21 Aralık 2011 Çarşamba

Ahmet Kaya hüznü var Cumhuriyet’te

Bir gün “olur a“ ulusalcı Kemalistliğinden kurtulur da rüştünü ispatlarsa; onlarca “Cesedi parçalanmış, gözleri oyulmuş  evlatlardan bir evladın; Ayten’in babası; Hıdır Öztürk”ün  ancak 19 yıl sonra anlatabildikleri / anlatabilmesi yüzünden, sırf bu yüzden dâhi hep Ahmet KAYA hüznü olacak Cumhuriyet’te, artık çok da fark etmiyor ne söylendiği, ne duyduğunuzu, yaşadığınızı bilirken.

Hıdır amcanın, kıyım tanığı Dersimlilerin, yakınlarını  faili meçhulde, savaşta kaybedenlerin,  12 yaşında Varto’da depreme yaylada yakalandığında; mallar için cebinde taşıdığı kaya tuzlarını o anda öldüğünü bilmediği babası kendisine sarıldığında  canını acıtmasın diye  köye doğru koşarken cebinden atmasını 65 yıl sonra, kendisi gibi elleriyle enkaz kazan Van’lıları izlediğinde anlatan babanızın, yaşadıkları  o  zaman dilimlerini zalimlerden kaçırıp “kalsın benim”le diye  en diplerine saklamalarında gizlidir; gözlerde, seslerde insanlığı aramaları, deyişler söylemeleri,  dağlara çıkmaları, sokaklara dökülmeleri.

Bir gün de devletin sağı, solu, dincisi, laikiyle organize ettiği Dersim kıyımı için özür dilediğinde Başbakan,  geçmişin ”özür diletecek” vahimlikteki kıyımının tarih kitaplarında  niye yer almadığı fitneliği  “öğretilenler, bildiğim doğrular ya doğru  değilse” yi kurcalattığında,  ideolojisi faşizm esintili devletin, gerçeği gizleyerek vatandaşlarını kandırmış olması  “insanı kendinden başka kim kandırır ki”ye de format attırtır.

Eğer açılsaydı tüm arşivler; dağ Türklerine kıyan devletlûmun marifetlerini gündeme taşıyanlara kızan ulusalcı fanatik küçük beyaz Türkler; belki sayfalar arasında yalnızca katliamları, sürgünleri, İstiklal mahkemelerinin kararlarının keyfiliğini değil; Rauf Orbay’ın  “Paşam garpta bütün mühim şahsiyetler hatıralarını kaleme alırlar, siz de istiklal harbimizi anlatsanız fena mı olur ?“ sorusuna  “Evladım bu milletin elinde kala kala istiklal harbi kaldı, hatırlarımı yazıp onu da ben mi bitireyim” cevabının nedenin de, eroin üretip satan “ TETKAŞ”ın  yönetim kurulu başkanı Hasan Saka’yı Meclis Başkanlığı, Başbakanlık koltuğuna oturtan, Evren’nin kanla boyadığı tablolarını en yüksek fiyattan almak için yarışacak kadar  darbe / asker sever burjuvazili, medyalı   Cumhuriyet’in  kurgusunu da  çözebileceklerdi.

Muhtemelen  sürecekleri kıyıma, tehcire, vergilendirmeye  uğrayanların mal ve mülklerinin akıbetinin izi  allanıp pullanan asker, sivil yöneticilerin; vatan sevgileriyle doğru orantılı artan  servetlerine dayanıp   “Ulus devlet aklın hapishanesidir”i de  parçalatacağından, yalana bağışık kılınmış gerçekle bir bilincin nasıl oluşturulduğunu  da anlayacaklardı.

Bugün, ya, bir özürle az da olsa hasar alan beyaz Türklerin yaratığı sanal gerçeklik kodsuz, ezbersiz tüm çıplaklığıyla masaya yatırılıp, herkes kendi tapınağına şövalyelikten vazgeçerek geçmişle yüzleşilecektir. Ki toplantının birinde “özür dilemek” kadar basit olmayıp, insan öldürmenin ne kadar kolay olduğunu da açığa çıkaracak o yüzleşmede; kıyım sorumlularının tek tek açıklanmasından daha  da elzemi; bir insanın, bir devletin  mezhepleri, dinleri, kimlikleri farklı  başka insanların  varlığına yine devletin varlığını öne sürerek karşı olmasının nasıl katliamlara, “faili meşhurlara” yol açtığının dehşetinin insanların canını yakması, sarsmasıdır.

Ki böylece, her vatandaşına eşit mesafede duran bir hukuka sahip  modern  devlete dönüşünceye kadar, dünyada da ulus devleti kuran hiçbir kurucu irade yoktur ki kepazeliğe, katliamlara bulaşmamış olsun denilerek, Alevilerin Kemalizme ölümcül bağlılığının nedenlerinden biri de olan,  Ermenilerin kanını da akıtmış  Hamidiye Alaylarını da göz önüne alıp;  senin de, benim de, onun da dedesi adam öldürdü, katliam yaptı, kimse gökten zembille inmedi bu ülkeye, böyle böyle yaratıldı Osmanlı’da,  Kemalist Cumhuriyet’te  yaralı kuşaklar ne sanmıştın “a beyzadem”, “a hanımım”la nihayet ortak bir söylemde de  buluşula bilinirdi de.

Ya da kodlu, ezberli taşları oynatmaktansa- oysa her şey ne kadar da aşikardır- yalanın, inkarın, imhanın getirdiği huzurla, her geçen gün; entelektüel birikimlerini büyük beyaz Türk felezofları  Özdil’in kankaları Çölaşan’dan, …,, E.Özkök’den alıntılarla derinleştirenler arasında usulca kayılıp gidilirken siz de daha çok kavrayacaksınızdır kimseden, kimselerden, bu devletten doğru, düzgün hiçbir şeyin beklenemeyeceğini.

Hep aynı yarı çapı dolanan bir döngüdeyken de şaşmayacaksınızdır; karakolda ölesiye dövülürken Fevziye Cengiz yanı başındaki polisin sakinliğine, futbolda mafyalaşmaya resmiyet kazandıran şike yasasının MHP, CHP, AKP oylarıyla meclisten geçmesine, para kabul eden reyting deneklerine paraları veren dizi film yapımcılarına, kaçsınlar diye faili meçhullerin tetikçileri; özel harekatçıları tahliye eden yargıya, Zazaca türkü istediği için Gazi Akbayır’ın  öldürülmesine, yeni cadı avı; KCK bahaneli tutuklamalara ….,,,,,

Şaşamayacaksınızdır; “Depremden sonra yardımları kabul edebilirdik ama kendi potansiyelimizi görmek için yardımları” erteletip, beklettiğinde Başbakan Yardımcısı; enkaz altında devletin potansiyel deneyinin kurbanı olduklarını bilmeden kurtarılmayı beklerken inliye inliye kan kaybından, susuzluktan, toprak boğmasından yitirilen hayatlara, depremden kurtulup ta  açlıktan, soğuktan öldüğü resmi belgelere geçen Öznur’a, Deniz’e; 4 yaşındaki Ekrem’in, İsmail’in,,,,,, çadırda yanmasına. …,,,,,

En iyisi belki de daha da yaralanmamak,  kırılmamak için ötekiliğinizi, nerede, nasıl yer alacağınızı belirlemiş, medenileşememiş ulus devletinizden demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet adına beklentilerinizin   olmamasıdır.

Birde izinsiz gelip çöreklenmese beyninize; “yöre insanı”nı, “Doğu kökenli”liği medya towwwarsları aşamayan çadırlarda soğuktan titreyen Kürtlerin, hapiste kan kusarak ölen Avni Karabulut’un, PR çalışması “Mehmetçikten insanlık dersi”yle müjdelenen askerin parkasını verdiği 15 yaşındaki gerillanın,  ezilenlerin, hele de yoksul çocukların bakışlarına yerleşmiş, orda kalmış kederler; üstünüze üstünüze gelip içinize öyle bir işler ki o kederlerde kendinizi  bulur, bulur da  kaybolursunuz.

Daha  yazıya, şiire “gittiğinde…” diye başlamamış; feysbukta,  msn’de,  twitter’da  kahveeeee=)))))))), Karatay diyeti,  yılbaşı planları, Erol Köse iletileri dolanmamış, beslenme çantaları hazırlanmamışken Atakule önünde kırağı düşmüş taşlarda kaymak üzereyken  görünce yılbaşı çiçeğini anlarsınız ki çok az kalmış  koca yılın bitmesine.

Çankaya köşküne doğru Botanik parkındaki ağaçlardan caddeye savrulan son  turuncu, kızıl, sarı yapraklara basarak yürürken, bir ara gözünüze de giren kaçak  kış güneşiyle oynaştığınızda  karşılaşırsınız, onunla. Kaldırım taşlarını saya saya konuşursunuz. ”Seneye görüşürüz”le ayrıldığında  o, neler anlatmışsınızdır, en ufak bir fikriniz bile yoktur.

