Ne
yazık ki 1789’un şiarı özgürlük, eşitlik, kardeşlik uğruna; vatanı, inançları
uğruna; öldürmek, ölmek zorunda bırakıldığımız bu dünya düzeninin hâlâ
insanlığın istediği “o düzen” olmadığını
sizce de anlatmadı mı… evladının, Hevalının, sevdalısının koynuna bıraktığı
çocukluğunu, gençliğini yaşadığı sürece gömemeyecek bir anne,
bir yoldaş, bir sevgili. Barış mı; öyle eski bir kelime, işte. Öyle işte…öyle
işte…..
Öyle
işte… ilgisi olsun olmasın her konuyla ilişkilendirip sihrini eskittiğimiz Barış
da; ABD’de Michael Brown’nu 12 kurşunla öldüren polisin yargılanmasına gerek
görmeyen mahkeme jürisi de; Credit
Suisse’ye göre dünyadaki en zengin 85 kişinin servetinin en alttaki 3,5 milyar
kişinin servetine eşitlendiği dünyanın düzeni,
istenen “o düzen” olmadığındandır.
Her
devlete egemen kökene, ırka, dine,
mezhebe, düşünceye sahip olmayanlar adına Kobe Bryant’ta “sistem, genç siyahilerin hukuk adına
öldürülmesini meşru kılıyor” dedirten dünyanın bu düzeni; artık “kim öldü” yerine “neden öldürüldü, öldürülüyor”u
sorgulatandır da.
İnsanın
hayatında; doğumuyla kazandığı en doğal; kimliğini,
kendini, düşüncesini, ibadetini, dinini korkmadan sergileyeceği, anadilinde
konuşup öğretim göreceği, eşit yurttaşlık haklarına, özgürlüğüne kavuşmak
için öleceği, öldüreceği bir savaşı
vermek zorundalığından daha ağır, daha acı ne olabilir.
İşte
bu yüzden savaşmaktan yaşamaya fırsatın gelemediği bu
coğrafyada; Ortadoğu’da; bir mezar taşının olmayacağını bile bile
hayatlarını namlunun ucuna sürmekten çekinmeyenlere; Onlara; Sibel Bulutlara, Özgür Jiyanlara dair
o iç burkan gidişten, o naif gülüşten
bir de inancı, özgürlüğü, halkı uğruna ölmenin belki de ölümü yenmek olduğundan
gayri, anlatılabilecek ne kaldı…..
Onlar;
Sibel Bulutlar, Apê
Nemirler Kobanê’de
barbar DAİŞ’le savaşırken; Ermenek’te bir madende işlenen iş cinayetinde
yitirdiği oğlunun cenazesinde yırtık lastik ayakkabılarıyla görüntülenen Recep Gökçe’nin yoksulluğuna, çaresizliğine pek bir yandı,
pek bir üzüldü insanlar.
Soma’da
öldürülenlerle, geride bıraktıklarının kanatan hayat öyküleri gibi birden bire
ortaya çıkmış muamelesine tabi tutulan
Recep Gökçe’nin yırtık kara lastik ayakkabılı hayatına; az, çok katkı sunma ihtimalini derdest etme telaşıyla, hemen “o ayaklar baş
olsaydı”yla taçlandırdılar; yaşamak istemeyecekleri fukaralığı.
Bu
başta değeri salonlarındaki antika eşyalarından sonra
gelen evlerinde, ofislerinde çalıştırdıklarına illaki, bir gün de olsa kötü
davranmışların; 19 milyon hanenin %72,3’ünün aylık gelirinin 1200 TL’nin
altında olduğu gerçeğini, yoksulluğu kutsayıp; ona, buna giydirme de, Kemalizme
ekmek çıkarmada kullanma ahlaksızlığına yanıt
Marcel Proust’tan gelir ”ne faziletler var ki tanrım, bizi nefret
ettirdin. ”
Zira Menderes,
üç fidan, Erdal Eren idam edilir, 6/7 Eylül,
Maraş, Çorum, Sivas, Roboski katliamları yaşanır, Uğur Mumcu,
Hrant Dink, Kozlu’lu, Soma’lı madenciler öldürülür, internet, facebook
buluşlarıyla dünya küçülürken de aynı
fukaralığı, aynı çaresizliğiyle köyünde oturuyordu; 20 küsur Meclis, 60 küsur hükümet, 4 darbe görmüş 75 yaşındaki
Recep Gökçe.
Çünkü her konuda fırsat eşitliğini, sosyal devleti
kurumlaştıracağına, sivil, askeri bürokrasinin, burjuvazinin yandaşlığını,
Türkçülüğü temel almış ayrımcı devletinin;
servetin %70’nin, %10’luk kesimde
bulunduğu “çok yüksek eşitsizliğe sahip “ülkeler kategorisine terfi ettirdiği Türkiye’de
“orada, uzakta var olan bir köyde” yaşadığından Recep
Gökçe; fakirliğini 75 yıl bir
türlü yenememiştir.
Osmanlı’nın
“selam verdim rüşvet değil deyü almadılar”lı ahlaki çürümesinin, Padişaha, cismi ulu devlete hizmetle yükümlü biatçı
tebaasının aynen sirayet ettirildiği Türkiye’de; lütuflanacak
ufacıcık bir özgürlüğe, hakka, bir lokma ekmeğe, düşük
asgari ücrete, sendikasızlığa tamah edecektir; AKP
ortada yokken de varken de onlarca Recep Gökçe. Hükümetlerinin kemer sıkma
politikalarına karşı ayaklanan batılı özgür bireylerin tersine.
