan ilişkiler ağında; kendine ait olmayan bir yolda; kaybeden olmaktan daha kötüsü belki de kaybolan olmaktır; kim bilebilir ki. Sonrası “/…./dipten korkulur /ama ben korkmuyorum/çünkü daha önce dibe vurdum” yazan Sylvia Plath’dır.


 “Yaman ve Gül yere çömeldiler…. 20 yaşında bir çocuğu nasıl öldürdük inanamıyorum. Sonradan öğrendim hiçbir suçları da yoktu “ itiraflı Ayhan Çarkınların Türkiyesinde Hevalım; sende dibe vurmuştun hem de sayamayacağın, hatırlamayacağın kadar çok.


Üstelikte kibrini narsitlikle sıvayan ulus devletin faşist esintili  ideolojisiyle mayalanan işitmeyen kulakların, görmeyen gözlerin  şefkatsizliğinde; öyleeeee çok suçlu oldun, öyle de çok suçlandın ki; her biri nefret suçu niteliğinde; bölücü, hain, terörist, Ermeni dölü, komünist, iblis, iflah olmaz sıfatlarıyla.


 Vatanımda “Kürt kimliğime saldırıldı, komşuma b..k yedirildi, Kürtçe konuştu diye dövüldü babam, tutuklandı evladım”  çığlığını yıllarca bir  güvencen saydığın gerillalar, PKK duydu. TOMA’ya taş atan,  lastik yakan, barikat kuran Kürt çocukları da; A, B, C yi tanımadan, tanıdı gerillayı. “Kırmızı başlıklı kız” yerine; Cudi’de faşist T.C ordusunun kıskacını yaran Gerilla timinin dağlarda “Rom’un (Türklerin)  tahtını salladılar, Gerilla güzel intikam aldı.” marşıyla yürüdüğünü dinlediler. Güzel bir kod adı bulma yarışında, en büyük düşleri özgürlük savaşçısı Gerilla olmaktı; tablette Angry Birds oynayan yaşıtları prens, prenses beklerken.


Gün geldi “o şartlarda yaşasam ben de dağa çıkardım” dediğinde devleti yönetenler; tank, top, “şehit namırın”,  “ bıji serok Apo”, “serhildan”lı çocukluk, gençlik; 40 yıl  süren, çoğu Kürt 100 bine yakın sivil, gerilla, askeri hayatından eden savaşın tek cümleyle bitirilebileceğini de  görecekti.


İşte bu savaşı bitiren, yenen çözüm süreciydi; ancak çocukluktan ergenliğe adım atıldığında yasak yaylalara çıkanlara, Gêrê Boğanın nergis kokularını getiren. Gever’de tetiksiz yudumlanan koyu çaya “ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir”  satırlı Wittgenstein’nı eşlik ettiren. Yarını hep muğlak gördüğünden, belki ilk defa hayata dair sıradan iş, ev bulma kaygılarına, dalga sesiyle uyanma, bir kadeh rakı arzusunu ekletip,   Altan Tan’nın  “İslamcı yazarların ve Kürt siyasetinde yer alanların yarısı devletin adamıdır”  konuşmasını sorgulatanda o süreçti.


Ama Kürtlerin masalı hep kötü bitmek zorundaymışçasına;  daha “çok tuhaf şeyler olmuş, oluyor Matmazel” fırsatını bulup, neden, niye diyemeden; onlarca …, …,  Seyit Rızaların, …, …,  Uğur (12) Kaymazların; askerin, gerillanın  dağlarda, ovalarda bıraktığı gençliklerinin üzerinde yükselen “çözüm sürecine” … üç nokta koyan  tarafları; meğer savaşmak için bahane yaratmaya nasılda  hazır ve nazırlarmış.


Onca Mehmet (1,5) Uytun’nun,  Rojivan (4) İdemin cansız bedenlerinin doyuramadığı  toprağı kan, kanı toprak kokan Türkiyenin, yeni Mehmetleri kurban edeceği savaş dile min savaş;  kurşunlanmadan az önce  “ben yaşlıyım, bana kimse bir şey yapmaz”  diyen Cizre’li Mehmet (74)  Erdoğan’ nın sandığı gibi değildi ki.