Mevsim de kış güya. Kar şöyle tane tane, kalın kalın yağamadı bir türlü. Eskiden daha mı heyecanla beklerdik kışı ? Kar  o kadar da  beyazdı ki o zamanlar. Ya da  beyazda kirlenmeyi göremeyecek kadar çocuktuk, hepimiz.Yağmurları bile zamanında başlayan zamanında biten, her gün mesai bitimi doğruca evlerine koşan insanlarıyla  bu şehir; nasıl da düşman  başına buyrukluğa. Ne âlaka,  şimdi bunu düşünmen ?  Zamanla benzeriz yaşadığımız şehre,  insanlara  derdi ya o, yanılmış işte. Belki farklı olan da artık benimdir.

Mevzu nasıl buraya geldi niye bunları yazmaya başladın, o da ayrı  bir muamma ya suç kesinlikle  o yılbaşı çiçeğinde. Hep elimdekileri berbat ettim kaybettiklerime yanarak demiş ya birisi, seninki de  tam o hesap. Gidecek yılın ardından dökmediğini bildiğin hazırda bekleyen bu göz yaşları da neyin nesidir mi  diyorsun. Yıl sonu yaklaştıkça içini neyin daralttığını, göğsünü neyin sıkıştırdığını   bilmeyenlerdensin işte, sen de.

Yönünü bulmak için birbirine benzeyen yönlere bakar, her adımda da uzaklaşırken  bir yerlerden, kime, nereye, neden gittiğin nasıl da önemsiz şu ân. Kendine hayrı olmayan hafif yan yatmış çıplak bir ağaç altında bu yılda her demeci, her sözü, her duyguyu, her acıyı yutan, yutan da yutan  koca  kara bir delik;  çözüldürülmeyen Kürt sorununun sonucu; artık da kanıksanan 30 yıldır  süren savaşta; Silvan’da, …,  Çukurca’da, …, Kazan Vadisi’nde, ne çok genç öldürüldü ne çok diyorsunuz ne çok. Geriye kalan yalnızca tarihler, başarı ölçütü sayılan kuru  rakam; 100 gerilla, 100 asker “öldürüldü”ler.

Ölüm niye hep böyle, savaşla, depremle, trafik kazasıyla gelmek zorunda bu topraklara niye? Niye böyle olmak zorunda. Ahhhh be bir tanem, hep beraber eskittik biz faydasızca  yılları; derdimize derman olmadan, hiçbir sorunumuzu çözmeden.

Yunan mitolojisinde Odysseus’u beklerken taliplerine örmekte olduğu tülü tamamlamadan evlenmeyeceğini söyleyen Penelopeia’nın gündüz dokuduğu kısımları geceleyin söktüğünden bir türlü bitirmediği  tülü gibi; sorunlar hiç bitmedi / bitirilmedi. Gündüz söylenenler; eşit yurttaşlık temelli bir Anayasa, Ergenekon’da, faili meçhuller de sonuna kadar gidileceği, darbecilerden hesap sorulacağı, barışın getirileceği, adil gelir dağılımı ……,,,, hep gecelerinde silindi Ankara’nın. İçişleri Bakanının “Sorun sorun diyorlar. Kürt sorunu nedir ya hu ben arıyorum, bulamıyorum” beyanıyla da  dönüldü yine ta ennnn başa.- Bu arada helâl OLSUN devletlûma. Ey dünya öğren, sorun nasıl çözülür-

Ansızın içinde hiçbir şey; geçmiş, gelecek barındırmayan bir boşluk duygusu sarıyor her yanınızı. O boşluk duygusu var ya o boşluk duygusu. İşte oydu yıllarca en acımasız olanı. Oydu en gaddarı. Zamanla yok olmayacağını da belli ederek  kaldı içinizde, bir yerlerde.

İsterdim ki yılın bu son günlerinde tarif edeyim içimdeki duyguyu; şöyleydi böyleydi diye. Kırılgandı belki yorgun, belki zavallı, belki naif, hayır hayır nazenindi  evet nazenin. Hem başkaca da ne  gelir ki elimden, yazmaktan başka. Bir de bunlar işte. Bunları aldım. Hiç olmadığı kadar taze bir hayat sunabilirse diye….Sana yılbaşı çiçeği aldım anne… 



11 Aralık 2011 Pazar

Dersim; en çok ta kimsesizliğimizdir … o kadar


Zelal ölür, dünya da kaldığı yerden dönmeye devam  ederken  ışıl ışıl  vitrinler, renk renk toplar, çam ağaçları, Noel babalar da olmasa kala kala elinizde bir Aralığın kaldığının ayrımına varamayacağınız vitrin önlerinde, öylece kalakalırsınız.

Bir adım atsanız….Adımınızı attığınız her yıl  diğer yılların DMO’nun sarı, pembe dosyalarında arşivlenmiş sırlarına, yalanlarına siper olduğundan  ne siyah ne de beyaz olmuş geçmişin belirsizliğine sıkışıp kalacak geleceği de kararttığından, zaten de ne diye atacaksınız ki  o adımı.

İster atın o adımı ister atmayın ta Osmanlı’dan Şeyhülislam Ebussuud’un “Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir….. bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur" fetvasıyla arşivlenmiş “öteki”liğinizle belirleyiciliğinizin sıfırlandığı Cumhuriyet; anlı, şanlı bir çerçevede sunmayacak mı sizi dışlayan geçmişi, ötekiliğinizi.

Hem herkes, herkesin yücelttiği Türk ve Sünniyken; çocukken mezhebinizden feragat ettiğinizi bilmeden arkadaşlarınızla  “Alnım, burnum yaş,  bana vuran Kızılbaş“ tekerlemesini söylediğiniz “gavur”luğunuz, “nerede Kürt gelinde o marifet”liliğiniz,   oyuna almadıklarından mahallenin çocukları kardeşinizin gözyaşlarından akan  “Anne biz niye Müslüman değiliz”deki olunmaması gerekenden “olma”nın yakıcılığında nasıl bulurdunuz ki  geçmişte, kendinizi. 

Ve o geçmişin;Kerbela’da, Osmanlı’da, Dersim’de, Marş’ta, Çorum’da, Sivas’ta kendinden değil diye çoluk çocuk demeden Kızılbaşları kılıçtan geçiren, kuyulara atan, katleden  oruç tutmadı diye 1987’de  Şirin’i, 15.08.2010’da kışlasında Ali Arslan’ı öldüren zihniyetinin her yüzyılda tezahürü altında; Alevilerle, Kürtlerle ilgili bir açılım söz konusu  olduğunda  “Eskiden bilmezdik Alevi, Kürt nedir”, “yoktu böyle şeyler”le o geçmişi özleyenlere verilemeyen  “Bilseniz nasıl bilirdik Alevi, Kürt olmanın ne demek olduğunu biz” cevabına ilişik büyüklerinizin Kızılbaşlık  “veba”lılıkmış gibi “söylemeyin” tembihleri, “anladı alevi olduğum”daki telaşları, “Kızılbaşsam sende karabaşsın”lı kavgalarıyla yüklü  travmatik çocukluklar, ergenlikler.

Her ânın Yüksel caddesinde, Kızılay’da, Ulus’ta kulağınıza çalınan  bir türkünün; “Turnalar uçun…..”,   “Bavko”nun, inci kefalin tandırdan  yayılan kokusuna benzer  bir kokunun, “Bıra, bıra derdim a girano” seslerinin ya da baktıkça gözleri sizi içine çeken  genç bir kadının  kenarları yırtık  siyah beyaz fotoğrafının, “Kızılbaş” diye tayinini istemek zorunda bırakılan babanızla ayrıldığınız dağının eteklerinde gelincikler topladığınız şehrin hatırlatabileceği o geçmiş.

İşte öyle hayata dair herhangi bir ayrıntıdaki herhangi bir şey; bahçe içindeki güzel evinizle,  yıllar önce zabitler arasında köydeki evini terk eden  anneannenizin   siluetini de getirdiğinde beraberinde,  kuru bir “Ah!!!!!!! gün yüzü gösterilmemiş, görmemiş  garibanlarım ah!!!!”la karşınıza dikilen “bal eyletilipte” zorla içirilmiş acılı, sürgünlü, yezidi bol geç-e-meyen geçmiş. Nereye gidildiğinin önemsizliğinde kurdurduklarını iddia etse de sürenler  asla ve de asla; o dağsız, o köysüz, ׃, ׃, ׃, ׃, ׃, ׃, boşluksuz kurulamayan bir hayat; “miş” ekinin fayda etmediği o geçmişi, o köyü yakınlaştırır. O şehri uzaklaştırır.

