26 Temmuz 2011 Salı

Vazgeçtiğin topraklar senindir

Kırları, parkları, bahçeleri; leylaklar, hanımelileri, laleler çoktan terk etmiş, tezgahlarda kirazlar yerini dutlara bırakmışken, Metin Lokumcu’nun ölümü, Başbakanın “kadın mı, kız mı belli değil” tacizi, benzeri olumsuzlukların AKP’ye oy kaybettirmeyişi beyaz Türklerin temsilcisine de “siz nasıl, ne zaman bu kadar zalim oldunuz” fırçasını attırtmıştır.

Hayatı boyunca Türk müesses nizamının hiçbir baskısına, ayrımcılığına maruz kalmadığından, kalmayacağından müesses nizama karşı “asimetrik ve psikolojik bir harekat” başlatacak mevzuyu da bulamayacak bu hep fırçacı beyaz Türkler; kabına bir türlü sığamadıkları pek bi Avrupai, geniş görüşlü dünya insanı olarak ta nedense, pek bi yabancıdırlar unutturarak yok ettirdikleri utanç dolu geçmişlerine.

“Geçmiş artık yok” derler ama vardır değil mi ? Onun içinde 21.yy.da hâlâ darbe Anayasasıyla yönetilen, RTÜK’ün araştırmasına göre televizyon programlarında en beğenilen kişinin %10.2 oranıyla bıçakla boğaz kesen Polat Alemdar olduğu ülkelerinde; zalimliğin geçmişten kopuk geliştiğine dair tavırları da artık insanı çileden çıkartacak düzeydedir.

Ne zaman, nasıl mı zalim olundu ? Buyurun, bakalım. “Kele isterük” le isyan edenlerin, “tez kellesi vurula”yla padişahın önüne atılan sadrazam, paşa kelleleri arasında hünkarımız Fatih Sultan Mehmet, Kanunname-i Ali Osman’la kardeş katlini meşrulaştırdığında, Valide sultanımızın Devleti-i Ali Osmaniyye’nin bekası için susmasıyla zirve çıkmış zalimlik, 1915’de önlerinden yalın ayak, aç susuz geçen evinden, yurdundan kovulmuş Ermeni kafilelerini taşlayanlar, mülklerine el koyanlarca da taçlandırılmıştır.

Ya 14 İstiklal Mahkemesinin 1054 idamın infazı için meydanlarda kurdurduğu darağaçlarında saatlerce sallandırılan cesetlere, Osmanlı’dan miras kelle severliğin tezahürü Dersim isyanında Hıdır’ın Bahtiyarlı Sahan’nın, Rayver’in de Seyid Rıza’nın yol arkadaşı Alişer’le karısının başlarını kesip askere teslim etmesine, 1995 yılında Yüksekova’da komutanın; çoban Nezir’in koparılmış kafasını saçlarından tutarak askerlerine göstermesine ne demeli.

Bitmedi. Menderes’in, …, …, Deniz’in, …, …, …, , Erdal’ın …., …, asılması, işkenceler, …, Maraş, …, Çorum, …, Madımak. Sokak aralarında kahpece vurulan; İpekçi’ler, Türker’ler, Aydın’lar, …, …,.

JİTEM. Tarlaları, hayvanları, evleri yakılan Kürtler. Gerilla cesetlerini panzerlere bağlayıp dolaştıranlar. Öldürülen çocuklar; Uğur’lar, Ceylan’lar, …, Kadına, çocuğa şiddet, …, talancılar, …, şikeciler. Türklere, Kürtlere, Ermenilere, Alevilere, …, …, bunlar yapılırken hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edenler.

Böyle böyle sıralayacağınız yüzlerce zalimlik bu topraklarda hiç bitmeyecek zalimliğe dair “yapılmayan daha ne kalmış”ı düşündürtüp, öyle durduk yerde ha denince zalim olunmamış ki dedirtecektir.