Düşman saydığını öldürmese o öldüreceğinden; can havliyle birbirine saldıran savaşın taraflarının  raks ettirdiği kurşunların, bombaların her ân, herkesi hayatından edebileceği savaş demek; büyümeyen çocuklar Aylanlar, Ceylan Önkollar, Serap Eserler demekti.


İnan bavê min, Barışın, hayatın yanında durmak savaşı kutsamaktan daha zordur. Zira ister devlet, ister bir kurum, parti;  ister örgüt, aile, patron, ister yandaş isterse de muhalif olsun bir kez  analitik  bakışı hazmedemeyen otoriter faşist  zihniyetle mayalanmaya görsün. Hepsi de illaki suçlayacak birini, başkasını bulacağından şiddetlerine, terörlerine, savaşlarına, yanlışlarına nasıl kolayca meşruiyet, sebep bulabiliyorsa sende Hevalê min; aynı şeyi yapacaksındır.


Nitekim Erdoğan gibi savaşa; döşediğin EYP’na, roketatarına çürütülemez sebepler bulman,  ”kriminalize ettiler bizi” demen,  savaşın bir tarafı olarak seni sorumluluktan kurtarıyor mu Hevalım?


Cizre’de yirmi bir insanın, gerilla Ekin Wan’nın,  askerin, polisin katli tek başına devletin, sarayın üzerine yıkacağın bir sorumluluk mudur? Silvan’da Emin Simpil’i (13) öldüren, Cizre de Yusuf (12) Şık’ı bir el ve ayağından eden senin bombandı. Belki senin attığın roketatarın yıktığı duvarın altında kaldı Baran Çağlı (7).Belki Cemile Çağrı (13)’yı vuran kurşunda senindi.


Bir genç neslini savaşta kaybetmiş; çözüm sürecinde ölmeden, öldürmeden eşit yurttaşlığın siyasi mücadeleyle de kazanılacağını yaşamış, görmüş Türkiyeli Kürtlerin ömürlerini ağıtla, gözyaşıyla tüketmelerine artık izin vermeyecek olanda hayatın ta kendisidir.


Belki 5, 10, belki 20 yıl sonra İspanyada Katalanlar, İngilterede İskoçyalılar gibi Kürtlerin Türkiye’den ayrılma ya da eyalet taleplerini referandumda oylatacak olgunlukta bir siyasal iklim, özgürlük bugünün dünyasının gerçeğidir. Onun için askeri, milliyetçi eksenden çıkarılıp siyasallaşan, normalleşen Kürt sorunu yalnızca savaşı bitirmeyecek. Devletin, PKK’nın, siyasi partilerin, bireyin sivilleşmesini, demokratikleşmesini de getirecektir.


Hal böyleyken asker annelerinden nasıl oğullarını savaşa göndermemelerini istiyorsan Hevalım; 1989’da Botan’daki çatışmada öldüğünü 26 yıl sonra öğrenene kadar evladının yaşadığını sanan Mecit Akkuş’un, Ahmet Budak’nın, Kürt annelerinin de hakkıdır “Êdî Bese”yle evlatlarının savaşmamasını istemek.


Kaderleri savaş yapılmış Kürtleri, çocuklarını; ölüm denkleminin dışında tutarak bir Fransız,  bir Amerikalı gibi kıllarına zararı önlemek,  huzurlu, sevgi dolu bir yaşam sürmelerine ön ayak olmak; Kürtlerin temsilciliğini yapan siyasilerin, örgütlerin de boynunun borcudur.

Barış, barış diye haykırılıyor ya Hevalım, lal olsun ki diller,  eğer  Barış nedir, nasıldır  bilen de varsa…..Uykusunda polis öldürme, PKK şehitliğini bombalama vahşetinin getirisi intikam duygusunu derinlere gömebilmektir barış, tam da budur işte; sırf bir Selman Ağar (10) daha hayatından olmasın diye.