Sonra ? Yoooo  önce; Mahmut Bozkurt’un  ”Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”ını doğalaştıran eğitim, öğretim. Türk tarih tezli, Güneş dil teorili ideoloji. Yazdırılan tarih. Tahrif edilen, yeniden düzenlenen belgeler.

Her alanda tekli bir devlet, bir ulus yaratmak hevesiyle Türkleştirmek Sünnileştirmek istedikleri O Alevileri, O Kürtleri, O Ermenileri, O Rumları, OOOOO’ları İngilizlerle, Fransızlarla işbirlikleştirecek kadar şeytanlaştırıp; katliamlarını, idamlarını, soykırımlarını kolaylaştıracakları bir Cumhuriyet için gereken  padişah yerine bu defa da Cumhuriyeti kuran kadroya, orduya “hazır ol”, “rahat” komutlarıyla biat ettirilen insanlar; ve hukuk; İstiklal mahkemeleri, Takrir-i Sükûn Kanunu, yasalar, …, …,…,.

Sonrası; o kadar çok ki ne yazsam, nerden başlasam Aznavur, Çerkez Ethem, vb. ayaklanmalar. Ali Şükrü bey’in, Suphi’lerin öldürülmesi. Koçgiri, Şeyh Said, Dersim, …, …,. TKP tutuklamaları. Tan matbaası. 6-7 Eylül. Varlık Vergisi. Darbeler, darbeler, …,.

Hasılı  “Cumhuriyet için kurşun atan da yiyen de şereflidir”in icrası;  barbarlık,  kesik başlar, tecavüzler, işkenceler,  ispiyona alıştırılan  halk…… Ne yapılmışsa insanlığa sığmayan,  mahkum edilecek saklamak için devreye sokulan, bir kere  başlandı mı da daha, daha, daha  da söylenecek hep de  Seyit Rıza’lara  “dert olacak  baş edilemeyecek hileler,  yalanlar.” Kemalist mühürlü Cumhuriyetten masallar.

Sonrası; cezası komple imhaymış gibi her katliamı, her sürgünü, her zulmü “isyan ettiler” yalanıyla meşrulaştıran resmi tarih –ölüm nedeni bilinmeyen 200 askere karşılık 50 bin sivilin öldürüldüğü Dersim nasıl isyansa – Devletin her dediğine evet dediğinde hayat bulacağını gören ötekilerin ”kapatalım gitsin”le  bilerek, isteyerek geçmişin katliamlı dilimini hafızalarından silmeleri; dissosiyatif amnezi.

Sonrası; kimliğini, mezhebini gizlemekle yetinmeyip şalvarlı, fistanlı atalarına düşman edilmiş, imhalarını da “medeniyet istemeyen feodal ağaların peşinden gideceklerine,  ….., vergi ödeselerdi onlarda”yla savunan devşirdiklerinin sicillerine; şehzadeler doğursa da hanedanın  gözünde hep “köle” kalacak Hürrem gibi  yine de  işledikleri ötekilik.

Onun için boşuna kızmayın ayrımcılık yapmadığını ispat için  bir, iki ötekini  konu mankeni  kadar var eden Kemalist Cumhuriyete borcunu ödeyen Kılıçdaroğlu’nun Dersim’le alâkalı sözlerine. Devşirmedir.  Normaldir.  Devşirene bakmak lazımdır.

Sonrası her şey istenen biçimdeyken Kemalist Cumhuriyet’in  yalanlarının dizildiği boyunlardaki göz alıcı gerdanlığın incilerini tek tek kopartan inadına dönen dünya; belgeler, imzalarla ilkokuldan itibaren tarih adına ne öğretilmiş hepsinin, her şeyin yalanlığını, yanlışlığını saçar dört bir yana. Böylece çakmalığı da ayaza çıkan Kemalist Cumhuriyetin bile  yalan olma ihtimali karşısında bir şüphe de kemirmez değildir; Hitler’e esin kaynağı  bizim paşaların  olması….

Bu Kemalist Cumhuriyetin en büyük başarısı mı ? Soyunu, sopunu katledeni ulvileştirip arkasından gidenler de dahil, bir  filmde yağmur yağarken oyuncunun  “yağmur yağıyor” demesiyle yağmurun yağdığını  ancak algılayabilen Haddad’a göre “Ulus devletin hapsettiği akıl” kadar akıllı, Kemalist algılı  vatandaşlardır.

Hayatları şekillendiren bu Kemalist algı; Onur Öymen olmasa Dersim’den, Dersimli çocukların yatılı mekteplere verilerek “milli varlıklara geri çevrilmesi”ni isteyen  dahiliye vekili Şükrü Kaya’dan, “Türküz, Türkçüyüz daha da Türkçü olacağız” vecizeli  Başbakanının Nazi kamplarını ziyaretinden bihaber; tapınak şövalyesi bir nesil yaratıp, o nesli de devletin bekası için ötekine  her türlü  vahşeti yaptırtan ırkçılıklarının, faşistliklerinin; ırkçılık, faşizm olmadığına inandırandır da.

Öylesine büyük bir başarıdır ki bu algı sorgulatmaz; çoğu devlet-i ali osmaniyye’nin de imtiyazlı subayı, milletvekili, …,,, olan Cumhuriyete de  egemen büyük beyaz Türklere köleliği.

Sorgulatmaz; katliam, sürgün planlayan Çankaya’nın mutad zevat’larından İnönü’nün, Bayar’ın,  Çakmak’ın,,,,, 1915 Ermeni tehcirinde de rol oynamış Renda’nın, 18 Haziran 1937’de Cumhuriyet gazetesinde “Türk amazonu Sabiha Gökçen Tunceli’de başarılı atışlar yapmaktadır”la övülen Sabiha GÖKÇEN’in,  General Alpdoğan’nın, cuntacıların, caddelere, semtlere, okullara, kışlalara,,,,, isimlerinin verilmesini. Çocuklarının, torunlarının da neredeyse  eş mevkilere gelmesini.

Ayaklandırmaz; Yahudilere soykırım yapan Nazilerin hiçbir yakını, torunu utançtan ortalarda gezemez,  soykırımı savunamazken  en fazla  biçki dikiş öğretmemiş,  devlete müstahdem, evlere besleme  yapılmamış da  servetleri 216 milyar dolar eden Türkiye’nin en zengin  100 ailesinin arasına girmişler gibi  Dersim sürgünleri  için  “İyi ki sürüldüler, adam oldular” diyen ailesine, kendisine Kemalist Cumhuriyet’in yurtdışı bursları,  yalıları, arsaları, tabloları, gemileri düşmüş, dedeleri geçmiş katliamların bir numaralı sorumlularının yakınlarının aşağılayan sözleri, ortalıklarda alnı açık  dolaşmaları karşısında katledilenlerin torunlarını. Ki Dersim kıyımını  hâlâ savunabilenlerle Almanya’da Türk esnafı öldüren neo-Naziler arasında ne  fark varsa.

Bugün hâlâ; Seyit Rıza’nın oğlu gibi Erdal Eren’nin yaşını da asmak için büyütmüşler, faili meçhulleri organize eden generaller, Ağar’lar, Çiller’ler,,,,,,, desteklenip korunuyor, Ogün Samast’la  fotoğraf çektirmeyi şeref kabullenenler devleti  yönetiyor,  Yargıtay 13 yaşındaki N.Ç ‘yi   tecavüzcü sayıyor, bir paşa 475 bin lira emekli ikramiyesi alıyor, TSK’nın harcamaları  denetlenemiyor;

Kendi potansiyelimizi görmek amacıyla yardım ekipleri bekletildi” dediğinde Van depreminde enkaz altında kurtarılmayı bekleyen Kürtleri kobay kullandıklarını itiraf etmiş Başbakan yardımcısı istifa etmiyor, İçişleri bakanı Büşra Ersanlı için “geçmişine bakın o komünisttir”,  Diyarbakır Valisi de  “molotof atan çocuklar ailelerinden alınıp yurda yerleştirilecek” diyebiliyor, hiç yere öğrenciler tutuklanıyor; kimseler  hiçbir şeyden utanmıyor, asla rezil olunmuyorsa bütün bunların sebebi de işte o algıyla gerçek kılınmış yalan dolu geçmiştir. O geçmişle yüzleşememektir.

Yüzleşilmeye kalkışılan geçmiş her olayda da  aynı şey  yapılıp; nasıl Dersim kırımıyla ilgili; birliklerin konuşlandıracağı yerleri işaretlediği harita  Trabzon’da Rum köşkünde duruyorken Atatürk’ün,  haberi var mıymış, yok muymuş, kim yaptırmış, kim ….mış, mış –  diyelim emri Alpdoğan verdi ne değişecek,  bu diğerlerini aklayacak mı  – tartışmalarıyla farklı etnik, mezhepsel kimliklere ıslah, isyan, …, adı altında korkunç kıyımlar yapan bir devletin, yönetenlerin neler neler yapabileceği  gözden kaçırılarak,  gerçek yalanlara kurban edilecektir.

