28 Aralık 2014 Pazar

Takvimlerden haberin var mı



Ne yazık ki 1789’un şiarı özgürlük, eşitlik, kardeşlik uğruna; vatanı, inançları uğruna; öldürmek, ölmek zorunda bırakıldığımız bu dünya düzeninin hâlâ insanlığın istediği  “o düzen” olmadığını sizce de anlatmadı mı… evladının, Hevalının, sevdalısının koynuna bıraktığı çocukluğunu, gençliğini yaşadığı sürece gömemeyecek bir anne, bir yoldaş, bir sevgili. Barış mı; öyle eski bir kelime, işte. Öyle işte…öyle işte…..

Öyle işte… ilgisi olsun olmasın her konuyla ilişkilendirip sihrini eskittiğimiz Barış da; ABD’de Michael Brown’nu 12 kurşunla öldüren polisin yargılanmasına gerek görmeyen mahkeme jürisi de;  Credit Suisse’ye göre dünyadaki en zengin 85 kişinin servetinin en alttaki 3,5 milyar kişinin servetine eşitlendiği dünyanın düzeni,  istenen  “o düzen”  olmadığındandır.

Her  devlete egemen kökene, ırka, dine, mezhebe, düşünceye sahip olmayanlar adına Kobe Bryant’ta  “sistem, genç siyahilerin hukuk adına öldürülmesini meşru kılıyor” dedirten dünyanın bu düzeni; artık “kim öldü” yerine “neden öldürüldü, öldürülüyor”u sorgulatandır da.

İnsanın hayatında; doğumuyla kazandığı en doğal; kimliğini, kendini, düşüncesini, ibadetini, dinini korkmadan sergileyeceği, anadilinde konuşup öğretim göreceği, eşit yurttaşlık haklarına, özgürlüğüne kavuşmak için  öleceği, öldüreceği bir savaşı vermek zorundalığından daha ağır, daha acı ne olabilir.

İşte bu yüzden savaşmaktan yaşamaya fırsatın gelemediği bu coğrafyada; Ortadoğu’da; bir mezar taşının olmayacağını bile bile hayatlarını namlunun ucuna sürmekten çekinmeyenlere; Onlara;  Sibel Bulutlara, Özgür Jiyanlara  dair  o iç burkan gidişten, o naif  gülüşten bir de inancı, özgürlüğü, halkı uğruna ölmenin belki de ölümü yenmek olduğundan gayri,  anlatılabilecek ne kaldı…..

Onlar; Sibel Bulutlar, Apê Nemirler Kobanê’de barbar DAİŞ’le savaşırken; Ermenek’te bir madende işlenen iş cinayetinde yitirdiği oğlunun cenazesinde yırtık lastik ayakkabılarıyla görüntülenen Recep Gökçe’nin yoksulluğuna, çaresizliğine pek bir yandı, pek bir üzüldü insanlar.

Soma’da öldürülenlerle, geride bıraktıklarının kanatan hayat öyküleri gibi birden bire ortaya çıkmış  muamelesine tabi tutulan Recep Gökçe’nin yırtık kara lastik ayakkabılı hayatına; az, çok  katkı sunma ihtimalini derdest etme telaşıyla, hemen “o ayaklar baş olsaydı”yla taçlandırdılar; yaşamak istemeyecekleri fukaralığı.

Bu başta değeri salonlarındaki antika eşyalarından sonra gelen evlerinde, ofislerinde çalıştırdıklarına illaki, bir gün de olsa kötü davranmışların; 19 milyon hanenin  %72,3’ünün aylık gelirinin 1200 TL’nin altında olduğu gerçeğini,  yoksulluğu  kutsayıp; ona, buna giydirme de, Kemalizme ekmek çıkarmada kullanma ahlaksızlığına yanıt  Marcel Proust’tan gelir ”ne faziletler var ki tanrım, bizi nefret ettirdin. ”

Zira Menderes, üç fidan, Erdal Eren idam edilir, 6/7 Eylül,  Maraş, Çorum,  Sivas,  Roboski katliamları yaşanır,  Uğur Mumcu,  Hrant Dink, Kozlu’lu, Soma’lı madenciler öldürülür, internet, facebook buluşlarıyla dünya küçülürken de aynı fukaralığı, aynı çaresizliğiyle köyünde oturuyordu; 20 küsur Meclis,  60 küsur hükümet, 4 darbe görmüş 75 yaşındaki Recep Gökçe.  

Çünkü her konuda fırsat eşitliğini, sosyal devleti kurumlaştıracağına, sivil, askeri bürokrasinin, burjuvazinin yandaşlığını, Türkçülüğü temel almış ayrımcı devletinin;  servetin %70’nin,  %10’luk kesimde bulunduğu “çok yüksek eşitsizliğe sahip “ülkeler kategorisine terfi ettirdiği Türkiye’de “orada, uzakta var olan bir köyde” yaşadığından Recep Gökçe; fakirliğini 75 yıl   bir türlü yenememiştir.

Osmanlı’nın “selam verdim rüşvet değil deyü almadılar”lı ahlaki çürümesinin, Padişaha, cismi ulu devlete hizmetle yükümlü biatçı tebaasının aynen sirayet ettirildiği Türkiye’de; lütuflanacak ufacıcık bir özgürlüğe, hakka, bir lokma ekmeğe, düşük asgari ücrete, sendikasızlığa tamah edecektir; AKP ortada yokken de varken de onlarca Recep Gökçe. Hükümetlerinin kemer sıkma politikalarına karşı ayaklanan batılı özgür  bireylerin tersine.

Sürekli yeni  düşmanlar üreten devlet, cemaat, parti ve örgütlerin kast sistemine; her türlü maddi, manevi tasarruflarına gönüllü evet diyen insanlar yaratan biatçılık; Ermenilere, Rumlara ait emval-i metrukelerin Halk Fırkası erkânı tarafından paylaşımını;  mebus Yakup Kadriler, Tunalı Hilmiler, yaver Salih Bozokların gayri menkullerini Fransız, İran, İngiltere  sefaretlerine satmalarını; bedava orman arazisine kurulan üniversiteyi, konakları, mafya liderleriyle banka, gazetecilerle kredi, teşvik, ihale   pazarlığı yapan Başbakanları, Bakanları; manşeti Genelkurmayda atılan gazeteleri; onlarca Erol Evcil, Rıza Sarrafları, onlarca Alaattin Çakıcıyı, Mehmet Ağarı Türkiye’nin sindirmesinin nedeni olacaktır.

