25 Aralık 2005 Pazar

Ne Diyarbekir anladı beni….

“Bu öykü’de adı geçen kişi ve
kuruluşların gerçek kişi
ve kuruluşlarla bağlantısı yoktur.”


Geceydi, eli omuzumda, yıldızları gözlerken, dileğim gerçekleşmezse yüreğimin kırılganlığına dayanamayacağından ağabeyim, filmlerdeki “bir dilek tut” sözcüğü yerine, “delikanlım, iyi bak yıldızlara, belki göremezsin bir daha” dizesini okumuştu.

Geceydi, ayazda, yıldızları umursamayacağım, kedi tıkırtısını düşman sanacak paranoyaklığımızda, aklım, operasyona çıkarken geçtiğimiz kasaba da tedirginliğini, babasının arkasına saklanarak gizleme saflığında ki çocuğun çaresizliğindeydi. “Acıma” demişti biri “geleceğin teröristi, büyüsün dağa çıkar.”

Annesinin “bese” haykırmasıyla, kardeşleriyle aynı yatağa koşan, Barbie, Sindy bebekten, Toys “r" us oyuncaklardan, LC Wakiki, Benetton giysilerden yoksun, Karlar Kraliçesi masalı, Mc Donald’s hamburgerden habersiz, rüzgarın uğultusuna karışan silahların, bombaların gürültüsünde birbirlerine sokularak, kapının, yüzleri maskeli “biz”lerin dipçiğiyle parçalanmasının endişesinde, uyumaya çabaladığını düşünürken, mitingde ağabeyimin elime tutuşturduğu “savaşsız, sömürüsüz dünya” pankartını, “çocuklara kıymayın efendiler” seslerini duyuyorum.

Bir çocuk, “vatanı, kendisini koruyan”, “vatanının askerinden” korkar mı ? Geceydi, odamı tekmeleyenlerin peşinden annemin “ne olur” yakarışına aldırmayanların, yorganı çekmeleriyle, uyku sersemliğinde, duvara yaslanırken, babamın “yapmayın” feryadına, “iti, yakalayamadık” diyenlerin, gözlerindeki nefretin savunmasızlığında, öylesine korkmuştum ki, o üniformayla, bir gün, çocukları ürküteceğimi hayal bile edemezdim.

Haksızlığın “Ankara adı kara”yla yansıtıldığı, özgürlüğün yüceltildiği ortamda büyümüşsünüzdür. Sonra, “vatanı” sevdayla, yaşamla değil ölümle eşleştirecek milyonların bulunduğu, yanlış kurgulanmış ülkede, “kimin savaşı, neyin bedelidir”i çözemeden, kan ve gözyaşıyla lanetlenen topraklarda, törenlerde tebessümle baktığınızda, otobüste, metroda “gazilere ayrılmıştır”ı okuduğunuzda, “Gaziliği” gençliğe yakıştıramamış, üstelik, ağabeyinizin aksine, vurdum duymazlığınızda, herkesin kendi şehidi, ölüsünden habersiz, şafağı yarılamışken, “Gazi” payesine erişmişsinizdir.

Ekranda, panzerler, çocuklar, silahlar. Şimdi, bir gün mutlaka gideceğim dediğim Paris’te, illa da gün batımında, Seine nehri kıyısında ya da Eiffel Kulesi’nde olmayı dilerdim. Bunca kargaşanın, ölümün ortasında uzaklara, mümkünse dünyadan da kurtulup “ay”a gidebilsem. Kim bilir, belki oralarda, bacağımda ki, sızlayan, hatırlatan bu kahrolası protezi unutur, gençliğimi, umutlarımı, uçarılıklarımı geri alabilirdim. Söyler misin, İnsan vatanında başka diyarları özlüyorsa, yaşamak eziyete dönüşmüşe, bıkmışsa, suç kimindir?

Sanki hiç koşmamış, yürümemişçesine aksamadan adım atanlara imreniyor, rüyamda dans ediyor, koşuyor, bedenimin tamamı hissetsin diye toprağı, protezimi çıkarıp çimenlere uzanıyorum. Her gün, yılda bir tıraşlanarak kısalan baldırım, değişen protezimle yaşlanıyor, çürüyorum. Vücudum da hemen kabullenmedi, “isyan edecek beni mi buldun” söylenmelerim, tükenmeyecek bezeler, iltihaplar, akıntılar, yirmi beş ameliyat, sonum tekerlekli sandalye, protez de tutmayacakmış.

Bazen, anımsatacak bir şey de yokken, gariptir, paylaşmak acılarımı arttırdığından, kimseyle konuşmadığım o an, gözümün önüne geliyor, gayri ihtiyari bacağımı yokluyorum. Tepeyi aşacağız terden sırılsıklam, bitkinim, içimden “oğlum, çıkıyorsun ya, bakalım nasıl ineceksin”i geçiriyorum. Düzlükte, taciz ateşi, yalpalıyorum, sağa sola yayılıyor, koşturuyoruz. Aniden gürültü, toz bulutu, taş, toprakla havaya savruluyor, uçuyor, yere çakılıyorum. Barut kokusu, kımıldayamıyorum, kanım toprakta ilerliyor, küfrediyorum, etlerim kemiğimden ayrılıyorcasına ağrıyor, bağırıyorum “anam”, “yetişin”,”ölüyorum”. Annem mi ? “Uykucu, haydi, kalk, ” hayır, “abi”. Gölgeler, boğuk “mayın, dikkat ” sesleri, tampon atılırken doğrultuyorlar, ne yaparsam yapayım, gül gibi açılan yanmış damarlarımla, ince et parçasıyla baldırıma tutunmuş bacağımın görüntüsünü, zihnimden silemiyorum. Ağrılarıma yeniliyor, sisler ardında kayboluyorum.

Helikopterde, komutana ”Azraillim, mayınmış” diyorum, elini alnıma koyuyor, cevabı işitmiyorum ama, nedense rahatlıyorum. Seyyar hastanedeyim, elbiselerimi çıkarıyorlar, askerin biri, saatimi cebine atıyor. Bacağımı, son kez doktor, kovaya attığında görüyorum. Kendiliğinden akıyor, göz yaşlarım, tiyatro oyunundaki repliğimi tekrarlıyorum; “Macbeth, uykuyu öldürdü”. Sigara yakıyor, azaltmalıymışım, içmezsem katlanamam, gerçi o da yetmiyor, sabah, akşam anti depresif ilaçlar kullanıyoruz.

İnsanoğlu gerçekten tuhaf, 9 yıl boyunca, ölümle kavgadayken işime yaramayacak saatimin çalınmasına üzüldüğümü hatırladığımda, kendime kızmıştım. Meğer, beni kahreden; ölü teröristlerin üzerindekiler paylaşıldığında, müdahale edilmeyince savaşın kurallı ya da hınçtan yalnızca, düşmana yapılacak tavır sanırken, “kader birlikteliğindeki ölmekteyken, ganimeti düşüneceklerin” ülkesinde olmanın tiksintisiymiş. Hepimiz, bir gün işimize yararla önemsemeyip, basit saydığımız hırsızlıklara, devletin her odasının ufak çetelere dönüşmesine göz yumarak, işyerlerinden kağıt, kalem, silgiyi götürenleri, cevizi çamaşır suyuyla ağartanları kanıksayarak, depremde, enkazdaki cesetlerin soyulduğunu söylediklerinde, bu ülkede “her şey yapılır” diye şaşırmayarak, ahlaksızlığın, yağmalamanın sürmesine izin verdiğimizi bilerek yaşıyoruz.

Yoksulluğun, güvencesizliğin, cahilliğin, trajedilerin kıskacında, birilerine feda edilecek ömürleri, “vatan” adına kendi istekleri, düşünceleri doğrultusunda biçimlendirenler, bacağımın diyeti iş, emeklilik hakkının benliğimde açtığı yarayı, “şükür “ duaları ve minnetle, herkesin yaptığını yapıp, “vatan sağ olsun”la kapatmamı beklerken, ben, yarım kalan düşlerim ve gençliğimle erken vedalaşmanın yasında, ruhumun başa çıkamadığım çelişkileriyle, unutmayı beceremiyorum. Keşke, “alın yazısıdır”la teselli bulabilseydim.

Ah, Ülkede ki koşulların yazgınızı çizeceğini, yönlendireceğini hesaplamayacak, kuralsız, renkli yaşamı planlayacak toyluğumla, körlüğümde nasıl biçare, nasıl da küçücükmüşüm. Gel-gitlerim, uyuşturulsam da hayata dönememem; bağımsızlık savaşında değil, bacağımı vatanımda kaybetme gerçeğiyle, mahşere taşıyacak şahitliklerimizin, saklayacak sırlarımızın olmasındandır.

Çevrenizdekilerle, “çalışmak, iyi bir şey olsaydı üstüne para vermezlerdi”yle dalgadayken, sohbetlerde “hele, askerliğini tamamla da”yı konuşanların, müstehzi bakışları, zevklenmeleri, önünüzde uzun yıllar varken, olgunlaşmanın niye marifet sayılacağıyla ilgilenmeyeceksinizdir.

Babanızın, diğerlerinin “ Oğlum, askerliğin, mantığı mantıksızlıktır. Günde on posta ayakkabısını boyattırana, düzenle yerleştirdiğin battaniyeleri bozarak yeniden katlamanı emredene de, kızsan da belli etmeyeceksin. Hanımları da “önemlilerin” sekreterleri gibi mevkii ve rütbeyi kendilerininmişçesine sahiplendiklerinden komutandırlar. Bir keresinde, komutan yanlış yazdığım cümle yüzünden evrakı geri göndermişti. Düzletmeyi yaptım, kağıdı da yırtarak çöpe fırlattım. İnanmayacaksın, “ne bileyim neresi düzeltildi, evrakı getir” demez mi ? Puzelle’ı daha kolay yerleştirirsin, harfleri güç bela bantlayarak birleştirdim, sinirden ağlayacak haldeydim. Ya,….” diye başladıkları anılarında, dayağı, küfürü, tacizi dinlerken, sevgiye ait davranışların, hoş görünün eksikliğinin nedenini, askerliğinizde bulacaksınızdır.