Savaşın tarafları sizlerin birbirinize olan nefretiniz, zalimliğiniz, lanet sebepleriniz;  ne  8 yaşında vurulan Elif Şimşek’in hayatından;  ne de babası Yavuz Sonat’ın tabutunu tüm sesleri örten “hayır hayır“ çığlıklarıyla uğurlayan 12 yaşındaki  Sude’nin soldurduğunuz yarınından önemliydi. Şimdi  emrê min; bir kaybedişin daha olacağındandır; yitik zaman peşindeliğimiz,  savaşınıza isyanımız.


Minicik bedenlerin, hayallerin bombayla, kurşunla parçalandığı Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta, Türkiye’de;  onlarca gülen gözün yokluğunda… mevsim  de döndü  gula min… Cizre, Varto, Ankara…. hazan her yer.


Hazanda, ayırt etmeye hiç gerek yok Hevalım; savaş, kan isteyen herkes aynıdır ki kanla yazılan bu  tarih; gün gelir de  hesap sorar mı…bilinmeyendir.



1.10. 2015
Gülsen FEROĞLU


9 Eylül 2015 Çarşamba

Faşizm, ne yana düşer usta





Yalnızca yeni zenginler, yeni katiller üretecek savaşın içine Barışın sığması ne kadar da acı… bir zamanlardan   ne kadar da uzak. Dünya mı? Biter, bazen.

Dünyanın bazen değil bittiğine dair bir şey yazılmasına, söylenmesine gerek bırakmayacaktır; utancı herkes yaşasın diye dalgaların kıyıya vurdurduğu üç yaşındaki mülteci Aylan Kurdi’nin dili, çığlığı olmuş cansız bedeni.

Sebebi olmadığı vicdansız savaşın günahsızı Aylan’nın yola reva akranları, cesedi üç gün buzdolabında beklemiş Cizreli Cemile Çağırga (13);dünyanın nasıl da  kötülüklerle dolu olduğunu   herkesin suratına apaçık vururken kalbim, sanki sonbahar.

 Şimdilerde yeni trend de her şeye, her olaya “aaaa”, “yapma be!”, “demek öyle” tepkili koca bir şaşkınlık. Ergen misali alayına karşı Bahçeli’nin Schopenhauer’u sollayan “Koreli ile Çinliyi ayırt edecek özellik nedir? Çekik göz…baktı ki ikisi de çekik göz…fark eder mi efendim”  aforizmalarına, Meclis başkanı seçimlerindeki tavrına şaşa kalanlar  sanırsın Burkina Faso’da yaşıyorlar.


Allah aşkına hiç bir MHP’liden bir kerecikte olsa  “AKP’ye karşı HDP’yle koalisyon yaparız” cümlesini duymadığınız halde; kim, hangi trol ve niye inandırdı sizleri 7 Haziran sonrası “CHP, MHP, HDP” koalisyonunun kurulacağına da o canım, cicim bünyeleriniz helak oldu üzüntüden. 


Oysa liderleri, partileri tartıştırıp, sorgulatarak ürünü oldukları Türk müesses nizamının tükenmişliğini gözlerden kaçıranların; artık kronikleşmiş AKP’den kurtulma sendromlarına çare diye her seçimde hedefledikleri “CHP, MHP”ye yeni ekledikleri HDP koalisyonu uğrunaydı  MHP’nin kamuflajı.


Peki ya sen ! Bir arama motoru uzaklığında Kahramanmaraş, Çorum katliamlarına  uzanmaya bile gerek bırakmayacak polisin, kameraların nezaretinde Dolapdere’de, Fethiye’de Kürtlere linç girişimlerinin, Samsun’da, Kayseri’de HDP’nin parti binalarına saldırıların aktörü ülkücü geçmişi unutan sen yoldaşım! Sen de mi inanmıştın MHP’nin eşit yurttaşlıktan, herkesin anadilinde eğitiminden yanalığına. 