Bana, sana göre değil inanmasak ta (ölüme, kışa inanmıyorsun diye ölüm, kış kaybeder mi gerçekliğini) var olan gerçek de; bir tek vatan, kimlik, mezhep, lider, örgüt, cemaat, namus için ölmeyi, öldürmeyi öğrettikleri, aile, iş, kadın, erkek ilişkileri, cinsellik, şiddet, töre, tarihle;  “ama o da”, “ama onlarda şunu şunu yaptılar”lı yaratılmış o Kemalist algı  kadarlık bir yüzleşmeye dayanabiliyorken nasıl sıyrılabilir  yalanlarından geçmişin.

Gırtlağına kadar kana bulanmış geçmişin yalanlarının evrimleştirilip her koşula uyarlanarak saat gibi işletildiği ne menem bu vatanda, adım atmak, yeni şeyler söylemek ancak ve de ancak  kapatılması gereken hesabın diğer yıllara devrine rıza göstermemekten  geçerdi  ki,  işte o zaman  da hiçbir şeyi  kanatamayacak geçmiş de geçip giderken  sonrası da hayat olurdu.  
 
Şimdiyse benim için, ötekiler için geçmiş, bilirim, bir yerde yazılan gibi en çokta “Kimsesizliğimizdir … o kadar”. Bilirim, dâimi kimsesizliğimizde bir gün, “olur a“ Kemalistliğinden kurtulur da  rüştünü ispatlarsa Cumhuriyet, O Cumhuriyette  dahi Ahmet KAYA hüznü olacaktır.Her Aralıkta olduğu gibi. Bilirim.

Bir tek üniter üniter yaşanıp gidenler bilmez.…Onlar bilmez. Bilmek bir yüktür.


18 Kasım 2011 Cuma

Ölürken Zelal, dünya hâlâ dönecek öyle mi


Sıkıntılarınıza, göz yaşlarınıza aradığınızda bir sığınak, dizi, film karakterleri gibi hemencecik koşup bir bankına oturacağınız, sahilinde yürüyeceğiniz bir denizinin olmadığı; onlarca ölümü, enkazı,  hayal kırıklığını, savaşı seyreden; griliğini devletten, arsızlığını da griliğinden alan şehrin sonbaharı da o arsızlığına  yakışır, sanki.

Her şeyi ama her şeyi de sapına kadar yaşamayı, yaşatmayı  seven bu arsız, ayarsız başşehrin; beraberinde getirip de  burnunuza dayadığı iş yapmadan öylece etrafa bakma sendromlu sonbaharında; sarı, kızıl yaprakları asfalta, toprağa düşüren rüzgara, yağmura boyun eğmişliğin tavan yaptıracağı  melankolik  ruh hali,  insanda  bir şeyler karalama isteği  de  uyandıracaktır.

Kıyıda, köşede kalmış en acıtan, en keder verici, sabahtan akşama  dön dön  dinleneceğinden iyice kederlendirecek şarkılar; “Hani o saçlarına taç yaptığım çiçekler”i çaldırtacak melankolilikle, kader çizen kırmızı plakalı arabaların,  poşetleriyle deli gibi koşturanların,  yiyenlerin, içenlerin aymazlığı da başşehri daha bir arsızlaştırır, sanki.

İşte başının çaresine bakacak ekonomik özgürlüğü olmadığından kendisinden ayrılamayacağını bildiği eşini aldatmakta bir beis görmeyen hatta ve de hatta aldatmayı entelektüel bir çerçeveye oturtacak kadar da çirkefleşecek bir koca gibi hep aldattığı vatandaşlarının, özelikle de azınlıklarının  yıktığı  hayatlarına da  arsız bu Türk  müesses nizamının baş şehrinin  baş arsızlığı;  yarım asırdır ölümle nikahladığı Muş’a, ….., Diyarbakır’a, ….., Van’a dünde, bugünde ne de yazık yarında da TOMA’larla,  bomba yüklü F-16’larla yaşattığı savaşın, acımasızlığına atılan bir  tokattı  her akşam  haberlerde duyulan     “….  patlayan mayında …. asker şehit oldu”lar, “……..”, “ …  operasyonda 10 terörist öldürüldü”ler.

Ve evlerde kiminin çorba içtiği, kiminin çocuklarının ödevlerini kontrol ettiği, kiminin aldığı bir elbiseyi gösterdiği, kiminin …, kiminin …, o akşamlarda, o ânlarda; her  şeylerini ama her şeylerini bırakıp dağa çıkanların başlattığına inandıkları / inanmak istedikleri Türklere, kendilerine haklılık kazandırdığı için savaş değil de “terör” dediklerinin durduk yerdeliğine; “Ah!!!! Atatürk sağ olsaydı”, “Silecen haritadan oraları”, “Leşler”,  devlet terörünün bankası JİTEM’in gerekliliği temalı sayfa sayfa ezberlerle çıkışanların, yıllarını Avrupa’nın, Amerika’nın teröre, isyanlara destek verdiği paranoyasıyla geçirdikleri hayatlar.

Bu her şeyi kaybetmeyi hak edenin hep Kürtler olması gerekli hayatı belirleyen tek şey ne mi ? O tek şey de; haber sonu başlayan  “Kuzey, Güney”e,  “Muhteşem Yüzyıl”a, …, dalıp,  kapı önünde panzersiz, cemsesiz, işgalci güç gibi davranan askersiz, polissiz uyandıkları ertesi günün işinin gücünün sıradanlığında, akşam haberlerine kadar unutulan “teröre lanet”le  kamuflajlanmış, aslında Kürtlere, azınlıklara nefreti nesilden nesile taşıyan genlerde varolan ırkçılıktı.

Irkçılıkla geçen, geçecek yıllar, yıllar boyunca 30 yıl öncesine kadar da yok sayılan Kürtlere  reva görülmüş-cek; dilini konuşamadığı, köy yakmalı, ev basmalı,  dipçikli, aç açık, ayakları dağa vurdurmaktan, omuza  silah almaktan  başka yol bırakmayan hayattın  yarattığı isyanda terörü görmemek için kafasını çevirenlerin bu, bu, bu, bu ikiyüzlülüğü “Ey vatan…”larının iki yakasında 360 derece farklı ikili hayatın nedeniydi de. 

Her konuda hep ama hep haklı olan, öldürmek için kadınları, erkekleri asker şubelerine koşan Türklerin normalleştirdiği ikili hayattı;  G3’le, Kalaşnikofla, havanla, bombayla  kafası,  kolları, bacakları  bedenlerinden koparılmış gencecik çocukların cesetleri dört bir yana dağılırken; twitter’da Panpişi, Kıvanç’ı takibi iş sayanlara; tanklara, uçaklara, panzerlere benzin, mazot, askerlere bot, silah temin edip trilyonlar kazananların adlarını  merak ettirtmeyen.

İkili hayatın iki yakasındaki beklentilerin, taleplerin de ayrılığındandı; Marmara depreminde 30 bin insanı yitirdiğini unutmuş; yönetmen Von Trier’i Hitler’e sempati duyduğunu söylediği için Cannes’dan, baş tasarımcısı Galliano’yu Yahudilere küfür ettiği için Dior’dan ânında kovduran medeniyetin yanından bile geçemeyeceklerin; Van  depremini duyduklarında içten içe “Oh olsun! 24 askerimizi öldüren terör örgütüne yandaşlık ha.. Görün Tanrının gazabını” diyenlere, ekranlarda “Taş at, molotof at sonra yardım iste. Haddi bilsin herkes”le tercüman olan erke egemen beyaz Türk Anlı’ların, Duygu’ların işlerine son verilmesi bir yana, programlarının raytinglerde  üst sıralara yükselmesi.

Çekinme, sende yaz tırnak içinde “Yoksa Marmara  depremi  de yarım asırdır Kürtlere etmediğini bırakmayan, dağını, taşını dahi bombalarla tarumar etmiş Türklere, Tanrının gösterdiği sopa mıydı …”

İlkbahardaki  dereler gibi çoşan, taşan, her yere akan ırkçılık iyi  rayting alınca “Bunların derdi ne de taş, molotof atıyorlar. Bir anlayalım. O koşulları yok edelim. Gençlerin yeri dağ değil yanı başımız olmalı yaklaşımını selefleri gibi  iteleyen Başbakan da  “Taş, molotof atmak için anında organize olanlar….” lı aynı cümleyi kullanmakta tereddüt etmeyecekti.