Gücü, disiplini tekme, tokat, bağırma sananlara, övgüler yağdırılan “erkeklik gururunu” çiğneyenlere karşı susarken, yetiştiğiniz değerlerle, “askerliğin” çatışmasını illiklerinizde duyacaksınızdır. Artık, “geçerli, akredite, özlenen ve istenen” vatandaşlığın ebedi itaatkârlıktan, dövülseniz, horlansanız da hak ettiğinizi düşünmenizden, varlığınızın devletin dolayısıyla onu temsil edenlerin varlığının yanında ifadesizliğinizden geçtiğini kavramışsınızdır. Askerliğiniz, “emre itaatsizlikten” uzayacağından, “bir yerde herkes aynı şeyi düşünüyorsa, orada kimse bir şey düşünmüyordur”u seslendiremeyecek, “Kürtçe konuşmalarını yasakladık, yoksa Türkçe’yi öğrenemezler” diyene, “ İngilizce için Türkçe’ yi mi yasaklamak gerekir” diyemiyeceksinizdir. “ Allah, başımızdan eksik etmesinle”, “hiçliğini” ispatlayanları da eleştirmeyeceksinizdir.

Tek kârınız çözdüğünüz zihniyettir. İçinde bulunduğunuz yapıyı, yargılamaya kalkışın, yanıt hazırdır ”zaafları göstermenin sırası mı, devlet , kurum, dernek…” zarar görür. Devam ederseniz, gözdağı “ vatan haini, terörist, beş para etmez” terimlerini sıralarlar. Zaafların çokluğundan bitap; söyleyecek, yazacak ve düşüneceklerinizle damgalanacağınız Ülkede, tüm yöntemler denenerek, vazgeçinceye kadar peşinizi bırakmayacaklardır. Zarar görenin; dokunulamaz, ulaşılmaz kılıfıyla korkutulduğunuz devlet, kurum değil, “yapının” değişmemesinin karşılığı “rantı” aralarında parselleyenler, geleceklerini birilerine sığınarak sağlamlaştıranlar, yani “zarar görür”ü dillendirenlerin asıl zarar görecekler olduğunu nihayet keşfedersiniz.

Biliyor musun, kimse bir başkasının gerçeğini yaşayamaz. Beni, anladığını iddia edenler, boyumu aşan bunalımlardan neden kurtulamadığımı, öldürmeme rağmen kendimi kirlenmiş hissettiğimi de anlamışlar mıdır ? Red etme şansınızın olmadığı yaptıklarımız, kahırın dışında hayata dair ne kazandırdı ? Onca sene geçti, hâla aynı şeyler tekrarlanıyor, her cenazeyle, mayınla, bir parçanız yeniden ölüyor, hep , “ölüme tutkunlar” kazanıyor, çekilen acılar “İnsan özgür olmaya tutsaktır”ın genelleştiği, çirkinliklerin kaybolduğu ortamı yaratmıyor, hesaplaşmalar bitmiyorsa, işte o zaman, sorumluları arar, amacı sorgular, Vatanla birlikte sağ olmamızın, hepimize yetecek ucsuz bucaksız topraklarda, kimlere dokunduğunu, kızdırdığını düşünürsünüz.

Ve her kaybedişle öğrenirsiniz ki ; devletin, hırsa, hukuksuzluğa, kine kurban edilmeyecek ciddiyetini, “koruma refleksi”ni çetelere ihaleyle yamayarak, “vizyonunu, stratejisini, öngörüsünü” itham ettikleriyle aynı tarzda kullanıp, düşünsel eksikliklerini, seviyesizlikle “onlar da yapıyor”la yasallaştırıp, usulsüzlüklerin zeminini hazırlayarak, bütün kesimlerle kavgalı, kimsenin kimseye güvenmediği, kuşkulandığı mekanizmayı dayatmışlardır.

Otorite, yönetme, hüküm verme, rantı yitirme ihtimali erdemlileri bile canavarlaştırırken, engel teşkil edeceğini “var sayacakları “herkes” düşmandır ve kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır mantığıyla ölüm , yaşam iç içe geçirilerek, vicdanı, merhameti kuytulara gömmüşlerdir.

Deneyimlerle “olağanüstü dönem, olağanüstü servettir”i bildiklerinden, faili belli ama meçhul cinayetlerle, bir bölgenin “vukuatlı” ilanıyla, devlet’i “bölünsüne” araç haline getirmekten çekinmeyeceklerdir.

Akil, medeni, “devleti” önleyerek ; farklıkları, kültürleri, inanışları ön yargıların cenderesiyle sarmalayıp, dün “komünistleri “ bugün, “ Kürtleri” yarın, “yeni bir ikameyi”le, “bataklığa atılan taşın, halka oluşturmadığını” da kanıtlayacaklardı.

Ört basa yönelik yayınlarla, suça ortaklığı yeğleyip, işkenceyi, ihlali “özünden çok sevenleri”, içlerine sindirip destekleyenler de, yürekleri kavrulmadığından; dört bir yanında ki mezar taşlarının soğukluğunda evlatlarının sıcaklığını arayanların, nutuklar, sloganlar dindiğinde “yavrum, yeter” inleyişinde ki isyanı fark etmeyeceklerdir.

Oysa, “Dünyada gurur duyabileceği hiçbir şeyi olmayan zavallı bir adam, son çareye, ait olmakla gurur duyduğu ulusa uzatır elini.Burada kendine gelir ve artık şükran içinde ulusa özgü tüm hataları ve aptallıkları, dişiyle tırnağıyla savunmaya hazırdır”ı yazabilenler, tarihlerini kahramanlık ve yenilmezlik marşları, methiyelerle süsleselerdi, ihtiras, vahşet ve günahlarıyla yüzleşmekten kaçınsalardı, “insanlığa, vatandaşlarına ” borçlarını ödeyebilirler miydi ?

Geçmişin ayak izlerini takip, enerjilerini, yeteneklerini yoğunlaştırdıkları şeyler, az gelişmişliğimizi engellemezken, hışımlarından kendilerini koruyamayanların sadece, “vatan” kadar sevilmeyi, şefkati, ihtimamı özlediklerine inansalar, kafalarında ki halüsülasyonlar, şüpheler, düşünceler gerçekle bağdaşmayacağından, belki “Paris Yanıyor”la dışlananlara gösterdikleri hoşgörüyü “değer mi”yle pekiştirip yaşamı, kardeşliği, barışı savunabilirlerdi.

Bu ülke, cevaplanmayan soruların gölgesinde, hiç uğruna, heba edilen, harcanan kuşaklarıya anılırken, vicdanların suskunluğunda, kimin umurundadır bacağım, hayatını mahvetmeyeyim diye terk ettiğim sevdam. “Vaktidir, / Mevsim değişsin, / Beni acıtan bahar, / Beklesin. / Bu Şehir, / Bu Ankara, / Hep ben yokken, / Vurur beni. / Sokaklarında seyre dalmam artık, / Gece Işıltılarını. / Başka gökyüzü buldum, / Sana da , bana da./”yı tamamlayamadan, “ne Diyarbekir anladı beni……”


 

15 Kasım 2005 Salı

Düştüğüm yerde , derman Sendedir

Soy ağaçlarında iktidarlarda yer almadıklarından Osmanlı paşası, büyük devlet adamının bulunmadığı, Atatürk’le, Hz.Ali’nin fotoğraflarının yan yana asıldığı, Hacı Bektaşi Veli’nin “eline, beline, diline sadık ol” deyişinin tekrarlandığı, asırlar önce Hz. Muhammed’in vefatıyla başlayan, Hz.Ali’nin öldürülmesiyle süren, Kerbela’nın, Pir Sultan’nın, isyanların, “sermayeleri dertlerin, servetleri ah’ın” ama hep yenilgilerle dolu tarihlerinin kuşatan kuşağa anlatıldığı evlerde büyüyeceklerdi.

İlk “Fatma anamız, yetiş ya Ali, elimde yok ki Zülfikar” cümlelerini duyacak, “deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”i dinleyeceklerdi. Oyunlarını yarıda bırakıp kapılarını yumruklayacak , “ne oldu” paniğindeki annelerine soracakları “pis Kızılbaş ne demek, Müslüman değil miyiz ?” sorusunun, “asıl biz Müslüman’ız ehlibeyt’iz” cevabıyla, “ehlibeyt”i anlamlandırmaya çalışırken, yaşadıkları Ülkede hiç değişmeyecek aynı sorularla karşılaşacaklarını o an fark etmeyecek, Hz.Ali’nin himmetine her zaman ihtiyaç duyacaklarını, sığınacaklarınıysa sonraları kavrayacaklardı.

Akrabalarını depremde kaybeden ebeveynleri kederdeyken “dinsizlerin evlerini Allah başlarına yıktı” haykırmasının incittiği yürekleriyle, Allah’ın kullarını sevmeyecekse “niye” dünyaya getirdiğini düşünecek, gazaptan ürkeceklerdi. Anadolu’da, Ramazan’da perdeleri kapalı odalarda yiyecek, akranlarının sorarlarsa ki soracaklardı “oruçluysan dilini göster”, “eşhedü”nü getir sınamaları, “%99’u Müslüman” toplumda “Müslüman’sanız gereklerini yapınla” karşılaşacaklardı.Yas ayı Muharrem’de televizyonlarda, gazetelerde sahur, iftar saatleri, sofraları, eğlence programları da olmayacaktı.Kurban bayramında komşularına verdikleri etleri çöpte görecek, misafirliğe gelmemelerine alışacaklardı.

Çektikleri çileleri yansıtacakları türkülerini ozanları seslendirecek, “Ali sevilmez mi hey dost, delimisin sen”le farklılıklarını vurgularken, özlemlerini “başka tabipler istemem, dermanımı bilen gelsin”le dillendireceklerdi. İftiralar, söylentiler peşlerini bırakmayacak, üniversite koridorlarında “mum söndürüyormuşsunuz”u , arkalarını döndüklerindeyse “ biliyor musun Alevi” yi işitecek, illa dostlarının gülü bir kez de olsa “onları” yaralayacaktı. İşyerlerinde, devlette sicillerine solcu, alevi notu birlikte düşülürken, üst düzey kademelere yükseltilmeyecek, “ yaşanası Ülke ” uğruna gençlerini yitirecek, sürülecek, yoksullukla savaşacaklardı.