Medya da prime time hiç bir programa, diziye konu edilmediğinden Kemal Tanca ayakkabı giydiğini sandıkları köylülerin, emekçilerin, ötekileştiren; Erkan Encülerin  hayatlarından ancak ve ancak  bir ölümle, katliamla haberdar olanların akıllarınaysa hiçç düşemeyecektir; rezidansında bir kadeh Terra Italia Barolo’yla boğazı seyretmenin; omuzda Michael Kors çanta, boyunda Versace şal, kravat inşası sırasında en az 10 işçinin öldüğü Zorlu Center Eataly’de, Jamie’s italian’da  yaban trüf mantarlı risotto’yla damağı çatlatmanın izinin  Recep Gökçelerin fukaralığına dayandığı.

Ülkedeki serveti 1 milyon doların üzerindeki 79 bin kişi, lüks Towerslar, zengin hayatlar; ayrımcı devletin ideolojik araçları eğitim, öğretim, din, her biri bir işadamına, cemaate ait ama niyeyse özgür medya eliyle   “doğum kontrolü ihanettir”, “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” vari absürt gündemler, algı yönetimleriyle vahşiliği, gelir dağılımındaki adaletsizliği gözden kaçırılan Türk müesses nizamına biatlanmış kaderler, Recep Gökçeler sayesindedir.

Kaldırımlara taşan fukaralık da;18 yy şartlarında merdiven altı mermer kesimhanelerinde, tekstil atölyelerinde, tersanelerde, inşaatlarda, madenlerde, ofislerde çalıştırdıklarının emeklerinden, sofralarından, hayatlarından çaldıklarıyla çoğaltılmış kârların, servetlerin sonucudur.

Sefaletini ergen tavrıyla  umursamayan Türkiye’nin, onca Recep Gökçenin ruhunda açtığı yırtık, ayakkabısındaki yırtıktan çok daha derinlerdedir ki, dağılırsınız; hangi şehirde…. hangi mevsimde…hangi yılda olduğunuzu unutacak kadar. Yanınızda hazır kıta gözyaşlarınız, takvimlerden haberin var mı diyordun ya dalgaların beyaz köpükleri taşlardan, kayalardan gerisin geriye denize aktığında şimdi VAR, Hevalım.

 Sen gideli; annen, uykuyu unuttu. O olsaydı şöyle yapardı, böyle olurdu diyoruz; seni en son ne zaman nerde gördüğünü, ne konuştuğunu anlatıyoruz. Caddeyi mağazanın birinde çalan   “tam küçük burjuvasın,  bunu mu seviyorsun ”la alayladığın Maître Gims’in “Bella”sı kaplıyor.  Aynı vakti, günü öldürmeler, aynı kumpaslar, aynı demokrasi, özgürlük kavgasında; herkes bir şekilde hayatına devam ediyor, işte. Bir tek bahçelerinde kasımpatı, ayva topladığımız, top koşturduğumuz o sokaklar; bunlar değil.

Gördün mü bak !  nasıl da haberliymişim takvimlerden… aylardan…hatta yıllardan. Belki “Herkes hazırlansın,  yepyeni bir hayat kuruyoruz” diyeceğimiz gelecek yıl, bu mevsim mutsuzluğumuzun da, hüznümüzün de son mevsimidir… son yılıdır. Avare avunması diyeceksin  sen Hevalım ama artık  bir şeyler  de değişmeli değil mi? Değişen ne mi olur? BİLMİYORUM. Yarın koca  bir soru işareti olsa da dün farklı olabilirdi ya neyse.

Şimdiyse, kalmışsa eğer aklı başında birkaç kelime ya bulacak ya da bulamayacaksınızdır; yılın şu  son iki, üç gününün kimsesiz zamanında…kimsesiz mevsiminde; ötekiliğinden yaralı hikayenizle. 

Diyorlar ki herkesin hikayesi de, her hikâye de  bir gün bitermiş. Sahi biter mi? Dünyanın neresinde olursa olsun zalim her kimse,  akıttığı kan duruyor, kaybolmuyorken toprağın üzerinde. Biter mi, sahi?

29.12.2014

Gülsen FEROĞLU

22 Kasım 2014 Cumartesi

Bavê min sen, Kobanê’ye savaşa gitmeden önce…”


Bavê min sen, Kobanê’ye savaşa gitmeden önce…

Keşke barışın, demokrasinin   “döndün ya…”, “gula min, çokkk özlemişim”’in bedeli bu kadar ağır, bu kadar ölümcül olmasaydı; yıllara ömrümüzü nasıl tükettiysek bu topraklarda, bütün yeryüzünde öyle tükettik ‘demektir’i nakşettiğinde, gidene ‘gitme’ diyemediğin Dünya da biter, bazen.

‘Gitme’ diyemediğin o güzel gülüşlü kadınlar, erkekler; hayata, sevdaya dair her şeyi yarıda bırakıp, gittiler işte. Bir yaşamak vardı onlar gitmeden önce; bir çocuğun ağlayışında, bir vapur düdüğünde,  arşınlanan Beşiktaş sokaklarında, bir simit tezgâhında, sonbahar rüzgârlarında. Bir yaşamak vardı; içinde ufacıcık da olsa umut barındıran; sen Dayika min, sen Bırayê min Kobanê’ye savaşmaya gitmeden önce.

2014’te öngörüsü, vizyonu 1930’larda gezinen Türkiye’de; 30 yıl dile kolay tam 30 yıl; evladını savaşta yitirenler  “ölmesin, kimse ölmesin “le ayaklansa  çok şey değişirdi diyordun ya Pîrîka min; akla gelecek her türlü caniliği  yapan;  kafa kesen, çarmıha geren, köle pazarında kadın satan DAİŞ’e karşı  “senin değil” denilemeyecek bir savaşa gitmek isteyeni, durdurabilir miydi ki kelimeler?

Savaş! Etnik kimlikleri, kültürleri, inancı, hayalleri  yok edemeyeceğini kavratacak, kavrayacak…cana kastettiğinden hiç bir ordunun, silahlı hiç bir örgütün de masum kalamayacağını gösterecek kadar çok savaş görmüş  bu dünyada; ”niye, neden böyle oldu, oluyor ”un ardına bile düşemiyor insan,  zihni hep  Kobanê’ye savaşmaya  gidenlerdeyken.

Biliyorsunuz değil mi, ekranlarda patlayan alev toplarıyla yükselen kara dumanları, ışık huzmesi mermileri, tepelerde bayrakların el değiştirmesini gösterideymişçesine izlediğiniz ânlarda; gençler, yaşlılar, çocuklar ölüyordu, öldü Kobane’de, Irak’ta, Suriye’de. Kim bilir de kimin evinin telefonu çaldı, kimin kapısı vuruldu.

Bilirsiniz işte, ardı haber can yakacağından açmaya cesaret edilemeyen o telefon,  o kapı bir başka çalar. Çok geçmeden  nette,  TV kanalları arasında dolanır ya da birinden duyarsınız  belki bir, iki ay önce aynı dolmuş, otobüs durağında karşılaştığınız,  belki  aynı diziyi seyredip aynı yazarı okuduğunuz  Onların;  Hebun Serhad (18), Behzat Yıldırım (22)ların, Vahap Güvenlerin Kobani’de öldüğünü. 