 “Senin için mükemmel bir fikrim var genç adam, güzel kadın” kıvamıyla  inandırıldığınız yalanları öyle çok, öyle çok sevdiniz ki hepiniz,  inanışınız kadar büyük olmadı mı hep hüsranınız, yenilmişlik duygunuz MHP’nin seçim sonrası tavrı karşısında da.


Üçlü koalisyon varsayımını borsada fiyatlandıran ve ne yazık ve ne acı; her biri bir kesimin; holdingin,  partinin,  cemaatin yandaşı medyaya ait TV kanallarında, gazetelerde delirtecek bir kara propagandaya tabii tutulanların; seçim sonu MHP’ye “Elf” diyarından kopmuş gelmiş muamelesi yapması kadar ürkütücü bir şey de  yoktur.

Zira dünyanın neresinde biat, katliam, linç,  kristal geceler, Auschwitzler, Diyarbakır cezaevleri, mülteciler, savaş varsa bilinir ki orası faşizmden nasibini almıştır, almaktadır gerçeği sarmalamışken yeryüzünü; Türkiye’yi cehenneme çeviren de; insanların artık huy olmuş ırkçılığın, faşizmin yaygınlığının farkına varamayışıdır.


Elbette, Türkiye Cumhuriyetine sirayet ettirilen İttihat Terakkinin biatçı, vesayetçi anlayışı, “ama onlarda ne yapmadılar,  rahat durmadılar”  ötekileştirmesi; 6,7 yaşından itibaren bilinçaltlarına yerleştirilen kuşakların; bir fikrin, partinin, bir dinin, ırkın, mezhebin düşmanlığına inanmaması olasılık dahilinde değildir.


Herkesi düşman gören bu faşist esintili hal; biat ettiği her neyse onun yerine düşünmesinden, yolunu çizmesinden hoşnut ama kuşkucu, huzursuz kuşakların hayata, ilişkilerine paranoyanın ötesinde bakamamalarının da nedenidir.

Bu paranoyaklık kendi gibi olmayanı  elinde hep bir kalkanla yaşamak zorunda bırakacaktır  ki bu bazen bir çocuk, kadın bazen AKP’li CHP’li, HDP’li, MHP’li biri, bazen Alevi, Hristiyan bazense  bir ateist, eşcinseldir.

“Terlik geliyor terlik”li annede, “bu saatte, bu kıyafetle dışarı çıkamazsın” naralı babada,  “aklın ermez senin” diyen erkekte,   “dediğim biçimde hazırla şu sunumu” emirli üst makamda, İrlandalı turiste saldıran esnafta, meslektaşının öldürülmesine sevinen doktorda,  Diyarbakır otobüs firmalarını taşlayanda, “soyunu kurutacan Kürtlerin”, “aptal Türkler”, “ıyy pis Suriyeli” entrylerinin Facebook, Twitter  müdavimlerinde vücut bulan  faşist tavır; ailede, okulda, işyerinde, sokakta, lider sultalı partilerde, örgütlerde hemen hemen her yerdedir.


Opera dinleyip, 3 dil bilmesi, bilime inanıp, iyi bir eş, baba, anne, laik, mütedeyyin, makam mevki sahibi olması, ırkçılığını yumuşatacak “Atatürk milliyetçisi”, “ulusalcı”, “özgürlük savaşçısı” cilasını çekmesi bireyin faşistliğini örtmeyecektir.

Lev Troçki’nin  “herhangi bir tatminsiz küçük burjuva Hitler olamazdı ama her tatminsiz küçük burjuvanın içinde bir parça Hitler vardır” ifadesini doğrulayan; illaki birilerini iteleme, illaki “dediğim olsun”, “düşüncem, davranışım doğrudur” otoriteli faşist eğilim, nefretle yan yana öylesine de sıradandır.


