Barış vurulmuşken... söylesenize, şimdi
hangi sonbahardır
Daha geçenlerde parkı sarıya, kızıla boyamış yapraklar üzerinde
yürürken, ayrılıklardan konuşmamış mıydık, seninle? Sonbahar ya, kolum kanadım kalkmıyor ‘halbuki
havalar soğudu, hurçlardan, baza altından çıkarmalı kışlıkları, belki tarhana
...turşu yapmalı ’ ama bir banka, kaldırma oturup gelene, geçene bakmayı cazip kılan gönlün
işgalinde, madem koca şair demiş “ne de
olsa ayrılıkta sevdaya dahildir....” o zaman bizde... demiş miydin?
Aceleye ne
hacet, bak ! ayrılıklara gebe, şimdiye kadar değiştirmediği neyi
değiştirecekse hayatımızda, güz
dönümü; güneşin terk edemediği,
yağmurun da bardaktan boşanırcasına
yağamadığı yalancı baharıyla, iki arada
bir derede kalmışlığı yaşatan Ekim de, geldi işte, kendini tekrarlamaktan
usanmayan ayların... yılların aynılığında;
dünde, bugünde her takvim yaprağı, yaşam sevincini alıp götüren onca
Taylan Özgür, Vedat Demircioğlu, Vedat Aydın , Tarık Dursun, Gökhan Akman ‘ın ellerinden hayatlarını alan
bir katliamı... dar ağacını, işkenceyi, mazlumluğu, darbeleri çağrıştırıp;
geride
ölene dek söylenecek, illaki bir
ukde –‘keşke...engel olsaydım...o gün
kızdım ona, düşünsene ölecekmiş üç saat
sonra ? Babuko’yu (Zerfeti), etli
lahana sarmasını severdi’ – bıraktığından, acıtan...tarumar
eden, onca Başağın,
Erenin, Erdalın tamamlayamadıkları
yaşanmışlıklarının, hatıraya dönüşmesinin kederinde,
hayata dair her şey de; ömür de, kavga da,
sevda da, evde hissedilen, bitirilmemiş okullar...kutlanmayacak doğum günleri...gidilmeyecek
cafeler ...okunamayacak kitaplar, dinlenmeyecek Emma Shapplinler, sulanmayacak çiçeklerin yarım
kalmışlıklarında; her ayı, günü ağıtla, yasla, gözyaşıyla
doldurulduğundan, bir mevsimin, ayının neşesini, depresifliğini, melankolik hallerini yaşamanın bile çok görüldüğü ülkede, ölümle, alçaklığı kesin savaşla, katliamla
anılan bir mevsim, ay, gün ‘olmasaydı keşke’ isteğinde;
ahhhh bu coğrafya, ahhh “kaderdir... fıtratında vardır, her türlü
önlemi aldık ama işte...nasılsa ölmeyecek miyiz? ha bir gün önce, ha bir gün
sonra’ bilgiçliğinde öldürülmeye, öldürmeye biatla, manasızlaştırıp , değersizleştirilen hayatların
efendileri;
narsist liderlerin,
başkanların, kanat önderlerinin, Gavs’ların , dindarların, sekülerlerin işine geldiğinden, güzellemeye doymadıkları ölümün,
adanmışlığın bilerek kutsandığı bu Mezopotamya; dön de bir bak ! düne, bugüne ne çok insan ölmüş, öldürülmüş de wampir açlığında hala kana, genç bedenlere doymadığından, güzelliklerinin yaşanamadığı hayat da işte,
hep yenilmiş bir adım önünde olmuş ölüme.