Düşündükleri ama faşistlikle suçlanacaklarından niyeyse açık edemedikleri Kürtlere kinlerini;  24 askerin  Çukurca’da çatışmada ölmesinin ardından artık gizlemeye  gerek de duymadan açık açık  kusan onlarca demecin salım salım salındığı, bankamatik kuyruklarında bile bas bas “Bütün Kürtler öldürülmeli”nin bağırıldığı, siyasi tasfiye operasyonu KCK davasının kapsama alanına alınan  binlerce Kürt’tün tutuklandığı böylesi bir ortamda; sıkıysa Kürtlerin mağduriyetinden, en basitinden PKK olmasaydı sittin sene TRT 6’nın kurulamayacağından,  asimilasyonun ağızlara alınamayacağından söz et. Gör bak, oracıkta nasıl linç edilir biri.

Tut ki linçi göze alıp konuştun, dinler mi seni yalnızca kendi acılarını, kendi ölülerini en gerçek, en ulu sayan Türkler. Görür mü; öldürülen 16’sında Alişer’le, 18’inde ki Oğuz’un annelerinin  acısındaki aynılığı.

Kazan’da ki operasyonda 24, Van depreminde  641 Kürdün ölümünü, binlercesinin  evsiz barksız kalmasını “hakkın tecellisi” sayanlar anlar mı  ölenlerin ardından dökülen göz yaşlardaki aynı biçareliği, yalnızlığı.

Kim anlıyor kimin acısını ?  Hayatlarında bir Türkler;  birde irticacılar +  bölücüler = hainler  olan Türkler  anlıyor mu  Kürtlerin acısını ? Peki ya Kürtler. Kürtler  anlıyor mu youtube’da yayınladıkları çatışma görüntülerini izleyen asker yakınlarının  kalp ağrısını ?

Hem kim sorabilir, istifası dört  ay önce  “Son kale TSK’da  AKP’leştiriliyor ”la ağıtlaştırılan Işık KOŞANER  “….siperde silahını bırakıp kaçan komutandan” bahsetmemiş gibi cafcaflı bir gazetenin manşetinde yan yana konmuş fotoğraftaki 24 askerin Çukurca’da,  o cafcaflı gazetede adları zikredilmeyecek “ötekiler”in de Kazan Vadisinde ölümünde kimlerin  ihmali, hatası olduğunu.

Ya ölümler karşısında “Duyunca gönlümüz açıldı. Darısı tüm PKK’lıların başına. BDP’li vekillerde dahil.....”,  “T.C’mi ? Tak tak tak başka yol yok”la  twitter’da, facebook’ta, sosyal medyada ölülerinin ardına sığınan Türk’ün Kürd’ü, Kür’dün Türk’ü yok edişi üzerinde akıtılan zehir yayılırken damarlara; birbirlerinin acılarını hiiçççç paylaşamamışların bin yıllık  kardeşliğinden dem vurmanın pespayeliğine ne demeli ?

İmdi birbirlerine karşı bu kadar acımasız hissiyatlarla dolu Türklerin Kürtlere, Kürtlerin Türklere temennileri böyle, böyleyken inanabilir misiniz 15, 18, 20 yaşlarındaki binlerce gencin hayatına mal olan “savaş”ın  yerine,  cidden ve  cidden de  “barış”ın istendiğine.

Her ölümün ruhlara öfkeyi daha da kazıdığını bile bile müzakere gücünü artıracağını sanıp savaştığından daha çok öldürerek  barışın getirileceği gibi tuhaf bir düşünceyi dolaşıma sokanların; savaşgirliklerini; ”Her şeyi göze alıp İmralı’yla görüştük. Ne yaptılar Silvan’da..”, “Ateşkes yaptık, onlar 49 gerillayı öldürdüler”le  örtecekleri  bahaneler  bitmezzzzzzzzzzken BARIŞ  geçer mi  bu topraklardan ?

Zaten barışın da; sıvasız evlere gönderilmiş al bayraklı tabutların, bir ceviz ağacının altında ki gerilla cesetlerinin  zafer sayıldığı,  “…….gerillanın askere, askerin gerillaya kurşun sıkması haramdır”ın duyulmadığı,    medyaya savaşın psikolojik harekatı için emir veren Başbakanın  BDP’yi, yazarları tehdit ettiği, siyasi değil silahlı mücadeleyle ana dilde eğitim, eşit yurttaşlık, …, …, haklarının alınacağının tebliğlendiği yerde de işi ne ki. 

Barış var ya  barış bütün bunların; hayattaki tek bakış açısı ”Nasıl yendik ama”nın ötesine geçmeyenlerin olmadığı  yerdedir. Barış  vicdanın, adaletin akıldan bile önce geldiği  yerdedir.

Ve niye bir türlü “Ne yaptık bu savaş bitsin diye” soramayan Türklere, Kürtlere,  boş yatakların sahipsizliğini bilen anneleri askerdeki, dağdaki çocuklarıyla birlikte öldüren, katilliği yasalaştıran savaş, barıştan  daha kolay geliyor dersiniz ?

Çünkü barışı savunmak öldürücü değil. Erkeksi değil. Ulusalcı değil. Kemalist değil. Kasımpaşalı hiç değil. O yüzden de şiddetin çöplendiği, demokrasinin şahlandığı 21. yüzyılda  biri üstünlüğü,  biri ezilmişliğiyle deviren, devrilen, vuran, vurdurtan iki kimliğin birbirini kırma, kırdırtma harekatında; barış “Amed”de  de,  barış “Ankara”da  da,  barış “Botan”da  da, barış “Ilgaz”da da saklanmak zorunda hep.

Onun içinde en umulmayan göz yaşı bile anlatmışken mezar taşının soğukluğunda ölümü, ANLATAMIYOR; vedalaşılmadan kaybedilmiş künyeler, kaydı yapılmamış kimlikler, sahipsiz şafaklar, sahipsiz  puşiler. ANLATAMIYOR en anlamlı, en duygu yüklü kelimelerle, şehitlikle, kutsansa da giden, yokluğunu hiçbir şeyin, hiçbir sözün dolduramayacağını.

Belki de bu yüzdendir her gözyaşı  en çok  çaresizliği,  yüze düşen her yağmur damlası da göz göre göre hayatlarından edilen gençleri çağrıştırdığındandır, ölümlere gebe sonbaharların hüznü.

O vakit, zaman niye geçsindi ? Sanki kışın çok mu güzel olacak ? Yine  operasyonlar sürüp, mayınlar patlamayacak mı ? Öfke  yine “barışı”ın sesini bastırırken hep birileri ölmeyecek mi? Ve hep birileri ölecek. Ve hep birileri ölecekkkkk, ölecekkkkk,…..
Agit, Zelal, Serhat, Mehmet, …, ölürken de, dünya da kaldığı yerden  dönmeye devam  edecek öyle mi ?


26 Ağustos 2011 Cuma

Daha da gelme buralara, ey barış

% 40’lık bir  kesimin hiç tatil yapamadığı ülkenizde, boğucu sıcakta, tıkılıp kaldığınız şehirde, cezveye kahve koyarken “Ahadannna peri perişan bir hayat yaşıyorum. Mutlandınız mı”yla denize sıfır bir evde;  İKEA’dan alınmış sallanan bir koltukta denizi seyrederken  profilden çekilmiş bir fotoğraf karesinde hiçbir yıl yer aldırma-mış-yacak kör talihinizi dayanılır kılan kafanızda dans eden  “Serin bir yayla, dağ olsa anlarım da sıcakta daha sıcak yerlere tatile niye gider insanlar ? Hadi gidildi. Tatilin çılkını çıkaran  durmadan şort, bikini, tişört, …, değiştirmeler, makyajla denize girmeler de neyin nesi? Boş ver sen  b.k kokan, üzerinde envai çeşit meyve, çekirdek  kabukları yüzen denizi. Aç  pencereleri. Essin; püfür, püfür rüzgar.Yıka balkonu; aksın buz gibi su ayaklarının üstünden” düşünceleridir.

Bir kez daha bol köpüklü bir kahve yapamadan göçeceğinizi tescillerken, o düşüncelerden sizi de, 11 yaşındaki İdil’in annenizle  “Biri “ne olacaksın” diye sorarsa asla bilmiyorum deme, şimdiden bir hedefin olmalı diyor annem”li  muhabbeti koparacaktır.

Kanser hücrelerinin şekeri sevdiği bilgisinin deli gibi çekse de canınız, yedirmediği ufacıcık bir çikolatayı “ne olacaksa olsun”la kahvenin yanında ağzınıza da  attığınız o sıradan ânlarda, pencereyi aşıp eve dolan “Seyran mangî nîsan e qurban /çimkî vade gulan e/…”  kahvesini yudumlayan annenizi de dile getirtir.