Öylesine görmezden gelineceklerdi ki, nüfusun kaçını oluşturduklarına dair hiç bir istatistiksel rakama rastlanmayacak, sanayide, askeri- sivil bürokraside, siyasette, medyada parmakla gösterilecek, uyumlu, derin bağlantılı birinin Aleviliği temsilde eşitliğinin örneği sayılacaktı.Yoğun asimilasyon altında kurtuluşu çoğunlukla aynı davranıp, gizlenerek, camiye gitmekte, oruç tutmakta bulanları da olacaktı.

Ulusal kurtuluş savaşına desteklerini resmi tarih yazmayacak, o güne değin bilinçli yürütülen baskıların sonlanacağına, özgürleşeceklerine güvenecekleri Cumhuriyet’te, dergahlarını ziyaretiyle yıllara sirayet edecek duygusallıkla kilitlenecekleri, minnet duyacakları Atatürk’ün yaşam anlayışı, batılı değerleriyle örtüşeceklerdi. Hapsedildikleri kırlardan kasabalara, kentlere yönelirken, ticari faaliyetlerden uzak bırakılmaları, sermayeden yoksunlukları sonucu yeni yönetimde korunmanın, yer ve meslek edinmenin, geçinecek gelire ulaşmanın yolunun bilimden geçtiğine inanarak eğitimi, kültürü önemseyeceklerdi.

Devrimlerle, yönetim, hukuk, eğitim, giyim, kuşam vb. şeriat’tan soyutlanırken, din tercihi Sünnilikten, etnik köken de Türk’lükten yana yapılarak “kaynaşmış, imtiyazsız bir ulus” yaratma hedeflenecek, vatandaşlarına eşit tavırla yükümlüler, çoğunluğu karşılarına almaktan çekineceklerinden, hedefe ulaşmada engel teşkil edeceğini düşündükleri unsurları “yok” sayacaklarından, başlangıçtaki ihtimam, itibar yerini bu defa da “Sünni”lik ve “Türk”lük temelinde ağır baskılara, haksızlıklara bırakacak, Aleviler, yine hayal kırıklıklarıyla baş başa kalacaklardı.

Evleri x’la işaretlenecek, toplu katledilecek, devletin, kameraların önünde, güruha müdahaleden kaçınılarak 20. yüzyılda onlar yakılacaktı. Tamamlayamayacakları yarım kalan “katiller bulunsun” sloganları atacak, hesap sormanın hiçliğinin bıktırıcılığında ölülerini gömecek, zulüme, gaddarlığa ağlayacaklardı. Katliamlar sonrası yapılan darbelerde tutuklanacak, işkencede mezhepleri sorgulanacaktı.

Devletin, Laiklik ve “dini kontrol” adına okullar açacağı, imamlara maaş ödeyeceği, uzun yıllar mezheplerinin yer almadığı din derslerine, kitaplarına katlanacakları, yerleşim yerlerine cami yapılmasına, ibadethanelerinin açılmamasına, vergileriyle beslenen diyanetten pay almamalarına ses çıkaramayacakları, kimliklerini sakladıkları, horlandıkları, nemalanmadıkları, farklı kültürlerin, inanışların yok edilmesine yönelik inkarcı zihniyetle ayakta tutulacak yapıda, misyonları hak istememekle sınırlandırılacaktı.

Ülkede kavramların içeriğiyle uygulama arasındaki kargaşada, Laiklik yasalar güvencesinde Sünni mezhebin hükümranlığında biçimlendirildiğinden Aleviler, Sünniliğin güçlenmesinin “laik” adına payandalığına zorlanacaklardı. Kapalı kapılar ardında “laikliğin bekçileri, şeriat’a engel” tanımlanması genel yargıyken, ( bu referansın getirdiği hoş görü, etnik kökeni farklı Alevilerin korunma güdüsüyle mezheplerini öne çıkarmalarının da nedeniydi) Laiklik yalnızca onların sorunuymuşçasına, “şeriat gelirse” propagandasıyla ki gelirse yaşamlarının alt üst olacağı olaylar sıralanarak hatırlatılacaktı.

Bir nebze de olsa nefes alabildiklerinden hassasiyetle bağlanacakları “ Cumhuriyet”te, otoriter, baskıcı sistemin devamından “yana”lığı kara sevdaya dönüştüren güçlerce, onca felaket yaratılarak amaçlanan, “istenen vatandaş” kategorisinin koşulu itaatkarlık, sus payı “ yaşıyorsunuz ya, geçmiş yönetimleri unutma“ duygusu yerleştirilecek, korkutulacak, “asli unsurken” katledilmelerinde ki muğlaklık sırla kaplanacak, sahiplenilmedikleri yapının sürdürülmesine yardımcılıkları sağlanacaktı.

Değerleriyle uyuşmadıkları, bağnaz, muhafazakar partilere mesafeli duruşları, “kime oy verelim, güvenelim, diğerlerine mi“ alternatifsizliğinde, iktidarlarında talepleri için en ufak bir çaba görmedikleri, yakıldıkları, ilkelerine, yaşam felsefelerine yakın sosyal demokrat partilere, eleştirseler de son tahlilde artık gelenekselleşen “Atatürk’ün partisine” alışkanlığıyla oy vereceklerdi.Siyasetle aktif ilgilendiklerinden , diğerlerinin değil de “onların” partisine üye olmalarını sindiremeyen Genel Başkanın “Sünni ve Türk” il başkanı müjdesini kutsayacak, hesap vermeyenlerin “onursal”lıkla ödüllendirilmesini izleyecek, hafifletici “derin” bahanelerle aklayacaklardı.

Sistemle, sosyal demokratlarla aralarında ki mazoşist, tutkulu “hem severim, hem döverim, nasılsa gidecek yerleri yok, mecburlar” ilişkisi tutuculuğa, hazır oy deposuna dönüşürken, “Cumhuriyet”in demokrasiyle çatıştırılacağı dönemlerde, “kutsal devletçe” demokrasinin itilmesini alkışlamaları, “Aleviler Türk’tür” propagandasıyla da yol ayrımındaki Ülkede “ulusalcılığa” sarılmaları beklenecekti. Hep yaptıklarını yapıp, “kederde, kıvançta, paylaşımda” değil, her türlü olanağı sunarak palazlandırdıkları laiklik karşıtlarıyla girişecekleri hesaplaşmada, doğal ittifakları Alevileri, tehlikenin bertarafından sonra yine bir kenara atacak, yeni bir hesaplaşmaya kadar “yedek güçde” tutacaklardı.

İslam dışı, içi tartışmalarında dahi ortak görüş, bütünlük sergileyemeyen derneklerde, vakıflarda, örgütlenen Aleviler, istemlerini seslendirdiklerindeyse süre giden koyu şovenizmin sorumlularınca “evrensellik, önce insan” ajitasyonu altında, mezhep şovenizmiyle suçlanacak, savundukları ama asla uygulanmayan çağdaş ilkeleriyle vurularak, geçmişi, tabuları yargılamalarına fırsat verilmeyecekti. Her kesimin “bizimkileri “ olacak, “Alevilerin” ki yasaklanacaktı. Çünkü, farklılıklara tahammülü zaaf olarak gören bakış açısı, belleklerin unutkanlığa yenildiğini bildiğinden, eğer “kendilerinden” değilsen kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğü “sözde” kullanarak, demokrasinin yeşermesini önleyecekti.

Uluslararası hukuk normlarına ve sözlükte “Azınlık: bir toplulukta herhangi bir nitelik bakımından ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar, ekalliyet, çoğunluk karşıtı “ açıklamasına rağmen, AB ilerleme raporunda ki “Müslüman Azınlık” ifadesine, çoğunluktan farklı ibadetlerini, kültürlerini, özgürlüklerini kullanmak için yaptıkları mücadeleyi, yaşananları görmezden gelerek, önce onların temsilcileri karşı çıkacaktı.

Oysa, tahlillere, araştırmalara, kanıtlamalara dahi gerek kalmadan, karşılaştıkları “niye, neden” soruları, yükselen anıt mezarlar, “azınlık”larının göstergesiydi. Azınlık, Ülkede övünülecek, yeğlenecek konum olmadığı gibi, damgalanmayı, saldırıları, uzun ve çetrefili dönemi göze almayı gerektirecek olguydu. Bu nedenle, Onlar, ancak, bir yerlerde yazılan senaryolarda biçilen rolün, yıllardır değiştiremedikleri gerçeklerin ışığında, soğukkanlılık, akılcılık ve bilimsellikle değerlendirilmesini yapabildikleri taktirde, gelecekte ki vizyonlarını kendileri belirleyebilirlerdi.

Yoksa, tüm bireylerin, toplulukların insan hak ve özgürlüklerine sahip olduğu, nefret yerine sevginin baş tacı edildiği, hukukun egemenliğinde şeffaf, katılımcı, çoğulcu, yapı oluşturulamadığı sürece, onlara “incinsen de incitme” denilecek, onlarsa “dünya gözümde Kerbeladır’ı, hesabım kalsın mahşere’yi” söylemeye, “davalarını hiçliğe yerleştirmeye ” devam edeceklerdi.

 

27 Ekim 2005 Perşembe

Keşke bir yalan olsaydık

“ Uyusunda, büyüsünde nini, tıpış tıpış yürüsün nini”nin yalnızca çocuklara değil yetişkinlere de söyleneceği ülkede, birkaç yıl önce yetiştirme yurtlarında yaşananların benzer görüntüleri yine ekranlara yansıyacak, “insanlık dışı” manşetleri atılacak, idari soruşturma için müfettişler görevlendirilecek, “infial” yaşanacaktı.

Her toplumsal olayda olduğu gibi herkesin bildiği, önlem alınmayan, devamı sağlanan, kanıtlandığı için mecburen ''tüylerim diken diken oldu'' ikiyüzlülüğü de, “bizim çocuklarımız” sahip çıkalım denilecekti.

Dayak cennetten çıkmadır, kızını dövemeyen dizini döver, eti senin kemiği benim anlayışıyla terbiyenin, işkencenin sistemleştirildiği, uygulandığı yapıda herkes bir kez de olsa masum haylazlıklar yüzünden dayakla cezalandırılacaktı.Yakılan, failleri belli ama meçhul sayılarak öldürülen, işkencede sakat bırakanların, kuralsızlığın, vurgunun hesabının sorulmadığını bildiklerinden, sahiplilere yapılanların kimsesizlere yapılmasında sakınca görülmeyecekti.