Peki kimlerdir, bunca zulmü yapan, yaptırtan, yasalaştıran ? Sakın bunlar da; bugüne kadar ABD yönetiminde nasıl (White - Anglo Sakson –Protestan) WASP’ların ağırlığı vardıysa, İttihatçı Paşalarca Türkiye’nin burjuvası oldurulan, korunup kollanarak iş, ev, arsa verilen, çoğu bürokrat, bol maaşlı memur yapılarak Cumhuriyet yönetiminde belirleyici güç konumuna getirilen, karşılığında devletin “ben ne söylersem sen o’sun ve onu yapacaksın”lı ideolojisini savundurdukları “beyaz Türkler” olmasın ?

Kürtlerin; Kürt olmalarını sorun ilan ederek meşru zeminleri kapatan, döven, hapseden, kaybeden, açılımın da yapılanların diyeti olduğunu hâlâ da anlamamış, bugün de “nasıl bu kadar zalim oldunuz”la hesap soran bu Türklerin, meseleleri hiçbir zaman; haksızlık, hukuksuzluk, Kürtlerin, Süryanilerin, Alevilerin, …, …, kendilerinin kullandığı hak kadar haklarını kullanmasıyla ilgili değildir. Tek meseleleri kendilerini üstün görerek hakimiyet kurduklarına önderliklerine, egemenliklerine bir zeval gelmemesi için işin öznesinde kimin olduğudur.

Bu nedenle de 2011 genel seçiminde AKP’ce zedelenmiş egemenliklerini kendilerine geri verecek, başkanı Hakkari’de “Yerel yönetimlere özerklik vereceğiz…Avrupa'daki gibi….”yi konuşan, partileri CHP’nin, MHP’yle iktidarı için AKP’nin oyunu düşüreceğine inandıkları Kürtlere sempatiyle yaklaşıp oy vereceklerini ya da “gönül oylarının BDP“de olduğunu açıklamaktan da çekinmemişlerdir.

İşte o; hemen hemen bütün siyasilerin Kürt sorununu çözeceklerini taahhüt ettikleri günlerde TSK’nin Uludere ilçesindeki operasyonunda 12 gerilla öldürülür. On iki evin acısını yüreklerinde ufacıcık bir “sızı”yla dahi hissetmeyenlerin Kürt sorununu nasıl çözecekleri muamması bile evlatları askerde, dağda olanların “nihayet, iyi bir şeyler olacak” umudunu tüketmez.

Milli iradenin %95’le temsil edileceği bir Meclis yapısını ortaya çıkaran seçimler; bir kez daha, kendi kusurlarını, kabahatini gizlemek için karşı tarafı suçlamayı adeta gelenek haline getirmiş o Türklerin istediği gibi sonuçlanmaz.

Ruhları tek başına bir mutsuzluğu da kaldırmayacağından; nefret suçunun bile tanımlanmadığı, evrensel hukuka uymayan, değişmesi de ancak Mecliste mümkün yasalara dayanarak, Ergenekondan tutuklu vekillerinin serbest bırakılmamasını öne sürdürerek CHP’nin yemin etmemesini sağlarlar. BDP’nin de “boykot”uyla bir anda ülkede, siyasilerin yarattığı, seçimleri gölgeleyen gerilim uç verir. Böylece hoşlaşmadıkları AKP’nin de burnundan fitil fitil getirilir; seçim galibiyeti.

Anlamsız kim haklı, haksız tartışmaları, suçlamalar sürerken bir sabah Yüksekova’da, biri kot diğeri capri pantolon giymiş iki uzman çavuş, sokakta, arkalarından ateş edilerek öldürülür.Hayyam’ın 1048’lerdeki ”yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen sen, sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle” bilgeliği, asfalta ince bir yol çizen kanla akarken tıpkı Hrant’ın, Vedat’ın, Savaş’ın kanını izledikleri gibi izler insanlar; o kanı da.

Ve CHP yemin eder, Öcalan’nın devletle “Barış Konseyi” için anlaştığı açıklanır, BDP, AKP’yle görüşür, TSK’a YAŞ’a hazırlanır, DTK “özerkliği” ilan eylerken Silvan’da ki çatışmada 20 genç ölür.