Bu sıradanlık, süreğenlik karşısında sık sık kullanılan “faşist” tanımına; “ annen bir melekti yavrum” modunda  “önünüze gelene faşist diyorsunuz, pes” itirazıdır asıl şaşırılması gereken.

Çünkü bir insanı düşüncesini, davranışını sevmeyebilirsiniz ama bir milleti sevmediğiniz, fikrinizi, davranışınızı, giyiminizi dayattığınız, şiddet uyguladığınız yani faşizmin bütün farzlarını yerine getirdiğiniz halde  “aman bana, bize faşist denmesin”  çırpınışı beyhudedir.


Kökleri en derine salındığından içindeki faşizmi bir türlü uğurlayamayanların diyarı Mezopotamya’da; eğer her insan bir nesilse, gözümüzün önünde her gün nesiller; adını bilmediğimiz mülteciler, bildiğimiz askerler, gerillalar hayatlarından oluyor.


Suriyeli Aylan’nın,  Türkiyeli Baran Çağlı (7),  Emin Sinpil’in (13), gençliklerini Dağlıca’da, Iğdır’da bırakan 16 askerin, 13 polisin cansız bedenleri yalnızca Ortadoğunun halinin değil, felaketlerimiz üzerinde yükselen medeniyetin de fotoğrafıdır


Bir kez daha “insanlık kıyıya vurdu”, “savaşı Erdoğan”, “hayır Kandil başlattı” ajiteleriyle savaşların sorumluları bulanıklaştırılırken; 20 yaşındaki er Muharrem Öksüzler, gerilla Azad Yiğitler birbirilerini öldürmeye devam ediyorlar. Yazık ki ne yazık; yine hayatın katilleri, savaş kazanıyor Hevalım.

Öldürülen her askerin, polisin her gerillanın, sivilin akıtılan kanı, annelerin gözyaşlarından toprağa düşen çaresizliği,  taraflarının çözüm sürecini  pusuyla, kurşunla, mayınla, kobrayla delik deşik ederek gömmelerine mani olamamışken demokrasi, barış mı! ne yana düşer usta? Ya Faşizm?


Kim tutsak kim gardiyan belli olmayan ilişkiler ağında; kendine ait olmayan bir yolda; kaybeden olmaktan daha kötüsü belki de kaybolan olmaktır; kim bilebilir ki.

Sonrası “/…./dipten korkulur /ama ben korkmuyorum/çünkü daha önce dibe vurdum” yazan Sylvia Plath’dır.

Gülsen FEROĞLU
10.09.2015


20 Ağustos 2015 Perşembe

Duydunuz mu Barışı vurmuşlar Siirt'te




Gün gelecek sebebi olmadıkları savaşın günahsızları; hasretlerini, sevdalarını, güzel gülüşlerini durgun sabahlara, naif barışlara sakladığımız Zdenekler, Viyanlar, Kağanlar gibi seni de vuracaklar Ey savaş! Bekle…bekle


Duydun mu Ey savaş! daha vurulmadığından dün yine adına “er”  denilen; Facebook’a  “kaldı yedi gün bir tanesi, sana kavuşmama yedi gün”, Twitter’a “benim bir gün Ahmet Kaya konserine gitme ihtimalimi çalan ülkesin sen Türkiye!” yazmış Doğan Acar (22), Barış Aybek (21) öldürüldü. Duydun mu Ey savaş! dün yine adına terörist, gerilla denilen; ne düşünmüşler, ne yazmışlar bilmediğimiz  Emrah Aydemir (15), Fırat Elma(16)  da öldürüldü.


Hangi politik düşünceden, hangi dinden, mezhepten,  ırktan, meslekten olursa olsun bedelini canıyla ödemek zorunda bırakılan adına; er, Mehmetçik adına; terörist, gerilla adına; sivil denilenlerin tek talihsizlikleri; savaştan başka bir şey görmeyecekleri Ortadoğuda dünyaya gelmeleriydi.