İşkence, tacizle zedelenen ruhların, bedenlerdeki yaralarının sarılmasının toplanıp pasta ve böreklerle çocukları ziyarete etmekte bulan, psikologu Cumhuriyet Savcısı ifadelerini alırken getiren zihniyet, şefkat, sevgi, hoşgörü özlemini algılamayacaktı.

Yanlarında eşleri “büyükler” çocukların saçlarını okşayacak, yanaklarını öpecek, oyuncak dağıtacak, “bunca yıl bir şey yapmayanlar” aranmayacak, infial bir süre sonra unutmayla yer değiştirecek, anlı şanlı “devlet” bu meseleden münferit değerlendirmesi altında iki üç kişinin cezalandırılması sonucunda yüz akıyla çıkacak, yeni bir görüntüye kadar aynı şeyler kapalı kapılar ardında sürecekti.

Nedense, tüm bakanlıkların kuruluş kanunda danışma ve denetim birimi Teftiş Kurulu Başkanlığı başlığı altında görevleri “Bakanlık teşkilatıyla, Bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturma işlerini yürütmek,” olarak yazılan başmüfettişler, müfettişler her zaman ki gibi ihbarları araştırmayacak, görüntüler ya da belgeler yayınlanınca olayları öğreneceklerdi.

Nasılsa, bizim çocuklarımızı, gençlerimizi kurtarmak için bildiriler yayınlanmayacak brifingler düzenlenmeyecek, yapanlar andıçlanmayacak, “Cumhuriyeti korumakla eş” tutulmayacaklardı.

“İnsanları öldürmek nedir, bilir misiniz? Kimisini silahla, kimisini de böylece psikolojik hasta edip hayatı zehir ederek” feryadının duyulmayacağı, umursanmayacağı Ülkede, yurtlardan ayrıldıklarında “bu dünyada yerim yokmuş yokmuş keşke, bir yalan olsaydım’ı” onlar söyleyeceğine, keşke, vahşetten, sosyal devletten sorumlular, yönetenler, susanlar, korkanlar yalan olabilseydi.

Belki o zaman, dayak yerken bile "haydi, beni sev" açlığında ki yüreklerinin asla unutmayacağı sevgiye hasretle, nefret yerine “insanca davranışın”, mazlumun korunmasının “birinci vazife olacağı” , vicdanların körelmeyeceği sistemi yaratabilir, gelecek kuşakların yaşayacağı acıları şimdiden engelleyebilirlerdi.

Gülsen FEROĞLU
27.10.2005

20 Ekim 2005 Perşembe

Haydi, dokun göz yaşına

Adlarına bayramın kutlandığı, nüfusun yarısının genç olduğu ülkede, okuyun, adam olun demişlerdi. 45 ülke üniversitelerinin "kalite" listesinin son sırasında ki üniversitelerde okumuşlardı. 18’inde de, 30’unda da aynı zihniyet, aynı isimlerce yönetildiklerini, medyada aynı kişilerin yazdığını görecek, ebeveynlerinin değişmeyen yazgılarını paylaşacaklarını algılayacaklardı. Adam olmanın tarifinin herkese göre değiştiğini, dürüstlük ve erdemin “fikri , vicdanı, irfanı hür” toplumda özlendiğini de öğreneceklerdi. Adam olmak; kimine göre aile fotoğrafında yer almak, kimine göre işini bilmek, zengini sevmek, kimine göreyse yandaşına bir şey vermezsen seni niye desteklesindi.

Bir gecede; telefonla, çıkartılan yasa, aktarılan kredilerle, banka, televizyon, şirket, servet sahibi olanlara, Başbakanların mafyayla pazarlıklarına, ihale takiplerine, rüşvete şahitlerdi.

Vatanı, milleti dillerinden düşürmeyenlerin iktidarlarında büyük vurgunu gerçekleştirmelerini, girilmesin mitingi düzenlendikleri AB ülkesinde trilyonluk hesaplarının açığa çıkmasını seyredecek, zenginliklerini geleceklerini çalarak yapanların, vurguncuların ülkeye lazım, “obdusman”lığa layıksınız kutsanmasıyla övüldüğünü duyacak, yeteneksizliklerinde müzisyen, sanatçı sayılanlara özeneceklerdi. Başkent’in etrafındaki siteleri, villaları kimlerin aldığınıysa merak etmeyeceklerdi.

“Gün gelir’e” bu günü erteletenler taraf olmamanın, susmanın kazandırdıklarını anlatacaklardı. Sistemi sorgulamanın, hak aramanın hapisle, sürgünle bağını, önceki kuşakların nasıl yok edildiğini anımsayanlar, uyaracaklardı “sakın, olaylara, siyasete karışmayın.”

Hal böyle olunca; siyasette, ticarette, bürokraside, medyada yükseltilenlere hayranlıkla bakacak, yandaşını kollayan, adamına mevki için onlarca kurum kuran, hırsızını savunanların önünde, iş, torpil uğruna el pençe divan duracaklardı.

Asgari ücretle geçinen milyonları göz ardı ederek, sağlıklı yaşam amacıyla kilosu 30.YTL.’den fındık ve badem günde bir avuç yenmeli, antioksidanlar kullanmalı yazılarını okuyacak, “bizimle bu ülkede mi yaşıyorlar” kuşkusunda, teknolojiyi, bilimi kameralı cep telefonu, bilgisayarda chat, spider, solitaire oyunu, ithal bilgi uygarlığı ; ıstakozlu füme, suşi , Chateau şarabı, Laila, Reina, Bodrum’a gitmek, marka giyinmek, anti aging, light yaşam sanacaklardı.

Bu sefer de, Balzac’ı bilmeyenleri, ”yeni jenerasyon çok mu mutlu sence’yi “ söyleyenleri, “oha”, “niye ki ne” konuşanları, çabucak her şeyden sıkılanları, clubber girls, boys’ları, “are you ready”le, “dress code”u belli partiler düzenleyenleri, gençlik mi , bana neci, bilgisiz, kültürsüz, depolitize diye eleştireceklerdi. Oysa, onların yaptığını yapmış, onlardan da olamamış yine, yaranamamışlardı.

Çözmediklerinden katmerleşen sorunların, yağmaladıkları hazinenin, kuralsızlığın sonucu ekonomik kriz sonrası nüfusun %20’si yoksulluk sınırında, işsizlikse %9.1’di. Aynı coğrafyanın belli bölümünde ki gençler yalnızca, istatistiksel rakam, kayıp sayılırken, faturalara yeten gelirleriyle didinen ailelerinin fedakarlıklarıyla okuyanlar, iş bulamamışlardı. Açlıkla terbiye edilecekleri, düşlerinde yer almayan hayatlar sürerken, bırakın kedileri bir odaları bile olmamıştı.

İlanlar, devlet daireleri, firmalar, sınavlar, kariyer.net siteleri arasında dönüp dolaşır, aldıkları eğitimle ilgisi olmayan işlere razı başvuru formları doldurur, çıkış yolu, torpil ararken, malum kesimlerin çocuklarına işi garantilediklerini anlayacaklardı.Keder, karamsarlık içinde bocalar, “elimizi tutan yok, talih gülmez ki” çığlıklarında, terk edilmiş hissindeyken, çaresizliklerini ”benden bu ömrümü çalanı getir” türküleriyle dindireceklerdi. Annelerinin “Allah kerimdir, elbet bir kapı açılır” tesellisine muhtaç, babadan sigara, yol harçlığı almanın, sevgiliye çay ısmarlayamamanın ezikliğinde, fallarda gözükmeyen işin, kahvehanede, sokakta vakit harcamanın yılgınlığında, hayatta cevap vermeme hakkındayken, ekranlarda adları değişik, içeriği aynı Reallty Show’ların cezbeden reklamları, fragmanlarıyla karşılaşacaklardı.

Çalışmadan ev, araba, paraya kavuşmanın, yazgılarının değişmesinin prens, prensesten, sayısal loto, şans topu, on numaradan bekleme umudunun yerini Reallty Show’lar alacaktı. Ün, tele volelerde izledikleri sayısı 100’ü aşmayan insanların imrendikleri yaşamları eğer elemeyi geçerlerse işte yakınlarında dolaşmaktaydı. Zaten, daima eşitsiz koşullarda yarışlara atılmamışlar mıydı ? Show’a katılabilirlerse, bir süreliğine de olsa artık bezdiren sorunlarından uzaklaşacak, istekleri yerine getirilecek, lüks mekanda yiyecek, içecek, keyifli günler yaşayacaklardı.Üstelik “zevce” edinebilecekleri Showlar da mevcuttu. İki gönül bir olunca samanlığın seyran olmadığı millenyum çağında, aşk dediğin neydi ki ? Belki yarışma sonunda dizi, reklam filmlerinde rol alır, kaset çıkarabilir, geleceklerini kurtarabilirlerdi.Eğitimli, eğitimsiz gençler kuyruklarda sabahlamış, ellerinde ki tek şeyi hayatlarını, hikayelerini satılığa çıkarmaktan, sergilemekten bir an bile tereddüt etmemişlerdi.

Yıllardır aynı şeyleri yaşamaktan yüreklerinde adlandıramadıkları kargaşadan bunalan, evde geçirilen günlerden bıkanlar, huzuru saatler süren Reallty Showlar’da, sanal ortamda arayacaklardı. Yarışmacılarının dertlerini kendilerinmişçesine kabullenecek, onlarla yatıp, kalkacak, böylece hayatlarının ağır yükünü hissetmeyerek, rahatlayacaklardı.

Gelişmiş ülkelerin, makaleler döşenmeyen “eğlence” programı gündem belirleyince, yönetmenler Show’lara hırçın, öyküsünde ihanet, cinayet barındıranları seçeceklerdi.Nihayetinde, inatla kavranmak istenmese de bu bir gösteriydi, lakin, yalanla gerçeğin birlikteliğinde ki toplumda , o ince çizgi ayırt edilmeyecekti.

Medyadakiler Showlar sayesinde kopuk yaşadıkları vatandaşların düşüncelerini öğrenecek, çok önce yapılan “medya kültürü” tanımlamasını, sözcüklerle oynayıp, allayıp pullayarak “popüler kültür” koyacaklardı.İşin garip yanı, orijinini taklit ederek yarattıkları Showlar’ın konu edildiği açık oturumlar, programlar düzenleyecek, Show gereği didişen ana-oğul ilişkisini psikologlara, sosyologlara yorumlatacak, tartışacaklardı.