En zamansız yası, en beklenmedik gidişi, en büyük yalnızlığı getiren ölüm; yine savaşla geldiğinden, adil de olmayacağından, en çokta geride kalanların çürümüşlüklerini dışa vurdurur; düşman belletilenin her zayiatı, her ölümü yürekleri soğutur, öldürülene “ana kuzusuydu” bile denmez.

Oysa şehitler arasında sadece yirmi sayı olacak o tahta tabutlardaki Türk, Kürt gençler senin, benim gibi birilerinin oğlu, kızıydı. Birilerinin kardeşiydi. Birilerinin eşi, birilerinin sevdiğiydi. Senin, benim gibi hataları, beklentileri, kızdıkları, özledikleri vardı.

Ama herkes o kadar stresli, o kadar öfke doludur ki; Lice’de iki gerillanın çürümüş cesetlerini yas evinin önüne torbayla bırakan, sırf Kürt diye komşusuna yan bakan zalimliklere, zulme uğrayan mazlumun da zalimliğe kalkışmasıyla, zalimlik ekleyecek intikam duygusunun daha, daha ölüm getireceği düşünülmez bile.

Şimdi bir dur. Ölen gençlerin sıvası, badanası dökük, bazen badanasız, sıvasız, eşyasız yoksul evlerine bir bak. İki dakika düşün. Bizlerle oynayan, bizi köleye, vicdansıza çeviren, belki “The End- Son” yazacakken aynı filmi geriye sardırtıp gençlerimizi mezara gönderenlerin “kim” olduğunu bir de sen bul.

İki dakika daha düşün. Türk’ü, Kürdü, okumuşu, okumamışı bu iş öldürerek, birbirimizi kırarak olmayacak demişken ne değişti de böyle oldu, olduruldu ? Niye Batı’da, Doğu’da, Güney’de, Kuzey’de Kürtlere saldıranları devlet durdurmadığından, Kürtlerin de kendilerini korumak için karşılık vereceği bir çatışmada yalnızca Kürtlerin canının yanacağını sanan Kürtleri asan, kovan, biçen, Facebook, Twitter, Ergenekon kabadayılarına gün doğduruldu ?

Ne oldu da “oyunuzu gerillaya verin”de denilebilen bir seçimde büyük başarı elde eden, PKK’yla siyasi bağı da olabilecek BDP’ye gönlü kaymış, caz dinleyecek kadar da modernler; “şımardılar”, “daha ne istiyorlar”, “Aynur’da Türkçe şarkı söylemedi ama”, ama, ama’larla şehitler üzerinden kusacakları faşistliklerine, ırkçılıklarına, linçlerine, nefretlerine meşruiyet için yıllardır sadece bahane, sadece bahane yaptıkları PKK’nın arkasına sığınıverdiler, yine ?

Düşünmek istemiyor musun ? O zaman, hiç olmasa, 1994’te 5, 2000’de 30, 2010’da 50 bin vatandaşın öldüğü benim savaş, rahatlaman için yazıyorum senin “terör” dediğinin, aynı şeyleri iki kat misliyle yapmanın; dağlara 300 yerine 500 ton bomba atmanın, “Kürdistan”a yeniden özel harekatçılar göndermenin, …, ölü sayısının her yıl katlanarak artmasını önlemediğini ikimize de öğrettiğini yadsıma.

Belki savaşa karşı aynı bakışta da buluşaydık, bir şeye çok ait olmadan, sahiplenmeden; hem her an avuçlarımızdan kayıp gidecekmiş hem de hep bizim kalacakmış gibi yaşanmalı paydasında da buluşacaktık. Öyle bir durumda her şeye ucundan tutarak sahipleneceğimizden her şey gibi “vazgeçtiğimiz topraklarda senin” olacaktı.

Şunu da bil, ana avrat sövmen, sabah, akşam, öğlen elinde bayrak, dilinde İstiklal Marşı sokağa fırlayıp Kürtlere sataşman bu gerçeği, olanları, olacakları değiştirmeyecek.

O yüzden halkların demokrasi için şahlandığı, otuz yıldır Türk’e de, Kürde de hayatı zindan edenlerin yoksa da acelesi olan bir dünyada; yarın ölecek gençlerin; ister Türk, ister Kürt, ister Mehmetçik, ister gerilla, ister terörist olsun, ölümünden birinci derecede sorumlu artık yalnızca Türk değil, beyaz Kürtlüğe geçit de vermemesi gereken Kürt siyasetçilerdedir de.