Peki,  sınır tanımaz vicdanın sahipleri; Paramaz Kızılbaş, Delila Gever, Cennet Baba’nın öldüğünü duyunca canınız yandı mı? Yoksa dün de olduğu gibi bugünde; komünistlerin, devrimcilerin, Mustafa Suphiler, Deniz Gezmişler,  Mazlum Doğanların, Paramaz Kızılbaşların idealleri uğruna ölümü göze almalarına “yazık ettiler hayatlarına… yla” değer mi biçtiniz, yine.

Halbuki, dünde, bugünde ötekileştirilen, tutsak bir hayatı reddeden; Diyarbakır cezaevinde  “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”le kendini  yakan Ferhatları, Necmileri; teslim olmaktansa bedenini kayalardan aşağıya atan Gülnaz Karataşları  hayatlarından vazgeçiren ölüme eş  yaşamı dayatmış  bir Türkiye utancınız  olabilseydi, öldüremeyeceklerdi; Uğur Kaymazları, Ali İsmail Korkmazları,  Kadriye Ortakayaları, Somalı, Ermenekli madencileri de.

Bırakın utanç duymayı; tapınılan Türk müesses nizamı öylesine kimliksizleştirmiştir ki insanları, yıllarca, DAİŞ vahşetine benzer kötülüklerle vatanlarından, evlerinden sürülen, katliamlara işkencelere,  darağaçlarına maruz bırakılan yanı başlarındaki Ermeni, Rum, Kürt, Alevi, Hristiyan ve Süryanilerin, devrimcilerin, mütedeyyinlerin acılarından belki  varlığından bile habersizdiler. 

Ve Onlar; Denizler, Mazlumlar, Delilalar devletin Kemalist ideolojisinin onayladığı etnik kökenin,  dilin, ibadetin, düşüncenin dışındaki farklı her şeyin suç sayılması,  gelirde, adalette eşitsizlik can bezdirince sırf kardeşleri, çocukları, gelecek kuşaklar da ölümü çıkar yol görmesinler diye vazgeçtiler gencecik hayatlarından.

Üstelikte, ülkedeki servetin %77.7’sinin en zengin %10’nun elinde bulunduğu çarpık, ırkçı düzenle bütünleştirilen çoğunluk gibi belki Onların da; en büyük amacı bir ev, araba, yazlık, İtalya’ya tur; en büyük efkarı sevgilisinden ayrılmak;  en büyük korkusu koltuğunu, işini kaybetmek; en büyük sosyal ilişkisi  “boş ver takma, aslında sen yoksun zaten”i Tweetlemek, laf olsun diye Facebookta profil değiştirmek; Asmalı Mescitte “Ey hilal bakışlım”ı söyleyip,  Ahmet Hakan, “bu tarz benim”  muhabbetini selfieyecekleri bir hayatları olabilecekken.

Ki bu çoğunluk özgürlüğün, demokrasinin, farklılığın, bireyin  kutsandığı sansürün, faşizmin, yolsuzluğun yerildiği hayatlarını;1789’da Fransız devrimine ön ayak Parislilerin, 1886 1 Mayısında kölece çalışmaya karşı yürüyen Chicagolu işçilerin,  diktatör  Diaz’la Huerta’ya ayaklanan Meksikalı Zapata’nın, İspanyada “No Pasaran”la savaşmış enternasyonal tugaydakilerin, Hitlerin sonunu hazırlayan Stalingradlıların, Martin Luther King’in,  adını bildiğimiz, bilmediğimiz onlarca  iyi, cesur  insanın  vazgeçtikleri hayatlarına borçlu olduklarının farkında  bile  değildirler. 

Çoğunluk; “Kobani’de sivil kalmadı ki”yle kimin ölmesi gerektiğine karar veren “TANRI”lar şu ânda da; bugün neyi savunduklarını değil nasıl savunduklarını konuştuğumuz Stalingradlılar, Bosnalılar gibi DAİŞ’le savaşan Kobanililerin; insanlara vatanlarını, evlerini terk ettiren soykırımla karşılaşmayacakları bir Ortadoğu uğruna hayatlarını ortaya koyduklarının ayrımında değildir.

Onun için Kobani ölüm kalım savaşındayken mazlumları birbiriyle vuruşturma hedefli şark kurnazlığını  “ gündemde niye hep Kobani, niye Halep değil”le örtme çabasındaki Ey Türkiye Cumhuriyeti devleti! sen ne yaptığını biliyor musun?

Gazze’nin,  Somali’nin,  Myanmar’ın yardımına koşmuş sen ne yaptın biliyor musun? Son model silahlarla sınırına 50 km uzaktaki Kobani’ye saldırınca DAİŞ  “akrabalarımın evlerini, topraklarını savunmaları için silaha ihtiyaçları var, yardım koridoru aç”la ilk sana koşan vatandaşın Kürtleri en zor anında yalnız bırakarak, olmasa da eğreti duran bir kardeşliğin hikâyesini sonlandırdın.

Yetmedi,  yerden yere vurduğun emperyalist John Kerry  “IŞİD’e karşı savaşan bir halka sırtımızı dönmek sorumsuzca ve ahlaki açıdan zor bir durum olurdu..” derken, sen  “Kobani düştü, düşüyor ” beyanınla  Kürtlerle arandaki  bütün sorunları çözme fırsatını da  kaçırdın.

Sana kalsaydı insanlığını, vicdanını lekeleyen PKK’ya, PYD’ye nefretine yenik aklının takdirini kazanmak için bazen haklı olarak ikiyüzlülükle,  bazen de  “ emperyal çıkarları için yapmayacakları yoktur”la suçladığın ABD, Avrupa; şeriatçı DAİŞ’in soykırım yaptığı Êzidilere, Kürtlere, Türkmenlere yardım etmeyip, öldürülmelerini seyredecekti.

Ama, olmadı. Bu defa da izlediğin politikaların hezimetini gizleyeceğine inandığından, 1960,70,80,90 yıllarında yapılan darbelerin en  önce “bizim çocuklar iyi iş becerdi ”yle  ABD’ye kriptolandığını  unutup, Ortadoğu’da  halklara kan kusturan despot yönetimleri yıllarca desteklemişABD’ye maşa”, “Amerikancı” olmakla itham ederek değersizleştirmeye çalıştın; seküler Kürtleri.

Her zaman ABD’yle stratejik ortaklığını dillendirmekten kaçınmayan sen Ey devlet en, ennnnn Amerikancılardan olmasaydın,  aylarca “hayır” dedikten sonra dünyanın gözü önünde ABD baskısıyla Kobani’ye gitmesi için Peşmergenin topraklarını kullanmasına izin verir miydin?