Reytinglerin birincisi, milyonlarca dolar kazandırınca yayın yönetmeni “öteki”lerin sanatçısının sürgününü sağlayan damadının sunduğu Show’u, Washington Post, Le Monde’nin yayın yönetmenlerinin etik davranışıyla, serbest piyasa koşullarında köşesinde pazarlayacaktı.! Paris’te Champ Elysee bulvarında yürüseler, Les Deux Magots Cafe’sinde otursalar, Dante, Goethe’den alıntılarla yazılarını süsleseler, Carla Bruni, Mahler dinleseler, Chéteau Petrus içseler de, Ülkede aydınlama çağı, zihniyet devrimi yoksunluğunda “az gelişmiş ülkenin her şeyiyle az gelmiş olduğunu”nun sorgulanamayacak gerçekliğinde, yarışmacıların gözlerinde minnet yerine hüznü görmeyecek, ruhlarında ki keşmekeşi yazmayacaklardı.

Feda edilecek hayatların bolluğunda, tüketim, imaj devrinde, dört aylık şöhret sonrası eski kamerasız yaşantısına, paçavraya çevrilen benliğiyle dönmenin travmasında yorulan bedeniyle Extacye sarılan, Show’un yıldızı “medyatikliğin” bedelini hayatıyla ödeyecekti. Cenaze törenini naklen yayınlayarak son kez ölümünden reyting çalarak paraya dönüştürenler, acaba ne işlerine yaracaklarını düşünmeden tabutun fotoğrafını çekenlere baktıklarında tiksinmişler miydi ?

Elbirliğiyle yarattıkları, sorumlu oldukları ahlaki çöküntü, yozlaşma, beyin ölümünde ki toplumda acıdır, ilk taşı atacak kimsenin kalmadığını da fark etmeyeceklerdi.Show’un daimi izleyicisi köşe yazarı, gencin ardından “öldürmedik mi” diye yazacaktı. Evet, hep yaptıklarını yapıp öldürmüş, kolayca da unutmuşlardı. Burası, ne yazık, katillerden medet umulan, gurur duyulan ülkeydi.



Gülsen FEROĞLU
20.10.2005





23 Eylül 2005 Cuma

Geçmiş günahların gölgesi uzun olur

Biliyor musun “Lorina Dila” , adını vermek için nüfusa gittiğinde baban, Türkçe değil bu ismi koyamazsınız demişler. Gönül ezgisiymiş anlamı, gönüllerimiz de yok edemediğimiz ezikliğin sürekliliğinden midir, sevdim adını. AB yasalarının uygulanması önemli diyen Avrupalı parlamenterlere, liderlere “ee canım bunlarda artık çok oluyor, AB’ne girelim ama onurumuzla, her istediklerini yaparak değil” yazıları döşenirken, gazete de ufak puntoda yer aldı haberin.

Lorina Dila, halka reva gördükleri onursuzlukları unutmamızı istiyorlar.Sanki, ülkeyi yıllardır Avrupalılar yönetmiş, hırsızlıkları, yolsuzlukları, vurgunları, hukuksuzluğu, adaletsizliği, yapanlar onlarmış gibi. Onlarmış, devletten beslenip faiz ve repoyla, yatırım yapmadan sermayelerine sermaye katarken,her alanda haksızlıkları savunan, hortumladıkları kredilerle yatlar, jetler, yalılar alıp, yurt dışı hesaplarına para kaçıran.

Onlarmış, kitapları toplatan, ağaçları, insanları yakan, çeteler kurduran, failli meçhuller yaratan, asan, öldüren, köyleri boşaltan, senin ismini, türkünü, dilini yasaklayan, insan hakları ihlalleri AİHM tarafından karara bağlanıp trilyonlarca tazminatı yüzleri kızarmadan ödeyen.

 Onlarmış, arkadaşları andıçlanınca ses çıkarmayan, yazılarını engelleyen. Bilime, teknolojiye, eğitime değil, laiklik adına diyanete, savunmadan sonra en fazla ödenek ayıran, kişi başına milli gelirin 3000 $ kalmasını, yoksullukta ilk beş ülke arasına girilmesini sağlayan.

Onlarmış, bütçeden her yıl aktarılan trilyonlara karşın, kara para cenneti haline getirdikleri yavru vatanın, vatandaşlarının, ekmek parası için sabahın karanlığında, kişi başına milli geliri 23 bin dolar olan Rum Kesiminde çalışmaya gidişini seyreden. Herkesin, her şeyin gerekçesini, mazeretini, bahanesini yanında taşıdığı ve hep, kendisi dışında suçlayacak birilerini bulduğu toplumsal yapıyı oluşturanlar da onlarmış.

Yalnızca, bizim ülkemizde mi yapılmıştı bağımsızlık savaşı, diğer ülkelerin tarihinde yok muydu? Yalnızca, bizim dedelerimiz mi ölmüştü Ulusal Kurtuluş Savaşında, devrim uğruna? Ulusal onuru, bağımsızlığı seven, bir biz mi vardık dünyada? Ve bu dünyada neden , dört bir yanı iç ve dış düşmanla çevrili, vatan hainleriyle dolu ülkeydik?

Öyle idiyse düşmana inat, ekonomik açıdan zengin, vatandaşlarının refah içinde doyasıya mutlu, özgür yaşadığı ülkeyi oluşturmalarına kim, neden engel olmuştu ? Lorina Dila, yalan söylüyorlar, menfaatlerini, zenginliklerini kollayan sistemi kurduklarından, zarar görmemiş, çelişmemişlerdi. Düzenleri devam etsin diye, düşmansız yaşayamadıklarından, kendilerine göre bütün düşmanları tek tek açıklayarak tükettiklerinden, stratejik müttefiklerini (ki “o” müttefik kendi halkına yapmayacağı davranışları, darbeleri destekleyendi) düşman ilan etmekten bile çekinmemişlerdi. Aniden,darbelerin nedeni saydıkları, “ABD Go Home”,”Faşizme Hayır”ı bağırdıkları için vatan haini ilan ettikleriyle; “Komünistlere Ölüm”ü haykıran, ırkçı, faşist diye nitelenenleri bir araya getirerek, hareketin adını “Ulusalcılık, Kızıl Elma Koalisyonu” koyuyor, miting yaptırtıyor, demeç üstüne demeç verdiriyorlar, “vatanı satıyorlar”.

Usanmadan, yine ve yine, bir kez daha, böldürmeyiz sloganları attırılırken, durmadan söylemelerine karşın böldüremedikleri ülkeyi, bölünebileceği ihtimaliyle yangın yerine, kan gölüne çevirerek, şantaja, provokasyona başvuruyorlar. Etnik kökeni farklı vatandaşların halklarını savunduklarını söyleyenlerle, varlıklarını sürdürmelerinin yolunun şiddetten geçtiği noktasında, aynı fay hattında buluşarak çatışmaları körüklüyorlar.

”Ulusların ve ırkların, başka ulus ve ırklara karşı duydukları kin ve nefret, onlardan üstün olduklarını düşünmelerinden değil, tam tersine güvensizlik ve güçsüzlüklerinden kaynaklanır”ını irdeleme zahmetineyse katlanmıyorlar.

Dünya kafalarındaki dünya da değilken, AB karşıtlığını, milliyetçiliği, cahilliklerini, öfkelerini, kabalıklarını, seviyesizliklerini açığa çıkaran linçleri besleyerek, destekleyerek sanıyorlar ki, gelişimi, ilerlemeyi durduracaklar.

Ellerin yüzü hürmetine değiştirilen yasalarla sağlanan kısmi özgürlük ortamında, takiyeyle suçlanan Başbakan “Kürt sorunu demokratik çerçevede çözülecek” derken, sosyal demokrat partinin Meclisteki Lideri bunu “ terörle flört” olarak adlandırıyor.

Evrensel ilkelerin; barışın, halkların kardeşliğinin, değişimin dönüşümün dünyada öncülüğünü yapan ve ülkede yapması beklenen sosyal demokratlar, koyu devletçi statükoculuğa bürünerek, hızla marjinalleşiyorlar. Kitlelerden kopuşları, içe kapanıklık, örgütlerini baskı altına alarak, demokratik yapılanmadan vazgeçmelerinin, farklılıklara, çok sesliliğe izin vermemelerinin, yeni açılımlara karşı çıkışın, ideoloji eksikliğinin, siyaset yaptıkları arkadaş gruplarının partilerinde egemenliğini de beraberinde getiriyordu. Varolan yapının sorunlarına, AB’ne karşı strateji, alternatif geliştiremediklerinden, medet umdukları krizin çıkmasına yardım etmeye çabalayarak, bir yerlere işaret vererek bekliyorlar.

Kürt sorununu konuşmalarında dillendirenler, seçimlerde işbirliği yapanlarsa, birliktelik sonucunda malum çevrelerce dışlandıklarından, çözüm için sivil arayışa gitmekten, birilerini ürkütmemek uğruna susuyorlar. Günübirlik kazanç peşinde koşarken, doğru tavrın başlangıçta tepkiyle karşılanabileceğini, sürecin “ haklılığımız ispatlandıyı” getireceğini görmek istemiyorlar.

Halk, bu kargaşada, yol ayırımında, ne olur ne olmazı elden bırakmayarak, her an saf değiştirmeye hazır, “hakkettiğinizden değil AB istiyor diye yasaları meclise sevk ediyoruzu” varlıklarının öneminin yadsınmasını, yapılanları, tedirginlikle seyrederken “ bu güne kadar yapmadınız, yapsaydınızın” hesabını sormuyor, anketleriyse AB’ne girilsin diye yanıtlıyor.

Verdikleri yanıtla, aslında ; akan ömürlerinde, alkışladıklarının, gelip giden iktidarların, yaşam standartlarını yükseltmemesine, insanca davranılmamasına, istismara, işsizliğe, vatanın onların, görevinse hep kendilerine düşmesine, derin vurmanın, vurdurmanın dehşetine karşı çıkıyorlar.

Lorina Dila, doğduğun ülkede, elleri tutmaktansa, kolayı, zincirlemeyi seçenler, “cesaretin ölçüsünün ölmek değil, yaşamak olduğunu” düşünmüyorlar.Kendileri dışında kim varsa hedef göstererek, bunca yıl, “kederde, kıvançta, refahta” ortak ruhu, aklı yaratmadıklarını, “bendensin, değilsini” kışkırttıklarını, herkesin kendi diyarında kendi ölüsüne ağladığı, “sözdelikten” asilliğe terfi ettirmekten kaçındıkları vatandaşlarının aynı kaderi paylaşmalarının sorumlusu olduklarını, korkutarak, tartıştırmayarak, yasaklayarak saklayabileceklerini umuyorlar.