Peki bu savaşçı Ortadoğu’da; günü gelmeden insan eliyle gençlikleri sonlandırılan onlarca Barış’ın, Emrah’ın vatanları Türkiye’de; savaşanların her geçen gün dozunu daha da  arttırdıkları nefretle birbirini öldürmekten zevk duyan bir toplum  söylesenize;  ne zamana kadar böyle öfkenin,  intikamın  pençesinde yaşayabilir? Ne zamana kadar “vatan sağ olsun”, “kana kan”, “demokrasi”, “özgürlük“, “barış” sloganlarının arkasına saklanabilir savaşın; hayat yıkıcılığını.


Bugün yaşananların, bu olanların aynısı 85, 30, 20  yıl önce de yaşandı, oldu;  bombalar atıldı dağlara; ormanlar, köyler yakıldı. OHAL ilan edildi, operasyonlar düzenlendi, Kürtler tutuklandı. Pusular kuruldu, mayınlar patlatıldı; karakollar basıldı, askerler, memurlar kaçırıldı, yollar kesildi. Kürtlük, Türklük, aidiyet, ideoloji insan canından daha çok önemsendiğinden “benden mi,  değil  mi “ diye bakılan 100 bine yakın  asker, gerilla, sivil  hayatını kaybetti.


O günlerde de onlarca Erdoğan “…yüzlerce teröristi askerimiz, polisimiz aslında gömmüştür. Yeterli mi yeterli değil…” ,  onlarca  Prof. Atilla Şentürk “… Her şehidimize karşılık bir HDP milletvekili indirilmeli.”,  onlarca Kürt de  “…. faşist devletin tüm kurumları …. meşruiyetini kaybetmiştir. Özyönetim…..”  demedi mi?


Demokratik, medeni bir ülkede ırkçılıktan, nefret suçundan ceza aldıracak Facebook, Twitter, Youtube’da  “PKK’lı leş işte burada gebertildi”, “Kürt halkının gözü aydın, 4 it soyundan it gebermiş” söylemlerini paylaşmadı mı insanlar. Hem de  ertesi günün  sevdiğinin ölüm haberini getirebileceğini bile bile.


İşte, birbirlerinin günahlarını yarıştıran insanları, insanlığından çıkaran, kurşunlanmış masum bedenleri üst üste yığdıran savaş  böyle bir şeydir Matmazel! Varlığını karşıt gördüğünü yok etmek üzerine kuran, ölenin kimliğine, ırkına, görüşüne göre değer kazandıran ya da değersizleştiren faşizmin kucağına oturtur da en hümanist insanı;  farkında bile olmaz.


Bir zamanlar Bulgaristan’da Türkleri, Almanya’da Yahudileri,   Bosna’da Boşnakları, Türkiye’de hâlâ; Ermenileri, Kürtleri, Dersimlileri, mütedeyyinleri, sosyalistleri  “ama onlarda,  ama bunlarda şunu yaptılar“la suçlayarak yarattığı karşıtına yapacağı vahşete sebepler bulan faşizm;  suçlu ilan ettiği gözünün önünde dursun istemez.  O yüzdendir işte Auschwitz-Birkenau toplama kampları, Srebrenica,  Ziverbey Köşkü, Mamak,  Diyarbakır cezaevleri. Sonra da gelsin; SS  komutanı Amon Leopold Goethler,  Sırp kasabı  Ratko Mladoviçler.


Beyaz adamların, Almanya’nın, Sırpların gücünü, üstünlüğünü göreceksiniz diyenlerin, SS’lerin, Sırp milliyetçilerinin lanetle anıldığını gösteren, ABD’yi siyahi başkanın yönettiği dünyanın ulaştığı noktadan habersiz; bizim de Amonlarımız vardır Matmazel; Yüzbaşı Esat Yıldıranlar, “90 kişi öldürdüm tetikçi değil Ramboyum ben“le övünen Ayhan Çarkınlar; Yüksekova’da bir şantiyede gözaltına aldıkları 52 Kürt işçiye  “Türkün gücünü göreceksiniz”le savurdukları tehdidi videoya çeken Özel Harekâtçı Türkler.