 “Bir gün, bangır, bangır Kürtçe türküler söyleneceğine, inanmazdım ki.Yıl 1956. Köyde, tek sınıflı ilk  okula başladığımda bilmediğim bir dilde konuşmamı isteyen, bir süre sonra da konuştuğumuz  dili  konuştuk diye avuçlarımızı cetvelle morartan, tokatlayan öğretmenimiz bir gün de; “Haberiniz yok, sınıf başkanınız Kamer sizleri  evinizde de pencereden izliyor. Zazaca konuşanları da gelip  bana söylüyor” demez mi. Korkudan evin içinde fısıltı halinde, kulaklara konuşurduk. Geldim 65’ime, o halimizi, o öğretmenin adını; H.U, hiç ama hiç unutmadım. Şivelerini duyduklarında “Nerelisin” sorusuna muhatap olmasın, konuşmalarıyla alay edilmesin diye  çocuklarıma da öğretmedim Zazaca’yı.”

Tam da yıllardır söylemeyenin kalmadığı  “Kandil imha edilmezse sonuç alınmaz”ı yeniymişçesine ortaya atan İlker Başbuğ’un asimilasyona dair  “Geçmişte o günkü şartlar altında yapılması gereken şeyler yapılmıştır. Onlara fazla takılmasak daha iyi olur…” demeci manşetteyken, takılmadan durulamadığının, öyle olamadığının, ruhlarda açılan gediklerin zaman aşımına uğrayamadığının kanıtı  6 yaşındaki o çocukmuşçasına yanınızdan uzaklaşıp o köye giden annenizin, anlattıkları berbat hissettirir, kendinizi.

Konuştular diye insanların işkencelerden geçirildiği, ne de komiktir ki tasası da bilmeyenleri almış bir dile, bir kültüre ait yaşanmışlıkların nesilden nesile aktarıldığı bu coğrafyada; 55 yıl sonra, bir insanın yaşadığı; o ilk vurgun, o ilk yalnızlık, o ilk eziklik hiç azalmayıp akıyorsa hâlâ gözlerinden, Başbuğ’un incileri de; yarattıkları “Kürt sorununu” çözmek için  kendi aralarında   pozitif ayrımcılık yapılsın”, “ama Yozgat’lı ne der”le  paslaşan  sorunlu beyaz Türklerin  inciler gibi  tek tek yerlere saçılmaktan başka ne işe yarar ki.

İlmek ilmek yoksunluklarla ördükleri ebeveynlerimizin hayat hikayelerini dinlerken, düşündükleri değil düşünemedikleri yüzünden bu hallerde olduğumuz o incileri döktürenlere, hep  sormak istemişsinizdir “Avucunda bir başkasının  yüreğini taşımanın nasıl bir yük olduğunu   bilir misiniz ?”

Elinizde o yürek, kavrulsaydı bir yanınız öyle, empati kuracağız diye kılıktan kılığa girmeye “pozitif ayrımcılık” atraksiyonlarına gerek kalmadan; çoktan SBS için dershaneye yollanmış bir  Türk çocuğuyla, bilmediği, öğrenmek zorunda bırakıldığı Türkçe’yi ancak öğrenebilmiş bir Kürt çocuğunun aynı zamanda, aynı sınavlara tabii tutulmasındaki vahamete “devletin dili olmaz be üstad”la  hayır deyip, Türkler nasıl anadillerinde okuyup yazıyorlarsa, Kürtlerinde anadillerinde okuyup yazmalarını en  başta siz savunacaktınız.

 “Kürt sorununu”  çözmeye de  aday bu  ünlü  beyaz  Türk düşünürleri aradıkları cevapları da öyle  “pozitif ayrımcılıkta” falan da  bulamazlar.

Kürt sorunu “nasıl çözülür”ün cevabı; “Sürekli bir etkinlik var Robert’s Coffee’.. ….”, “Zara’ya uğrayalım %70 indirim …”,” … dershanesinde gruplar 10’arlı….” konuşmalar yapan Türk yaşıtlarının aksine Ben bölücü, terörist de değilim, ben bir Kürdüm” yazan bir Kürt çocuğu; Evrim Demir,  daha 16’sında niye  bedenini ateşlere “atar”ın cevabındadır.

Çözüm, niye kaliteli bir eğitim alamıyoruz, niye  polikliniğimiz, doğalgazımız, …, …,   yok, yokkk diye değil de “Biz Kürtçe söyleyip, oynamak değil, statü istiyoruz.. …. Artık ‘PKK hareketini imha, tasfiye ederiz’ deyimiyle 30 yıl daha savaşa hizmet ederler”i yazdıran, kendinden önceki Mustafa gibi, Ferhat gibi aynı sebepten; her günü cehennem sayıp ta, bir gün yanmakta kurtuluşu bulduranın nasıl bir hayat  olduğunun  da cevabındadır. 

Evin’amın 6 çocuklu bir ailede;“kelle” başına dolar aldıkları,  geceleri kendi karakollarını kurşunlayarak devamını sağladıkları savaşın kaymağını silah tüccarlarıyla  yiyen, asker, korucu,  özel harekatçıların devlet terörü estirip, 70, 80 yaşındakileri bile “örgüte yataklık, yardımdan” tutuklayıp Kürtlere uygulanan zulmü,  hakaretleri meşrulaştırarak, karakollarına yapılacak  saldırıları, yollarına döşenecek mayınları da meşrulaştırmış OHAL’de dünyaya geldiğinde, Kürtler yine kendilerini yakıyor, köyleri boşaltılıyor, kız kardeşlerine, gelinlerine tecavüz edilen, babaları, dedeleri önlerinde dövülen gençler  de dağa çıkıyorlardı.

Panzer, uçaksavar, operasyon, gerilla…, …,  kelimeleriyle 10, 15 yaş birden atlayarak büyüyen, oyun oynadıkları tarlaları yakılan, duvarlara, ağaçlara saplanan mermileri istifleyen, göçtürüldükleri metropollerde kendilerini bu hale getirenlerin,  getirenlere  ses çıkarmayanların  ayakkabılarını boyayan bütün Kürt çocuklar gibi; ağabeyi dağda, amcasının kemikleri de bir toplu mezarda çıkan Evin’amın da neden taş attığını, neden gaz bombası yediğini, neden öldürüldüklerini daha küçücükken bilecekti.

Bütün çocuklar kadar çocukluklarını görmeyip kendilerini cahil, kıro, terörist, kapkaçı sınıflayanlara  gülücükler atmaları beklenen, nereye giderlerse gitsinler kendileriyle götürecekleri hep de kötü bir geçmişleri olan Kürt çocuklarının, nedense, elleri de hep üşüyecekti.

“One minute, one minute. Çoluk çocuk öldürüyorsunuz”la arka çıkılan İsrail, Suriye, Libya, …,  askerlerine taş atan Filistinli, Suriyeli, Libyalı, …,  dünyanın bütün ezilmiş, itilmiş  çocukları gibi  hayatta olmadık yerlere savrulacaktı Kürt çocukları da.

Herkes duymalı, herkeste bilmeliydi ki  “Bunları bize niye yapıyorsunuz” öfkesini kabartan suçlayıcı bakışlar; o savrulmanın, boyunlarından büyük  “…… fakat bir milletvekilimiz (Hatip Dicle) düşürüldü. Benim sesim hukuk adı altında susturuluyor. Böyle hukuksuzluğu kabul etmeyeceğiz” satırla …..….…

Kuzeyden esen sonbaharın ilk esintileriyle gelen; birbirlerini   “katil, cani sensin”, “hayır, asıl sen cani, katilsin”le suçlayacak Türkler’le, Kürtlerin savaş kararı, yalnızca “söz”ü bitirmez.Yazının  paragrafını da yarım bıraktırırken, FM  radyo  U2’nin “Bugünkü haberlere inanamıyorum”la başlayan, 38 yıl sonra İngiliz hükümetine Kuzey İrlandalılardan özür dileten “Sunday Bloody Sunday - Pazar, kanlı Pazar“ını çalıyor. Dinlerken “Kanlı Pazar”ı,  kendi kendinize “Paragrafı tamamlasan, yazsan  ne yazar. Tut ki yazdın. İntikam timine dönmüş hangi göz okur” dersiniz.

Öyle de çokkkkk korkmuşsunuzdur ki  en büyük şirketleri yöneten 152 CEO’nun ennn okuduğu köşe yazarının Bekir ÇOŞKUN olduğu ülkede, öyle çokkkkk korkmuşsunuzdur ki; “Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar”lı babanızın, annenizin hayallerine benzemeyen hayallerinizin onların ki gibi  suya düştüklerini gördüğünüzden belki de;  hayal kurmaktan, plan yapmaktan, öyle çokkk….