Barışta, Öcalan’nın “Meclis veya Başbakan; …..,.Meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz” derse bir hafta da hallederiz”le deklare ettiği kadar kolay ve de yakınsa; bir Pers kralının “haksız yere akıtılan kan kurumaz “ dediği gibi demek ki artık, akıtılan her kan haksızdır, kurumaz.

Velhasıl saflığı bozan her ölümde damla damla ölür, damla damla susarsınız. Her dalgada kırılan deniz gibi kırılır, yenilirsiniz.Tekrar tekrar yenilirsiniz.

Başbakan’nın bir çift sözüne takılı kalmışken barış, beyhude lafla vakit geçirtip meseleyi iyice çetrefilleştirenlerin akıl vermelerini duymamak, okumamak için de kapatırsınız televizyonu, gazeteleri, bilgisayarı. Açarsınız perdeyi, pencereyi. Çevirirsiniz koltuğu dışarıya. Rüzgar geçer saçlarınızdan.

Karşınızda ne dalları kalmıştır ağaçların alçak, ne de o dallara tırmanacak küçük çocuk. Kayıp hissedersiniz kendinizi. Sonra bir şarkı duyarsınız; Amy Winehouse’dan. Duymakla kalmaz, size söyleniyor sanır, bas baya üstünüze alınırsınız. Hasta halinizle eşlik etmek istersiniz. Kıyamazsınız. Belki gözyaşı dökmezsiniz ama her yeriniz kanar. Anlarsınız, hayat gereğinden fazla hayattı. Anlarsınız, acının en güzel tarafı da budur; öyle ya da böyle bir gün diner.

Ve her ölümde. Ve utanarak. Ve ağlayarak. Ve bıkmadan. Ve hayat. Ve yarın. Tabii eğer bir yarın olacaksa…






3 Temmuz 2011 Pazar

Nerede kaldın ey ! hüznümün barışı


Bilgi acıtır, ölesiye yaralar demiştin ya dünyanın dört bir yanında  görkemli zafer taklarının, anıtlarının, şehitliklerin milyonlarca insanın ölümü üzerinde yükseldiği bilgisi; sanırsınız ki  30 yılda; 45 bini Kürt kökenli 50 bin vatandaşını, adına da hâlâ  “savaş” demedikleri  bir  savaşta yitiren bu  toprakları,  doyurmuştur ölüme de  vakti gelmiştir barışın.

O hüznünün barışını, günün adının öneminin olmadığı bir yerde “nerede kaldın”la gözleyen, sırtını da  üç taş üzerindeki kara çaydanlığın az ötesindeki  kayaya  dayamış için, belki  herkes  için zamanı gelmiş bir karşılaşmaydı, görmezden gelinen  geçmiş.

Bilmediği bahçelerden gelen çiçek kokuları burnunda, çayını her  yudumlayışında  olduğu gibi yine  “Mirik  kokuyor”la  askerin yaktığı köyünü, göç ettikleri mandalina, portakal, limon kokan şehirde; hep odun yaktıkları ocakta demlendiğinden kıymet vermedikleri çayın  “Odun kömüründe çay”la ilanındaki şaşkınlığını anımsadı. Kaç kez dilinin ucuna gelmişti de “orayı”  özlediğini  düşünmesinler diye sormamıştı; “Hiç  mandalina çiçeği kokladınız mı ?”

Güya buraya  bir kendini getirmiştin. Herkesi, her şeyi yanında getirmişsin, farkında değilsin be heval. Onlarca tepe, vadi, derenin ardında bıraktığın hayatına dair sıklıkla aklına düşen;   kimi zaman  bir sokak lambası,   kimi zaman “Keçe Kurdan”la halaya durduğun bir düğün, kimi zaman ayakkabıların elinde denize  yürüdüğün bir gece, kimi zaman da güneş ışığının odana girdiğini  hatırlatan bir şarkı değil mi ?