Şimdi hangi insan, hangi vicdan unutur ya da niye unutsun düşmanı  DAİŞ şehrini dört bir yandan kuşatmış,  öldürülmek üzereyken de kardeşi, evladı, akrabası yardımına koşanı.  Kobani’de, Irak’ta yüzde yüz haklı bir varoluş savaşı veren Kürtlere yardım edene ”Biji serok Obama”yla seslenilmesine kızacağına önce niye  “Biji Türkiye“ dedirtemediğini bir  düşün Ey devlet!

Ve Onlar; Kobani’nin yıkık bir duvarına “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz…” yazanlar, savaşa gittikten sonradır; kurduğun cümlenin başını unutturacak her şey; “neden”, “nasıl”,  “niye”li cevapsız sorular, bir fotoğrafa, boşluğa saatlerce takılan bakışlar.

Ne yazık ki 1789’un şiarı özgürlük, eşitlik, kardeşlik uğruna; vatanı, inançları uğruna; öldürmek, ölmek zorunda bırakıldığımız bu dünya düzeninin  hâlâ insanlığın istediği  ‘o düzen” olmadığını sizce de anlatmadı mı…evladının, Hevalının, sevdalısının koynuna bıraktığı çocukluğunu, gençliğini yaşadığı sürece gömemeyecek bir anne, bir yoldaş, bir sevgili . Barış mı; öyle eski bir kelime, işte. öyle işte.. öyle işte…..



22.11.2014
Gülsen FEROĞLU



18 Ekim 2014 Cumartesi

Hiç bir Kürdün hakkı yoktur



Bu ülke… bu şehir…bu hep bir eksiği olacak hayatlar… ömür ????  hep Eylül…hep Erdal Eren…hep Berkin Elvan… hep Fadıl Kayık…hep Dilar Gencxemiş… hep Hakan Buksur… Delik deşik hayaller, umutlar nasıl da hayat kokar. Yoksa, sonu tutunacak bir toprağa, özgürlüğe varacak uzun bir yolculuğun son cümlesi için mi tüm bu yaşananlar.

Kim bilebilir, ki tahta kapının sesini duyduğumda sacın üzerindeki ekmeği  alıyor olacaktım. Adımların yaklaştıkça kalbim elimde bekleyecektim… “daye…”. Üstümün, başımın ekmek, duman kokmasına hayıflanıp öyle sarılacaktım ki  “daye kurban, yeşil gözlüm….“le sana, canın acıyacaktı. İllaki ağlayacaktım “döndün mü bavemın, temelli?” Kaç kez  o kapı açıldı, kaç kez sarıldım “mala mın” sana…bir bilsen…bir bilsen… kaç kez…. Anladım; barış çok uzaklarda, hayal kurmaksa…Vazgeçtim,  hayallerimden.

Dört bir yanda havan mermileri. Puşimi bastırıyorum kanayan karnına, yeşil gözlerin kaydı kayacak. “Üşüyorum” diyorsun yalnızca “üşüyorum.” Bir kayanın altına gömerken seni, aklımda gerillanın sesinden “bugün benim efkârım var” dinlerken söylediklerin;  “Bağ bozumudur, tarhana kokuyordur evler. Sence …. Heval, bir gün döner miyiz … ?”, “her savaşın sonunda eve dönülmez mi zaten” demiş, gülmüştüm “bak! memleket işte şu tepenin ardında” Eve dönmek… hayal kurmak…çok oldu vazgeçeli.

Yaşama dair  her şey ; Barış, huzur, eğitim, geçinmek,,,,Kürtler için niye  bu kadar zor olmak zorunda ???  NİYE… Tam da her şey  yoluna girecekken sapkın DAİŞ  Kobanê’yi,  Erbil’i kuşatır, katledilirken  kardeşi; sessiz kalabilir, mutlu gün geçirebilir mi insan ?

Hey! 1800’lerde “Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur” demiş Dostoyevski’ye nispet yaparak, DAİŞ Kobanê’lilerin toprağına, özgürlüğüne saldırıyor diye sevinen sen! İnsanlıktan ne kadar  uzak bir pozisyonda olduğunu bildiğinden güya Kürt değil de PKK düşmanıymışsın tavrında ırkçılığını  gizleme gayretindeki sen; hani acının dili, dini, ırkı olmazdı?

 6 yaşından 25 yaşına kadar Kürtleri öcü, terörist gösterip katledilmelerini onaylatan kara propagandayla eğitilerek büyütülen sen; neyin sonucu olduğunu bilmediğin, tartışmadığın, kestikleri kafalarla  poz veren, oynayan,  7 yaşındaki kız çocuklarını zevceleyen  IŞID’lilerin saldırılarına sevincin, PKK’ya, YPG’ye  nefretinin nasıl tehlikeli bir ruh hastalığı boyutuna ulaştığının da  işaretidir.  

Üstelik yaptığı tonlarca hata, yaşamı ölümden beter kılan zalimlikleriyle PKK’yı  yaratan da , büyüten de; her vatandaşına eşit mesafede durarak can, mal güvenliğini sağlaması gerekirken tek tipçi faşist ideolojiyi benimseyen Türkiye Cumhuriyeti devletinin ta kendisiyken. Onun içinde devlet ne kadar terörist, eli ne kadar kanlıysa;  eline  silah almak zorunda bıraktığı Kürtlerin örgütü PKK’da o kadar terörist,  eli  de o kadar kanlıdır.

Dönde bir bak! Tarihi masa başında değil kanla, gözyaşıyla yazılmış, kötülük, zalimlik adına yaşanmadık bir şey bırakmamış; asılmış, asit kuyularına atılmış, …, …, köyleri, evleri, malları, tarlaları yakılmış Kürtlere, PKK’ya düşmanlığın sana neler yaptırtıyor. IŞID’den kaçan Türkmenlere, Êzidilere, Hristiyanlara, Şiilere kucak açan; Almanya’nın, ABD’nin silah yardımı yaptığı PKK’ya, YPG’ye düşmanlığından  “IŞID’ de,  PKK’ da terör örgütüdür”,IŞID’i, PKK ya tercih ederim” diyorsun ya sen, kimi tercihe yeltendiğinin farkında bile değilsin.

Sakın, bu  sempatin SS’li Hitler, kara gömlekli Mussolini,…, …, Miloşevic, kontrgerillalı Evren, JİTEM gibi; önüne çıkan kendinden, fikirlerinden, yaşam biçiminden, kültüründen farklı istisnasız  her şeye soykırım yapan IŞID’li  El Bağdadiyi; çok  tanıdık, çok olağan bulduğundan olmasın.