Korkmakta ne kadar da  haklıymışsınız.Başımıza ne geldiyse yokluğundan gelen “barış, nihayet”le her şey düzelecek derken işte, yine,  aynı şey oldu. Hiç yaşamadığınız barış içinde tek bir  gün hayaliniz “Bıçak kemiğe dayandı”larla, Silvan’dan, Hakkari’den gelen tabutlarla tuzla, buz oldu, yine.

Şayet yasal güvencesizlikten sözde kaldığı halde yerin, göğün  inletildiği Kürt açılımı; faili meçhuller, b.k yedirme, Diyarbakır cezaevi için özür dileme, Kürt isimlerinin yerleşim yerlerine geri verilmesi, …, …, gerillanın Kuzey Irak’a çekilmesi hatta silah bırakması benzeri karşılıklı sunumlarla desteklenseydi, geleceği  bilmezden gelinen “barış”ı da kovamazlardı, buralardan. Belki bir daha da gelmemek üzere “aynı sudan” içmiş; görmek istediklerini gören, duymak istediklerini duyan Türk, Kürt siyasetçiler. “Terörün inine bombalar yağdı”, “T.C.’ye ağır kayıplar verdirildi”lerin peşine düşüp, değişen dünyada son vermeleri gereken  ittihatçı, silahlı Türklerin, Kürtlerin vesayetine son vermeyerek. 

Hem, eeevet, evet, evet. Kürtlerin hepsini temsil etmiyor PKK, BDP. Ama hakları için mücadele ettiğine inandıkları Kandil’den, Mahmur’dan gelen gerillaları Habur’da karşılayan Kürt bir  anneden,  bir babadan, bir kardeşten dağdaki kızıyla, oğluyla, kardeşiyle arasına mesafe koymalarını isteyen akıl dışılığın kaderlerini yazdığı önlerindeki tabutlarda yatan gencecik bedenlerin kavratamadığını, kavratacaksa ölümden, yıkımdan öte bir şey getirmeyen savaş, haydi ne duruyorsunuz,  birbirinizin kökünü kazıyıncaya; tek bir Kürt, tek bir Türk kalıncaya dek çaldırın savaş tamtamlarını.

Pek yaman, pek  cengaver Türkler de , Kürtler de elinizden geleni ardınıza koymayın. Günde 5 “  …. PKK’lı”nın, “ Mehmetçik”in  ölümü  yetmez. Sayıları gün, gün 10, 20, 30, 100, …, artırarak ne kadar iyi öldürebildiğinizi göstermezseniz herkese, hatırımız da kalır, bilesiniz.

Oysa ne çokta  ölüm vardı her gününde; sabahında, öğleninde, akşamında bu toprakların. Önceler bittiğinden sonra diye “bir şey var mı” bilemezken, gittikçe çoğalan “öldürün hepsini”, “tutuklayın hepsini”, hepsini, hepsini, …., uğultuları bir girdap oluşturur karşınızda. Döne, döne  içine alır, oltanın ucundaki yemi göremeyen balık misali,  sizi de.

Ve siz. Ah ve siz. Ah ve ben. En azından hepimizi ancak bu kadar “öldürebilirlerdi”yi bilen ben,  artık  ne mi yapacağım ? Bana güzel masallar anlatacak kente giden serseriler güruhuna katılıp, onlara soracağım “Barış, ne yana düşer ustalar ?”

Radyo da  hâlâ “Kanlı Pazar” çalıyor;Ve muhabere henüz başladı / Çok kayıp var, ama bana kimin kazandığını söyle …….. ”




26 Temmuz 2011 Salı

Vazgeçtiğin topraklar senindir

Kırları, parkları, bahçeleri; leylaklar, hanımelileri, laleler çoktan terk etmiş, tezgahlarda kirazlar yerini dutlara bırakmışken, Metin Lokumcu’nun ölümü, Başbakanın “kadın mı, kız mı belli değil” tacizi, benzeri olumsuzlukların AKP’ye oy kaybettirmeyişi beyaz Türklerin temsilcisine de “siz nasıl, ne zaman bu kadar zalim oldunuz” fırçasını attırtmıştır.

Hayatı boyunca Türk müesses nizamının hiçbir baskısına, ayrımcılığına maruz kalmadığından, kalmayacağından müesses nizama karşı “asimetrik ve psikolojik bir harekat” başlatacak mevzuyu da bulamayacak bu hep fırçacı beyaz Türkler; kabına bir türlü sığamadıkları pek bi Avrupai, geniş görüşlü dünya insanı olarak ta nedense, pek bi yabancıdırlar unutturarak yok ettirdikleri utanç dolu geçmişlerine.

“Geçmiş artık yok” derler ama vardır değil mi ? Onun içinde 21.yy.da hâlâ darbe Anayasasıyla yönetilen, RTÜK’ün araştırmasına göre televizyon programlarında en beğenilen kişinin %10.2 oranıyla bıçakla boğaz kesen Polat Alemdar olduğu ülkelerinde; zalimliğin geçmişten kopuk geliştiğine dair tavırları da artık insanı çileden çıkartacak düzeydedir.

Ne zaman, nasıl mı zalim olundu ? Buyurun, bakalım. “Kele isterük” le isyan edenlerin, “tez kellesi vurula”yla padişahın önüne atılan sadrazam, paşa kelleleri arasında hünkarımız Fatih Sultan Mehmet, Kanunname-i Ali Osman’la kardeş katlini meşrulaştırdığında, Valide sultanımızın Devleti-i Ali Osmaniyye’nin bekası için susmasıyla zirve çıkmış zalimlik, 1915’de önlerinden yalın ayak, aç susuz geçen evinden, yurdundan kovulmuş Ermeni kafilelerini taşlayanlar, mülklerine el koyanlarca da taçlandırılmıştır.

Ya 14 İstiklal Mahkemesinin 1054 idamın infazı için meydanlarda kurdurduğu darağaçlarında saatlerce sallandırılan cesetlere, Osmanlı’dan miras kelle severliğin tezahürü Dersim isyanında Hıdır’ın Bahtiyarlı Sahan’nın, Rayver’in de Seyid Rıza’nın yol arkadaşı Alişer’le karısının başlarını kesip askere teslim etmesine, 1995 yılında Yüksekova’da komutanın; çoban Nezir’in koparılmış kafasını saçlarından tutarak askerlerine göstermesine ne demeli.

Bitmedi. Menderes’in, …, …, Deniz’in, …, …, …, , Erdal’ın …., …, asılması, işkenceler, …, Maraş, …, Çorum, …, Madımak. Sokak aralarında kahpece vurulan; İpekçi’ler, Türker’ler, Aydın’lar, …, …,.

JİTEM. Tarlaları, hayvanları, evleri yakılan Kürtler. Gerilla cesetlerini panzerlere bağlayıp dolaştıranlar. Öldürülen çocuklar; Uğur’lar, Ceylan’lar, …, Kadına, çocuğa şiddet, …, talancılar, …, şikeciler. Türklere, Kürtlere, Ermenilere, Alevilere, …, …, bunlar yapılırken hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edenler.

Böyle böyle sıralayacağınız yüzlerce zalimlik bu topraklarda hiç bitmeyecek zalimliğe dair “yapılmayan daha ne kalmış”ı düşündürtüp, öyle durduk yerde ha denince zalim olunmamış ki dedirtecektir.

Peki kimlerdir, bunca zulmü yapan, yaptırtan, yasalaştıran ? Sakın bunlar da; bugüne kadar ABD yönetiminde nasıl (White - Anglo Sakson –Protestan) WASP’ların ağırlığı vardıysa, İttihatçı Paşalarca Türkiye’nin burjuvası oldurulan, korunup kollanarak iş, ev, arsa verilen, çoğu bürokrat, bol maaşlı memur yapılarak Cumhuriyet yönetiminde belirleyici güç konumuna getirilen, karşılığında devletin “ben ne söylersem sen o’sun ve onu yapacaksın”lı ideolojisini savundurdukları “beyaz Türkler” olmasın ?

Kürtlerin; Kürt olmalarını sorun ilan ederek meşru zeminleri kapatan, döven, hapseden, kaybeden, açılımın da yapılanların diyeti olduğunu hâlâ da anlamamış, bugün de “nasıl bu kadar zalim oldunuz”la hesap soran bu Türklerin, meseleleri hiçbir zaman; haksızlık, hukuksuzluk, Kürtlerin, Süryanilerin, Alevilerin, …, …, kendilerinin kullandığı hak kadar haklarını kullanmasıyla ilgili değildir. Tek meseleleri kendilerini üstün görerek hakimiyet kurduklarına önderliklerine, egemenliklerine bir zeval gelmemesi için işin öznesinde kimin olduğudur.