Olur da yaprakları çiyli bir sabah “Savaş bitti, dönüyoruz.” dediğinde takım komutanın; ilerdeki dağları, tepeleri aşınca varacağını bildiğin  “Bir gün özgürlüğüm yanımda, döneceğim”le gizlice veda ettiğin evine doğru;  tozlu yolda ayak izlerini silen, şalvarından dışarı çıkmış ceketinin eteklerini, siyah beyaz kefiyeni savuran  rüzgarı da ardında bırakıp  koşacaksındır. 

Belki köşeyi döndüğünde babanın boyadığı  siyah demir kapı, komşunun verdiği kolu yırtık koltuk,  annenin nane, çökelek, soğan içli gözleme pişirdiği duvara yaslı sac,  iri çiçekli sarı, mor çarşafın, aklında kalan, kalmayan insanlar, evler, ağaçlar, …., eskiye dair hiç bir şeyi  yerli yerinde de bulamayacaksındır.

Siyah demir kapıya dayandığında; dakıla Sara’nın boğazı kurşunlarla parçalanmış, sol ayağı dizinden kırılmış kızına bakışındaki “bir şey yapamama” çaresizliğini gördüğün gün  dağa çıkma kararını kesinleştirdiğini, ilk  gece zifiri karanlıkta önündeki “heval”ı kaybetmenin paniğiyle koca  taşa çarpan, bir ara sızıdan hissedemediğin ayağınla nasıl tepeler tırmandığını,  her adımda elektriksiz, arabasız, evsiz, yolsuz dağa nasıl yoldaş olduğunu, uzaklarda ışıkları  pır, pır eden köylerin  güzelliğini,  şal u şepiki giyip, omzuna da keleşi  astığında ki “şimdi, tam bir gerilla oldum” heyecanını hatırlayacaksındır.

Ortada sen, yanında bağdaş kurmuşlara oraları anlatırken;  neo-pro milliyetçilerin Türkçe konuşmak karın doyurmuş gibi  “ana dilde konuşunca ne olacak ? Karnınız mı doyacak” kurnazlığını- madem ana dil karın doyurmuyor,  buyurun hepimizin resmi dili İngilizce olsun, hem bakalım o zaman ne olacak-  oturduğu kayalarda,  yürüdüğü patikalarda  “em ketin dest neyaran lo dilo lo dilo”yu  söyleyerek yerle bir eden Revan gelecek hatrına. 

Türkçe  kelimeleri anlamak için çaba harcamaya ihtiyaç duymadan, Kürtçe bildiği kelimelerle düşünceler arasında gezineceği ana dilinin yasaklanmasıyla bir insana yapılabilecek en büyyyük kötülüklerden birine de maruz kalmış halkımızın, demokratik özerkliğine şunun şurasında  ne kaldı diyen savaşçı Revan’ı,  Gabar’da öyle boynu bükük  bırakıp gidemediğini,  bir kayanın altına gömüp, hayvanlar toprağı deşmesin diye üzerine taşları yığdığını da anlatacaksındır.

Bakışların sezdirmeden; bazen annende, bazen babanda, bazen  kardeşlerinde bıraktığın gibi olmadıklarını görünce “gittin diye hayat durdu mu sanmıştın hevalım“,  en eskimeyecek sandığın şey bile  eskimiştir işte,  “senin gibi”yle çıkışacaksındır kendine.

Onca yıl ölçüsüz, ölüme kardeş yaşadığından, toplanıp şu listedeki Kürtler öldürülsün,  köyler yakılsın, boşaltılsın kararını alabilen bir MGK’ya, Savaş Buldan’nın, …,  Namık Erdoğan’ın,  …..,  bir-er,  bir-er katline emir verenlere, suçlar işlenirken eften püften işlerle uğraşan asker severlere itibar gösterilmesine, kilitlenen trafiğe,  işsizliğe,  dizilere yüklenmiş hayatlara, belki de alışamayacaksındır.

 “Neye, kime döneceksin”le bitiremediği çayı döktüğünde toprağa, yanı başındaki  sevdiği  “Bazı, bazı gülsem de,  yine gönlüm hoş değil” türküsüyle anılarını da süpüren annesinin siluetidir.