Engellenecek kötülük ‘gitmişken Ankara döneri yemeden dönmek
olmaz, Sakarya caddesi ...’ sohbetini
yaptıktan az sonra , bombanın
patlatılacağı bir intihar saldırısında, atılan roketle başlayacak bir
savaşta; İstanbul’da gariban üç kardeşin
su birikintisine düşerek boğulması ya da
grizu patlaması gibi “olamaz” basitliğinde, azıcık tedbirle
önlenecek ihmaller yüzünden, her an ölünebilinecek Ortdadoğu’da
doğma bahtına erişildiğinden, Osmanlı Paşalarının 90 bin askeri soğuktan dondurduğu 1915’den ,
1938’e, 1972’in 6 Mayıs’ına uzanan, Tezer Özlü’ye
"burası bizim değil, bizi öldürmek
isteyenlerin ülkesi" dedirtmiş,
zaman diliminde,
2023 yılında bile, 1789 Fransız İhtilalinin eşitlik, kardeşlik,
özgürlük şiarını yol edinmişleri,
sistemine muhalifini, kökeni, mezhebi, dini, yaşayışı farklıyı,
her yılı, her ayı, günü karanlığa
mahkumlayan – 1921 (Koçgiri, Şubat)
, 1926 (Ağrı, Mayıs ), 1937, 38
(Dersim, Mart, Aralık), 1955 (6/7
Eylül), 1977 ( 1 Mayıs ), 1978 (8 Ekim, Bahçelievler ), 1978 (Maraş, Aralık), 1993
(Temmuz, Madımak) , 2011 (Aralık,
Roboski), 2015 (Temmuz, Suruç) 2015 (10 Ekim , Ankara Garı) , 2017 ( Ocak, Reina)
– katliamlarda, imhayı göze alan,
butona, pime
basanı, bastırtanı bildiği halde
geçit vererek, öldüreceğini bile
bile o bombaların patlatılmasını, o
kurşunların atılmasını bekleyecek canavarlıktaki, zihniyetinin karanlık geçmişinden
çıka gelip , bir anda;
başka
seçenek yokmuşçasına kırmızı çizgilerini, demokratlıktan bir haber yasalarını, geleneklerini diktelediğin
herkes gibi; hiç
gerçekleşmeyecek olsa da güzel
hayalleri, okulları...sevdikleri... birlikte puzzle oynadıkları, üzerine titredikleri çocukları vardı ve belki yeni
sözcükler, yeni sevdalar , filmler, yazarlar, arkadaşlar, yemekler keşfedecekleri zamandaydılar da, bilemediğin, yüz dokuz yurttaşını daha hayatından eden, o
sonbaharda da; duyulan kulakları
sağır eden aynı bombanın patlayan sesi...Ankara’yı,
Garını kaplayan defalarca göğe yükselen
aynı ateş topu…duman bulutuydu.
Aynı
Allahım… Allahım’lı ı çığlıklar…çığlıklar...aynı nefes aldırmayan öksürük, yanmış et,
barut, kan kokusu... ellerde, yüzlerde, arabaların, ağaçların,
binaların üzerinde az önce konuşulan,
halay çekilen yoldaşların kanı, vücutlarından
kopmuş parçaları; asfalta tek başına bir kol, başsız bir
gövde…“bacağım, bacağım” iniltileri...“ “yolu açın” sesler.. sesler...sirenler..sirenler…halay
çekilen afişler, pankartlarla örtülen
onlarca cansız beden...sahipsiz bir çift beyaz ayakkabı
Diclenin mi?...çalan telefon, titreyen parmaklar… ‘şükür, sağsın, Filiz,
Leyla yanında mı ‘.. Leyla??? ya Elif???
“Ankara döneri” yiyecek, Dilan mıydı? kimin annesiydi “ içimde bir sıkıntı, gitme, bir kez de beni dinle, gitme” diyen?
Oysa, o bir şey ifade etmeyeceğinden titrek “gitme“ sesi; Berna, Elif
“Ankara'daymış barışı, alıp gelmek gerek. Getirebilirsem barışı kızama..." paylaşımını yapmış Hakan için; mitingine gidişin amacı, huzur
getirdiği görülmemiş savaşın had safhaya ulaştıracağı yoksulluğa , hukuksuzluğa , ırkçılığa, ölüme boğacağı hayatları kurtaracak “Barış”ın yanında; nasıl da nafile, nasıl da biçaredir.