Sürekli yeni
düşmanlar üreten devlet, cemaat,
parti ve örgütlerin kast sistemine; her türlü maddi, manevi tasarruflarına
gönüllü evet diyen insanlar yaratan biatçılık; Ermenilere, Rumlara ait emval-i
metrukelerin Halk
Fırkası erkânı tarafından paylaşımını; mebus
Yakup Kadriler, Tunalı Hilmiler, yaver Salih
Bozokların gayri menkullerini Fransız, İran,
İngiltere sefaretlerine satmalarını; bedava orman arazisine kurulan üniversiteyi, konakları,
mafya liderleriyle banka, gazetecilerle kredi, teşvik, ihale pazarlığı yapan Başbakanları, Bakanları;
manşeti Genelkurmayda atılan gazeteleri; onlarca Erol Evcil, Rıza Sarrafları,
onlarca Alaattin Çakıcıyı, Mehmet Ağarı Türkiye’nin sindirmesinin nedeni olacaktır.
Medya da prime time hiç bir programa, diziye konu edilmediğinden Kemal Tanca ayakkabı
giydiğini sandıkları köylülerin, emekçilerin, ötekileştiren;
Erkan Encülerin hayatlarından ancak ve
ancak bir ölümle, katliamla haberdar
olanların akıllarınaysa hiçç düşemeyecektir; rezidansında bir kadeh Terra
Italia Barolo’yla boğazı seyretmenin; omuzda Michael
Kors çanta, boyunda Versace şal, kravat inşası
sırasında en az 10 işçinin öldüğü Zorlu Center
Eataly’de, Jamie’s italian’da yaban trüf mantarlı
risotto’yla damağı çatlatmanın izinin
Recep Gökçelerin fukaralığına
dayandığı.
Ülkedeki
serveti 1 milyon doların üzerindeki 79 bin kişi, lüks
Towerslar, zengin hayatlar; ayrımcı devletin ideolojik araçları eğitim,
öğretim, din, her biri bir işadamına, cemaate ait ama niyeyse özgür medya
eliyle “doğum kontrolü ihanettir”,
“Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” vari absürt gündemler, algı yönetimleriyle
vahşiliği, gelir dağılımındaki adaletsizliği gözden kaçırılan Türk müesses
nizamına biatlanmış kaderler, Recep Gökçeler sayesindedir.
Kaldırımlara
taşan fukaralık da;18 yy şartlarında merdiven altı
mermer kesimhanelerinde, tekstil atölyelerinde, tersanelerde, inşaatlarda,
madenlerde, ofislerde çalıştırdıklarının
emeklerinden, sofralarından, hayatlarından çaldıklarıyla çoğaltılmış kârların, servetlerin sonucudur.
Sefaletini ergen tavrıyla umursamayan Türkiye’nin, onca Recep Gökçenin
ruhunda açtığı yırtık, ayakkabısındaki yırtıktan çok daha derinlerdedir ki, dağılırsınız;
hangi
şehirde…. hangi mevsimde…hangi yılda olduğunuzu unutacak kadar. Yanınızda hazır
kıta gözyaşlarınız, takvimlerden haberin var mı diyordun ya dalgaların beyaz
köpükleri taşlardan, kayalardan gerisin geriye denize aktığında şimdi VAR,
Hevalım.
Sen gideli; annen, uykuyu unuttu. O olsaydı
şöyle yapardı, böyle olurdu diyoruz; seni en son ne zaman nerde gördüğünü, ne
konuştuğunu anlatıyoruz. Caddeyi mağazanın birinde çalan “tam küçük burjuvasın, bunu mu seviyorsun ”la alayladığın Maître Gims’in “Bella”sı
kaplıyor. Aynı vakti, günü öldürmeler, aynı
kumpaslar, aynı demokrasi, özgürlük kavgasında; herkes bir şekilde hayatına devam
ediyor, işte. Bir tek bahçelerinde kasımpatı, ayva topladığımız, top
koşturduğumuz o sokaklar; bunlar değil.
Gördün
mü bak ! nasıl da haberliymişim takvimlerden…
aylardan…hatta yıllardan. Belki “Herkes hazırlansın, yepyeni bir hayat kuruyoruz” diyeceğimiz
gelecek yıl, bu mevsim mutsuzluğumuzun da, hüznümüzün de son mevsimidir… son
yılıdır. Avare avunması diyeceksin sen
Hevalım ama artık bir şeyler de değişmeli değil mi? Değişen ne mi olur? BİLMİYORUM.
Yarın koca bir soru işareti olsa da dün
farklı olabilirdi ya neyse.
Şimdiyse,
kalmışsa eğer aklı başında birkaç kelime ya bulacak ya da bulamayacaksınızdır;
yılın şu son iki, üç gününün kimsesiz
zamanında…kimsesiz mevsiminde; ötekiliğinden yaralı hikayenizle.
Diyorlar
ki herkesin hikayesi de, her hikâye de bir
gün bitermiş. Sahi biter mi? Dünyanın
neresinde olursa olsun zalim her kimse,
akıttığı kan duruyor, kaybolmuyorken toprağın
üzerinde. Biter mi, sahi?
29.12.2014
Gülsen
FEROĞLU