Ama unutma, hepsi de en başında yenilmezdi, dokunulmazdı. Ölüm tüten zaferleri faşizme karşı direnenlerle;  %80’ni Nazilerce işgal edilmiş şehirlerini 199 gün savunan Stalingradlılarla, partizanlarla, …, …,  karşılaşana kadar sürmüş. Delilikleri faşizmin yanlışlığı anlaşılıncaya kadarsa sırf II. Dünya savaşında 20 milyon insan hayatından olmuştur.

Evet,  IŞID’de  kazanıyor; şimdilik, şimdilik.  Herkes,  hepimiz de  ne kadar iyi, günahsız insanlar  olduğumuzu anlatıp duruyor, buna inanıyoruz da. Oysa, görünen o ki iyiliğimiz, günahsızlığımız devletin, örgütün, ailenin, çevrenin formatladığı kadar. Sorgulamıyor, O biatçı formatla  bakıyor, değerlendiriyoruz olayları, insanları.

Daha Barzani “Türkiye’nin Kürt yönetimine silah yardımı yaptığını” açıklamadan, Remzi Kartal “Kobanê’de yaşanacak herhangi bir katliamın sorumlusu ise ABD ve koalisyon güçleri…” dediği halde Türkiye’nin “IŞID’i desteklediği” algısının pekişmesi de bu yüzdendir.

Şimdi, gerçek yerine algılarla hareket edenlerin katliamlarını, linçlerini en iyi bileceklerden  Kürtler; eğer HDP’nin, çözüm sürecinin kazandığı ivmeye, demokrasiye “Kobani” protestolarındaki şiddetin vurduğu darbeyi  “Biji serok Apo”dan “ …. önü katliama açık provokasyona yol açmış olacağız. Taraflar dar çıkar bakışlı inatlaşmaları terk etme durumundadır….”  mesajını almasa öngöremeyecek    durumdaysa, bunun sorumlusu da T.C, devlet midir?

Provokasyon yapılacağını bile bile kendini koruyamayacak kadar küçük ve de çocuk 8 yaşındaki Beşir Ariflerin, 15 yaşında infaz edilen Emre Ekincilerin öldürülmelerini önleyecek saygınlıkta  bir mücadelenin şartı; belki de, artık suçun hep devlete, başkalarına atıldığı kolaycı düşünce, algı yapısından hızla uzaklaşmakdadır.

Ve Gezi’deki devlet terörü karşısında; marketlerin, arabaların, otobüslerin yakılmasını, molotof atılmasını demokratik tepki,  anlayışıyla karşılayanların Kobani protestolarında Kürtlere “Vandal” yakıştırmasıysa ironiden, ayrımcılıktan başka nedir ki.

Sevgi Alıcı’nın (18)  mutfağında yemek yaparken hayatını yitirmesinin nedeni; medeniliğin, demokrasinin, yaşamın kurdu şiddet; nasıl göstericilerin ırkına, mezhebine, statüsüne göre karşı çıkılacak bir olgu değilse; hiç bir kürdün de; sivil, gerilla 100 bin ırkdaşını hayatından etmiş eşit yurttaşlık, özgürlük, demokrasi mücadelesini yağmalama, hırsızlık  vari ahlak dışılıklarla gölgelemeye hakkı yoktur.

 Ulus devletin kendisine yıllarca yaptığını yaparak; kendisi gibi düşünmeyen, davranmayan bir Kürdü “Sık sık sık. Altına sık. Sen ne biçim nişan alıyorsun”la vurmaya, linçe teşvik eden, farklı herkesi ötekileştiren bir Kürdün de, artık; onarılması imkânsız duygusal kırılmalara yol açtığını görme vaktidir.

Tamam, birbirine karşılıklı nefret besleyenlerin barışması kolay değildir. Tamam, devletlerin, örgütlerin, partilerin, herkesin tek derdi haklı çıkmak. Bunun için alçakça yalan söylemekten, manipülasyona başvurmaktan, insanları ölüme atmaktan çekinmiyorlar. İyi de doymadı mı daha bu ülke; onlarca ölü bedenden akan kana.

Ne çok ölümüz var görmüyor musunuz; 3 günde kimin kurşunladığını bile bilmediğimiz tam 34 insan öldü, otuz dört. Ayrıca, iç savaşa sürüklenecek bir Türkiye’nin; hiç kimseye;  ne ortak düşman IŞID’i durdurmaya, ne Ortadoğudaki Kürtlere faydası olmayacağının kanıtı Suriyeli mültecilerin trajedisi göz önündeyken; şiddetsiz, demokratik protesto hakkını kullanma olgunluğu kimseye bir şey kaybettirmez de.

Her can sıkan gelişmede Türk, Kürt siyasetçilerin ”çözüm süreci bitmiştir” tehdidi, şantajıyla namlunun ucuna sürdükleri Barış da; insanı sevgiyle kutsayan Hrant Dinkler, Vedat Aydınlar  neden yoksa bu topraklarda;  o yüzden  yoktur.

Bakma sen Hevalım, kırıklığına, dağınıklığa cümlelerimin. Herkes sırrına vakıf olmuş da hakikatin bir ben  dışında kalmışım vaziyetinde; eninde sonunda bir insanının hayatına kastedeceğinden masumiyeti bitirmiş savaşın ortasında,  barışı savunmak büyük cesaretken; keşke barışın, demokrasinin   “döndün ya…”, “gula mın, çokkk özlemişim”’in bedeli de bu kadar ağır, bu kadar ölümcül olmasaydı.


18.10.2014
Gülsen FEROĞLU


6 Ekim 2014 Pazartesi

Celladımsın ey zaman




 

 

 İnsanın kaderi doğduğu, yaşadığı ülke, coğrafyadır değil mi Hevalım?        Yoksa, dünyanın bir yerlerinde; Paris’te,  Londra’da,  Oslo’da; aşkın, elde kadeh  ‘Summer’ şarkısının, ‘Michelin star restaurants’ların, George Clooney’in,  iPhone 6’nın, bilinmezlerin peşindeyken insanlar; yaşamasaydın Ortadoğuda, bu denli kolay,  bu denli ucuz ölümle çerçevelenir miydi hayat?
 
Doğmasaydın Ortadoğu’da, Türkiye’de; yaşamak bir çocuğun gülüşünde, sevdiceğinin gözlerinde, hanımeli kokusunda, sonbahar rüzgârlarındayken ne işin olurdu senin Hevalım, elde keleş, M-16; Sincar’da, Kobanê’de, Gabar’da. Ne işi olurdu; barbar  İŞID’in evinden, barkından ettiği Êzidilerin, Rojavalıların, Suriyelilerin bir anda mülteci konumuna düşüp horlanacakları Türkiye  sınır kapılarında.
 