Sen, bizi, dolapta sana ait bir iki giysisinin öylece asılı kalabileceği fikriyle baş başa bırakıp gittiğin gün, değişmişti her şey. Kendi dünyanın peşinden bilerek, isteyerek gittiğin o günden sonra bir daha söylemedim ne o türküyü, ne de başkasını. Bir daha içten gülemediğim gibi.

Bir daha masum olabileceğine  ihtimal  vermeyip “pis terörist”, “kana susamış” dedikleri sana edilen kötü her söz tarumar ettiğinden beni, kimseyi yavrusuyla vurmadığım, herkese de masumiyetini bildiğimden  ağladığım gibi.

Çarşıda,  sokakta yaşlarına uygun “şu kız benim olmalı abi”, “azıcık kısalt dedim baksana, uzun saçlarım yok artık, dün hep ağladım” konuşmalı yaşıtlarının yüzüne de  “şimdi, şu anda burada olmalıydın”la  taştığımdan, bir daha bakamadığım gibi.

Anlamadın mı gideceğini deseler, anlamamıştım. Ah, ama, kaderimin çizeri, bazen öyle dikkatli bakardı ki yüzüme “bir şey mi var” derdim. Yatağında  görmeyince yoksa diye iki elimle tutmuştum babanın kolunu yoksa ……

Hatırlıyorum, elinden gelen tek şeyi yapıp saçlarını yolarken “laoooo, laooo. Bunu da  yaptın, öldürdün de gittin beni” diyordun. Gözlerinin daldığı her yerde artık giderken beraberinde kalp atışlarını da götüren, yeterince okşayamadığın saçlarını, öpmediğin yüzünü bazen unuttuğunu sandığın o vardı.Daha on altısında, karanlıktan da korkan “cigeramın”nın boyundan büyük  bir silahla dağlarda dolaştığına inanman, inanamamandı.

Alnına sardığın siyah yazmanla müdavimi olduğun Roj TV’nin,  bütün haber bültenlerinin her operasyon,  her   “gerilla  şehit oldu”, “terörist öldürüldü” haberiyle,  her kapı, telefon, pencere  çalınışıyla  yavaş yavaş  ölürdün, bilirdim.

Bilirdim, bir tek “ateşkes ilan edildi”, “bu süreçte önderlik …”, “Kandil de barışı…” duyduğunda deliksiz uyuduğunu, şimdilerde koca adam olmuş, boyu uzamış, bıyıkları çıkmış oğulsuz,   kaç baharı, yazı, kaç sonbaharı, kaç kışı hep iyi bir şeyler olmasını bekleyerek geçirdiğini de, Kandil’den, Mahmur’dan dönecekler arasında oğlun olsun  diye   dualar ettiğini de.

Bir keresinde hamur yoğururken, “dayê, diya mın”la seslendiğini duyar olup, unlu ellerin ona sarılmaya hazır “ laooooo, birayê min ” figanıyla öyle bir fırlamıştın ki  arkandan senin  gibi yalınayak “dayê, dayêê” yle ağlayarak koşan kardeşlerimin  sesini işitmediğini, boynuna doğru süzülen yaşlarda bir an canlanıp, kaybolanın  hep onun resmi olduğunu  bildiğim gibi.

Onun resmindeydi tarihini buram, buram katliam, yoksullukla kaplatan ceberut devletin ceberutluğuyla var ettiği, ne kadar inkar ederlerse etsinler, ne kadar karalarlarsa karalasınlar Kürtlerin desteğini arkasına almış PKK. O resim aynı zamanda küfrederek, asarak, keserek, öldürerek, bombalayarak meselelerin halledilemediğini geriye yansıtan bir aynaydı da.

O yansımanın ennn aktörü Ergenekoncu Türk müesses nizamının / majestelerinin; artık demokratlığın kriterini de her şartta  AKP karşıtlığına bağlamış dilbazlarının; bugünlerde,  30 yıldır beyinlere kazıttıkları  “terör örgütü yandaşları”, “ortalığı yangın yerine çevirdiler”, “bayrağımızı yaktılar”lı savaş,  provokasyon söylemlerinden vazgeçmeden, omuza puşi atmalı,   “ duble yollar asker katliam yapsın diye yapıldı”,  “Gönül oyum BDP’ye”li  alakalarıysa işkillenilmeye değer bir vakadır.