Videodaki Türkiye devletine değil dışındaki bütün ırkları ötekileştiren ”Türk”e etnisiteye vurgu yaparak, üstün millet zihniyetini açığa vuran “Türkün gücü” cümlesi vardı ya Matmazel işte o cümleydi; sadece duymak istediklerini duyan fanatiklikte farklı dine, ırka, görüşe sahip insanların karşı şiddetini, terörünü yaratan, olağanlaştıran.


IŞID’in herkese, İsrail’in Filistinlilere zulmünü gösteren videolar gibi heyecanla gösterime konulmuş videodaki o sahneler;  faşizm temalı Schindler’s List ya da La Vita è Bella filmlerinden kopmuş gelmişçesine öylesine de tanıdıktır ki. Bir de tek tipçi despot ulus devlet zihniyetinin gerçek yüzünün görünmesi istenmediğindendir “Bakma lan bana! herkes yere baksın” narası. “Ne yaptı lan size bu devletin“ cevabıdır da; ters kelepçeli, şortlu, terlikli işçilere silah doğrultularak gösterilen  “Türk gücü.”


İstiklal Mahkemeleri kararlarında, Seyit Rıza’nın, Menderesin, Denizin, 17 yaşında Erdal’ın boyunlarına geçirilen urganlarda, Uğur Kaymaz’ın bedenindeki 12 kurşunda, 6-7 Eylül’de, Maraş’ta, Roboski’de insanları katleden nefrette, Berkin’e, Ali İsmail’e yapıştırılan terörist damgasındaki maskelerin ardıydı  o güç.


İlk defa o Türk gücünü sorgulatan da, bugün bir 30 yıl daha savaştan kaçınmayacaklarını gördüğümüz taraflarının; siyasi, askeri güçlerini sınayacakları yeni bir savaşa hazırlık sürecine dönüştürerek; ki herkesin birbirine tahammül ettiği, demokratik bir Türkiye’nin mimarı olacakken; heba ettikleri çözüm süreciydi.


Şimdi hayata dair her şeyi;  adaletsizliği, kadın cinayetlerini, güzel bir yemeği,  sevdayı teferruat yaptıracak savaş ne ki, ölünür diyorsunuz ya Türk, Kürt;  “vatan için”, “tutsak halkım için” hiç evladınızın kokusunu aradınız mı kanlı elbisesinde? Gülen yüzünün artık fotoğraflarda kaldığı gerçeği yaktı mı yüreğinizi, yıkıp geçti mi hayatı?  Her kapı, her telefon çaldığında öldüğünü unutup fırladınız mı “geldi” diye? Kaç gece nereye düştü diye kaygılandınız, uyuyamadığınız bomba, kurşun seslerinden?


Her türlü canavarlığı mubah kılan savaşın ahlaksızlığını, merhametsizliğini; astsubay Ziya Sarpkaya (27)’yı ATM’den para çekerken arkadan vuran elde; gerilla Ekin Wan’nın (25) Varto’da çırılçıplak sokağa atılan naaşında hâlâ  mı göremediniz?


Yılları hepimize dar edenlerin namlunun ucuna sürdükleri acımasız,  kör nefretten  göremediğinizi, duyamadığınızı  anladığından mıydı;  Barış Aybek’in daha 21 yaşında “Ben dokunamıyorum…Yazdıklarım dokunsun..!" satırlarından akan hüzün.

Hâlâ mı duymadınız,  dün yine 18 bin TL bedelli askerlik parasını yatıramayan erleri, Siirt’te de Barış Akan’ı vurmuşlar. Duymadınız mı hâlâ, Diyadin’de çalıştığı fırında vurmuşlar Emrah’ı.


Yalnızca yeni zenginler, yeni katiller üretecek savaşın içine Barışın sığması ne kadar da acı… bir zamanlardan ne kadar da uzak. Dünya mı? Biter, bazen.

Gülsen FEROĞLU
20.08.2015