Odağına eşit yurttaşlık, fırsat eşitliği, bireyi yerleştirmiş medeni bir ülkede doğsaydın Hevalım; hiç, bu yüzyılda, en doğal hakkın “ana dilinde öğretim” için mücadele etmek zorunda kalır, Mahir Çetin 20 yaşında “Pis Kürtler”le kendisine saldıranlar tarafından öldürülür müydü? Ve heba eder miydin; RTÜK’ün Oscar kazanmış “piyanist” filmini oynatan TV’ye ceza vermesi vari gülünçlüğü aşikâr  onlarca mevzuyla Safiye Sultana ”sözüm ki tek sana geçmez, celladımsın ey zaman” dedirtmiş günleri, ayları.
 
Yaşasaydın medeni bir ülkede; cellatlığına inat zamanını keyifle geçirirken ; İstanbul’da bir çay bahçesinde sohbetteyken Ayla Bulut (66)’la ,  Hülya Bayrak (60)’ın  üzerlerine düşen dişbudak ağacının, Yusuf Kaya’nın  damperi açık bir kamyonun yıktığı üst geçidin altında kalarak öldüklerini, 2,5 milyar dolar yatırımlı Tema Park inşaatının 3000 çalışanın  “Yemeklerimizden böcek ve kurt çıkıyor….”la eylem yaptığını duyduğunda,  belki sen de “ne olacak, 3.dünya ülkesi” diyecek, geçecektin.
 
Tıpkı Tahir Kara,  Hıdır Ali Genç, , …, Bilal Bal’ın  malzeme çıkardıkları  asansörün 32 katan yere çakılmasıyla bedenlerinin parçalandığı iş cinayetini duyan Dünya Ticaret Merkezi müteahhidi Larry Silverstein’nin “New York’da bu tür kazalar ancak 100 yıl önce yaşanırdı.10 İşçinin birlikte öldüğü iş kazaları duyulmuş şey değil” dediği gibi.
 
Gerçi; Faruk Eskioğlu’nun belirtiği “İngiltere’de asgari saat ücreti bu yıl 6.31 sterlinden 6.50’ye çıktı. Bizim toplumda ise ne yazık ki yıllardır 2.5 - 4 sterlin aralığında….”ki ücretle çalışan 15 milyon kişinin  %56 sının  sendikasız olduğu  Türkiye’nin;  iş kazaları sonucu ölümlerde El Salvador ve   Cezayirden  sonraki  dünya 3.üncülüğü kimi, niye şaşırtacaktır ki.
 
İşte, 301 madenci Soma’da katledilmeseydi madenlerde, tersanelerde, inşaatlarda 19 yy. çalışma şartlarının hüküm sürdüğünün ortaya bile çıkamayacağı bu Türkiye’de; sabah, akşam hiçbir sorunu çözmeyen konuşmalar, absürt muhalifliklerle zamanı boşa harcayan; kendine, düşüncesine aşık kimliklerin, grupların, partilerin, liderlerin, STÖ’lerin, sendikaların gözü önünde ölür, onlarca emekçi. 
 
İnşa ettikleri, ortalama 2 milyon TL’ye satıldığından alamadıkları “seçkin yaşam alanları”; rezidanslar, konaklar, kuleler  emekçilerin, ötekileştirenlerin cesetleri, kanları üzerinde yükselirken; her biri bir Towers, plaza, AVM, medya kuruluşu  sahibi Türk burjuvazisinin Impostor sendromuna yakalanmamasıysa, asla bir muamma değildir.
 
Zira bulundukları yere Bill Gates,  Mark Zuckerberg …, …, gibi yaratıcılık,  girişimcilik, inovasyonla, emek sarf ederek değil, devlet eliyle getirilmişlerdir. İttihat ve Terakkinin “Ey Türk zengin ol”; Mustafa Kemal’in de “Kaç milyonerimiz var? Hiç….birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız” , “…..ticaretin hariç ellerde olmasını engelleyecek … ….bizden tüccarların eline olacaktır”la yönü  belirlenmiş ekonomik sistemin harcına konmuştur; gasp, suç, kayırmacılık, rüşvet, torpil, yolsuzluk….
 
Böylece devlettin bedava arsa, arazi,  ihale, teşvik, kredisiyle desteklenen, tehcir, varlık vergisi politikasıyla da sürülen,  katledilen, 6/7 Eylül’de  linç edilen azınlıkların mallarının gaspı;  halkın yoksulluğu sayesinde servete kavuşturulan  zenginlerse,  kendilerini yaratan ulus devlette, ideolojisine  koşulsuz biat edeceklerdir.
 
Yaratılan bu Sünni, Türk ve de beyaz zenginler, elbette ki burjuvazinin evrensel  “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” şiarından,  kültüründen, estetikten, nezaketten yoksunluktan; efendileri ulus devletin ötekileştiriciliğine, katliamlarına ses çıkarmayıp, burjuva yerine tüccarlığı yeğleyeceklerdir.
 
Değişime, gelişime ne kadar uzaklarsa siyasette de o kadar yakın bu nevi şahsına münhasır beyaz Türk tüccarlar; yıllarca kapalı ekonomi sayesinde halka son kullanma tarihsiz, defolu mallarını yutturacak, sosyal devleti de “hep bana hep bana”yla çöpe attırtacak, …..,  “1 milyon dolardan fazla kazanan herkes en az %30 vergi ödemeli” diyerek Bill Gates’le zenginler üzerindeki vergilerin arttırılmasını savunan, 92 milyarderi infak taahhütnamesi (the giving pledge) imzalamaya ikna eden Warren Buffett’ıysa banal bulacaklardır.
 
Eğitimmiş, kültürmüş, icatmış… mış… mış… hep az parayla çok iş yaptırmanın, hep win/win: kazan kazan derdindeki  bu tüccarlardan kimse; 15.yy’da Leonardo da Vinci, …,  Michelangelo,…,  Galileo Galilei’ye  sponsorluk yaparak  sanatın,  bilimin gelişimine öncü  Rönesans’ı şahlandıran  “ Medici”lerden  olmalarını  beklemese de…
 
Gene de insan, hiç olmazsa; kâr ederken  emekçilerin mücadelesi, teknolojik devrimlerin  itici gücüyle adil gelir dağılımını, farklıya pozitif ayrımcılığı, demokrasiyi benimsemiş gelişmiş ülke burjuvazisinin   gökdelenlerini değil çalışanların ölmeyeceği binalar inşa etme teknolojisini,  iş ahlakını taklit etmelerini istiyor. Âmâ nerde...nerde…
 
Hâlâ da çalışanları özgür, yaşam kaliteleri yüksek değilse yeni bir şeyin keşf edilemeyeceğini, ürettiklerini satamayacaklarını anlamış, bir arada yaşamak isteyip istemediklerini 18 Eylül 2014’te İskoçya referandumundaki gibi halklara soran demokrat burjuvazi; dünyada yükselen değerken,  76 milyonun vergisinin birkaç bin tüccara pay edildiği Türk müesses nizamından  yanadırlar.
 