Büyük, güçlü devletinin; eylem yapacakları 'gizli' ibareli resmi raporlara yazılmış canlı bombaların varlığını bile bile, mitinge gelmelerine izin
vererek koruyamadığı, günahsız 109 yurttaşının bir saniyede...bir
anda yok edilmesi vahşetini tanımlamada kifayetsiz, yetersiz kalmış yirmi dokuz harfin boynu büküklüğünde, istifayı düşünmeyen Başbakanın da cumhurbaşkanı yardımcısı
adaylığıyla ödüllendirildiği 6’lı masanın, Millet ittifakın ortağı olduğu bu pişkin, yüzsüz diyarda;
onca katliam sonrası hiç yaşanmadığı, olmadığı görüldüğünden,
bilindiğinden gün gelecek “hesap sorulacak” rüyasından çoktan uyanıp ‘ adalet, er geç tecelli edecek, yaptıklarınızın, bıraktığınız enkazların yüzü suyu hürmetine ölmeyin de...o masumların ahı, fitil fitil gelsin burnunuzdan’ bedduasını etmekten de vazgeçildiğinde;
Nuri Bilge’nin “Kuru
Otlar Üzerinde” filminin karakterlerinden Ankara Gar Katliamında yaralı kurtulan, dizden aşağısı kesilmiş
Nuray öğretmenin “ama, bana öyle geliyor ki, dünyada güzel olan her
şey, daha insana ulaşamadan, insanın
kendi ördüğü ağlara takılıp kalıyor.." göndermesinde bulunduğu, devletin, duyarsızlığa alıştırılmış toplumun ördüğü o ağlara
rağmen,
belki insanoğlunun lanetidir de unutmamak...unutamamak ama şehrin
gri duvarlarının ardında, asırlardır can güvenliğinden sorumlu olduğu yurttaşlarının hunharca katlini
seyreyleyen...yeryüzünden arşa ulaşmış ağıtlara kulak tıkayan...değiştirmeye
kalkışmadığı gaddarlığı, despotluğuyla hayatları zehir eden; adaleti çürütmüş sevgisizlikteki devletin
yöneticilerinden, katliamların faillerinden
büyük acıları... büyük cezasızlıkları her yıl dönümünde anmak, unutturmamak
belki
de , sorulmayan hesabı sormaktır da, kim
bilir ki.
Artık “umut etmenin yorgunluğunda” ki hayat hengamesinde, her sonbaharda, sadece içi çekilmiş meyvelerin kalacağı dallarından takatsizliklerinden
kopup, kendilerini boşluğa bırakmalarını “ne kadar güzeller, rengarenk “ cümbüşüyle
karşıladığın, dünün...bugünün
üzerine dökülen, ölecek yapraklarla
birlikte solduğunun,makus talihi yapılmasından utanç
duyulmayan her
katliamla tükendiğinin farkındasızlığındaki
memleketin;
kaldırımlarını,
caddelerini, meydanlarını deterjanlı sularla yıkayarak yok
edildiği sanılan; kimsenin kimseyi
öldürmediği yarın için bombalarla parçalanmış onlarca günahsız bedenden yıllara damlayan... akan kana bulamış,
zalimliğin, acımasızlığın bak ! orada... sen görmesen de; orada işte ...duruyor hâlâ.
Bu sonbaharda yine “biliyor musun gözümün önünden gitmiyor hala o tatlı bakışın / Dîtina te yî şêrîn , Qet naçe ji ber çavê min” özleminde , yeşilden sarıya kızıla dönüşen ölgün yaprakların örttüğü mezar taşına çocuğu, sevdiğiymişçesine sarılanların darmadağınık yitişinde; 9 yaşındaki Veysel Deniz Atılğan, 12 yaşındaki Ceylan Önkol, Bahçelievlerde Latif Can öldürülmüş, Necdet Adalı asılmış, vurulmuşken Barış , söylesenize, şimdi yaşanan, hangi yılın sonbahardır?
Rukiye-Gülsen FEROĞLU
10.10.2023