Oysa, bir bilsen, Ülkede sorgulanmayan, sorgulatılmayan şeyler için, ne çok insan ölmüştü. Büyüdüğünde, belki sen anlarsın, oğullarının ölüm haberini alan annelerin, babaların gözyaşlarının, parçalanmış, lime lime edilmiş hayatların, “niye”, kimselerin yüreklerini dağlatmadığını. Sen anlarsın, yanıtları öğrenmişken soruların değiştiği millenyum çağında, gerçeğin inkarının “neden” zaferle karşılandığını.

Lorina Dila, bilmiyorum baban adını nüfusa kaydettirebildi mi? Bildiğim, geçmiş günahların gölgesinin uzunluğunda, sanılanın, denilenin ve yazılanların aksine “en büyük hata yapılmış hatadan dönmemekti”, tarihse ders alacaklar olmadığından tekerrür ediyordu.


 

7 Eylül 2005 Çarşamba

Tutsakmış ta ne olmuş demiş birisine……

Elinizi omzuna koyuyorsunuz, yüzünüze anlamsız bakıyor, alnında ergenlik sivilceleri, kızmaya kıyamıyorsunuz, yüreğinizde titreme, büyüyor hayır biz yaşlanıyoruz diye düşünüyorsunuz. MP3 kulaklığını çıkarıyor, mağazanın vitrininde ki tişörtü gösteriyorsunuz güzel mi, klasik , sevecenlikle klasiği de bilirmiş diyorsunuz, tabii Tommy Hilfiger’e benzemiyor, kulaklığı takarken soruyor, Blue’yu dinledin mi, kalabalıkta yürümeye zorlanıyorsunuz, “hayır”, cep telefonunu açıyor, "bu Duncan, heyecanla sıralıyor nasıl da yakışıklı, İstanbul’da konser vereceklermiş", "gidecek misin", "götürür müsün, lütfen", "hayatta olmaz."

Sakarya Caddesin’de çiçekçilerin önündesiniz, Frezya , ilkbahar çiçeğidir Eylül’de zor bulursunuz, gülün yapraklarına dokunuyorsunuz, bakar mısın pek nazlı, elimi değmemle hemencecik soldu, ruhlarımız da böyledir bir kez zedelenmeye görsün düzelmesi yılları gerektir o yüzden dikkat etmeli derken, niye Frezya diyor, şimdi suçsuzluğumuzun, Frezyanın zamanıdır diyorsunuz.

“12 Eylül Darbecileri Yargılansın” sesiyle irkiliyor, ürperiyorsunuz telaşla bakınıyorsunuz, gözleriniz polis, asker arıyor, genç biri elindeki dergiyi sallıyor, duruyorsunuz," haydi geç kalıyorum, arkadaşlarımla Starbucks Coffee’de buluşacağız."

Anlatabilir miyim bu sesi duymak için onlarca yıl beklediğimi ya da o anlar mı geçmişte olanları, yapılanları.Cüzdanınızdan para çıkarırken sırası mı diyen bakışları, “12 Eylül 25.Yılında”, hayatın yoğunluğunda, karmaşıklığında bazen gerçekten yaşadık mı diye kuşkulandığınız, anılarınız, arada karşılaştığınız arkadaşlarınız olmasa inanmayacağınız, alıştığınız yirmi beş yıl, geçmiş üstünden. Çekiştiriyor, "miting varmış, darbe yapılmıştı" diye açıklamaya çalışıyorsunuz, "annem söylemişti, sizleri hapise atanlara kızmıştım:" Yıllar önce şefkatle sarmalanmadığınızı bilirmişçesine, acılarınızı, kırılganlıklarınızı yok etmenin yolunu bulduğunu sanarak, elinizi tutuyor.

"Korkmuş muydun", susuyorsunuz. "141-142 kaldırılsın demiştik, vatan, millet için hapse attılar", "ama" diyor on dört yaşın merakıyla bocalayarak , "vatan hepimizin yani her kes vatanını düşünür", "elbette çünkü burada yaşıyoruz, onlar yalnız biz severiz" diyorlar. Basitçe komiklermiş diyor."İstedikleri her şeyi yaptılar mı ?" "Her şeyi öyle ki gözlerinin renginden hoşlanmadıklarını bile tutukladılar." A.a.a.a. "Zaten oldum olası renkleri sevmediler." "Öyleyse kapkaçın…, "sözünü tamamlamasına izin vermeden saflığına, onlardan medet ummasına gülüyorsunuz. Ciddiyetini bozmayarak devam ediyor, "Haberlerde izliyorum, daha güzel ülke yapıp, Mars’a, Uzay’a insan gönderebilirlerdi."  Zengin, özgür, bağımsız ülke için uğraşsalardı bir daha darbe yapmanın gerekçesini de yok ederlerdi." "Of, anlamadım ne kadar da karışık", "boş ver" diyorsunuz.

Bir kuşağın gençliğinin isyanını, umutlarını çalmalarını, ruhlarını yaralamalarını, geleceğe inançlarını sarsmalarını, kapalı kapılar ardında halk adına karar vermelerini, konuşmalarını, sebebi, sonucu ve sözde çözümü yaratmalarını, hesap sorulmayacağının bilinciyle, sakat bıraktıkları, astıkları, sakıncalı ilan ettikleri, sonunda dava bile açılmasına gerek görülmeyen hiç uğruna tutukladıkları insanları bu gün öğrensin istemiyorsunuz.

Her şey akıp giderken, vatanı düşünmekten sokaklarda, parklarda rahatça dolaşıp, ağaçların çiçeklerin kokusunu fark edememiş, onca sorumluluk arasında mutluluğu, sevgiyi tadamamışlardı.

Hayatlarını, koridorlarının insanları üşüttüğü büyük binalardaki odalarında “ bilgilerinizi ve gereğini arz/rica ederim”le biten evrakları imzalayarak tüketmişlerdi. Nedense ülkede her şey büyük olmalıydı;büyük devlet, büyük bina, büyük devlet adamı, hukukçu, ordu, bütçe ve büyük vurgun.Her ne yapılacaksa büyüklüğü şüphe götürmemeliydi. Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumak, vatanın işi, sorunları hiç bitmediğinden erkenden makamlarına koşmuş, astlarına “buraya kendi fikirlerinizle girer, bizim fikirlerimizle çıkarsınız ” demişlerdi.

Üç tarafı denizlerle çevrili nadide ülkeyi badirelerden korumak, tetikte, devamlı uyanık kalmak, biteviye derin planlar yapmak yormuştu ya, yine de bizi izlemeye devam edin, az sonra, fragmanı altında; kardeşi kardeşe vurduran örgütlerin, çetelerin kurulmasını, silahlanmasını, bilim adamı, yazar, düşünürlerin öldürülmesini, katillerin kaçırılmasını, korku salınmasını engellememişlerdi. Vatandaşın güvenliğini sağlamakla görevli olanlar, huzurun olmamasına çabalamışlardı.

 Her şeyin en iyisini, doğrusunu, vatandaşa neyin gerektiğini bildiklerine inandıklarından, tek tip insan yetiştirilmesini, yeteneklerin köreltilmesini, farklılıkların yok edilmesini hedeflemiş, özgürlükten, demokrasiden korkmuşlardı.Ömürlerince hesap vermediklerinden kendilerinin ve yandaşlarının refahının, yaşam kalitesinin yükselmesinin nedeni olan düzenin değişmesi aslında, onların zarar görmesini de beraberinde getirecekti.

Bırakalım şeriat, komünistlik gelsin, bölünsün memleket nasıl da yalvarırlar kurtarın, değerimizi ancak öyle anlayacakların bedeli; kanı, gözyaşını,“vatan elden giderse”yi yaygınlaştırarak, gerçekleştirdikleri provokasyonları önlemek adına, yapacaklarının acımasızlığı ve umursamazlığında, bir gece, halk uykudayken, hüznün, hazanın mevsiminde Eylül’de yönetime el koymuşlardı.

Onca uğraşmaya beğendiremedikleri, vatanlarını sevdiklerine ikna edip inandıramadıkları, nasıl kanıtlayacaklarsa kanıtlayamadıkları, sustukları halde yaranamadıkları, ömrünce vatanında akredite olamamış halk darbeyi desteklemiş, ellerinde bayraklar sokaklara dökülmüş, tankları öpmüş, Allah başımızdan eksik etmesin demişlerdi. Birilerinin adlarına, yerlerine düşünmelerindense hiç usanmamışlardı.

 Kendilerine karşı darbe yapıldığı söylenenlerse sömürüsüz, savaşsız bir dünya, özgürlük, eşitlik ve barış dilemişlerdi.Yolsuzluk, yoksulluk, vurgunlar olmasın, gelir dağılımda adalet sağlansın diye mücadele ederken; anayasal düzeni cebren değiştirmekle, her şeyin vatan hainliğinin kapsama alanına girebildiği ülkede bir kez daha vatan hainliğiyle suçlanmışlardı.Suçlarının tanımlandığı kavramların büyüklüğü karşısında isyan etseler, gerçek halka meydanlarda anlattığınız değildir deseler de dinleyecek, yazılarını basacak, savunacak kimseyi bulamayacaklardı.Herkes tercihini yapmış, çoğunluk suça ortaklığı seçmiştir, diğerlerinin etrafıysa silahlı askerle donatılmış dernekler, sendikalar, siyasi partiler kapatılmıştır.

Artık, tutuklanan bir milyonu aşkın insanlardansınızdır, başınıza nelerin geleceğini bilemediğinizden, korkuyorsunuzdur.Okuduğunuz, filmlerde izlediğiniz, karşı çıktığınız belki de o güne kadar anlamlandıramadığınız Faşizm buymuş; keyfiyetmiş, hukuksuzluk, ondan olmasan yaşatılmayacağın dünyaymış dersiniz.