Oysa bugün şikayet ettikleri AKP iktidarı, binlerce insanın öldüğü 30 yıl süren iç savaş; muhalif ve farklı her kesime, her etnik kökene, mezhebe  karşı devletin faşist tek tipçiliğine, yasakçılığına, katliamlarına, Kürtlere insan dışkısı yedirmiş  zalimliğine, darbelere “evet” demelerinin sonucudur.  
 
Quacquarelli Symonds  2014-2015 dünya üniversite sıralamasında  en iyi 399 üniversite arasına  hiçbir Türk üniversitesinin girememesinin;  inançla bilimi bir tutan vizyonu “neden zorunlu kimya dersi tartışılmıyor ”un ötesini aşamayan Cumhurbaşkanına sahipliğin, bir anda milyarder olan işadamı Ekrem Cengizlerin, akademisyen Yusuf Kaplanların altında da işte bu yatar.
 
 17’sin de bir çocuğu yaşını büyüterek asan darbecilerin adının sokaklara, caddelere verilmesine kayıtsız, işkenceler, katliamlar yapanları, yaptırtanları yalılarında ağırlayıp itibar sağlayan bu tüccarlar yüzünden Kenan Evren, Selim Edes, Engin Civan,  Mehmet Ağarlar  nasıl alnı ak başı dik dolaştılarsa toplumda, bugün de Alp Gürkan, Aziz Torun, Rıza Sarraf, Veli Küçükler öyle dolaşmaktadırlar.
 
Bana burjuvanı söyle sana nasıl bir ülke, toplum olduğunu söyleyeyim önermesiyle her şeyi yapan ve de yapabilecek  kudretteki burjuvaziniz ne kadar adalet sever,  demokrat, özgürlükçüyse toplum, bireyde o kadar adildir, demokrattır…,…,.
  
Bu ülke… bu şehir…bu hep bir eksiği olacak hayatlar… ömür ????  hep Eylül…hep Erdal Eren…Veysel Güney…hep Berkin Elvan… hep  20.07.1998’de gittiği dağda 14.09.1998 tarihinde  öldüğü  20.09.2014 tarihinde açıklanana kadar evladı  Fadıl Kayık’ı sağ sanarak yolunu gözleyen  annesinin kahramanı  olduğu  hüzünlü öyküler…
 
Delik deşik hayaller, umutlar nasıl da hayat kokar. Yoksa, sonu tutunacak bir  toprağa, özgürlüğe varacak uzun bir yolculuğun son cümlesi için mi tüm bu yaşananlar.

 


06.10.2014


Gülsen FEROĞLU

6 Eylül 2014 Cumartesi

Meğer herkesler de biliyormuş




 

İlk kaybın hep masumiyet olduğu savaşın Ortadoğu’daki gölgesinde, insan, bazen her şeyi unutup bir rujun rengini seçmeyi hayatının en önemli meselesi haline getirecek kadar aptallaşmak istiyor. Sonra. Sonrası Özdemir Asaf  “Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme Lavinya/Adını gizleyeceğim/Sen de bilme Lavinya”

 

Karşındakinin bilmediğini bilmek, kimine Asaf gibi  kırık mısralar yazdırtırken, kimileriniyse dipsiz bir fütursuzluğa, otoriterliğe itiverir. İnsanoğlu da bilmeyince,  dayatılanı sorgulamayı da bir kenara atınca sadece öğretileni, yaşadığını gerçek sanır.

 

İşte demokrasiyi yaşamamış, özgür bireyin, medeni davranışın ne olduğunu bilmeyen böyle bir Türkiye; ” akıllarına çok ihtiyaç olduğunu” düşünerek her gün ekranlarda durmadan konuşan onlarca sunucunun, gazetecinin, siyasetçinin  kendini üstün, dokunulmaz saymasının nedenidir. Bu zat-ı muhteremlerinin hele de seçim sonuçlarını bir yorumlayışları vardır; evlere şenlik.

 

Avrupa’da, ABD’de de sonuçları aşağı yukarı Türkiye’dekine benzer çıkan seçimler yapılıyor. Bazen çok küçük bir farkla demokratlar, sosyalistler, yeşiller bazen cumhuriyetçiler, muhafazakârlar kazanıyor. Herkes demokrasi adına sandık sonucuna saygı gösterip, öncelikle de medeniyetin gerektirdiğini yapıp seçimi kazananı kutluyor.

 

Türkiye’de ki gibi daha sandıklar açılır açılmaz  “halkın tercihi mi? bana ne? …. bizim Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız değil”, “…..çözümcülere, …. Osloculara, Kandil havarilerine….”  heyezanlı; kendine,  tuttuğu partiye oy vermeyeni  ötekileştiren liderler,  parti sözcüleri, gazeteciler, STÖ’ler  mi ??? vaki değildir. Oyu “seçmen şu mesajı verdi”li  yontmalara,  manipülasyonlara alet edilerek afallatılan seçmen de.

En komiği de, her seçim sonu bu beyanları yapan her  biri bir partinin,  liderinin …, …,  Demirel’in, Ecevit’in, …, Çiller’in, …,  Erdoğan’nın, Kılıçdaroğlu’nun, …, Bahçeli’nin yandaşı kişilerin, trollerin, destekçileri medyanın; birbirlerini “kutuplaştırıyorlar”la suçlamalarıdır. Demokraside, seçimlerde farklı görüşteki adaylar yarıştığından seçmenin tamamını hiçbir adayın; Obama’nın, Hollande’ın, Merkel’in dahi kucaklamadığını bilirler. Yine de   “ülke, git gide iki ayrı yöne doğru kutuplaşıyor”  masumluğunda, velveleciliği elden bırakmazlar.

 

Kutuplaşmanın temelini ulus devletin farklıya nefret, tahammülsüzlük, düşmanlık barındıran “tek millet, tek devlet ”ini tamamlayan tek adamlığının attığını gizleyen kurnazlıkta, kutuplaşmayı   yeni bir olguymuşçasına piyasaya arz ederler.

 

Halbuki, üstünde yükseldiği faşizm esintili, ötekileştiren Kemalist ideolojili sistemin yolsuzluk,  kayırmacılık, rüşvet, torpille beslediği ulus devleti yönetenlerin, yıllarca körükledikleri laik  anti laik,  Kürt, Alevi, Gavur, komünist, sağcı, solcu, …, …,  kutuplaşması değil midir Mustafa Suphi’leri boğduran. Koçgiri, Ağrı, Dersim isyanını, 30 yıl süren savaşı doğuran.  6/7 Eylül’ü,  onlarca katliamı; …,  Maraş,  Sivas, Roboski, darbeleri, idamları,  faili meçhulleri normal karşılatan.  Hortumlanmış 200 milyar dolar görev zararını halka ödettiren.