Bu nedenle de 2011 genel seçiminde AKP’ce zedelenmiş egemenliklerini kendilerine geri verecek, başkanı Hakkari’de “Yerel yönetimlere özerklik vereceğiz…Avrupa'daki gibi….”yi konuşan, partileri CHP’nin, MHP’yle iktidarı için AKP’nin oyunu düşüreceğine inandıkları Kürtlere sempatiyle yaklaşıp oy vereceklerini ya da “gönül oylarının BDP“de olduğunu açıklamaktan da çekinmemişlerdir.

İşte o; hemen hemen bütün siyasilerin Kürt sorununu çözeceklerini taahhüt ettikleri günlerde TSK’nin Uludere ilçesindeki operasyonunda 12 gerilla öldürülür. On iki evin acısını yüreklerinde ufacıcık bir “sızı”yla dahi hissetmeyenlerin Kürt sorununu nasıl çözecekleri muamması bile evlatları askerde, dağda olanların “nihayet, iyi bir şeyler olacak” umudunu tüketmez.

Milli iradenin %95’le temsil edileceği bir Meclis yapısını ortaya çıkaran seçimler; bir kez daha, kendi kusurlarını, kabahatini gizlemek için karşı tarafı suçlamayı adeta gelenek haline getirmiş o Türklerin istediği gibi sonuçlanmaz.

Ruhları tek başına bir mutsuzluğu da kaldırmayacağından; nefret suçunun bile tanımlanmadığı, evrensel hukuka uymayan, değişmesi de ancak Mecliste mümkün yasalara dayanarak, Ergenekondan tutuklu vekillerinin serbest bırakılmamasını öne sürdürerek CHP’nin yemin etmemesini sağlarlar. BDP’nin de “boykot”uyla bir anda ülkede, siyasilerin yarattığı, seçimleri gölgeleyen gerilim uç verir. Böylece hoşlaşmadıkları AKP’nin de burnundan fitil fitil getirilir; seçim galibiyeti.

Anlamsız kim haklı, haksız tartışmaları, suçlamalar sürerken bir sabah Yüksekova’da, biri kot diğeri capri pantolon giymiş iki uzman çavuş, sokakta, arkalarından ateş edilerek öldürülür.Hayyam’ın 1048’lerdeki ”yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen sen, sen ile ben arasında ne fark kalır ki, söyle” bilgeliği, asfalta ince bir yol çizen kanla akarken tıpkı Hrant’ın, Vedat’ın, Savaş’ın kanını izledikleri gibi izler insanlar; o kanı da.

Ve CHP yemin eder, Öcalan’nın devletle “Barış Konseyi” için anlaştığı açıklanır, BDP, AKP’yle görüşür, TSK’a YAŞ’a hazırlanır, DTK “özerkliği” ilan eylerken Silvan’da ki çatışmada 20 genç ölür.

En zamansız yası, en beklenmedik gidişi, en büyük yalnızlığı getiren ölüm; yine savaşla geldiğinden, adil de olmayacağından, en çokta geride kalanların çürümüşlüklerini dışa vurdurur; düşman belletilenin her zayiatı, her ölümü yürekleri soğutur, öldürülene “ana kuzusuydu” bile denmez.

Oysa şehitler arasında sadece yirmi sayı olacak o tahta tabutlardaki Türk, Kürt gençler senin, benim gibi birilerinin oğlu, kızıydı. Birilerinin kardeşiydi. Birilerinin eşi, birilerinin sevdiğiydi. Senin, benim gibi hataları, beklentileri, kızdıkları, özledikleri vardı.

Ama herkes o kadar stresli, o kadar öfke doludur ki; Lice’de iki gerillanın çürümüş cesetlerini yas evinin önüne torbayla bırakan, sırf Kürt diye komşusuna yan bakan zalimliklere, zulme uğrayan mazlumun da zalimliğe kalkışmasıyla, zalimlik ekleyecek intikam duygusunun daha, daha ölüm getireceği düşünülmez bile.

Şimdi bir dur. Ölen gençlerin sıvası, badanası dökük, bazen badanasız, sıvasız, eşyasız yoksul evlerine bir bak. İki dakika düşün. Bizlerle oynayan, bizi köleye, vicdansıza çeviren, belki “The End- Son” yazacakken aynı filmi geriye sardırtıp gençlerimizi mezara gönderenlerin “kim” olduğunu bir de sen bul.

İki dakika daha düşün. Türk’ü, Kürdü, okumuşu, okumamışı bu iş öldürerek, birbirimizi kırarak olmayacak demişken ne değişti de böyle oldu, olduruldu ? Niye Batı’da, Doğu’da, Güney’de, Kuzey’de Kürtlere saldıranları devlet durdurmadığından, Kürtlerin de kendilerini korumak için karşılık vereceği bir çatışmada yalnızca Kürtlerin canının yanacağını sanan Kürtleri asan, kovan, biçen, Facebook, Twitter, Ergenekon kabadayılarına gün doğduruldu ?

Ne oldu da “oyunuzu gerillaya verin”de denilebilen bir seçimde büyük başarı elde eden, PKK’yla siyasi bağı da olabilecek BDP’ye gönlü kaymış, caz dinleyecek kadar da modernler; “şımardılar”, “daha ne istiyorlar”, “Aynur’da Türkçe şarkı söylemedi ama”, ama, ama’larla şehitler üzerinden kusacakları faşistliklerine, ırkçılıklarına, linçlerine, nefretlerine meşruiyet için yıllardır sadece bahane, sadece bahane yaptıkları PKK’nın arkasına sığınıverdiler, yine ?

Düşünmek istemiyor musun ? O zaman, hiç olmasa, 1994’te 5, 2000’de 30, 2010’da 50 bin vatandaşın öldüğü benim savaş, rahatlaman için yazıyorum senin “terör” dediğinin, aynı şeyleri iki kat misliyle yapmanın; dağlara 300 yerine 500 ton bomba atmanın, “Kürdistan”a yeniden özel harekatçılar göndermenin, …, ölü sayısının her yıl katlanarak artmasını önlemediğini ikimize de öğrettiğini yadsıma.

Belki savaşa karşı aynı bakışta da buluşaydık, bir şeye çok ait olmadan, sahiplenmeden; hem her an avuçlarımızdan kayıp gidecekmiş hem de hep bizim kalacakmış gibi yaşanmalı paydasında da buluşacaktık. Öyle bir durumda her şeye ucundan tutarak sahipleneceğimizden her şey gibi “vazgeçtiğimiz topraklarda senin” olacaktı.

Şunu da bil, ana avrat sövmen, sabah, akşam, öğlen elinde bayrak, dilinde İstiklal Marşı sokağa fırlayıp Kürtlere sataşman bu gerçeği, olanları, olacakları değiştirmeyecek.

O yüzden halkların demokrasi için şahlandığı, otuz yıldır Türk’e de, Kürde de hayatı zindan edenlerin yoksa da acelesi olan bir dünyada; yarın ölecek gençlerin; ister Türk, ister Kürt, ister Mehmetçik, ister gerilla, ister terörist olsun, ölümünden birinci derecede sorumlu artık yalnızca Türk değil, beyaz Kürtlüğe geçit de vermemesi gereken Kürt siyasetçilerdedir de.

Barışta, Öcalan’nın “Meclis veya Başbakan; …..,.Meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz” derse bir hafta da hallederiz”le deklare ettiği kadar kolay ve de yakınsa; bir Pers kralının “haksız yere akıtılan kan kurumaz “ dediği gibi demek ki artık, akıtılan her kan haksızdır, kurumaz.

Velhasıl saflığı bozan her ölümde damla damla ölür, damla damla susarsınız. Her dalgada kırılan deniz gibi kırılır, yenilirsiniz.Tekrar tekrar yenilirsiniz.

Başbakan’nın bir çift sözüne takılı kalmışken barış, beyhude lafla vakit geçirtip meseleyi iyice çetrefilleştirenlerin akıl vermelerini duymamak, okumamak için de kapatırsınız televizyonu, gazeteleri, bilgisayarı. Açarsınız perdeyi, pencereyi. Çevirirsiniz koltuğu dışarıya. Rüzgar geçer saçlarınızdan.

Karşınızda ne dalları kalmıştır ağaçların alçak, ne de o dallara tırmanacak küçük çocuk. Kayıp hissedersiniz kendinizi. Sonra bir şarkı duyarsınız; Amy Winehouse’dan. Duymakla kalmaz, size söyleniyor sanır, bas baya üstünüze alınırsınız. Hasta halinizle eşlik etmek istersiniz. Kıyamazsınız. Belki gözyaşı dökmezsiniz ama her yeriniz kanar. Anlarsınız, hayat gereğinden fazla hayattı. Anlarsınız, acının en güzel tarafı da budur; öyle ya da böyle bir gün diner.

Ve her ölümde. Ve utanarak. Ve ağlayarak. Ve bıkmadan. Ve hayat. Ve yarın. Tabii eğer bir yarın olacaksa…