Hitler’in çılgınlığı karşınızdadır, çocukları, evlerinden koparılanları, baskıyı, otoriteyi, ırkçılığı, 20 milyon ölüyü, savaşı, faşizme karşı direnişi örgütleyenlerin anlatıldığı “Wish Me Luck, bana şans dile” dizisini, romanlardaki kahramanların işkencedeki yiğitliklerini anımsayarak, yaşama düşman olanlara direneceksinizdir.

Bedeninizin, gençliğinizin, iradenizin, düşüncelerinizin geçeceği sınavı bir tek duvarlar ve siz bileceksinizdir. Sorguya ara verdiklerinde gözünüzün önünde annenizin, ailenizin hayali vardır, halisülasyonlar başlamıştır, bazen aileniz varlığından şüphelenirsiniz, öylesine yalnızsınızdır ki kimseniz yoktur. Kim bilir dışarıda neler oluyordur ve kim bilir buradan sağ çıkacak mısınız, ya 5. kattan atarlarsa, öldürülebilirsiniz, üstelik kimseler “niye öldürdünüz” demeyecektir.

Yanınızda dolaşan farelerin tıkırtılarına yaşadığınıza inanmanız için muhtaçsınızdır Onlarca cemse, ellerinde telsizler askerler tarafından gece yarısı evleriniz basılmış, yataklar dipçiklenmiş, eşyalar sağa sola atılmıştır, sobalarda yakılan, çuvallara konularak gömülen kitaplarınızı bulamamışlardır. Evinize kimler gelirdi diye üstelemiş, kardeşleriniz sorguya çekilirken, babanız çocuğum gizli örgüt üyesi değildir demiştir zira, deneyimlerinden Ülkede damgalanmanın yıllara sirayet edecek sürünmenin, aç kalmanın, işe girememenin nedeni olacağından emindir.

Demir parmaklıklara vurulan copların sesini duymamak için kulaklarınızı kaparsınız, bağırdığınız o sesler arasında duyulmaz, susamışsınızdır, canınız sigara çekmiştir, onlar paketler tüketerek spotlar altında; fotoğraf ki sen misin, bir de afiş tutmuş, tanıdığınız tanımadığınız onlarca insanı “ neredeler” diye ha bire sormuşlardır,? Filistin askısı, elektrik vermeleri, kadınsanız tacize uğramanız hep karanlıkta yapılmıştır.Karanlıktan korkarken onların niye bu kadar çok karanlığı sevdiklerine, kendi çocukları için kaygılanır, sakınırken, vatanın çocuklarına yaptıkları onursuzluklara, ürettikleri işkence çeşitlerine anlam veremezsiniz.

Kendinize moral vermek için söylediğiniz ” Sen ey partizan, büyüde baban sana idamlar, baskılar alacak” türkülerinin, şiirlerin arasına “Hani o bırakıp giderken ...., ey gözyaşım akmayacaktın” karışacak, nereden duyduğunuza, neden aklınıza geldiğine şaşacaksınızdır.

Canları istediğinde bırakılacaksınızdır, girdiğinizde kar yağmaktadır, çıktığınızda kirazlar olgunlaşmıştır.“Dağlarına bahar gelmiş memleketim” o an ne kadar da uzaktır. Anneniz sevdiğiniz yemekleri yapar, yatarken attığınız çığlıklar duyulur, karşınızda üniforması, yıldızlarıyla duruyordur, eliyle sizi işaret eder, suçlusunuz diye bağırken kahkahalar atmaktadır, bir şeyler mırıldanmak istersiniz, “ asıl siz suçlusunuz” sesiniz rüyada bile çıkmaz.

Ter içindesinizdir, telaşla lamba yanar, anneniz sarılır , elleriyle ıslak saçlarınızı geriye tarar, geçti evdesin der, ikna olun diye tekrarlar evdesin, kucaklar, annenizle birlikte, ellinizden hiç bir şey gelmemesine, içerdekilere, ölenlere, asılanlara , çaresizliğinize ağlarsınız.

İsyan eder, haksızlık bu derken, her zaman söylediğini “ülkeyi düzeltemezsinizi, böyle gelmiş böyle gideri” beklerken “buna da şükür öldürülebilirdin, yaşıyorsun”u duyarsınız.Biliyor musun, içerdeyken, birisi, görünmüyor nerede diye sordu, hapiste olduğunu duymuş “benim çocuğum, hırsızlık yapmadı, kimsenin malına el uzatmadı derken sinirlenip, evet, tutsakmış ta ne olmuş” dedim. O birisinin adının sizi nasıl inciteceğini, yıkacağını, çocuğunun acımasızca yargılanması karşısında otobüsün çarpmasından son anda kurtulduğunu, gözyaşlarını, babanız anlatmasa da öğreneceksinizdir.

Geçinmenize yetmeyen maaşını sağ olduğunuzun haberini almak için emniyetteki, sıkıyönetim mahkemesindeki, askeri cezaevindeki odacıya, polise, müdüre, askere diğer görevlilere rüşvet diye verdiklerini, komşuların selamı kestiklerini, insanların muhbirleştiğini, kızdıklarını, hoşlanmadıklarını “ komünist, devrimci, solcu, terörist” diyerek ihbar ettikleriniyse sonraları anlatacaklardır. Sokaklarda daha dün birlikte çay içtiğiniz arkadaşlarınızın, akrabalarınızın resimlerinin bulunduğu aranıyor afişlerine, her köşe başındaki tanklara, silahlı askerlere, istihbaratçılara aldırmadan özlemle bakarsınız.Yaşama sevinciniz kaybettirilmiştir, ülkenin sınırları artık sizin için hapishanenin parmaklıklarıdır.

Acaba, yıllar sonra, asıl aşağılanın insana yapılmayacakları yapanlar olduğunu kavrayabilmişler midir.?Kendi vatandaşlarına karşı nasıl bir kin, nasıl bir ölüme öldürmeye sevdadır, nasıl bir düşmanlıktır bıyığı terlememiş çocuğu astırmak.Nasıl bir kendini inandırmışlık, nasıl bir duygudur ki uyuyabilmiş, vicdanları sızlamamış, yaşamlarına olağanlığında devam etmiş, hala akıl vermeyi , medyada yer almayı, kitlelerin önüne çıkmayı, sürdürebilmişlerdir. Gelişmiş ülkelerde bırakın sokağa çıkmayı, beyanat verebilecekleri ve o beyanatların gazetelerde yayınlanabileceği olasılık dahilinde midir.?

Atatürk’ün Cumhuriyeti gençliğe emanet ettiğini, devrimlerinin bekçisi olduklarını durmadan her fırsata açıklayanlar, bir kuşağı yitirir, tüketir , harcarken o sözleri kendi bakış açılarına göre mi yorumlamışlardı.?

 Yaşayamadıkları gençliğin, dostluğun, tutkunun, özgürlüğün, demokrasinin, paylaşmanın, ideale inanmanın, tartışmanın, gülmenin, aşkın başkalarınca yaşanmasını mı kıskanmış, kabullenememişlerdi.?

Tüm savunmaları insanın yaşam, düşünce hakkının ihlalinin gerçekliğinde kaybolmaya mahkumken, tarihiyle yüzleşmeyi bile hep öteleyen bir toplumda, insanların kendileriyle yüzleşmelerinin zorluğuna, halkın belleğinin zayıflığına güvenle sanıyorlar ki, Vatan adına vatandaşlarına, 16-18-20 yaşındaki gençlere tüfekleri, topları, işkencecileriyle reva gördüklerini, travmaları, hep yaptıkları gibi hiç olmamışçasına gizleyerek, kapatarak tarihin sayfaları arasına koyabilecekler. Yaptıkları resimleri onlarca para vererek alanların, o resimlere bakarken ardında yüzlerce yüzü, yok edilen hayatları, parçalanan ruhları, umutları görmediklerini bildiklerinden öyle düşünmektedirler. Oysa, hatırlamaz gömerseniz, bu insanın utancı olmayacak mıdır.?

Neyin var, sesleniyorum, duymuyorsun, dalmışım diyorsunuz, beni saat altı gibi alabilirsin. Onun arkadaşlarının koluna girmesini, yüksek sesle konuşmaya başlamasını, dolaşan gülen gençleri, el ele tutmuş sevgilileri, çocukları, yaşlıları seyrederken, Ülkede, bir kuşağın daha aynı acıları çekmesine dayanamayacağınızın farkındasınızdır.

Yıllar, yıllar sonra yapılacak iadeyi itibarlar; yaşamlarını yitirenlerin ailelerinin dışında kimselerin yüreğini sızlatmayacakken, mezar taşındaki “ister çırpın dur balık misali karada, ister bağır dur, ah ister ye için için kendini, dert misali, sevda haram misali, başlayan ve biten sevgi misali.” şiiri, ağıtlar, neden, niye o zaman sorusuyla bitecek, suçlarıysa, tarihe, on yıl sonra doğmamak olarak yazılacaktı.

Yaşasalardı, ölmeselerdi, öldürülmeselerdi her biri mesleğinde başarılı olacak, aileler kuracak, onlarca insanın yaşamlarını kimler yüzünden yitirdiklerini bilmenin yüreklerdeki çığlığını, burukluğunu, yalnızca aynı sonu paylaşan yeşermeyecek yakılmış ağaçlar, kardelenler, frezyalar anlayacaktı.

Merak ediyorsunuzdur hiç Frezya resmi yapmış mıdır ? Şimdi, onların akredite olma günü, Eylül zamanıydı ve daha yapraklar solmamıştı, üşürsünüz.






13 Ağustos 2005 Cumartesi

Anne, Atatürk kızar mı ?

Kitapevinin kapısında ; Arda USKAN “Güle Güle Bebeğim, Hayatın Pimini Çeken Adam”, her zaman ki şıklığı içinde, basın dünyasında bir efsane, Ercan ARIKLI’nın resminin olduğu afiş, roman yeni yayımlanmış. 2003 yılını, Haziran’ı hatırlıyorum.

Sıcak, yorgunluk, üstüne baş ağrısı, hani bir şeye ihtiyacınız olur da evde bulamazsınız, ararken söylenirsiniz, “Vermidon”, sabah buradaydı, cevap hazırdır dikkatli bak.Televizyonun sesi alabildiğine açık, haberler “ aldığımız bir son dakika haberi…. vefat etti” yayını kestiklerine göre önemli biri, kim.?