 

 “Kısa etek giyenlere kezzap atılıyor”lu yalanlar, “rejim tehlikede”  benzeri korkularla sağlamlaştırdıkları nefret,  bilinç yüklemeyle köreltilen zihinler sayesinde, inanmadı mı insanlar, 1960’da aklı zorlayan   “DP” nin  “ gençleri kıyma makinesinden geçirdiği”  yalanına.

 

Türkiye, bugün  yine; emek sarf etmeden düşmanlık, karşıtlık stratejisiyle belli bir yüzdelik oyu bloklayıp yandaşı kilitlediğinden yalnızca siyasilerin değil, her kesimin işine gelen kutuplaştırıcılığın  “Anayasa kitapçığını” fırlatmalı,  “gezi zekalılar”  hakaretli üsluplarının  arasına hapsedilmiştir.

 

Evrensel demokrasiden hep bi haber olan Türkiye’de;  adı ister Mustafa, ister  Tayyip, ister Kemal,  ister Ayşe olsun, neredeyse  herkesin, her kesimin “ gerçek demokrasi, hukuk, özgürlük bu” diye sunduğu;  kendine özgü bir demokrasi,  özgürlük, hukuk anlayışı vardır.

 

İllaki de  “Bağımsız Ege Proje”leriyle örtülü ırkçı, faşist  dillin etkisinde olacak bu demokrasi anlayışları otoriter olmakla kalmaz,  bir  yaşam biçimini de dayatır. Milletvekili, bakan, belediye başkanı kısacası bir makama gelmeyi,  yükselmeyi, ihale kapmayı, servet edinmeyi otoriter liderin, kadrosunun iki dudağının ucuna bıraktığından haliyle birey biatçı, toplum da ümmetçi olacaktır.

 

Onun içinde; E. Özkök,  K.Çalışkan,  N. Ilıcak, Koç, Boyner, Engin Altay, Oktay Vural,  onlarca Twitter Facebook kullanıcısı; karşıtları her kişiyi,  her görüşü, her tavrı “Cumhuriyet düşmanı”,  “diktatör”,  “hain”, “terörist, “dönek”, “aptal” yaftasıyla taşlatacak, linçletecek nefretlerini; M. Karaalioğlu, A.Kekeç, Y.Oğur, Cengiz, Şamil Tayyar kadar kutuplaştırıcı, biatçı, seviyesiz bulmaz.

 

Cumhurbaşkanlığı seçiminin  tek galibi de ”Mührü Ekmeleddin’e basarken… düşünme, sorgulama…” tweetli Fazıl Say’ın,  “Mecburiyetten oy vermekten bıktık”la Enver Ayseverin ifşaladığı; tuttuğu partiyi,  lideri, fikri, grubu, mensubu kimliği, mezhebi tanrılaştıran biattır. Ki  “tıpış, tıpış” la içselleştirilmiş o biat laik Alevilere; basın toplantısını besmeleyle açan İhsanoğlunun; Türk-İslam sentezci fikirlerine göz kapattırıp, oy verdirmiştir.

 

Türkiye’nin en büyük talihsizliği, ayıbı da 21. yüzyılda;  okumuş, yazmış koskoca işadamlarının, gazetecilerin, siyasetçilerin,  profesörlerin, asker, sivil bürokratların bir lidere, bir cemaatte, bir gruba biatlığıdır.

 

Meğer “İhsanoğlu’nun kazanamayacağını biliyordum ama yazmadım” diyen algı operatörü Emin Çölaşan gibi hiçbir derde derman olmayacak kutuplaşmayı, gerginliği isteyen herkesler,  herkesler de biliyormuş seçimin sonucunu.  Peki aynı amaç; Tayyip’i devrime bordo timinde buluşan herkesler; en aydınlar, en laikler,  en ulusalcılar, en liberaller, en Kemalistler, en milliyetçiler, en cemaatçiler, en zenginler, en beyaz Türkler. Bütün bu en enler biliyordu da niye; düşmanları “Tayyip“e Cumhurbaşkanlığını 1. turda garantileten çatı adayı AKP’li İhsanoğlu’nu bağırlarına bastılar?

 

Tam 30 yıl, gözlerinin önünde; ölümden, gözyaşından başka bir şey getirmeyeceğini bile bile, ulus devletin tekçiliğinin, ceberrutluğunun dağa çıkardığı Kürt gençleriyle, Türk gençlerinin oluk oluk akan kanına, kan katan savaşgirliklerini nasıl, niye sürdürdülerse İhsanoğlu’nu da o yüzden bağırlarına bastılar.

 

Ve egemenliği hâlâ sonlandırılamamış “mecburiyetten oy verdiren” biattın sonucu vesayetçi Türk müesses nizamı demokratikleştirilemediğinden, ilkeli bir yenilginin nasıl büyük bir zafer, özgürlük taşıdığını  da kimseler  fark etmeyecektir.

 

Savaştan kaçıp şefkatine sığınmış Suriyeli mültecilerin linçletildiği Türkiye’de; herkes kendi içine bir baksa… bir baksa ; ne kadar irin, ne kadar zehirle  dolu olduğunu görecektir de…. “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir” diyor ya Ludwig Wittgenstein; belki herkesin mücadelesi de o  ânda;  biata  ‘hayır’  denilecek o ânda başlayacaktır.

 

Yaşamı kapısına koymayan Ortadoğu’da yine gece oldu. IŞİD mezaliminden kaçan Êzidilere, Hristiyanlara, Türkmenlere, Şiilere, Suriyelilere kalkan olan Kürtlerin damgasını vuracağı bu yüzyılda; Musul’da, Şengal’de, Cezaa’da, Kobanê’de kol geziyor ölüm,  kan kokuyor olmaz olası gece.

 

Vahşetin, ayrımcılığın, zulmedenin tükenmediği bu ölümcül  coğrafyada;  hep bir eksiği olacak ya da genç bitecek hayatlar…hep ertelenecek istekler…duyguların, aşkın kuytulara gömüldüğü isyanın, savaşın, kavganın orta yerinde;   ne bildiğini mutsuz edecek düşüncesiyle sevdiceğinden saklayan sevdalar düşer bize Hevalım,  ne de tamamlanan hayatlar.

  

Hani cümlenin sonuna konulan üç nokta var ya…hani söylendikten sonra sessizlik oluşan…konuşmaktan daha fazla şey anlatan o sessizlik var ya… işte o en çok Ortadoğu’ya… bu dünyaya yakışır. İnsanın kaderi de doğduğu ülke, coğrafyadır  değil mi Hevalım?

 

06.08.2014

Gülsen FEROĞLU