İrticacılara suç atmak için laik Kemalistlerin  öldürülmesi, ikna odaları da dahil Türklük dışında her etnik kökenin, Sünnilik dışında her mezhebin, dinin, faşizm dışında her ideolojinin uğradığı kıyımlara,  367 rezaletine, KCK davasına seyirci kalanlara,  olayların müsebbiplerinden CHP, AP, MHP, ANAP,  DYP, …, …, ’ye oy verenlere, hiçbir zaman “siz nasıl, ne zaman bu kadar zalim oldunuz”la hesap sormamış bu ennn TV’leri, ennn  gazeteleri parsellemiş dilbazlardan  işkillenilme  nedeniyse 12 Haziran sendromlarına çareyi  “AKP’nin hakkından ancak Kürtler gelir”de bulma ihtimalleridir.

Karanlığa, başka  uğursuz şeylere dair yeni öyküler yazdırtacak, kendileriniyse kurtaracak bu ihtimaldeki itici güç de bilinçaltlarındaki “hesaplaşılmadan, helalleşme” isteğidir. Bundandır, sürgüne gönderdikleri gün öldürdükleri Ahmet Kaya’nın mezarına çiçek bırakan beyaz Türk’ün  ikiyüzlülüğü de.

Resimleri, acıları, duyguları elimizden, dilimizden  alıp ta  yazılar döşeyenler, biteviye konuşanlar, hiç bir  annenin gözünüzün önünde her gün biraz daha eridiğine tanık oldunuz mu ? Peki hiç beyin ölümü gerçekleşmiş birinin başındaymış hissiyle yaşadınız mı?

Bilirsiniz her şeyi bırakıp gideli çok olmuştur.Yine de yanaklarında hafif  kırmızılık,   bir kaç cihazın pompaladığı kanla yaşatılan kalbi de önünüzde atarken inanamazsınız ya öldüğüne, işte onun gibi  sayacak bir şafağınız olmasa da,   o dağlar da  karşınızda  durdukça  evladınızın, kardeşinizin dönmeyeceğine kim, nasıl inanabilir  ki.

Seçim önü, sonu  Kürt sorunu çözülecek, barış gelecek kelimeleriyle adeta oyun oynayanlar, oğulsuz, kızsız, kardeşsiz doğru, dürüst  yaşayamıyoruz işte, buna neden  inanmaz, niye anlamazsınız.

Hem bu memlekette bir sorunun, bir insanın, bir yasanın  dikkati çekmesi için  illa ve de illa  birisi gelip o insanın beynini silahla,  bombayla dağıtsın, o yasayla insanlar tutuklansın, hapis yatsın  yalnızca ondan mı  anlıyor insanlar.

Hep öyle olmadı mı ? Bir daha şehitler olmasın diye kanla yıkanmadı mı caddeler,  lime, lime edilmiş  kollar, bacaklar uçuşmadı mı havada ? Daha iki ay önce YSK kararı yüzünden öldürülmedi mi İbrahim ?

Demek ki tarihi kendi türünü öldüren tek canlı insanın tarihiyle başlayan savaşın alevi evlerinizi bulduğunda diyeceksiniz;  “yeter, bu savaş bitsin, sorun çözülsün.”Canınız yanana, anlayıp da kılınızı kıpırdatana  kadar ya  bir çatışmada ölürse oğulum, kızım, kardeşim, eşim, babam.

Acılar, katliamlar üzerine hayat, servet biriktirmişlerin yarattığı  fırtınalardan kanatları berelenenlerden biri, ben mi,  bir hikayede, bir romanda, bir filmde esas kız olsaydım  ancak “bir öykünün başka öyküleri tüketerek kendini tek kılması”yla uykuya dalan bu memleketin başucuna  bir not bırakıp da giderdim “ bunu, onlar seçmemişti.”

Cevabını bilsem de, bir umut işte yine de soruyorum; şimdi anladınız mı ?