Ercan ARIKLI, anımsayamıyorum, dergi duayeni, nafile , “Nokta”, 12 Eylül sonrası dönem, 78’lilerden, yitik kuşaktan biri olarak, gözümün önüne okuduğum haftalık dergi geliyor.Ekranda kalabalıkta yürürken çekilmiş görüntüleri; çekiciydi, karizmatikti, sokakta, kahvede, işyerinde bizim gibilerin karşılaşmayacağı, belki onun da bizlerle karşılaşmak istemeyeceği biriydi.Fotoğraf çektirmez, ortalıklarda görünmezmiş, geçmişinde yaşadığı acı olay yüreğimi burkmuştu.Yaşadığı hayatla, ölümünün tezatlığından olsa gerek ( karşıdan karşıya geçerken halk otobüsü çarpmıştı) onunla ilgili tüm haberleri okumaya başlamıştım.

Elinden tutuğu, köşe verdiği, muhabir yaptığı medyada ki kadınları, ilk Ertuğrul ÖZKÖK yazdı, “bugün pek çok kadın onun sayesinde yazmakta”. Onun kadınlarının ki çoğu gazete okuyucularına yabancı değildi, Onu yazmalarını bekledim, yazdılar da. Ercan ARIKLI’nın kadını olmaktan gururluyum diyordu biri, diğeri kendisine verdiği öğütleri aktarıyordu “ bak flörtünü, çocuğu üzme, saçına başına dikkat et, şöyle giyin, böyle yap”.Sıkça sorduğu soruyu ARIKLI’ya sormamalarını garipsemiştim “ daha daha çekici, unutulmaz olmak için peki başka ne yapmalıyı mı düşündün mü.?” Onun kadınlarının arada sırada okuduğum yazıları iz bırakmamış, etkilenmemiş, hayatımıza dair yazmıyorlar demiştim. Duysalar eminim yüzlerinde gülümseme onaylarlardı, evet , ulaşamayacağınız hayatları yazıyoruz.

Kimse, bizlerin çirkin ördek halini bilmiyordu, jakuzilerde üç arkadaş onun müstehzi gülüşlerini konuşmamıştık, gördüğümüzde kalbimiz yerinden fırlayacakmışçasına atmamış, beğensin diye kuaför salonlarına koşmamıştık.Kimse, bizimle onur duyduğunu söylememiş, bırakın eşlerimizi, sevdalandıklarımızı, ebeveynlerimiz bile “yavrucuğum, bebeğim” dememişlerdi.

Gerçi onlar gibi kolejlerde, yurt dışında okumuş, Osmanlı paşalarının ya da önemli mevkidekilerin torunları değildik ama üniversite bitirmiş, meslek sahibiydik.Kimse, ruhumuzda esen fırtınaları, gel gitleri aşklarımızı, hayal kırıklıklarımızı anlatacak köşeler sunmamıştı, sunsalardı hayatlarımızın onlarınki kadar okunmaya değer olduğunu göreceklerdi ya neyse.

İyi eş, iyi çocuk, iyi sevgili, iyi vatandaş, iyi abla, cefakar anne, bakış açılarına göre iyi ye dahil ne varsa, bizlerden o istenmişti. Özgürlükten, demokrasiden, insan, kadın haklarından bahsedenlerimiz tutuklanmış, hapislere atılmış, işkence görmüştü. Onların, akrabalarının köyleri yakılmamış, kardeşleri işsiz kalmamış, iş aramamışlardı. Pervarsızca, kimselere hesap vermeden, gönüllerince yaşamışlardı.

Prag’ı, Paris’i, Dubai’yi Nepal’i, ünlü bir restoranı anlatırken asgari ücretle geçinen milyonlar akıllarına bile gelmemişti.Konumları bulundukları mekanlarda özgürlüğü doyasıya yaşamalarını sağladığından, hepimizin özgür olduğunu varsaymışlardı.Olacak şey mi bu yüzyılda diyerek kırk yılda bir haberlerde izledikleri hemcinslerinin yediği dayakları, zenginliklerinin kaynağı meçhullerin masasında içtikleri ” Chateau Petrus”, “Chateau Margaux”‘ları sofranın görkemini, söyledikleri şarkılarla birlikte aynı karede yazmışlardı.Oysa, asıl onlar bilmeliydi yemek yerken, müzik dinlemenin hem aşçıya, hem de müzisyene hakaret olduğunu.

Kimseyi, kurumları karşılarına almıyor, taraf olmuyorlardı.Ülkede, İngilizce, Fransızca dışında başka bir dilde konuşma, yazma özlemi duyanların olduğundan, kadın milletvekilin düşüncesinden dolayı hapis yattığından, terörle mücadelenin 8.maddesinin varlığından, Koopenhag kriterlerinin kendilerine uygulandığı yaşamları sürdürdüklerinden, sanki, bi haberlerdi. “Hani benim gençliğim nerede, bilyelerim topaçım, kurtlar sofrasına düştüm anne” türküsünü öldürülen arkadaşlarının arkasından ağlayarak dinlememiş, vatan hainlerinin şiirlerini ezberlememişlerdi. Onların sevdikleri asla ve asla sürülmez, tutuklanmaz öldürülmez, itilip kakılmazdı.

Hayatı kolaylaştırmanın yolunun, arkalarında daima statüsü yüksek birilerinin bulunmasından geçtiğini çoktan kavramışlardı. Kimlik edinmeleri, tutunmaları onların sayesinde gerçekleşmişti. Eğlenceliydiler, hep bakımlı, hoş ve güzellerdi. Aman boş ver, kim ne derse dersine sığınmayı iyi biliyorlardı, alaycılık belirgin özellikleriydi, insanları sözcüklerle vuruyorlardı.Üstelik, evlerindeki tencereyi , tavayı, dadıyı, Vercase marka yastığı,İtalyan yatağı,Donna Karan çantalarını kupalardaki kahveyi yazmayı da herkes beceremezdi.Nihayetinde, kaç kişinin evinde sözü edilen eşyalardan vardı ?

Kendilerininmiş gibi okudukları kitaplardan seçtikleri cümleleri kullanmaktan çekinmiyorlardı çünkü, insanları korkutabilirlerdi, nasılsa karşısındakilerin köşeleri yoktu. Kimliğini soy adlarında, birilerinin gölgesinde bulduklarından, sanal dünyalarında mutluydular, cennet vatanda, anlayışlarına uygun hayatın tadını çıkarıyorlardı.

Onlara, araştıran, okuyan, haksızlıklara isyan eden, sistemle çatışan, siyasetle uğraşan, hapislerde yatan, sürülen, dövülen hemcinslerinin kaderleri, yaşadıkları örnek olmuş, zoru denemenin sakilliğine için için gülmüşlerdi.

ARIKLI, ölümünün ardından kendisini pembe dizi kahramanı diyaloglarını andıran cümlelerle anan kadınlarının çapsızlığını yaşarken de biliyor muydu.? Az gelişmişlikten, okuma oranın düşüklüğünden yakınan ARIKLI , az gelişmiş okuyuculara azıcık geliştirdiği yazarları hediye etmekle neyin intikamını almıştı ? Acaba diyorum “ben seninle yirmi üç yaşındayken de gurur duyuyorum” dediğinde, dudaklarında müstehzi gülümseme vardı da Onun kadınları Onu anlamamışlar mıydı ?

Onlarca kadın, dünyayı, ülkeyi değiştirmek için mücadele ederken kaçırdığı gerçeği, yıllar sonra öğrenecekti.Bazılarımıza şans bir kişi sayesinde gülebilir, demokrasiden, statükonun cenderesinden, töre cinayetlerinden, ayrımcılıktan bahsetmeden, Nietzsche’nin deyimiyle “ kolay yaşamak istiyor musunuz? sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut”la da yaşanırmış.Bunun içinse karşımızdakinin kadınım düşüncesi bile yeterliymiş. Erkek egemen bu toplumda, emek harcamadan yükselmenin, mevki ve makam sahibi olmanın, birilerinin dudakları arasından çıkacak sözcüğe bağlı hayatları yaşamamızın, kimleri niye gururlandırdığının açıklamasını da ancak psikologlar yapabilirdi.

Ercan ARIKLI’nın ya da şu anda var olan bilmediğimiz yarın bileceğimiz medyada, özelde, kamuda, örgütlerde,siyasette karar verici nokta da bulunanların desteklediği, el verdiği kadınlardan olmadığımızdan, her defasında, her yenilgide kırılganlıklarımızı bir kenara itmek zorunda kalarak, mücadeleye devam derken, bazen, çok kısa bir anda olsa, ruhumuzda hissettiğimiz o dayanılmaz ağırlık işte o ağırlığının acısını, başkasına dayanmadan, gücünü bilgiden, düşüncesinden alan, susmayan, elbette ve kesinlikle bir gün kazanacak kadınların çoğalacağı yarınlara umut azaltabiliyor.

ARIKLI’nın ardından erkeklerin (bir veya iki yazı hariç) yazmamalarına anlam verememiştim.İşte, ölümünden 2 yıl sonra bir erkeğin yazdığı kitap önümdeydi. Satın alıp almama konusunda kararsızlık yaşarken, “anne, haydi, dondurma alasak”sesi, kadın sinirlendiğini göstermemeye çalışarak “alasak ta ne demek, alsak diyeceksin, doğrusunu konuş”.

Kitabı yerine bırakıyorum altı yedi yaşlarındaki çocuğun saçlarını okşuyorum, kapıdan çıkmak üzereyken herkesin dönüp kendisine bakmasını sağlayan soruyu soruyor “Niye, Atatürk kızar mı”, “Evet”, “Niye “ üsteliyor çocuk, belli ki Atatürk’ün kızmasına neyin sebep olduğunu beyninde anlamlandırmak istiyor. Anne yüksek sesle kelimeleri vurgulayarak cevaplıyor “çünkü, Türkçe’yi doğru ve düzgün konuşmamızı isterdi”. Çocuk “ İngilizce ona da mı” diye atılıyor, kasiyerin “ Zamanın soruları da zamana göre olur, değişir” sözleri.

 Keşke alsaydım kitabı, daha fazlasını öğrenmem yaşamıma ne katar ki diye düşünüp, kendimi iknaya çalışıyorum.ARIKLI’yı ve diğer erkekleri doğuran , ilk eğitimini veren de hemcinslerimiz değil miydi.? Afişteki resmine bakıyorum,aklımda çocuğun sorusu “Atatürk kızar mı.?”


GÜLSEN FEROĞLU
13.08.2005